Ana Sayfa Blog Sayfa 101

Yara kimdeyse, merhem ondadır

30 Ekim günü bir deprem yaşadık. Depremle birlikte, her katliamda, her “doğal” afette öğrendiklerimizi teker teker tekrar hatırlattılar.

Deprem, İzmir’i 14.51’de vurdu. Saat 15.16’da, yani depremden 25 dakika sonra,  yani Buca Seyfi Demirsoy Hastanesi’nde kolonlar patladığı için hastalar tahliye edildikten sonra, yani tüm İzmir artık birbirine ulaşmaya başlamışken, yani yollar araçlarla tıklım tıklım dolmaya başladıktan sonra, televizyonlarda yıkılmış binaların görüntülerini yorumlayan spikerin sesi titrerken, İzmir Valisi “Bize intikal eden can ve mal kaybıyla ilgili henüz bilgi yok.” diyordu.

25 dakikada herkesin gördüğünü göremeyenler, 4 gündür her fırsatta “tüm imkânları seferber ettik”lerinden bahsediyorlar.

Ama sistem böyle işliyor. Biliyoruz, Vali’ye “intikal” enkaz altında kalanların yakınlarından olmuyor, kaldı ki kendisinin üstünde durduğu fay da, bizimkiyle aynı değildir.

Pek tabii, görüntü ve söz uymayınca başka şeyler de uymayacaktır. İçişleri Bakanı’nın AFAD’ının 6.6’sıyla, Kandilli Rasathanesi’nin 6.9’u, USGS’nin 7.0’ı da birbiriyle ciddi bir uyumsuzluk içinde olmalı. En düşük verinin AFAD’ınki olmasının sebebi pandemi verilerindeki alışkanlıklarından mıdır, onu bilemiyoruz. Ancak anlaşılan odur ki, burada sağlanması gereken tek uyum haberlerde AFAD’ın verilerinin kullanılması üzerinedir. Bu uyum katliamdan hemen sonra “301’le kapatırız” açıklamalarıyla Soma’da da vardı, hatırlanmıştır.

Enkazlara arama kurtarma ekiplerinden önce polislerin gitmesini “mobilize ve çok” olmalarına bağlayanları, “provokasyon” yaratmayın açıklamalarının yanına koyalım. Zira, ola ki yaşadığı öfkeyle, üzüntüyle “devlet nerde” diye soran olursa, devletin orada olduğunu göstermenin açıklamasıdır bu. Bu konuda “tüm imkânları seferber ettik”lerinden şüphemiz yok.

Bir tarafta Tarım ve Orman Bakanı’nın enkaz üstündeki şovu, bir tarafta “birileri” gelecek diye hasar görmüş binanın diplerine sıkıştırılan insanlar, bir tarafta uzun konvoy ve koruma ordularıyla trafiği ve arama kurtarma çalışmalarındaki tahliye koridorlarını kilitleyenler, bir tarafta “yerine hemen yenisini yapacağız” diyenler, bir tarafta dükkanı genişletmek için kolonları kesilen binalarla ilgili “şikayet gelmeden inceleyemeyiz” diyenler, işte bize tüm imkanlarını seferber edenler!

Bu çürümüşlüğün dışında ise bambaşka bir zemin var

Can havliyle son anda binadan kendini atabilmiş insanların, hemen ardından enkazda kalanlara yardım etmeye çalışması Vali Bey’in 25 dakikasından daha hızlı intikal etti.

Yıkımdan çok sonra alana gelen arama kurtarma ekiplerinden önce, insanlar çalışmaya kendi elleriyle başladı.

Devlet Bahçeli kusura bakmasın, binlerce insan haber alamadıkları yakınlarını, Kızılay’a, AFAD’a, Belediye’ye bildirmek yerine, Twitter’a bildirdi. İnsanlar çözüm umutlarını, hiç tanımadığı insanlardan, belki de hiç üstüne vazife olmadığını düşündüğü insanlardan yana gösterdi. “Yönetenler” için ne acı bir tablo!

“Dayanışma Yaşatır”ın, depremden 3 dakika sonra IBAN numarası vererek para istemek olmadığını gösteren onlarca, yüzlerce insan, kendi yaralarını ya da kendi gibilerinin yaralarını sarmaya hızlıca başlamaya çalışmıştır.

Soma’lı madencilerin “biz bu acıyı biliriz” diyerek arama kurtarma çalışmalarına katılması, sınıfın duygularına tercüman olmakla kalmamış, eyleme dökerek bambaşka bir boyuta taşımıştır.

Toplumsal hafıza, haklarını almak için direnişte olan Soma’lı madencilerin, direniş ve dayanışma arasındaki bağı böylesine sıkı sıkıya bağlamasını unutmayacaktır. Ve elbette enkazın altındaki çalışmanın iyi sonuçlanacağı anlaşılınca, madencilerin alandan çıkarılıp fotoğraf vermek için AFAD ve İHH’nın alana alınmasını da!

Yardım malzemesini tribün gruplarının oluşturduğu alana getiren insanların “Kızılay’a güvenmediğimiz için size getirdik” demesi, ne denli büyük bir fayın kırıldığının göstergesidir.

Çürük olan binalar mı?

Bundan 6 sene önce bir kısmı herkese yansıyan planlarla, Bayraklı’nın 500 bin nüfuslu yeni kent merkezi olarak tasarlandığı, Alsancak Limanı’nın kurvaziyer limana dönüşeceği, bugünlerde de kullanılan şehir içinde kalan tek yeşil alan ve afet toplanma merkezi olan Kültürpark’ın yıkılacağı, Ege Mahallesi’nin parsellerinin Rönesans’ta mı yoksa Sancak’ta mı kalacağı konuşuluyordu.

Depremden en çok etkilenen bölgelerden biri olan Bayraklı, sahile doğru uzanan alanda silt, kum ve kil karışımı yani balçık zeminin olduğu, yeraltı su seviyesinin de yüksek olduğu bir alan. Üstelik bu bilgi depremden sonra edinilen bir bilgi de değil, 2014’te Bayraklı’nın gökdelen bölgesi olarak seçildiğinde de biliniyordu.

Bölgede bugün, Sancak Grubu’nun inşa ettiği Folkart Yapı’nın iki kulesi, Rönesans’ın Mistral Tower’ı, Kavuklar Grubu’nun Point Bornova’sı, Türkerler Grubu’nun Mahall Bomonti’si, İş Bankası’nın Ege Perla’sı bulunurken, enkazların çoğunda zemin katlarındaki işyerlerinin kolonlarının kesilerek genişletilmesi yüzünden çökme meydana geldi.

Ekonomideki yağma ve rant uygulamalarına “yürü ya kulum” diyenler, bugün aymazca “deprem değil, bina öldürür” gerçeğinin arkasına sığınıp, “hepsi yıkılsın, yenisini yapalım” diyor.

Sizin sisteminiz de binalarınıza benziyor pek sayın “yöneten”ler.

Ya da tam tersi.

Çürük!

Düştüğün yerde, derman sendedir!

En büyük salgın da, afet de devlettir. Her kritik konuda tekrar tekrar gördük ki, onların konusu bizler değiliz.

Sayıştay’ın TBMM’ne sunduğu rapora göre, Saray’ın günlük harcaması 10 milyon liradır.

İzmir’e depremden sonra 5 milyon lira ödenek ayrılmıştır, Bayraklı’daki herhangi bir gökdelenden üç daire alınamayacak bu “destek”le, depremden etkilenenlere “kendi başınasınız” denmiştir.

Durup da acaba bizi ne zaman düşünecekler diye beklemek, her geçen gün yaşamımızı daha da kötüleştirmekten başka bir şeye yaramıyor.

Bizim canımızı düşünmeyenlere biz de canımızı emanet etmeyeceğiz. Onlara el açmayacağız.

Bizler artık her zamankinden daha fazla dayanışmayı örgütlemek zorundayız.

Dayanışma yardım dağıtmak değildir, ihtiyaçları örgütlemenin yoludur.

Çiğli Vansan fabrikasında 400 kiloluk dalgıç motorları deprem nedeniyle devrildikten sonra çalıştırılmaya devam eden işçiler için işi durdurmak, dayanışmadır.

Ortalama 6 yılda bir büyük depremin yaşandığı coğrafyamızda – öyle 100-200 de değil – resmi açıklamaya göre 17 enkazın olduğu, memleketin 3. büyük şehrinde, tek bir işi organize edemeyenlere karşı, “Deprem vergileri nerede?” diye sormak, dayanışmadır.

Kendini kaderine terk edilmiş hisseden herkes; bu dayanışmayı büyütmenin bir parçası olmalıdır.

Bu dayanışmanın açığa çıkardığı güç, hem yıkıcı hem yapıcı olacaktır.

Olsun.

O zaman enkazın altında kalanın, bizler olmayacağı kesindir!

Ekmek askıda, fatura askıda, eğitim-sağlık askıda Yağma-rant-yalan iktidarda

Sarayın ortağı, MHP başkanı Devlet Bahçeli’nin başlattığı ‘askıda ekmek’ kampanyası, memleketin hali ve halkın durumunu net bir şekilde ortaya koydu. Bahçeli bu kampanya ile eve ekmek götüremeyen insanların varlığını birinci elden ilan etti.

Bu ‘yerli ve milli’ kampanyayı anlamayanlar, Bahçeli ve Sarayı, insanları ekmeğe muhtaç bırakmakla eleştirince elbette ‘vatan haini’ olmakla suçlandı.

Bunun üstüne bir de, Malatya’da bir servis şoförü, reise “eve ekmek götüremiyoruz” deyince kıyamet koptu. Reis, servisçiye “abartma” derken, içmesi için bir de keyif çayı fırlattı. Bir gün sonra ise, ‘askıda ekmek’ kampanyasını eleştiren ‘hainlere’ koz verdiği düşünülmüş olsa gerek, servis şoförü, ne kadar vatansever olduğunu vurgulayarak, sözlerinin çarpıtıldığını, yanlış anlaşıldığını bir kağıttan Anadolu Ajansı‘na okudu.

Ekonomi Bakanı olduğu söylenen Damat Berat Albayrak, ufukta yatırımların gözüktüğünü söyleyerek nurlu bir geleceğin müjdesini verdi. Bu arada, dolar kuru, 2023’te gelmesi gereken 8 TL’ye müjdelerden heyecanlanmış olacak ki 2020 bitmeden geldi.

Tabii ki Ekonomi Bakanının hiç yüz vermediği döviz kurlarının,maaşını dolarla almayan biz işçilerin, emekçilerin yoksullaşması ile hiçbir bağı yok!

Milli Eğitim Bakanı olduğu söylenen özel okul patronu Ziya Selçuk, uzaktan eğitim sistemi EBA’nın çökmesini sisteme duyulan ilgiye yorup gururla açıkladı.

Yüzbinlerce çocuk uzaktan eğitime ulaşamazken, ulaşanların da eğitim alıyormuş gibi gösterilmesi dışında hiçbir anlamı olmayan, kayıp bir dönem yaşanmasından zerrece rahatsızlık duymuyor bakan. Tek derdi, bir patron olarak, çocuklara bu koşullarda bir şeyler anlatmak için çırpınan öğretmenlerin maaşları oluyor. Milli Eğitim Bakanı olarak, bütçede eğitime ayrılan payın arttırılması için uğraşması gerektiği ise hiç aklına gelmiyor.

Yine özel hastaneler sahibi, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, vaka ile semptom göstermek arasındaki bağı açıklayarak, verdikleri rakamların vaka değil hasta sayısı olduğunu, rakamları gizlemelerinin ‘ulusal çıkarlar’ gereği olduğunu söyledi.

Rakamlar gerçeği yansıtmıyor diyen, salgının kontrolden çıktığını söyleyen, tükeniyoruz, ölüyoruz diyen sağlık çalışanları ise, tabii ki ‘yerli ve milli’ olmamakla, hainlikle suçlandı.

Uluslararası tarım ve gıda tekellerine danışmanlık gibi önemli bir kariyere sahip, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli ise, yanan ormanlar 10 hektarı geçmeden yangın helikopteri göndermesinin mümkün olmadığını söyleyerek madenci şirketlere alan açmakla meşgul olduğunu açıkça ilan etti.

Bu arada, patronlara vergi affından, İşsizlik fonunun yağmalanmasına kadar her türlü kolaylık sağlanırken, Eylül ayından itibaren asgari ücret vergi dilimine girdiği için aylıklarımız düştü. Salgında biz işçi-emekçilere verilen tek destek borç oldu. Alabilen ‘şanslılar’ 30 ay ödemeli kredi kullandı. Şimdi onların da geri ödemesi başlıyor.

İşte ‘yedi düvele ayar veren’, her açıklaması yalan olan Sarayın, biz alınteri ile geçinmeye çalışanları, yoksulları, halkı getirdiği yer burasıdır: Askıda ekmek, askıda fatura, askıda eğitim, askıda sağlık…

“İstanbullu hasta hasta işe gidiyor. Çünkü Covid’den korkuyor ama işten atılmaktan daha çok korkuyor”…

Böyle dedi İstanbul valisi. Tüm bu yalanlar içinde bir tane doğru şey söyleniyor ve biz biliyoruz ki bu korku sadece İstanbullu işçi-emekçilerle sınırlı değil.

Covid’den korkuyoruz, işten atılmaktan korkuyoruz, sarayın zulmünden korkuyoruz; kredilerimizi ödeyememekten korkuyoruz, çocuklarımızın geleceğinden korkuyoruz…

Onlar ise, cehenneme benzeyen, hiçbir gelecek umudu taşımadan çile doldurduğumuz bu hayata ‘artık yeter!’ dememizden korkuyorlar.

Yalanları da saldırıları da korkuları kadar büyük… Bir dakika olsun düşünmeyelim, bu cenderenin içinde debelenelim, çok öfkelendiğimizde birbirimize saldıralım ama asla tüm bunların sebebi olarak onları görmeyelim istiyorlar. Kürtler ne güne duruyor? Kadınlar, ‘Suriyeliler’, Ermeniler, Rumlar, Yunanlılar… Ne güne duruyor; eyy Fransa, eyy ABD, eyy Almanya, eyy Rusya, eyy Esed, eyy Sisi…

Bu tabloda hala yönetiyormuş gibi gözüküyorlarsa, bu onların yeteneği, gücü değil, bizim örgütsüzlüğümüzdür.

Ya kendi kaderimizi elimize alıp hayatımıza, geleceğimize sahip çıkacağız ya da yağmanın, rantın, savaşın ve yalanın iktidarının bize reva gördüğü cehenneme benzer bir hayatı, adına yaşamak denirse, yaşamaya devam edeceğiz.

İnsanca ve onurumuzla, kardeşçe yaşamak ellerimizde.

Ekonomik-sosyal hakları için direnen işçilerin, eşitlik isteyen, erkek şiddeti ile öldürülmek istemeyen kadınların, doğasını, yaşam alanlarını korumaya çalışan köylülerin, özgür-bilimsel bir eğitim ve özgür bir gelecek isteyen öğrencilerin direnişi, mücadelesi yapılması gerekeni gösteriyor.

Her alanda askıya alınan yaşamlarımıza sahip çıkmak için, geleceğimiz için, bu topyekün saldıraya karşı topyekün direnişi büyütmek için bir arada mücadele edelim.

Var olan tüm direnişleri yaygınlaştırmak, yan yana getirmek için, kaderimizi ellerimize almak için birleşik emek cephesinde bir araya gelelim. İnsanca ve onurulu bir hayatı birlikte örelim.

Kurtuluş yok tek başına. Ya hep beraber ya hiçbirimiz!

İşçi Gazetesi’nin 184’nci sayısı çıktı

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

Dersimiz: Komutan(ımız) Che veya Hasta Siempre, Commandante!

“Hadi gidelim dostum,
Öcünü almak için haksızlıkların.
Asi yıldızlar parlasın alnımızda.
Yenemezsek ölürüz ne çıkar…”[1]

3 Kasım 1966’da Adolfo Mena González adlı orta yaşlı Uruguaylı bir işadamı Bolivya’nın başkenti La Paz’da bir otel odası kiralamıştı. Şakakları kırlaşmış, saçları önden dökülmüş bu işadamı Küba devrimi sonrasında bakanlık yaptıktan sonra devrimi yaymak için kılık değiştirerek Bolivya’ya gelen Che’den başkası değildi. Arjantin doğumlu devrimci, Meksika’da Fidel Castro ve arkadaşlarıyla tanışarak onlara katılmış, Granma adlı tekneyle Küba’ya çıkartma yapan genç devrimciler, ilk çatışmada yoldaşlarının çoğunu kaybetseler de inatçı bir mücadeleyle köylüleri kazanmış, Küba Komünist Partisi’nin kentlerdeki örgütlenmesinin desteğini de alıp, ABD destekli diktatör Batista’yı devirerek, Latin Amerika’nın ilk sosyalist devrimine öncülük etmişti.

Devrimin üç önemli liderinden biri olan Che, devrim sonrasında da önemli görevler üstlenmiş, ancak bir süre sonra devrimi yaymak için önce Orta Afrika ülkesi Kongo’ya, daha sonra da kılık değiştirerek Bolivya’ya gitmişti. Ne var ki, La Paz’da bir otel odasında ağır makyajla orta yaşlı bir işadamına dönüşen görüntüsünün fotoğrafını aynadan çeken Che’nin 11 ay sonra başka bir görüntüsü tüm dünyaya servis edilecekti. Bu fotoğrafta Ernesto Che Guevara’nın üstü çıplak bedeni yara bere içinde bir sedyede yatıyor, gözleri açık, celladına bakıyordu.

Son sözleri şöyle olmuştu; “Haydi çek tetiği ödlek, alt tarafı bir insan öldüreceksin.” Sözlerin muhatabı yaralı yakalanan efsanevî gerilla liderinin infazı için gönüllü olan Bolivyalı genç bir çavuştu. Che’nin cansız bedeni gömülmeden önce üzerindeki kan ve kiri yıkayan şimdi 87 yaşında olan hemşire Susan Osinaga, “Bolivya’da bu fotoğraf yayıldıktan sonra insanlar ‘Tıpkı çarmıha gerilen İsa’ya benziyor’ dedi. Bugün hâlâ köylerdeki ayinlerde insanlar Aziz Ernesto’ya da dua eder, onun mucizeler yaratabileceğini vaaz ederler” diyor.

1997’de ‘Che Guevara: Devrimci Bir Hayat’ adlı biyografiyi yazan Britanyalı Jon Lee Anderson ise, “Bugünden bakıldığında Che’nin Kongo ve Bolivya’daki gerilla savaşları ayakları yere basmayan bir idealizm ya da düpedüz saflık olarak görülebilir oysa 1960’lar, devrimciler için her şeyin mümkün görüldüğü yıllardı,”[2] diyor.

 Che, “Her şeyin mümkün göründüğü bu yıllarda” kıtasal bir devrimi ateşlemek umuduyla 47 yoldaşıyla birlikte dağlara çıkmıştı.[3]

Jean Paul Sartre’ın, “Çağımızın eksiksiz insanı” vurgusuyla, “Che çağımızın en tamamlanmış insanıdır, yalnızca bir teorisyen değil, aynı zamanda bu teorilerini sahada uygulayan bir savaşçıdır,” diye tanımladığı o, insan(lık)ın bürünebileceği en kusursuz hâldi…

Sonsuz, sınırsız bir yüreklilikle yaşayan Che, iktidarın değil, halkın komutanıydı; devrimciydi, tüm ezilenlerin hekimiydi…

Haksızlığa boyun eğmemenin ve bir fikri yayabilmenin sürekli hareket hâlinde olmakla gerçekleştirilebileceğini kanıtlayan Marksist-Leninist bir kuramcı, kahraman bir gerillaydı…

Soluk soluğa yaşadı, yaşattı ütopyasıyla inançtı, dirençti Ernesto…

Fevkâlâde cesur, gözü kara birisiydi; idealin, mücadele azminin, vicdanın sesiydi…

Sevda ve kavga insanı; devrimin ruhu ve yeni insan, yani çocuk yürekli yenilmez gerilla idi…

“Devrim” sözcüğüyle eş anlamlı Che, halkların devrimci efsanesidir!

“İnsanlık”ın en güzel çocuğudur!

1964’te BM’deki konuşmasını, “Ya özgür bir vatan ya ölüm!” haykırışıyla sonlandıran o; katledilmesinin üzerinden onca yıl geçmiş olmasına karşın (emperyalist, kapitalist) katillerin uykularını hâlâ kaçırmaya devam ederken; bir türlü yok edilemiyor; ezilenlerin mücadelesiyle yeniden canlanıyor…

“Neden” mi?

“Che Guevara, tabir caizse, doğumundan evvel de vardı. Che Guevara, söylemesi caizse, ölümünden sonra da var olmaya devam etti. Çünkü Che Guevara insan ruhunda onurlu ve adil olan ne varsa onun adından başkası değildir,” yanıtındaki üzere José Saramago’nun…

SAVAŞ VE ZAFER HAYKIRIŞI

“Hayır, kendimin değil devrimin ölümsüzlüğünü düşünüyorum,” diye haykıran o, olmak istediğini seçmiş ve cüretle yaşamış “yeni sosyalist insan”dı…

Kolay mı?

“Herkes düşlerinin büyüklüğü kadar özgürdür”…

“Belki hiçbir şey yolunda gitmedi ama hiçbir şey de beni yolumdan etmedi”…

“Savaşan kaybedebilir, savaşmayan çoktan kaybetmiştir”…

“Hayat korkakları affetmez. Kaybettiğin tek savaş, uğrunda savaşmaktan vazgeçtiğindir. Kaybetmekten korkma; bir şeyi kazanman için bazı şeyleri kaybetmelisin. Ve unutma; kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin”…

“Peşinden gidecek cesaretin varsa, bütün hayaller gerçek olabilir”…

“Bir şeyi yapmak için onu çok sevmelisiniz. Bir şeyi sevmek için ona delice inanmalısınız”…

“En önemlisi, dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendinize karşı yapılmış gibi hissetme kabiliyetinizi koruyabilmenizdir. Bu bir devrimcinin en önemli özelliğidir”…

“Hayat, ne aşk davasıdır, ne de ekmek kavgasıdır. Hayat, insan kalabilme mücadelesidir. Şerefinle, namusunla, onurunla”…

“Eğer her haksızlık karşısında titriyorsanız, benim yoldaşımsınız”…

“Aç insanların karnını doyurduğum zaman bana kahraman diyorlar. Bunların neden aç olduğunu sorduğum zaman ise; bana komünist diyorlar”…

“Bir yalan, hangi amaç için söylenmiş olursa olsun, her zaman, en kötü gerçekten daha kötüdür”…[4]

“Dizlerimin üzerinde yaşamaktansa, ayaklarımın üzerinde ölmeyi tercih ederim”…

“Ne kadar farklı olursa olsun; sana ait olmayana tenezzül etme ve ne kadar basit olursa olsun senin olandan asla vazgeçme”…

“Hayatta öyle seçimler yap ki kazandığın şeyler, kaybettiklerine değsin”…

“Bana güç veren zaferlerim değil, yaşamımdaki yenilgilerdir”…

“Düşmanın yoksa hayatta hiç başarılı olamadın demektir”…

“En kabul edilemez yönün ne biliyor musun? Hükmetmeye, hesap sormaya gücün var ama bunu kullanmıyorsun”…

“Şiddet, sömürücülerin ayrıcalığı değildir, sömürülenler de onu uygulayabilirler ve dahası uygun anda kullanmalıdırlar”…

“Zor olan başarılır, imkânsız olan zaman alır”…

“Ben Ernesto’ydum sadece Ernesto, siz de sadece bir şey olarak var olursunuz. Che olmayı kendim istedim, siz de inanırsanız olursunuz, inanırsanız”…

“Bir çiçeği öldürebilirsiniz ama baharı öldüremezsiniz”…

“Dik dur ve gülümse. Bırak neden gülümsediğini merak etsinler”…

“Nerede ezilen bir halk varsa oralıyım”…

“Dünyanın neresinde olursa olsun, haksız yere birisinin suratına atılan tokadı kendi suratında hissetmeyen kişinin insanlığından şüphe ederim”…

“Ezilen halkı anlamak için komünist, sosyalist, solcu, sağcı, ateist ya da dindar olmak gerekmiyor… İnsan ol yeter!”

“İnsanlık aşkı, doğruluk ve adalet aşkı. Bunları taşımıyorsa benliğinde, gerçek bir devrimci değildir o”…

“Biliyorum, bu sözlerimi birileri yanlış yerlere çekecek hatta gülecekler lakin bu bir gerçektir; devrimci olabilmek için sevmesini bilmelisin!”

“Bir devrimciyi yöneten, kalbindeki eşsiz aşk duygularıdır”…

“Bir insanın yaşayıp yaşamadığını atan nabzından değil, onurlu duruşundan anlarsınız”…

“Eğer bir gün beni basım eğik görürsen, bil ki başım yere düşmüş birini kaldırmak için eğilmiştir”…

“Komünist ahlâk anlayışı olmadan ekonomik bir sosyalizm beni ilgilendirmiyor”…

“Ben kurtarıcı değilim, kurtarıcı diye bir şey yoktur, insanlar kendilerini kurtarır”…

“Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun”…

“Tek amacım, gittikçe soğuyan bu dünyada üşüyen halkların ısınabileceği, paylaşılan ateşler yakmaktı”…

“Yepyeni bir dünya kuracağız… Ve dört bir yana yazacağız; gerçekçi ol, imkânsızı işte”…

“Her şey çocuklara daha mutlu bir dünya bırakabilmek içindi”…

“Devrim, olgunlaştığında düşen bir elma değildir. Onu siz düşürmek zorundasınız”…

“Devrimcinin görevi devrim yapmaktır”…

“Devrimden başka bir hayat yoktur”…

“Devrimci olduğunu söyleyip devrimci gibi davranmayanlar soytarıdan başka bir şey değildir”…

“İstenilen yaşam mucizelerle değil, devrimlerle gerçekleşir”…

“Fikirler ve gelecek dimdik ayakta. Şüphesiz: Tam özgürlüğümüzün iskeleti kuruldu, tek eksik kanlı canlı bir vücut ve giysiler, onu da yaratacağız”…

“Kalkın Kadınlar! Ve unutmayın ki bizim size ihtiyacımız var. Çünkü biz inanıyoruz ki, Dünyanın yarısı siz iseniz, devrim kavgasının yarısı da siz olmalısınız”…

“İki şeye hakkım var: Özgürlük ve ölüm. Birine sahip olamazsam ötekini isterim, çünkü kimse beni canlı tutsak edemez”…

“Yağmur komünisttir, çünkü herkese eşit yağar. Rüzgâr ise kapitalisttir, zayıf olanı yıkar”…

“Kapitalist sistemde insanlar görünmez bir kafesin içinde yaşarlar”…

“Siz bana din ile refaha ulaşmış bir toplum gösterin. Ben de size devrim ile geri kalmış toplum göstereyim”…

“Gerçek bir sosyalist dünyanın herhangi bir köşesinde bir insan katledildiği zaman acı, bir özgürlük bayrağı yükseltildiği zaman kıvanç duyan insandır”…

“Çocuklarıma ve karıma maddi hiçbir şey bırakmadığımı ve bundan üzüntü duymadığımı, aksine sevindiğimi, onlar için hiçbir şey istemediğimi çünkü sosyalist devletin onlara yaşama ve eğitim görmeleri için gereken her şeyi vereceğini biliyorum”…

“Eğer dünyada ölümün kendi paylarına düşen kısmıyla ve müthiş trajedileriyle, her günkü kahramanlıklarıyla, emperyalizme bitmez tükenmez darbeler indirerek, dünya halklarının artan nefretiyle emperyalizmin güçlerini parçalamak için iki, üç daha fazla Vietnam gün ışığına çıksaydı, geleceğe daha güvenli bakabilirdik!”

“Dayanışma ezilenlerin inceliğidir”…

“Dünya ülkelerinin bağımsızlığı için hayatımı vermeye hazırım”…

“Sosyalist gelişim insan içindir. Belli bir yüksek düşünce için değildir. Amaç yalnızca insan mutluluğunu garantilemektir”…

“Bizim için sosyalizmin, insanın insan tarafından sömürülmesine son verilmesinden başka tanımı yoktur”…

Deyip, dediği gibi de yaşayan savaş ve zafer haykırışıydı o…

ASLÎ ÖZELLİĞİ

Aralık 1964’te BM toplantısına gittiği New York’ta, bir gazetecinin “Sizce bir devrimcinin en önemli silahı nedir?” sorusunu, “Sevgi” diye yanıtlayan Che klasik anlamda “politikacı” ol(a)mamış bir ihtilalciydi; çocuk hekimiydi; futbolcuydu; şair ve müzisyendi; silah elde gerillaların en önde yürüyeniydi; Fulgencio Batista’yı alaşağı edenlerdendi; Küba Devrimi’nin ekonomi bakanıydı; Simón Bolívar’ın, José Martí’nin, José Carlos Mariategui’nin, Pablo Neruda’nın sıkı bir hayranıydı; müthiş bir enternasyonalist Marksist-Leninist’ti…

Ama en önemlisi ne yaşamında ne de katledilmesi ardından hiçbir kapitalist hamle karşısında yenik düşmemiş; değerinden hiçbir şey kaybetmemiş bir romantik devrimci, mert bir insan, “Gençken sosyalist olunmalı iyidir, sonra da realist olunmalı,” diyenleri tekzip eden hakikâtti…

O mücadelesiyle devrimciliğin, insanın hayatında bir dönem oynanması gereken “oyun” olmadığını; aksine bir yaşam biçimi ve ahlâk olduğunu kanıtlayan örnekti.

Bir deyişle, Che, bireyde başlayan devrimciliğin, toplumsallaşmasının toplumu derinden etkileyen kanıtıydı.

Evet, “bir pop ikonuna dönüş(türül)mek”(!) istenen Che buydu. Müthiş devrimci bir figürdü. Ve herkesi bu kadar etkiliyorsa, bu da yaptıkları ve yaşadıklarıylaydı.

Che’nin dünyadaki imgesi her şeyden önce eylem hâlinde bir militan anti-emperyalizminden, enternasyonalist perspektifinden, yani küreselleşme talanına/sefaletine başkaldıranların yenilmez mücadele sancağı olmasından kaynaklanır. Onun güncelliği ve parıltısı da anti-kapitalist isyanından beslenir.

O kapitalist yabancılaşmanın sinik, ahlâkını yitirmiş dünyasında, devrimci ahlâk ile politika arasında uyumun mümkün olduğunu ve politikanın ille de ahlâksız ya da ahlâkın da ille de apolitik olması gerekmediğini ve iki ucun birlikte tutulabileceğinin kanıtıdır.

Onun sahip olduğu saygınlık, iktidara değdikten sonra gücünü tekrar tek ülkede son bulamayacak bir mücadelenin hizmetine sunmak üzere onu terk etmeyi becerebilmiş; belki de yegâne devrimci örneği olmasından ileri geliyordu.

“O Latin Amerika’da devrimin olacağına, bunun dikenli yollarına ve geleceğine, sosyalizmin yaratacağı yeni insana yürekten inanıyordu…

‘Bir gün’ diye yazmıştı Fidel’e veda mektubunda, ‘bana savaşta ölürsek kime haber verilmesi gerektiğini sordular; ölüm düşüncesi hepimizi etkiledi. Sonraları bir devrimde -eğer gerçek bir devrim söz konusuysa- ya zafere ulaşılacağını ya da ölüneceğini kesinlikle biliyorduk.’ Küba’dan yeni zaferlere ya da ölüme doğru yola çıktı. ‘Başka ülkeler benim küçük çabalarımı bekliyor’, deniyordu mektupta, ‘yeni savaş meydanları…’ Gerçekten de, orada saldırı ve savaşın ortasında insan ya zafere ulaşır ya da ölür. ‘Haydi’ yeni eylemlere’…

Che Guevara masa başı adamı değildi. O devrimleri başlatan kişiydi, insan bunu ona baktığında anlıyordu…

O dağlardaki savaşı özlüyordu. Bununla silahların zaferini izleyen barış dönemindeki kuruluş çalışmalarına uygun olmadığını söylemek istemiyoruz. Tam tersine, Che Guevara bu açıdan da örnek bir devrimci ve üstlendiği tüm önemli görevlerde yorulmak bilmez bir emekçiydi. Küba’da onun -Fidel gibi- hiç uyumadığı söylentisi dolaşıyordu…

Güç bir görev olan Küba’da sosyalizmi kurma işinde -gerektiği gibi- tüm alanlara angaje olmuştu. Küba halkı Kübalı olmamakla birlikte kendini tüm varlığıyla büyük devrime adamış olan parlak Che Guevara örneğinde kendini görüyordu. Onun için düşünmek ve davranmak aynı şeydi; hepsi bunu biliyordu ve onu sevmekle kalmıyorlardı, ona hayrandılar…

‘Özgürlükleri uğruna savaşan halklar için tek yol olarak silahlı mücadeleye inanıyorum ve inançlarımda kararlıyım. Pek çok kişi bana serüvenci diyecektir, gerçekten de öyleyim, ancak ben farklı bir türdenim. Ben inançları uğruna yaşamlarını ortaya koyanlardanım. Belki de bu son mektubumdur, ölümü aramıyorum, ancak olasılıklar yasasına göre o da hesaba katılmalıdır. Haklı çıkacak olursam sizi son bir kez daha kucaklamak isterim. Sizleri çok sevdim, ne yazık ki duyarlılığımı dile getirmeyi başaramadım. Davranışlarım çok kaba olabiliyor ve sanırım zaman zaman anlaşılamadım. Ama öte yandan da beni anlamak kolay değildi, ancak bugün bana inanın, lütfen. Bugün bir sanatçı coşkusuyla bilediğim iradem bir çift bitkin bacakla bir çift tükenmiş ciğeri harekete geçiriyor. Bunu başaracağım… Ara sıra XX. yüzyılın bu küçük condottierosunu anımsayın’ diyordu.

Che Guevara’nın ailesine gönderdiği bu satırlar onun ortadan kayboluşundan kısa bir süre sonra Buenos Aires’e vardığında annesi Celia oğlunu görmeden ölmüştü bile. Tüm dünyayı duygulandıran bu son kucaklama, bu veda ona ulaşamadı. ‘Devrimci olarak zorla uğraşımızda ölüm ender bir olay değildir’ diye yazmıştı bir keresinde…

Bu kahramanın yaşam ve ölümünü, böylesine sürükleyici ve gizemli bir yaşam ve ölümü, sayısız efsane kuşatmıştır. Bunlardan birkaçı akbabalar gibi ölü Che’nin anısına saldıran kimi alçakların taşkın karalama eğilimlerinin ürünüdür; büyük çoğunlukta olan diğerlerini ise halkın şehit düşenin ölümsüzlüğünü Latin Amerika’nın sayısız, görünmez mihraplarında kutlayan büyük düş gücü yaratmıştır.

O kendine devrimin ilk ateş hattında bir yer seçti ve bu yeri kendine kararsızlığa düşme fırsatı ve geri dönme hakkı tanımaksızın sonuna dek seçti. Bu, bir yenisinde başı çekmek için daha önce bir avuç çılgınla birlikte gerçekleştirilmiş olduğu bir devrimi terk eden bir adamın akıl almaz olgusudur. O zafer için değil, mücadele için, hiç sonu gelmeyen bir savaş için yaşıyordu. O ardında yaktığı köprülerin görkemli ateşini izlemek için geri dönüp bakma sevincini bile kendinden esirgiyordu: Che’nin boşa harcanacak zamanı yoktu.”[5]

Dedik ya eksiksiz bir insan(lık)dı o…

Küba’ya ayak bastığında bir sandık ilaçla, bir tüfek arasındakini seçimini tüfekten yana yapıp; silaha sarılarak, bir sandık ilaçla kurtarabileceğinden daha fazla insanı kurtarandı…

Devrimcilerin bürokrata dönüştüğü bir tabloda, devrimin zaferinden sonra devrimci kalmanın imkânının hâlâ var olduğunu kanıtlayan bir örnekti…

“Bir kez daha, kadidi çıkmış Rozinante’min kaburgalarının bacaklarıma dokunuşunu hissediyorum. Gene kalkanımı omuzlayıp yolculuğa koyuluyorum…” vurgusuyla Bolivya dağlarında bir CIA operasyonu ile katledildiği 9 Ekim 1967’ye kadar sürecek son “yolculuğu”na çıkmadan, 1965 ortalarında ailesine yazdığı veda mektubunda kendini Cervantes’in kahramanı Don Quixote’a benzetmesinin bir nedeni, kıta ölçeğinde bir devrim tasarımına beslediği, kendisini alaya alacak ölçüdeki güveniyse, öbür neden Latin Amerika kıtasında bir devrimin imkânsızlığına inançlarından ötürü, Latin Amerika ölçeğinde bir devrim tasarımını “yeldeğirmenleriyle savaş”tan farksız bulmuş “resmî” görüşlere ironik bir eleştiriydi.

“İki, üç… Daha fazla Vietnam yaratın!”- sloganıyla dile getirilen projenin “stratejik hedefi”, “en sağlam kalesi ABD tarafından uygulanan baskıyı silahlı mücadeleyle ortadan kaldırarak emperyalizmin topyekûn çökertilmesi”ydi. Bu güzergâhta Che, “kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm”in “bir dünya sistemi olduğundan ötürü dünya ölçeğindeki bir kapışma ile yenilmesi gerektiği” noktasından hareket etmekteydi.

Che, aşamalı değil, kesintisiz bir devrim süreci öngörüyordu. Geleneksel komünist partilerin (KP) “demokratik” ve “anti-emperyalist” ittifaklar dolayımıyla, “milli burjuvaziler”in desteğini alarak önce demokratik bir devrim gerçekleştirme, daha sonra sosyalizme yönelme stratejilerine karşın, Küba Devrimi’nin de verdiği dersle ulusal kurtuluştan sosyalist devrime doğru kesintisiz bir devrim öngören stratejisiyle de yerleşik sosyalist politika pratiklerinden ayrılan bir çizgi kurar.

Che’nin hattında dikkati çeken bir diğer nokta “silahlı mücadele”nin gereğine yapılan ısrarlı vurgudur. Bu vurguda önemli olan yalnızca, iktidarın ele geçirilmesi bakımından burjuva devletlerinin yıkılması için başka hiçbir “makul yol”un kalmamış olması değildir. Che için silahlı mücadelenin gereği şurada yatar:

“Giderek, küçük silahlı çeteleri bastırmak için yeterli olan modası geçmiş silahların yerini modern silahlar ve ABD askerî yardımının yerini gerçek silahlı muharipler alır, ulusal kukla orduları gerillaların usandırıcı saldırıları altında dağılma emareleri gösteren hükümetlerin göreli istikrarı bozulmaya yüz tuttuğu anda gitgide artan sayılarda düzenli birlikler yollamak zorunda kalırlar.”

Böylelikle, “doğal çevresinden dışarı sürüklenmiş olan düşman”… “bozulan morali ile üst üste yenilgilere uğratılarak”, zafere giden yol açılmış olur. Burada, silahlı mücadelenin asıl amacı, yerel iktidarı fethetmekle yetinmek değil ABD’yi gerillalarla savaşa zorlamak ve “yerel işbirlikçileri”nin gerisinde duran emperyalizmi çökertmek ve böylece tüm halklar için bir kurtuluş yolu açmaktır.[6]

“CHE” DEYİNCE

ABD’deki Kübalı karşı-devrimci sürgünlerden, “La Cabaña Kasabı” diye söz ettiği için Nelson Mandela, onu “Özgürlüğü seven her insan için ilham kaynağı,” olarak nitelemişti.

O, “Bazı insanlar onurunu taşımaktan acizdir, bazıları da zar zor taşıyabilir. Bazılarıysa tüm insanlığın onurunu taşır,” saptamasının hakkını tam olarak verebilenlerdendi.

Katlinden 30 yıl sonra Che’nin mezarını tesadüfen bulan rehber Gonzalo Gúzman’ın, “Che’yi öldürseniz de onu asla alt edemezsiniz, o hâlâ bizim kahramanımız”;[7] oğlu Camilo Guevara March’ın, “Her bahsedildiğinde o geri dönüyor.”[8] “Che adaletsizliklere karşı duyarlılıktır,”[9] biçiminde tanımladığı onun hakkında; eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın “Che denen eşkıya benim gencimin yakasında, göğsünde olamaz!” sözlerini ka’le almak mümkün değildir.

Çünkü kendi cenahından Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’ın bile, “İsmail Kahraman, Che’nin çeyreği kadar yiğit olsaydı”[10] notunu düştüğü şahsın kim olduğunu bilmeyen var mı?

İsmail Kahraman’ı bilirsiniz! Meclis Başkanı. Eski ve namlı İslâmcılardan… Milli Türk Talebe Derneği başkanlığından, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden… Soğuk Savaş’ın ABD desteğiyle kurulmuş antikomünist derneklerinden yetişmiş biri. Hâliyle zihni de Soğuk Savaş’ın o senelerinde şekillenmiş. Kimliğini dönemin Amerikan çıkarlarını İslâmcılığıyla birleştirmesine borçlu. Amerikan 6. Filosu’nu kıble belleyip namaza duranlar gibi. 16 Şubat 1969’da, Taksim’de Kanlı Pazar’da.

Amerikan emperyalizmini protesto etmek için sokaklara dökülmüş silahsız gençlere polis nezaretinde bıçak ve sopalarla saldıranlar gibi. Öylesine yerli ve milli.

Amerikan firkateynlerinin küçük miçosu. Amerikan çıkarları için kurulmuş derneklerin gediklisi. Hakiki bir devlet İslâmcısı.

Che Guevara’yı görünce kendinden geçmesi bu sebeple. Beyninin önemli bir kısmı hâlâ Soğuk Savaş’ta yaşıyor. O vakit Amerikan mahreçli broşürlerde Che Guevara hakkında okuduklarını bugün papağan gibi tekrarlaması bu sebeple. Şartlı refleks. Latin Amerikalı devrimciyi görünce zannediyor ki efendisi hâlâ tehlikede. O günler geçti geçmesine, ama ne yapsın, bir defa bütün kariyerini ve zihin yapısını o günlerde nemalandıklarına borçlu.

Ne dedi? “Bolivya’da, Küba’da, Güney Amerika’da faaliyette bulunan bir eşkıya benim liseli gencimin yakasında, göğsünde olamaz. Olmamalı.”

O gömlekleri giyenlerin göğüslerinde bir eşkıya resmi taşımak istemedikleri belli. Che Guevara’yı eşkıya olarak görmedikleri de. Şayet göğsünde bir eşkıya resmi taşımak isteyenler olursa kimin en devletlisinden eşkıya olduğu da ortada.

Ne demişti Kanlı Pazar’dan evvel MTTB Başkanı genç İsmail Kahraman: “Komünizme zemin hazırlayanlara yeter ve dur deme zamanı gelip geçmektedir.”

Netice, Taksim Meydanı’nda antiemperyalist öğrencilere saldıran ve iki kişiyi öldürüp yüzlerce kişiyi yaralayan eşkıya güruhu. Onları koruyup kollayan polis ve İçişleri Bakanı.

İsmail Kahraman. Peki, İsmail, kimin kahramanı?

İsmail, Soğuk Savaş zamanı Amerikan emperyalizminin kahramanı. İsmail, bugün kimin kahramanı?

Yerli ve milli maskesi takan devlet İslâmcıları, petro-dolar bekçileri, Amerikan firkateyn miçoları.

Soğuk Savaş zamanı ABD bayrağının gölgesinde serpilen MTTB, Komünizmle Mücadele Derneği, Rabıta yetiştirmeleri bugün “yerli ve milli” edebiyatı yapmakta.[11]

Hadi canım sende!

Benzer salvolardan birisi de, -oğlu Camilo Guevara March’ın yalanladığı- Che’nin çantasından ‘Nutuk’ çıktığı “iddia”sıdır!

Bir başkası da “Che Guevara kendisini sosyalist olarak adlandırıyordu, emperyalizme öfkeliydi, ancak mücadelesinin ve teorisinin merkezine işçi sınıfını koyan bir Marksist değildi. Devrimi, kapitalizmin çelişkilerinin bağrında duran işçi sınıfının, geniş kitlelerin değil, devrimcilerin yapacağına inanıyordu. Ona göre hayatını mücadeleye adamış, disiplinli ve kararlı devrimciler, halk adına iktidarı alıp toplumu değiştirebilirdi,”[12] türünden saçmalıktır…

Küba Devrimi’nce KP’nin, kentlerdeki genel grevin, proletaryanın gerillalar (ve Che) için ne ifade ettiğini bilmiyor musunuz?!

 YAŞAMI

14 Haziran 1928’de Arjantin’in Rosario kentinde doğdu. Tam adı, Ernesto “Che” Guevara de la Serna idi.

Çocukluğunda astımla birlikte yaşamak zorunda kalan Che Guevara, evde geçirmek zorunda kaldığı uzun zamanlarda okuduğu pek çok kitaptan José Hernandez’in Martin Fierro’sundan derinden etkilenir. Bir gazeteci olan ancak uzun yıllar köyde yaşayarak sosyalist hareketin gelişimi için mücadele eden José Hernandez’in Martin Fierro’su (Demir Martin) elinde gitarı, başında şapkası ile köy köy dolaşarak doğaçlama şiirler söyleyen bir halk kahramanıdır. Che, Sierra Maestra’nın uzun yürüyüşlerinde ve sessiz gecelerinde çocukluğunda ezberlediği bu şiirleri okur. Gençlik yılarından itibaren, tıpkı Martin Fierro gibi, Latin Amerika’yı gezerek halkın acılarına tanıklık eder.[13]

1952’de Buenos Aires Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirip doktor olduktan sonra motosikletle arkadaşı Alberto ile Güney Amerika turuna çıkarlar. Gezi sırasında kıtadaki yoksulluğu gören Guevara, çözüm arayışı sırasında Marksizm-Leninizm ile tanıştı. Arjantin, Bolivya ve Guetemala’da ilk devrimci politik faaliyetlerini yürüttü.

1954’te Kübalı devrimciler Fidel ve Raúl Castro ile Meksika’da tanıştı onların diktatör Batista’ya karşı mücadelesine katılmaya karar verdi.

Lakabı, -kabaca bir çeviriyle- “Hey, Sen” ya da Küba’da çok sık kullanılan “Ahbap, Arkadaş” anlamına gelen Che’ye bu lakabını takan Nico Lopez’di.

1958 yılı, İç Savaş yılları. 24 yaşında Kübalı devrimci öğretmen Aleida March, gönüllü olarak Che’nin savaştığı dağlara gidiyor. Üzerinde teslim etmesi gereken paralar var.

Paralar Aleida’nın tüm gövdesine bantlanmış. Che’nin yanına vardığında bantları sökemeyen Aleida, ondan yardım ister. Yıllar sonra Aleida’ya yazdığı mektupta, bantları sökerken tahriş olmuş tenini görünce neler hissettiğini, nasıl bocaladığını anlatır Che. Kamptan ayrılmayan Aleida, gerillalara hemşirelik yapar.

Bir gün yol kenarında, sırtında çantasıyla oturmuş dinlenirken Che cipiyle gelir durur önünde: “Hadi atla arabaya çarpışmaya gidiyoruz.” Arabaya biner ve giderler. “Biniş o biniş” der Aleida: “Bir daha hiç inmedim o cipten.”

Birlikte savaşır mücadele ederler. 1 Ocak 1959’da diktatör Batista’nın bir uçakla Dominik Cumhuriyeti’ne kaçtığı gün, Che Guevara da Aleida’ya evlenme teklifi eder. 2 Haziran 1959’da evlenirler.

Che’nin önemli komutanları arasında yer aldığı Küba Devrimi’nin 1959’da başarıya ulaşmasıyla Che Küba’da önce Merkez Bankası Başkanlığı üç yıl sonra da Sanayi Bakanlığı görevlerini üstlendi.

Hikâye şöyleydi: Devrim yapılmış, silahla yürütülen mücadelenin ekonomik atak safhasına geçme gereği doğmuştur. Devlet bakanlıklarına ve ekonomik gidişata ilişkin toplantıda Fidel kürsüden “ekonomiyi düzeltmeliyiz, kaynakları etkin kullanmalıyız” yönünde söylev verirken “Aranızda iyi bir ekonomist var mıdır?” der. Koca salonda bir tek Che’nin eli havadadır. Fidel bunun üzerinde Che’ye “Senin ekonomiden anladığını bilmiyordum,” der. Che de, “Ben senin aranızda iyi bir komünist var mı? dediğini sanmıştım,” tarihî yanıtını verir.[14]

1965’te Küba’dan ayrılarak Kongo’da gerilla savaşı yürüttü.

1966’da Bolivya halkını Amerikancı hükümete karşı ayaklandırmak için 47 yoldaşıyla Bolivya dağlarında mücadele başlattı.

“Ailem İspanya’nın hangi bölgesinden geliyor, gerçekten bilmiyorum. Elbette atalarım çok önce çıktılar oradan. Bir ayakları geride kaldı, ötekisi ileride. Ama ben onlara ait bilgileri saklayamadıysam bu durumun gereksizliğindendir. Yakın akraba olduğumuzu sanmıyorum. Ama dünyadaki herhangi bir adaletsizlik karşısında eğer sen de öfkeyle titriyorsan, yoldaşız demektir ve bu çok daha önemlidir,” diyen Ernesto Che Guevara 9 Ekim 1967’de CIA, ABD Özel Kuvvetleri ve Bolivya Ordusu’nun ortak operasyonuyla canlı yakalandıktan sonra infaz edildi!

ÖLÜM(SÜZLÜĞ)Ü

İskoç özgürlük savaşçısı William Wallace’ın, “Evet, savaşırsanız ölebilirsiniz. Kaçarsanız biraz daha yaşayabilirsiniz. Ama bundan yıllar sonra yatağınızda ölümü beklerken, o yaşadığınız günleri bu günle değiştirmeyi hayal edeceksiniz. Bu fırsatı düşleyeceksiniz ve bu günlere dönüp şunu söylemek isteyeceksiniz. Hayatlarımızı alabilirler! Ama özgürlüğümüzü asla elimizden alamazlar!” vurgusuyla, “Herkes ölür, ama herkes gerçekten yaşamaz,” diye eklediği örnekteki üzere yaşayan Komutan(ımız)ın ölüm(süzlüğ)ü ya da “Che’nin öldürülmesi bir teslimiyetin değil, mücadelenin de miladı bir bakıma. Bolivya dağlarında süren amansız bir mücadelenin sonunda, ailesinden, sevdiklerinden uzakta bir yaşamı özgürlük uğruna feda eden bir devrimcinin ölümle biten macerası bize çok şey anlatır.”[15]

Örneğin esir tutulduğu yere Bolivya askerlerinden biri girer, belli bir süre ona baktıktan sonra Che’ye, “Tanrı’ya inanır mısın?” diye sorar. Ernesto’nun ona yanıtı, “Ben insanlığa inanırım”dır…

İnsanlığa, isyanına sonuna kadar inanıp, bilinçle bağlı kalan o, son nefesinde “Fidel’e söyleyin, bu başarısızlık devrimin sonu demek değil ve devrim başka bir yerlerde zaferine ulaşacak,” demişti…

Ve de yakalandığında, katledilmeden önce yanına gelip, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyen CIA ajanının yüzüne de tükürmüştü…

Kolay mı? “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin… Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa, ve silahlarımız elden ele geçecekse, ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi,” diyendi…

Ve ABD emperyalizmine kuşun sıkan elleri kesilip, parçalanan Guevara için John Berger’in, “Ölümünden sonra cesedine yaptıklarına bakarak, eline düştüğü insanların kafa yapısı hakkında bir fikir edinebiliriz,” ifadesiyle betimlenen, emperyalist, kapitalist vahşetin Patrice Lumumba ya da Nazi zindanlarındaki Julius Fuçik’i anımsatan bir başka örneğidir!

Bu konuda Julius Fuçik’in dedikleri hâlâ güncel ve Komutan(ımız) Che’yi de anlatmaktadır; dikkatle okuyun…

“Ölümden daha güçlüdür yaşam”…

“Ölüm sandığınızdan daha kolaydır ve kahramanlığın başında defne yapraklarından bir taç yoktur”…

“Zaman gelecek, bugünlere ‘mazi’ denecek. Büyük bir dönemden, tarihi yaratan bir takım adsız kahramandan söz edilecek. Adsız kahraman diye bir şey olmadığını herkes bilse ne iyi olurdu”…

“Tarihin bu dönemini yaşamış olan sizlerden tek bir isteğim var: Bu mücadeleye katılmış olanları asla unutmayın. Yalnızca iyileri değil, kötüleri de anımsayın. Hem sizin yarınlarınız, hem de kendi yarınları uğruna hayatlarından olanlarla ilgili ne varsa öğrenin. Bugün önünde sonunda dün olacak; tarih yazan adsız kahramanlarıyla büyük bir çağ olarak anılacak. Ama hepsinin de adları, yüzleri, umutları ve özlemleri vardı, o yüzden büyük acılar çektikleri için unutulmayacak olanlar kadar daha az acı çekenler de önemsenmeli. Biricik dileğim, kendinizi onların hepsine yakın hissetmeniz; onları tanıyormuşsunuz gibi, kendi ailenizdenmişler gibi, hatta kendinizmişler gibi…”

“İnsanlar sahici insan olmadıkları sürece insan olmak kahramanlık gerektirecek”…

“İyimserlik, yalanlarla değil, ancak savaşın son bulabileceği biricik yolu görebilen gerçekle beslenebilir ve beslenmelidir. Gerçeğe duyulan temel inanç, insanın içindedir”…

“Yaşamımı boşa harcamadım, sonunu da rezil edecek değilim”…

“Burada sözcüklerini tartmazlar, senin içinde olanı tartarlar. Neden yapıldığına bakarlar”…

“Onların özel sözlüğünde akıllı olmak demek ihanet etmek demektir”…

“Celladın ipi ben bitirmeden boğazımı sıkıyorsa, geride filmin mutlu sonla yazacak milyonlarca insan var”…

“Yolcu, Lakedemonyalılara yasalar gereğince öldüğümüzü söyle”…[16]

Che’nin ölüm(süzlüğ)ünün taşıdığı anlam tam da buydu, böyleydi…

Ve bir şey daha eklenmeli: “Hamburg, Almanya, 1 Nisan 1971, sabah 09.40. Derin gök mavisi gözleriyle güzel ve zarif bir kadın, Bolivya konsolosluğuna girer ve hizmet için sabırla beklemeye başlar.

Kabul edilmeyi beklerken ofisi süsleyen tablolara kayıtsızca bakar. Koyu renk, yünlü şık bir takım elbise giyen Bolivya konsolosu Roberto Quintanilla, ofisine girer ve günler öncesinden röportaj talep eden, Avustralyalı olduğunu iddia eden bu kadının güzelliğinden etkilenerek onu selamlar.

Kısacık bir an için yüz yüze gelirler. İntikam, bu çekici kadının yüzünde somutlaşır. Gözlerinin içine dik dik bakar ve konuşmaksızın bir silah çeker, üç el ateş eder. Ne direnme ne karşı koyma ne de mücadele olur. Atış hedefe ulaşır. Kaçarken çantasını, bir peruk, bir Colt Cobra 38 Special marka silah ve ‘Ya zafer ya ölüm – ELN’ yazılı bir kâğıt parçasını ardında bırakır.

Kimdir bu cesur kadın, ‘Toto’ Quintanilla’yı neden öldürür?

Guevarist milisler içinde kendisine, Quechua ve Aymara dilinde, kız-kız arkadaş ya da yerli genç kız (Niña o joven indígena) anlamlarına gelen ‘İmilla’ denilen bir kadın vardır. Gerçek adı: Mónica (Monika) Ertl. Doğuştan Alman. Dünya solu tarafından en nefret edilen kişi Roberto Quintanilla Pereira’yı öldürmek amacı ile kaybın (Che’nin) yaşandığı Bolivya’dan yedi bin millik bir yolculuk yapmıştı.”[17]

Ve  (yoldaşlarıyla) Che’nin kanı yerde kalmamıştı!

“SON” (MU?)

9 Ekim 1967’de Che Guevara’nın kaybı ardından 18 Ekim 1967 tarihli konuşmasında Fidel Castro’nun dedikleri asla unutulmamalıdır:

“Che’ye ilk kez 1955 Temmuz ya da Ağustosunda rastladım. Bir gece içinde, gelecekteki Granma yolcularına katılmaya karar verdiğini yazmıştır, oysa ki o anda yolculuk için ne gemi, ne silah, ne de insan vardı. İşte bu koşullar altında Raúl ile birlikte, Che, Granma listesinde yer alan ilk iki kişiden biri oldu,’ vurgusuyla ekler:

O günden beri on iki yıl geçti. Mücadele dolu ve tarihi bakımdan anlamlı günler bunlar. Bu zaman içinde, ölüm, pek çok mert ve değerli insanı aramızdan aldı. Fakat aynı zamanda, devrim yıllarında, olağanüstü insanlar ortaya çıktı. Bu kişiler devrimciler arasında çelikleşmişti. Bunlarla halk arasında anlatamayacağım derecede güçlü sevgi ve arkadaşlık bağları kuruldu… 

Che, sadeliğiyle, karakteriyle, doğallığıyla, arkadaşça tutumuyla, kişiliğiyle, kendine özgü nitelikleriyle, daha başka özellikleri ve eşi emsali bulunmaz erdemleri öğrenilmeden önce bile, hemen sevgi uyandıran kişilerdendi. 

İlk günlerde, birliğimiz doktoruydu. Daha sonraları arkadaşlık bağları ve onun için beslenen sıcak duygular daha da güçlendi. Emperyalizme karşı nefret ve kinle doluydu. Bunun nedeni yalnızca politik eğitiminin daha o zamanlarda oldukça gelişmiş olması değildi. Ayrıca, kısa bir zaman önce, Guatemala’da kiralık askerlerle devrimi bastıran katil emperyalizmin işgaline tanık olmuştu. 

Che gibi biri için, fazla araştırıp soruşturmaya, kanıt aramaya gerek yoktu. Bu duruma karşı silah elde savaşmaya hazır insanların var olduğunu bilmek ona yetiyordu. Bu insanların içten gelen devrimci ve yurtsever ideallerden esinlendiklerini bilmek onun için yeterliydi. Fazlasıyla yeterliydi… 

Che, eşi bulunmaz bir asker, eşi bulunmaz bir liderdi. Che, askeri görüş açısından, olağanüstü yetenekli, olağanüstü cesaretli, olağanüstü mücadeleci bir insandı. Gerilla olarak, bir tek Achille topuğu vardı, son derece mücadeleci karakterliydi ve tehlikeyi küçümserdi… 

Che’de bir araya gelen tüm erdemlere sahip bir insan bulmak kolay değildir. Bir kişinin, kendiliğinden onunkine benzer bir karakter geliştirmesi kolay değildir. Ona yetişmek zor, onu aşmaksa çok zordur. Ama onun gibi insanların oluşturduğu örneğin, o çapta kişilerin ortaya çıkmasında katkıda bulunacağını söylemek isterim. 

Che’de hayran olduğumuz yalnızca savaşçı kişi, büyük olayları gerçekleştirmeye yeterli insan değildir. Yaptıkları, yapmakta oldukları, bir avuç kişiyle, yankee emperyalizmince gönderilen, yankee danışmanlarının eğittiği, tüm komşu oligarşilerce desteklenen yönetici sınıflara ait orduya karşı savaş açması, bütün bunlar, başlı başına olağanüstü olaylardır. 

Tarihin sayfalarını karıştırdığımızda, bu kadar az adamla bu derece önemli görevlere atılan, bu kadar az adamla bu denli büyük güçlere karşı çarpışan bir başka lider bulamayız. Kendine böylesine güvenin, halka böylesine güvenin, insanın mücadele yeteneğine böylesine güvenin bir eşi tarih sayfalarında aranabilir -ama, asla bulunamaz.

Ve o öldü. 

Düşman böylelikle onun düşüncelerinin, gerilla kavramının, silahlı devrimci savaş görüşünün yenildiğine inanıyor. Şansları rast gitti de fiziksel varlığına son verebildiler yalnızca. Yalnızca, düşmanın savaşta her zaman kazanabileceği geçici bir avantaj elde edebildiler…

Devrimciler bu ağır kayba nasıl dayansınlar? Onun yokluğuna nasıl dayansınlar? Che bu konuda görüşünü açıklayacak olsaydı, ne derdi acaba? O, görüşünü daha önce belirtti, Latin-Amerika Dayanışma Konferansına gönderdiği mesajda, ‘ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi’ diye yazarken bu görüşü açıkça ortaya koydu. 

Onun savaş sloganı bir değil, milyonlarca kulağa ulaşacak. Silahları almak için bir değil, milyonlarca el uzanacak. Yeni liderler doğacak. Kulakları savaş sloganını duyan ve elleri silahlara uzanan halkın safları arasından çıkan önderlere ihtiyaç duyacak; yine, tüm devrimlerdeki gibi, önderler ortaya çıkacak. 

Che gibi olağanüstü deneyimli ve muazzam yetenekli bir öndere hemen ulaşamayacak bu eller. Liderler uzun mücadele süreçleri içinde oluşacak. Bu önderler, savaş sloganını kulağı duyan milyonlar arasından, elleri er geç silahlara uzanacak olan milyonlar arasından çıkacak. 

Onun ölümünün, zorunlu olarak, devrimci mücadele pratiği alanında derhâl yankı uyandıracağını, bu mücadelenin gelişiminin pratiği alanında derhâl etkili olacağını düşünmüyoruz. Che, yeniden silaha sarıldığında, derhâl zafere ulaşmayı beklemiyordu, oligarşi ve emperyalizmin güçleri karşısında hızla zafere koşacağını sanmıyordu. Deneyimli bir lider olarak, beş, on, on beş hatta yirmi yıllık bir savaşa hazırlanmıştı. Beş, on, on beş ya da yirmi yıllık bir savaşa, gerekirse ömrü boyunca savaşmaya hazırdı! Bu bakış açısından, ölümü -daha doğrusu örneği- muazzam bir etki yaratacaktır. Bu örneğin gücü yenilmez olacaktır.” 

Evet “Seamos realistas y hagamos lo imposible!” demişti Che; yani “Gerçekçi olalım ve imkânsız olanı yapalım!”

68’lilerin ağzında “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!”ye dönüştü o slogan.

“İmkânsızı istemek” hep genç olmakla, hep genç kalmakla mümkündü ve sadece gerçekçi olmak yaşlılara, reel-politikerlere mahsustu.

Che de, yoldaşları da hiç yaşlanmadı, reel-politikerliğe prim vermedi!

Kolay mı?

Onun “sağ kolu” olarak anılan, “Kongo ile Bolivya seferlerinde de ön safta”ki[18] Harry Villegas’ın (Pombo), “Hepimiz o rüyaya inanmıştık”[19] vurgusuyla ve José Martí’nin, “Aynı yalınlıkla ölmek isterim…/ Kırda bir çiçek gibi,/ sakin ve gösterişsiz,” dizeleriyle tamamlıyoruz diyeceklerimizi…

28 Temmuz 1960’ta ‘Latin Amerika Gençliği Birinci Kongresi’ndeki konuşmasında, “… ‘Ilımlılık’ da sömürgecilik ajanlarının kullanmayı sevdiği kelimelerden biridir. Korkanlar ya da herhangi bir biçimde ihanet etmeyi düşünenler hep ılımlıdır. Halk ise, kesinlikle, hiçbir zaman ılımlı değildir,”[20] haykırışında cisimlenen hakikâtiyle Comandante Ernesto Che Guevara’yı unutmak, ihanettir.

Ondan öğrenmemek kapitalist esareti kabullenmektir.

O hâlde “Hasta Siempre, Comandante…” o

13 Eylül 2020, Çeşme Köyü. Sibel Özbudun, Temel Demirer.


[1]    Che Guevara.

[2]    Jon Lee Anderson, Che Guevara: Devrimci Bir Hayat, çev: Yavuz Alagon, İthaki Yay., 2007.

[3]    Meriç Şenyüz, “Sonsuza Kadar Commandante”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2017, s. 12.

[4]    Ernesto Che Guevara, Gerilla Savaşı, çev: Süleyman Doğru, Everest Yay., 2008.

[5]    Eduardo Galeano, “O Zafer İçin Değil, Mücadele İçin Yaşıyordu”, Birgün, 10 Ekim 2012, s. 7.

[6]    Ertuğrul Kürkçü, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, İletişim Yay., 1988… http://www.bianet.org/2005/10/07/68249.htm

[7]    Meriç Şenyüz, “Sonsuza Kadar Commandante”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2017, s. 12.

[8]    Bedri Baykam, “Che’nin Oğlu Babasını Anlattı: Her Bahsedildiğinde O Geri Dönüyor”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2018, s. 7.

[9]    M. Ali Çelebi, “Che Adaletsizliklere Karşı Duyarlılıktır”, Demokrasi, 1 Kasım 2016, s. 5.

[10]  Ahmet Hakan, “İsmail Kahraman, Che’nin Çeyreği Kadar Yiğit Olsaydı”, Hürriyet, 31 Ağustos 2016, s. 4.

[11]  Özgür Mumcu, “Ahmak Değiliz”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2016, s. 3.

[12]  http://www.Marksist.org/…030-Che-Guevarayı-anıyoruz

[13]  Önder İşleyen, “Herkes Düşlerinin Büyüklüğü Kadar Özgürdür”, Birgün Pazar, No: 336, 18 Ağustos 2013, s. 18.

[14]  Jean Cormier, Che Guevara – Ölüm Nereden Nasıl Gelirse Gelsin, çev: Gülseren Devrim, Can Yay., 1997.

[15]  Uğur Biryol, “Herkesin Bir Che’si Var…”, Cumhuriyet Kitap, No: 1396, 17 Kasım 2016, s. 3.

[16]  Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s. 96-52-73-71-124-95-29-57-22-14-70.

[17]  Nina Ramon, “Che’nin İntikamını Alan Kadın: Monika Ertl”, Gündem, 11 Nisan 2013, s. 14.

[18]  Bedri Baykam, “Bolivya’da İhanet ve Yol Ayrımları”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2018, s. 8.

[19]  Bedri Baykam, “Diktatörün Kaçtığı Günler”, Cumhuriyet, 10 Ekim 2018, s. 7.

[20]  Che Guevara, Politik Yazılar, çev: Nadiye R. Çobanoğlu, Yar Yay., 1991.

Irkçılık/faşizm suçu

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine!”[1]

Irkçılık, faşizm tartışmaya açık değildir; kapitalizmden mülhem, insan(lık)a karşı işlenmiş ve hâlâ işlenmekte olan bir suçtur. Dört yanımız ırkçılık, faşizm suçuyla kuşatılmışken; eski Zimbabwe Başkanı Robert Mugabe’nin şu uyarıları “es” geçilmemeli:

“Beyaz arabalar hâlâ siyah lastikler kullandıkları sürece ırkçılık asla bitmeyecektir.

İnsanlar kötü şansı sembolize etmek için siyahı ve barışı sembolize etmek için beyazı kullandıkları sürece ırkçılık asla bitmeyecektir.

İnsanlar hâlâ düğünlere beyaz kıyafetler ve cenazelere siyah kıyafetlerle gittikleri sürece ırkçılık asla bitmeyecektir.

Irkçılık faturalarını ödemeyenlerin kara listeye alındığı, ancak beyaz liste diye bir şeyin olmadığı sürece asla bitmeyecektir.

Bilardo oynarken bile, siyah topu götürene kadar kazanamadığınız ve mutlaka beyaz topun masada kalması gerektiği sürece de!”

Hem de hepimiz Afrika’dan geliyorken; hepimiz Afrikalı ve Adobewale’nin torunlarıyken; ne yazıktır ki Catherine Clément’ın deyişiyle, “Görmek hiçbir gayret gerektirmez. Ama tatmak, koklamak başka bir uğraştır. Irkçılık kokularda mekân tutar.”[2]

IRKÇILIK VE FAŞİZMİN BUGÜNÜ

Farklılıkları zenginlik olarak görmek yerine, varlığı için bir tehdit saymak; içinde bulunduğu tüm olumsuzlukların sebebinin, “öteki” olarak nitelendirdiği insanlar olduğunu zannetmek; var oluşunu nefretle ön plana çıkarmak ve insanların toplumsal özelliklerini biyolojik, etnik, kültürel özelliklerine indirgeyerek, ötekileştirdiğinden “üstün olduğu”nu öne sürmektir ırkçılık…

“Kibir”, ırkçılığın ontolojik kökenlerindendir; ama ırkçılığın bir diğer temeli dinciliktir[3] ve de onu var eden sisteme mündemiçtir.

Malcolm X’in, “Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalık hâlidir,” tanımından hareketle ırkçılığı psikolojik bir hastalık, ırkçıları birer ruh hastası olarak nitelendirmek, ırkçılığı hafife almak, hatta “aklamak” olur. Hayır, ırkçılık bir hastalık değil, tehlikeli, dogmatik bir ideolojidir.

Muhtelif örneklerine yakın siyasi tarihte de şahit olduğumuz üzere, bir devlet ideolojisine de dönüşebilen kapitalizmin ürünüdür; tıpkı faşizm gibi…

Irkçılık hastalık olarak nitelendirildiğinde esas neden görünmez olur. Nedir o görünmeyecek olan? Irkçılığın bizzat sistem eliyle/bilinciyle inşa edilebilen bir fikriyat olduğudur; hem de her gün milliyetçilik potasında yeniden üretilebilen cinsten…

Evet, “Hatırlamamız gereken ilk şey; ırkçılığın bireylerin yaşadığı bir tür ‘zihinsel tuhaflık’ ya da bir ‘psikolojik bozukluk’ olmadığını anlamaktır. Irkçılık, bir ırkın diğeri üzerine uyguladığı sistematik baskıdır,” James Boggs ile Grace Lee Boggs’un altını ısrarla çizdiği üzere!

Albert Einstein’ın, “Milliyetçilik çocuksu bir hastalık. İnsanlığın kızamığı”; Samuel Johnson’un, “Milliyetçilik, bayım, şerefsiz bir politikacının son sığınağıdır”; William Inge’nin, “Millet, ataları hakkındaki sanrıyla ve komşularına karşı ortak nefretle birleşmiş toplumdur,” diye tanımladıkları güncel soru(n), ırkçılığın döl yatağı milliyetçilik, hâlâ gündem maddesidir.

İngiliz yazar Charles Kingsley’i, XIX. yüzyılda İrlandalıları tarif ederken, “Beyaz şempanzeler görmek kaygılandırıcı, kara olsalar hadi neyse anladık insanın içi yanmaz öyle olsa ama derileri bir de aynı bizimki kadar beyaz,” deyişindeki zihniyetin; XXI. yüzyılda da gündemde olduğu varitken; Erwin Schrödinger’in, “Her ne kadar oldukça güçlü egoistler olsak da, birçoğumuz, milliyetçiliğin daha çok vazgeçmek zorunda olduğumuz bir ahlâksızlık olduğunu görmeye başladı”; Carl Sagan’ın, “Ne ırkçılık, ne de din eskisi gibi işlememeye başladı. Dünya’yı tek bir organizma olarak gören yeni bir bilinç gelişti,” tespitleri karşılıksız “iyimserlik”ten başka bir anlam taşımamaktadır.

Bu durumda gerici, totaliter ve/veya faşist bir sağ dalganın dünyanın her yerinde yükselişte olduğunu kim inkâr edebilir ki?

Söz konusu realite, yerkürenin yarısına hâkim olmuş durumda. En bilinen örnekler şunlar: Trump (ABD), Modi (Hindistan), Orbán (Macaristan), Erdoğan (Türkiye), IŞİD (İslâm Devleti), Salvini (İtalya), Duterte (Filipinler) ve Bolsonaro (Brezilya).

Ama bir sürü başka ülkede de, henüz bu kadar açık tanımlanamasalar da, bu trende yakın hükümetler var: Rusya (Putin), İsrail (Netanyahu), Japonya, Avusturya, Polonya, Burma, Kolombiya vs…

Bunları “popülizm” olarak nitelemek, faşist özelliklerini gölgelemekten başka bir işe yaramıyor!

Bu dalganın “düşman” -yani günah keçisi- olarak tanımladıkları ise, Müslümanlar ve/veya göçmenler; bazı Müslüman ülkelerde, dinî azınlıklar (Hıristiyanlar, Yahudiler, Êzîdîler).

Bazı örneklerde yabancı düşmanı milliyetçilik ve ırkçılık ağırlıkta, diğerlerinde ise kökten dincilik ya da sol, kadın ve eşcinsel nefreti.

Görüldüğü gibi çeşitlilik söz konusu, ama hepsi değilse bile çoğunluğun paylaştığı bazı ortak özellikler de var: Otoriterlik, köktenci milliyetçilik- “Deutschland Über Alles/ Her şeyin Üstünde Almanya” ve onun yerel varyantları: “America First/ Önce Amerika”, “O Brasil Acima de Tudo/ Her Şeyden Önce Brezilya” vb…

Ayrıca dinî veya etnik (ırkçı) hoşgörüsüzlük, toplumsal sorunlara ve suça karşı tek yanıt olarak polis/ordu şiddeti…[4]

Bu tabloda kapitalizmin, kriz dönemlerinde faşizm, darbeler ve totaliter rejimleri sürekli ürettiği akıldan çıkartılmamalı.

Yani ırkçı, faşist eğilimlerin kökenleri sistemde yatıyor; buna alternatif de radikal, yani köklü, sistem karşıtı olmalıdır.

Çok önceleri, 1938’de Max Horkheimer, “Kapitalizm hakkında konuşmak istemiyorsanız, faşizm hakkında söyleyebilecek bir şeyiniz kalmaz,” diye hatırlatmamış mıydı?

O hâlde bugündeki hâli Enzo Traverso’nun, “Yeni sağ melez bir oluşum; faşizme dönebileceği gibi yeni bir muhafazakâr, otoriter ve popülist demokrasi biçimine de evrilebilir,”[5] türünden “hayırhah” bir lafazanlıkla ele almak kabili mümkün değildir. Nihayetinde “muhafazakâr, otoriter ve popülist demokrasi” ile faşizm arasındaki sınırların son derece muğlak ve kaygan olduğunu XX. yüzyıl faşizmlerinin tarihi bize göstermedi mi?

Bugün(ler)de faşizm(ler) de kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasındaki üzere eşitsiz gelişip, düz bir çizgi izlemiyor. Somuttaki biçimler incelendiğinde görüldüğü üzere, temel niteliği tekelci sermayenin gereksinimleri doğrultusunda biçimlenmesidir. Yani ırkçılık ve faşizm süreçleri kapitalist gereksinimin ürünüdür.

Mesela “Amerika Cumhurbaşkanı Theodor Roosevelt bir faşist olan Mussolini’yi ‘hayranlık uyandıran İtalyan beyefendisi’ şeklinde tanımlamıştı. Faşistler işçi hareketini, sosyal demokrasiyi ve komünist solu ezmekte başarılı oldu. Ve bu da Batılı düşüncenin hayli lehine bir durumdu. Batılı iş çevreleri ve ABD Dışişleri Bakanlığı 1937’de Hitler’i ılımlı olarak tanımlıyordu!”[6]

Ve yine örneğin, “Geçmişte, Almanya’da Hitler, iktidara gelebilmek için tekelci sermaye ile anlaşmış, desteğini almıştı. Bugün AfD (“Almanya için Seçenek” isimli faşist parti) benzer bir taktik izlemeye çalışıyor.”[7]

Nicos Poulantzas’ın, burjuvazinin saldırıya, işçi sınıfının savunmaya geçtiği durumlar olarak tanımladığı faşizm (ve ırkçılık), bugün(ler)de kitlelerin desteğini ırkçı, milliyetçi, seçkin düşmanı sloganlarla kültürel düzeye kilitleyip, düzen partilerinin liberal demokrasi söylemlerini aşamayı dener ve sınıflar mücadelesinin seyrine göre biçimlenirken; ideolojik harç olarak kullanılan öğeler de çeşitlilik gösteriyor.[8]

Milliyetçiliğin, ırkçılığın yanında etnik, dinî vb. farkların kaşınması, bu konuda toplumun kutuplaştırılması, faşizmin en yaygın biçimde karşılaşılan özelliklerindendir.

Mesela Macaristan’da 2010’da göreve gelen Viktor Orbán, ülkeyi otoriter bir yöne çekiyor. ‘İnsan Hakları İzleme Örgütü’ Orbán’ın hukukun üstünlüğünü ve temel insan haklarını çiğnemekle kalmadığını, ayrıca göçmen, Müslüman ve yabancı karşıtı politikalarla sivil toplumu hedef aldığını söylüyor;[9] bu arada Orbán’ın partisi FIDESZ seçim sistemini kendine göre değiştirdi. Medyaya ciddi bir sansür getirdi. Yaratılan yeni burjuvazi medya kuruluşlarını satın aldı. Başsavcılıktaki görevlerin hepsini parti üyelerine verdi. Haksız kazançlar off shore hesaplarına aktarıldı. Partinin eski finansörü Soros, şimdi yeni “düşman”![10]

Orbán’ın hikâyesi oldukça öğretici; bir de şunu ekleyelim: “İki milyonu gammazcı, seksen milyonu gammazlanan bir ülke olmuş vatanım. Yurdum suçlularla dolu. Baba oğluna gerçeği söyleyemez, tevkif ederler yoksa. Doktorlar ölüm nedenini gizlemek zorundadır raporlarında, tevkif edilirler yoksa.

Okuldaki öğretmen bile tarihi değiştirmek zorundadır.

Büyük ‘önder’i gerçeğe uygun anlatmazlar, tevkif edilirler.

Ya biz ozanlar? Kodesi boylamamak için zararsız mısra ararız. Nereye baksam, yurttaşlarımın ezildiğini, yok edilmek istendiğini görüyorum. Ne yapmak istiyor bu zorbalar?” diyen Bertolt Brecht’in uyardığı üzere:

“Faşizmi doğuran kapitalizme karşı tek sözcük bile söylemek istemeyen kişi, karşı olduğu faşizmin hakikâti üzerine nasıl konuşabilir? Bu konudaki hakikâti dile getirmek nasıl yararlı bir sonuç doğurabilir? Kapitalizme karşı çıkmadan faşizme karşı çıkan kişiler, danadan kendilerine düşen payı büyük bir iştahla tıkman, ama danacıkların kesilmesine karşı çıkan insanları andırıyorlar.”[11]

Çünkü Georgi Dimitrov’un anlattığı gibidir her şey, hâlâ:

“Faşizm sermayenin emekçi halk kitlelerine yöneltebileceği en azgın saldırıdır;

Faşizm dizginlenmemiş bir şovenizm ve yağma savaşıdır.

Faşizm kudurmuş bir gericilik ve bir karşı devrim hareketidir;

Faşizm işçi sınıfının ve bütün emekçi halkın en korkunç düşmanıdır.”[12]

İşaret ettiklerimiz çerçevesinde toparlarsak: Eric J. Hobsbawm’ın, “Büyük çöküş olmasaydı faşizm dünya tarihinde bu kadar önemli hâle gelir miydi? Muhtemelen, hayır. (…) Hitler’i siyasetin kıyısında kalmış bir fenomenden ülkenin önce potansiyel sonra fiili efendisi hâline getiren, açıktır ki, Büyük Çöküş idi,”[13] notunu düştüğü faşizm, milleti ya da ırkı homojen, organik bir birlik olarak kültürel açıdan yüceltip diğer tüm kavramlardan üstün tutan aşırı sağ bir ideolojidir. Faşizm kavramı, genel anlamıyla baskıcı, otoriter, ırkçı ve antidemokratik özelliklerden hepsini ya da bazılarını taşıyan yönetimleri, sistemleri tanımlamak için kullanılır.

Kuşkusuzdur ki faşizmin ve her ırkçı, faşist gelişmenin bir amacı vardır. En genel anlamda bu amaç iktidar-devlet ve sermaye tekelinin tahkimatıyla sömürü sisteminin devamlılığının sağlanmasıdır.

Baskı, şiddet, savaş, işgal, soykırımlar vb. tüm ırkçı, faşizan uygulamalar amacın geliştirilmesinde birer araç konumundadırlar. Sömürü sistemi amaçlarını gerçekleştirmede zorlanma ve tıkanma yaşadığında faşizm dediğimiz yöntemler bütünlüğüne başvurur. Bu çerçevede ırkçılık ve faşizmi sadece baskı, şiddet vb. uygulamalar şeklinde ele almak yanlış ve yetersiz bir yaklaşım olmaktadır.

Umea Üniversitesi tarih doçenti Lena Berggren’ın, ‘Sahi Nedir Faşizm?’ başlıklı yapıtına göre, faşizm her zaman olumsuzlanmaz, arzu kitlesi yaratır ve son derece rasyonalize etmeye yatkındır. Bu süreç, zamana yayılan iknalar sürecidir.

Berggren, faşizmi 4 temel unsur üzerine kurar:

Birincisi, “yeniden doğuş” miti! Bu mit elbette ultra milliyetçi hezeyanlar üzerinden inşa oluyor.

İkinci unsur için Lena, “Faşistler 1800’lü, 1700’lü ya da 1600’lü yıllara geri dönmek istemez; faşizm liberal ve çağdaş olana bir reaksiyon olarak yine bunların üzerine inşa edilir ancak gelişmeler doğru yöne çekilecektir,” der.

Üçüncü unsuru: “Yeni bir toplum yapısı”dır. Bu temaların ilki, “milli birlik” denen şeydir… Kişinin mikro faşizm ölçeğine alınma aşamasıdır. Her şey kontrol edilir. Toplum karşıtı ne varsa yaşamsallaşır. 1984 romanında ana karakterin dediği gibi, “Bana itaat etmen yetmez, beni seveceksin, düşüncene koyacaksın!”

Dördüncü unsuru: “Yeni bir insan yaratmaktır”

Faşizmin diğer tipik özelliği, “Yasal ve parlamenter yoldan gerçekleşir. Önemli olan toplumun temelden değiştirilmesidir. Faşizme göre eski yapılar devrilince yeni bir düzen yaratılacaktır. Faşizm savaş ve şiddetin yeni insanı şekillendirdiğine inanır. Savaşın zorluklarına meydan okumak yeni faşist insanı yaratır,”[14] olmaktır…

Evet, “Dinci ve ırkçı paranoya, gerçekten kopmuş ideolojik sistemler üretiyor”ken; “Yeni Ortaçağlar”, “Yeni Karanlık Çağlar”, “Yeni Feodalizm” biçiminde adlandırılan tarihin sıkıştı(rıldı)ğı bir kesitten geçtiğimiz, doğrudur!

Bu durumda tarihi üretenin kötü yanı olduğu bir kez daha anımsanmalıdır!

TARİHİ ÜRETEN KÖTÜ(LÜK) YANI: IRKÇILIK

“… ‘Aşırı milliyetçilik’ diye bir şey yoktur, ‘Avrupa milliyetçiliği’ vardır. Avrupa’da bugün yükselen ise milliyetçilik değil, sağ popülizmdir,”[15] türünden (“anti-emperyalizm” taklidi) “ulusal solcu” zırvaya prim vermeden; her milliyetçiliğin ırkçılığa, faşizme kapı açtığının altını bir kez daha çizelim.

Yerkürede olduğu gibi, bizde de, Avrupa Birliği’nde (AB) de böyle bu…

Örnek mi? Merkez sağ ve merkez sol grubun gerileyip, aşırı sağın yükseldiği Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine göz atmak yeterlidir. İtalya’da Matteo Salvini’nin liderliğindeki Lig, Fransa’dan Marine Le Pen liderliğindeki aşırı sağcı partilerin üye olduğu ‘Avrupa Uluslar ve Özgürlük Grubu’ (ENF) sandalye sayısındaki artış dikkat çekicidir.

Mesela “Franco hayaleti dönüyor”[16] uyarısı dillendirilen İspanya’daki sol partilerin, Endülüs özerk yönetiminde 36 yıllık sosyalist iktidarı yıkan sağ partilerin yükselişine ve yerel seçimlerde ilk kez parlamentoya giren aşırı sağ görüşlü Vox partisine karşı “aşırı sağı durdurun” çağrısı yapması[17] gibi…

Khaled Diab’ın, “Almanya’da gazetecilik yapan bir arkadaşım, ‘Burada yalnızca ırkçılığa değil, sağcı aşırılığa dair de müthiş bir körlük var’ diyor. ‘Almanya’da aşırı sağ uzun süredir problem. Bence Almanlar bundan rahatsız olmuyorlar, en azından İslâmcılardan rahatsız oldukları kadar değil – bu batı yarımkürenin her yerinde böyle,’ diyor.

Örneğin bir grup eğitimli askerin ‘X Günü’ adını verdikleri bir tarihte, Almanya’daki solcu ve Yeşil Partili siyasetçilere yönelik suikast planı yaptıkları ortaya çıktı. Bu teröristler cihatçı değil, Alman ordusunun eğitimli komandolarıydı. 1100 kişilik elit ‘Kommando Spezialkräfte’ (KSK) biriminden 200 asker, Yeşil Parti lideri Claudia Roth, Dışişleri Bakanı Heiko Maas ve eski Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’u öldürme planı yapmışlardı,”[18] diye resmettiği Almanya’da “Kamuoyu araştırmaları Alman seçmenlerin üçte birinin popülist (ırkçı) düşüncelere sahip olduğunu gösteriyor. Geriye kalan üçte iki için de ‘bunlar demokrat’ demek doğru değil. Temel sorun, AfD gibi nefret söylemini tüketen partiler için kullanılan ‘ideolojik oy’ oranlarının artıyor olması… Protestocu seçmenin oylarını toplayan konjonktürel bir siyasi oluşum aşamasını tamamlayarak, argümanlarıyla merkez siyasete yerleşen ideoloji partisi hâline dönüşüyor.”[19]

‘Bild’in haberine göre, AfD’nin 35 bin kayıtlı üyesinin 2 bin 100’ü profesyonel asker. Federal Meclis’te ve eyalet meclislerinde yer alan milletvekilleri arasında çok sayıda ‘ihtiyat’ subayının bulunduğu da biliniyor.[20]

Ve İngiltere’de İçişleri Bakanlığı’nın 2017-2018 raporunda “Irk” eksenli nefret suçları toplamın yüzde 71’i; Bunun içinde ten renginden milliyete, etnik kökene kadar her şey artı mülteci veya göçmenlikle ilgili durumların tamamı yer alıyor…[21]

Ve yine İngiltere’de beyazlarla, aynı işi yapan siyahlar, Asyalılar ve etnik azınlıklar arasında ciddi gelir adaletsizliği söz konusu.

Araştırmaya göre beyazlar, kendileriyle aynı işleri yapan diğer çalışanlardan yıllık olarak toplam 3 milyar 200 milyon sterlin daha fazla kazanıyor. İngiltere’de siyah, Hintli, Pakistanlı, Bangladeşli ve diğer etnik gruplardan 1.9 milyon çalışan bulunuyor.

‘Resolution Foundation’un farklı iş dallarındaki araştırmasına göre, aynı işi yapan üniversite mezunu bir siyah ile beyaz arasında saatlik ücret farkı 3.90 sterline kadar çıkabiliyor. Bu maaşlarda yüzde 17’lik bir fark olduğu anlamına geliyor. Pakistan ve Bangladeşli üniversite mezunlarına yüzde 12, yani saatte 2.67 sterlin daha az ödeme yapılıyor.

Ayrıca Londra Belediye Başkanı Sadiq Khan’ın kentteki kamu çalışanlarının maaşları üzerinde yaptırdığı inceleme de siyah, Asyalı ve etnik azınlık gruplarından çalışanların maaşlarının ortalamanın yüzde 37 altında olduğunu, özellikle polis maaşlarında ciddi farklar bulunduğunu ortaya koymuştu.[22]

Ya ABD?!

Resmiyette “kölelik” müessesesinin 1862’de kaldırılmış olmasına karşın (Abraham Lincoln, Amerikan İç Savaşı, Özgürlük Bildirgesi), “Beyaz Adam” daha en az 100 yıl kadar “Siyahlar Giremez” tabelalarını canının istediği yere asmayı sürdürdü; bugün de George Floyd’un nefesini kestiği üzere…

Elbette bunun nedeni sistematik ırkçılığı besleyen kapitalist sistemdir. Hatırlanacak olursa XVII. yüzyılın başından itibaren köle tacirlerinin Afrika’da insanları avlayıp gemilerin sintinesinde Amerika’ya taşıdığı kesitte ihya oldu kapitalizm!

Ekonomisi köle emeğine dayalı Güney eyaletleriyle “sanayi devrimi”nin etkilerini yaşayan Kuzey eyaletleri arasında 1861’de başlayan iç savaş 1865’te Kuzey’in zaferiyle sona erdi.

Ancak savaştan sonra siyahîlerin özgürleşeceğini sananlar yanıldı. Kölecilik bitmişti güya! Ama iktidar siyahîlerin eşit haklara sahip yurttaşlığını kabul etmemek için direniyordu. Savaştan hemen sonra düzenlenen yazılı ve yazısız “ayrımcılık yasaları”nda (segregation) çok acayip maddeler vardı:

• Siyahlar işçi olarak çalışabilmek ve bir evde barınabilmek için yıllık kontrat yapmak zorundadır. Bir işverenle kontratı olmayan siyahîlerin başka bir işe başvuru hakkı da yoktur. Bir siyah eğer yılın ilk günü (1 Ocak) resmî kontrat çerçevesinde bir evde barınmıyorsa, herhangi bir eve kiracı ya da ev sahibi olarak giremez!

• Siyahlar işverenin izni olmadan yerleşim biriminin (kasaba, şehir vs.) dışına çıkamaz!

• Siyahlar işverenin veya belediyenin izni olmadan satış yapamaz!

• Siyahlar, yaşı ne olursa olsun beyazlara daima “Beyefendi”, “Hanımefendi”, “Genç efendi” ya da “Patron” şeklinde hitap etmek zorundadır. Beyazlar kendilerine hitap ettiğinde “Buyurun efendim” biçiminde yanıtlamak suçtu.

Kölelik zamanında olduğu gibi, güya özgür oldukları günlerde de siyahîler toplumun dibine itildi. Beyazlara yemek yapabiliyorlardı ama aynı masada oturmaları yasaktı.

Aynı otobüse binebilirlerdi ama hep arkada oturmak zorundaydılar.

Aynı mahallede yaşayamaz, aynı okul ve kiliseye gidemezlerdi.

Siyahîler en temel haklarına çok çabayla, çok acıyla, çok can kaybıyla ancak, 1960’larda ulaşabildiler.

Ve tüm bu tarihsel gerçeklere rağmen, üniversitede “zencilerin zekâ testleri” başlıklı çalışma yayımlanabiliyordu.

Bir de George Floyd’lar hep oldu!

Trump’lı ABD’nin, “Apartheid”ın Güney Afrika’sından pek farklı olduğunu söylemek mümkün değil…

“Irkçılık rejimine karşı kan pahasına mücadelelerle yeniden inşa edilen Güney Afrika Cumhuriyeti, yozlaşma ve çürüme süreçlerine battıkça ırkçılık da yeniden hortluyor”ken;[23] Ceyda Karan ekliyor:

“Güney Afrika Cumhuriyeti, kapitalizmin insanları özgürce emeklerini pazarlayabilecekleri işçilere bile dönüştüremeyip, ‘ötekinin’ lehine ‘renge boyadığı’ diyar… Kıtanın güney ucunda, beyaz Afrikaner azınlığın ırkçı apartheid rejiminin sonu, ancak XX. asır bitmekteyken, 1994’te gelebilmişti. ‘Gelişmekte olan’ BRICS ülkeleri arasında imrenilen Güney Afrika’nın hâli, pek çok meseleyi sorgulamak için fırsat. Şu günlerde uluslararası gündeme mal olan ‘toprak mülkiyeti’ tartışmaları, kör göze parmak misali…

Durum şu: Sömürge döneminden kalma 1913 yasası, siyahların yaşadıkları kent varoşları ve kırsal özel rezerv alanları dışında mülk sahibi olmasını yasaklıyordu. 1994’te apartheid bitince ‘gönüllü satıcı-gönüllü alıcı’ formülü ile çözüme çalışıldı, işe yaramadı. 24 senede beyaz çiftliklerin yüzde 10’dan azı siyahlara geçti. Zira beyazlar geniş topraklarını satmaya razı gelmezken, siyahların alacak parası yoktu.

Düşünün, 54 milyonluk ülkede toprakların sadece yüzde 10’u devletin elinde! Yüzde 90’ın yüzde 39’u özel şahısların, yüzde 31’i tröstlerin, yüzde 25’i şirketlerin, yüzde 4’ü kabilelerin, yüzde 1’i ise ortak mülkiyetin. Tarım alanları ve çiftliklerin yüzde 72’si, yüzde 7’lik beyaz Afrikanerlerin kontrolünde. Sadece yüzde 15’i renkli vatandaşların, yüzde 5’i Hint azınlığın, yüzde 5’i de Afrikalıların.

Güney Afrika yoksulluk ve eşitsizliğin tavan yaptığı ülke. Kamu hizmetleri zayıf, işsizlik yüzde 30’a yakın, gençlikte yüzde 68! Ülke adeta vasıfsız emek cenneti. Okuma-yazma oranı düşük. Yoksulluğun getirdiği suç oranları yüksek. HIV virüsüyle yaşayanlar cabası.”[24]

IRKÇIĞIN KAPİTALİZMLE BAĞI

Irkçılığın kapitalizmle ilişkisi, kapitalizmin şafağı merkantilist sömürgeci/korsanlığa kadar uzanır ki, kölecilik de buna mündemiçtir. Ve bugün yıkılan heykellerde öteki(leştirilen)lerin gerçeği kayıtlıdır.

Örneğin Nick Robins ‘Doğu Hindistan Kumpanyası’nı (DHK) anlattığı yapıtında, DHK’nın baş karargâhının vaktiyle bugünkü Londra Borsası’nın olduğu Leadenhall Sokağı’ndaki DHK’den geriye hiçbir iz kalmadığına dikkat çeker; tarih ve kültür mirasına önem atfeden bir kentte bunun acayipliğine işaret eder.

“DHK’nin tarihi Londra’dan neden silinmiş olabilir,” sorusunun peşine düşen Robins, Hindistan’ın Büyük Britanya İmparatorluğu tarafından fethinin temellerini atan bu şirketin “serbest ticaret” adına, nasıl yağma, yolsuzluk ve bir sömürü düzeni kurduğunu hikâye ediyor, Adam Smith, John Stuart Mill, David Hume, Edmund Burke gibi önemli düşünce insanlarının bu düzenle nasıl iç içe geçtiğini anlatıyordu.[25]

DHK, özetle sadece bir şirketin değil, bir düzenin adıydı ve tarihin tüm çakıl taşlarını özenle muhafaza eden bir ülkede, kuşbakışı panoramadan ayıklanıp bir şekilde yok edilmişti.

Büyük Britanya İmparatorluğu’nun sömürgecilik düzeniyle örtüşen DHK’nin evet bugün izi kalmamış, ama sömürgeciliği inşa eden bireylerin heykellerinden tasarruf edilmemiş.

Edward Colston, Henry Dundas, Robert Clive, Robert Milligan, James Penny… Bunların hepsi köle ticaretiyle nam salmış, adlarını şimdiye dek duymadığımız isimlerdi ve İngiltere’nin dört bucağına heykelleri konulmuş, isimleri sokaklara verilmişti.

Köle tüccarı James Penny, Beatles’ı çıkaran Liverpool kentinde örneğin ünlü müzik grubunun -aynı isimdeki bir sokağın adından- Penny Lane şarkısına ilham olmuştu. Düne kadar Beatles’la özdeşleşen Penny Lane Sokağı’nın üstünde “Irkçı Lane” yazıyor artık…

Edinburgh kentindeki Robert Clive’ın heykeli de yok artık, yıkıldı. Peki o kim? Doğu Hindistan Kumpanyası’nın lider bir yöneticisiydi.

Hemşerisi Clive gibi gene Kumpanyanın öncü isimlerinden olan Henry Dundas’ın Edinburg’a hâkim heykeli de “yıkılası heykeller” listesinde sayılıyor.

Ya Edward Colston kim? O da imparatorluğun Atlantik tarafında köle trafiğini yöneten bir tacir, XVIII. yüzyılda Amerika’ya 84 bin köle taşıyarak servetine servet katmış. Kazandığı paralarla kenti Bristol’u hastaneler, okullar, bakımevleri ile donatmış. Bristollular da bu hayırsever(!) yurttaşın heykelini inşa etmişler. Colston’un heykeli de yok şimdi. Geçenlerde vaktiyle Bristol Limanı’ndan köle ticareti yaptığı Atlantik Okyanusu’nun sularına terk edildi…

Bugüne değin sade İngiliz kamuoyunun tanıdığı bu isimlerin yanında Churchill ve Cecil Rhodes gibi tarihe yön veren şahısların heykelleri de keza sallanıyor.

Zambiya ve Zimbabwe’yi oluşturan eski Rodezya’nın mutlak hâkimi Cecil Rhodes’ın Oxford Üniversitesi’ndeki heykeli de bizzat, “alın şunu buradan!” baskısı altında.

Londra’nın Parlamento Meydanı’ndaki Churchill heykeli öyle ki polis çemberiyle korunuyor.[26]

Hatırlanacağı üzere: Bristol’daki XVII. yüzyıl köle taciri Edward Colston’un heykelinin yerinden sökülerek nehre atılmasına, Londra’da ise eski başbakan Winston Churchill’in heykeline “o bir ırkçıydı” ifadesinin yazılmasına tanık olunmuştu. Churchill, Muhafazakâr Parti Lideri, Bahriye Bakanı, Maliye Bakanı, Harbiye Bakanı koltuğundaydı, 1940-1945 ve 1951- 1955 arası iki dönem Başbakan idi. BBC Churchill ile ilgili derleme yayınladı.

Churchill, 1937’deki Filistin Kraliyet Komisyonu’nda yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Amerika’daki Kızılderililere ya da Avustralya’daki siyahlara (Aborjinlere) karşı büyük bir yanlış yapıldığını kabul etmiyorum. Daha güçlü bir ırkın, daha yüksek seviyeli bir ırkın, dünyevi olarak daha bilge bir ırkın gelip onları yerlerinden etmesi gerçeğiyle bu insanlara karşı yanlış yapıldığını kabul etmiyorum.”

Churchill, Kürtlere ve Afganlara karşı kimyasal silah kullanımını savunmakla eleştiriliyor. Irak’taki Kürtlerin üstünde İngiliz uçakları bomba yağdırdı. 1919’da Savaş Bakanı olarak görev yaparken, “Gaz kullanımı konusundaki bu çekingenliği anlayamıyorum” diye yazmıştı. “Medeniyetsiz kabilelere karşı zehirli gaz kullanımını kuvvetle destekliyorum. Büyük rahatsızlığa yol açıp terör yayacak, ama etkilenenlerin çoğu üzerinde ciddi bir kalıcı etki bırakmayacak gazlar kullanılabilir.” 1943’te hâlâ İngiltere’nin sömürgesi olan Hindistan’ın kuzey doğusundaki Bengal bölgesinde büyük bir açlık baş göstermişti. Bunu esas olarak 1942’de Japonya’nın Burma’yı (şimdiki Myanmar) işgalinin tetiklediği belirtiliyor.

En az 3 milyon kişinin ölümüne yol açan bu açlıkta Chruchill’in eylemlerinin ya da eylemsizliğinin rol oynadığı belirtilerek eleştiriliyor. ‘Churchill’s Secret War’ kitabının yazarı Madhusree Mukerjee, Churchill’in Hindistan’a buğday göndermeyi reddettiğini söylüyor. Churchill açlık nedeniyle Hintleri suçlamış, “tavşan gibi ürüyorlar” demişti. Churchill, Hindistan’ın bağımsızlık lideri Mahatma Gandhi için 1931’de şu ifadeleri kullanıyor: “Bu asi avukatın sarayın merdivenlerini yarı çıplak bir hâlde adımlaması ve şimdi bir Hint fakiri gibi poz vermesi endişe verici ve mide bulandırıcı.” Daha sonra bir kabine toplantısında ise “Gandhi, sadece açlık grevi tehdidi nedeniyle serbest bırakılmamalı. Ölürse kötü bir adamdan ve İmparatorluk düşmanından kurtulmuş oluruz” diyor. 1899’da yazdığı ‘The River War’ adlı kitapta Churchill şöyle diyor: “Muhammedciliğin ateşli taraftarlarına yüklediği lanetler ne korkunç! Bir insanda köpekteki kuduz kadar tehlikeli olan fanatik çılgınlığın yanı sıra, dehşetli bir kaderci umursamazlık da var.” Churchill Savaş-Havacılık Bakanıyken İrlanda Cumhuriyet Ordusu’na (IRA) karşı savaşmak üzere oraya üniforma renkleriyle anılan ve aşırı şiddet kullanmalarıyla kötü ün yapan “Black and Tans” (Kara ve Taba) özel birliklerini gönderdi.

Martin Gilbert’in resmi Churchill biyografisinde de, “İki petrol şirketinin -Royal Dutch Shell ile Burmah AngloPersian Oil Company (BP)- birleşmek üzere hükümete yaptığı başvuruyu desteklemesi karşılığında 5000 sterlin aldığı” ifade ediliyordu![27]

O hâlde ırkçı olmayan bir kapitalizm yoktur. Kapitalizm en “liberal” gözüktüğü noktada dahi, ırkçılığın hedefi hâlindeki grupların işgücünü ucuza kapatmaktan, onları kölelik koşullarında çalıştırmaktan ve yaşamaktan geri durmaz. Ve de ırkçılık ve faşizm ne “zehir”, ne “hastalık”, ne de “münferit ideoloji” değilken; herhangi bir ırkın ya da etnisitenin başka toplumsal gruplar karşısında üstünlüğünü savunan, ırk ya da etnisite temelinde kurulan ortaklıkları esas alan kolektif çıkar tanımları yapan tüm görüş, düşünce ve yayınlar suç sayılmalıdır.

Çünkü genetik alanında yapılan araştırmalar gösteriyor ki, insan tek bir türdür. Farklı kıtalarda yaşayan insanların DNA’sı incelendiğinde, en fazla yüzde 0.5 oranında farklılık gösterdiği ortadadır. Daha ilginç olanıysa söz konusu farklılığın yüzde 86-90’ı aynı türden gelen insanlar arasında gözlemlenmesidir.

Yani farklı soylardan gelen insanları birbirinden ayıran genetik farklılıklar yüzde 0.5’lik farkın sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Örneğin bir siyahî ile bir Japon arasında ya da bir Hindu ile Kanadalı arasındaki genetik fark yalnızca yüzde 0.05, en fazla yüzde 0.07. Bu da demek oluyor ki “ırk”lar arasındaki farklılıklar, aynı “ırk” içindeki farklılıklardan daha azdır!

 “SONUÇ” YERİNE: MÜCADELE

Irkçılıktan, faşizmden söz edince, “Kapitalizmin iki yüzü/ Du aliyên kapîtalîzmê” hakikâtini, sakın ola “es” geçmeyin!

Alain Badiou’nun, “Liberal kapitalizm (…) vahşi, yıkıcı nihilizmin aracıdır”; Miguel D. Lewis’in, “Kapitalizm dindir. Bankalar kilise, bankacılar rahip, zenginlik cennet, fakirlik cehennem, mülkiyet kutsaldır. Para ise tanrı,” saptamaları ile Leo Huberman’ı kulağınıza küpe edin:

“Kapitalist ülkelerde bolluğun ortasında açlık, varlığın içinde kıtlık, zenginliğin hemen yanında yoksulluk vardır.” “Kapitalist sistem akıl dışıdır.” “Kapitalizmin en büyük israfı da savaştır.”

“Tekelci kapitalizm, mal ve sermaye fazlası için alan bulmak zorundadır ve tekelci kapitalizm var oldukça yeni savaşlar sürecektir.” “Emperyalizm savaşa yol açıyor.”

“Hiçbir emperyalist ulus masum değildir.” “Eli temiz kalmış tek emperyalist ulus yoktur.”

O hâlde George Bernard Shaw’ın, “Irkçılık, beyinsizliğin şeytani ve psikopatça bir formu,” dediği çılgınlık karşısında, “Gabriel Péri’nin Gestapo hapishanesinde dediği gibi, ‘Türkülü yarınlar’ düşüncesi”ni[28] diri tutmak için Charlie Chaplin’in sözlerini anımsayalım: “Bu hayatı olağanüstü bir mutluluk serüvenine çevirecek olan sizlersiniz. Öyleyse, insanlık ve demokrasi adına bu gücü kullanalım ve milliyetçilik hastalığına karşı birleştirelim. Din, dil, ulus ayrımcılığı olmayan yeni bir dünya yaratalım”!

Gerald Allen Cohen’in ifadesiyle, “Irkçılık, işçi sınıfını böler ve toplumsal denetimi kolaylaştırarak kapitalist sistemin devam etmesini sağlar”ken; “İyi de nasıl” mı?

Gayet basit: “Liberal demokrasi faşizmin yükselişini durduramaz. Dün, 1922’de The New York Times, ‘Bavyera eyaletinde popüler bir lider yükseliyor’ başlığıyla Hitler’in Yahudilere, komünistlere, ayrılıkçılığa, hayat pahalılığına karşı görüşlerini aktarıyor, sonra da Yahudi düşmanlığının aslında ciddi olmadığını savunuyordu. Bu, kitleleri heyecanlandırmak için kullanılan bir söylemmiş; Hitler iktidara gelince başka etkin politikalar uygulayacakmış. ‘Çok tecrübeli bir politikacı’ The Times’a ‘Bunlar kitleleri hareket geçirmek için. Onlar senin gerçek amacını anlayamaz ki’ diyormuş.

Benim de aklıma, bir zamanlar biri, ‘demokrasi tramvayından’ söz ederken, ‘ılımlısı olmaz’, ‘ben değişmedim’ derken, birilerinin de ‘merak etmeyin yönetmeye başlayınca…’ diye başlayan savlarıyla korkuları yatıştırma çabaları geldi.

Hitler’in saçma sapan, birbiriyle çelişen düşüncelerle dolu Kavgam kitabı 1925’te yayımlandı. Sonra, Nazi Partisi hızla iktidara yükseldi. Hitler de o kitapta yazdıklarını uygulamaya koydu.

Thomas Mann’in işaret ettiği, Victor Klemperer’in de Nazi iktidarı sırasında tuttuğu güncelere dayanarak hazırladığı çalışmasında sergilediği gibi, bu saçma sapan düşünceler tekrarlana tekrarlana, Alman dilini ve kültürünü değiştirmeye başlamış. Yeni dil ve kültür ortamında artık bunlar insanlara o kadar saçma sapan gelmiyor, çelişkileri kolaylıkla açıklanabiliyormuş. Faşizm karşısında, liberal demokrasinin işe yaramazlığı da burada ortaya çıkıyor. Bu saçma sapan, çelişkili görüşleri, bu özelliklerinden dolayı muhatap alarak çürütmeye heveslenmek, bu görüşlere platform sunuyor, yayılmalarını kolaylaştırıyor. Arendt’in işaret ettiği gibi bu saçma sapan görüşler, liberalizmin ikiyüzlülüğüne karşı oldukları müddetçe, içlerindeki şiddet halk arasında bir erdem, açıkça ifade edilen kaba saba, argo ifadeler, cesaret örneği olarak algılanıyor.[29]

Sonuç olarak, faşist hareketin toplumsal dinamiklerini anlamaya çalışmakla, faşist bireyi anlamaya çalışmak arasında büyük bir fark vardır. Faşistlerle konuşarak, onları kazanmaya çalıştıkça, faşizmin görüşlerinin kitlelere ulaşması hızlanıyor. Bu sırada, liberalizmin ‘insani’, ‘rasyonel’, ‘demokratik’ düşünce ve savları da halkın bir kulağından girip öbüründen çıkıyor, çoğu kez alaya alınıyor.

Faşistlerle de diyalog kurulabilir savı, tam anlamıyla liberal bir fantezidir. Jacques Ranciere’in ünlü örneğinde olduğu gibi, iki kişi bir duvara bakıp ‘beyaz’ diyorsa, aralarında ‘beyazın’ tonlarına ilişkin bir diyalog kurulabilir. Biri beyaz öbürü siyah diyorsa, diyaloğun, tartışmanın zemini yoktur. Bu durumda tartışmakta ısrar etmek zaman kaybının ötesinde, çok tehlikeli siyasi sonuçlar doğurabilir.

Faşizme karşı mücadele, bir güç sorunudur. Faşizmin cazibesine kapılmış olanları etkilemeye çalışmadan önce, faşizmi anlamış, karşı çıkmaya karar vermiş olanlar bir araya getirilerek, faşizmin simgesel ve fizikî şiddetine direnecek, faşizmi durduracak, giderek yok edecek bir gücün inşa edilmesi gerekir. Ne yazık ki bu güç liberal demokrasinin savlarıyla, fantezileriyle ve pratikleriyle inşa edilemez.”[30]

Dedim ya, gayet “basit”! o

21 Eylül 2020, Çeşme Köyü


[1]    Nâzım Hikmet.

[2]    Catherine Clément, Şeytanın Orospusu, çev: Rıfat Madenci, Yön Yay.,1997.

[3]    Mine G. Kırıkkanat, “Diriliş: Engizisyon”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2020, s. 12.

[4]    Michael Löwy, “Aşırı Sağ: Küresel Bir Fenomen”, Yeni Yaşam, 1 Şubat 2019, s. 10.

[5]    Enzo Traverso, “Faşizm, Aşırı Sağ ve Liberalizmin Çatışkıları”, 16 Mayıs 2019… http://siyasihaber4.org/fasizm-asiri-sag-ve-liberalizmin-catiskilari

[6]    “Chomsky: Faşizm Günümüzdeki Aşırı Sağı Tanımlamak İçin Doğru Kavram Olmayabilir”, 25 Temmuz 2019… https://marksist.org/icerik/Dunya/12620/Chomsky-Fasizm-gunumuzdeki-asiri-sagi-tanimlamak-icin-dogru-kavram-olmayabilir

[7]    Ergin Yıldızoğlu, “Yeşiller Baş Düşman”, Cumhuriyet, 8 Haziran 2019, s. 11.

[8]    Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, çev: Ahmet İnsal, Birikim Yay., 1980.

[9]    Diren Deniz Sarı, “Trump ve Orbán’ın Nefret Kardeşliği”, Birgün, 15 Mayıs 2019, s. 5.

[10]  Gábor János Billay, “Tanıdık Hikâye: Orbán’ın Macaristan’ı”, Yeni Yaşam, 8 Ocak 2019, s. 8.

[11]  Bertolt Brecht, “Hakikâti Yazmada Beş Güçlük (1934)”, Karazin Edebiyat Dergisi, Şubat- Mart 2015, s. 4.

[12]  Georgi Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe, çev: Ali Özer, Evrensel Basım Yayın, 2005.

[13]  Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.

[14]  Kalle Johansson-Lena Berggren, Sahi Nedir Faşizm?, çev: Murat Özsoy, Ginko Bilim Yay., 2019.

[15]  Sinan Baykent, “Avrupa Seçimleri ve Milliyetçilik”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2019, s. 2.

[16]  “Franco Hayaleti Dönüyor”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2019, s. 7.

[17]  “İspanya Solundan Çağrı”, Cumhuriyet, 4 Aralık 2018, s. 7.

[18]  Khaled Diab, “Yerli Malı Aşırılıkçıların Yükselişi”, Birgün, 26 Kasım 2018, s. 5.

[19]  Özgür Çoban, “Halle Saldırısı ve Almanya Radikal Sağı”, Birgün, 12 Ekim 2019, s. 5.

[20]  Gürsel Köksal, “İkinci Bir NSU Daha mı Var?”, Birgün, 2 Mart 2020, s. 4.

[21]  İbrahim Sirkeci, “Nefret Suçlarında Artış”, Birgün, 4 Mart 2019, s. 4.

[22]  “İngiltere’de Siyahlar, Asyalılar ve Etnik Azınlıkların Maaşı Beyazlarınkinden Yüzde 10 Daha Az”, 28 Aralık 2018… https://www.bbc.com/turkce/amp/haberler-dunya-46689335

[23]  “Tarihin Büyük Trajedisi!”, Gündem, 3 Eylül 2015, s. 13.

[24]  Ceyda Karan, “Kapitalizm, Irkçılık ve Toprak Reformu”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2018, s. 11.

[25]  Nick Robins, Dünyayı Değiştiren Şirket, Doğu Hindistan Kumpanyası’nın Modern Çokulusluluğu Şekillendirmesi, çev: M. İnanç Özekmekçi, H2O Yay., 2017.

[26]  Nilgün Cerrahoğlu, “Hortlayan Sömürgecilik Tarihinin Hayaleti”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2020, s. 6.

[27]  “Churchill’in Irkçılığı’nı Yazdı”, Yeni Yaşam, 16 Haziran 2020, s. 7.

[28]  Prof. Ladislaw Stoll, Önsöz’den, Julius Fuçik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap, 2015, s. 6.

[29]  The Times’ın yorumunu ve Arendt’i anımsatan Adam Serwer, The Atlantic.

[30]  Ergin Yıldızoğlu, “Faşisti Anlamak ve Diğer Saçmalıklar”, Cumhuriyet, 25 Mart 2019, s. 11.

Maden işçileri verilmeyen hakları için Ankara’ya yürüyor Sınıf dayanışmasını yükseltelim!

“Bir tane kıçı kırık patrondan hesap sormayı beceremeyen devlet, gücünü bizde sınayacak.
Öyle mi?
Öyle mi alay komutanı?
Şimdi bize güç göstereceksiniz ha!
Ve biz de bundan korkacağız.
Vallahi de billahi de korkmuyoruz sizden…”

Bu sözler verilmeyen haklarını almak için Ankara’ya yürüyüşe geçen maden işçilerinin ağzından döküldü.

Karaman Ermenek’te bir yılı aşkın süredir maaş ve tazminatlarını alamayan Cenne ve Seba Maden Ocağı işçileri ile Manisa Soma’da 8 yıldır tazminatları ödenmeyen Uyar Madencilik işçilerinin direnişi devam ediyor.

Direne Direne Öğreneceğiz, Örgütlü Güç İle Kazanacağız!

Patronlara milyonlarca liralık vergi affını getirenler, işyerlerimizi virüsün merkezi haline getirecek şekilde hiçbir önlemi almayanlar, açlık sınırının altında asgari ücreti bize reva görenler, çocuklarımızın eğitimi için parasız tek bir adım atmayanlar, işyerlerinde işçi için alınması gerekli iş güvenliği malzemelerini yük görenler, “işten atmalar yasaklandı” diyerek günde 39 lirayı önümüze koyanlar, şimdi Maden İşçileri’nin karşısına çıkıyor.

Patronların, sermayenin ortak örgütüdür devlet. Onu biz, maaş bordrolarında, işyerinde kaybedilen uzuvlarımızda, hakkımızı aramak için sokağa çıktığımızda, sendikalaşmak istediğimizde, affedilen vergilerde, bizden çalınan hayatlarımızda görüyoruz.

Maden işçilerinin yürüyüşü 10. gününde. 10 gündür her gün, maden işçileri karşılarında devleti görüyor.

Soma Uyar Madencilik’te çalışırken 14 yıl önce iki gözünü kaybeden ve hala tazminatını alamayan maden işçisi “Azim Uyar’ın bir lafı vardı bize. Ben istemediğim müddetçe, benden para alamazsınız derdi. Buna yıllarca inanmadım. Bütün arkadaşlarımız da inanmadı. Çünkü, neden? Türkiye Cumhuriyeti’nde bir adalet vardır derdik. Ben şimdi anlıyorum, adalet de Azim Uyar, devlet de Azim Uyar. Şimdi Azim Uyar’ın sözüne inanıyor muyum? Bir nevi inanıyorum. Ama biz bir yola çıktık. Azim Uyar’ın bu sefer davasını sona erdireceğiz. Onların A planı, B planı, C planı vardı. İlk defada bizi oyuna düşürdü, ikinci defada bizi oyuna düşürdü, bu sefer düşmek yok, kazanacağız!” diyor.

Soma Uyar Madencilik’te çalışırken 14 yıl önce iki ayağını kaybeden ve hala tazminatını alamayan maden işçisi; “Yüzlerce Polis ve Jandarma’yla karşımıza dikildiler. Çevik Kuvvet mi gelecek, TOMA mı gelecek, kim gelirse gelsin, bizi öldürsünler. Benim kopan bacağım geri gelmeyecek. Ama biz hakkımızı alacağız.” diyor.

Direniş öğretiyor.

Sınıf Dayanışmasını Yükseltelim!

Evet, milyonlarca insan örgütsüzdür. Ve maalesef ki bu örgütsüzlük, kirletir. “Her koyunun kendi bacağından asılacağı” safsataları ancak örgütsüz isek anlamlı gelebilir. İki ayağını, iki gözünü madende çalışırken yitirenlerin, 13 aydır maaşını alamayanların, 14 yıldır tazminatlarını alamayanların, ciğerleri çürütülenlerin bu direnişini yaymak, büyütmek, seslerine ses katmak, insanlaştıracaktır.

Onlar, jandarmasıyla, TOMA’sıyla, Enerji Bakanı’yla, TKİ’siyle, Azim Uyar’ıyla hep beraber hareket ediyorlar.

Kazanmanın biricik yolu olarak direniş, birçok alanda büyüyor. Ve eğer bizler, olan direnişlerin ortak bir potada buluşup, daha organize, diğer sınıf katmanlarını içene alabilecek, büyüyüp yayılmasını sağlayacak bir örgütlülüğü yaratabilirsek, kazanacağız.

Bu örgütlülüğü yaratabilmek için, örgütlü güç ile kazanabilmek için, Kaldıraç’a katıl!

MADEN İŞÇİSİ YALNIZ DEĞİLDİR!
MADEN İŞÇİLERİNİN TALEPLERİ KABUL EDİLSİN!
YAŞASIN SINIF DAYANIŞMASI!

TC devleti ve tarikatlar

Uşşaki tarikatı şeyhi, bir genç kıza cinsel saldırıda bulunmuş. Ardından da utanmazca açıklamalar yaparak, işin ne kadar ileri gidip gitmediği konusunda “beyanlar”da bulunmuş.

Aslında bu taciz ve tecavüz olayları, tarikatlar söz konusu olduğunda istisna, az rastlanır olaylar değildir. Tersine, bunlar adeta kuraldır. Eski bir bakan, üstelik kadın, Ensar Vakfı olayı Karaman’da patlak verdiğinde, “bir kereden bir şey olmaz” demişti. Onlarca çocuğa yapılmış bu taciz, ailelerin para alması ile dava konusu bile olmadan kapatıldı. Şimdi, bu para alan ailelere sorsanız, “genelev”de çalışan bir kadını aşağılarlar. Kadın, bir emekçi olarak çalışmakta ve karşılığında ücret almaktadır. Muhtemelen 300-500 TL. Oysa Karaman’daki bu ailelerin para alanları, 10.000 TL almışlardır. Ve daha çok para aldıklarından olacak, kendi çocuklarının ırzına geçilmesine izin vermiş oldukları için, genelevde çalışan kadınlardan daha “namuslu” olduklarını düşünüyorlardır. Bu “namus”lu olma hâlinde, “bir kereden bir şey olmaz” diyen bakan ise en “üst” namuslu sayılmalıdır. İşte size Saray Rejimi’nin, tarikatların “namus” skalası.

Demek ki, tarikatlar söz konusu olduğu zaman, bu tecavüzler, kız ya da erkek çocuklara, istisna değildirler. Her gün yaşanmaktadır.

Hâl böyle olunca, Uşşaki tarikatının şeyhi de, her gün aşağı yukarı yaptığı şeyi yapmıştır. Ama bu kez olay patlamıştır. Neden?

Bu soruyu saçma bulmadan önce bir kere daha düşünün: Madem bunlar istisna değil, madem bu adamlar her gün bunu yapıyorlar, öyle ise, “olay” olan şey, tecavüzün olması değil, açığa çıkmış olmasıdır.

Acaba bu, tarikatlar arası kavganın bir sonucu mudur? Tarikatlar birbirine girer ve diğer tarikat, zaten her gün olmakta olan bir olayı, basına verir. Ya da, belki de MİT, devlet adına Uşşaki tarikatından bir “talepte” bulunmuştur ve kabul edilmeyince, olay basına verilmiştir.

Sanırım, sizlerin dikkatini çekmiş olmalıyım. Yoksa bu konuya ilişkin bir bilgimiz yok. Ama emin olun ki, her tarikatta, her allahın günü bu taciz ve tecavüzler gerçekleşmektedir. Tarikatlar ile devletin işleri de çok içli dışlıdır.

İşte bu vaka nedeniyle, biz işin, daha çok TC devleti-tarikatlar ilişkisi üzerinde durmak istiyoruz.

9 Eylül Üniversitesi’nde Prof. Dr. Esergül Balcı, bu konuda bir çalışma yaptı. 2018 tarihli bir çalışmadır ve sosyal medyada rahatlıkla bulunmaktadır. Balcı, Türkiye’de bugünkü durumu şöyle toparlıyor (özetleyerek alıyoruz):

– 30 tarikat silsilesi içinde alt kollara ayrılan tarikat sayısının 400’ü bulduğunu öne sürüyor.

– Sadece İstanbul’da 448 tekke, açıktan faaliyet sürdürüyor.

– 800 civarında medrese var.

– 1 milyon çocuk, tarikatların elinde eğitim görüyor.

– Tarikat üyesi olan veya faaliyetlere katılan kişi sayısı 1.1 milyon.

– Tarikatlara bağlı yurtlarda 210 bin öğrenci kayıtlı.

– Bu öğrenciler için, devlet, tarikatlara, öğrenci başına ayda 800 TL para ödüyor.

– 4 bini aşkın yurt var ve bunların yarısından fazlası, 2480 tanesi tarikatlarla bağlantılı.

– Medreseler, İstanbul, Siirt, Diyarbakır, Adıyaman, Batman, Mardin, Van, Hakkari, Şırnak, Muş, Gaziantep, Urfa ve Bitlis’te yoğunlaşmış durumdadır.

Daha önce kamuoyunda konuşuldu, Kaldıraç sayfalarına da yansıdı. Diyanet İşleri Başkanlığı, “Gizli” ibareli bir rapor yayınladı. Raporun adı şöyle: “Dinî-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Yönelişler”. Rapor toplam 226 sayfadır. Rapor, tarikatlara, “belirli bir İslam” yorumu ile bakıyor ve aslında “devletin” gözünün bu olması gerektiğini hissettiriyor. Yani, Diyanet İşleri, aslında “esas İslam” otoritesi olduğunu hissettirmek istemektedir. Bunun da, birçok tarikatın “doğru olan benim” iddiasından daha ileri bir iddia olduğu düşünülmelidir. Zira, devlet adına aktif ve özerk davranma konusunda yol almış bir Diyanet İşleri ile karşı karşıyayız ve İslam alemine mesajlar vermek için Ayasofya’da kılıçla poz veren mantık, şeyhülislamlık kurumunun da peşinde demektir. Öyle ya, hilafet gerekli ise, şeyhülislam diye bir makam da olacaktır. Tüm İslamcı hareketlerin “makam” aşkı bilindiğine göre, bunun ne denli bir hırs yarattığını tahmin etmek mümkündür.

Rapor, hem tarikatları, dinî düşünceleri vb. kontrol etmekten yana, onları “formatlamaktan” yana, hem de onlara legal alan açılmasından yanadır. “Türkiye’nin bir an önce Tekke ve Zaviyeler kanunu ile yasakladığı dini yapıları legalleştirecek çözümler üretmesi ve ancak bu yolla şeffaf ve denetlenebilir yapılar olarak cemaatleri ahlaki/dini sorumluluk alanına döndürmesi bir zaruret haline gelmiştir.” (s. 15).

TC DEVLETİ LAİK OLMAMIŞTIR

Yukarıdaki satırlar, devletin, Diyanet İşleri denilen ve bugün çeteleşmiş olan bir yapı eli ile, dinî gruplara şekil verme iddiasını göstermektedir.

Yalnız bu sadece bugüne ait değildir.

TC devleti, hiçbir zaman laik olmamıştır.

Bizzat Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı, laik olunmadığının kanıtıdır.

Laik devlet denildi mi, devletin dine karışmadığı, dinin devlet yapısı dışında tutulduğu, kimsenin inancından dolayı bir aşağılanma yaşamadığı, inancın kişi ile tanrı arasında bir bağa dönüştüğü, herkesin ibadetini yapabildiği bir siyasal yapı anlaşılır. Bu durumda, ne devlet dine, ne de din devlete müdahale eder.

Mesela gösterge olacaksa, kimsenin nüfus cüzdanında “dini” nedir diye bir maddenin olmaması gerekir. Mesela okullarda, bir dinin öğretilmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Dinler tarihi öğretilebilir.

TC devleti, her ne kadar “hilafeti” kaldırmışsa da, “eskimiş ve işlevsiz bir kurum” olduğunu tespit etmişse de, hiçbir zaman dini yönlendirmeyi, dini şekillendirmeyi, dini kullanmayı bir yana bırakmamıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında tekke ve zaviyelere karşı tutum alınmış olsa da, aslında, TC devleti laik olmamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinden başlayarak, dine çeşitli serbestlikler tanınmaya başlanmış, 1950’li yıllarda bu ayrıcalıklar artırılmıştır.

Hiçbir zaman laik olmamış olan TC devletinin tarihinde, tarikatlara yol açan iki dönem yaşanmıştır. İlki, 1950’li yıllardır. Ve aslında ikincisi olan 1980 darbesi dönemi ile kıyaslanmayacak kadar zayıftır. 1980 darbesi ile, dinin kullanımı artmıştır. Kenan Evren, bu açıdan Erdoğan’ın öncüsüdür, ilk Kuran ile miting yapan Evren’dir. 12 Eylül, dinî hareketleri, komünizme karşı kullanma stratejisine uygun olarak, ABD’nin Yeşil Kuşak projesinin hayata geçirilmesinde önemli iş görmüştür. Bugün, “ulusalcılık” ile Erdoğan’a ayar vereceklerini söyleyenler, aslında, ordunun “laik”liğe olan bağlılığını, en açık biçimde 12 Eylül’de ortaya koymuşlardır. Komünizme karşı, işçi ve emekçilere karşı, devrimci harekete karşı Kuran silahı ile hamle yapanlar, aslında bunun bir ABD projesi olduğunu o gün de biliyorlardı. Gülen de, Erdoğan da birer ABD projesidir, tıpkı Ergenekon gibi. “Mustafa Kemal”in askerleri olarak Balbay ve çevresi, ABD’ye gidip, görevi bize verin demekten geri durmamışlardır.

Laiklik, gün gelmiş, dinin aşağılanması biçiminde kullanılmış, gün gelmiş tarikatları komünizme karşı cihada çağırma şeklinde. Ama her birinde asla laiklik olmamıştır.

Raporda derli toplu bir çerçeve var. Elbette, devletin bakış açısından. Tarikatları ya da dinî oluşumları, 8 grupta toplamaktadır rapor. Her bir grubun lideri ve görüşleri hakkında bilgiler de vermektedir.

İlk grup “Kur’an İslamı” olarak ele alınmış. Beş alt gruba ayrılmış: İlki Abdülaziz Bayındır grubudur. Üzerine uzunca durmuştur. Bayındır, 1951 Erzurum Tortum doğumludur. 1993’te Süleymaniye Vakfı’nı kurmuştur. Yani grup, 1980 sonrasında doğmuştur. İkincisi Ercümend Özkan ve İktibas Dergisi grubudur. Özkan, 1938 Kırşehir Mucur doğumludur. Hizbu’t-Tahrir ile tanışıp onunla hareket etmiş, 1967’de ondan kopmuş, 1970’te İslam Partisi’ni kurmuştur. 1980 sonrasında ise “1980 İhtilali’nin doğurduğu havanın da etkisi ile bu kez farklı bir çalışma tarzına yöneldi ve 1981 yılında İktibas Dergisi’ni çıkarmaya başladı.” (age, s. 53). Üçüncüsü, yani “Kur’an İslamı” başlığı altındaki üçüncü grup, Haksöz/Özgür-Der olarak verilmektedir. 1991 yılında kurulduğu kaydedilmiştir. İsim verilmiyor, İlahiyat Fakülteli bir grup genç deniliyor. Dördüncüsü, Mehmet Okuyan grubudur. Okuyan, Çaykara, 1965 doğumludur. Hareketin 1980 sonrasına denk geldiğini belirtmeye gerek yok. Bu grubun içinde sayılan beşinci isim Mustafa İslamoğlu’dur. 1960 Kayseri Develi doğumludur. Özkan grubu hariç, bu gruptaki dört grup, 1980 sonrası ortam ile büyümüştür.

İkinci ana grup, “Selefî Söylem” olarak ele alınıyor. Burada 7 grup var. 1- Abdullah Yolcu: 1958 Kerkük doğumlu. 2- Alparslan Kuytul (Furkan Vakfı). 1965 Adana doğumlu. 3- Feyzullah Birışık 1969 Malatya doğumlu. 4- Halis Bayancuk (Ebu Hanzala), 1984 Diyarbakır doğumlu, Hacı Bayancuk’un oğludur, Hacı Bayancuk, Türkiye Hizbullah örgütünün “ileri gelen isimlerinden biri”dir. 5- Kul Sadi Yüksel, 1957 Muş Varto doğumlu. 6- Mehmet Balcıoğlu (Ebu Said Yarpuzî), doğumu verilmemiş, Antalya’nın Yarpuz köyünden Yarpuzî ismini aldığı vurgulanmış. 7- Mehmet Emin Akın, 1954 Aksaray doğumlu. Buradaki 7 grup da 1980’in “yarattığı ortam” içinde boy atmıştır.

Üçüncü ana grup: “Mehdici ve Mesiyanik Söylem” olarak adlandırılmış ve üç isim sayılmış. 1- Adnan Oktar. 1956 Ankara doğumlu. 2- Ahmet Hulusi. 1945 İstanbul doğumlu. 3- İskender Evrenosoğlu. 1933 İznik doğumlu. Bu grupta, sadece Adnan Oktar, “1980 sonrası ortam” ile bağlı görünüyor.

Dördüncü ana grup: “Gelenekçi” olarak adlandırılmış. Üç alt gruba-isme ayrılmış: 1- İhsan Şenocak, 1974 Samsun doğumlu. 2- Nurettin Yıldız, 1960 Of doğumlu. 3- Şahımerdan Sarı (Vasat Grubu) 1960 Adıyaman doğumlu.

Beşinci ana Grup: “Dinî-Siyasî Teşekküller” diye adlandırılmış. Burada üç alt grup var. 1- Davet ve Kardeşlik Vakfı, “geçmişi 1980’li yılların başlarına dayanmaktadır.” (age, s. 117). 2- Hizbu’t-Tahrir, 1953’te Ürdün’de kurulmuş bu tarikatın, “Körfez savaşı gibi olayların meydana getirdiği radikalleşmenin etkisiyle Ürdün, Suriye, Kuzey Afrika, Türkiye ve Güney Orta Asya’ya yayılır.” (age s. 119). 3- Mustaz’aflar Hareketi (Hizbullah) “Cemaata Ulamaye İslamî (İslam Alimleri Cemaati) adıyla 1979 yılında Batman’da ortaya çıkan hareketin kurucusu, 1952 yılı Batman doğumlu Mülkiyeli Hüseyin Velioğlu’dur.” (age s. 122). Bu grupta yer alanların da, 12 Eylül sonrası ortam ile ya da ABD’nin Yeşil Kuşak projesinin yarattığı ortam ile bağlı olduğu anlaşılır durumdadır.

Altıncı ana grup, “Risale-i Nur Grupları” olarak adlandırılmış. Bu grup içinde 7 alt grup sayılmıştır. Bu grubun tarihi, 1980 öncesi döneme gitmektedir. Said Nursi ile başlayan bir akımdır. 1- Kırkıncılar grubu (Mehmet Kırkıncı). Mehmet Kırkıncı, 1928 Erzurum doğumludur. 1955 yılında Said Nursi ile Isparta’da tanıştığı söyleniyor. 2- Med-Zehra Grubu (M. Sıddık Şeyhanzade). Şeyhanzade ile birlikte İzzeddin Yıldırım’ın başını çektiği grup, 1971’de Nurcuların ana gövdesinden ayrılmıştır. 3- Okuyucular Grubu (Zübeyir Gündüzalp). Gündüzalp, 1920’de Ermenek’te doğdu. 1946’da Nursi ile tanışmış. 4- Tahşiyeciler Grubu (Muhammed Doğan). Doğan, 1944 Varto doğumlu. 1960’lı yılların başında Risale-i Nur ile tanışmış. 5- Yazıcılar Grubu (Hüsrev Altınbaşak). Altınbaşak 1899 doğumlu, 1931’de Said Nursi ile tanışmış. 6- Yeni Asya Grubu (Mehmet Kutlular). 1938 Balıkesir doğumlu olan Kutlular, 1957’de askerlik döneminde Risale-i Nur ile tanışmış. 7- Zehra Grubu (İzzettin Yıldırım). Yıldırım 1961-81 arasında Nurcuların ana grubunda yer almış. Yıldırım, “Said Nursi’nin Kürt kimliğini ön planda tutmaları sebebiyle Doğu ve Güneydoğuda kabul görmüşlerdir.” Yıldırım, 12 Eylül darbesi döneminde aranmış, 2000 yılında öldürülmüş.

Yedinci grup, en geniş gruptur. “Geleneksel Dini-Kültürel Oluşumlar (Tarikatlar)” başlığını taşımaktadır. kendi içinde dört alt gruba, bu dört alt grup ise gruplara ayrılmaktadır.

Birinci alt grup Nakşibendîler başlığını taşıyor. İkincisi Halvetîler, üçüncüsü Rifailer ve dördüncüsü Kadiriler şeklindedir.

Birinci alt gruptaki Nakşibendiler, en kalabalık olandır, 13 gruba ayrılmıştır. 1- Erenköy Cemaati, “ismini şeyhleri Mahmut Sami Ramazanoğlu’nun 1955’ten sonra İstanbul’da görev yaptığı Zihni Paşa Camii’nin bulunduğu Erenköy semtinden alır.” (s. 152). 2- Hazneviler grubu kurucusu Şeyh Ahmet el-Haznevi, 1949’da ölmüştür. 3- Işıkçılar Cemaati, kurucusu H. Hilmi Işık 1911 doğumludur. 4- İskenderpaşa Cemaati, M. Zahit Kotku (1897-1980), İskenderpaşa Camii’nde görev yapmış, onun ölümünden sonra damadı Mahmut Es’ad Coşan, ardından oğlu Nureddin Coşan cemaatin başına geçmiştir. 5- İsmail Hakkı Toprak Grubu/Somuncu Baba/Darende Cemaati. İsmail Hakkı Toprak’tan ismini alıyor. 1920’lerden öncesine dayanıyor. 6- İsmailağa Cemaati. Mahmud Ustaosmanoğlu, İsmailağa Camii’nde 1954’te göreve başladı. İsmini camiden alıyor. Ustaosmanoğlu’dan sonra öne çıkan iki lider, Hızır Ali Muratoğlu ve Bayram Ali Öztürk suikast sonucu öldürülmüşler. Bu bilgi 171. sayfada yer alıyor. 7- Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet) 1965 Fatih doğumlu. 8- Menzil/Semerkand Cemaati, kurucusu Abdülhakim Erol, 1902 Siirt doğumludur. Adıyaman, Kahta’nın Menzil köyüne yerleşmiştir. 9- Norşîn Dergâhı: “1924’te medreselerin kapatıldıktan sonra, doğu ve güneydoğu bölgesinde” kendi özel medreselerinde okutmaya devam etmişlerdir. 7 farklı kolunun olduğu kaydedilmiş. 10- Ömer Öngüt (Hakikat Grubu) 1927 Yugoslavya Yenipazar doğumlu. 11- Süleyman Hilmi Tunahan Cemaati. Süleymancılık da denilmektedir. Kurucusu Tunahan 1888-1959 arasında yaşamış. 12- Şeyh Seyda El-Cezerî Cemaati: Kurucu Şeyh Seyda, Cizre’de doğmuş. 1925’te Şeyh Said ayaklanmasının ardından, Musul’a, Şam’a gitmiş ve oradan 1928’de Cizre’ye gelmiş. 13- Yahyalı Cemaati, Erenköy cemaatinden çıkmış bir koldur.

İkinci alt grup “Halvetiyye Tarikatıdır. Bu tarikatın iki kolu var. Biri Uşşakıyye. İsmini kurucusu Uşşaki’den (1475-1593) alıyor. İç Anadolu’da etkin olan tarikatın şimdiki liderleri, kaynakta, İbrahim İpek ve Fatih Nurullah (son ırza geçme olayı nedeni ile tutuklanan) olarak veriliyor. İkincisi Cerrahiyye, 1703’te kurulduğu yazılıyor, tarikatın günümüzde ABD’ye kadar ulaştığı bilgisi verilmiş. Bugün, Ömer Tuğrul İnançer tarafından yönetiliyor.

Üçüncü alt grup, yani yedinci ana grubun üçüncü alt grubu, Kenan Rifai ve Kubbealtı Vakfı olarak adlandırılmış. Eski tarikatlardan biri. Irak, Mısır ve Anadolu’da etkili olmuş. El-Rifai 1118-1182 arasında yaşamış. Anadolu’daki en önemli temsilcisi olarak kaynak tarafından verilen isim Kenan Rifai, 1867 Selanik doğumlu. Bugün başında 1952 doğumlu Cemalnur Sargut var.

7. ana grubun dördüncü alt grubu ise Kadiriler, Haydar Baş olarak veriliyor. 1947 Trabzon doğumludur.

8. ana grup, “Diğerleri” adını almış. Bir yere koyamamışlar. İki alt isim yer alıyor: Nurettin Şirin, 1964 Trabzon doğumlu ve Recep İhsan Eliaçık 1961 Kayseri doğumlu.

MAZLUMA DİNİ SORULMAZ

Yukarıda görüldüğü gibi, Cumhuriyet öncesine ulaşan tarikatların çoğu, “Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar (Tarikatlar)” başlığı altında toplanmış. Risale-i Nur Gruplarının daha çok 1940-50’lerde yol aldığını söylersek yanlış olmaz.

Hiçbir zaman “laik” olmamış Cumhuriyet, dini kullanmayı hedeflemiştir. Ama, 1930’lu yıllarda Cumhuriyet’te bir restorasyon başlamıştır. Bu restorasyon, İkinci Dünya Savaşı döneminde daha da gelişmiş ve 1950’lerde epeyce ileri taşınmıştır. Bu sadece din açısından böyle değildir. Her açıdan böyledir ama din açısından tartışıyoruz, ilk önemli tarikat serpilmesi, 1950’lerin ortamında gerçekleşmiştir. Bu aslında tarikatların devlete yerleşmesinin ilk adımlarıdır. Türk-İslam sentezi ve gladio örgütlenmesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkmış olan SSCB’nin etkisinin kırılması amacıyla, CIA tarafından, NATO kanalları ile Türkiye’ye taşınmıştır. Kontr-gerilla örgütlenmesi, bir yandan Ortaasya’daki Sovyet cumhuriyetlerine saldırı için gerekli idi, diğer yandan, Ortadoğu’da gelişme potansiyeli olan anti-emperyalist hareketleri boğmak için İslam gerekli idi. Zaten hiç laik olmamış bir devlet olarak TC devleti, buna adapte olmakta zorlanmadı.

12 Eylül, Yeşil Kuşak projesi ile bağlıdır ve İslamî hareketin önünü, onu ABD emperyalizmine bağlayacak şekilde açtı.

Rapor FETÖ değerlendirmesini şöyle yapıyor: “Çünkü FETO ihanet olayı bazı uluslararası istihbarat örgütlerinin bir devletin içinden manipüle edilmesi için buldukları işbirlikçileri kullanma problemidir.” (s. 15). Aslında bu değerlendirme ile rapor, diğer cemaatleri, FETÖ’den ayrı tutmayı öğütlemektedir.

Oysa, Yeşil Kuşak projesinin bizzat ürünü olan AK Parti ve Erdoğan çevresinin görüşü, tüm bu tarikatları kendi amaçları için kullanmaktır. Bilinen odur ki, “bazı uluslararası istihbarat örgütleri”, İslamî hareketin sadece Gülen bölümünün iplerini elinde tutmakla yetinmiyordu. Dün komünizme karşı mücadele adı altında aktif kullanılan dinci ve ülkücü hareket, aslında birçok kanaldan ABD’ye bağlıdır. Raporu yazanların da bundan azade olmadıkları gibi.

Tarikatlar ya da İslamî hareketler, devlet içinde yer edinmek, orada örgütlenmek, bu olanakları kullanarak akçeli işler tutmak gibi yollara girdiklerinde, sanırım çoğu böyledir, aslında dinî anlamda bir yol arayışı olmaktan çıkarlar. Bugün olan budur.

Bugün tarikatlar, daha çok mafya çeteleri gibidir. Çeteleşen devlet gibi, tarikatlar da çeteleşmiştir. Hemen hemen her tarikat, kendi akçeli işleri için, her türlü hile ve dolaba başvurmakta, yağmalamaktan geri durmamakta, rant peşine koşmakta ve buna uygun olarak da, mafya tarzı silahlı yapılar oluşturmaktadır.

Devlet, tarikatların, mafyalaşmasını, hatta para için her tür yola baş vurmasını, ranttan pay almasını, zenginlikle tanışmasını, bu yolla, “gırtlaklarını devlete bağlı” hâle getirmesini çok istemektedir. Böylece “İslam” adını kullanarak, devlet için her türlü katliamı yapmaya, her türlü suçu işlemeye hazır hâle geleceklerdir. Böylesi yapıların, hangi “uluslararası istihbarat” teşkilâtının elinde olacağı bilinmez midir? Ortada IŞİD gerçeği vardır.

Artık, masum dinî arayış ve inanç gruplarından söz etmek bile zordur. Belki birkaç tane kalmıştır. Dünya çapında bir paylaşım savaşının yürüdüğü bugün, bir Müslüman, emperyalizme karşı açık ve net bir mücadeleye girmiyorsa, kendini dahi koruyamaz.

Hep birlikte yaşadık ve biliyoruz ki, Gülen hareketi, tıpkı ortağı AK Parti gibi, bir ABD projesidir. Ama içinde hemen her emperyalist gücün de eli vardır. Bu AK Parti için de geçerlidir. Devletin tüm mekanizmaları birer çete hâline gelmiştir.

Uşşaki şeyhinin ırza tecavüzüne bu geniş perspektiften bakalım.

Şimdi, her gün bu tarikatlar, hatta dinî vakıflar, dinî okullar vb. içinde yaşanan bu taciz ve tecavüz olaylarının hangisi ortaya çıkıyorsa, bu durum, tarikat çeteleri (devleti de içerecek tarzda) içinde bir çatışmanın sonucudur. Olay değil, ortaya çıkması bu çatışmanın sonucudur. Yoksa, ülkedeki Saray Rejimi, istediği zaman, kapatmak istediği her olay için “ilgi çekici” kılıflar üretmektedir. Eşini ve kızını Erdoğan’a helâl gören anlayışların, tarikat yuvalarında çocuklara cinsel saldırısı elbette “sıradan” bir hâl almıştır.

Tüm bu kargaşa içinde samimi olarak dinini yaşamak isteyen emekçiler için mesele, egemenlere karşı, kapitalist zorbalığa karşı, Saray Rejimi’ne karşı mücadele etme meselesidir. Söz öyledir; mazluma dini sorulmaz. Savaş meydanı buradadır, safını doğru belirlemek, dinî değerler üzerinden manipüle edilmeye son vermek için anahtar bir sözdür, mazluma dini sorulmaz.

Savaşsız, sömürüsüz bir dünya için mücadele, insan olarak kalabilmenin de mücadelesidir. Aşağılanmanın her türüne, ayrımcılığın her türüne karşı mücadele, sosyalizm mücadelesinin içindedir. Sınıfları ortadan kaldıracak bir sosyalist devrim, dünyaya yayılabildiği ölçüde, dünyayı cennete çevirmenin tek yoludur.

12 Eylül ile hesaplaşma ve devrimci hareket

Devrimci mücadele, aslında bir yandan insanın gerçek karşısındaki tutumu ile de bağlıdır. Devrimciler, halka, işçi ve emekçilere, birlikte kurtuluş için mücadele ettiği insanlara, gerçeği söylemekten asla geri durmazlar. Yalanlar üzerine kurulu bir yaklaşım, asla devrimci olamaz, ne bugün, ne dün, ne de insanlık tarihinin herhangi bir evresinde.

Gerçeği görebilmek, güç demektir, güçlü olmak demektir. Bu nedenle işçi ve emekçilere, kendi gerçekliğini olduğu gibi söylemek ilkesel bir tutumdur.

Gerçeği kabul edebilmek ise cesaret olarak ele alınabilir. Cesaret, bizim Anadolu kültürümüzde hemen hemen tüm halklara işlemiş olduğu gibi, göğsünü gerip yürümek ile ilgili değildir. Cesaret, gerçeği kabul edebilmek ile ilgili olarak ele alınırsa daha doğru bir yaklaşım ortaya çıkar. Elbette, pek çok durumda cesaret için farklı ölçüler karşımıza çıkar, Ama durumu, gerçeği kabullenebilmek, hepsinde içkin olarak var gibidir.

Gerçeği değiştirmek ise irade ister. Bu irade, bilgi, birikim de demektir. Ama nihayetinde iradedir. Demek ki, gerçeği kabullenme cesareti, onu değiştirmemek anlamında ele alınmıyor. Tersine, biz gerçeği olduğu gibi kabul edecek cesarete sahip oldukça, işte onu değiştirme iradesini de ortaya koyabiliriz.

Devrimci mücadele, bugün, kapitalist sistemi yıkmak, onu tarihten silmek ve işçi sınıfının iktidarını gerçekleştirerek, sınıfsız bir toplumun inşasına başlamaktır. Bu mücadele içinde, birçok yenilgi vardır. Olmak zorundadır. Egemen sınıf, bugün burjuvazi, kendi cennetini gönül rızası ile bırakmaz, direnir. Ve egemen sınıf, yıllarca yönetme birikimine sahiptir ve elinde de ideoloji ve zor aygıtı, yani devlet vardır. Devlet, son derece açık biçimde, egemen sınıf adına, diğer sınıf ve katmanları bastırmakla görevlidir. İşte bu devlete karşı savaş, elbette birçok yenilgiyi tatmak da demektir.

Kişinin ciddiyeti, hataları karşısında aldığı tutumla ölçülebilir. Kendi hatalarından öğrenebilen, kendi hatalarındaki gerçekliği görebilme gücüne sahip olan, bunu kabul edebilecek cesareti gösteren, o hataları değiştirebilir, sonuçları ile birlikte.

Her devrimci, ister derinliğini kavramış olsun, isterse yüzeysel biliyor olsun, eleştiri ve özeleştirinin devrimci mücadelenin önemli bir silahı olduğunu bilir. Burada “bilmek”, pek de gerçek anlamda bilmek anlamına gelmeyebiliyor. Bu ilkeyi genel olarak kabul etmek ayrıdır, ama sıra eleştiri ve özeleştiriye geldi mi, ortaya konan pratik farklıdır. Eleştiri ve özeleştiride samimiyet, aslında, görme gücü, kabul etme cesareti ve değiştirme iradesi ile anlattığımız gerçek karşısındaki tutumun içselleştirilmiş olmasıdır.

Yoksa hep birlikte biliriz, eleştirirken “eleştiri özgürlüğü”, ama eleştirilirken “bana karşı saldırı” ifadeleri, Anadolu’da oldukça yaygındır. Devrimci hareket içinde de. Bugünkü toplumda bir sürücü, trafikte asla hatalı olmaz. Hata hep karşımızdakindedir. Hatanın sistemde, hatanın kendinde olacağı ihtimali bile ele alınmaz. Aile kavgalarında da durum böyledir, arkadaş ilişkilerinde de. Hep karşımızdaki hatalıdır. Bir öğrenci, varsa bir hata, hatayı öğretmende arar, sistemde veya kendinde değil.

Bu genel durum, devrimci insanların içinde yaşadığı toplumun hâlidir ve elbette devrimcileri de etkilemektedir. Oysa her devrimci hareket tarafından kabul edilen sözlerimiz vardır: Dost eleştirir, düşman eleştirmez; eleştiri hem haktır hem de ödev. Bu ve benzeri ilkeler, aslında doğrudurlar, yaşam tarafından yalanlanmamıştırlar. İkiyüzlülüğün alıp başını gittiği tüketim toplumlarında, insanlar “dost” bulamadıkları için, psikologlar dünya kadar para kazanmaktadır. Arkadaşsız, dostsuz insan, kendisi ile yüzleşme, kendisi ile hesaplaşma ve dolayısıyla kendisini tanıma olanağını da kaybetmektedir.

İşte ülkemiz devrimci hareketinin de, bir bütün olarak, 12 Eylül yenilgisi ile hesaplaşması gerekir.

Bu hesaplaşma, iki biçimde gerçekleşecektir: Birincisi, devrimci hareketin, burjuva devlete karşı giriştiği savaşımın yenilgi ile sonuçlanması üzerinden, ve ikincisi 12 Eylül ile ortaya konan karşı-devrimin, bu sayede yeniden örgütlenmiş olan burjuva devletin yenilmesi yolu ile hesaplaşma.

Bunlardan ilki olmadan, ikincisi olmaz.

Eğer bundan emin isek, bilim bunu söylüyorsa, demek ki, yenilgiler, onlardan ders çıkarıldığı sürece, büyük bir hazine de demektir. 12 Eylül ile hesaplaşmak, hücredeki işkencecinle hesaplaşmak değildir, daha kapsamlı bir iştir.

Hemen sözün başında belirtmek isterim ki, “12 Eylül ile hesaplaşılmıyor” cümlesi yanlıştır. Bu doğrultuda epeyce yol alınmıştır ve alınmaktadır. Ama yine de bu açıdan oldukça eksik olduğumuzu kabul etmemiz gerekir.

12 Eylül’ün 40. yılı geride kaldı. Demek ki, birçok şeyi daha açık tartışma olanağımız olabilir, daha soğukkanlıca yaklaşabiliriz. Şu dört nokta önemli görünüyor. Kuşku yok ki, daha detaylı değerlendirmelere sahibiz. Ama sanırım, buradan başlamak, bugün önemlidir.

1-
Türkiye’de var olan devrimci hareket, 12 Eylül sabahına kadar, iktidarı alma hedefine sahip değildi. Yani, ister TKP’yi, ister Dev-Yol’u, ister TDKP’yi, ister TİKKO’yu, isterse daha küçük yapıları ele alalım, hiçbirinin aklında iktidar perspektifi yoktu. Devrim için hayal kurmak elbette vardı. Ama, mahalleleri yönetmek, üniversitelerin yönetimini almak, karakolları etkisiz hâle getirmek, halkın kendisini yönetme mekanizmalarını geliştirmek vb. yönünde bir pratik yoktu. Daha çok faşist çetelerle bir çatışma hâli ve sürekli kitlesel büyüme vardı. Kitlelerin iktidar için seferber edilmesi diye bir şey yoktu. Düşman, burjuva devlet analiz bile edilmiyordu desek yeridir. Analizler, daha günlük, daha yüzeysel idi. Örneğin, NATO üyesi bir ülkede devrim yapmak ne demektir, diye bir soru ortada yoktu. Diyelim ki, dönemin geniş kitleleri hareket ettiren örgütleri bir yana, dar ve küçük örgütlerinde bile bu iktidar perspektifi olsa idi, niceliğe âşık bir mücadele tarzı yerine iktidarı alma ışığını gören bir perspektif olsa idi, bu küçük hareketler dahi, geniş kitleleri hareket ettirebilirdi, mücadelenin kaderini değiştirebilirdi.

Bu arada biz burada bu adı geçen, geçmeyen hareketler üzerine bir değerlendirme yapma niyetinde değiliz. Daha çok, hepimizin, hepsinin ortak eksiği üzerinden tartışıyoruz.

Bu mücadele tarzı, kitleleri ve örgütlü insanları yoran, ufku daraltan bir tarz idi. Kalabalıklaşmanın verdiği memnuniyet, aslında bir tür ufuksuzluğun da sonucu idi.

Cunta liderleri dahi, darbenin bu denli “sessizlikle” karşılanacağına inanamamışlardı.

TC devleti ise tersine, tam da iktidar olma bilinci, sınıf bilinci ve gelişen mücadeleyi ezme yöntemleri konusunda ciddi hazırlıklara sahip idi. Yani, burjuvazi, tekeller, uluslararası sermaye, “strateji”ye sahip iken, devrimci cephe, stratejiden yoksun ve yönsüz hareket ediyordu.

Yenilginin ana nedeni budur.

İktidarı istemek, sayısal bir güç meselesi değildir. İktidar iddiası bir nitelik meselesidir.

1900’lerin başından beri, burjuva devlet, egemen sınıf, devrimci hareketin iktidar perspektifini bozmak için, en gerekli nokta olarak buraya vurdu.

2-
Bunun ideolojik nedenleri de vardır. Tarihsel nedenleri de vardır. Devrimci hareket, uzun bir süre, Kemalizm’i kendi içinde bir damar olarak taşıdı. Tüm radikal eylemlere rağmen bu bakış açısı, iktidar perspektifinin oluşumunu engeller. Kemalizm’den kopamamış bir devrimci hareketin, devleti tanıması da mümkün değildir. Ülkede burjuva devrimin gelişimi, bunun sömürgeleşme süreci ile bağı, gelişen burjuvazinin içeride yağmaya dışarıda ise yabancı sermayeye dayanması doğru analiz edilmemişti. Elbette, bu açıdan her bir hareketin farklı alanlarda ileri adımlar atmış olduğunu söylemek mümkündür. Kemalizm konusunda tüm hareketler, tamamen aynı değildi ama nihayetinde, bu Kemalist düşüncenin etkilerini devrimci hareket, yaşamın her alanında söküp atamamıştı. Ülkenin tarihine bakışta da bu var. Osmanlı döneminden başlayarak gelişen katliamları kavramayan, Ermeni, Pontus, Rum, Süryani vb. katliamlarını görmeyen mantık, elbette Dersim’e de “feodal kalıntıların temizlenmesi” demekten geri durmadı.

Ülke analizleri, burjuva demokrat aydınların tezlerini aşamamış hâlde idi. Birçok hareket, ülke analizlerini, bu burjuva aydınların tezlerine dayandırıyordu.

Böyle olunca, Maraş, 1 Mayıs, Çorum, 16 Mart gibi katliamları da anlamak mümkün olamazdı. Bu katliamları, devlet iradesinden bağımsız, faşist çetelerin suçu olarak gördü, en önemlisi kitlelerin öyle kabul etmesine müdahale etmedi, edemedi.

Bu açıdan bakılınca, mesele, devrimci hareketin, birçok fraksiyona ayrılmış olması değil idi. Bu, yanlış bir değerlendirmedir. Mesele, devrimcileşmekteki eksiklikti. Bu, militanca mücadele etme meselesi değildir. Mesele, devrimci kavrayış, gerçeği görebilmekten gelen güç, onu kabul etmekten gelen cesaret ve onu değiştirme iradesi anlamında devrimci kavrayış eksikliğidir. Bu böyle olunca, tüm bu yapılar, devrimci niyetlerine rağmen, devrimci yapılar hâline gelememişti.

3-
12 Eylül darbesi gerçekleşir gerçekleşmez, ciddi bir direniş ortaya konmamıştır. Bazı bölgelerde işçilerin direnişleri olsa da, bunlar, “yönsüz ve rotasız” kaldı. Bazı devrimciler, kişi veya gruplar hâlinde direnme yolları arasa da, merkezî yapıların hemen hepsi sessizliği seçti.

12 Eylül yenilgisinin bu denli uzun sürmesinin ana nedeni, 12 Eylül’ü karşılama şeklinde saklıdır. Aslında devrimci hareket, yenilgiyi hızla kabul etti. Böyle olunca, sokakta direniş gelişmedi. İşkencehanelerde gösterilen direniş ve kaybedilen devrimciler, gerçekte sokakta bu direnişi gösterebilseydi, açıktan sokakta bu çatışmalar ortaya çıksa idi, yenilgi ile hesaplaşma da bu kadar “bulutlu” bir yol izlemeyecekti. Daha açık, daha net bir yol ortaya çıkacaktı.

Böyle olunca, devrimci hareketin açık bir direnişi sokaklarda ortaya çıkmayınca, burjuva devlet, hemen ideolojik saldırılarını daha da artırdı; Ahmet Altan’lar, Latife Tekin’ler, o romana benzemeyen şeyleri yazma cesaretini gösterdiler. Devrimci hareketi akıl almaz bir karalama ile yok etmek için burjuvazi her yola başvurdu. Murat Belge’ler, devrimci harekete sövmek için her fırsatı değerlendirdi.

Yenilgi, ideolojik alanda bir çözülme ile birlikte ilerledi. Böyle olunca devrimci saflardan kaçış, bir tür “pişmaniye” olma hâli gelişmeye başladı.

Burjuvazi bu ortamda, ortaya çıkan şaşkınlık içinde devrimci harekete ve işçi hareketine ağır darbeler indirmeyi başardı. Ardından gelen devrimci direnişler için, zaman geçmiş sayılırdı. Artık, yıl 1983’e geldiğinde, direniş daha derinlikli bir planı gerektiriyordu. Deyim uygun düşerse, şapkayı masanın üzerine koyup, derinlikli bir değerlendirme yapılmalı ve yol buna göre çizilmeli idi.

Bu noktada, iki gelişme ortaya çıktı. Birincisi Kürt Devrimi’nin yükselişidir. Devrimci hareket, içinde bulunduğu koşullarda, Kürt Devrimi’nin yükselişini, doğrulmak ve derine kök salmak için değerlendiremedi. Kürt Devrimi’ne karşı geliştirilen özel savaş, devrimci hareketin güçsüzleştiği koşullarda, daha çok milliyetçiliğin yeniden ve her düzeyde pompalanmasının önünü kesemedi. İkinci gelişme, SSCB’nin 1989’da çözülmesi oldu. Bu durum, “umutları” daha da yıktı ve ideolojik üstünlüğü büsbütün burjuvazinin eline bıraktı. Bu dönemlerde bazı devrimci yapıların geliştirdiği eylemlilikler, silahlı mücadele geliştirme girişimleri, kapsamlı ve gerçeklere dayalı analizlerle birleştirilemedi.

Elbette bu yeni durumu, tüm gerçekliği ile anlayabilirsek, bu ciddi bir olanak da olabilir. Kemalizm’in etkilerinin anlaşılması, SSCB’nin çözülmesi sonrasında teorinin tüm alanlarda gözden geçirilmesi avantaj hâline getirilebilir. Bu hâlâ mümkün ve gereklidir. Dahası bu yapılmadan, bunca yıllık mücadele deneyimi, değerli bir yenilgi pratiği harmanlanmış olmaz.

4-
Bugün sorun, solun ya da devrimci hareketin dağınıklığı değildir. Daha doğrusu, bu “dağınıklık” birleşme çağrıları ile aşılamaz. Elbette bir savaş arkadaşlığı, bir ortak mücadele pratiği ortaya konmaktadır ve bu gelişecektir de.

Dünün devrimci deneyimine, hepimizin ortak deneyimi olarak bakmak şarttır. Bu konuda samimi olmak, tüm devrimci birikimi ortak hazine olarak ele almak ayrıdır, buradan hareketle niyetlere dayalı “birlik” çağrıları ile oyalanmak ayrı. Son yıllarda ortaya konan ortak eylem pratikleri, bu sonu gelmez çağrılardan daha fazla sonuç vermeye eğilimlidir. Mücadele arkadaşlığının gelişmesi, son derece kıymetli bir kazanımdır.

Biz göre bugün, devrimci hareketin kitleler, en çok da işçi sınıfı içinde kök salması gereklidir. İşçi sınıfının devrimcileşmesi, devrimci hareket ile işçi hareketi arasında var olan kopukluğun ortadan kaldırılması, devrimin bugünkü aşamasının en önemli sorunudur.

Bize göre, bu açıdan örgütlenme ve direniş çizgisini geliştirmek, gelişmekte olan direnişi daha da kökleştirmek ileri bir adım olacaktır.

Bu nedenle, bugün, Birleşik Emek Cephesi ile, işçi sınıfının siyasal alanda hattını ortaya koymak önemli görünmektedir.

Gezi Direnişi, kitlelerin 12 Eylül ile hesaplaşmasının önemli adımlarından biridir. Bunun eriştiği kitlesellik, kendiliğinden eylem olmasına rağmen, çok kıymetlidir. Sistem, burjuva devlet, bu sürece Saray Rejimi ile yanıt vermiştir. Saray Rejimi, 12 Eylül’ü aşarak bu süreci durdurma girişimidir. İşte bu noktada, devrimci hareketin, daha gelişmiş örgütlenmeler yaratma zorunluluğu vardır.

Birleşik Emek Cephesi, devrimci hareketin dağınıklığına rağmen, kitlesel direnişi geliştirmenin önemli araçlarından biridir. İşçi sınıfının devrimci çizgisinin en genel hatları ile ortaya konması demektir, direnişin yönünün ortaya konması demektir.

Bugün bir yandan Saray Rejimi yönetemez durumdadır. Diğer yandan ise, emperyalist güçler arasında dünyanın yeniden paylaşım savaşımı, bir üçüncü dünya savaşına evrilmektedir. Hatta bazı açılardan bu savaşın içinde olduğumuzu söylemek abartı olmaz.

Bu iki şey, işçi sınıfının devrimci çizgisinin en genel hatları ile mücadele alanında ortaya konması gereklidir. Birleşik Emek Cephesi, tam da budur.

Pratikte siyasal tartışma gündemine girmiş olan Saray Rejimi mi, yoksa “güçlendirilmiş parlamenter sistem” mi meselesine işçi sınıfının yanıtı Birleşik Emek Cephesi olmalıdır.

Elbette her devrimci hareket, kendi inandığı çizgisini geliştirmeye, örgütlenmesini pekiştirmeye çalışacaktır. Ama Birleşik Emek Cephesi, mücadele arkadaşlığının gelişiminde bir ilerleme demek olacaktır.

Saray Rejimi ve demokratik kitle örgütleri

Bahçeli, Erdoğan’ın gölgesi altında sıkıldıkça, her seferinde, “esas güç benim” der gibi uluyor. Hastalığı nedeni ile birkaç aylık ayrılığı sonrasında, muhtemelen, daha bir hassas oldu, Erdoğan’la olan ilişkilerini daha da “derinleştirdi”.

Sanırız, Bahçeli’yi yönetenler, mesela devletin bu işle ilgili görevlileri, Bahçeli’nin bahçesinde, yeni bir çeteleşmeye gitmiş olmalıdır. Bahçeli, “esas güç benim, Erdoğan da kimmiş, Saray Rejimi’nin savunucusu esas benim” havasında gidiyor gibidir. Ama öyle anlaşılıyor, onun adına tweet atanlar, olsa olsa başkalarıdır.

Tüm Saray Rejimi’ni sarmış bir hâl var: Her biri başka bir uyuşturucu alıyor olmalı. Afyon alımından sonra, “uçuyoruz kimse görmüyor” denilebilir muhtemelen. Ya da kuvvetli anti-depresan alıp, “Tabipler Birliği kapatılmalıdır” denilebilir. Muhtemelen extacy aldıktan sonra, “bu sene %5 büyüyeceğiz” demek mümkün olabilir. Ve kesinlikle çok fazla miktarda yeşil dolar aldıktan sonra, Akdeniz’de her gün bir zafer kazandık haberleri yapılabilir. Hangi ilaç veya uyuşturucunun Anayasa Mahkemesi Başkanı’na İçişleri Bakanı sıfatıyla “sen arabana yalnız binebiliyor musun” sorusunu sordurabildiğini tahmin edemiyoruz.

Ama biliyoruz, IŞİD çetelerine çoluk-çocuk, kadın-erkek katlettirmek için epeyce uyuşturucu taşıdıklarını biliyoruz.

Bu çöküş hâlidir.

Saray Rejimi, tüm kurumları ile çürümektedir. Ve bu çürümeyi topluma aşılamak, toplumu da her yönü ile çürütmek istiyorlar.

Yağma, rant, savaş ekonomisi ile toplumun her kesimine hırsızlığın âlâsını öğrettiklerini, bunu da din ile birleştirerek yaptıklarını biliyoruz. Cinsel tacizler, tarikatlar, rüşvet, hukuk ihlalleri vb. tamamı, aslında bu çürümeyi tüm topluma yansıtma yolları hâline gelmiştir. Artık, tüm bunlar “normal” hâle gelmiştir, normal ve sıradan.

İşte Bahçeli’nin tweet hesabından TTB’ye dönük yapılan açıklamalar da tam olarak bunu göstermektedir.

Gerçekte bu, demokratik kitle örgütlerine bir saldırıdır. Barolara dönük saldırı daha devam etmektedir ve Feyzioğlu, barolar birliği başkanı seçilebilmek için, içeriden “balta sapı” olarak iş görmüştür. Şimdi Türk Tabipleri Birliği (TBB)’ne sıra gelmiştir. Hedefleri budur.

Biliniyor ama tekrar edelim, biz “sivil toplum örgütlenmeleri” (STK) kavramını kabul etmiyoruz. Doğrusu demokratik kitle örgütleri (DKÖ) olmalıdır. Demokratik kitle örgütleri, bir insan grubunun, mesela bir meslek grubunun, bir toplumsal grubun, demokratik ve ekonomik, sosyal haklarını savunur ve bunun için örgütlenmelerini ifade eder. DKÖ’ler, bir “yardım” kuruluşu değildir. Tersine, toplumsal örgütlenmede, kendi sorunları etrafında bir örgütlenmeyi ifade ederler. Bu DKÖ’ler olmadan, burjuva anlamda bir “demokrasi” olamaz. Sendika bir DKÖ’dür, elbette TTB de. Tüzükleri açıktır, doktorların ekonomik, sosyal haklarını savunurlar ve bu doğrultuda, toplumsal bir yarar yerine getirirler. TTB, hekimlerin davranış kurallarını, etik değerlerini de geliştirir ve bu tüm sağlık hizmeti alanlar için önemli bir denetim gücü anlamına da gelir.

Elbette DKÖ’ler, yasal kurumlardır. Güçleri oranında bu yasaların daha demokratik olması için de mücadele yürütürler. Ama, hiçbir DKÖ, bir siyasal parti değildir. Bir DKÖ’nün, siyasal taleplerinin olması da mümkün ve gereklidir. Ama siyasal parti değildirler.

Bugüne kadar TTB’nin, siyasal bir parti gibi davrandığı görülmemiştir.

100 bin civarında doktorun üye olduğu TTB, demokratik bir mekanizmaya sahiptir. Yani seçimle bir yönetim örgütlerler ve bu yönetim, düzgün bir biçimde denetlenir.

Diyelim ki, bir tarikat, DKÖ değildir. Hem belli bir toplumsal kesimin sosyal haklarını savunmaz, hem de demokratik kurumlardan değildir. Eğer siz, “badeleme” işinin bir toplumsal hak olduğunu iddia etmiyorsanız, tarikatlara çete demekten başka yolunuz kalmaz. Bir şeyh vardır ve o şeyh “postu” en sevdiğine bırakır, yeni şeyh seçilmez. Böyle bir işleyişe sahip değildir.

Birçok kişi, tarikatları bir STK olarak ele alır. İktidarlar, tarikat oylarına, dini kullanmak için çeşitli araçlara ihtiyaç duyarlar ve bunları da bir güç odağı olmaları nedeni ile, mesela çete diye adlandırmak yerine, STK diye adlandırırlar. Eğer, STK kavramını sorgularsanız, onun yerine DKÖ kavramını koyarsanız, aslında bu kargaşaya da son vermiş olursunuz.

Saray Rejimi tüm toplumu bastırmak, her aykırı sesi boğmak, baskı ve şiddetle, devlet terörü ile yönetmek istiyor ve bu nedenle, tüm DKÖ’lerini zapturapt altına almak istiyor. Sendikaları sendika mafyası ile ele geçirme işi, 12 Eylül darbesi ile ayyuka çıktı. Şimdi, 12 Eylül’ün “komünist tehlike” olarak adlandırmadığı TTB, bugünlerde Bahçeli ve Saray Rejimi tarafından, bir tehlike olarak ilan ediliyor.

Nedeni de açık: TTB, pandemi konusunda devletin, Saray Rejimi’nin izlediği yalan ve gizleme politikasına artık tahammül edemiyor ve bunu, meslek ahlâkı, meslek onuru gereği, deşifre etmek zorunda kalıyor.

TTB, halkı doğrudan bilgilendiriyor.

İçinde TTB’nin, sağlık çalışanlarının olmadığı bir pandemi yönetimi, yapısı gereği iş yürütebilir, sorun çözebilir bir yönetim olamaz. Hekimler, bir yandan canla başla uğraş vermekte, diğer yandan ise, ölüm ile ilk elden yüz yüze kalmaktadırlar.

Bize göre TTB, ilk günden başlayarak, salgın konusunda halkın doğru ve ilk elden bilgi alması için uğraşmak zorunda idi. Ve doğrusu salgının başında bu konuda çok aktif olmadıklarını biliyoruz. Ahmet Saltuk hoca, belki TTB’nin bıraktığı boşluk nedeni ile, TV kameralarına çıkıp, olup biteni anlatmak zorunda kalmıştır. Yapılması gereken de en başından beri budur.

Tabipler Birliği, “savaş bir toplum sağlığı sorunudur” dediğinde de iktidarın hışmını üzerine çekmişti. Oysa dünyada her hekimin, savaş karşıtı olması kadar doğal bir şey olamaz. Aslında bu her insan için de geçerlidir.

TTB, iktidarın politikalarına destek vermek zorunda değildir, zaten bunu yaparsa, hekimlik mesleğine de ihanet etmiş olur. Dünyanın her yerinde sağlıkçılar, buna benzer tutum almaktadır ve bundan daha doğal bir şey de düşünülemez.

Sağlık çalışanları, gerçekten de hastahanelere el koymak, fiilî olarak hastahane yönetimlerini doğrudan iktidarın elinden almak zorundadır. Bu bizim görüşümüz ve önerimizdir. Çünkü siyasal iktidar pandemiyi, kitleleri korkutmak, bunalımı gizlemek, iktidar zafiyetlerini örtmek, baskıyı artırmak için bir araç olarak kullanmaktadır. Pandemi sürecinde, kitlelerin dikkatlerinin dağınık olmasını fırsat bilerek gerçekleştirdikleri ihaleler, çevre yağması vb. tek tek saymakla bitmeyecek boyutlardadır. Bu yapılırken, iktidarın amacı ortadadır. Bu koşullarda, pandemi ile mücadele için sağlık çalışanlarının hastahanelere el koyması gereklidir. Tüm özel hastahaneler, kamulaştırılmalıdır. Ankara’da, başka bazı illerde, doktorlar, hastaları hastahanelerde yer olmadığı için kabul edemez durumdadır. Şehir hastahanelerine “müşteri” garantisi veren iktidar, birçok işleyen hastahaneyi kapatmıştır. Ülkeyi bir AŞ gibi yönetmek isteyen Saray Rejimi, hastahaneleri “kâr” peşinde koşan kuruluşlara çevirmiştir, hastaya müşteri gözü ile bakan bir mantık egemen kılınmıştır. Tüm sağlık çalışanlarının, elbette bu arada TTB’nin de buna karşı durması kaçınılmazdır, gereklidir.

TTB, gerçekte, eksik yaptıkları nedeni ile eleştirilebilir, yoksa bugünlerde yaptıkları ile değil.

Bugünlerde iktidarın hışmını çeken, saldırılara maruz kalan TTB, gerçekte, daha direngen, daha mücadeleci bir tutum almalıdır.

Barolar, yeterince direnmediği için, uzun süredir kendi üyelerine bile sahip çıkmadığı için, iktidar ile flörtleştiği için, yeterince direnç ve direniş göstermediği için, hukuk katledilirken yeterli tepkiyi vermediği için, işçilere saldırılırken, öğrencilere saldırılırken açık bir direniş tutumu almadığı için, kolaylıkla yeni kanuna boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. Sadece son eylemlerde Ankara girişinde yürüme isteklerine bakarsak bile, bunu binlerce avukatı oraya yığarak, oradan, doğrudan Saray’a yürüyerek yapmadıkları için kaybetmişlerdir. Ve gerçekte bu kayıp, tüm toplumun, toplumsal mücadelenin kaybıdır.

Şimdi, aynı şey, TTB’nin karşısına çıkarılmak istenmektedir. Bu nedenle, esas olarak TTB’nin eksik yaptıklarına, dünden başlayarak yapmadıklarına parmağı basmak gerekir.

Saldırı, bir bütündür ve tüm toplumu, işçi ve emekçiler başta olmak üzere, kadınları, gençleri, halkları, yoksulları, çalışan herkesi susturma, esir alma amacını gütmektedir. Saldırı, devletten gelmektedir ve hedefi, korkutmak, sindirmektir. Tüm toplumu, yaşamın her alanını hedef alan bu saldırıya karşı bir direniş gelişmektedir. Gezi, bu direnişin en kitlesel olanıdır. Gezi Direnişi, farklı biçimlerde sürmektedir. Bu direnişi büyütmek, korkmadan bu direnişin bir parçası olmak, bundan onur duymak gerekir.

Topyekûn bir direniş geliştirmenin yolu, direnişin her türünü, her biçimini geliştirmek, yaymak ve daha örgütlü hâle getirmektir.

Bu nedenle, mevcut toplumsal durum içinde, işçi ve emekçilerin ortak cephesini, birleşik emek cephesini örmek gerekir.

TTB, açık ve net olarak bu direnişin bir parçasıdır. Daha da kararlılıkla, açık ve net bir tutumla, Birleşik Emek Cephesi’nin nesnel bileşeni olmaktan, öznel bir bileşeni olmaya evrilmek zorundadır.

Bu durum, sadece TTB için geçerli değildir, barolar da bunun içindedir, TMMOB da bunun içindedir, sendikalar da bunun içindedir.

Artık en sıradan bir hakkı, yaşam hakkını, çalışma hakkını, adil yargılanma hakkını vb. savunmak, en sıradan bir hakkı istemek, doğrudan iktidarın saldırısına hedef olmak anlamına gelmektedir. Tren kazasında ölen yakınlarının hakkını arayanlara, copla, biber gazı ile TOMA ile saldıran bir iktidar söz konusudur. İster Kaz Dağlarının yağmasına karşı çıkın ister Artvin’in doğasının yağmalanmasına, ister çocukların tecavüze karşı çıkın ister kadın cinayetlerine, ister ödenmeyen ücretlerinizi almak için direnin ister adil yargılanma talebiniz için, siz artık, tüm toplumsal direnişin bir parçasısınız demektir. Buna gözünü kapatmamak gerekir.

Direniş, tüm toplumsal yaşamı sarmaktadır. Evet, yeterince güçlü değildir, yeterince örgütlü değildir. Ama bu direnişin bir parçası olmak, onurlu yaşamayı seçmek demektir. Bu nedenle örgütlenmek, örgütlerimize sahip çıkmak, onları daha sağlam direniş odakları hâline getirmek dışında kurtuluş yolu yoktur.

Savaş naraları: Akdeniz, Ege, Karadeniz. Ya “içerisi”?

Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de savaş naraları yeniden yükseliyor. Olup biteni anlamak için, biraz yakın geçmişe bakmakta fayda var.

Suriye savaşı, Libya’nın yerle bir edilip, Kaddafi’nin linç edilmesinden sonra ortaya çıktı. Öncesinde Irak işgali ve Afganistan işgali var. 11 Eylül 2001’de, İkiz Kuleler’in ABD’de yıkılması ile başlayan süreçte ABD, dünya “hegemonyasını” ilan etme yönünde adımlar atmaya başlar.

1989’da SSCB çözülmüştü. Ardından, Berlin Duvarı ortadan kalktı ve Almanya, takip eden 5-6 yıl içinde, Hitler Almanyası’nın silahlarla, savaşla ulaştığı sınırlara, savaşsız ulaşabildi. Eski Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkeleri, daha çok Almanya’nın, genellersek AB’nin sömürgeleri olmaya başladılar. Bu durum, ABD’nin elini çabuk tutması gerektiğinin en önemli işareti idi. ABD, SSCB ortadan kalkınca, başında bulunduğu emperyalist örgütlenmenin dağılması sürecinden önce, diğer emperyalist “dost”larını bertaraf etmeli idi. Dünya hakimiyeti, imparatorluk, tek kutuplu dünyanın izlemesi gereken yollar idi. Tek kutuplu dünya, 1990’lara ait idi ve gerisi “imparatorluk” ile gelmeli, ABD dünyanın efendisi olmalı idi. Aksi hâlde Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere güçlenecekti ve ABD yüzyılı sona ermiş olacaktı.

Böylesi paylaşım savaşları, kapitalist sistemin doğasında vardır ve silahsız bir sonuca ulaştıkları da görülmemiştir. Deniz Adalı’nın yeni çıkan kitabında (“Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim”, Kaldıraç Yayınevi) bu paylaşım savaşlarının geçmişi ve bugünü üzerinde detaylıca durulmuştur. Bu nedenle oraya dönme niyetinde değiliz.

Ama vurgulamak isteriz ki, 11 Eylül saldırıları sonrasında başlayan Afganistan, Irak işgalleri öncesinde ABD, NATO’yu da yeniden organize etmek istedi. 11 Eylül’den bu yana, dünyaya 30 milyon insanın göç ettiği, yerlerinden olduğu, milyonlarca insanın öldüğü ve sakat kaldığı biliniyor. ABD, NATO’yu, “terörizme karşı savaş” için görevli bir kurum hâline dönüştürme iradesini ortaya koydu. Böylece, eski “dost”ları olan emperyalist ülkeleri, kendi amaçları için yapacağı savaş hamlelerine ortak edecekti. Amacı, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’yi, kendi peşinden ayrılmaz hâle getirmekti. Bu dört ülke, askerî açıdan toparlanmadan, ABD ile boy ölçüşebilir hâle gelmeden, ABD denetiminden çıkmadan, ABD yol almak istiyordu.

İşte bu ABD hegemonyasının eğik düzlem üzerinde inişe gitmesi sürecinde Suriye savaşı bir dönüm noktasıdır. Afganistan ve Irak işgalleri, diğer dört emperyalist güce ABD’nin ne yapmak istediğini gösterdi. Ve bu süre sonunda, bu güçler arasında paylaşım savaşımı daha da su üstüne çıkmaya başladı. Batı ittifakı, çözülme işaretleri vermeye başladı. Ve ABD, Libya hamlesi ile, bu müttefiklerine bir parmak bal vermek istedi. Libya petrolleri paylaştırıldı.

Türkiye, Libya işgalinde, ABD’nin yardımcı gücü oldu. İzmir’deki NATO üssü, Libya saldırısına karşı aktif olarak kullanıldı. Erdoğan, öncesinde “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyordu ki, ertesi gün, Libya’nın işgalini desteklediğini ilan etti.

Şimdi, Kaddafi’siz Libya’da, Trablus hükümeti ile anlaşmalar yapmaya çalışan TC devleti, aslında Kaddafi’nin Libyası ile iyi ilişkiler kurma şansına sahip idi. Bu ilişkileri bir anda, ABD emri ile feda eden TC devleti, şimdi, Libya’da “üs” edinmeye çalışmaktadır. Üstelik Libya’nın çok küçük bir bölümünü tutan “İhvancı” grupları ile iş tutarak.

ABD’nin Yugoslavya’yı da katarsak 5 saldırısında, TC devleti, açıktan yer almıştır. Ama Suriye savaşında, daha özel bir yer almayı seçmiştir.

TC devleti, Suriye’de işgalcidir ve bugün, bu işgal hareketini Irak topraklarında, Irak Kürdistanı’nda da hayata geçirme isteğindedir.

Suriye savaşı, ABD’nin hegemonyasının çözülmesinde bir adım oldu. Suriye yenilgisi, ABD’nin saldırganlığını daha da artırdı. Ve TC devleti, ABD’nin bölgedeki kirli işleri için bir tetikçi olarak kullanılmak üzere, Saray Rejimi biçiminde yeniden organize edildi.

TC devletinin, bir dış politikası yoktur.

Akdeniz, Ege ve Karadeniz’de olup bitenlerin bir özeti, Suriye savaşında vardır. TC devleti, bir ABD tetikçisidir ve bir tetikçi olarak devleti bizzat yönetenler, bu savaş hamleleri içinde ceplerini doldurmakla meşguldür. Suriye savaşında TC devleti, ABD emirlerini yerine getirmiştir ve onun izin verdiği ölçüde de, Suriye topraklarında yer işgal etmişlerdir. Ama bu arada, ceplerini doldurmaktan da geri durmamışlardır. Suriye savaşında, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar birlikte devrede olmuşlardır. Ama aslında çekirdek ittifak, ABD ve İsrail ittifakıdır. Türkiye, sadık bir tetikçidir. Suriye savaşından Erdoğan ailesi ve Saray çevresi kazançlı çıkmış, ceplerini doldurmuştur. Saray Rejimi, “Osmanlıcılık” hayallerini beslediği radikal İslamcı hareketlerle iç içe geçmiştir. İslamcı hareket için Türkiye, büyük ölçüde bir Pakistan hâline getirilmiştir. Saray Rejimi, bu sayede “ömrünü” uzatmış, Erdoğan’ın iktidarı bırakmama niyeti beslenmiştir.

Şimdi, Akdeniz’de yaşanan gerilim, aynı sürecin bir başka boyutudur.

Suriye savaşı ile, Akdeniz’de önemli bir etkinlik kazanan Rusya’nın gücünü elimine etmek için, ABD, Akdeniz’i savaş alanına, gerilim alanına çevirmeye niyetlenmiştir. Bunu ise elbette TC eli ile yapmaya niyetlenmiştir. Libya ile anlaşmanın, Akdeniz’deki gerilim politikasının ABD-İsrail politikalarına, çıkarlarına açıktan hizmet ettiği ortadadır. TC devleti, Saray Rejimi de bununla görevlidir. Erdoğan, bu işi yaparak, iplerini tutan ABD devletine hizmet ederek, ömrünü uzatmak istemektedir. Hepsi budur.

Saray Rejimi, önde Erdoğan’ın görüldüğü bir rejimdir. Ama aslında bu rejim, çetelerin ortak koalisyonu gibidir. MHP’nin rolünden söz etmiyorum. Ergenekon olarak adlandırılan eski devlet yapısı, kendisine “ulusalcı” diyenler vb., İslamcı çeteler, tarikatlar, Gülen hareketinin bizzat kendisi, Erdoğan’ın çeteleri, hep birliktedirler. Erdoğan ismi etrafında bir koalisyon söz konusudur. Ve bu koalisyonun her açıdan ipleri, doğrudan emperyalist merkezlere çıkmaktadır.

Gülen hareketi, nasıl ki bir ABD projesi idi ise, aynı şekilde Erdoğan hareketi de bir ABD projesidir. Ergenekon projesi de öyledir. NATO örgütlenmesi içinde yer alan Gladio, bir ABD örgütlenmesidir. Şimdi bunların hepsi, Saray Rejimi içinde birliktedirler. Bunların her birinin içinde, ABD’nin, Almanya’nın, İsrail’in, İngiltere’nin, Fransa’nın vb. örgütlenmeleri vardır.

Bugün, Akdeniz’de ortaya konan politika göstermektedir ki, TC devletinin bir dış politikası yoktur. hatalı bir dış politikası vardır demek anlamsızdır. Bu “dış politika”, ABD emirlerinden ibarettir. Bunu Dışişleri Bakanı, Libya’da “ABD emri ile hareket ediyoruz” diyerek açıkça ortaya koymuştur.

TC devletinin Akdeniz’de ortaya koyduğu, bugünlerde bir başka NATO üyesi ülke olan Yunanistan ile savaşın eşiğine geliniyor izlenimini veren politikası, aslında ABD’nin Akdeniz, Ege ve Karadeniz’i karıştırma politikasının ortaya konuluş şeklidir.

ABD’nin bu politikası, bir yandan AB’ye karşı bir tehdittir, diğer yandan ise Rusya’ya karşı. ABD, “benim değil ise kimsenin olmayacak” tutumu ile bölgeden çekilmeyeceğini ilan etmektedir. Suriye savaşında aldığı yenilgi, gerçekte ağır bir yenilgidir. Ama pes ettiğini söylemek mümkün değildir.

Denilebilir ki, bugünlerde hiçbir yerel savaş, büyük savaş sonuçlanmadan sonuçlanmayacaktır. Suriye savaşı, bittiği hâlde bu nedenle sürmektedir.

ABD, hem AB’yi karıştırma olanaklarını kullanmaktadır, hem de Rusya’ya karşı tehdit işini artırmaktadır. Bu nedenle Akdeniz’de bağırtı artarken, ABD uçakları Karadeniz’de cirit atmakta, Rus uçakları ile itdalaşına girmektedir.

Demek oluyor ki, yakında eski Yugoslavya coğrafyasında, Polonya’da, Romanya’da, Ukrayna’da da adımlar atacaklardır.

Çin’e karşı girişilen hamleler, Rusya’ya karşı hamleler ile beslenmektedir. ABD, bu konularda kendisine yakınlık göstermekte tereddüt eden eski Avrupalı müttefiklerini, Rusya ve Çin’e karşı hamleler yapmaya “ikna” etmek istemektedir. Bu nedenle, Yunanistan-Türkiye gerginliği artırılmaktadır. Bu sayede Akdeniz’in her alanı, savaş bulutları ile doldurulmaktadır.

Acaba bu planlar nerede duracaktır?

Bunu söylemek mümkün değildir. Zira ABD hegemonyası çözülmektedir, ama ABD’nin bunu “bir yeni durum” olarak kabul edip, evinde oturmaya çekileceği söylenebilir mi? Bu olmayacaktır.

Geçen haftalarda ABD, İran’a karşı yeni yaptırımlar devreye sokmaya kalktığında, İngiltere, Almanya ve Fransa’nın bu yaptırımları kabul etmeyeceklerini açıklamaları boşuna değildir.

Öyle anlaşılıyor, ABD, İran’a karşı saldırılardan da geri çekilmeyecektir. Belki, Süleymani suikasti gibi suikastleri devreye sokmaları, bunu tüm bölgeye yaymaları da mümkündür. Ama bugün görünen, Akdeniz’in Ege’ye, Ege’nin Karadeniz’e bağlanmak istendiğidir.

Türkiye ile Yunanistan’ın bir savaşa tutuşması zayıf bir ihtimaldir. ABD, bu gerilimi artırarak, belki de bölgeye yerleşmek için yeni fırsatlar peşindedir. Bunu bilemiyoruz. Ama bu gerilimin ABD’ye çok fırsatlar sunacağı da açıktır.

Türk gemisinin silah taşırken Libya açıklarından çevrilmesi süreci, Fransa’yı Akdeniz sürecine daha aktif tarzda devreye sokmuştur. ABD, bu kez Libya’ya BAE gemileri ile silah taşımaya çalışmaktadır. Bir gemi, Alman güçlerinde durdurulmuş ve limana çekilmiştir. ABD’nin bu işte ısrar edeceği açıktır. Avrupa’nın bu konuda ne kadar dirençli olacağı ise önümüzdeki dönemde belli olacaktır.

Ama Akdeniz’de savaş bulutlarının yoğunlaşmasının, ABD’nin Rusya ve Çin’e karşı planlarına AB’den destek alması için bir hamle olduğu da açıktır.

Saray Rejimi, ise tüm varlığını savaş ve gerilim politikalarına bağlamıştır. Savaş politikaları, aynı zamanda, içeride milliyetçi, ırkçı saldırıların artması için de bir fırsata dönüştürülmek istenmektedir.

Osmanlı’nın son dönemlerinde, İslamcılık ve ardından Türkçülük ile Rum ve Ermenilere karşı girişilen katliamlar hatırlanmalıdır. Bugün, savaş politikaları ile Ayasofya’nın camileştirilmesi adımları arasında bir bağ kurmak mümkündür.

TC devleti, her zaman savaş politikaları ile, içeride katliamları birbirine bağlı ele almıştır. Bu konuda geniş bilgi için, Kaldıraç’ın Eylül 2020 tarihli 230. sayısında, Sibel Özbudun-Temel Demirel’in son derece toparlayıcı, “Rumlara dair tarih (b)ilgisi” isimli çalışmasına bakılabilir.

Tarihleri katliamlarla doludur. Kürtlere karşı yürüttükleri savaş, bugün, bunun örnekleri ile doludur.

Tüm bunlara son vermenin tek yolu, işçi ve emekçilerin örgütlenmesidir. Örgütlü bir güç olmadan, cesaretle mücadele etmeden, bu katliam politikalarına, savaşa, bölgemizdeki emperyalist varlığa son vermek mümkün değildir. İşçi ve emekçiler, emperyalist güçlerin çıkarları için, bu güçlerin bölgemizdeki ortakları olan devletlerin çıkarları için bir savaşta yer almamalıdır. Bunu açık olarak reddetmelidir. İşçi ve emekçiler, kadınlar ve gençler, burjuva egemenliğin her biçimine karşı mücadele etmek üzere, Birleşik Emek Cephesi’nin örülmesine katılmalıdır.