Ana Sayfa Blog Sayfa 102

Kaldıraç Yayınevi’nden yeni kitap: Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem

Eser Adı: Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem
Yazar Adı: Deniz Adalı
Kitabın genel anlamda türü: Tarih-Siyaset-Felsefe

Sayfa Sayısı: 320
Kitap Boyutları: 13,5*21
Etiket Fiyatı: 25 TL (KDV dahil)

Arka Kapak yazısı
“İnsan toplumu, doğanın bir parçasıdır. Doğal tarihin bir parçası olarak ele alınır-sa insan toplumu, insan da doğanın kendi bilincine varması olarak ele alınabilir. Modern kapitalizm, bu bilimsel gerçeğe, kökünden karşı bir saldırıdır da.

… Yani, sınıf savaşımında işçi sınıfının zaferi, sosyalizmin komünizmin zaferi, sade-ce işçi sınıfının, ezilenlerin kurtuluşu için değil, aynı zamanda tüm insanlığın ve onun içinde yer aldığı doğanın da kurtuluşu için zorunludur.”

Karanlık, korku, yalan ya da ölüm ile sıtma arasında hayat

Bizim adını Saray Rejimi olarak koyduğumuz bu iktidar, öyle görünüyor ki, bir düşüş sürecindedir.

Muktedir Erdoğan’ın sonu görülmüştür. Onu orada tutanlar, ABD’li efendileridir ve fazladan ona süre vermişlerdir.

Saray Rejimi, kan ve katliam, rant-yağma ve savaş ekonomisi üzerine oturmuş bir rejimdir. Tüm tekelci sermaye, tüm rant babaları, tüm yağmacılar, tüm uluslararası tekeller, tüm savaş kundakçıları, bu tetikçi rejimin, bu kanlı rejimin arkasındadır. Her biri, çeteleri ile bu rejimi öne sürmektedir.

Ama Saray Rejimi’nin de sonu görülmektedir.

Efendiler, uluslararası tekeller, ABD’li efendileri, Erdoğan’a, Saray Rejimi’ne, işlerini görmesi için ilave destek vermekte, süresini uzatmaktadır. Libya’da, Suriye’de, yarın İran’da yapacakları işler var ve bunun için her yola başvurmaktadırlar.

Erdoğan, halktan, Kürt halkının direnişi başta olmak üzere, direnişten, Gezi Direnişi gibi patlamalardan, işçilerin yeter artık demesinden, sokaklardan, gençlikten, kadınlardan, evsizlerden korkmaktadır.

Ve efendilerden aldığı güçle, her kargaşayı “allahın lütfu” hâline çevirerek, kanlı rejimini devam ettirmek için her fırsatı kullanmaktadır.

Covid-19 salgınını da böyle kullanmak istediler.

Açıktan, birçok yetkili, ağzından kaçırmış gibi, “salgını fırsata çevirmek” üzerine nutuklar atıyor. Diyanet işlerinden çetelerine, Menzil tarikatından inşaat mafyasına kadar her biri, durumu fırsata çevirmek istiyor.

Salgını fırsata çevirme politikalarında Bahçeli-Erdoğan ikilisi birbirini aratmıyor. Tüm Saray, salgını kullanarak ömrünü uzatmaya çalışıyor.

Dün, salgından önce savaşı kullanarak ömürlerini uzatmaya çalışıyorlardı. Bugün, salgını kullanarak.

Salgın, geniş bir korku yaratıyor. Bu nedenle sürekli korkuyu pompaladılar. Korku büyütüldü. Korku büyüyünce, insanlar, işyerlerinin kapanmasına, işçiler işten atılmalarına seslerini çıkaramaz oldular.

Şimdi, bunu gördüler ve bu yoldan devam etmek istiyorlar.

Erdoğan, önce bir sahte zafer ilan etti. Bu zafer, maske dağıtamama zaferidir. Bu zafer, maskeleri Menzil tarikatı satsın diye satışını yasaklama zaferidir. Bu zafer, ölü sayılarını gizleme zaferidir. Bu zafer, hasta olanları “sürü”ye sayma zaferidir.

Yani, ortada bir zafer yoktur.

Olsa olsa, sağlık emekçilerinin ciddi mücadelesinden söz edebiliriz. Sağlık emekçilerine maske bile veremeyen Sağlık Bakanlığı’nın bir katkısı yoktur bu çalışmada. Burası nettir. Uçmayan uçakların biletlerinden KDV indirmek, olmayan misafirlerin otel konaklamalarından vergi almamak, faizle kredi vermek bir başarı ve zafer hâli yaratmaz.

Ama Erdoğan’ın, Saray’ın bir zafere ihtiyacı var.

CHP’si, MHP’si, hepsi ama hepsi sıraya geçip, devleti kurtarmak için, Saray Rejimi’ni ayakta tutabilmek için, bir zafer ayarlamaya başladılar.

Tüm basın, bunun için seferber oldu.

Bir yandan, çeteler eliyle tehditler yükseltildi, ölüm listeleri vb. ilan edildi.

Dehşetli bir karanlık, büyük yalanlara dayalı bir karanlık yaratıyorlar. Sadece bugün değil, dün de bunu yaptılar. Ve ardından, baskı ve şiddet ile korkuyu artırdılar.

Şimdi bu korkuya, salgını eklediler. Salgın ve savaş gibi “felaket”lerin, insanlara “dertlerini” unutturmasını istiyorlar. İstiyorlar ki, bu “felaket” karşısında, herkes, her hakkından vazgeçsin. İşsizler işsizlik derdini unutsun, açlar buldukları kırıntılara dua etsin, işçiler düşen ücretlerini dert etmesin, küçük esnaf dükkânının kirasını unutsun, çiftçi yarın gelmekte olan açlığını unutsun, insanlar eğitim sorunlarını bir yana bıraksın. Herkes evine kapansın, herkes, kaderine razı bir tarzda beklesin. Herkes, bu çaresizliğe teslim olsun.

İşte “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” hâli budur.

Hayır, biz işçiler, biz emekçiler, biz onurlu insanlar, bu karanlığa, bu baskılara boyun eğmeyeceğiz.

Hayır, tehditlerle, böyle yaşamaya, tepkisizleşmeye razı olmayacağız.

Dün, İdlib’de ölen Mehmet üzerinden “şehitler tepesi boş kalmayacak” diye dua edenler, aynı şeyi istiyordu. Onların ömrü uzasın, onların iktidarları uzun sürsün diye, biz bu karanlığa mahkûm olarak yaşamayacağız.

İşsizleri, açları, bir avuç sadakaya razı etme siyasetini kabul etmeyeceğiz.

Biz, işçiler, onurumuzla, emeğimizle hayatımızı kazanıyoruz. Bu emeği, bu hayatı savunacağız.

Sadaka ile yaşamak ve bunun karşılığı olarak susmayı kabul etmek, bu yalanları, bu kan ve baskıyı kabul etmek, bu karanlığa razı olmak, bizim seçeneğimiz olmayacak.

Eğer, bugün, salgın korkusu ile, savaş korkusu ile, her şeye rıza gösterirsek, yarın hayat adına elimizde hiçbir şey kalmayacak.

Din adına, inanç adına Saray Rejimi’ne destek verenler, bugün inançlarının nasıl kullanıldığını, dinlerinin nelere alet edildiğini görmeye başlamıştır. Din adına rıza verdiğimiz bu kanlı rejim, Amerikan emperyalizmi adına bölgemizde tetikçilik yapmaktadır.

Vatan adına rıza verdiğimiz bu kanlı rejim, ülkenin her alanını uluslararası tekellere, para babalarına, %10 komisyonla satmaktadır. Ülkenin derelerini, dağlarını, ovalarını yakıp yıkmakta, yağmalamaktadır.

Virüs ile açlık, savaş ile özgürlüklerimiz arasında sıkıştırılmak isteniyoruz. Saray Rejimi, tam da buradan yeni bir saldırı içindedir. Tüm özelleştirmelerin mimarları bunlardır, tüm açlığın, tüm yoksulluğun, sonu gelmez kötü yaşam koşullarının, bu yalanın, bu karanlığın, bu pisliğin yaratıcıları, şimdi bize “salgın” nedeni ile rıza göstermemizi, kendilerine biraz daha süre vermemizi istemektedirler.

CHP, MHP ve diğerleri bu iktidarın açık destekçileridir.

Bize “ama alternatif yok” masalları anlatıyorlar.

Evet, onlardan hiçbiri alternatif değildir.

Alternatif, sensin, işçi ve emekçilerdir, onların örgütlü birleşik gücüdür. Alternatif, devrimci mücadeledir. Alternatif, birleşik emek cephesidir. Alternatif, onurlu direniştir.

Saray Rejimi’nin “bizi bir kez daha dinleyin, size şefkat eli uzatıyoruz” yalanlarına bir kere daha evet demek için hiçbir neden yoktur. Bizi açlıkla, bizi işsizlikle, bizi hayat pahalılığı ile, bize karanlıkla tehdit edenler, bizi kadınlarımız ve kızlarımızla tehdit edenler, bizi ölümle tehdit edenler, bizi hapisle, işkenceyle tehdit edenler, “şefkatli” ellere sahip olmazlar, olamazlar.

Onların elleri kanlıdır.

Ellerinde, Ali İsmail’lerin, Kürtlerin, kadınların, Ethem Sarısülük’lerin, Belkin Elvan’ların kanı var. Ellerinde tren kazalarında ölenlerin kanları var. Ellerinde Soma’da katledilen işçilerin kanları var.

Hiçbir baskı, hiçbir açlık tehdidi, hiçbir işsizlik tehdidi, bu elleri temizleyemez.

Biz biliyoruz ki, ölümden korkup sıtmaya razı olduğumuzda, yaşamayacağız, sürünerek öleceğiz.

Korkaklar her gün ölür, ama direnenler, en fazla bir kere ölür.

Her yanından ölüm saçan bu Saray Rejimi’ne boyun eğmeyeceğiz.

Damat ve Bilal’in, çetelerin kavgalarının seyircisi olmayacağız. Onların masasının mezesi olmayacağız. Onurlu direniş yolunu seçtik ve onurlu direnişi daha da ileri götüreceğiz, örgütleyeceğiz.

Sosyalizm gerçek alternatiftir.

Birleşik emek cephesi, gerçek alternatiftir.

Kader-kaza değil; iş cinayeti!

Yaşamını sürdürmek için, ailesinin çocuklarının rızıkı için çalışırken hayatını kaybeden tüm işçi
kardeşlerimizin anısına saygıyla.

“Kim vurduya gitti!” ifadesi, genellikle bir kargașa ortamında canını yitirenler için kullanılır.

Bu ölüm, bir tarz “faili meçhul” cinayette yitip gitmektedir. Bizim ülkemizde, faili açık olan ‘meçhul ölümlerdir bunlar Ölüyoruz ve kim vurduya gidiyor canımız.

Bu ülkede her ay ortalama 150 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitiriyor. İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre; geçtiğimiz Mayıs ayında 156 işçi, 2020 yılının ilk 5 ayında 737 işçi, son 18 yılda ise 24 bin 136 işçi çalışırken hayatını kaybetti.

Özellikle taşeron çalışma sistemiyle birlikte yaygınlaşan ölümlerde, işçiler adeta faili meçhule kurban gitmektedir. Birileri ‘fail’ diye tutuklanıp cezalandırılıyor olsa da asla gerçek fail ya da failler ceza almıyor. Dahası; bir iş cinayeti, dava süreci ve sonuçlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, her seferinde hayatını kaybedenin cezalandırıldığını ibretle görmüş oluyoruz.

Kozlu, Davutpaşa, Ostim, Elbistan, Esenyurt, Soma, Ermenek, Şirvan, Torunlar. Her biri hafizamıza kazınan toplu işçi ölümlerininin gerçekleştiği iş cinayetlerdir. Hepsinin üzerinden çok yıllar geçti. Bu cinayetlerde hayatını kaybeden işçilerin aileleri ve yakınları hala daha adalet beklemekte, gerçek sorumluların hakettikleri cezayı almalarını talep etmektedirler.

Bugün burada, üzerinden 4 yıl gibi uzun bir süre geçtikten sonra Duran Baysal yoldaşımızın ilk
duruşması görüldü. Dava süreci, adalet sistemi için bir trajedi, bizim için komedi mahiyetindedir. 9 Kasım tarihine ertelendi. Ne zaman sonuçlanacağı meçhul; buna ‘mülkün temeli adalet’ karar verecek.

Biz işçilerin, yoksul insanların mağduru olduğu bir dava sözkonusu ise; adalet, yorgun öküzlerin önüne koşulduğu kağnı arabası gibidir; acelesi yoktur adaletin. Nihayet, bir zaman sonra öyle ya da böyle ‘tecelli’ edecektir. Ne de olsa canı giden bir kodaman-patron-burjuva değildir.

Şayet bu saydığımız sınıftan birilerinin ‘mağduriyetine’ dair bir dava sözkonusu ise; bir başvuru, bir talep sözkonusu ise, adalet jet hızıyla tecelli etmektedir; böyle oluyor.

Mesela, İstanbul’un göbeğindeki Torunlar Plaza projesinin bir an önce bitmesi, rantın sıcak paraya
dönüşmesi için gece de çalışılması gerekiyorsa Vali ye bir telefon yeterlidir. Değil mi ki Aziz Torun,
ülkeyi de şirket gibi yöneten parti başkanının İmam Hatip’ten sınıf arkadaşıdır; ‘olmaz’ demek Vali’nin haddine midir?

Hatırlansın; 10 işçi kardeşimiz, belleri kırılarak oldu Torunlar’da. Daha fazla yük taşısın diye, güvenlik işlevi gören Swiç sistemi iptal edilen asansor 33’ncü kattan zemine çakıldı. Gerçek tek suçlu ceza almadı. Kamuoyundaki yoğun tepkiler nedeniyle tutuklananlara verilen hapis cezası ise paraya çevrilerek dava kapatıldı.

Ne Torunlar’daki katliam, ne Soma, ne digerleri, ne de yoldaşımız. Duran Baysal’ı aramızdan alan hiçbir ölüm: kaderle, kazayla, fitratla açıklanamaz. Hepsinin raporları ortadadır. hepsi açık cinayettir.

Patronlar, kârlarından zarar etmemek için, daha fazla kâr için önlem almıyor ve işçileri öldürüyor.
Mesele bu kadar açıktır. Bu çürümüş sermaye düzei işçi kanıyla, yoksulların kanıyla beslenmeye
devam ediyor.

Duran Baysal yoldaşımız, bir Cami inşaatı yapımında çalışmak için Diyarbakır’a geldi. Çalışırken, vinçle taşınan beton bloku tutan yıpranmış halatın kopmasi sonucu 3 Mart 2016’da hayatını kaybetti.

Açılan davanın soruşturma sürecinde Duran’ı ve iş arkadaşlarını kusurlu göstererek patronu aklayan
bilirkişi raporu, daha sonra avukatlarımızın itirazıyla yeniden düzenlendi, Duran ve arkadaşları tali kusurlu sayıldı.

Elbette bu davanın takipçisi olacagiz ve dava nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bu çürümüş sermaye düzenine kinimiz zerre kadar azalmayacak.

İsçi Gazetesi saflarında mücadele yürüten, İnşaat-İs sendikasının Ankara’daki ilk üyelerinden olan devrimci inşaat işçisi Duran Baysal ve çalıştığı İstanbul Galataport şantiyesinde Korona salgınına
yakalanarak 13 Nisan’da hayatını kaybeden Dev Yapı-İş sendikası yöneticisi, Hasan Oğuz yoldaşlarımızı asla unutmayacağız, mücadelemizde yaşatacağız.

Duran’ın, Hasan’ın ve yitirdiğımiz binlerce işçi kardesimizin anısına bir kez daha söz veriyoruz; İşçi kanıyla beslenen kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömene kadar kavgamız sürecek.
Duran ve Hasan nezdinde tüm inşaat işçisi arkadaşları örgütlenmeye çağırıyoruz. İşçi cinayetlerini durdurmak için, sorumlulardan hesap sormak için tüm emek örgütlerini mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz.

Sosyalist devrim; hesaplaşma, barışma, insanlaşma

Haziran 2020’nin ilk günlerinde, iki heykel yıkıldı. Biri Bristol’dadır, İngiltere’de. Anti-rasist protestocular, yeniden sokakları doldurmuştu. 2008 krizi, Suriye savaşı, emperyalist güçlerin yeniden dünyayı paylaşmak üzere giriştiği savaş nedeni ile dünyanın her bölgesini kana bulamaları vb. ardından ortaya çıkan pandemi ile birlikte kapitalizme, emperyalizme duyulan öfke yükselmekte iken, bir Amerikan polisin, dizlerini boğazına bastırarak bir siyahı öldürmesi, adeta boğazlaması, bir protesto dalgası başlattı.

“Nefes alamıyorum” diyen George Floyd’un sözleri, büyük bir çakışma ile, “insanlığın nefes alamama” durumunu ifade eder hâle geldi.

Gösteriler, ABD ile sınırlı kalmadı.

Ama iki simgesel heykel indirme gerçekleşti. Biri Colomb’un heykelidir. Colomb, “Amerika’nın keşfi” denilen, aslında bir katliam, bir jenosid olan sürecin simge isimlerindendir. Kendi anıları bile, insanlığı utandıracak bilgilerle doludur. Egemen sömürgeci sınıfın, yağmacı, katliamcı karakterinin simgelerinden biridir o anılar. Ve George Floyd’un öldürülmesi ile başlayan süreç, Colomb’un heykelinin indirilmesi ile sonuçlanmıştır.

Bristol’da, Edward Colston heykeli vardı. Artık yok. Edward Colston, 1600’lü yıllarda, İngiltere’nin ünlü köle tacirlerinden biridir. Köle ticareti, sömürgelerin hammaddelerinin yağmalanması, İngiliz kapitalist gelişiminin ve yağmacılığının önemli kaynaklarından biridir. Sanayi devriminden söz ederken, arka planda bu yağma, bu sömürgecilik, bu köle ticareti unutulmamalıdır. Onlar, İngiliz efendileri ister feodaller ister kapitalistler olsun, bunu unutmamıştır ve heykelini dikmişlerdir. Ve bizimkiler, anti-rasist gösteriler başlayınca, hatırlamışlardır ve köle tacirinin dikilmiş eserini, indirmişlerdir. Nehre atmışlardır ve İngiliz devleti, bu heykeli, alıp “müzeye” koyma kararı almıştır, yeniden dikmeye ne zaman cesaret edeceklerini hep birlikte göreceğiz.

Biz Kaldıraç Hareketi olarak, sosyalist devrimin, özellikle de Anadolu sosyalist devriminin, binlerce yıllık sömürü tarihi ile, binlerce yıllık aşağılanma tarihi ile bir hesaplaşma olacağını dile getirdik, getiriyoruz.

Bu Colston ve Colomb heykellerinin yıkılması, bu hesaplaşmanın simgesel ifadesidir. Son derece önemlidir.

Kapitalist sınıfın, burjuvazinin, onların bugün ana unsuru olan tekelci sermayenin, nasıl feodallerle, nasıl kölecilerle kardeş olduklarını gözler önüne sermektedir. “Birinci sınıf” İngiliz “demokrasi”sinin ardındaki dayanaklardan biridir Colston. Sadece İngiliz “demokrasi”sinin mi? Elbette hayır. Bize demokrasi olarak sunulan bu burjuva diktatörlüğün, günümüzdeki hâli ile bu tekelci polis devletinin dayanakları sömürgeciliktir, yağmacılıktır, dünya halklarını aşağılama girişimleridir.

1880’lerde, hem tekelci bir niteliğe bürünen İngiliz kapitalizmi, hem de benzerleri olan Alman, Fransız, ABD, Japon ve diğerleri, emperyalist egemenlik için savaşa hazırlanmaktaydı. Bu dönemler, dünyayı yeniden paylaşmak için, var güçleri ile savaş hâlinde idiler. Nitekim, 1910’lara geldiklerinde, dünyanın pazar olarak ve toprak olarak emperyalist güçler arasında paylaşımı tamamlanmıştı. Dünya topraklarının %75’i, emperyalist ülkelerce paylaşılmıştı. Ve 1914’te başlayan dünya savaşı, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı idi.

İşte daha o günlerin ilk adımları 1880’lerde İngiliz “metafizik okul”ları ile atılıyordu. İngiliz “bilim adamları”, ırkçılık üzerine, Anglo-sakson ırkının zaferi ve dünya egemenliği üzerine nutuklar atıyorlardı. Bu “bilim adamları”, yeniden dini ön plana çıkarmak, geniş kitleleri “aydınlanma”nın etkisinden kurtarmak için kolları sıvarken, kendi özel toplantılarında, İngiliz Irkının üstünlüğü üzerine nutuklar yarıştırıyorlardı.

Kapitalizmin gelişimi, dünyanın bu sömürgeci güçler tarafından yağmalanması ile yakından ilişkilidir. Bir “doğal” kaynağın bedava üretim sürecine katılmasının avantajları, anlatılır gibi değildir. Ve kâr; kan ve barut ile sağlanmaktaydı. 17. yüzyıl, İngiliz, İspanyol, Hollandalı köle tacirlerinin çabaları ile, kölecilik döneminden daha “ağır” bir köleliğin yaşatıldığı yüzyıldır. Bu köle tacirleri, İngiliz, İspanyol, Hollandalı vb. deniz kuvvetlerinin, doğrudan desteği ile bu yağmayı sağlıyorlardı.

Bu yağma, zenginliğin Hindistan, Güney Afrika vb. sömürgelerden Avrupalı beyaz adamın ülkelerine taşınması demek idi. Ama aynı zamanda, sömürge ülkelerde katliamlar, köleleştirmeler, aşağılanmalarla birlikte yürümekte idi.

İngiliz burjuvazisi, daha 17. yüzyılda, bu nimete karşı duyduğu minneti ifade etmekte hiçbir zaman çekimser olmamıştır. Colston’ın heykeli, işte bunun ifadesidir, bu dönemin, bu tarihî arka planının simgesidir.

Gösteriler, hegemonyayı İngiltere’den devralmış olan Amerika’da başladı. George, bir Amerikalı siyahtır. Ve açıkça tekelci polis devleti tarafından boğazlanmıştır. Amerikan “demokrasisi” gerçek karakterini, onlarca, yüzlerce, binlerce kere olduğu gibi, bir kere daha göstermiştir. Bu boğazlama sonrasında başlayan kitle eylemleri, İngiltere’ye sıçradı.

Eski hegemon güç İngiltere, yeni hegemon güç ABD’nin hegemonyası çözülmekte iken, kendisi 1900’lerin başlarındaki gibi “toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olmak için kolları sıvamakta iken, gösteriler Londra’ya sıçradı.

Göstericiler Beyaz Saray’da, Trump’ı sığınağa inmeye itmiş iken, Bristol’de de “Kraliyet değerlerini” indirerek İngiliz burjuvalarına korku salmışlardır.

İngiliz devleti, hemen, ırkçı örgütlenmelerini devreye soktu. 12 Haziran’da gerçekleşecek büyük anti-rasist gösteriyi önlemek için, polis yeterli görülmedi. Hemen “England First” adlı ırkçı örgütlenmeleri devreye soktular. Irkçılar, polisle çatışır gibi yaptılar ve bu nedenle, “Londra’da gösteriler yasaklandı.” Böylece ırkçılık karşıtı gösteriler engellenmiş oldu. En azından bu seferlik.

Trump’ın “Amerika first” sloganının kaynağı da ortaya çıkmış oldu. “Önce Amerika” sloganı, “Önce İngiltere” örgütlenmesinden feyz alıyor olmalıdır. “England First” grubu, Nazi işaretleri ile hareket ediyordu.

***

Şimdi, bir kere daha faşizm üzerine düşünme zamanıdır.

Anlatılan, Batı Demokrasisi’nin bize sunduğu hikâyeye göre, İkinci Dünya Savaşı, aslında Hitler ve Musolini faşistlerinin suçu idi. Üstelik Hitler, tek başına suçlu değildi. Hitler ne zaman suçlanacaksa, hemen yanına Stalin ekleniyordu. Böylece, “ne faşizm, ne komünizm, demokrasi” denilmeye çalışılıyordu. Ve maalesef, bu propaganda, Stalin’e saldırma, komünizme saldırmanın bir şekli olarak, “sol” çevrelerde de etkili oldu. Solun birçok kesimi, Stalin’i, Marksist ve devrimci bir gözle eleştirmeyi değil, Batı’nın “demokrasi” gözü ile eleştirmeyi alışkanlık hâline getirdi.

Bu hem komünizme karşı saldırının bir aracıdır, hem de gerçekte Hitler’i aklamanın bir yoludur. Aslında, Hitler’i yenen, Kızıl Ordu’dur, Sovyet halkları ve onunla birlikte direnen dünya halklarıdır.

Hitler gidince, “demokrasi” yükseltilmeye başlandı. Görüntüye göre, faşizm gitti ve kapitalist dünya demokrasiye döndü. “Hür dünya” propagandası ile “Batı değerleri” propagandası, aslında, kapitalist devletin modern yüzünü gizlemek içindir.

Hitler’in tüm organizasyonu, ABD başta olmak üzere, tüm emperyalist ülkelerin devletlerince özümsendi. Hitler’in kadroları, bizzat ABD’de, devletin yeni örgütlenmesinin içinde yer aldı, görevlendirildi. Yoksa, İngiltere’de, Amerika’da, ırkçıların, sağ hareketlerin, Nazi selâmları ile ortaya çıkmaları nasıl mümkün olurdu? İngiltere ve ABD, sözüm ona Hitler’e karşı savaşmıyor muydu? Şimdi ne oldu da bunların derin devletleri Nazi artıkları ile kitlelerin karşısına çıkmaktadır?

Faşizm, bir gelip bir gitmedi. Faşizmi şekillendiren, iki ana unsur vardı: Bunlardan birincisi tekeller çağı, kapitalizmin emperyalist aşamaya yükselmesi, tekellerin burjuva sınıfın asıl temsilcileri olarak ortaya çıkışı ve ikincisi Ekim Devrimi’ne karşı kapitalist dünyanın karşı-devrim mücadelesidir.

Bu nedenle biz özellikle vurguluyoruz, faşizm, proletaryanın Ekim Devrimi’ni dünyaya yayamamasının bedelidir, karşı-devrimdir.

Ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan burjuva devlet, faşizmin dişlilerini içeren tekelci polis devletidir. Bu devlet, iç savaşa göre örgütlenmiş, dünya çapında süren sınıf savaşımının deneyimlerini genel olarak burjuvazi, özel olarak tekelci burjuvazi adına içselleştirmiş modern burjuva devlettir. Buna siz “burjuva demokrasisi” demekte ısrar edebilirsiniz, bunun tekelci burjuvazinin, faşizmi içeren modern devleti olduğunu kabul etmeniz koşulu ile sorunumuz yok.

Giden ve geri gelen bir “faşizm” anlayışı, devleti yanlış anlamak olur. Onun karakterinin faşizmden daha da ileri bir diktatörlük olduğu konusunda bir endişeniz olmamalıdır. İster “parlamenter” demokrasi görünümünde olsun, ister ise açık bir saldırganlıkla ortaya çıksın. İster kuvvetler ayrılığı üzerine dayansın, isterse bunu rafa kaldırmış olsun. Bunlar, sınıf savaşımının gelişim seyrine göre değişiklik gösteren, tarihsel süreçlerce belirlenmiş özelliklerdir. Ama Irak’ta çocukları öldüren bir ABD devletinin “demokratik değerleri” üzerine ahkâm kesilmesini kabul etmiyoruz. ABD devletinin, daha sağlam örgütlenmiş, İngiliz devletinin daha sağlam örgütlenmiş, Alman devletinin daha sağlam örgütlenmiş vb. olduğunu kabul ederiz. Bu nedenle onların “demokratik değerleri” hâlâ pazarlanabilir konumdadır. Bu uzun devlet parantezini burada kapatabiliriz. Zira bu konuda daha kapsamlı çalışmalarımız var.

***

Devrim, sosyalist devrim, sadece kapitalizme son vermez. Evet kapitalizme son verir, ama onun nezdinde, tüm sınıflı toplumlara, insanın insan tarafından sömürülmesine, aşağılanmanın, ayrımcılığın, yağmanın her biçimine son verir.

Sosyalist devrim, ta köleciliğe kadar ulaşan “meta üretimi”ne son vermek üzere proletaryanın iktidarı alması demektir.

Sosyalist devrim, komünizme devrimci geçişin başlangıç noktasıdır. Ve bu geçiş, kapitalizmin yıkılması, devrimle olur, proletaryanın kapitalist devlet makinasını parçalayarak proletarya diktatörlüğünü, isterseniz proletarya demokrasisini diyelim, kurması ile olur. Böyle başlar.

Proletarya, varlığı başka bir sınıfın sömürüsüne dayalı olmayan tek devrimci sınıftır. Bu nedenle, tüm sınıfların ortadan kalkmasına giden sürecin de devrimci öncüsüdür.

Biliyoruz ve ısrarla vurguluyoruz ki, tüm sınıflı toplumlar, bir açıdan bir bütün olarak ele alınabilir. Yani, insanlık tarihi, ilkel komünal toplum, sınıflı toplumlar ve komünizm olarak üç ana başlıkta toplanabilir. Sınıflı toplumlar, kendi içinde tarihsel olarak köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum olarak ele alınabilir. Sosyalizm ise komünist topluma geçiş toplumu olarak ele alınabilir.

Bu sınıflı toplumların en gelişmişi kapitalizmdir. Aynı anlama gelmek üzere, insan emeğinin en çok sömürüldüğü toplum da budur. Devlet tarihi de böyle ele alınabilir. İlk devlet, sınıfların ilk ortaya çıktığı yerde, köleci toplumda oluştu. En gelişmiş devlet (bize göre bu bir olumluluk değildir, “gelişmiş” sözcüğü çoğunlukla bir olumluluk içerecek tarzda kullanılır. Biz ise devlet denilen şeye “olumsuzluk”, sınıfların itirafı olarak baktığımız için, burada gelişmiş kavramının olumluluk içermediğini vurgulamak isteriz), kapitalist devlettir. İşte bu kapitalist devletle hesaplaşmakta olan işçi sınıfı, aslında tüm sınıflı toplum tarihi ile de hesaplaşmaktadır.

Bu nedenle bu, insanlığın kendi tarihi ile de hesaplaşmasıdır.

Başka bir deyişle, sosyalist devrim, insanlığın kendi tarihi ile hesaplaşması yolu ile, kendisi ile barışmasıdır. Bu, büyük hesaplaşmadır, büyük barışmadır.

Demek oluyor ki, sosyalist devrim, insanlaşma demektir. İnsanın, tüm sınıflı toplumlar tarihi boyunca insanlaşmaktan “uzaklaştığı” bir gerçektir. Bu nedenle “modern kölelik”, “modern karanlık çağ”, “modern orta çağ” kavramları son derece haklı nitelemelerdir. Sınıflı toplumla birlikte, sadece insanın insan tarafından sömürülmesi başlamıyor. Halkların köleleştirilmesi, aşağılanmanın ana kaynağıdır. Kadının aşağılanması, sınıflı toplumlar tarihinin bir sonucudur. Doğanın yağmalanması, sınıflı toplumlar tarihinin içinde gerçekleşmektedir. Sınıfların olmadığı bir dünyada “kadın-erkek” ilişkilerinin, bugün bize nerdeyse “kalıtsal” olarak aktarılan erkek egemen bakış dışında gerçekleşeceği kesindir. Sınıfların, insanın insan tarafından sömürülmesinin olmadığı bir toplumda, insanın daha önceki üretimlerden toplumsal olarak birikmiş cansız emeğinin, canlı emek ile ilişkisinin bugünkü gibi olmayacağı kesindir. İnsanın insan tarafından sömürülmesinin söz konusu olmadığı bir dünyada, insan ve doğa ilişkilerinin bugün olduğu gibi olmayacağı kesindir. İnsanın insan tarafından sömürülmediği bir dünyada, halkların arasındaki ilişkilerin hiçbir düzeyde ve hiçbir alanda, bugün olduğu gibi olmayacağı kesindir. İnsanların cinsiyetine, sınıfına, ırkına, rengine göre aşağılanmadığı bir dünya, ancak sınıfsız ve sömürüsüz, sınırsız ve devletsiz bir dünya olabilir.

Sadece kapitalizmin bugünkü tekelci aşamasının sonucu olarak ortaya çıkmış olan gezegenin yağmalanması ve insanlığın hem fizikî hem de aklı olarak yok edilmesi sorunu nedeni ile sosyalist devrim bir insanlık sorunu değildir. Sadece bugün, dünya nüfusunun %75’inden fazlasını işçi sınıfı oluşturduğu için sosyalist devrim geniş kitlelerin bir talebi değildir. Fakat aynı zamanda, insanın ve gezegenin geleceği kapitalist sömürünün açık tehdidi altında olduğu için de sosyalist devrim, insanlığın varlık sorunu hâline gelmiştir. “Ya sosyalizm ya ölüm”, sadece gönüllü olarak kapitalizme karşı direnen her cinsten, her renkten, her halktan devrimcilerin direniş sloganı değildir, aynı zamanda insanlığın fiziken ve aklî (daha geniş anlamda moral olarak) olarak yok olma sorununa çözüm olduğu için geçerli slogandır.

Bu aynı zamanda bir tarihsel akıştır; bugün yarına çıkar, yarın bugünü yıkar. Devrimci olmak, bu tarihsel akışın çizgilenmiş sesi olmaktır. Şair yerinde söylemiştir: “ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya dünyamıza inecek ölüm.”

Daha on yıl önce gelişen kitle hareketlerini mesela Seattle eylemlerini, “çok iyi çünkü içinde hiyerarşi yok” diye değerlendirenler, tam da devrim ile egemen sınıflar arasında kalmış olanlardır. Evet o eylemlerin bir öncü devrimci örgütü yoktu. Çünkü eylemler kendiliğinden gelişmişti. Bugün, durum biraz daha farklıdır ama yine de asıl olarak bu eylemlerin “devrimci öncüsü” olan bir örgüt yoktur. Ama bugün, bu eylemlerin içinde daha fazla örgütlülük vardır. Yine de bu eylemler, kendiliğinden kitle eylemleridir. Ama dünden farklı olarak, daha örgütlü hâle gelmektedirler. Bunun nüvelerini taşımaktadırlar. Bu nedenle, eylemlerinde seçtikleri simgeler daha yerindedir. Bugün aynı Seattle’da, eylemciler “polisten arındırılmış bölge” oluşturmuşlardır. Bugün, Trump yönetimi, açık olarak bu eylemlere katılanları “iç terörist” olarak isimlendirmektedir. Kendisi sığınak yollarını öğrenirken, eylemcilere karşı köpürmektedir. İncil’e sarılmaktadır. Ama devletin bir bölümü, eylemlerdeki örgütsel zayıflığı bildikleri için, eylemlerin sönmesini beklemektedir. Bunun için askerî güçleri daha temkinli tarzda devreye sokmaktadırlar.

Önümüzde daha çetin bir sınıf savaşımı dönemi vardır. Eylemler bunun göstergesidir. Eylemler, daha başlangıçtır.

Colston ve Colomb’un heykellerinin indirilmesi, bu temizliğin, bu hesaplaşmanın daha başlangıcıdır. Bu nedenle göstericilere “yağmacı” diyen herkes, iyi düşünmelidir.

Egemenler korkuyorlar. Korkuları tarihsel derinliğe sahiptir. Roma’yı sarsan Spartaküs’lerden de böyle korkmuşlardır. Ama, egemenler ile, gelişen kitle hareketi arasına girip, egemenlerin gözü ile kitle hareketini değerlendirenler, daha çok korkmalıdır. Zira bu savaşta “orta yerde” durmak mümkün değildir.

Ekonomik kriz ve işçi sınıfı

Covid-19 salgını, ağırlaşmış olan ekonomik kriz ile birleşti. Ekonomik kriz, zaten öncesinden de vardı. Yani ekonomik kriz yeni değildir. Ama 2018 Ağustosu’nda kurlar yukarıya sıçrayınca, birden bire TL’nin değer kaybı ikiye katlanınca, “ekonomik kriz” üzerine daha açık konuşulmaya başlandı.

Yani, diyoruz ki;

1- Ekonomik kriz, 2018 öncesinde de vardı

2- 2018’de kurlarda ortaya çıkan artış ve TL’nin değer kaybının iki katına çıkmış olması, kriz tartışmalarını daha güncel hâle getirdi. Herkes, bu tartışmaya katıldı. Saray Rejimi de, tüm yazar çizer takımı da, sendikalar da.

3- Pandemi, aslında bu krizin üzerine geldi. Ve pandemi döneminde krizin ne denli derinleştiği de karışmaya başlandı. Bugünlerde birçok insan, aslında pandeminin biteceği günlerin, sanki krizin de biteceği günler olduğu yanılsaması içindedir.

Kriz, 2018’de kurlarda ortaya çıkan artış olarak kendini dışa vurduğunda, aslında, krizin nedeninin Saray Rejimi’nin söylediği gibi, “yabancı oyuncular” olduğu fikri yanlıştır. Kriz, gerçekte “kurların yükselmesi” krizi de değildir. Bunun üzerine durmalıyız.

Ülkemizde, Saray Rejimi, kanlı, katliamcı bir rejimdir. Ama bundan ayrı, özellikle ekonomik olarak Saray Rejimi, rant-yağma-savaş ekonomisi üçgenine dayanmaktadır. İşin bu yönünün doğru görülmesi önemlidir. Neoliberal saldırının, AK Parti eli ile uygulamaya konulan özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarının, Türkiye burjuvazisi ve yabancı sermaye için büyük kârlılık anlamına geldiğini biliyoruz. Uluslararası tekeller, onların yerli ortakları, büyük kârlara kondular. Devlete ait işletmeler yağmalandı, sermayeye kaynak aktarıldı ve bunlar, komisyon ücreti ile hâlledildi.

Erdoğan ve ailesi ile, onun etrafında kenetlenmiş inşaat çeteleri, aslında bu yağmadan, büyük rantlar ve komisyonlar elde etti ve paylaştılar.

Kapatılan fabrikaların arazileri, rant için en uygun araç olarak inşaat alanına çevrildi. Ülkede, toplam 436 AVM yapıldı ve bu AVM’lerin toplam olarak kapladığı alan 500 bin metrekareyi geçti. Böylece, açgözlü bir iktidar eliti, buna yeni İslamcı zenginleri de ekleyin, ceplerini doldururken, ülkede de yeni bir alan yaratıldı; rant alanı. Sermaye, bu alandan çok ciddi kârlar elde etti.

Gelen tüm yabancı borç, bu rant ve yağma için kullanıldı. Böylece de ülkede inşaat dahil, borsadaki hisse senetleri dahil, “varlıklar”ın fiyatları balon gibi şişti. Ülkede herkes borçlandırıldı. Her bin kişiden 700’den fazlası borçlu ve ülkenin toplam 440 milyar dolar borcu var. Bu borcun 12 aylık süreçte ödenmesi gereken bölümü ise 170 milyar olarak telaffuz ediliyor.

Öte yandan, rantın en önemli kaynağı olarak inşaat işinde, işler istenildiği gibi gitmiyor ve Saray, doğrudan kendi çıkarlarını da ilgilendiren bu alanı korumak için, akıl almaz, “burjuva ekonomik aklı” ile de açıklanamaz, komik önlemler almaya çalışıyor. Kısacası Erdoğan, inşaat işini ayakta tutmak için, her türlü oyunu devreye sokuyor. Salgın önlemlerinin ilk paketinde bile, konut kredilerinin konutun %80’i yerine %90’ını kapsamasını önlem olarak koydular.

Borçlanma, hem şirketleri baştan aşağıya sarmıştır, hem de sıradan insanları. İşçiler, emekçiler, sıradan insanlar, kredi borcuna sahipler. Yetmez, aynı zamanda kredi kartları doludur ve borçluların borcunu ödeyemeyen kara listesi 3,7 milyon kişidir. Bu borçlu sayısı değildir, borcunu ödeme zorluğu çekenlerin sayısı da değildir. Bu kara listeye girenlerin sayısıdır.

12 Eylül’den başlayarak, Özal döneminde geliştirilerek, AK Parti iktidarlarında zirveye taşınan taşeronlaştırma da dahil, işçi sınıfına dönük saldırı, sendikaları tamamen devlet-mafya denetimine geçirerek, işçi sendikası olmaktan çıkarmıştır. Bu durum, işçi sınıfına karşı her türlü saldırı için, devletin işini, sermayenin işini kolaylaştırmaktadır. Bu nedenle, ülkenin doğası ve kaynakları yağmalanırken, güçlü bir işçi sesi yükselmemiştir. Bu nedenle, özelleştirmelere karşı güçlü bir sendikal karşı koyuş ortaya çıkmamıştır. Dahası borçlu yaşayan işçiler, işsizlik korkusu ile, mücadele cesaretlerini kaybetme sürecine girmişlerdir.

İş sadece bununla sınırlı değildir.

TC devleti, bir tetikçi, ABD’nin bir tetikçisi olarak özel görevler almış ve bu açıdan, silahlanma harcamalarını sürekli artırmıştır. Bununla da kalmamış, bölgenin her alanına saldırılar düzenlemeye başlamış, Suriye yetmemiş Libya için iş tutmaya kalkışmıştır. Bu saldırgan ve savaş yanlısı politika, özellikle Suriye savaşı, aslında ekonomik krizin önemli bir kaynağıdır. Belli silah tekellerine paralar akıtılırken, bir yandan da, ülke içinde yeni sermaye grupları yaratılmaya çalışılmıştır. Ve bu plan, sadece Erdoğan’ın planı değildir, aynı zamanda, diğer rakipleri ile savaşa tutuşan ABD’nin politikalarının bir uzantısıdır. ABD, ülkenin siyasal alanını kontrol etmektedir ve ekonomik alanı kontrol eden AB ile dünya çapında bir paylaşım savaşı içindedir. Bu nedenle, ekonomik alanı, kendi çıkarlarına uygun yeniden organize etme peşindedir.

Ve ekonomik krizin önemli bir ayağı, Kürt halkına karşı yürütülen savaştır. TC devleti, kanlı bir savaşı beslemek için, akıl almaz bütçeler devreye sokmuştur.

Tüm bu politika, dün kârlar üretirken, bugün tıkanmıştır ve bu tıkanıklık, dünya çapında kapitalizmin krizi ile de birleşmiştir.

İşte 2018 yılının ikinci yarısında sendikalar, “krizin faturasını ödemeyeceğiz” diye ortaya çıktıklarında, yaşanan bu idi.

Ama sendikalar, hem geç kalmışlardı, hem de bu işler öyle sözlerle gerçekleşmez. Krizin faturasını, artan vergilerle, artan su vb. faturaları ile, artan işsizlikle vb. emekçiler, işçiler ödemeye başladılar. Hem ücretleri düştü, hem işlerini kaybedenler arttı, hem de hayat pahalılığı işçi ve emekçilerin bellerini bükmeye başladı.

Bu nedenle, gerçek direnme seçeneği, genel grev ve genel direniş olarak ortaya çıkmaktadır.

Saray Rejimi, bu kanlı organizasyon, tüm bu yapıyı korumak için oluşturulmuştur. Bir yandan, Saray Rejimi, iktidarın devam ettirilmesi için devrededir, diğer yandan da rant-yağma ve savaş ekonomisini uygulamayı sürdürmek için devrededir.

Pandemi ortaya çıktığında, Saray Rejimi, bu durumu “allahın lütfu”na dönüştürme kararı vermiştir.

1- Baskı aygıtı ellerindedir ve karşısında işçi ve emekçiler öfkeli de olsa örgütsüzdür.

2- Basın ve medya ellerindedir ve yalanı gerçek olarak sunma, karanlık üretebilme olanakları vardır.

3- Yargı, epeyce zamandır, baskı aygıtının, ordu ve polisin bir parçası hâline getirilmiştir.

Bu avantajlarla, Saray Rejimi, (a) kârlarına kâr katmak, rantlarına rant katmak için fırsatçılığa başlamıştır, (b) ömrünü uzatmak için her türlü manipülasyonu devreye sokmaya çalışmıştır.

Ülkede, pandemi döneminde işsiz sayısı fırlamıştır. Anlaşılan o ki, 6 milyona yakın yeni işsiz, işsiz sayısına eklenmiştir. Bunun bir bölümü, küçük esnaf denilen gruptur. Bunlar, berberler, terziler vb.den oluşan gruptur. Ama bunun dışında, özellikle hizmetler alanında çalışan bir geniş kitle, özellikle de büyük kentlerde işini kaybetmiştir. Bu kesimlerin çoğunluğu ise sosyal güvenlikten yoksun insanlardır. Bugün, işsiz sayısı 16 milyon olarak tahmin edilmektedir. Bu 16 milyonun bir bölümü, belki pandemi sonrasında tekrar işine kavuşabilecektir. Ama bunun oranı da belirsizdir. Yarısının, yani 3 milyonun yeniden işine dönme ihtimali durumunda bile, işsiz sayısı 13 milyon demek olacaktır.

Ülkede açlık kol gezmektedir. 17 milyon insanın eline 835 TL’den az para geçmektedir. Bu durum, krizin derinliği konusunda, açlık meselesi konusunda ciddi bir bilgi vermektedir.

Saray Rejimi, ekonomik olarak, rant-yağma ve savaş ekonomisine dayandığından, sürekli yüzer gezer bir dış borca dayanma peşindedir. Bir yandan Katar’dan ne kadar para gelecek hesapları yapılmakta, diğer yandan ise, hangi ülke ile swap işlemlerinin yapılabileceğini kovalamaktadırlar.

Damat Berat, Damat Ferit’i andırmakta, ama ciddiyetini sürekli kaybetmektedir. TV kanallarına çıkıp, dolar, altın vb. üzerine, borsa simsarları gibi tahminler yapmakla meşguldür. Merkez Bankası, para basmakta, Hazine bonoları ile takas ederek bu parayı Saray çevresine akıtmaktadır. Faizler ve döviz kurları üzerine oyunlar oynamakla meşguldürler ve Ramazan bayramına girerken, Hazine’de döviz kalmamıştır. Bayramın ilk gününde, döviz işlemlerinden alınan binde 2’lik vergiyi yüzde 1’e çıkarmışlardır. Yani, şirketler ve diğer döviz alanlar, aldıkları her 100 dolar için, devler adına da 1 dolar alacaklardır. Bu 440 milyar dolarlık borç için, 4 milyar dolar demektir. Bu geçici işlemler, gerçek anlamda krize ilişkin herhangi bir önlemi ifade etmekten çok uzaktır.

Krizin işçi ve emekçiler açısından anlamı, işsizlik, düşen ücretler, hayat pahalılığı, açlıktır. Bunlar, işçi sınıfının üzerindeki yükü birkaç kat daha ağırlaştırmaktadır.

Ve şimdi, pandemi karşısında yalandan zafer ilan eden Saray Rejimi, ekonomik krizin daha ağırlaşacağı bir yeni dönemin gelmekte olduğunu da görmektedir. Turizmden geleceği hesaplanan dolarların artık gelmeyeceği açıktır. Kriz daha da ağırlaşınca, bunu gizlemek için, giderek hiçbir anlamı kalmayan medya gücünün işe yarama ihtimali de kalmayacaktır.

İşte bu nedenle, Saray Rejimi, tüm sermayeye, kendi iktidarlarına muhtaç olunduğunu kabul ettirmek istemektedir.

Öte yandan ise, Saray, daha fazla baskı ve daha fazla devlet terörünü devreye sokmakta tereddüt etmeyecektir.

Şimdi meseleye, işçi sınıfı, emekçiler açısından bakmak için, önce bu tabloyu tam gerçekliği ile anlamak gerekir.

İşçi sınıfının sendikalar eli ile yapacağı şeyler sınırlıdır. Çünkü, sendikalar, sendika mafyasının denetimindedir. Sendika mafyası, kaçacak yer arayacak duruma gelene kadar, işçilerin sendika mafyasını üzerinden söküp atması gerçekleşene kadar, sendikal alandan ciddi bir karşı çıkış, direniş gelişmeyecektir. Gelişen her eylem, işçilerin alttan bastırmaları sonucu gelişmektedir.

Bu noktada işçiler, devrimci hareketle birleşmek zorundadırlar. İşçi sınıfı, karşısında bulunan Saray Rejimi’ne karşı, ciddi bir örgütlülük ile, ciddi bir mücadeleye hazırlanmak zorundadır.

Bu açıdan, siyasal örgütlenme önemlidir. Devrimci hareket, işçi sınıfının en ileri unsurlarını, işçi sınıfının öncüsü olarak örgütlemek zorundadır ve işin belirleyici yönü, mücadelenin belirleyici yönü burasıdır.

Sendikalar elbette geri alınacaktır. Ama bunun kapsamlı bir siyasal mücadele olduğu akılda tutulmalıdır. Bu, çok yönlü ve çetin bir mücadeledir.

Elbette, bu mücadele sürerken, işçiler, fabrikalarda kendi örgütlenmelerini geliştirmek zorundadırlar. Bu örgütlenmeler, sendikaların bilgisi dışında gelişmelidir.

Birleşik emek cephesi, bu mücadele içinde örgütlenmelidir.

İşçi sınıfı, tek tek geliştirdiği direnişlerini, (a) hem birleştirmeyi hedeflemeli, (b) hem de toplumun tüm kesimlerini kapsayacak tarzda düşünmelidir. Bu açıdan geliştirilecek her türlü örgütlenme çok ama çok önemlidir.

Bugün, işçi sınıfının direnişi, genel direnişe, genel grevi de içerecek tarzda bir genel direnişe dönüşme olanaklarına, potansiyeline sahiptir.

Bir yandan, Kürt devrimci direnişi, diğer yandan ise Gezi Direnişi ile ortaya konmuş olan tepki, genel direnişin önemli olanakları olacaktır.

Mücadeleyi sadece, Erdoğan iktidarının sonlanmasına kilitlemek yeterli değildir. Zaten, onun sonu görülmüştür. Dahası Saray Rejimi’nin de sonu görülmektedir. Mücadele, esas olarak, işçi sınıfının iktidarı alma mücadelesidir ve bunun üzerine net olarak durmak gerekir.

Bunun elbette zorlukları vardır.

Ancak, ülkemizin geleceği, işçi sınıfının tüm toplumun öncü gücü olarak sahneye çıkmasına bağlıdır.

İster bir işçi olun ister emekli, ister işsiz olun ister bir öğrenci, ister hizmet sektöründe çalışın isterse küçük esnaf olun, ister bir kadın olun ister bir akademisyen, ister sağlık çalışanı olun ister bir mühendis, ister tiyatro çalışanı olun ister bir ressam geleceğiniz devrime, sadece Saray Rejimi’nin devrilmesine değil kapitalist devletin yıkılmasına bağlıdır.

Salgın süreci bize gösterdi ki, kapitalizm, tüm dünyada bitmiş, tükenmiş bir sistemdir Ve insanlığa, her adımında ölüm dışında bir şey sunmamaktadır. Kapitalizmde yaşamak, ister moral değerler açısından olsun, isterse fizikî olarak olsun, her gün ölmektir.

Şimdi, pandeminin arkasından kriz daha da ağırlaşacaktır. Ve bu krizin faturasını ödemek istemiyorsak, devrimci mücadeleye katılmak bir zorunluluktur. İnsan olarak kalmanın, doğayı ve toplumu kurtarmanın yolu, sosyalizmdir.

Sudan şurasıdır, Türkiye burası

Sudan, önemli bir direniş noktalarından biri oldu.

El Beşir, Erdoğan’ın yakın dostudur. katliamcıdır ve Erdoğan’a benzer. El Beşir, 1989’da iktidarı almıştı, 2019’da iktidardan hapse yolculuğu başlamıştır. El Beşir, dünyanın hiçbir ülkesine gidemezken, gizlice Türkiye ziyaretleri gerçekleştirmiştir. Şimdi, işlediği insanlık suçları nedeni ile Uluslararası Ceza Divanı’na çıkmayı beklemektedir.

El Beşir’in kanlı iktidarı, gelişen direniş karşısında epeyce kan döktü. Ama Sudanlı komünistler, Sudanlı direnişçiler, El Beşir’in katliamlarına boyun eğmedi.

“Yolsuzlukla Mücadele ve Rejimi Dağıtma Komitesi”, El Beşir’in servetinin 3,5 milyar ile 4 milyar dolarlık bölümüne el koymayı başardı. Yani paralarının en azından bir bölümünü kaçırmayı başaramadı.

Sudan, Afrika’nın kuzey doğu bölümündedir.

Afrika’nın kuzeyi, Mısır, Tunus, Libya, Fas, Cezayir, yeni paylaşım savaşımının konusu olduğu paylaşım alanlarından biridir. Libya’yı, ABD, İngiltere, Fransa ve bazı diğer emperyalistler paylaşmaya karar verdiklerinde Libya Kaddafi yönetiminde idi. Kaddafi devrildi ve bugün Libya, iç savaş içinde bocalamaktadır.

Türkiye, ABD tetikçisidir.

Bunu Suriye savaşında, her yönü ile ortaya koymuştur. Saray Rejimi, Suriye savaşında, Türkiye’nin adını, IŞİD gibi çetelerle yan yana koymuştur. Amerikan çıkarlarının bekçisi olarak, Osmanlı hevesleri ile Suriye topraklarını işgal etmek için her yola başvurmuş, ABD desteği ile hamleler yapmıştır.

Suriye halklarının, hem Suriye ordusunun ama hem de başta Kürtler olmak üzere Suriye halklarının direnişi ile, bugün, Suriye sahasında yenilgi ile yüzleşmektedir.

Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için, bu savaşı çok sevmiş, bu savaşı bir çıkış olarak görmek zorunda kalmıştır. Bu nedenle, her yolla Suriye sahasında varlığını devam ettirmenin yollarını aramayı sürdürmüştür. Kayıplarını saklayarak, yüzlerce askerin ölümüne neden olmuştur. Ama hâlâ bu yolda devam etmektedir.

Bu yolla Saray Rejimi’ni ayakta tutmaya çalışmaktadır.

Savaş, içeride kanlı uygulamaların ve baskının daha da artması demektir. Savaş, bunun için bir örtü, bir bahane olarak kullanılmaktadır. Hem Suriye’de, hem de Irak’ta birçok kanlı saldırının içine girmiştir. IŞİD çeteleri ile kolkoladır.

Ardından Saray Rejimi, “Mavi Vatan” planları ile, Libya savaşına dahil olmuştur. Bugüne kadar TC devleti, Libya’ya 10 binden fazla savaşçı çete göndermiştir. Libya’da ölen MİT mensupları davası, gündem olmuştur. Ve hâlâ, söylendiği kadarı ile, 3500 kişilik bir grubu, Libya’ya göndermek için çalışmaktadır.

Yani Saray Rejimi, içerdeki katliamlarına, ülke sınırları dışında savaşla yenilerini eklemektedir. Suriye’nin belli bölgelerini işgal etmiştir ve dahası İdlib’e sürekli asker yığmaktadır. Salgın ortamını fırsat bilerek bu savaşlarını geliştirmek için var gücü ile çalışmaktadır. ABD emri ile, sürekli hamleler yapmaktadır.

Bu arada ise, salgın ortamının yarattığı karartmayı fırsat bilerek, Kürt illerinde, ilçelerinde belediyelerin seçilmiş yöneticilerini birer birer tutuklamaktadır. İçeride baskıyı artırmanın her yolunu denemektedir. Hazır salgın ortamı var, hazır halk can derdine düşmüş, hazır halk evlerine kapatılmış, hazır işsizlik ve açlık tehdidi bir kılıç gibi sallanmakta iken savaş politikalarını ve baskıyı artırmayı tam gaz sürdürmektedir.

Ekonomik krizin tüm faturasını halka yıkmak için, kollarını sıvamıştır ve kapitalistler bu işi yapması için Saray Rejimi’nin tam olarak arkasındadır. Bu yolla onlar ücretleri düşürmekte, bu yolla kârlarını katlamaktadır.

Salgını fırsat bilerek, hazır bir ortam yakalamış iken rant ve yağma ile, Saray çetelerine yeni olanaklar yaratmak için uğraşmaktadır. İhaleler yapılmakta, yeni rantlar devreye sokulmaktadır. Saray Rejimi bu yolla nefes alma hevesindedir. Bu yolla, kendi ömrünü uzatma hevesindedir. Bu yolla, yeni bir seçim için fırsat yakalamaya çalışmaktadır.

Sudan, uzak değildir, aha şurasıdır.

Oldukça yakındır.

Mesafesi bir yana, 30 yıllık El Beşir uygulamaları da bize oldukça yakındır. Kan ve katliam politikaları bizim bildiklerimize benzerdir.

Ve Sudan halkı, “Yolsuzlukla Mücadele ve Rejimi Dağıtma Komitesi” kurabilmiştir. Büyük bir temizlik içindedirler. Bu temizliği nereye kadar taşıyabilecekleri ayrı bir konudur. Ama seçtikleri yol onurludur.

Ve Türkiye burasıdır.

Türkiye halkı, işçi sınıfı, emekçileri bu direnişi geliştirebilmenin yollarını aramaktadır. Bu arayış, Gezi gibi patlamalarla dışarı vurmuştur. Bugün, Gezi dönemi gibi sokaklarda bir kitlesel hareket yok. Ama Gezi günleri de bitmiş değildir. Bunun kanıtı, işçi ve emekçilerin geliştirdiği direnişlerdir. Ama buraya bakmak istemeyen, bari Saray Rejimi’nin kâbusu hâline gelmiş Gezi sendromuna baksın. Neden her olayda, her gelişmede, Saray, “yeni Gezi geliyor” diye korkular içindedir?

Sudan şurasıdır, yakın sayılmalıdır.

Çünkü, gelişmekte olan devrim, Ortadoğu’nun tümünü, Balkanlara kadar, Kafkaslara kadar sarıp sarmalamaktadır. Elbette bu kolay bir süreç değildir. Bölgemizde Kürt hareketini bir yana bırakırsak, halkların, işçi sınıfının örgütlülüğü zayıftır. Bu, üzerinden atlanacak bir konu değildir. Bu doğru.

Ama yakın döneme kadar da bölgemizde sürekli kitlesel hareketler var olmaktadır. Bu kitle hareketlerinin saf olmadığı kesindir. Zaten öyle bir beklenti de işin doğasına aykırıdır, hele ki bölgemizde.

Bölgemiz, emperyalist paylaşım savaşımının odak noktalarından biridir. Ortadoğu’nun her alanındaki ABD saldırganlığının nedeni de budur. ABD, bölgede kendi varlığını pekiştirme peşindedir. Bunu başarabilirse, paylaşım savaşımında avantajlı hâle geleceğini hesaplıyor olmalıdır.

Ama gelişmeler, başta ABD varlığına ama oradan tüm emperyalist güçlerin bölgedeki varlığına karşı bir tepkiyi de tetiklemektedir. Bu nedenle, bölgenin her alanında gelişen direnişler, her biri farklılıklar içerse de önemlidir. Lübnan, Irak, İran, Sudan, Tunus, Mısır ve Türkiye’deki direniş eylemleri, Kürt hareketi gibi bir örgütlülüğe sahip olmasa da, oldukça önemlidir. Bu hareketlerin kendi aralarında bir bağ da yoktur.

Tüm bunlara rağmen, bölgemizin her alanındaki bu protestolar, içinde devrimci potansiyel taşımaktadır. Bu potansiyel, bölgedeki her ülkeyi, diğerine yakınlaştırmaktadır.

Bu nedenle, Sudan’da elde edilen bazı sonuçlar, oldukça önemlidir.

Bu nedenle diyoruz ki, Sudan şurasıdır, yakındır.

Türkiye’deki devrimci hareketler, bölgedeki bu gelişmelere yakın ilgi göstermek zorundadır.

Türkiye’de gerçekleşecek bir sosyalist devrim, tüm bölgeyi içine alma potansiyeline sahiptir.

Elbette bölgemizde, bir emperyalist güce karşı, başka bir emperyalist güce dayanma eğilimleri de yaygındır. Bu tarihî köklere de sahiptir. Birinci Paylaşım Savaşı döneminde de bunun epeyce örneği ortaya çıkmıştır. Sürekli paylaşım savaşlarının alanı olan bölgemizde, bu eğilimlerin olması, elbette bir zafiyettir. Ama bölgede gelişen direnişin, bu kez, anti-emperyalist bir niteliğe dönüşmesi, bu yolda tutarlılık geliştirmesi, sosyalizm perspektifindeki devrimci hareketlerin etkisi ile gerçekleşebilir.

Bölgemizin tüm ülkeleri emperyalizme bağımlı, sömürge ülkelerdir. Bu ülkelerdeki devletlerin tümü, emperyalizmle işbirliği yapan, kukla devletlerdir. Bu aslında, mücadelenin iki yönünü de birleştirmektedir. Kendi ülkesindeki despota, kendi ülkesindeki kukla devlete karşı mücadele edenler, aynı zamanda emperyalizme karşı da mücadele etmek zorundadır. Kuzey Afrika’yı da içine koyarsak, yeni emperyalist paylaşım savaşımının yoğunlaştığı alanlardan birisi, bu bölgedir.

En büyük mesele, bölgede gelişmekte olan direnişin, kararlılık kazanmasıdır. Sudan bu açıdan olumlu yönde ayrışmış bir örnektir. Bu direnişin kararlılık kazanması, ancak ve ancak, örgütlenme ile, geliştirilen örgütsel yapı ile olanaklıdır.

Ülkemiz, işçi sınıfının gelişmişliği açısından, bölgenin önde gelen ülkelerinden biridir. NATO mekanizmaları ile ABD emperyalizminin en keskin kontrolünün olduğu ülkelerin de başında gelmektedir.

Saray Rejimi, bu kontrolün, yeni paylaşım savaşımına uygun olarak örgütlenmiş hâlidir. Artık devlet, tüm gizli mekanizmaları ile, gerçek niteliği ile halkların gözünde çıplak hâle gelmiştir. TC devleti, ABD tetikçiliğini, ABD adına daha fazla roller üstlenerek ileri boyuta taşımaktadır. Kendi varlığının devamını burada görmektedir. Bu açıdan, tüm bölgede etkin olma çalışmaları, TC kurumlarının ABD kurumlarının ofisleri hâline getirilmesi sürecini daha da ilerletmiştir. Eskiden MİT, ABD’nin bir bürosu olarak çalışmakta idi. Bugün de öyledir. Ama bugün, daha fazla bölgede etkinlik gösterme peşindedir. Aynı şey TC ordusu için de geçerlidir. O kadar ki, ABD, iki ayrı mekanizmada tuttuğu, TC devleti kurumları ile, radikal İslamî çeteleri, bugün, tereddüt etmeden bir araya getirmektedir. Suriye savaşında olan da budur.

Tüm bu süreç, Anadolu sosyalist devriminin tüm bölgeyi etkileme potansiyelini artırmaktadır.

Gelişim her zaman eşitsiz ama bileşiktir. Bölgemizin bir yerinde gelişen direniş, diğer parçasını aynı anda olmasa da, olumlu etkileyecektir. Ve bugün en geri gibi duran bir parçadaki devrimci hareket, yarın hızla öne çıkma olanaklarını biriktirmektedir.

Bölgemizde gelişecek her sosyalist devrim, bölgemizin binlerce yıllık sınıflı toplum tarihi ile de kapsamlı bir hesaplaşmanın potansiyelini taşımaktadır.

Tüm bunların ışığında, Sudan şurası sayılır, bize oldukça yakındır.

İşçi Gazetesi’nin 181’nci sayısı çıktı

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

iscigazetesi.org

Saray Rejimi; çoban, AK-Kurt çeteleri ve “sürü”

Biz, adını Saray Rejimi koyduk. Yerindedir.

Sanki, bu ülkede burjuvalar, tekeller, istediklerini yapamıyor muydu? Elbette yapıyordu. İstedikleri zaman, gözden ırak kalacak bir şekilde, hukuku kendi istedikleri gibi esnetebiliyorlardı.

Sanki, bu ülkenin zenginleri, vergi mi veriyorlardı ki, şimdi vermiyor olsunlar? Vergi de vermiyorlardı.

Sanki bu ülkenin parlamentosu, halk için çalışan bir parlamento muydu? Hayır hiçbir zaman olmamıştır.

Sanki bu ülkede, ordu, polis, kolluk kuvveti, halkı dün düşman görmüyor muydu? Görüyordu, bugün nasıl düşman görüyorsa, dün de düşman görüyordu.

Bu listeyi uzatmak mümkün.

Özeti şudur; bu ülkede devlet, her zaman halkı kendine düşman görmüştür. Her zaman katliamcıdır. Bu katliam politikası, 1900’lerin başından beri sürdürülmektedir. Ermeni, Pontus, Süryani katliamları, Dersim, komünist avı çalışmaları, 6-7 Eylül katliamı, 1 Mayıs, Çorum, Maraş, Sivas, 16 Mart katliamı vb. saymakla bitmez. Emin olun, düzgünce saymak isterseniz, günlerce çalışmanız gerekir.

Yani, TC devleti, her zaman, halkı kendine düşman görmüştür.

Bu en başından beri gelmektedir. TC devleti, kendisine yardım etmiş Sovyetler Birliği’ne karşı, ileri bir karakol olarak şekil almayı kabul etmiş bir sömürge olarak kurulmuştur. Bu süreç, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, daha da netlik kazanmış ve TC devleti, Gladiocu-kontr-gerillacı anti-komünist uygulamaların “test sahası” olmuştur.

TC devleti, daha en başından kurulurken, “bu devlete bir millet lazım” yaklaşımı çerçevesinde, millet yaratma uygulamalarına sahne olmuştur. Bu nedenle, hem tarihi, hem sosyolojiyi zorlayacak, yalan ve şiddet uygulamalarına başvurmuştur.

Yani, her zaman halk ile devlet iki kutup olarak ele alınmıştır. TC devletinin tüm yöneticiler, Erdoğan ve şürekası da dahil, halktan korkmuşlardır, onu düşman olarak görmüşlerdir.

TC devleti en başından beri, şiddet ve yalana sürekli başvurmuş, her zaman dini kullanmayı sürdürmüş, her zaman anti-komünist bir devlet olmayı sürdürmüştür.

TC devletinin tüm yönetenleri, her zaman efendilerine, İngiliz, Amerikalı efendilerine sadık kalmayı, onlara hesap vermeyi seçmişlerdir. Ve iktidara gelmek isteyen her aday, çeşitli yollarla bu merkezlere önerilmiş, onlar tarafından onaylanarak iktidara taşınmıştır.

TC devleti, tekellerin çıkarlarını başa koyan, tekeller ve onların uluslararası ortaklarına hizmet eden, uluslararası tekeller (UAT) için her türlü kolaylığı sağlayan bir devlet olmuştur ve bu konuda hukuk, kanun da tanımamıştır. Sadece Erdoğan’ın kolunun altına tutturulmuş Cargill dosyalarını, ülkenin tarımının ne hâle getirildiğini hesaba katın yeterli olur.

Ama, 2013 Gezi Direnişi, Erdoğan da içinde, egemen sınıfların kimyasını değiştirmiştir. Korkuları boylarını aşmıştır ve alttan gelen bu tepkinin, devrimci örgütlerce zafere ulaştırılma ihtimali (bize göre bu uzak bir ihtimaldi ama ihtimaldi) onların rüyalarına kâbus olarak yerleşmiştir. Bu nedenle, devletin tüm kurumları, her gelişmede, “Gezi sendromu” yaşıyorlar. Bu nedenle, Erdoğan, korkudan titriyor. Ve bu nedenlerle de daha çok ama daha çok saldırıyorlar.

Buna Suriye savaşını da ekleyin. TC devleti ABD adına tetikçi olarak savaşa dalarken, aynı anda, İslamcı ve ırkçı (Müslüman ve Türkçü) söylemlerini da şaha kaldırmaya çalıştı. Yerli ve milli, aslında bunun zayıf versiyonudur, çünkü artık bu Türk-İslam sentezine dayalı ırkçılık, ipliği pazara çıkmış durumdadır. IŞİD gibi organizasyonlar, Türk-İslam sentezinin iş görmesini de olumsuz yönde etkilemiştir. Ama aslında Türk-İslam sentezi, 12 Eylül 1980 darbesinden bu yana çökmektedir. Neredeyse tüm İslamî hareketlerin ABD adına iş gördüğü ortaya çıkmıştı ve gerçekten de bağımsız İslamî hareketler, kendilerini ayırmak için, bu kanaldan uzak durmak zorunda kalmıştır.

7 Haziran seçimlerini kaybettiğinde AK Parti, aslında yolun sonu görüldü. Anlaşıldı ki, Ne Kürt direnişini kırabildiler, ne de Gezi Direnişi’nin geri çekilmesi onların çıkışı olabildi.

İşte bu andan başlayarak, Erdoğan ve ardındaki UAT, yeni bir saldırıya başladılar. Bu çerçevede sistemi değiştirecek, Erdoğan’ın yetkilerini artıracak bir yeni rejim peşine düştüler. Emperyalist efendileri, mesela ABD, tetikçi olarak TC devletinin Ortadoğu’da iş görmesini istemekteydi. Bu, hızlı hareket etmeyi gerektiriyordu. Onlar, “başkanlık” tipine benzer, “Türk tipi başkanlık” ya da “Burhan Kuzuvari sistem” için olurlarını verdiler. Ve Erdoğan, buradan hareketle, kendini sağlama alacağı bir sistem kurmaya başladı.

Saray inşası, SADAT’ın kuruluşu bu sürecin ürünleridir.

Hem, rant-yağma ve savaş ekonomisi üzerine kurulu bir ekonominin gereklerine uygun düzenlemelerdir bunlar, hem de Kürt direnişi, Gezi Direnişi ve dışarıda savaş gibi meselelere dönük bir düzenlemelerdir.

İşte Saray Rejimi, böyle ortaya çıktı.

Saray Rejimi yerine “tek adam diktatörlüğü” demek, açıklayıcı değildir. Tek adam denilen Erdoğan, aslında hemen hemen hiçbir kararı alamamaktadır. Sokağa çıkma yasağı, futbol sezonunun ne zaman başlayacağı, Rifat Hisarcıklıoğlu’nun nasıl mutlu edileceği, üniversite sınavının ne zaman yapılacağı vb. gibi kararlar onun ağzından duyulmaktadır. Bu, perdenin önündekidir. Ama gerçekte, perdenin arkasında, ciddi herhangi bir konuda, Erdoğan’ın bir gücü olduğu tartışmalıdır. İçişleri Bakanı’nın, sokağa çıkma yasağı (ki Erdoğan açıklamıştır) konusunda “suç bende” diyerek, “istifa etme” numarası, Erdoğan’ın gücünün sınırlarını zaten göstermektedir. Bunu uzatmak istemeyiz. Çünkü bizim derdimiz, kimin ne kadar güçlü olduğu meselesi değil. Bu “tek adam diktatörlüğü” eleştirisinin zayıf ve anlamsız olduğudur. Erdoğan zaten çoktan bitmiştir. Bu nedenle, sadece Erdoğan’ın gidişi ile her şeyin düzeleceği izlenimi vermektedir. CHP, bunu, “devleti kurtarmak” adına yapmaktadır. CHP’nin sözümona muhalefeti, “devlete zeval gelmesin” kabulünden hareketle olduğu için, muhalefet olamıyor, olamaz da. Bu nedenle, biz, diyoruz ki CHP, tıpkı MHP gibi, ama farklı rol üstlenerek, bu Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Saray Rejimi, öncelikle, tüm siyasal partileri ortadan kaldırdı. Parlamento, hiçbir özelliği olmayan bir kurumdur. Sadece Erdoğan’ın, bazı KHK’leri, kendi kararnamesi yerine meclise havale edip, bakın meclis işliyor diye gösteri yaptığı bir yerdir. Yoksa ne meclisi ipleyen var, ne de çalışmasına bakan var. Meclis kürsüsünden yapılacak konuşmalar, belki bir işe yarıyordur. Bunun dışında parlamentonun bir anlamı kalmamıştır. Saray Rejimi, açıkça, halka, kendi meclisini kendin kur demektedir.

Bu durumu görmek, gerçeği görmektir.

Saray Rejimi, rant-yağma-savaş ekonomisi üzerine kurulu, içeride Kürt direnişi ve Gezi Direnişi’nin bastırılması ve dışarıda da ABD adına tetikçilik yapılarak savaş hamleleri yapılması için organize edilmiş bir sistemdir.

Bu nedenle, özellikle Saray Rejimi demeye devam edeceğiz.

Erdoğan, artık yolun sonundadır.

Dahası, Saray Rejimi de yolun sonundadır.

Mesele, bir halk direnişi ile, işçi ve emekçilerin direnişi ile iktidarı indirmektedir. Bunu başarmak, işte, güzel günlere geçişi sağlamanın yolu olabilir.

TC devleti içinde elbette, devleti kurtarmak için, Erdoğan’ı feda etmeye razı epeyce güç vardır. Ama bunlar, muhalif diye ele alınamaz. Bu doğru değildir.

Saray Rejimi, tam bir çeteler rejimidir ve her çete, diğer çete ile hem çatışma hem de işbirliği hâlindedir. Mesele Kürt direnişi olduğunda hepsi birliktedir. Ama mesele rant ve yağma olduğunda hepsi birbirini boğazlayacak mesafededir.

Bu son günlerde, Covid-19 salgınının ikinci dönemini başlatırlarken, “kontrollü normal” diye tumturaklı sözlerle adım atarlarken, birdenbire, darbe tartışmaları, birdenbire, 50 kişi indirir bizim aile sözleri, birdenbire çocuklarınızı, eşinizi bizden nasıl koruyacaksınız tartışmaları, mezardan adam çıkartıp yakma tartışmaları gündemi doldurmaya başladı.

Acaba bu nedir?

Eğer, Saray Rejimi denilen şeyi doğru anlamazsak, eğer bu çeteleri iyi anlamazsak, bu saldırıları da anlamak kolay olmaz.

1-

Saray Rejimi, halkı “kuzu” hâline getirmek amacındadır. Erdoğan, kendisine üflenen şeyleri, içinde tutamıyor ve hemen dışa vuruyor. Çünkü, prestije, itibara muhtaçtır ve bu nedenle, bir kitaptan okunup ona aktarılan bir sözü, hemen dışa aktarıyor ki, kültürlü olduğunu gösterebilsin. Erdoğan, daha “Türk tipi başkanlık” tartışmalarının ortasında, kendini çoban olarak tanımlamıştı. Kaldıraç’ın o dönemdeki sayılarında vardır, kayıtlıdır. Çoban Sülü, Süleyman Demirel’le dalga geçmek için kullanılırdı. Erdoğan bu kültürü bizzat bilir. Bu nedenle, ben çobanım demesi pek akıl kârı değildir. Ama kutsal metinlerden bir kaynak bulunup, Erdoğan’a gösterilince, bu sistemin iyi olacağı anlatılınca (acaba bunu kimler yapmıştır? Danışmanları içinde böylesi bir bağı olan yoktur. Kanımızca, ABD ve İsrail ile bağı olan ve Erdoğan’ın akıl danıştığı biri olmalıdır), o da “çoban” sözünü tutamamış ve açıklamıştır.

Çoban varsa, sürü var demektir. Yoksa çobanlık işe yaramaz. Çobanların bugüne kadar, taşları beklediği, ağaçları sürdüğü hiç görülmemiştir.

Sürü, mutlaka şart.

Sürü bu durumda halktır. Zaten bunu da açıkça ilan ediyorlar. Normalde, bir insana “sürü” demek hakaret sayılabilir. Mesela Erdoğan’a kalkıp birisi böyle bir söz söylese, o da, ne fark eder, çoban ancak sürü ile birlikte var, bu bir övgüdür, demeyecektir. Ve hemen hakaret davası açacaktır ve bu konuda dünya rekoru elindedir. Yani, dünyanın en çok hakaret davası açan başkanı, başbakanı kimdir derseniz, bilmiyorum ama muhtemelen Erdoğan’dır derim.

Sürü tamam.

Ama çobanlık sisteminde, sürü, öyle çobanın telkinleri ile idare edilmez. Adı üstünde sürü, akıllı bir varlık değil, sürünün içindekiler de öyle değil. O zaman bu sürüyü idare edecek, Çobanın dediklerini onlara aktaracak, yani çoban ile sürünün arasında bir dil geliştirmiş bir “ordu”ya ihtiyaç vardır.

Normalde, çobanlar bu işi, çoban köpekleri ile yaparlar ve her biri birbirinin aynı değildir. Mesela bazı çoban köpekleri, diğer köpekleri yönetirler ve bu o kadar net bir ilişkidir ki, bu yönetici çoban köpeklerinin organlarını diğer köpekler yalarlar. Bunlara inanmıyorsanız, bunları uydurduğumu sanıyorsanız, lütfen, bu konuda herhangi bir kaynak açıp bakın. Gerçekten de böyledir.

Şimdi, biliniyor çoban, ister kutsal kitaplarda olsun, ister bizim sürü-çoban ilişkisinde olsun, “mal sahibi” değildir. Yani, o sürü çobanın sürüsü değildir. Aslında sürü, bir ya da daha fazla kişinindir. Diyelim ki, Hasan Ağa’nın, diyelim ki Murat Ağa’nın ve diğerlerinin ortaklaşa kiraladığı, parasını ödediği adamdır çoban. Kutsal kitapta bu sahip yaratandır, ama dünyada işler böyle yürümez. Ve burası, çoban için, zurnanın zırt dediği yerdir. Çoban ve zurna ya da kaval ilişkisi de bilinir.

Normalde çobanın evi, arazidir. Ayının postundan kendine bir kürk yapmıştır ve onunla soğuğa dayanır. Ama denilebilir ki, bir anlamda çoban için dağlar, ovalar, arazi, saray sayılır.

Gördünüz mü, yine Saray’a geldik dayandık.

2-

İşte bu sarayda işler eskisi gibi iyi gitmiyor.

Çoban, kendi sonu ile ilgilidir, Saray bu açıdan önemlidir, yoksa bir önemi de yoktur hani. Ama kendi sonu, “itibardan tasarruf” yapılmaz meselesi ile çelişir bir hâle doğru gitmektedir.

İşte bu noktada, çeteler, kendi başına hareket etme olanaklarını aramaktadır.

Mesela, şimdiden yazalım, yakın gelecekte, Soylu’nun istifası, maske maskaralığı ve başkaları Erdoğan’a darbe planlarının içine alınacaktır. Çünkü bunlar, “itibardan tasarruf edilmez” görüşü ile çelişmektedir.

Darbe tartışması, Saray Rejimi’nin çeteler üzerine oturduğunu anlarsanız, normal gelebilir. Yoksa ne darbe yapacak bir ordu var, ne de polis. Zaten, Erdoğan, her gün darbe yapıyor. Bu darbe mekaniği zaten her gün işletiliyor. Parlamentoyu devre dışı bırakmak darbe olmalıdır, anayasayı delik deşik etmek darbe olmalıdır, seçim sistemi ile işin ortasında oynamak darbe olmalıdır vb. Kısacası zaten bir darbe mekaniği işliyor. Erdoğan darbe tartışması ile diyor ki, bu kendine yakın çetelerden birkaçı, bu yönde hazırlık içindedir.

Peki neden Özgür Özel hedef alınıyor? Tek bir nedeni var: Saray Rejimi dediği için. Ona, açıkça Saray Rejimi, radikal solcuların sözüdür diyorlar. Bunu kullanmayacaksın. Bu yolla, CHP “muhalefet tarzı” için bir oyalama aracı da sunulmuş oluyor. Bir taşla birkaç kuş, hem Özgür Özel’i korkut, hem Erdoğan’a karşı olan bazı iktidar çetelerine mesaj ver, hem CHP yönetimine bir emzik ver oyalansın, hem de geniş toplum kesimlerini bir kere daha korkut.

Ama yetmemiş görünüyor olmalı ki, Saray devam ediyor.

Saray derken, Saray’ın hangi çetesi, bunu bilemiyoruz. Ama emin olun, her hamlede bir ya da birkaç çetenin parmağı var. Mesela Menzil tarikatı çetesi, aslında Sağlık Bakanlığı’nın maske ve test kiti satışlarından gelen tüm parayı almak için, maske meselesine el attılar. Kâr ettiler ama işler maskaralığa döndü. Şimdi, Erdoğan, kalkıp, “itibardan tasarruf” meselesine ele alsa hakkıdır.

Konumuza dönelim.

Birdenbire, TV kanallarından, “ünlü” kişiler, tuhaf açıklamalar yapmaya başladılar.

Önce Grup Yorum’un direnişte ölen üyelerinin cenazelerine polis saldırdı, ardından da, Kayseri Ülkü Ocakları organizasyonu ile, AK Kurtlar, mezarı açıp, cenazeleri yakma tehditlerini yükseltti.

Zavallıca bir saldırıdır bu. Bu saldırılar, Grup Yorum’u, onun direnişini, onun direniş boyunca canını veren üyelerini sandığınız gibi küçültmez, tersine büyütür. Mezardan adam çıkartıp yakmak, sanki bir marifetmiş gibi, holiganlığın bile seviyesini düşüren bir tarzda gösteri yapmak, aslında, delilik emaresi değil ise, kudurmuşluk emaresi değil ise, provokatif bir histeridir.

Ama Saray Rejimi öyle bir durumdadır ki, bu konuda açıkça adım atanlar, bu saldırılarını gizlemeyenler, yargılanamamaktadır. Daha doğrusu, yalandan bile olsa gözaltına alınmamaktadır. Kısacası, her çetenin kendine göre dokunulmazlığı, çeteler arası hukuku var. Durum bu noktadadır. Bu ise gerçek anlamda bir yönetememe hâlidir.

TV kanallarına çıkan “ünlü” kişiler, oldukça sıradışı konuşuyorlar. Konuşma ağzı da bir tuhaftır. Sevda Noyan, Esra Elönü karşısında konuşmaktadır ve programının adı “Arafta Sorular”dır. Arafta sorular, aslında, geçişte sorular, bekleme yerinde, karar verilmeden önceki dönemde sorular anlamındadır. Gören de der ki, çok ciddi bir program yapacaklar.

Noyan:

“15 Temmuz kursağımızda kaldı, vallahi yapamadık istediklerimizi. Birazcık şeye denk geldik… boş bulunduk. Yanlış anlaşılmasın doğru anlaşılsın, bizim aile şöyle bir 50 kişiyi götürür yani, onu söyleyeyim yani. Biz çok donanımlıyız bu konuda, maddi ve manevi olarak. Biz liderimizin yanındayız. Ve asla yedirtmeyiz bu ülkede, onu söyleyeyim bir kere. Onun için ayaklarını denk alsınlar. Bizim hâlâ sitede var hâlâ 3-5, benim listem hazır açıkçası…”

Elönü:

“O zaman şöyle diyelim, ben de söyleyeyim mesela, ayak az kalır bence, dört ayaklarını denk alsınlar.”

Buna, adı Fatih olan adamın, karılarını ve kızlarını bizden nasıl koruyacaklar açıklamasını da ekleyin. Adam, tecavüzcü rolündedir ve Yeşilçam’da iş bulamamış gibidir.

Sizce bunlar nasıl konuşmalardır?

Acaba, Noyan, Fatih, Elönü, kendileri mi korkuyorlar, yoksa çoban korkuyor da onlar sürüyü hizaya çekmek için tehditler mi savuruyorlar?

Noyan, Engin Noyan’ın yeni eşidir. Engin Noyan için, Gülen Hareketi ile ilişkileri nedeniyle birçok şey söyleniyor. İsrail ile bağı olduğu ileri sürülüyor. Bunları bilmiyoruz ama, Erdoğan’ın, Saray’ın tüm bunları bildiğini biliyoruz. Bu kesindir.

Yeni eş Noyan’ın 15 Temmuz kursağında kalmış imiş. İşte size 15 Temmuz’un nasıl bir tiyatro olduğuna dair bir itiraf. Az adam öldürmüşler, yeterince öldürememişler. Demek ki, Noyan ailesi, Erdoğan’a mesaj yoluyor, şimdi hazırız, biz senden yanayız.

Bizim aile, diyor, 50 kişiyi götürür. İyi ama, Noyan, bence az söylüyor. Çünkü 50 kişi yetmez. Mesela 500 kişi hedeflemeniz gerekir. Demek Engin Noyan’ın yeni ailesi, silahlı bir hazırlık yapıyor. Peki ama bu durumda ordu ve polis, Sadat vb. Erdoğan’ı, Saray’ı korumayacak mı? Erdoğan’ın koskoca ordusu var, IŞİD devrede, polis gücü var, size niye ihtiyaç duysun?

Elönü ise, açıkça dört ayaktan söz ediyor. Demek ki, yine çoban-sürü meselesine geldik.

Burada efendi ortada yoktur. Çoban hariç, sürü yaşamındaki her canlı dört ayaklıdır; sürü öyledir, dört ayaklıdır. Zaten, şu korona günlerinde “sürü bağışıklığı” yaklaşımı ile tüm toplum “sürü” yerine konmuştur. Demek ki, artık, bu sürü meselesi çokça karşımıza çıkacak. Ama sürü yaşamında köpekler, ister çobana bağlı olsunlar, ister baş çoban köpeklerinin kıçlarını temizlesinler, ister başka çetelerce ayartılmış köpekler olsunlar, hepsi dört ayaklıdır.

Demek, bu dört ayak meselesi de buradan geliyor. Ne demişler, kişi kendinden bilir işi. Bu söz, tam da “Arafta Sorular” isimli bir programda konu edilebilir bir sözdür: Kişi kendinden bilir işi.

Dört ayak işin içine girince, aslında Elönü, açıklamış oluyor ki, “sürü” darbe yapmayacak. Öyle ya o sürü. Darbeyi, dört ayaklı diğerleri yapacak. Eğer varsa bir gerçekliği, mesaj bu olmalı. Tabii ki, bizimkisi de bir yorum, öyle ya ne demek istediklerini anlamaya çalışıyoruz. Belki tüm bu anladıklarımız yanlış ve saçmadır, belki de “Arafta Sorular” programında o gün, bir ucuz komedi oynanmıştır.

3-

Sizin bir dostunuz, sizi seven biri, sizi kalkıp Noyan, Elönü, Fatih ve benzeri gibi savunmaya kalksa, acaba siz ne yaparsınız? Bunu tüm samimiyetimle soruyorum ve lütfen siz de öyle cevap verin. Birisinin, sizi ne kadar sevdiğini söylerse söylesin, böyle, bu tarzda sizi savunmasını ister misiniz?

Eğer istemezseniz, mesela ben istemem, bu durumda, acaba Erdoğan buna neden razı olmaktadır?

Şaka bir yana, bu bir yönetim krizidir.

Egemenler, Saray Rejimi, TC devleti, Ergenekon’u, Erdoğan’ı, ABD’si, tüm egemenler eskisi gibi yönetemiyorlar.

Bu sadece pandemi dönemi ele alınınca da ortaya çıkmaktadır.

Korkuyorlar. Bu korkularını, başkalarına bulaştırmak istiyorlar.

İşçileri, emekçileri açıktan tehdit edemiyorlar. Bunu yaparlarsa, kendi korkuları da ortaya çıkacak demektir. Bunun yerine, sıradışı sözlerle tehditler savuruyorlar. Çünkü, korkuları boylarını aşmıştır.

Saray’ın her tuğlası, bu korku ile inşa edilmiştir.

Her merdiven basamağında bu korkunun kodları kazılıdır.

Her penceresi bu korkuya göre yapılmıştır.

Korku ve şatafat-kibir kardeştirler. İkisi aynı anda yükselir. Önemli olan hangisini görebildiğinizdir. Şatafat ve kibir, korkuyu gizlemeye yarar.

Şimdi, mesele, halkın, kendini sürü olmaktan çıkartması meselesidir.

Halkı sürü yerine koyuyorlar. Buna kızmak işe yaramaz. Sürü olmaktan çıkmak, bunun gereklerini yerine getirmek lazımdır.

İşte örgütlü direniş, genel direniş tam da bu anlamda, işçi ve emekçilerin tek gerçek gündemidir.

Örgütlü değilsen, bir güç değilsindir.

Örgütlü değilsen, aç kalırsın, aşağılanırsın, itilirsin, kakılırsın.

Örgütlü değilsen, sesini duyuramazsın. Yalvararak, dilenerek karnın doymaz, onurunu kazanamazsın, aşağılanman bitmez.

Ama örgütlü isen, kendi gücünün de farkına varırsın. Üreten ellerin, yönetmeyi de öğrenir. Ne çoban kalır ne cins cins köpekleri, ne efendileri kalır ne sarayları, ne yalanları kalır ne karanlıkları.

ABD-Çin savaşı değil, paylaşım savaşı

Covid-19 acaba geçti mi, yoksa ikinci dalgası var mı? Hatta ikinci dalgası varsa, acaba üçüncü dalgası olacak mı?

Bu sorular, bugünlerde, oldukça sık sorulan sorulardır. Doğrusu, bu “tıp biliminin” konusu da diyemeyeceğiz.

Tıp, aslında bir uzmanlık alanıdır ve biz kapitalist dünyada yaşayanlar, doktoru, hastalıkları iyileştiren olarak görürüz. Yaygın bir bakıştır bu. Hasta iseniz de doğrudur. Ama biliyoruz ki, aslında sağlık sistemi, beş yıldızlı otelleri andıran ve yüksek kâr için organize edilmiş bir sistem değil de, hastalıkların ortaya çıkmasını önleyecek bir toplumsal sistem olmalıdır. Böyle bakarsanız, ilaç şirketleri ile sigorta tekelleri hemen size karşı çıkacaktır. Ama, ancak böyle bakarsak, aslında salgının devamının olup olmayacağı sorusunun yanıtı, sadece tıp insanlarının yanıtlayacağı bir soru olmaktan çıkar.

Doktor, bugün, “varlığı eksik olmasın ama allah eline düşürmesin” türünden sayılmaktadır. Bu ortalama bilinçtir. Oysa doktor, tüm sağlık emekçileri, hastalığın ortaya çıkmasını önlemek için uğraştığında, “eline düşürmesin” diye bir düşünce tarzını da geride bırakmış olabiliriz. İşte o zaman bir doktorun söylediklerinin arkasında hinlik ve cinlik aramak zorunda da kalmayız. O zaman ne bu kadar çok sayıda ilaç olur, ne de hastahaneler otelleri andırır. Sağlık, hayatın bir parçası olur ve tıp bilgisi de, tümü değilse de önemli bir bölümü, herkesçe kolaylıkla ulaşılabilir olur.

Amerika Birleşik Devletleri halkı, Trump’ın ağzından, Covid-19 salgını için, “bu bir savaştır, her savaşta kayıplar olur, bu savaşta da kayıplar olacaktır” tarzında açıklamaları dinledi.

Yani Trump, bunun bir savaş olduğunu açık olarak söyledi.

Bu noktadan sonra, acaba Covid-19 salgını bir biyolojik saldırı mıdır, gibi sorular da anlamını yitirmiş olmalıdır.

Mesele, virüsün, özel bir laboratuvarda üretilip üretilmemiş olması değil, mesele, bunun bir saldırı aracı olarak kullanılmış olmasıdır. Bunda da artık bir şüpheye yer yok.

ABD, Çin’i suçluyor ve Çin’de bu suçlamaları reddediyor. Eğer birisine inanmamız gerekli olsa idi, ABD’ye inanmayı seçmezdik. Liberal sol, hemen bize, Çin “kapalı” bir toplum, oysa ABD bir “demokrasi” diyecektir. Bir de ünlü “Batı değerleri” eklenecek ve bize Çin’e inanmamamız önerilecektir.

Bu bakış açısı, ABD hegemonyası dönemine aittir ve sonu da gelmektedir. ABD hegemonyası, eğik düzleme binmiştir ve gün be gün bu hegemonya ortadan kalkma eğilimindedir. Bizzat ABD, bu “Batı Değerleri”ni yerle bir etmiştir, her gün de etmektedir. Nasıl oluyorsa, atom bombasını kullanan, dünyada sayısız katliamlar gerçekleştiren, dünyanın en pespaye “diktatörlükleri”ni açıktan destekleyen ABD olduğu hâlde, ABD’nin her adımında “demokrasi” etiketi yapıştırılmaktadır.

ABD, bu pandemi günlerinde, fırsat bu fırsat diyerek, dünyanın birçok bölgesinde “demokrasi” için tuttuğu askerî varlığını artırmaktadır. Avrupa’da, 7 bin kişiye inen bu varlık, bugün, bir-iki aylık süre içinde 30 bine çıkarılmıştır. Yakın dönemde ABD, Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’nı, tek taraflı olarak çöpe atmıştı. Mayıs ayı içinde ise, “Açık Semalar Anlaşması”ndan çekildiğini duyurmuştur. Bu, savaş naralarının, sözden eyleme dönüştürülmesinin ta kendisidir. Zaten ABD dünyanın her yerinde, açık askerî operasyonlar, savaşlar kundaklamaktadır. Biz, Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı biliyoruz ve Suriye savaşının da tam göbeğindeyiz. Şimdi ABD, daha büyük bir savaş için yollar açmaktadır.

Öte yandan ise, Çin’e karşı ekonomik savaş naraları sürekli yükselmektedir. Aslında bu ekonomik savaş ya da ticaret savaşı, sadece Çin’i hedef almıyor, içinde Almanya’ya karşı, AB’ye karşı, Rusya’ya karşı vb. olan bölümleri de var. Ekonomik ambargo adı altında ortaya konan uygulamalar, gümrük duvarları vb. bunun göstergeleridir.

Ama şu günlerde, Rusya’ya karşı askerî savaş, Çin’e karşı ticaret savaşı öne çıkarılmaktadır. Bu savaşlar, 2008 krizinden bu yana hız almıştır.

Biz, açık olarak, Covid-19 pandemisini, arkasındaki iki gelişme ile birlikte ele almaktan yana olduğumuzu yazdık. Birincisi, kapitalist sistemin yaşadığı kriz, ikincisi ise paylaşım savaşımı. Kriz, bir çözüm bulunamadığı sürece, kapitalist sistemi sarsmaya devam etmektedir. Ve öyle anlaşılıyor ki, kriz daha da derinleşecektir. Karşılıksız paraların piyasaya enjekte edilmesi, dev şirketlerin devlet tarafından sermaye aktarılarak kurtarılması, krize çare olmuyor. Dünya kapitalist merkezlerinin işçi ve emekçilerinin paraları, bu şirketlere aktarılıyor ama yine de ortada bir çözüm yoktur.

Paylaşım savaşımı ise bunun diğer yönüdür. Bu paylaşım savaşımı, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya arasındadır. Dün Soğuk Savaş döneminin hegemon gücü, kapitalist dünyanın jandarması olan ABD, bugün, diğer emperyalist güçler karşısında pazar kaybetmektedir. Hakimiyetini kaybetmektedir ve buna razı olmak niyetinde değildir.

Bu nedenle, çeşitli operasyonlara başladılar. Afganistan ve Irak, dünya imparatorluğu ilan etme stratejisinin birer parçası olarak gündeme geldi. Ama sonuç, hiç de istenildiği gibi olmadı. ABD, Soğuk Savaş dönemi boyunca, diğer emperyalist güçleri, ortak düşman Sovyetler’e karşı bir arada tutabiliyordu. Oysa bugün bu iş oldukça zor. Zira diğer emperyalist güçler, paylarını artırmak, ABD hegemonyasından kurtulmak arzusundadır.

ABD, bu durumu gördü ve onlara, bir “ortak düşman” sundu; radikal İslam. Ama bu tutması oldukça zor bir “ortak düşman” idi. Çünkü, radikal İslam’ın arkasında bizzat ABD vardı. Bu tutmayınca ve Rusya ve Çin, Suriye’de sahaya inince, bu kez düşman değişti. Bir süreliğine Rusya düşman olarak önde idi. Bugünlerde ise Çin onun yanına daha açık olarak eklendi ve Trump, eğer adına bir “doktrin” denirse, bunu açıkça belgelere yazdı. Çin ve Rusya yeni dönemin düşmanı ilan edildi. Fakat, bu da tutması o kadar kolay bir yeni “ortak düşman” manevrası olmayacak gibi.

Bugün, görüntüde, Rusya-Çin ve ABD arasında bir çarpışma var gibidir. Ama bunun arkasında, 5 emperyalist gücün paylaşım savaşımı vardır. Rusya ve Çin, ABD tarafından öne sürülmektedir. ABD, diğer emperyalist güçlere, Rusya ve Çin’i birlikte yiyelim, gerisine sonra bakarız demektir. Ama ne Rusya, ne de Çin, eski dönemin “komünist düşmanları” değiller, her ikisi de kapitalist ekonominin kurallarına göre işlemektedir. Bu diğer emperyalist güçleri eskisi tarzda “ortak düşman” hislerinden uzak tutmaktadır. Kaldı ki, hem Rusya ve hem de Çin, bu saldırganlık karşısında, etkili bir savunma tutumu almışlardır. Yani kolay lokma olmayacakları da açık. Tahminen, eğer kolay lokma olsalardı, diğerlerinin ABD’nin dediği gibi önce bunları yemek için masaya oturmaları mümkün olurdu.

ABD, Rusya ve Çin’i, hep birlikte hâlletmek üzere, tüm Batı’yı kendi etrafında toplamaya çağırıyor. Soğuk Savaş, bu nedenle bitmemiştir diyebiliriz. ABD, eğer bunun için Batı’yı kendi yanına katabilirse, bu emperyalist beş ülkeyi birleştirebilirse, işte ondan sonra diğerlerini daha küçük pastalara razı edebilir düşüncesindedir.

Bu nedenle, ABD-Çin çatışması, sadece göstermelik bir çatışma değildir. Bunu asla söylemek istemiyoruz. Hatta bu açıdan, Mayıs ortasında Pompeo’nun İsrail ziyareti sırasında, Çin’in İsrail elçisinin ölümünü oldukça şüpheli görmemiz gerektiği kanısındayız.

İşte Covid-19 saldırısını bu noktada değerlendirmek gereklidir. ABD’nin bunun bir savaş olduğunu ilan etmesi, New York Times’ın “bir hesaplanamaz kayıp” başlığı ile yüz bin kişinin ismini yayınlamasına rağmen Trump’ın bunları savaş kaybı olarak görmesi durumu özetlemektedir.

Sermaye, dünya çapında ucuz emek cennetleri olarak tanımlanan ülkelere göçmeye, bu yolla kâr oranlarını yükseltmeye yöneldi. Bu 1970 krizinin ardından, 1980’li yıllarda başladı. Sermayenin uluslararasılaşması ve finansallaşması bu sürecin içinde alıp başını gitti. Bugün, dünyanın fabrikası, ağırlıklı Çin olmak üzere Doğu ve Güney Asya ülkeleri oldu.

Şimdi Trump’ın ağzından Amerikan sermayesi, “Amerika First” ile, bu süreci değiştirmeye çalışıyor. Ama sermayenin uluslararasılaşmasına ve finansallaşmasına önlem almak mümkün değildir. Hele ki, Çin, bu süreci, büyük ölçüde karşılayıp, büyük hamleler yapmaya başlamış iken.

İşte paylaşım savaşımını ele alırken, bu gerçekleri görmek ve yerli yerine oturtmak gerekir.

Kapitalizm, “pes ettim”, yerimi sosyalizme bırakıyorum demeyeceğine göre, ABD hegemonyasından öyle bir hamlede vazgeçmeyeceğine göre, bu savaş, daha da gelişecektir. Demek oluyor ki, ABD yeni saldırıları devreye sokacaktır ve eğilimi de zaten bu yöndedir. Bunun içine biyolojik saldırılar da dahildir.

Şimdi bu savaşı, ABD-Çin savaşı olarak algılamak, öyle ele almak, gerçeğin su üstündeki kısmı ile ilgilenmek, onunla yetinmek olacaktır. Elbette bu savaş vardır, ama sadece bu değil. Çin, kendini savunmaktadır. Oysa ABD, Çin ve Rusya tehdidi bayrağını yükselterek, diğer emperyalist rakiplerini etrafında tutmak istemektedir.

Öyle görünüyor ki, ABD, çeşitli suikastlere devam edecektir. İranlı generalin öldürülmesi, Çin elçisinin tuhaf ölümü, Rus diplomatların öldürülmesi, sanırım sadece başlangıçtır. Çünkü ABD bu savaşı büyütmek istemektedir.

Salgın, bu konuda bir yeni penceredir. Ama bu pencerenin nelere yol açabileceği de, henüz belli değildir.

Bu tüm yeryüzünü kapsayan, beş emperyalist gücün paylaşım savaşımıdır. Rusya ve Çin’in kendilerini aktif tarzda savunması, belki savaşı ötelemektedir. Ama aynı zamanda, savaşın çok değişik biçimlerde ortaya çıkmasına da neden olmaktadır. Ukrayna meselesi gibi, Hong-Kong sorunu gibi, Suriye savaşı gibi vb. Ama bu savaş, yaşamın her alanında sürmektedir. Birçok sömürge ülkenin içindeki savaşlar, bu paylaşım savaşımının farklı görünüm biçimleridir.

ABD’nin Suriye’de aldığı yenilgi, bu savaşın gidişi üzerinde oldukça etkili olmaya aday bir durumdur. Eğer ABD, Suriye yenilgisini kabul edip geri çekilirse ve başka bir alandan yeni bir saldırı devreye sokmazsa, ABD hegemonyası daha da geri düşecektir. Bu durumda, diğer dört emperyalist gücün alanlarını, hakimiyet alanlarını genişletmesi daha da olanaklı olacaktır. Bu nedenle, Covid-19 salgınının AB içinde yol açtığı sarsıntılar, ABD’nin yeni askerî sevkiyatlarını teşvik etmiştir. ABD, AB üzerindeki eski kontrol mekanizmalarında ısrarlı olacaktır. Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” sözlerinin devamının gelmesini önlemeye dönüktür bu askerî sevkiyat.

Tüm bu süreç, emperyalist metropollerde, işçi sınıfının üzerindeki baskıyı artıracaktır ve elbette buna da tepki gelecektir.

Bir uçta, beş emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımı keskinleşmektedir, diğer uçta ise, sınıf savaşımı keskinleşecektir.

Bu savaşı önleyebilecek tek güç, dünya işçi sınıfıdır. Devrim, sistemin işleyen çarkları içinde alttan alta yükselmektedir. Buna uygun bir devrimci atılım gerçekleşebilirse, kapitalizmi mezara gömecek olan proletarya devrimci temelde örgütlenebilirse, savaş ihtimali de ortadan kalkabilir.

Birleşik emek cephesi ile genel grev-genel direnişe

Saray Rejimi, şimdi, salgını bir fırsata çevirmek istiyor.

Salgının yarattığı ortamı, korku ile besleyerek, diyor ki, “razı” olun, sessizliğe, eylemsizliğe bürünün.

Dün savaş naraları atıyorlardı. Hâlâ atıyorlar. Diyorlar ki, savaştayız ve sesinizi kesin.

Savaş ve salgın varsa, ne ekmeği, ne hakkı, ne hukuku, ne açlığı, ne ücreti, ne sosyal hakları, ne özgürlüğü, ne işsizliği dile getiremezsin.

Bu nedenle tehditleri artırıyorlar. Bir yandan bir kadın çıkıyor ve elimde ölüm listesi var, diyor. Diyor ki, “hevesimiz kursağımızda kaldı.” Tehdit ediyor. Açıktan ölüm naraları atıyorlar. Konuşana değil, konuşturana bak!

Bir erkek çıkıyor ve diyor ki; eşlerinizi, kızlarınızı bizden nasıl koruyacaksınız? Tehdit ediyor ve düşünen herkesi, Saray Rejimi’ne destek vermeyen herkesi tehdit ediyor. Kadın hareketini, gençlik hareketini, işçi direnişlerini tehdit ediyor.

Başka bir kadın çıkıyor ve diyor ki; “çocuklarımın ömründen alsın size versin.” Dün “eşim ve kızım Erdoğan’a helâldir” diyenlerin devamıdır. Dün, “Erdoğan Allahın tüm vasıflarını üzerinde taşıyan adam”dır diyenlerin devamıdır. Dün, “Erdoğan’a dokunmak ibadettir” diyenlerin devamıdır.

Söyletene bak.

Onları söyletenin arkasındaki şey, korkudur. Korku Saray Rejimi’nin tüm birimlerini, duvarlarını sarmıştır.

Grup Yorum’un direnerek ölen üyelerinin mezarlarına saldırı planları yapıyorlar.

Korkuyorlar ve korkuları boylarını aşmıştır.

Bu korkuyu halka bulaştırmak istiyorlar.

Direnenleri, mücadele edenleri, hakkını arayanları, boyun eğmeyenleri korkutmak, onları sessizliğe mahkûm etmek istiyorlar.

Bu nedenle, ellerinde ne kalmış ise onunla saldırıyorlar.

Sistem, her yerinden kan, katliam, şiddet üretmektedir.

Ama bu korkutmalar, bu tehditler, nafiledir. Yaptıklarını biliyoruz. Bu ülkede Kürt halkına karşı yürütülen savaşı biliyoruz. Bu ülkede döktükleri kanları biliyoruz. Ve şimdi iktidarda, en keyifli günlerini yaşarlarken, bu tehditleri savuruyorlar. Çünkü biliyorlar ki, halk bu Saray Rejimi’ni istemiyor. Çünkü biliyorlar ki, sona gelmektedirler.

Ülkede açlık kol gezmektedir. İşsizlik 16 milyona ulaşmıştır. Ücretler aşağıya çekilmekte, çalışma yaşamı çekilmez hâle getirilmektedir. Artık, dün AK Parti’ye oy verenler bile vermez duruma gelmiştir. Dün Erdoğan için oy isteyenler, isteyemez hâle gelmiştir. Bunu görüyorlar. Dinle o kadar oynadılar ki, öylesine inançları kullandılar ki, artık para etmiyor.

Hiçbir yalan, onları kesmiyor. Hiçbir yalan onlar için yeterli olmuyor. En ileri yalanları uyduranlar, en ahlâksızca Erdoğan’ı savunanlar ödüllendirilmektedir. Ama artık bu da işe yaramamaktadır. Daha çok dolar alabilmek için, tuttukları kalemşörler, aklı hayali zorlayan yalanlar üretmektedirler. Ama para ile yapılan bu çirkin kampanyalar, reklâm çalışmalarının maskesinin bu tarzda düşmüş olması, etkisini de kaybetmesine neden oluyor. Ellerine geçirdikleri medya, artık etkisini yitiriyor. CHP’nin çabaları ile, kendi basınlarını etkili kılmaya çalışıyorlar.

Bu koşullarda var olan direnişin rotasını bozmak istiyorlar.

Direniş, giderek toplumun daha fazla kesiminin, bugün sessiz olsa da desteğini alıyor. Bu sessiz destek, direnişin kararlılıkla yürütülmesinin ne kadar önemli olduğunu da göstermektedir.

İşçilerin en küçük bir direnişi, karşılık bulmaya, gönüllere, beyinlere ulaşmaya başlamıştır. Bu direniş büyüyecektir. İşçiler, emekçiler, açlıkla, hayat pahalılığıyla, yoksullukla boğuşmaktadır. Krizin tüm faturası işçi ve emekçilere yıkılmak isteniyor. Patronların hükümeti alkışlaması bundandır. Saray Rejimi, kapitalistlerin ve onların dayandığı uluslararası sermayenin desteğini almak için, her türlü işçi düşmanlığını bir politika olarak öne çıkarmaktadır.

Hayatın her alanının savunulması, sıradan bir insanın haklarını istemesi, bir kadının yaşama hakkını savunması, doğrudan Saray Rejimi’ne karşı bir tehdit olarak siyasallaşıyor. Siyasal mücadele daha da öne çıkıyor.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler yaşamak için mücadele etmek zorundadırlar.

Evet, bu mücadelenin zaferi için yeterince örgütlü değiliz. Bunu gerçekleştirmek, direniş içinde olacaktır. Yaşamak, artık direniş ölçüsünde bir anlam taşımaktadır. Direnmek, onurunu korumanın, özgürlüklerini, ekmeğini, haklarını elde etmenin tek gerçek yoludur.

Her alanda gelişmekte olan küçük bir direniş, bu genel direnişin parçasıdır.

Alternatif, CHP ya da burjuva partiler değildir.

Alternatif, birleşik emek cephesidir.

Bugün böylesi bir cephe ilan etmenin işleri çözeceğini düşünmemek gerekir. Cepheyi bizzat örmek gereklidir. Birleşik emek cephesi, direnişle, örgütlenmeyle örülecektir. Ve gerçek alternatif budur. Sallanmakta olan, korkudan titremekte olan Saray Rejimi’ni yerle bir etmenin yolu, örgütlenmeden, direnişten geçmektedir.

Gün, en küçük bir yol ve araçla direnme günüdür.

Gün, direnişi büyütme, birleşik emek cephesini adım adım örme günüdür.

Her direniş, genel direnişin bir parçasıdır. Bu nedenle çok önemlidir.

Sakin ve kararlı bir biçimde genel grevi-genel direnişi örmek olanaklı ve zorunludur. Bunun dışında bir alternatif yoktur.

Bu, gerçek alternatiftir. Birleşik emek cephesi, tüm işçi, kadın, gençlik hareketlerini kapsayacak tarzda gelişecektir.

Bugün yaşanmakta olan da budur.

Gözünü Gezi gibi büyük patlamalara dikmek ve onu beklemek, eylemsizliktir. Umut, ancak eylemlilik içinde büyür. Umut ancak inatçı bir mücadele ile gerçek bir güç, bir varlık hâline gelir. Ülkenin her yanında süren direnişler, bu genel direnişin gelişimini sağlayacaktır.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...