Ana Sayfa Blog Sayfa 89

Acınası komik: Saray Rejimi’nin tuhaf hâlleri

Biz öyle diyoruz: Saray Rejimi’dir ve Tekelci Polis Devleti dediğimiz tekeller devletinin, sömürge bir ülkede, paylaşım savaşı koşullarında, tetikçi bir organizasyonun, içeride ve dışarıda savaş düsturunun, yağma-savaş ve rant ekonomisinin özel hâlidir.

Biz öyle diyoruz, kriz içindedir ve bu, devrime ne kadar çok ihtiyaç duyduğumuzun da kanıtıdır.

Korku egemen sınıfı sarmıştır. Korku, Saray Rejimi’nin boyunu geçmiştir. Korku Saray Rejimi’nin her ilişkisinde vardır ve korktukça, daha çok güvenlikçi, daha çok saraycı olmaktadırlar. Oysa, Kürt Devrimi’ni bir yana bırakırsak, biz sadece Gezi Direnişi dediğimiz kendiliğinden sosyal patlama ile kendimize gelmeye başladık. Yani, uygun bir terim olursa, daha “başlamadık.” Bu korku, esas işçi sınıfı sahneye çıkınca, bu korku esas halkların mücadelesi ortaklaştığında görülmeye değer olacaktır.

Boğaziçi Direnişi, ne kadar fiyakaları varsa, onu da bozdu. Ve fiyakaları bozuldukça, her gün ortaya çıkan gerçek yüzleri, gerçek hâlleri, adeta sahneyi doldurmaya başladı. Utanılası, rezil ve acınası hâlleri, her gün daha da komik olmaya başladı. Soytarılığın kendini nezaket, pespayeliğin kendini “değer”, karanlığın kendini aydınlık, korkaklığın kendini cesaret, utanmazlığın kendini “namus”, zalimliğin kendini Müslümanlık, ihanetin kendini vatanseverlik, puştluğun kendini erdem, aptallığın kendini kurnazlık olarak pazarladığı büyük çürüme hâlidir bu.

Gezi ile ortaya çıkan devlet çarkının karanlık dişleri, her geçen gün biraz daha kendini gösteriyor. Boğaziçi Direnişi, Saray Rejimi’nin ne kadar çirkinliği varsa hepsini ortaya koymuştur.

Bir şeyin çirkin olması, onun aynı zamanda bir şey olması da demektir. Oysa Saray Rejimi, baştan aşağıya çirkinliktir, tarih boyunca devlet denilen çarkın tüm pisliğini, tarih toplamış Saray Rejimi’nde bir araya getirmiş ve ortaya salt çirkinlikten bir Saray çıkmıştır.

Şöyle diyor Erdoğan:

“Yani aynı zihniyet, şu Osman Kavala denilen, bu ülkede Soros, adeta ofisi olan, temsilcisi olan kişinin karısı da yine aynı şekilde Boğaziçi Üniversitesi’nde bu provokatörlerin içinde yer alan bir kadındır.”

İşte size utanmazlık, işte size pespayelik, işte size zalimlik, cümlesiz bir Türkçe!

Demek ki, Prof. Dr. Ayşe Buğra, Osman Kavala ile evli ise ve de emekli olsa da Boğaziçili ise, kendiliğinden provokatör oluyor. İşte size Saray Rejimi’nin “hukuk aklı.”

Bu kadardır ve gerisini beklemek, bekleyenler için yorucu, sıkıcı ve de maliyetlidir.

Demek ki, “karısı” lafı, bir çap, bir anlayış, bir vizyon göstermektedir.

Son derece yakışmaktadır. Burjuva muhalefet, “yakışıksız” diyor. Yanlıştır, son derece yakışır hâldedir. Bu baştan bu sözler çıkabilir. Hatalı olan, bunu “yakıştırmayanlar”dır. Onlar, daha çok beklerler ve muhtemelen kendilerine açık olarak Erdoğan küfür edene kadar, hakaret edene kadar beklemeye de devam ederler.

Kavala ise Soros’un ofisi imiş. Peki, ya siz MRT (Mister Tayyip Erdoğan), siz kimin ofisinin bekçisisiniz, Rockefeller’in mi? Soros ile masada oturan siz değil misiniz? Soros gelip “sizin en değerli ihraç malınız askerinizdir” dediğinde siz ne iş yapardınız?

MRT nereden çıktı değil mi şimdi? Anlatalım.

Anonymous, 8 Şubat günü “Bold Medya”da yayınlanan belgelere konu oldu. Buna göre Anonymous, Deutsche Bank Frankfurt’tan Ziraat Bankası Gaziosmanpaşa şubesi üzerinden istenen bir teminat mektubunu yayınladı. Teminat mektubu 13 ay vadeli ve son tarihi 2021 Ekim ayı. Bu teminat mektubu, Ziraat Bankası’nın bir müşterisi için istenmiş. Müşteri “MRT Investment Holding BV” adınadır. “BV” genellikle Hollanda’da şirketler için kullanılan bir kısaltmadır. MTV’nin merkez ofislerinden biri ise Türkiye’dedir ve başında Pınar Yalçınkaya Hacaoğlu var. Şirketin kurucusu ise Muhammet El Tavas’tır.

Anonymous, son aylarda Erdoğan için epeyce paylaşımda bulunmuş. Bold Medya’nın aktardığına göre, Anonymous şu iki tweet’i de paylaşmış. İlki:

“Reis, elimizdeki 350 milyardan Dolar’dan fazla kara parayı aklamak için hangi bankaları kullanmamızı önerirsin? Seçenekler:

1. Ziraatbank

2. Deutschebank

3. Vakifbank

4. Credit Suisse

5. HSBC

6. Albania’s BKT Bank

7. Sudan’s Central Bank

8. DBS Bank

9. Hepsi”

İkinci paylaşımları ise şöyle:

“Reis, bize HSBC, Vakıfbank, Deutschebank ve Credit Suisse’yi anlat. Berat, Bilal ve Yiğit’le iç ettiğiniz yüz milyarlarca Dolar’ı anlat. Anlat ki senin gibi bir ustadan feyz alalım!”

İşte bunları yapan Erdoğan, Kavala’yı Gezi’nin finansörü, onu da Soros’un adamı ilan ederek, kendi korkusunu ifade ediyor. Boğaziçi de dahil, her direnişte aklına Gezi geliyor. Gezi geldiği için, Ayşe Buğra, bu biçimde konu hâline geliyor.

Erdoğan diyor ki Boğaziçi öğrencilerinin ‘Bulu istifa’ demelerini kastederek, “yürekleri yetse Cumhurbaşkanı da istifa etsin diyecekler.” Boğaziçi öğrencileri, aslında buna çok güzel bir yanıt vermişlerdir. Bu nedenle, o yanıtı alıp buraya koymak dışında bir şey söylemek mümkün değil. Yanıtı Kaldıraç sayfalarında bulabilirsiniz.

Erdoğan kendini bir “tuhaf” hâller içinde algılıyor olmalıdır. Ama onun tuhaf hâlleri, Saray Rejimi’nin her yerine yansıyor.

Biz diyoruz ki, CHP, İYİ Parti vb. tüm burjuva muhalefet, tıpkı Bahçeli gibi, Saray Rejimi’nin koruyucularıdır. Hepsinin koruma şekli farklı.

Kaftancıoğlu, korkmuş olmalı ya da bu havadan nasibini almış olmalı ki, “istifa etsin diyecekler” açıklamasına, şöyle yanıt veriyor: “Demeyeceğiz, çünkü Cumhurbaşkanı seçilmiş, kayyum rektör ise atanmış bir kişi.”

Boğaziçili öğrenciler ve öğretim üyeleri, onlarla birlikte direnenler, o mektupta buna da açıklık getirmişlerdir. Seçilmiş birisinin istifasını istemek, ne suçtur ne cesaretle ilgili bir şeydir. Olsa olsa bu istifayı istemek için “yürekleri yetse” lafını sarf edenler korkmaktadır ve bu korku CHP saflarını da sarmıştır. Seçilmiş bir kişinin de istifası istenebilir. Seçilmiş birisinin istifasının istenmeyeceği düşüncesi, “yeni normal” midir? Öyle ise, bu yeni “normal”i, Saray’ın içine layık görüyoruz. Kim bu “yeni normal” ile konuşacaksa, sesi Saray’dan gelsin lütfen.

İşte Saray Rejimi budur. Sokağa çıkma, çünkü onlar zaten bunu istiyor, belki de Boğaziçi eylemlerini de onlar arzuladı, sakın ha polise direnme, sakın ha hiçbir şeye direnme, sakın ha “yukarıya bakma.” İşte size CHP muhalefeti. Tam da Saray’ın formatladığı bir “muhalefet.” İnce’ye parayı basarak “muhalif” yapıyor Saray ve CHP’nin kendisine ise özel görevler veriyor.

İşte eylemin kendisi, bu yanıtı üretiyor: Aşağıya bakmayacağız! İsteyen aşağıya bakabilir, ama biz bakmayacağız.

Diyor ki Erdoğan, “Önüme 9 aday geldi. 9 adaydan bir tanesi olan Melih Bey’in atamasını yaptım.”

Diyelim ki doğrudur, demek 9 adayı getiren zar atıyor ve belki de Erdoğan’ın kimi seçeceğini biliyor. Kandırılmakla ünlenmiş Cumhurbaşkanımız, acaba burada da kandırıldı mı? Öyle ise, hemen Bulu’yu görevinden alsın.

Diyelim ki öyle değil. Öyle ya, kim onun sözünün üzerine söz söyleyebilir ki? O zaman da yalan söylüyor. Bulu’nun seçilmesinden vazgeçmemek için “olup biteni mi anlatıyor”? Savunmaya bak! Ama bu savunmayı kim alıyor? Biz daha mahkemeyi kurmadık ki.

Diyanet İşleri, protestolara karşı cuma hutbesi okutmuş. 301 işçi Soma’da katledildiğinde Diyanet İşleri yine hutbe okutuyordu.

Galiba duyduklarımız doğru, bunlar cumalarda afyon alıyorlar. Her cuma namazı çıkışında tuhaf açıklamalar ortaya çıkıyor, hem karanlık hem de komik açıklamalar.

Protestolarda hutbe okutmaktansa, Sultan Erdoğan Hamid Han için, afiyette olsunlar hutbesi daha yerinde olur. Öyle ya, her protestoda hutbe okut, işçi eyleminde okut, işyeri cinayetinde okut, her direnişte okut bunun sonu yok. Tek formatta, tek hutbe her şeye kadir olmalıdır: Allah Erdoğan’ı korusun, uygun bir hutbe adı olur.

Boğaziçi’ne iki yeni fakülte kurulacakmış, Cumhurbaşkanı karar almış. Eskiden bu kararları, üniversite senatosu alırdı. Ama Bulu, senato nedir bilir mi, emin değiliz. Evde üç çocuğu olduğunu biliyor olması bile başarı. Allahtan bu kadarını biliyor, ev, çocuklar gibi şeylerden haberdar. Bir tek istifa etmeyi bilmiyor. En iyi hırsızlığı biliyor ve Boğaziçi, yakında dünyanın ilk yüz üniversitesi arasına girecekmiş, herhâlde sahte tezlerle olmalı.

Yeni açılan iki fakülteden biri iletişim fakültesi imiş. Buraya Fahrettin Altun’un atanmasını öneriyoruz. Yerinde olur, Boğaziçi arazisinde kaçak kulübeler yaptırmaya başlar ve her kulübeyi bir Arap şeyhine kiralarlar. Katarlı olması tercih nedenidir. İletişim fakültesinin dekan yardımcısı mutlaka Perinçek olmalıdır. Oradan uluslararası ilişkiler kurar, faydalı olur.

Hukuk fakültesi de kurulmuş. Nasılsa burada hukuk eğitimi yapılmayacak. Öyle ise oraya da dekan olarak Bahçeli’yi, yardımcısı olarak da Çakıcı’yı atamalıdırlar.

Bir de uzay üssü kurulacakmış. Burası da “trol” yetiştirme merkezi olsun, buraya doğrudan Erdoğan’a bağlı timler baksın. Başına Bilal geçsin.

İki olay art arda gerçekleşti. Boğaziçi ve elbette her direniş aydınlık demektir, karanlığı parçalar, güzelleştiricidir, insanı güzelleştirir.

Çakıcı, bugünlerde Bahçeli’nin açıklamaları yeterli olmuyor olmalı ki, sahne alıyor. Saray Rejimi’nin tuhaf hâlleridir bunlar.

Çakıcı, terörist öğrencileri sevindirmemek için, Bulu’nun istifa etmemesi gerektiğini açıklamış. Bunun için el yazısı ile mektup yazmış. Duygulu bir an olmalı. İsteyene Bahçeli tweet atıyor, nostalji seven Çakıcı mektup yazıyor.

Sizce Çakıcı, Bulu’nun istifa edeceği yönünde bir izlenim edinmiş de, Bulu’yu mu tehdit ediyor? Yoksa Bulu istifa diyen öğrencileri mi tehdit ediyor? Ya da mesela Erdoğan’a, Reis ben buradayım mı demek istiyor, hani kendini yalnız hissetme der gibi. Elbette biz yanıtını bilmiyoruz. Ama “acınası komik,” trajikomik olarak da yazılabilir mi?

Bir de Cevdet Bey var. Yerinde duramamış. Profesördür ve bir fakültede dekandır. Şöyle buyurmuş: “Biz geceleri işi bitirir, sabah işe gideriz.” Bu arada abdestliyiz demeyi de özellikle unutmamış. Gören de der ki, katliam narası nasıl atılır diye antrenman yapıyor. Bir fakültede böyle dekan var ise, bir üniversitede böyle dekan var ise, o üniversitenin üniversite, o fakültenin fakülte olduğuna dair kanıt gereklidir.

Tüm bunlardan öğreniyoruz ki, hakaret, küfür, tehdit şaha kalkmış, hep birlikte Saray Rejimi’ni korumaya çalışıyorlar. Karanlık üretiyor, çok. Korkaktırlar, çok. Rantiye kurnazlığı ile zalimin kurnazlığını birleştirmişler. Sultanlık ise eğer bu, karikatür sultanlıktır. Ve de “yerli ve milli”dirler. Bundan böyle, hakaret ikiye ayrılır, yerli ve milli olanı ve diğeri. Hakarete uğrayan, mutlaka suçludur. Kafasına sopalarla vurulan genç direnişçi mutlaka suçludur ve yerli ve milli değildir. Trol mesela, iki türlüdür, yerli ve milli olanı makbuldür. Rektör, önce yerli ve millidir, sonra hem rektör hem de Erdoğan’a biat etmiş bir kuldur. Mafya, eğer Saray’dan yana ise, makbuldür ve yerli ve millidir. Provokatör, yerli ve milli ise devlet görevlisi sayılır. Terör devlet işidir ve terörist eğer yerli ve milli ise onun saldırdığı teröristtir. En makbul yerli ve milli meslek hırsızlıktır. Rantçı, her durumda yerli ve millidir. Para ile satın alınabilen her vicdan, mutlaka yerli ve millidir. Sapkın, yerli ve milli ise mutlaka mekânı cennettir.

Bu arada Erdoğan, haberi patlatmıştır: “Ay’a sert bir iniş yapacağız.”

Bu daha önceki “uçuyoruz ama kimse görmüyor” ve ardından gelen “buzdolabı” açıklamasına benziyor.

2019’da yerli ve milli uçağımız olacaktı. Ama havaya uçtu. Şimdi Ay’a sert iniş yapacağız.

Normalde, sevinecektik ama biliyorsunuz, “sert iniş”, düşmeye yakındır. Ve eğer düşerseniz, vay hâlinize. İniş denilen şeyin en uygunu, “yumuşak” olanı olmalıdır. Ama Erdoğan, sert adam olduğundan, inişimiz de sert olmalıdır.

Bu da Saray Rejimi’nin tuhaf hâllerinden biridir.

Çok yapılan bir espridir, “ne içiyorsun bana da söyle de ben de içeyim.” Aslında bu, herkesin kendini iyi hissetme isteğini de gösterir. Kendini iyi hissetme duygusu uzak bir ihtimal hâlini alınca, falcıların söylediklerine inanç artmaya başlar. Falcılar, çok yeteneklidir, sizin ihtiyacınızı hemen anlar ve ona göre “yazmaya” başlarlar. Ama bazan, onlar da insan ya, falcılıktan gelen zekâlarını bir yana bırakırlar ve bu durumda kendi hâllerini yansıtmaya başlarlar. Sizin falınıza bakmazlar, adeta kendi fallarına bakarlar da size sizin falınıza bakıyormuş gibi konuşurlar. Ruh hâli işte neylersin, ekmek parası için bir şeyler yapmaları gerekir.

Ay’a ineceğiz müjdesi, Saray’da falcılığın son derece gözde bir meslek olduğunu göstermektedir. Erdoğan’ın duymak istediklerini söyleyenler, geleceği parlak olacak olan falcılar olacaktır.

 

Saray Rejimi ve ekonomi mi, siyasal alan mı galip gelecek

Evet, aslında başlıkta biraz olsun tuhaflık olduğunu kabul ediyorum. Ekonomik alan mı, yoksa siyasal alan mı “galip” gelecek, biraz dikkat çekmeyi amaçlıyor ve bugünün Türkiye’si söz konusu olmamış olsa, saçma bir başlık bile sayılabilirdi.

Son tahlilde, ekonomik alan, siyasal üstyapıyı belirler. Bunu biliyoruz. Elbette, bu durum siyasal üstyapının görece bağımsız hareket edebilme olanağını dışlamaz. “Belirler” zaten bu anlamdadır ve diğerinin varlığını kabul ediyorsunuz demektir. Yani bir sosyo-ekonomik sistemde, mesela feodalizmde, üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi vb.den oluşan altyapı, feodal devlet dediğimiz ve içine devletin ideolojik ve fizikî baskı aygıtlarını, hukukunu ve rıza üreten ideolojisini vb. alan üstyapıyı belirler. Bu Fransız feodalitesinde, Osmanlı feodalitesinden bazı farklılıklar gösterir. Hatta, bazı kralların döneminden aynı ülkede diğerlerinden farklılıklar da gösterir.

Ama bizim anlatmak istediğimiz şey, bu genel kabullerden, altyapı ve üstyapı ilişkilerinin normal işleyişinden biraz farklıdır.

TC devleti, Birinci Paylaşım Savaşımı sırasında, bölüşülmeye başlanmış Osmanlı’nın kalıntıları üzerinde, Ekim Devrimi’nin zaferinden korkan Batı’nın rızası ile oluşabilmiş bir sömürge devlettir (Konumuz değil ama bu, aynı zamanda anti-işgal karakteri ile başlamış kurtuluş savaşının, burjuva-Kemalist kadrolarca emperyalizmle uzlaşmaya götürülmesi de demektir). Hem Osmanlı’dan küçülerek kalan topraklarda kuruluyor hem Ekim Devrimi’ni durdurmak için işgal etmek üzere girdikleri Anadolu’nun önemli bir bölümünden komünizme karşı savaşmak bilinci ile geri çekilmeleri söz konusudur. Elbette, işgale karşı başlayan “anti-emperyalizme” doğru evrilmeye başlayan direniş, ancak bu yolla durdurulabildi. Böylece halkın anti-işgal direnişi anti-emperyalist bilince ulaşmadan, eski devlet paşalarının kontrolünde, geri çekilen emperyalist efendilerin gözetiminde ve kesinlikle Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olma garantisi ile yeni Cumhuriyet kuruluyor. 1929 krizi ve Almanya’da Hitler’in zaferine kadar, daha dengeli bir dönüşüm sürecini götüren yeni Cumhuriyet, ardından, “restorasyon”a yöneliyor. 1929’da Eskişehir konuşması, aslında bu restorasyon adına, Sovyetler’le kurulmuş ilişkilerin gölgesinden de kurtulma satırları ile doludur. 1930’lu yıllar ve arkası bu restorasyonun gelişimine sahne oluyor. Feodal toprak ağalarından kalan artıklarla ve tarikatlarla yeniden barışmak, bu restorasyonun başlıca göstergesidir. İlk işareti elbette ekonomi-politikalardadır ve tarım reformunun bir türlü gerçekleşmemesi bunun en açık kanıtıdır.

Ve İkinci Dünya Savaşı’ndan Sovyetler zaferle çıktı. Sovyetler’e karşı “ileri karakol” olarak iş gören TC devleti, daha ileri görevler almak üzere, NATO’ya girdi. NATO, aslında TC devletinin kendi ordusunu da teslim etmesi demektir. Komünizme karşı kutsal savaş adına, kendi varlığını tümden teslim etmek aslında TC devletinin karakteri hakkında bilgi verir.

İşte o zamandan bu yana, Türkiye, Batı’nın “ortaklaşa sömürgesi”dir. Siyasal olarak, yani, ordusu, polisi, yargısı, bürokrasisi, siyasal partileri, parlamentosu ile ABD’ye bağlı, ekonomik olarak ise AB’ye daha çok da Almanya’ya bağlı bir ortaklaşa sömürge.

İşte bu nedenledir, sık sık siyasiler, AB’ye kafa tutarlar. Çünkü devlet ellerindedir diye düşünürler. Ama ne zaman ekonomi teklerse, hemen bir “yumuşama” gösterirler, Avrupacı kesilirler.

Bugün, yani 2000’li yıllar içinde, AB ile ABD arasında eskisi gibi bir ortaklık yok. ABD, dün kendi denetimi altında komünizme karşı savaş için birleştirdiği emperyalist güçlerin açık ekonomik meydan okuması ile karşı karşıyadır ve buna askerî meydan okuma ile karşılık vermektedir. Yani, ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere arasında bir üçüncü paylaşım savaşımı söz konusudur. Bu savaşım, büyük çaplı bir bölüşümü gündeme getirmektedir. Bu nedenle, dünyanın hemen her yerinde, tarih, sanki 1900’lerin başlarına dönmüş gibidir.

Türkiye, artık, bu güçler arasında paylaşılmak ya da bir sosyalist devrimle kurtulmak seçenekleri ile karşı karşıyadır. Eğer, bu ülke, daha önce bir sosyalist devrim ile, kapitalist-emperyalist sistemden kopmayı başaramazsa, ya siyasal alana hakim olan ABD’nin sömürgesi olacak, bu durumda, sermaye yapısında ciddi değişiklikler oluşacak, 5’li müteahhit çetesi vb. diğerlerine galip gelip diğer alanlara da girecek ya da ekonomik alana hakim olan AB, daha çok da Almanya, siyasal alanı da ele geçirecek ve bu durumda da bir Almanya sömürgesi olarak var olacak. İstanbul’un kanal tartışmaları dahil, pek çok tartışma, bu paylaşım savaşımının içindedir.

Şimdi, başlık size biraz daha anlaşılır gelmiş olmalıdır.

Aslında, Kaldıraç sayfalarında bu görüşü çok defa okumuş olmalısınız. Bir kere daha buraya dikkat çekmemizin nedeni, Damat gittikten/görevden affı kabul edildikten/istifa ettikten sonra, ortaya çıkan gelişmeleri tartışmaktır.

Bizim “okumuş yazmış”larımız, çok Batıcıdırlar. Batı, sanki onları “Doğu”dan kurtaran gibidir. Ve aslında hiçbir biçimde de doğru değildir. Bunun derinliklerine burada girmeyelim, ama mesela Batı ve İslam bugün karşıt gibi sunulmaktadır. Oysa, bizzat Batı, İslam’ı, komünizme karşı savaş için kullanmış, eğitmiştir. El Kaide’den IŞİD’e kadar hepsi Batı’nın projeleridir. O kadar ki, İslam adına harekete geçen anlı-şanlı örgütler, bizzat Batı’nın organize ettiği örgütlerdir. Demek ki, aslında IŞİD, mesela IŞİD, Batı karşıtı değildir. IŞİD’e karşı olmanız için sizin ABD veya AB yanlısı olmanız gerekmez. Liberal sol, korkudan, Batı’nın öcü dediğinden uzaklaşır, Batı’nın sevdiğine bir hayli yaklaşır.

Batı’dan kurtuluş beklentisi, oldukça yaygındır. Hatta kötü havalar Doğu’dan, hastalıklar Doğu’dan, güzel şeylerin hepsi, havalar da dahil Batı’dan gelir. Bu aslında egemen ideolojinin okumuş-yazmış olanlara göre ayarlanmış dozudur.

Saray Rejimi, artık devlet denilen mekanizmayı, tüm baskı aygıtlarını, tüm yalan mekanizmalarını ortaya koymaktadır. Artık, ne milliyetçiliğin neyi örttüğü gizlenebilir ne İslam’ın nasıl kullanıldığı gizlenebilir. Ne Bahçeli ne Erdoğan, artık saygın isimler değildir. Ne de devlet “baba” olarak görülmektedir.

Devletin “baba” olduğu yolundaki tüm hurafeler bir bir yıkılmaktadır. Öyle bir “baba” ki, hep evlatlarının cebine elini sokuyor, hep ceberrut, hep hoyrat, hep parababalarının emrinde, hep efendilerinin hizmetinde, hep halka karşı, hep katliamcı, hep gençlere kurşun atıyor, hep işçileri boğazlıyor.

Öyle Osmanlı torunu falan da işe yaramıyor. Osmanlı, bir ailedir. Osmanlı torunu olmak, o aileden olmak demektir. Yoksa Osmanlı diye bir halk yoktur ve bunun torunu olmakla da övünmek mümkün değildir.

Saray Rejimi, devletin halk düşmanı tüm karakterini ortaya sermiştir. Saray Rejimi, açık olarak işçi ve emekçilere düşman olduğunu, kadına ve gence, üniversiteye ve özgürlüğe düşman olduğunu açıkça ilan etmektedir.

İşte bu durum, şöylesi yansımalara yol açmaktadır:

– Saray erkanı, her akşam Saray’da, korkudan sabaha kadar ışıkları yanık tutmaktadır. Saray’ın her odasında ajan aranmaktadır. Saray’ın her tuğlasını korku sarmıştır. Ne zaman devrileceklerini, ne zaman yeni bir Gezi’nin patlayacağını hesap ediyorlar. Her olayda bununla ilgili raporlar alıyorlar. Her cümlenin altında bir başka şey arıyorlar.

– Tekeller, burjuvalar cephesinde, sermayede ise; “ah bir uyum yolu bulsak” da devam edebilsek. Bu tatlı kârlılık, bu tatlı hayat terk edilmez ama Saray’ın da çok garip istekleri var. Biraz yola gelse de, devam etsek. Şöyle ifade edilebilir istedikleri: Biraz reform, biraz ekonomik istikrar, istediğiniz kadar baskı ve şiddet, ama iş adamlarına ayrımsız hukuk.

– CHP ve İyi Parti çevresi: Saray Rejimi gidiyor. Ama ya devlet de giderse. Çok sert muhalefet etmeyelim, hatta Erdoğan’ı kızdırmayalım, onu ikna edelim, AB ve ABD de bizi görsün biraz, devlete zeval gelmeden, tatlı biçimde uzlaşarak parlamenter sisteme dönelim.

– Okumuş yazmış çevreler, sol liberaller, liberal solcular: Hepsi birlikte, AB, belki yeni başkanı ile ABD, bizi kurtarır. Değil mi ki ABD ve AB, Batı demektir ve demokrasinin cennetleri buralardır. Elbette bunlar bizi kurtaracaktır.

Bu liberal sol için, temiz duygularla karışmış ahmaklığın görünmesi için bir örnek yerinde olacaktır: Soylu, Kati Piri’ye yanıtlar vermiş. Aslında elinden geldiğince kükremiş diyebiliriz. Kati Piri, AB parlamentosu üyesi Hollandalı bir milletvekilidir. Elbette, insan hakları üzerine eleştiriler dile getirmiştir. Soylu, her zamanki yanıtlarından birini verince, Eser Karakaş Hoca, bunu başlığa taşımış ve Batı değerlerinin savunucusu olarak yeni Biden yönetiminden beklentileri ile AB’den beklentilerinin arka fonunda, bir yazı kaleme almış: “Kati Piri Süleyman Soylu’nun nesi olur?” başlıklı yazı, 9 Şubat 2021’de Artı Gerçek’te yayınlandı. Elbette Karakaş, Soylu’nun tuhaf yanıtını tartışıyor ve ama Erdoğan’ın Batı’ya övgülerinden umutlanmak istiyor: “Erdoğan’ın çok daha pragmatik ve pragmatist bir politikacı olabileceğini düşünüyorum ama kanımca o da pragmatizmde biraz, hatta biraz değil çok gecikti, bundan sonra, hele Biden ‘Diplomasimizi değerler üzerine inşa edeceğiz’ dedikten sonra kanımca artık yapacak bir şey yok ama Erdoğan için korkunun dağları beklediği de açık, yine de reform diyor, AB diyor, vs.”

İşte o bildik liberalizm. Erdoğan’ın çok pragmatik ve pragmatist bir lider olması olumlanıyor. Oysa birçok yerde, bilimsel alanda bu pragmatiklik olumsuz anlamda kullanılır ve günlük dildeki “belkemiği yok”un bir versiyonu olarak ele alınır. Karakaş, Erdoğan’ın daha pragmatist davranıp, geç kalmadan reform yapmasını bekliyordu. Biden’ın baskısını da ekliyordu. Kati Piri’nin açıklamalarına yanıt vermeyen Soylu’ya karşı, Erdoğan’dan umutlu idi.

İyi ama ne oldu? Gezi’deki öldürülen gençler unutuldu mu? Ne oldu, Kürt halkına karşı katliamlar unutuldu mu? Ne oldu, bir iktisat profesörü olan Karakaş, Erdoğan’ın ekonomi-politikalarının liberal dünyanın istekleri olduğunu mu hatırladı? Hayır, hayır. Sadece Biden iktidara geldi ve AB, Erdoğan’a yeni bir şans vermeyi tartışıyor. Bir de gizli IMF programı var herhâlde. Ama Eser Hoca, daha dik durmalıdır, kendisi pragmatistlik konusunda Erdoğan’la yarışmamalıdır. Daha kaç kere aldanacaksınız ve kendi aldanmanıza halkın inanmasını isteyeceksiniz?

Konumuza dönelim.

Oysa Kasım ayından bu yana bazı gelişmeler olmaktadır.

8 Kasım’da Damat, Saray Rejimi için vezir, yani Abdülhamid Han’ın veziri, hem de damat, istifa etmiştir. İstifasını, Twitter olmamış, WhatsApp olmamış, Instagram’dan duyurmuştur.

Damat o günden beri, resmî olarak kayıp olmasa da kayıptır. Damat’ın nerede tutulduğu belli değildir. 138 milyar dolarlık rezervin ne olduğu da bilinmemektedir.

Damat, tam da Trump’ın seçimi kaybettiği kesinleşince bu adımı atmıştır. Trump’ın damadı ve Aydın Doğan’ın damadı, üçlüdür ve üç-beş-sekiz oynamadıkları kesindir. Zira Aydın Doğan’ın damadı ortadadır, işadamıdır ve Trump’a yakınlığı sermaye ilişkilerine dayanır. Trump’ın damadı ile Erdoğan’ın damadı, belki e-mail ile bile yazışamamaktadır.

Buna birinci olay diyelim.

İkincisi, Naci Ağbal Merkez Bankası’nın başına getirilmiştir. Öyle anlaşılıyor, sermaye bu işten memnundur. Yani atama Erdoğan’ın değil, Erdoğan imzası ile “başka bir yerin”dir.

Üçüncüsü Lütfi Elvan, ne damattır ne aileden, Saray’ın hazinesinin başına getirilmiştir. Ama Hazine’de artık para yoktur. Erdoğan Hazine’yi teslim etmeden, içini boşaltmıştır (Hazine’nin boşaltılması bir başka maddedir de). Boş Hazine’ye, Lütfi Elvan konulmuştur.

Hazine boş olduğundan, 138 milyar dolar havaya uçmuş olduğundan olacak, Hazine Bakanı, Merkez Bankası başkanından daha önemsiz bir rol almaya başlamıştır. Buna dört diyelim

Beş, Hazine boştur, boşaltılmıştır. Herkes Damat nerede diye bakmakta, Berat Albayrak belki çocuklarına hasret yaşamakta, ama kimse 138 milyar doların peşine düşmemektedir. Oysa bu 138 milyar dolar önemli olmalıdır, nerededir, Erdoğan’ın yakın çevresinde midir? Bu 138 milyar doların peşine düşen olmaması ilginç değil midir?

Altı, sorudur: Tüm bunlar, IMF ile gizli bir anlaşma mı demektir?

Hatırlanacaktır; bundan bir süre önce, 2019 sonlarında IMF ile görüşmelerden söz ediliyordu ve IMF, bu görüşmelerde bazı şartlar koşmuştu. IMF, Hazine’nin başına “benim adamım” (onlar bağımsız adam derler) geçecek diyordu. MB başkanı benden olacak diyordu. Bilgiler, mesela enflasyon vb. TÜİK’in bazı rakamları gerçekçi olacak, yalana bir sınır konulacak (yani işçi ve emekçiye yalan söylemek tamam ama sermayeye yalan söylenmeyecek), işadamlarının mülklerine garantiler verilecek ve hukukî garanti sağlanacak (halk için, işçi ve emekçiler için her türlü baskı, şiddet sorun değildir ama işadamlarının yargı karşısındaki durumu açık ve net olacak. Belki de Eser Karakaş, bu “reform” lafını yanlış anlamıştır. IMF, mesela ihale şartları ihalenin ortasında değişmeyecek, mesela birine özel vergi affı çıkmayacak, çıkarsa tüm işverenlere çıkacak vb. demek istiyordu). Aşağı yukarı IMF bunları istiyordu.

Saray ise, Vezîriâzam Damat Berat Efendi’yi “feda” etmem diyordu. Oysa öyle olmadı. Erdoğan, gelen istifayı “af talebini kabul ettim” diye yanıtladı ve aslında Damat istifa etmedi, görevden affını istedi ve bu af kabul edildi. Oysa gerçekte bir vezir feda edildi.

Bu arada Biden yönetimi için bu önemli bir hazırlık da sayılmalıdır.

Erdoğan, işadamlarından, devlete egemen olan çevrelerden bir kere daha destek alacağı vaadiyle, bazı tavizler verdi. Damat bunun başlangıcıdır. Bu sayede Damat, olası Halkbank davasının da kurbanı olarak feda edilmiş oldu.

AB, Türkiye’ye karşı “müeyyideler” koyarken, ağır olmamasına özen gösterdi. AB, bizim okumuş-yazmış liberal solumuzu ve sol liberallerimizi şaşırtacak kadar Erdoğan’a destek vermeye yöneldi (Sayın Eser Karakaş’ın Erdoğan’ın pragmatik ve pragmatist lider olmasına olumlu vurgusu, AB’nin hafif müeyyideleri ile bağlantılı mıdır?). AB Dışişleri Bakanları ile toplantıdan sonra, diplomatlar, Erdoğan’a bu kez güvenmek istediklerini Murat Yetkin’e ifade ettiler. Oysa aynı anda ülkede insanlar kaçırılıyor, işkence had safhada, Saray Rejimi tüm hızı ile baskı ve şiddeti tırmandırıyor, Kürt köyleri bombalanıyor, İstanbul sokaklarında IŞİD militanları polis koruması ile halka saldırıyordu. SADAT, özel eğitimler veriyor, gazeteciler dövülüyor, Boğaziçi kayyumlanıyor, Erdoğan kendisi için savaşacak adamlar toplamaya çalışıyordu.

Demek ki, ABD ve AB, artık Erdoğan’ı görevinden alır da kurtuluruz hayalini kuran “beleşçi” okur-yazar takımı, bir kere daha hayal kırıklığına uğradı. Aslında onların artık hayalleri de yoktur ve hayal kırıklıkları da o kadar acıtmaz. Tembellik, üşengeçlik, emeksizlik onları kurtarmak için gelecek Batılı kovboyların hayalinden öteye hayal kurmalarına bile engeldir.

Altı, 20 Ocak 2021 tarihinde MB Başkanı, Hazine’den daha önemli bir iş yaptığını ispat eder tarzda, açıklamalar yaptı. Faizi artırmadı. Zaten yeterince yüksek ve yükseltmekten de çekinmem dedi. Ve hemen tüm yorumcular, MB Başkanı Ağbal’a destekler verdiler. Oysa aynı şeyleri Damat söylese, bir işe yaramazdı. Naci Ağbal’a piyasa bir kredi açmış demektir.

Bir anlaşmaya işarettir.

Sanki gizli bir IMF anlaşması var gibidir.

Hemen Ağbal’ın açıklamalarını desteklemek için, TÜSİAD, MÜSİAD, TESK, TOBB açıklama yaptı. Bir tek, 5 “özel” müteahhit açıklama yapmadı. TÜSİAD Başkanı açıklamasında şöyle dedi: “Fiyat istikrarı, öngörülebilirlik ve sürdürülebilir bir büyüme sağlar. Kredi mekanizmasıyla büyüme kalıcı ve sağlam değildir.” Bu açıklama, 8 Kasım öncesi politikaları eleştirmektedir. Kredi yolu ile büyüme değil, fiyat istikrarı ile öngörülebilirlik ve büyüme diyor. Bu, TÜSİAD için büyük kârlar da demektir.

Erdoğan’ın, “acı reçete” dediği noktadayız. İşte bu acı reçete, halka içirilecek ve tüm sermaye, bu politikanın temsilcisi olarak Naci Ağbal’ın arkasındayız demektedir. Oysa 5 müteahhitten de bir açıklama beklerdik. Madem Saray bir açıklama yapıyor, önce 5’li çete destek verir. Ama açıklama Saray adına, ama Saray’dan değil, IMF’dendir.

Onun yerine IMF’den açıklama geldi. Buna da yedi diyelim. IMF, bu politikayı desteklediğini açıkladı. Manidar bulunmalıdır. Acaba IMF ile gizli bir anlaşma var mı? IMF, gizli olarak anlaşma yapıp, IMF reçetesi uygulamakta mıdır? Bu açıdan Türkiye bir ilk olmuş gibidir.

Sekiz, TÜİK, enflasyon hesaplamalarına denetim yapmak üzere bir kurul oluşturulmasını kabul etmiştir. Bu kurula, üniversitelerden öğretim üyeleri vb. de davet edildi. Sadece açıkça TÜSİAD, MÜSİAD üye vermedi, ama onlar adına kurula katılacak bir ajans buldular.

Şimdi geriye ne kaldı?

Yani IMF programı için geriye ne kaldı? IMF, diyordu ki, MB ve Hazine’ye benim istediğim adamlar getirilecek. 29 Ocak Cuma günü yeni atamalarla, Naci Ağbal ve Lütfi Elvan desteklenmiş olmalıdır. Ekip büyütülüyor. Bu operasyonun öncesinde Erdoğan, 138 milyar doları havaya uçurdu. Bu çalınan 138 milyar dolar nerede? Bu 138 milyar dolar, Erdoğan’ın iktidarda kalması için mi kullanılacak?

IMF diyordu ki, veriler düzgün olacak, halk için değil elbet, işçi ve emekçiler için değil ama iş dünyası için açık olacak. Bunu da yapıyorlar.

IMF diyordu ki, işadamları ve mülkiyetin korunması, rekabetin bozulmaması için hukukî kurallar değiştirilmeyecek, bir “öngörülebilirlik” olacak. İşte size Erdoğan’ın “reform” bağırışlarının nedeni.

Bir de ekonomik reformlar var, bunlar da yolda sayılır. Enflasyon hesaplamalarının sözde de olsa denetime açılması, bir “reform” sayılır. Mesela Sayıştay raporlarının resmî olarak yayınlanması bir “reform” olmalı. İşte bunun gibi, iş dünyasının ihtiyaçları reform olarak sunulacaktır.

Demek ki, Erdoğan, gizli bir IMF anlaşmasına “evet” demek zorunda kaldı.

Erdoğan, Saray Rejimi, hiçbir zaman, uluslararası tekellere, ülkemizdeki sermayeye, büyük tekellere karşı olmamıştır. Olmaz da. Öyle Erdoğan’ın oy aldığı kitleye bakıp, mesela ona, “İslamcı” demek mümkün değildir. Onun İslamcılığı, efendilerinin emri ile İslam’ı hayasızca kullanmasındandır. Oy aldığı kitleye bakıp, küçük esnafın lideri, küçük esnafın partisi demek doğru değildir. Para söz konusu olduğunda hiçbir zaman küçük olanı sevmedi. Hep büyük olan ile ilgilidir. “Ülkemi bir AŞ gibi yönetmek istiyorum” diyordu, yoksa bir bakkal gibi, bir terzi gibi yönetmekten söz etmiyordu. “Benim görevim rant yaratmaktır” derken, iş yaratmaktan, üretimden vb. söz etmiyordu. Gayet bilinçli bir biçimde, kimlerin hizmetinde olduğunu ortaya koyuyordu. Onun oy aldığı kitleye bakarak, onun küçük esnafın partisi olduğunu söylemek, aslında bilimde kolaycılık değilse, şaşkınlıktır. Hayır, Erdoğan ve AK Parti, bir projedir. Bunun sayısız kere yazıldığı, hikâyelerinin ortalıkta dolaştığı bugün, kalkıp AK Parti’yi küçük burjuvazinin, esnafın vb. partisi olarak nitelemek, bilimsellik adına körlüktür.

Erdoğan, iktidarını uzatmak istiyor.

Mecburdur.

İktidar ona, o koltuğa yapışmıştır.

Bunu yapmak için elbette her türlü manevrayı çevirecektir.

CHP ve diğer burjuva muhalefetin, “Saray Rejimi gitsin ama devleti kurtaralım” hassasiyeti, aslında, tekellerin isteklerine karşı koyamama durumudur. Çünkü, hepsi, ama hepsi tekellerin partileridir. Hiçbir burjuva muhalefet, ne tarım konusunda, ne inşaat sektörü konusunda, ne yolsuzluklar konusunda, ne çalınan paralar konusunda, ne Man adalara taşınan paralar konusunda, ne eğitim konusunda, ne doğanın yağması konusunda, kısacası hiçbir ciddi konuda bir tek şey söylememektedir, söyleyemez. Tümü tekellerin, uluslararası sermayenin, efendilerinin isteklerine göre hareket etmektedir. Başkası da mümkün değildir.

Artık, Tekelci Polis Devleti’ni, daha iyi kavramanın zamandır. Burada, anlamlı politika değişiklikleri söz konusu değildir. Örneğin Trump ya da Biden bir politika değişimini ifade edemez. Olsa olsa bir üslup farklılığını ifade eder. Ülkemize gelince, ABD ve AB arasında kalıcı bir seçim yapılması dahi (ki bu efendilerin savaşlarının sonucuna bağlıdır, Türkiye’nin seçimine bağlı değildir), köklü bir değişikliği ifade edemez.

Bugün, uluslararası sermaye, ekonomik realiteler ışığında, Türkiye’de bir ayarlama yapmaya çalışmaktadır. Onlar için, isteklerini yerine getirdiği sürece Erdoğan sorun değildir. Halka ve işçilere neler olacağı, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi, bugün de umurlarında değildir, olamaz.

Burada tek çıkış yolu vardır: İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, devrimci bir partinin önderliğinde iktidar isteği ile öne çıkması. Tek çıkış budur. Bu sadece tek çıkış değildir, okur-yazar arkadaşlarımızın düşündüğünün tersine, tek olanaklı çıkıştır. Sosyalist devrim hem zorunludur hem de mümkündür.

Boğaziçi Direnişi ışığında: Nasıl bir meclis? Nasıl bir seçim?

Boğaziçi Direnişi ikinci ayını devirmişken toplumsal hareketin bütününe etkisinin yanı sıra öğrenci hareketine de yeni gündemler getirdi. Üniversitelere yönelik devlet baskısının artmasıyla beraber öğrenci gençliğin kendini ifade edeceği alanlar daraltılmış ve varolanların da sisteme yedeklenmeye çalışıldığı son 5 yılda, direnişle beraber öğrenci hareketi kendine yeni örgütlenme kanalları açtı.

Boğaziçi Üniversitesi’nde direnişin ilk haftalarında kurulacağı ilan edilen bileşenler meclisi, öğrenci hareketinde, üniversitelerde akademisyen, işçi ve öğrencilerin söz, yetki ve karar hakkına sahip olması için atılan önemli adımlardan biridir. Boğaziçi Üniversitesi, direnişin merkez üssü olması açısından diğer üniversitelere nazaran öğrenciler nezdinde örgütlenme olanağına daha çok sahip olması, meclis modelinin gelişimini elverişli kılıyor. Direnişin başlamasıyla beraber ülke çapında yirmiyi aşkın üniversitede kurulan ve hâlen kurulmakta olan dayanışmalar ise meclis formunu hedefleyerek kendisini geliştirmelidir.

Nasıl bir meclis?

Bu yazıda meclisin öğrenci ayağının nasıl örgütleneceğine dair direnişin gelişimini göz önünde bulundurarak önerilerde bulunmak isteriz.

Meclis, en başta direnişin dört temel talebi olan Melih Bulu başta olmak üzere tüm kayyumların istifası, üniversite bileşenlerinin katılımıyla demokratik rektörlük seçimlerinin yapılması, kampüsteki polis ablukasının kalkması, tutuklu ve ev hapsinde bulunan öğrencilerin serbest bırakılması talepleriyle harekete geçmiş, bu talepleri benimseyen öğrencileri kendine katarak okuldaki öğrencilerin tamamına ulaşmayı ve talepleri yaymayı hedeflemelidir. Bunun yanında, meclisin içeriğine ve işleyişine dair başkaca somut ilkeler belirlemek süreklilik için faydalı olacaktır. Bu açıdan meclisin işleyişinde:

1. Irk, dil, din, cinsiyet, cinsel yönelim, etnik kimlik ayrımcılığına yer yoktur.

2. Öğrencilerin akademik ve günlük taleplerini konu edinir, okulun yönetiminde bu talepler doğrultusunda akademisyen ve işçilerle ortak hareket etme zemini yaratır.

3. Kararlar forumlar aracılığıyla alınır. Bu forumlar, öğrencilerin en geniş katılımını sağlamak amacıyla fakülte bazlı düzenlenir.

4. Forumların haftalık olarak en az bir kere düzenlenmesi gerekir. Gündem ve işleyiş yoğunluğuna göre bu sayı artabilir.

5. Forum katılımcıları meclisin işleyiş ilkeleri çerçevesinde gündem önerileri sunabilir.

6. Kararlar, forum katılımcılarının oy çokluğuyla alınır. Forumun katılımcılarının her biri bir oy hakkına sahiptir dolayısıyla katılımcılar bireysel olarak temsil olunur.

7. Üniversite içinde oluşan her türlü öğrenci örgütlenmesi (kulüpler, topluluklar vb.) meclisin bileşeni olmalıdır. Bu gruplar mecliste alınan kararlara dair forumlarda katılımcılar aracılığıyla temsil edebilir, grupların konuya dair görüşlerini bildirebilir.

8. Her forum, kararların uygulanabilmesi ve diğer forumlarla beraber hareket edebilmek adına oy çokluğuyla iki temsilci seçer.

9. Bu temsilcilerin görevi forumda alınan kararları forum temsilcilerinin oluşturduğu yürütme komisyonuna iletmek ve uygulanmasını sağlamaktır. Temsilciler forum kararıyla azledilebilir, belirli aralıklarla yapılacak seçimlerle tekrar belirlenir.

10. Kararların işletilebilmesi adına görev tanımı belirlenerek komisyonlar oluşturulabilir. Bu komisyonlar yürütme komisyonuyla eş güdümlü hareket eder. Görev tanımı belli komisyonlara katılım gönüllülük esasıyladır. Bu komisyonlar ihtiyaç dahilinde sürekli ya da görevi tamamlandıktan sonra dağıtılacak şekilde planlanabilir.

11. Görevli komisyonlara kararların iletilmesi ve uygulanmasının denetlenmesi adına yürütme komisyonu, yürütme komisyonu içerisinden temsilciler atar. Görevli komisyonlar yürüttükleri çalışmaları forumlara sunmak üzerine raporlar.

12. Hem yürütme komisyonu hem de görevli komisyonların forumlarda alınan kararların dışında karar alma ve uygulama yetkisi yoktur. Kararların uygulanmasına dair basit teknik meseleler bunun dışındadır.

13. Meclis bileşenleri olan öğrenci örgütlenmeleri forumlar aracılığıyla alınan kararları ihtilafa düştüğü noktada uygulamama hakkına sahip olmalıdır. Aynı şekilde, forumlardan biri/birden çoğu, forumlar arasında oy çokluğuyla ortaklaşılan kararları, söz konusu forumda aksi karar oy çokluğuyla çıkmışsa, uygulamama hakkına sahip olmalıdır. Ancak ihtilafa düşen forum ya da gruplar genel oy çoğunluğuna sahip kararın önünü kesmemelidir.

Boğaziçi Üniversitesi’nde ve diğer üniversitelerde dayanışmalar aracılığıyla süren direniş ve genişleyen örgütlenme tabanını göz önüne aldığımızda katılımın artırılması, direnişin sürdürülmesi ve okulun yönetimine dair tartışmaların çok sesli bir ortamda yapılması, alınan kararların çoğunluğun fikir birliğiyle alınması ve uygulanmasının hızlanması ihtiyaçlarına binaen işleyişe dair bu ilkelerin ön açıcı olacağını umuyoruz. Akademisyenler ve işçilerin de benzer tarzda örgütlenmiş bir yapıya sahip olmasını ve böylece bileşenler meclisine dahil olmasını öneriyoruz. Elbette ki eksik bıraktığımız noktalar olacaktır, amacımız bu yazıyla beraber bu noktaların tartışılması ve eyleyerek geliştirilmesidir.

Nasıl bir seçim?

Kayyum Melih Bulu’nun atandığı makamın okul yönetimine dair aldığı kararları işlemez kılmak, karar süreçlerini tıkamak ve en nihayetinde okulu yönetemez duruma sokmak için öğrencilerin, akademisyenlerin ve işçilerin ortak hareket edebilmesinin gerekliliği kadar okulun yönetilmesi yani idarî ve akademik konularda karar alınabilmesi gerekmektedir. Böylece üniversitenin asıl söz sahipleri başlarında atanmış biri olmayınca, kendi iradeleriyle yönetmeye kabil olduklarını göstermiş olacaktır. Bu nedenle, üniversite bileşenleri olan öğrenciler, akademisyenler ve işçilerin katılımıyla rektörlük seçimlerinin yapılması önem teşkil etmektedir. Daha önce salt akademisyenlerin katılımıyla yapılan rektörlük seçimleri işçilerin idarî açıdan tabi oldukları konularda; öğrencilerin ise hem akademik hem de idarî açıdan tabi oldukları konularda sahip oldukları karar alma hakkını kısıtlayan bir durumdu. Bugün bu durumu değiştirmeye hem gücümüz hem de kararlılığımız var; çünkü kapitalizmin çizdiği ufka göre kafa ve kol emeğine değer biçmiyor, burjuva eğitim sisteminin dayattıklarını kabul etmiyoruz.

Üniversiteleri özgürleştirmek; kayyumu, polis ablukası, disiplin soruşturmaları ve daha nicesiyle gelen bu sistemin ufkunun dışında hareket etmekle mümkün. Özgürleştirmek için bir adım daha atmanın bir yolu rektörlük seçimlerinin düzenlenmesinden geçiyor. Bu noktada bileşenlerin tamamının bu seçimde eşit söz hakkı olması gerekliliğinden yola çıkarak matematiksel bir hesap yapalım. YÖK’ün 2019-2020 dönemine dair verilerine göre Boğaziçi Üniversitesi’nde 12497 lisans, 1866 yüksek lisans ve 1027 doktora öğrencisi bulunmakta. Aynı yılın verilerine göre ise 1105 öğretim elemanı bulunmakta. Yukarıda bahsettiğimiz burjuva eğitim sisteminin kafa ve kol emeği ayrımı neticesinde muhtemelen paylaşılmaya değer görülmediği için üniversitedeki işçilere dair bir veriyi ne üniversitenin web sayfasında ne de YÖK’ün ilgili sayfasında bulabiliyoruz. Daha sağlıklı bir hesaplama yapabilmek için bu bilgiye erişimi olanların bizimle paylaşmasını isteriz. Şimdilik elimizdeki verilerle bir seçim sistemi tartışmak durumundayız.

Toplamda 15 bin 390 öğrenci, 1105 öğretim elemanı varken seçimde öğrencilerin çok rahat bir şekilde çoğunluk oluşturacağı açıktır. Bu nedenle bir oranlama yapmamız gerekiyor ki eşit temsiliyet sağlansın. Öğrenci sayısını öğretim elemanı sayısına böldüğümüzde yaklaşık olarak 14 elde ediyoruz, yani 14 öğrencinin oyu 1 öğretim elemanına denk geliyor. Bu oranlamayı işçilerin sayısına da uyguladığımızda daha sağlıklı bir sonuç verecektir. Ancak işçilerin sayısının öğretim elemanlarının sayısını aşmayacağını düşünerek her işçinin bir oy hakkının olmasının mümkün olacağını tahmin ediyoruz.

Tüm bileşenlerin katılımıyla rektörlük seçimlerinin yapılması, rektör adayları belirlendiği takdirde, kolayca çözülebilen teknik bir mesele olarak kalıyor. Meclisin genişlemesi ve işlerlik kazanmasıyla beraber öğrenci, akademisyen ve işçi temsilciliklerinden oluşan rektörlük kurulu oluşturulması da mümkün. Bütün bunlar, biz öğrencilerin üniversitelerdeki örgütlü gücüne ve kararlılığına bağlıdır.

Eylemlerde, gözaltında, cezaevinde, kampüste, sokakta… nasıl birbirimize sahip çıktıysak, nasıl birbirimize güvenerek güçlendiysek aynı güveni ve gücü örgütlülüğümüze taşımalıyız.

Aşağı değil, birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz; çünkü biliyoruz ki kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hep beraber.

Biden, ABD hegemonyası ve liberal ahmaklık

Sayıları kabarıktır bizdeki ahmakların. ABD’den gelen haberleri hep “hayra” yorarlar. Oradan gelene inanmak isterler. Birkaç ABD adına kalem sallayan da varsa önlerinde, onlardan duyduklarını, kendi “umut”ları ile birleştirir ve yazar giderler.

Şimdi de öyledir. ABD’de Biden dönemi başladı ve Trump’ın tüm kötülükleri de kendisi ile birlikte alıp götürdüğü fikri, açıktan ya da dolaylı yollarla işlenmeye başlandı. Liberal sol, buna inanmaya çoktan razıdır. Kendileri inanmakla kalsalar sorun yok, bizi de inandırmak isterler.

Bir şeyi kazanmak için mücadele etmeyi yeğlemeyen, her şeyi, “efendi”sinin lütfu ile elde etmeye alışık, “devlet baba” geleneğine bel bağlamış kişilere acaba ne ad verilebilir; “düşkün” olur mu?

Düşkün, aslında fiziksel olarak olmasa da aklen, yardıma muhtaç olmaktan öte anlam taşıyor. O amaçla öneriyorum. Devlete “baba” deme geleneği, aslında güçlüye boyun eğme, zalimlerin masasından artacak bir artık ile hayatta kalabilme, olur da şans yüzüne gülerse o masadakilerin biri tarafından okşanabilmek isteğinin ifadesidir. Devlet “baba”, bu baba ismini çok sevmiştir ve bu nedenle, halkın buna inanması için, bu masanın etrafında tüneyen ve masadan kırıntı bekleyen kalemşörleri beslemekten geri durmaz. Onların kaleminden gelen desteği de ekleyip, kendi “baba”lığını topluma kabul ettirmek için her yolu açmaktadır.

Liberal sol, liberal aydın, “düşkün”dür. Tıpkı uyuşturucu gibi “Batı” vizyonuna bağımlıdır.

Efendilerinin gözüne girebilmek için, efendilerinin aklına bile gelmeyecek o kadar hikâye yazmaktadırlar ki, doğrusu efendilerinin bu çaba karşılığında onlara biraz dolar vermemesi “sanatsal bir zalimlik” olur. Onlar da bu besleme sistemine devam etmekte isteklidir zaten.

Liberal sol, liberal aydın, sığıntıdır. Düşkün ve sığıntı olanlar, insan olmaktan çıkmakta bir hayli mahir olabiliyorlar.

Biden, ABD’de seçildi. Trump gitti.

Doğrusu, ne kötülükleri getiren o dikdörtgen “body”li vücut idi ne de kötülükleri götürebilirdi. Gelişi Facebook-Instagram-WhatsApp-Twitter tekeli ile olmuştu, gidişinde ise Twitter onu “kalıcı olarak askıya” almıştı.

Demek ki, Twitter, Trump’a hiç sadık olmamıştır. Tekeller, ancak kendilerine, sermayeye sadık olurlar.

Şimdi, Trump’ı, önceden cezalandırmak üzere yargıda bulunup “kalıcı askıya alma” uygulaması başlatan Twitter, Biden’a “sadık” olmaya karar vermiştir. Artık Biden dönemi başlamıştır ve “demokrasi” diye sevinç çığlıkları atan liberaller ve liberalleri takip etmeyi çok seven liberal sol, artık Twittercıdır.

Amerikan solu, mesela Sanders’ler, aslında çoktan Biden’ın kayığına bindiler ve bunun bedelini çok ağır ödeyeceklerini kendileri de seziyor olmalıdırlar. Yakında buna ilişkin açıklamalar duymamız mümkün olacaktır. Trump kötü idi öyle ise daha nazik kötüyü seçelim, sonu hüsran olan bir seçimdir.

Trump’ın “America First” sloganı, sadece kendisine ait değildir. Ve hep birlikte göreceğiz ki, biraz üslup değişikliği ile bu politika devam edecektir.

Pandemi, ama pandemiden çok ırkçılığa karşı yükselen tepki bu denli yaygın olmamış olsa idi, Trump ile devam edeceklerdi, Biden seçilse dahi, bazı geri adımları atmayacaktı. Biden, bir toparlama programıdır.

Trump’ın çizgisi, asla onun çizgisi değildir ve bu çizgi devam edecektir. Ama bir toparlama ile devam edecektir.

Biden yönetimi ile ABD’nin “demokrasi feneri” olması mümkün değildir. ABD yönetimi demokrasi dedi mi, biz bunu hep biliyoruz, bu işgal, bu katliam, bu soykırım vb. demektir. IŞİD, sadece bir örnek olsun, Biden’ın ellerinde, Bayan Clinton’un şahsî e-mail hesapları üzerinden ve Obama döneminde yaratılmıştır. Anası rolünü Clinton almış idiyse, babası rolünü Biden almıştı IŞİD denilen çetelerin doğum sürecinin.

Çözülmekte olan bir ABD hegemonyası var. Bu hegemonya, aslında ekonomik anlamda, kapitalist-emperyalist sistemin liderliğinin kaybedilmesi anlamında 1980’lerde de çözülmekteydi. Ama siyasal anlamda, askerî güç ile bu hegemonya ayakta durabilmekteydi. SSCB çözüldükten sonra, ABD’nin başında oturduğu hiyerarşik emperyalist örgütlenme çözüldü. Artık, gerçek anlamda NATO’ya ihtiyaç da yoktur. Ama NATO, hem ABD’nin tüm Batı’yı kontrol etmesinin aracıdır hem de AB, bu mekanizmaları eline alabilecek kadar siyasal açıdan bağımsız bir güç değildi. Yani, NATO AB’nin eline geçer diye ABD’nin bir korkusu yoktu. Öyle ise, neden ortadan kaldırılsın? ABD, bu gücünü kullanarak, saldırıya geçti ve dünya imparatorluğu oluşturmak için açık hedefler ilan etti. Sır değildir ve her yerde bilinmektedir: Liberaller ve liberal sol, bu hedefleri alkışlamaktan da geri durmadı. Afganistan işgali, Irak işgali böyle sahneye kondu. Her adımlarında sol kisveli liberaller alkışlar tuttular. Ama işler ABD’nin planlarına uygun gitmedi. Hele ki Suriye savaşı ile süreç tamamen ters dönmeye başladı. Bu kez, ABD’nin ekonomik alanda kaybetmeye başladığı üstünlüğünün yanısıra, üstünlüğünü askerî alanda da etkili kullanamaz hâle geldiği ortaya çıktı. Rusya ve Çin’i boyun eğdirme ters tepti. Libya işgaline seslerini çıkarmayan bu iki ülke, Suriye savaşında sahaya indi.

Trump, aslında tüm Batı’yı kendi politikaları altında yeniden toparlamak, ABD’nin üstünlüğünü ve gücünü ortaya koymak için programlar uyguladı. Tutmadı. Bu politikalar, birçok alanda, mesela IŞİD gibi, mesela Rusya ve Çin karşıtlığı gibi, Obama politikalarından çok da farklı değildi. Sadece Trump, damadını daha çok öne çıkartıyor, tweetlemeyi daha çok seviyor, “müesses nizam” ile daha az kendini meşgul ediyordu.

Şimdi, aynı amaçla, ama farklı bir üslup devreye sokulacaktır. Biden budur.

Deniliyor ki, Biden, “daha çok kurumsal ilişkileri sever.” Doğrusu Biden’ın hangi çayı sevdiği, Trump’ın kola bardağını nereye koyduğu gibi farklılıklar olabilir. Ama bunların abartılı ele alınması saçmadır, resmin tümünü örtmeye dönük girişimlerdir. Biden “daha çok kurumsal ilişkileri sever,” aslında bir üslup farklılığıdır. Yoksa Trump tweetlerken de ABD devleti tüm kurumları ile yerinde idi.

Trump, Erdoğan ile damatlar üzerinden ilişkiler kuruyordu. Birçok konuşma, devlet kayıt prosedürünün dışında işliyordu. hadi diyelim bizde Saray var ve Saray ülkeyi kendi mülkü sanıyor. İyi ama ABD’de de bu işler kayıt dışı yapıldı. Yani, aslında efendi ile uşak ilişkisi, çift yönlü olarak işledi.

Evet belki Biden’ın bir “damat” diplomasisi olmayacak. Bu belli olduğundan, Damat Vezir istifa etti, ama “görevinden affedildi.” Dahası ortadan kayboldu. Kendisi ile birlikte 138 milyar dolar havaya uçtu. IMF devreye sokulmadan önce. IMF, işte size kurumsal ilişki. Damat’ın konuşmasından korkuluyor mu, bilmiyoruz. Ama kimlere emanet edildi ise, orada konuşmuş olduğu kesindir. Yani Erdoğan, Biden için vezirini feda etmiştir. Bunu da ABD’nin haber olarak ilettiği ve IMF’nin uluslararası sermaye adına, borçların ödenmesini garantiye almak istediği, kesindir.

Şimdi, Biden, Erdoğan ile ikili ilişkiden kaçınacak mı? Sanmıyoruz. Biden yönetimi, ilişkilerin “kurumlar arası” olması gerektiğini Erdoğan’a açıkça deklare etmektedir. Ama, bu durum, sorunların çözülemeyeceği anlamında değildir. Halkbank davası mesela, ABD’nin elinde, Erdoğan’a karşı kozdur ve istediği zaman bunu devreye sokacaktır. Sanki, Trump bunu yapmadı mı? Elbette yaptı. Biden da bunu yapacaktır ve Erdoğan’ı duruma göre hazırlamaktadırlar.

Bunun ABD’ye demokrasi geldi havası içinde sunulması, aptalcadır, ancak liberal sol için anlamlıdır.

Sanki Saray Rejimi’ni ABD onaylamamış gibi.

Sanki, ABD’den bağımsız Erdoğan’ın tek bir adım atmadığı bilinmiyormuş gibi. TC devleti, ABD’ye bağımlı, onun sömürgesidir. Ekonomik olarak AB’nin sömürgesidir ama siyasal olarak ABD’ye aittir.

Bu nedenle, Erdoğan, hızla ABD yönetiminin yeni isteklerine uygun tutum için hazırlanmaktadır.

S-400’ler, Halkbank davası vb. aslında daha çok NATO’nun toparlanması, AB’nin rahatsızlıklarının bir nebze olsun giderilmesi içindir.

ABD, AB ile müttefikliğini tazelemek istiyor. Her ne kadar bunun o eski soğuk savaş günlerinde, komünizme karşı mücadele bayrağı altında gönüllü-zorunlu toplanmaları günlerinde olduğu gibi olması mümkün değilse de, ABD, bu ittifaka ihtiyaç duymaktadır.

Çin ve Rusya, ana hedefe konacaktır.

İçeride, biraz olsun rahatlama sağlamak isteyecekleri kesindir. Bu rahatlamada, ırkçı çetelerin halkın üzerine sürülmesi uygulaması devreye sokulacaktır. Giderek, ABD için içişleri bakanlığı, daha önemli olmaya başlayacaktır. Ve bu, hiç de beklendiği gibi “demokrasi” uygulamaları olmayacaktır.

Elbette TC devletini, Saray Rejimi’ni yeni görevler beklemektedir. İçerik olarak aynı tetikçilik, bu kez daha başka noktalara odaklanarak gelişecektir. Görünen o ki, Ege’de, Akdeniz’de, Libya’da işler değişecektir. Bu adımlar AB ile ilişkiler için gerekli gibidir. Ve belki bu alanda Saray Rejimi, uygun manevralar yapmakta bir hayli zorlanacaktır. Ama bu durum, Biden ile Erdoğan arasında ilişki kurma sorunu değildir. Öyle gösterilecek ise, bu da bir bahane demek olacaktır.

Görünen şudur: ABD ekonomik olarak Çin ile açık bir savaştadır, askerî-siyasal olarak ise Rusya ile. Ama bu görüntünün ardında başka gerçekler vardır. Ne Rusya ve ne de Çin, bir emperyalist paylaşım savaşımının tarafları değildir. Bugün var olan gerçek, yeni emperyalist paylaşım savaşıdır. Bu savaşın ABD dışındaki tarafları, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dır. ABD, Rusya ve Çin gerçekliğini, diğerleri ile olan savaşımını ertelemek, onların üzerindeki eskiden gelen ve kaybolmaya başlayan denetimini daim kılmak için kullanmaktadır. Paris iklim anlaşmasına dönüşü de bu nedenledir. Bu süre içinde ABD, bir “çözmesi gereken işler” listesi ile çalışacaktır.

İşte üslup farkı dediğimiz şey tam da budur. Trump’ın buyurgan ve kaba üslubu gidecek, yerine, Biden’ın “soft” ama zorlayıcı buyurgan üslubu gelecektir.

Google ile Avustralya arasındaki sorun bunun açık ifadesidir. Google, Avustralya’nın taleplerini, yasal düzenlemelerini açıkça tehditle karşılamaktadır. İletişim-reklam alanında bir tekel olan Google, açıkça Avustralya devletini tehdit etmektedir. Bu “buyurgan” tehdit dili Biden’ın üslubu olacaktır. Bu, “soft” buyurganlık olarak isimlendirilebilir.

Doğrusu ABD’nin yeni yönetiminin Erdoğan ile “kayıtdışı” ilişki kurma metodu, başka kanallardan sürmeye devam edecektir. Bundan rahatsız oldukları bir uydurmadır.

Yani liberal solcularımızın, Biden’ın bizi Erdoğan’dan kurtaracağı hayali, hem ham bir hayaldir hem de saflık olarak nitelendirilemeyecek kadar ABD politikalarına destektir. Yani, bizim liberal solcularımız, buradaki zorbayı, efendisine şikâyet etme geleneklerini sürdüreceklerdir.

İşçi ve emekçilerin bu yalanlara, bu hayallere, bu numaralara artık karnı toktur.

Aynı hikâye, demokrat Biden hikâyesi, Kürt halkına da satılmaktadır. Biden’ın Kürtlerin koruyucusu olacağı politikası, bir açıdan Kürt direnişini de hafife almaktır. Trump geldiğinde de aynı yalan pazarlanmıştı. Şimdi Biden’ın neredeyse Kürt kökenli olduğu yalanı da buna eklenmektedir. Kürtleri olsa olsa ABD kurtarır fikrinin farklı dönemlerde, farklı tonlamalarla işlendiğini hep görüyoruz. Göreceksiniz, Biden gidip yerine mesela Bush yeniden gelse, o da Kürt dostu olarak sunulacaktır. Biden’ın Kürt kökenine kadar iniliyorsa, demek ki, Kürtlere yeni katliamlar dayatılacaktır ki, gelin ABD’ye sığının denecektir.

Karga ile tilkinin hikâyesinin ilk versiyonu, tilkinin güzel sesli olduğunu ilan ettiği karganın şarkı söylemeye başlayarak peyniri kaybetmesi ile sonuçlanır. Tilki kargaya sen ormanın en güzel sesli varlığısın, bir şarkı söyle ne olur demesi ile karga kanar ve şarkı söylerken ağzındaki peyniri düşürür, tilki peyniri kapar. Bunun ikinci versiyonu da var. Tilki yine kargaya, senin güzel tüylerin, güzel sesin eşsizdir, bir şarkı söyle der. Karga, dala konar, peyniri dala bırakır, sağlama alır ve sonra ötmeye başlar. Tilki, iyi ama bu böyle değildi, sen ötecektin ve ben peyniri kapacaktım, der. Karga, peyniri tekrar ağzına almadan, “onu benim dedem yaptı, babam yaptı, ama ben artık yapmıyorum” der ve peynirini alıp yoluna devam eder. Kürtlerin, bu bölgenin en güzel sesli insanları olduğu söylencesi ile her seferinde peyniri kaptırma dönemi artık son bulmalıdır.

ABD, bu nedenle üslup değiştiriyor. Kargaya kendisi seslenmiyor, liberal solcularımızı devreye sokuyor. Bize diyorlar ki, siz artık mücadeleyi, direnişi bırakın, Biden efendi sizleri kurtaracak. Ama biz biliyoruz ki, işçi ve emekçiler, bu kazığı birkaç kere yediler. Bu kez olmaz diyeceklerdir. Çünkü biz biliyoruz ki bu liberal güruh, aslında efendisinin sesidir ve efendisi saklanmış beklemektedir.

Bu üslup tutmazsa, Trump gibileri ABD’de rol almaya hazırdır ve devreye sokulacaklardır. Hatta bu politikanın tutmama ihtimaline karşı, Biden’ın yanında Kamala Harris yer almıştır. Yani, bir sonraki seçimleri bile beklemeden bu politika, bu üslup farkı değişmeye adaydır. Amerikan işçi ve emekçilerinin de bu numaraya karınlarının tok olduğunu düşünmek için epeyce neden vardır. Bu nedenle, Sanders ve arkadaşlarının bıraktığı boşluğu, işçi ve emekçiler gerçek liderleri ile daha sağlam doldurmaya adaydırlar.

Önümüzde, sınıf savaşımının tüm açıklığı ile daha öne çıkacağı, daha açık çatışmaların yaşanacağı bir dönem uzanmaktadır. Gözleri buraya dikmek gerekir, yoksa ABD’deki nüans değişikliklerine değil. Bırakın, onu Saray Rejimi düşünsün. Biz, çürümüş ve insanı yok ederek yaşamaya çalışan bu sistemi nasıl yıkabileceğimiz üzerine düşünelim. Biz, işçi ve emekçilerin cesaretle örgütlenmelerinin yollarını bulalım. o

Garê operasyonu: Saray zafere muhtaç, ABD bölgeye yerleşme peşinde

Tarihini 8 Şubat diye veriyorlar: TC ordusu, Garê bölgesine, Barzani ve ABD destekli bir operasyon başlatıyor.

Öncesinde Akar ve başkaları Irak’a gidiyorlar.

Öncesinde, Akar, Almanya’ya gidip “mevkidaş”ı ile görüşüyor ve Kuzey Irak bölgesinin de ele alındığı, muhtemelen Almanya’dan silah satın alınması meselesinin de ele alındığı bir görüşme oluyor.

Öncesinde, yeni ABD yönetiminin bölgedeki yöneticileri Erbil ile görüşüyor.

Öncesinde, yaklaşık 2 ay gibi, ABD, Barzani, Türkiye, “Şengal bölgesinin PKK unsurlarından arındırılmasına” karar veriyor. Bu anlaşma üzerine Barzani’den açıklamalar geliyor.

Öncesinde, daha Trump zamanında, Suriye Kürtleri ile ABD’li şirket arasında petrol anlaşması yapılıyor.

Öncesinde, HDP kapatılsın kampanyası başlatılıyor.

Öncesinde HDP’li Sencer’in Saray medyası tarafından beğenilmesi için uğraşılar artıyor.

Ve öncesinde HDP kapatılınca kurulacak Barzani partisi için hazırlıklar yapılıyor.

Elbette PKK, bu saldırı hazırlığını biliyor, zira kimse kör değil. Hele ki saldırılacak bölgede hedef PKK ise, bunu bilmemesi mümkün değil. Bunun için bir istihbarata da gerek yok. Bu saldırıyı biz de görebiliyorduk, ama daha çok Şengal hedefli bir saldırı olacağını sanıyorduk.

Uzun süredir TC unsurları, Irak içlerine giriyor, sınırdan 30 km uzaklıkta “üsler” oluşturuyordu. Bu saldırıyı, hem PKK’ye hem de ilerde İran’a dönük bir saldırı olarak ele alıyorduk. Zira, yansıyan bilgilere göre, bu üslerde Amerikan askerlerinin de bulunduğu sanısı uyanıyordu.

Bize göre, 2015’ten beri, ABD, TC devletinin Kürt hareketine dönük saldırılarını aktif bir biçimde destekliyor ama bu konuda kamuoyuna az konuşuyor. İçeride PKK’ye ve bölgeye, halka ve şehirlere dönük saldırılar 2015 sonrasında hızlanıyordu. Bu saldırılar yolu ile TC “zafer” kazanmakla meşgul gibi idi. Ama aslında ABD’den aldıkları “saldırı emri”ne uygun olarak harekete geçmeleri normal idi. Oysa ABD, TC’nin sıkıştırdığı PKK ile, ABD çıkarlarına uygun bir çizgide anlaşmak istiyordu. Kürt hareketini, bölgenin paylaşımı savaşımında daha etkili kullanmak istiyordu. Barzani çizgisi ile gidilecek yerin sınırları belli. Bu nedenle, PKK’ye saldırılar arttı. PKK, hem saldırılarla kayıplara uğrasın hem de bu saldırılardan bunalan unsurlar ABD’ye sığınsın isteniyordu.

Bu çerçevede Irak sınırlarında üsler kurmak, ABD’nin TC eli ile elde edeceği büyük öneme sahip bir başarı gibi görülüyordu.

Şengal, aslında, PKK ile Suriye Kürtleri arasında iletişimi kesmenin, lojistiği kesmenin yolu olarak ilan ediliyordu. Barzani, Şengal üzerinde özellikle duruyordu.

Bu nedenle saldırıyı daha çok Şengal üzerine beklemek anlamlı idi.

Ama anlaşılan, işler biraz daha farklı gelişti.

TC devleti, Barzani desteği ile açıktan, ABD desteği ile “örtülü” olarak kendini iyi hissetmiş olmalı ve harekete geçti.

Belki de Saray Rejimi, “acil ve görkemli bir zafer” istiyordu. Bunun için, adı zikredilen Murat Karayılan olsa da, üç PKK yöneticisinin “paketlenip” alınacağı bilgisi, Erdoğan için korku ile yaşadığı Saray’ın odalarında sevinçle karşılayacağı bir haber oldu.

Hemen çıktı: Çarşamba günü, yani 10 Şubat’a denk geliyor, “müjde açıklamasını”, “ulusa sesleniş” konuşmasında yapacağını söyledi. “Karadeniz’de gaz” açıklamasının müjdesi gibi idi. Ama işler ters gitti ve açıklama, “Ay’a sert iniş” hâline geldi.

İşte Erdoğan “Ay’a sert iniş” yapmak zorunda kalırken, arkada, TC ordusu önemli bir “başarısızlık” örneği veriyordu.

Ayın 13’ünde, işin rengi ortaya çıkmaya başlamıştı. 13 Şubat’ta, 13 “sivil kayıp” açıklaması geldi. Doğrusu, bir savaş bölgesinde, “sivil kayıp” denilince, biz, hemen MİT’ten etkili kişilerin kaybından söz ediyor sandık. Çünkü “alıkonulan” asker-polis vb. için sivil denileceğini düşünmek zordur. Ve TC devleti kendi adamlarını öldürmediği sürece, PKK’nin bu esirleri öldürmeyeceği de açıktır. Ama bir süre sonra, bu 13 kişinin PKK’nin elindeki esirler olduğu anlaşıldı. Bir de üç subay, galiba yüzbaşı öldürülmüştü. Akar, elbette, buna karşılık, karşı taraftan kaç can alındığını anlatıyordu, önce 38, sonra 53 rakamı geldi.

Oysa operasyonun ikinci günü, sanırım 9 Şubat’ta, HPG, TC devletinin “esirlerin kamplarını bombaladığını” açıklamıştı.

Böylece 10 Şubat’ta açıklanacak müjde, boşa düştü. Erdoğan, bunun yerini doldursun diye mi, yoksa tümden “uçuşa” geçtiğinden mi bilemedik, Rize AK Parti kongresinde, evlere şenlik bir davranış içinde boy gösterdi. Çarşamba müjde veremeyince, bu kez, garip bir neşe içinde “şehit annesini” telefonla kongreye bağlattı.

Yoksa Erdoğan, bu vesile ile, “Akar’dan da kurtulmanın” yolunu mu gördü? Hani darbe allahın lütfu olmuştu ya, burada da bir lütuf mu ortaya çıkıyordu?

Bu kez burjuva muhalefet, Kılıçdaroğlu ve Akşener partileri, “beka”, “milli çıkar” meselesine sarılıp, Saray’ın saflarında açıktan tutum almadılar. Bu oldukça şaşırtıcı bir gelişmedir.

ABD, şartlı bir kınama yapacağı açıklamasında bulundu. Oysa işin içinde ABD vardır. Bu şartlı açıklama, başarısız operasyondan “haberimiz yoktu” açıklamasıdır ve amacı PKK’yi ve Kürtleri, kendi masumiyetine inandırmaktır. Oysa operasyon, ABD desteği ve isteği ile gerçekleşmiştir. Barzani kuvvetlerinin işin içine katılması da bu amaçlıdır.

Bu nedenle, operasyonda ABD’nin amacının ne olduğu ayrıca, titizlikle sorgulanmalıdır. Acaba, bölgeye ABD gizlice, bu toz duman arasında adamlar mı yerleştirmiştir? Bu sorudur ve sorulmaması büyük hata olacaktır.

Akar ve Saray, operasyonun amacının, “esirleri kurtarmak” olduğunu ilan etmiştir. 41 uçakla gidilen bir operasyon, nasıl “esir kurtarma operasyonu olur” sorusu, herkesin kafasındadır. Bu inandırıcı bir açıklama değildir.

Öyle ise TC neden bu operasyonu yapmıştır? Bölgeye de yerleşmemiş, üs kurmamıştır. Öyle ise bu operasyonun amacı nedir? Gelen istihbarat üzerine, 3 olduğu söylenen PKK yöneticisinin alınması operasyonu mudur?

Bunca bombardıman neyi örtmüştür?

Akar ve diğerleri, ilk önce ABD konsolosuna bilgi vermişlerdir, acaba neden?

Akar, mecliste, “göz yaşartıcı bomba” kullanıldığını söylemiştir, bunlar kimyasal silah mıdır? Almanya’dan operasyon öncesinde neler istenmiştir? Akar, “harekâtta ağırlıklı olarak yerli ve milli mühimmat” kullanılmıştır açıklamasını yapmıştır, bu açıklama neden yapılmıştır?

Akar’a göre başarılı olan bu operasyon, Erdoğan tarafından açıkça başarısız olarak ilan edilmiştir, neden? Acaba, Akar’dan kurtulma yolunu mu aralamak istemektedir?

Operasyonun ardından, bir yandan operasyonun sorumlusu devlettir açıklamaları yapılırken, bir yandan da Bahçeli, beni de sayın diye neden sıraya girmektedir?

HDP’yi kapatma kampanyalarına, MHP’den yeniden hız verilmesi, aslında bu operasyonun, daha şimdiden bir şov olmaktan çıktığının kanıtıdır.

Elbette, işin Saray Rejimi’nin içerideki durumu ile ilgili bir boyutu vardır. Soylu’nun salyaları akarak, köpürerek yaptığı açıklamalar bunun açık işaretidir. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu Saray Rejimi’nin planladığı şovun başarısızlığa uğramasını ifade etmektedir.

Oysa işin bir de ABD ve bölge ile ilgili bir boyutu vardır.

ABD, bölgede, daha etkili bir tarzda Kürt hareketini kendine bağlamak istemektedir. ABD’nin Suriye ve İran politikaları değişmiş değildir. ABD, burada elini güçlendirerek, belki Rusya ile bir başka pazarlığın kapısını aralamak isteyebilir.

Kürt hareketi içinde, Barzani çizgisi ne derece etkili olursa, ABD, o derece etkili olacağını hesaplıyor gibi görünmektedir.

Kuşku yok ki, bölgede bir yabancı askerî varlığın yerleşimi meselesi, dışarıdan bakılarak analiz edilebilecek bir konu değildir. Ancak, 41 uçakla yapılan operasyon, ABD’nin aslında açık, ama örtülü desteği, Barzani kuvvetlerinin açık katılımı, son derece ciddidir. Şengal’e saldırmak konusunda Barzani hareketinin ısrarı düşünülmelidir.

Ne olursa olsun, Batı’da, yani Türkiye’nin büyük şehirlerinde ve Batı bölümünde sınıf mücadelesinin gelişiminin, bu alanda gelişecek direnişin çok büyük önem kazanmış olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır. o

Paylaşım savaşımı ve bölge devriminin dinamikleri

Artık daha anlaşılır olduğu kesin; biz “paylaşım savaşımı” ya da “üçüncü dünya savaşı” dediğimizde, yakın döneme kadar bunu anlamayanlar fazla idi, kimisi anlamak istemediğinden, kimisi “yok artık” diye felaketlerden korktuğundan, kimisi de gerçekten anlamadığından. Bugünlerde paylaşım savaşımı ya da üçüncü dünya savaşı dediğimizde, herkes ne hakkında konuştuğumuz konusunda bir fikre sahiptir.

Hâlâ anlaşılmayan noktalar vardır elbette.

1

Birinci anlaşılmayan nokta, savaşın bir paylaşım savaşımı olduğudur. Savaş, bazılarının filmlerden elde ettiği bilgilerle iddia ettiği gibi bir “güç savaşı” değildir. Elbette her savaşta güçler çarpışır ve sonuçta “güç” önemli bir değerlendirme olgusudur. Ama bu savaş, bir paylaşım savaşımıdır, güçlerin savaşı değildir.

Aradaki fark nedir?

Paylaşım savaşımı dediğimiz zaman, biz, bu savaşın;

a- Emperyalist güçler arasında bir savaş olduğunu, özünü bunun oluşturduğunu, savaştaki yerel unsurların bu açıdan birincil (önemsiz demek istemiyoruz; her güç kendi yerelinde önemlidir) olmadığını kabul etmiş oluruz.

b- Ve elbette ki savaşın kapitalist dünya ekonomisinin bir sonucu olduğunu kabul etmiş oluruz.

Ki böyledir.

Savaş, bir emperyalist paylaşım savaşımıdır.

Eğer öyle ise, demek ki, dünyayı kendi aralarında paylaşmış emperyalist merkezler, tekeller ve onların devletleri, dünyayı yeniden paylaşmak istiyorlar demektir. 1. Dünya Savaşı tam da böyle bir savaş idi. Kapitalizm, tekelci kapitalizme, olgun aşamasına evrilmiş, az sayıda şirket ekonominin tümüne, sektör sektör hâkim olmuş, bu tekelci sermaye finans sermayesi ile iç içe geçerek finans kapitali oluşturmuş, dünya hem toprak olarak büyük emperyalist güçler arasında hem de ekonomik olarak büyük tekeller arasında paylaşılmış ve bu paylaşım tamamlanmıştı. Tekellerin egemenliğindeki devlet, kendini bu yeni duruma göre örgütlemekteydi. Ve başlıca emperyalist güçler, kendi aralarında ittifaklar da kurarak, paylaşılacak alanların paylaşılması için, savaşa tutuşmuşlardı. Bu başlıca emperyalist güçler, o zamanlar, dünya kapitalist ekonomisinin lideri olan İngiltere’nin dünya egemenliğine de meydan okumuş oluyorlardı. Elbette o dönem, İngiltere’nin gücü, komünizme karşı tüm diğer emperyalist güçleri şemsiyesi altına toplamış bir ABD’nin bugünkü gücü gibi değildi. Almanya, Japonya, Fransa, ABD, İngiltere, en öndeki güçler idi. ABD, konumu gereği en uzaktan, son derece avantajlı bir biçimde savaşa dahil oluyordu. Elbette İtalya, Osmanlı, Avusturya-Macaristan vb. savaşın içinde idi.

Ama bu savaş, sömürgeleri yeniden paylaşmak amacını güdüyordu. Paylaşım masasında uzakta Çin, yakında Osmanlı vardı. İran, Balkanlar vb. de paylaşılacak alanlar içinde idi.

Bugün de savaş, aynı nedenle gündeme geliyor. Savaş, emperyalist güçler arasında bir paylaşım savaşımıdır demek, işte bu nedenle önemlidir. Savaş ve sınıf mücadelesi arasındaki bağları kurmak açısından da bu son derece önemlidir. Bir ülke halkı, eğer bu savaşta kendi ülkelerindeki devleti destekliyorlarsa, aslında bu savaşta emperyalist paylaşım savaşımını destekliyor, kendi ülkesinde halkı egemenlik altında tutan, sömüren tekelleri destekliyorlar demektir.

İşte emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı bu açıdan önemli bir vurgudur. Bu nedenle, “güçlerin savaşı” yerinde değildir.

2

İkinci nokta, bunun devamıdır. Birinci noktayı netleştirip, bu savaşın aslında üçüncü paylaşım savaşı, Üçüncü Dünya Savaşı olduğunu kabul ettik mi, savaşın sorumlusunun emperyalist ülkeler, bir bütün olarak kapitalist sistem olduğunu da ilan etmiş oluruz.

Öyle ise kimdir bu emperyalist güçler?

En başta, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya. Bu beşli çetedir savaşın tarafları. Elbette Avrupa’da başka emperyalist güçler de vardır. Ama esas aktörler bunlardır.

Savaşın erken “kışkırtıcısı” ise ABD’dir. ABD, ekonomik olarak hegemonyasını kaybetmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, komünizme ve SSCB’ye karşı kurulan uluslararası kapitalist-emperyalist örgütlenmenin başında oturan ABD, sistemin hegemon gücü olarak var olmuş ve buna göre de ciddi kârlar elde etmiştir. 1970’lerden beri ise, bu ekonomik avantajlarını kaybetmeye başlamıştır. SSCB var olduğu sürece, SSCB tehdidi, komünizm tehdidi yalanı ile bir arada tutulan bir emperyalist örgütlenme vardı. Bu örgütlenme, SSCB’nin çözüldüğü 1989’dan bu yana artık anlamsız olarak varlığını sürdürmektedir. Bu durum, ekonomik alanda kaybolmaya başlayan ABD hegemonyasının, siyasal alanda da kaybolmaya başlaması süreci demektir.

ABD, bu süreci görüyor. Ekonomik alanda Almanya ve Japonya’nın öne geçişi karşısında, siyasal alanda İngiltere ve Fransa’nın daha “özgür” hareket edebilme kabiliyetleri karşısında, önlemler almaya yöneliyor. ABD, başlangıçta, “dünya imparatorluğu”nu ilan etti, “üçüncü Roma” diye nutuklar attı. Afganistan ve Irak işgalleri ile bu yola girdiğini, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ile bu yolda belirleyici olduğunu ilan etti. Ama işler sahada başka türlü gelişmeye başladı. Libya işgali, Batı’yı birleştirme planı idi ama tutmadı. Bu kez, Batı’yı ABD’nin kuyruğuna yapıştırmak üzere, yeni “düşman” olarak İslamcı çeteleri kullandı. Bunlar zaten ABD’ye bağlı idiler ve IŞİD bunun en açık kanıtıdır. Suriye savaşı, durumu bir kere daha kırdı. Suriye savaşı, ABD’nin karşısına Rusya ve Çin’in çıkmasına neden oldu. Böylece askerî üstünlük meselesinin de sınırları ortaya çıkmaya başladı. Bu durum, Suriye savaşının yeni hâli, ABD adımlarında iki temel değişikliğe neden oldu.

a- ABD, diğer emperyalist güçlere karşı Rusya ve Çin’i yeniden düşman olarak ortaya koymaya yöneldi. Kapalı kapılar ardında, bu emperyalist rakiplerine, Rusya ve Çin’i, birlikte yok etme, birlikte paylaşma önerilerini getirdi. Zaman zaman Rusya önde oldu, zaman zaman Çin. Ukrayna meselesi tam da budur.

b- Diğer emperyalist rakiplerine tehdit olarak IŞİD’i gösterdi ve üzerlerine salmaktan da geri durmadı.

İlki havuç ise, ikincisi sopadır ve bu sopanın yanında başka sopaların da olduğundan şüphe etmeye gerek yoktur.

Bush’tan sonra Obama, “demokrat” politikaları devreye sokarken, aslında, bir adım geri atan ABD saldırganlığının yeni yüzünü temsil ediyordu. Obama, Suriye savaşının bizzat mimarı değilse, Biden orada olduğundan olabilir. Trump, ABD hegemonyasını yeniden sağlamak üzere “America First” sloganını öne çıkartan bir başka adım idi. Trump’ın AB ve diğer emperyalist rakiplerine karşı aşağılayıcı ve diplomatik teamülleri aşan tutumu, gerçekte, bir başka deneme idi. Ve bugün yeniden Biden ile, bir kere daha “demokrasi” havariliğine soyunuyorlar. Trump’ın kaba-saba tutumları olmamış olsa idi, Biden’dan umutlanan bir dünya ortaya çıkmazdı. Her ikisi de sahne şovudur.

3

Suriye savaşında Rusya ve Çin’in aldığı tutum, sanki savaşın iki cephesinin ABD ve Rusya-Çin olduğu izlenimini yaymak isteyen Batı propagandasının üzerinde yürüdüğü hat oldu. Bu propaganda, her zaman olduğu gibi, savaşın emperyalist karakterini görmek istemeyenlere, özellikle de liberal sola inandırıcı geldi. Zaten, Amerikan rüyası ve Batı hülyasını rehber edinen bu liberal sol, Batı’dan gelen her şeye inanmaya hazırdır. Bir örnek güncel bilgi kirliliği için de faydalı olur. Örnek, Covid-19’a karşı üretilen aşılarla ilgilidir. Israrla Rus aşısı, Çin aşısı aleyhinde kampanya yürütülmesi şaşırtıcıdır. İngiltere, Rus aşısı için işbirliği yapmaya çalışırken, açıkça Rus aşısına karşı kampanya yürütmüştür. İtalya, açıktan Rus aşısı için onay talep ederken AB kurumları tuhaf biçimde sessizdir. Almanya, Rus aşısını isterken, ona karşı kampanya yürütmüştür. Ülkemizde Rus aşısı yokmuş gibi davranılmaktadır. Oysa Rus aşısı Mayıs 2020’den beri Rusya’da uygulanmaktadır. Ülkemizde Çin aşısı ise, ancak iktidarın henüz onay almamış Çin aşılarından birini seçmiş olması nedeni ile gündem olmuştur. Bizde, Batı’dan gelen bilgi “doğru”, “kutsal”dır. Bu örneği bir yana bırakalım. Demek ki, Batı’dan gelen bilgiye inanmak, ülkemiz sol liberalleri, liberal solcuları için hap cinsinden kolaydır, kolay alınır. Öyle yapıyorlar. Savaşın aslında büyük güçlerin savaşı olduğunu, büyük emperyalist güçlerin savaşı olmadığını söylüyorlar. Çin ve Rusya, bu büyük güçlerin içine girebilir, ama emperyalist güçlerin içine girmeleri o kadar kolay değildir. Eğer emperyalist güçlerin içinde olsalardı, mesela Rusya ve Çin’e karşı akıl almaz ambargolar uygulanmazdı. Batı için, sanki Rusya eski SSCB imiş gibi soğuk savaş politikaları devrededir. Bir kapitalist, bir emperyalist güce karşı bu duvarlar neden olur ki?

Biz Rusya ve Çin’in sosyalist olduğunu savunmuyoruz, ama kapitalistlikleri de çok “tuhaf” olmalıdır, emperyalist olmadıkları ise açıktır. Elbette, onlar da, kendilerine karşı geliştirilen tehditlere yanıt verebilecek güçtedirler.

Ama artık ortada, üretilmiş bir “gerçek” vardır, ABD savaşın ucunu Rusya ve Çin’e yöneltmekte kararlıdır. Biden yönetimi bunun işaretlerini vermektedir.

4

Tam da bu noktada, emperyalist paylaşım savaşımına karşı tutum meselesi ortaya çıkmaktadır.

İçinde yer aldığımız bölge, Balkanları, Kafkasları, Ortadoğu’yu içeren bölge, ABD emperyalizminin çözülmekte olan hegemonyasını durdurmak için savaşı yoğunlaştırdığı bölgelerden biridir. ABD bu bölgede, diğer emperyalist güçlerin aleyhinde bir hegemonya kurmak istemektedir. Bunun önündeki en önemli engeli İran olarak görmektedir. Anlaşılan budur. Ama aynı zamanda, Kürt devriminin yükselişini de bir tehdit olarak ele almaktadır. Filistin meselesini, partneri İsrail’i rahatlatmak üzere ezmek istemektedir. Elbette, bölgede İngiliz, Fransız varlığı da açıktır. Ama ABD, daha çok Rus varlığı ile ilgilidir ve Rusya’yı baş hedef hâline getirerek Fransa ve İngiltere ile daha sonra hesaplaşma planları kurmaktadır.

Rusya ve Çin’in, İran ve Suriye üzerindeki başta olmak üzere, bölgedeki etkisini azaltmak için, ABD, onların kendi evlerine saldırıyı yoğunlaştırma peşindedir. Obama ve Trump döneminde kullandığı metotlara, bu kez “demokrasi” vurgusunu ekleyecektir. Bunun başlıca nedeni, dünyada gelişen kitle hareketi ve kitlelerdeki duyarlılıklardır. Bu, ABD’nin içinde de sorundur, Ortadoğu’da da. Böylece Rusya ve Çin’in anti-demokratik yönetimlerine karşı mücadele öne geçecek, yetmezse en yakınlarında bir savaş devreye sokulacak, bu yolla onların bölgeden uzak durması sağlanacak. Bunun ardından Suriye ve İran’a karşı hareketler geliştirilecek, bu arada ise Kürt devrimi boğularak Barzani çizgisinin zaferi sağlanacak.

Planlar böyle gibidir, ama hayat, her zaman bu planları bozma alanıdır.

5

Tüm bu planı Kürt devrimi üzerinden görmek mümkündür. Bu plan yeni değildir, Obama döneminde vardır, Trump döneminde devam etmiştir ve şimdi Biden ile daha şiddetli biçimde devreye sokulacaktır.

a- TC devleti, Kürtlere karşı azgınca bir savaş yürütecek, yürütüyor. Bu savaşın arkasında ABD desteği gizlenecek. Çok zorlanırlarsa NATO desteği olduğu kabul edilecek. Böylesi bir saldırı ile PKK sıkıştırılacak.

b- PKK’ye karşı savaş, aynı zamanda Güney Kürdistan’dan, yani Irak Kürdistanı’ndan da artırılacak. Uzun süredir bunun hazırlıkları vardır. Barzani yönetimi bunun için TC devleti ile daha sıkı işbirliğine girecek.

c- Türkiye içinde, Barzanici bir yeni siyasal parti ile HDP etkisiz hâle getirilecek. Ya da önce HDP etkisiz hâle getirilecek sonra Barzani partisi kurulacak. Selahattin Demirtaş’ın içeride tutulma nedeni budur.

d- Suriye Kürdistanı’nda Barzanici bir yol egemen hâle getirilecek, Rojava devrimi ile ortaya çıkan tablo bozulacak. Petrol anlaşması, bu açıdan oldukça ilgi çekici bir adımdır. Bu yolla Barzani devleti geliştirilecek.

Bu politikayı epey zamandır uygulamaktadırlar. Bu biliniyor. Biden’ın “Kürt kökeni” araştırıldığına göre, hamleler hızlanacak. TC’nin saldırıları artacak ki, Kürt hareketi içinde ABD’nin kurtarıcı olarak sığınılması gereken bir yer olduğu düşüncesi kök salsın. Böylece Kürt devrimci hareketi tasfiye edilmek istenmektedir.

Bunun anlamı, Kürt devrimini, bir paylaşım savaşımının parçası hâline getirme isteğidir. Bir yandan İsrail, bir yandan Türkiye, diğer yandan Suudi Arabistan, bu politikanın önemli unsurları olarak iş görmektedir.

6

İster Suriye sorunu olsun ister Lübnan, ister Filistin sorunu olsun ister Kürt sorunu, tüm bunlar, emperyalist güçlerden “daha iyi” olanı ile anlaşarak çözülemez. Emperyalist güçlerin daha iyisi yoktur, olmaz. Bu yol bir felakettir ve tarih bu türlü “büyük güçlere sığınma” felaketleri ile doludur.

Çözüm, bölgede gelişmekte olan toplumsal mücadelenin, emperyalist güçlere ve onların bölgedeki ortaklarına karşı açık, anti-emperyalist bilinci temel alan bir tarzda geliştirilmesindedir. Yani, hiçbir emperyalist güce boyun eğmeden, kirli ilişkiler içine girmeden, bir sosyalist mücadelenin dışında çözüm yoktur.

Bu açıdan da, Kürt devrimci hareketi, ciddi bir olanak, ciddi bir güçtür.

Diğer parçalarda gelişmiş bir toplumsal mücadele henüz yoktur. Ama yaşamın hızlı aktığı, tarihin hızlandığı bir dönemde yaşıyoruz. Bugünün nüveleri, yarının büyük güçlerinin tohumlarıdır.

Bu açıdan, Batı’da, yani Anadolu, Balkanlar vb.de gelişecek mücadele çok büyük bir değer taşımaktadır.

7

Bölgede gelişecek bir devrimin diğer tüm ülkelere yayılması hem gereklidir hem de mümkündür. Tüm bölgeyi saracak olan bir devrim, sosyalizmin dünyadaki bayrağının yükselişinde de yeni bir sayfa açacaktır

Bunun olanakları vardır.

Bölgemizde gelişecek sosyalist devrim, elbette bir yandan işçi sınıfının kurtuluşu bayrağını zafere ulaştırmak demektir, bir yandan da, bölgede yaşayan tüm halkların özgürleşmesinin yolunu açmak demektir.

Bunların kolay olmayacağı açıktır elbette. Ama defalarca emperyalistlerin oyunları içinde piyon olarak yer alan bir politikanın sonuçlarını görmüş halklar olarak, bu zor yolu denemekten başka çıkış olmadığının da bilincinde olmalıyız.

Biden döneminin politikaları da tutmayacaktır.

Bölgede devrimci çıkışlar, hiç de küçümsenir durumda değildir. Kürt devrimini, Lübnan’daki eylemleri, Irak’taki eylemleri, Mısır’daki gösterileri, Anadolu’daki Gezi Direnişi’ni, Sudan direnişini vb. yakın geçmişte gerçekleştirmiş bir bölgedir burası. Evet işin kolay olmadığı, Kürt hareketindeki gibi bir örgütlülüğün diğer parçalarda oluşmamış olduğu açıktır. Ama öte yandan, tüm bölgeyi kapsayacak bir devrimci çıkışın temellerinin de oluşmakta olduğu açıktır. Tüm bölge halklarının, tüm bölge işçi ve emekçilerinin ortak sosyalist federasyonu, bölgenin tarihini kökünden değiştirecektir.

Saray Rejimi, az “reform”, çok “yeni anayasa”
ölmesine izin verilemeyecek kadar değerli hasta

IMF programı gizli olur mu? Normalde iflah olmaz bir liberal hukuk adamı iseniz, sisteme ve kurumlara çok “güvenen” bir yaşam tarzını “gelenek” hâline getirmiş iseniz, bu soruya “hayır” demeniz gerekir. Çünkü özgür düşünemezsiniz. Öyle ya, koskoca IMF, Türkiye ile neden gizli bir anlaşma ile IMF programı uygulasın? F. Soydan’ın yazısında detaylıca var. Nedeni üzerine konuşacaksak, liberal hukuk adamlığınızı ve kurumlar konusundaki önyargılarınızı bir an için bir kenara bırakmanız gerekir.

Bir şeyin nedenini anlamadık mı, muhtemelen o şeyi de eksik anlıyor oluruz.

Neden IMF programı var diyecekseniz, cevabı açıktır, borç verenler (uluslararası tekeller, uluslararası sermaye) alacaklarını garanti altına almak ister ve 1946’dan beri IMF, uluslararası düzenin, şimdilerde eskiyen, 1946’larda yeni olan, “great reset” olarak adlandırılabilecek yeni düzenin bu işle ilgili kurumudur. Ve eğer, Türkiye’den alacaklarını alacaklarsa, en dibi görmeden, öldürmeden, borçlarını ödemesini sağlamak daha kârlıdır. Bunu bilirler. Hele ki, Türkiye, AB ve ABD arasında süren paylaşım savaşımının tam da orta yerlerinden birinde iken, Erdoğan’a rağmen, “ölmesine izin verilemeyecek kadar değerli hasta” durumundadır. İşte bu nedenle, bay liberal hukukçumuz, sayın AB yanlısı liberal solcumuz, değerli Batı değerleri yanlısı kurumlara önem veren profesörümüz kusura bakmasınlar, artık bunlar her türden anlaşmayı yaparlar. Yani alacakların garantisi, hastanın öldürülmemesi gereği ile birleşince IMF, Erdoğan’ın “anlaşmayı açıklamayın lütfen” ricasını yerine getirir. Şartları olmalıdır ve Saray Rejimi’nin bunlara hayır demesi, şartlara karşı durması mümkün değildir. Borsa simsarları bu durumu “anlarlar”, çünkü onlara efendileri bilgi verir, “koşun Türkiye’ye gidin, dolarınızı 8,50’den TL’ye çevirin, faize yatırın, vakti geldiğinde size haber gelecek, bu kez TL’nizi faizi ile birlikte 7 TL’den dolara çevirin.” Bu bilgi geldi mi, borsa simsarı, gereğini yapar.

Gizli IMF anlaşması, çok önceden de biliniyor, bilinen IMF şartlarını içeriyor olmalıdır. İlki, MB (Merkez Bankası)’nin “bağımsızlığı”. Bu gerçekte, MB’nin, uluslararası sermayenin kurallarına ve IMF gereklerine bağlı olması demektir. Bu o dönemler, yani bundan bir-iki yıl önce, Damat Berat’ın azli anlamına geliyordu ve “kabul edilemez” bulunuyordu. Oysa 8 Kasım’da Damat, Berat’ın kayınbabası olan Erdoğan’ın emri ile, Hazine’yi boşaltmıştı. 138 milyar dolardan söz ediliyor. Bu boşaltma işi, zorunlu görünen IMF anlaşmasından önce yapılmıştır.

IMF, enflasyon rakamlarının “gerçeği yansıtması” üzerinde duruyordu. Yani, TÜİK rakamları o kadar bozuktur ki, gerçeklikle bir bağı kalmamıştır. Diyelim ki, IMF uzmanları, açıklanan rakamı 2 ile, 3 ile, 5 ile çarparak bir sonuca ulaşamıyorlardı. İşte şimdi, TÜSİAD, MÜSİAD da dahil, birkaç öğretim üyesi ile TÜİK enflasyon rakamlarını denetleyecek bir kurul, paralel IMF istatistik birimi kurdular. Şartlardan biri daha yerine gelmiştir.

Şartlardan biri, acı reçete idi ve Damat Berat’ın kayınbabası olan kişi, Damat’ın “görevinden affını” ilan eder etmez, “acı reçeteyi içeceğiz” dedi. Doların aşağıya gelmeye başlaması bu ilandan sonra, Londra bankerlerinin dolarlarını TL’ye çevirmelerinden de sonradır.

MB faiz oranlarını artırdı, açıklamalar yaptı ve ardından, TÜSİAD, MÜSİAD, TESK, en son IMF açıklamaları “beğendi”ler. Fiilî olarak “ekonomi”nin pilot koltuğu Damat’ın kayınbabasından alındı. Damat’ın kayınbabası, aslında bu durumu biliyordu ve 138 milyar doları bu nedenle içettiler. Ve şimdi bu para, onların iktidarlarını korumaya yetecek mi, diye bir soru vardır.

1-2 yıl önce IMF, aynı zamanda ekonomik ve hukukî reformlar istiyordu. Bunun işareti de geldi. Damat’ın kayınbabası, açıkça kıblesini AB’ye çevirdiğini açıkladı. Geleceğimiz AB’dedir, diye buyurdu. Bu açıklamayı, Suudiler hac ziyaretini kapattıkları için yapmış olamaz. Ve ardından, bazı reformlardan söz etti.

IMF, reform derken, elbette kendisi için reformdan söz ediyor.

Mesela bir ihale sırasında kanun değişemez gibi. Mesela bir şirkete ya da 5 şirkete 5 yılda 120 kere vergi affı yaparsanız, diğerlerine de yapmanız gerekir gibi. Mesela “mülkiyet kutsaldır” ama yabancı mülkiyet daha da kutsaldır gibi garantiler. Mesela kayırmacılığın üst düzeyde olmaması gerektiği ve şirketlere eşit mesafede kalınması gerektiği gibi.

Yoksa, reform denilince, hemen aklınıza Demirtaş ve Kavala’nın çıkması, mesela gösteri ve yürüyüşün anayasal bir hak olduğu meselesi gelmesin, bunlardan söz eden yok. Ne IMF bunlarla ilgilidir, ne uluslararası sermaye, ne de bizim liberal sol aydınlarımızın tapındığı Batı değerleri. Hayır. Onların istedikleri şeyler sermaye için, ticaret için vb. reformlardır. Ve gerçekçi olunacaksa, bu son derece normaldir. IMF neden insan hakları, işçi ve emekçilerin hakları vb. ile ilgili olsun? Ortada bir paylaşım savaşımı var ve onlar alacaklarını garantiye alacak arayışların, kârlarını koruyacak arayışların peşindedir.

Yerini geçmeyelim, belki sonra unuturuz, anayasanın uygulanması “reform” demek olmaz. Yani, ne Demirtaş’ın çıkması, ne öğrencilerin gösteri hakkını kullanması, ne avukatların yürümesi, ne işçi direnişleri yasal olarak suç değildir. Polis saldırıyor ya, işte suç olan odur ve mevcut olan, ama kendisi rafta yer alan anayasaya göre de böyledir. Öyle iken, Demirtaş’ın çıkacağını “reform” olarak düşünmek saçmadır.

Ama bizde “reform” denilince, şu çevreler harekete geçiyor:

1- İktidarın iki ortağı olan Perinçek ve Bahçeli. Bunlar hemen, Demirtaş’ın çıkarılması gibi bir şey anlıyorlar, hemen işçi hakları vb. anlıyorlar, hemen yargı düzenlemeleri vb. anlıyorlar ve buna karşı önlem almak üzere, ağızlarını daha güçlü açabilmek için gözlerini yumuyorlar.

2- Liberal sol ya da sol liberaller: Her ikisi de, Batı ve ABD’den bir işaret geldi, şimdi Biden, Damat Berat’ın kayınbabasını reforma zorluyor, diye düşünüyorlar. Artık Batı’nın, Saray Rejimi’ne destek olmak yerine, “tek adam” mantığına son vereceğini düşünüyorlar. Kendileri hiçbir zaman bir şey yapmayan, solculukları da liberallikleri kadar çürük olan bu baylar, Batı’nın kendilerini kurtarmaya geldiğini sanıyorlar. O nedenle, hemen tüm isteklerini sıralıyorlar, şu yapılmalı, şu da yapılmalı, yargı bağımsız olmalı, Merkez Bankası bağımsız olmalı, Demirtaş’ı da bırakın elbette, hele Osman Kavala, sokak gösterilerine de bu kadar şiddetle saldırılmaz, haydi ülkenin normal zekâdaki öğrencilerini dövüyorlar ama Boğaziçi gibi en gözde ve normalin üzerindeki zekâ sahibi olan öğrencilerini dövmesinler bari… Hem sonra Damat neyse ama, kayınbabası son derece pragmatist bir adamdır ve bunu yapar diye bekliyorlar.

3- Üçüncü olarak AK Parti’yi, fabrika ayarlarına, o ayarları kim yaptı ise, döndürmekten söz etmeye başlıyorlar. Yani, hadi 2013-2021 arasında Saray Rejimi her şeyi yaptı ama, geri dönelim ve Batı’nın yönlendiriciliği ile 2002 ayarlarına dönelim, işte bunu savunanlar harekete geçiyor.

4- Reform kelimesinin harekete geçirdiği bir kesim de burjuva muhalefettir. Kendisine “muhalefet” denmesini bile fazlalık gören, o denli Saray Rejimi’ne eklenmiş CHP, İYİ Parti vb. reform kelimesini duyar duymaz, bunun içeriğini tartışmaya başlıyor. Haydi diyelim ki Damat, her dediğini yaptı, çünkü kayınbabası idi, yani çocuklarının dedesi idi. İyi ama CHP ve diğer muhalif partiler neden Damat’ın kayınbabasına bu denli bağlıdırlar, onun her dediğini ciddiyetle tartışıyorlar?

İşte bu kesimler ilk önce harekete geçenlerdir. Elbette bu kesimlere bağlı sendikalar da bu işin içindedir.

Bizim konumuz da burada başlıyor.

Öncelikle IMF programı nedeni ile bir “reform” tartışması olduğunu biliyoruz.

İki, IMF’nin son derece dar reform talebi, Saray Rejimi’nin içinde bulunduğu durum nedeni ile başka tartışmaları beraberinde getiriyor. Yani Saray Rejimi’nin açmazları, reform tartışmasını Damat’ın kayınbabasının “uzlaşma” işareti olarak yorumlayanları çoğaltıyor. Böyle yorumlayanlar, dikkat edin, hepsi aslında devletin içinde, çevresindedir. Yani bu tartışmada halk yoktur; ne reform beklentisi vardır ne de Saray’dan gelen herhangi bir şeyde “hayırlı” bir taraf görmektedir.

Üç, ülkenin içinde bulunduğu nesnellik, “reform” talebinin boyutlarını genişletmektedir. Çünkü nesnel olarak Saray Rejimi, yolun sonuna gelmiş, zorla, karanlıkla, şiddetle ömrünü uzatmaya çalışmaktadır. Hatta CHP ve İYİ Parti, Saray Rejimi’nin gitmekte olduğunu görüyor ve bu durumun devletin yıkılmasına yol açmaması için, “yeni anayasa” hazırlıkları yapıyordu. Yani nesnel olarak TC devleti, alttan gelen bir devrimle yıkılma tehdidi ile karşı karşıyadır. Ve tek şansları, işçi ve emekçilerin, henüz buna uygun bir örgütlüğe sahip olmamalarıdır. İşçi ve emekçiler, devrimci saflara henüz meyletmemiştir.

İşte yeni anayasa tartışmaları böylesi bir zemin üzerinde yürüyor.

İşçi ve emekçilerin, halkın ezici çoğunluğunun açık bir yeni düzen, sosyalist devrim talepleri yok iken, onlar güçlükle sürdürdükleri bu olağanüstü rejimi, “normale” çevirmek için yollar arıyorlar.

Bu açıdan da, burjuva kampta iki grup vardır. Birincisi Saray Rejimi’dir. Onlar, aslında durumun olduğu gibi sürmesini ama bu arada tüm tartışma ve tehditlerin boşa çıkarılmasını istiyorlar. İkinci grup, aslında Saray Rejimi’nin gitmekte olduğunu kabul ediyor ama devleti kurtarmak için yumuşak iniş yolları arıyor. Bunlar halkı korkutmak için, Damat’ın kayınbabasının özel savaş ve sokak çatışmaları tehditlerini, halka hatırlatıyorlar: “Sokağa çıkarsak onlara fırsat vermiş oluruz, sakın sesinizi çıkarmayın seçime kadar bekleyin” masalları bunun içindir.

Tam bu noktada, “yeni anayasa” tartışmalarını tartışmaya açacak da bir türlü açamayan tuhaf muhalif partiler, CHP ve İYİ Parti hazırlanmakta iken, Damat’ın kayınbabası, “yeni anayasa” çıkışı yaptı. “Yeni anayasa” çıkışı, “Ay’a sert iniş yapmak” çıkışı ile aynı da olsa, arada fark var.

Damat, aylarca önce, “bu millet, biz Ay’a dört gidiş, dört geliş otoban yaptık desek buna inanır” demişti. Yani, “Ay’a çıkacağız, sert iniş yapacağız” aslında eski bir plandır. 2019 yılında uçak yapacaktık. 2019 geçti ama biz yine de yapacağız yalanını söyleyebiliriz. Ay’a sert iniş de güldüren bir vaattir.

Ama “yeni anayasa”, biraz daha ciddidir. Tartışmaya, “yeni güçler” katılmıştır. Adalet Bakanı, 1921 Anayasası’ndan söz etmiştir. Ve Ayasofya’nın baş imamı (bu arada “baş imam”lık da yeni olmalıdır) 1921 Anayasası’nı destekledi ve içinde laiklik yok dedi.

Demek ki, “yeni anayasa” ciddi bir tartışmadır.

Damat’ın kayınbabasının arkasında bazı güçler dizilmektedir ve saldırıya kalkmaktadırlar. Daha ilk adımda, laiklik vb. tartışılınca, muhtemelen CHP ve İYİ Parti, geri adım atacak, sokaklar kana bulanabilir, provokasyona gelmeyelim, evde kal anayasasız kal sloganını benimseyelim diyebilirler.

1877’de, V. Murat, deli padişah olarak tahtan indirildikten ve Abdülhamid tahta çıktıktan sonra, Kânûn-ı Esâsî ilan edilmişti.

Ama bu ilandan önce, Abdülhamid, kendisine muhalif Mithat Paşa ile ihtilalci Namık Kemal’i, anayasa hazırlama komisyonu diyebileceğimiz bir kurulun içine kattı. Abdülhamid, çok korkak olarak tarihe geçer. Herkesi izletirmiş, kimse kalmayınca, kendi gölgesinden korkarmış. Korkmadığı bir an olursa, tedbiri elden bıraktım diye kendi kendine korkarmış. Abdülaziz’i tahtından indiren (hâlleden) donanma olduğu için, V. Murat daha padişah iken, donanmanın Haliç’e çekilip tüm donanmanın çalışmaz hâle getirilmesi için en kritik parçalarını söktürme planları kurmakla meşhurdur.

Korkaklığın kendine has bir zekâsı vardır. Abdülhamid’de de vardı. Kânûn-ı Esâsî’yi hazırlatma işini sürdürürken, sabırla bir yol arıyordu. Öyle bir madde koymalı ki bitmiş hâline, onu otomatikman ortadan kaldırsın. Bunu da bulmuştur. Namık Kemal itiraz etmiş, Mithat Paşa, “demek bu kadar olabiliyor” diyerek razı olmuştur. Bu maddeye göre, 113. madde olmalı, önce Mithat Paşa’yı sürmüş ardından boğdurmuş, Kânûn-ı Esâsî’nin ilan edildiği gün Namık Kemal’i hapse attırmıştır.

Çok öykündüğü ya da çevresinin onu çok benzetmek istediği Abdülhamid’den farklı olarak, Damat Berat’ın kayınbabası, tahtın varisi değildir. Öyle anadan doğma varis olmayınca, yüzde on hastalığının nüksetmesi çok normal oluyor. Abdülhamid, ne harcıyordu ise, “kendi malı”ndan harcıyordu. Oysa Damat’ın kayınpederi, her şeyden bir yüzde on almakla meşguldür. Biri doğuşundan, belki de boğdurması gereken rakipleri olsa da tahtın varis adaylarından idi, diğeri ise bu gelip geçici dünyada yüzde onları ne kadar alabilirse o kadar zengin olacaktır. Biri tahtın varisidir, diğeri Amerikalı efendilerinin hizmetkârı. Birinde korkunun zekâsından söz edebiliriz, şimdikinde ise kulluğun ve rantçılığın %10’a dayalı zekâsından söz edebiliriz. Biri Osmanlı denilen ailedendir, diğeri böyle bir hanedandan gelmiyor, Amerikan hanedanı tarafından beslenerek Osmanlı torunu numarası ile taç giymeyi hayal ediyor, başına ne konursa onu taç sanıyor.

Ve elbette ki Damat’ın kayınbabası, anayasa tartışmalarını en başından geri püskürtmeyi hedefliyor. Bunun için Ayasofya imamına ihtiyacı var. 1921 ve laiklik meselesi bu nedenle dillendiriliyor.

1

Demirtaş’ın içeriden çıkması, Kavala’nın içeriden çıkması bir “reform” gerektirmiyor. Anayasa ve yasalara göre bu ikisi ve daha başkaları içeride tutulmuyor. Tersine yasalara rağmen içeride tutuluyorlar. Her ikisi ünlü isimlerdir ve bu nedenle onların üzerinden tartışılıyor. Simgedirler. Ama yasalara göre suçlarının ne olduğu bile belirsizdir. İçeride olmaları siyasi bir durumdur. Ve siyasal durumdaki gelişmelere göre içeriden çıkmaları ya da daha uzun süre yatmaları mümkündür.

Burada bir “reform”luk durum yoktur.

2

Mevcut yasaların uygulanması bir hukukî reform değildir, olamaz. Mevcut yasaları uygulamayan iktidardır. Saray Rejimi, açık olarak kendini bu yasalara bağlı görmüyor. Bu durumda ülkede bir anayasa ya da yasalar yoktur.

Boğaziçi öğrencileri, başka iddialarla gözaltına alınıyor ve hepsi, icat edilmiş suçlarla içeride tutulmaktadır. Bunun gibi on binlerce insan vardır. HDP’nin tüm kadroları tutukludur ve nedeni belli olsa da, hukukî olarak bir dayanağı olmayan tutuklamalardır bunlar.

Var olan anayasa, aslında yoktur. İşçiler ve emekçiler, halk, bu olmayan yasalara uymak için uğraşmak yerine, kendi yasalarını yapmaya yönelmelidirler. Bu da reform değil, devrim demektir, Saray’dan değil, aşağıdan gelmek demektir.

3

Devlet kendini kanunlara bağlı saymıyorsa, halkın da kendini kanunlarla bağlı saymama hakkı vardır. Hatta bu, devletten çok daha önce, halkın hakkıdır. Kanunları yapan egemen sınıftır. İşçi ve emekçiler, bu kanunları tanımama hakkına sahiptirler. Bugün devlet bunu yapıyorsa, halkın, işçi ve emekçilerin bunu yapmaması, ancak alışkanlıklar, önyargılarla açıklanabilir.

Bugün, ülkede içeri girmemiş bir genç kadın veya erkek, neredeyse utanç duymaktadır. Yakında içeri girmemiş kişinin, kadın ya da erkek, pek de insan yerine konulamayacağı günlere gebeyiz. İçeri girmemiş, görevinden alınmamış, fişlenmemiş bir öğretim üyesi, muhtemelen Saray Rejimi’nin adamıdır diye muamele görecektir.

4

Yeni bir anayasaya ihtiyaç vardır. Bu yeni anayasa, işçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların ellerinde yükselecek bir sosyalist devrimin anayasası olacaktır. Bu yeni anayasa, sokakta, çarpışmalarda yazılacaktır. Mücadele içinde yapılacaktır.

Bugün, daha şimdiden, ülkemizde bir anayasa maddesi netleşmiştir: Halk kendini yönetecek organları seçecek, seçtiği kişiyi görevden alabilecektir. Biz buna “emek meclisleri” diyoruz. Eski dilde adı “şûra”dır, Sovyetler tarzı örgütlenmenin bir benzeridir, isteyen buna meclisler diyebilir, isteyen komiteler adını takabilir, isteyen buna “temsilcilikler” diyebilir. Bir fabrikada işçiler, kendi yönetim organlarını seçerler, bir mahallede, bir okulda vb. Emek toplumsal yaşamın üzerinde şekillendiği eylemdir. Bu eylem, emek üzerinden, emek meclisleri, işçi iktidarının, proletarya diktatörlüğünün, işçi devletinin organları olacaktır.

Elbette, mücadele bize daha fazlasını vermektedir, öğretmektedir. Biz bizzat mücadele alanlarında, her türden dinî, cinsiyetçi, ırkçı vb. ayrımı yok sayıyoruz ve birlikte geleceği kurma olanaklarını görebiliyoruz.

Bugün, her mücadele alanında, mücadelenin her yeni sayfasında, kâr için üretimi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, hayatın her alanını kontrol eden mülkiyet ilişkilerini, meta toplumunu, tüketim toplumunu yıkmamız gerektiğini öğreniyoruz: Yârin yanağından gayri her şeyde, her yerde, hep beraber demenin anlamını öğreniyoruz.

Onların yasaları, her zaman zalimleri koruyor, her zaman karanlığı koruyor, her zaman katliamcıları koruyor, her zaman kendi yandaşlarını koruyor. Bu nedenle, sistemin tümünü yıkmadan yeni bir anayasa mümkün değildir.

Hakkını arayan bir işçiyi suçlu ilan edip, sonra da reformdan söz edilmesini kabul etmiyoruz.

İşyerlerinde cinayete kurban giden işçilerin isyanını haklı, meşru görüyoruz. Bunu yasaklayan yasaları, işçilere saldıran kollukları, onları destekleyen yargı sistemini suçlu görüyoruz.

Okullarımıza kayyum atayan zihniyeti sadece çağdışı görmüyoruz, aynı zamanda çürümüş ilan ediyoruz. Seçilmiş belediye başkanlarını tutuklayıp yerlerine kayyum atayanların anayasa yapmasını ilerleme olarak görmüyoruz. Katillerin reformdan söz etmesini hakaret olarak görüyoruz. Sermayenin kârını artırmak için alınacak önlemleri, sermayeyi korumak için yapılanları reform olarak ilan edenlerin Ay’da değil, burada bu topraklarda “sert iniş” yapmasını istiyoruz.

Saray Rejimi ve onun dayanağı olan tekelci polis devletinin yıkılması yolu ile bir halk anayasasının yapılabileceğini düşünüyor ve biliyoruz.

Aşağıya bakmıyoruz
çünkü iktidara bakıyoruz

Direniş güzelleştirir.

Kapitalist meta üretimi, tüketim toplumu, tekelci hâkimiyet, aklı yok eder, karanlık üretir.

Direniş, aklı açar, umudu büyütür, yaşamı güzelleştirir.

Örnek mi? İstediğinizi seçin. İster Cargill direnişini ele alın, ki topluma mal olmamıştır, basın yolu ile gizlenmekte, karanlığa itilmektedir, ister Boğaziçi Direnişi’ni ele alın, ki topluma mal olmuştur, karanlık basını parçalamıştır.

Sıradan bir talep ile başlamıştır Boğaziçi Direnişi: Kayyum rektör istemiyoruz.

Cumhurbaşkanı, “önüme 9 isim getirdiler, ben de Melih Bey’in atamasını yaptım” diyor. Yalan ise komiktir, gerçek ise trajikomik. Kim senin önüne 9 aday getirdi? YÖK mü? Değilse kim, Damat da yok, Mehmet Uçum mu?

Oysa biraz kendilerine güvenleri olsa, “olmadı bu kez, bir adım geri, başka bir rektör atayalım” diyecekler. Ama artık Saray Rejimi, korku ile ayakta duruyor. Kendileri korkuyorlar, gölgelerinden korkuyorlar, cennetlerini kaybetmekten korkuyorlar. Bu nedenle korkutarak ayakta durmaya çalışıyorlar.

Okulun kapısına kelepçe takmak bu korkunun ürünüdür.

Düşüncelere kelepçe takmak istiyorlar. Aklı tutuklamak, sevgiyi yok etmek, aydınlığı hapsetmek istiyorlar. Ama nafiledir.

Polis, öğrencilere, “aşağıya bakacaksınız” diyor.

Kayyum Rektör Bulu, öğrencilerin kendisine bakmalarından korkuyor.

Mezbahaya götürülen, toplama kamplarına sürülen köleler gibi, öğrencilerin aşağıya bakmasını istiyorlar.

Aşağıya bakacaksın!

Ne cürettir, insanlığa karşı ne büyük bir aşağılamadır, iktidar ilişkilerinin, tekelci hâkimiyet ilişkilerinin billurlaşmış emridir: Aşağıya bakacaksın.

Saray Rejimi’ni en iyi ifade eden “emir”dir: Aşağıya bak!

Aydınlıktan korkan, düşünceden korkan, konuşmaktan korkan, yüz yüze ve göz göze gelmekten korkan bir sistemin emridir: Aşağıya bak!

Yeni değildir, tarih boyunca hep bu emri verdiler: Aşağıya bak!

Ellerinden gelse, üniversitenin kapısından giren her kişiye, kalın ve karanlık gözbağları bağlayacaklar. Okula giren her insanı tutuklayacaklar.

Bu ruh hâli ile sesleniyorlar, öğrenciler teröristtir, diye.

Artık terörist olarak adlandırılmak bir onurdur.

Artık tutuklanmak, gözaltına alınmak, insan olduğuna dair bir kanıttır.

Artık tutuklanmayan, terörist ilan edilmeyen kendinde bir hata aramaktadır: Ben yeterince tepki vermiyor muyum, ben haksızlıklara karşı çıkmıyor muyum, ben düşünmüyor muyum, ben aydınlıktan yana değil miyim?

Polis, kolluk kuvveti, onun bir uzantısı hâline gelmiş olan mahkemeleri, her gün insanlara “aşağıya bak!” emrini vermektedir. Gözlerine bakılmasını, başı dik yürünmesini, soru sorulmasını, gözlerimizdeki parıltıyı dayanılmaz buluyorlar.

Sen kim oluyorsun ki, koskoca Reis’in atamasını sorguluyorsun? Sen kim oluyorsun da, gözlerini yüzüme dikiyorsun, gözlerime dikiyorsun? Sen kim oluyorsun da soru soruyorsun? Sen kim oluyorsun da protesto ediyorsun?

Bu sorular işçilere, bu sorular öğrencilere, bu sorular açlara, bu sorular işsizlere, bu sorular kadınlara, bu sorular halka soruluyor.

Yanıt, Boğaziçi Direnişi’nden gelmiştir: Aşağıya bakmayacağız!

Aşağıya bakmayacağız.

Başımızı eğmeyeceğiz.

Sessizce geri durmayacağız.

Tersine gözlerimizi size çevireceğiz. Yüzümüzü size döneceğiz.

Biz iktidarı istiyoruz.

Sömürü düzeninizi, cennetinizi, karanlık egemenliğinizi, copunuzu, süngünüzü yerle bir edeceğiz. Plastik merminiz bizi durduramayacak.

Öleceğiz, ama yine de aşağıya bakmayacağız.

Çünkü, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya istiyoruz.

Çünkü, dünyayı istiyoruz bize düşen kırıntılarla yetinmeyeceğiz

Çünkü, aydınlığı istiyoruz, karanlığınıza alışmayacağız.

Çünkü, kârlarınız uğruna doğanın yağmalanmasını istemiyoruz, buna izin vermeyeceğiz.

Çünkü, her türden ayrımcılığınızı istemiyoruz, özgürlüğümüzü istiyoruz.

Çünkü, bu karanlık ve çürümüş sisteminizden yayılan kokulara alışmayacağız.

Çünkü, her gün, parça parça ölmeyi beklemeyeceğiz.

Çünkü, fabrikalarınızda cinayetlere kurban olmak istemiyoruz.

Sizi tahtınızdan indirdiğimizde de aşağıya bakmayacağız.

Aşağıya bakmayacağız, çünkü iktidara gözümüzü diktik.

İşçisi, genci, kadını, emekçisi, köylüsü ile geliyoruz!

Ya sosyalizm ya ölüm!

Ya sonra?

8 Mart’ta yüzler, binler olmadan hemen önce 8 Mart sonrasından bahsedelim mi? Sorular var akıllarda birlikte cevaplanabilecek. Birlikte cevaplayım. Aşağılanmaya, sömürüye, tacize, tecavüze, şiddete, cinayetlere karşı kadınlar ayakta, başları dik, sesleri gür sokaklarda olacaklar her sene olduğu gibi. Eylemler engellenmeye çalışılacak belki ama tüm direnenler gibi aşağı bakılmayacak. Şehirlerin merkezlerinden, mahallelerden ve işyerlerinden sesler yükselecek öfkeli ve içinde geleceğin neşesini barındıran.

Peki ya sonra?

Kadınların her adımından korkan devletin korkusu daha da artacaktır. Yaşanan siyasal ve ekonomik krizin yükünü kadınlara yüklemeye çalışanlar her geçen gün hem daha saldırganlaşacak ama daha da savunmasızlaşacaktır. Söylediği her sözde yalan olanlar bilmektedir ki gerçekler inatçıdır; ve o gerçekleri taşıyanlar da bilmektedir ki yük ağırdır ama söylenmelidir.

Kadın cinayetleri katliam boyutundadır. Devlet eliyle, ağzıyla teşvik edilmektedir. Bugün kadınlar devlet tarafından öfkenin çıkarılabileceği bir kum torbası gibi öne sürülmektedir. Kendini savunmaya çalışan kadınlar cezalandırılırken, katiller, tecavüzcüler, tacizciler cezasız kalmaktadır.

Emek sömürüsü ise kölelikten farksızdır. Ucuz emek gücü olarak görülen kadınlar, güvencesiz, esnek çalışma koşullarının olduğu ve iş yerlerinde tacizin arttığı bu sistemin içinde, emekleriyle yaşamaya çalışmaktadır.

Evde, sokakta, iş yerinde veya üniversitede, hapishanede, her an kadın olduğu hatırlatılan ve ona göre yaşaması tembihlenen kadınlar, boyun eğmiyorlar. “Evet kadınız, ve tam da ona göre yaşıyoruz” diyerek direnişi büyütüyorlar. Arjantin’den Meksika’ya, Polonya’dan Ortadoğu’ya tüm dünyada boyun eğmiyorlar. Grevler, direnişler bu mücadelenin sesleriyle dolu.

Daha yaşanmamış 8 Mart 2021’in umudu bu seslerden gelmektedir. Kadınların yaşamlarına sahip çıkacaklarını bilmenin güvenidir bu. Adım adım büyüyen eylemler yarının umudu olmaktadır. Tüm baskılara, sömürüye, aşağılanmaya ve cinayetlere karşı gücünü yanıbaşındakinden alarak büyüyen bir güçtür.

Peki ya sonra?

Birlikte büyütülen bu gücün bu düzene nasıl son verileceğine dair soruları daha da artacaktır. Kendi gücünü gören, bilen, yaşayan herkes için bir adım daha atabilmek ihtiyaçtır. Seslere kulak verelim.

Sokaklar kadınların, direnen işçilerin, öğrencilerin sesleriyle dolu. Hem gasp edilen haklar hem de taleplerle dolu. Onurlu bir yaşamın peşinde hayatta kalma mücadelesi verilmektedir.  Mücadelelerin mekanları, sözleri ayrı olsa da amaçları bir. Aklımızdaki soru bir. Kazanmalıyız. Özgürlüğümüzü, geleceğimizi, hayatlarımızı, emeğimizi kazanmalıyız. Aslında bizim olanı geri almalıyız.

Aynı sorunun muhatapları olarak gücümüzü örgütlemeliyiz. ‘Her gün 8 Mart, her gün kavga’ belki bilindik bir slogan ama ihtiyacımız bu ruhla ve süreklilikte bir arada olmaktır. Bu düzeni yıkacak olan bizim örgütlülüğümüzdür ve kazanmakta ısrarımızdır.

Kadınların gücü birbirlerindedir. Tıpkı işçilerin, öğrencilerin, güçlerinin birbirinde olduğu gibi. Ama bir kez o güç olundu mu, yanında direnenler de senin gücün olmakta ve tüm direnişçiler de aslında hepimiz için direnmekte. Yani gücümüz birbirimizdedir.

Kendimizden başlayarak örgütlüğü büyütelim. Bu düzene son vermek, sömürüsüz bir dünya kurmak için yan yana gelelim. Henüz yaşanmamış olmasına rağmen güç veren 8 Mart 2021’i büyütelim, biz de onunla birlikte büyüyelim!

 

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...