Ana Sayfa Blog Sayfa 102

Salgın, Saray Rejimi ve eğitim politikaları

İktidarın bir yönetememe hâli var.

Burjuva muhalefet ise, bu durumu, “bir yönetme tarzı” olarak sunmak istiyor.

Nasıl mı? Örnekleyelim.

Saray Rejimi, salgın nedeni ile, Cumhurbaşkanı’nın ağzından halka söz verdi ama maske dağıtamadı. Bu bir gerçek. Bilmeyen yok, bilmiyorum diyen de kendi kendisi ile birlikte kaldığında bildiğini fark ediyordur. Bu bir yönetememe hâlidir. Zira, Sağlık Bakanlığı Menzil tarikatına ait gibidir ve yeni Bakan, Esat Coşan tarikatındandır. Kendisinin Medipol diye hastahaneleri vardır, gerçekte bunlar Coşan tarikatına aittir. Çeteler, diyelim ki Coşan çetesi ile Menzil çetesi, bu işte birbirinin ayağını kaydırmak istemektedir. Menzil tarikatı üzerinden gelmeyen hiçbir mal, sağlık bakanlığına satılamaz desek yeridir. Ama diğerleri de bundan pay almak istemektedir. İşte size yönetememe meselesi. Sonunda Cumhurbaşkanı, şahsım olarak, işlerin çok da iyi yürüdüğünü söylemektedir. Bu bir özettir.

Okul meselesini ele almak istiyoruz. Esas konumuz budur.

Ülkede 18 milyondan fazla insan lise ve altı sınıflarda eğitim görmektedir. Yani üniversiteleri hariç tuttuk. Bu 18 milyon genç, artı göçmen çocuklar, 1 milyonu aşkın öğretmen tarafından okutulmaktadır. Bu 18 milyon öğrencinin, 1 milyon 400 bini (bu yıl kriz, pandemi nedeni ile bu rakam 1 milyona inmiştir), özel okullarda eğitim görmektedir.

Demek oluyor ki, %7-8 arasında bir ayrıcalıklı eğitim alan, gerçekte “kaliteli” anlamında değil, ama ayrıcalıklı eğitim alan bir kesim var.

Bu, fırsat eşitsizliği demektir.

Eğitim açısından, zengin ve yoksul açısından oluşan farklılık, fırsat eşitliği denilen şeyi tamamen ortadan kaldırır. Bu hukukî olabilir ama adaletli değildir. Fırsat eşitsizliği, sınav sistemlerine dayalı eğitim politikaları ile daha da artmaktadır. Bunu da üzerine koyun.

Ama Covid-19 salgını nedeni ile, bugünlerde okulların açılmaması, bu fırsat eşitsizliğini kat be kat artırmaktadır.

Salgın döneminde milyonerler, servetlerini katlayarak artırırken, işçi ve emekçiler daha büyük bir yoksulluğun pençesine itilmektedirler. Bunu biliyoruz. Bu durum, zaten sözü edilen fırsat eşitsizliğini daha da artırıyor.

Ama bir de hükümetin politikası var.

1- Okulları açamayan bir politika.

2- Öğretmen maaşlarını bir yük olarak gören politika.

Aslında bu, ülkeyi bir anonim şirket gibi yönetme istek ve iradesinin, üzerine bir de kötü bir AŞ yöneticisi olma hâlinin binmesi ile oluşan bir durumdur.

Milli Eğitim Bakanı, kendisi, özel okul sahibi, yani patrondur. Bir eğitimci özelliği olamaz. Bir özel okul patronu, milli eğitim bakanı olursa, öğrenciye müşteri olarak bakan mantığı ülke eğitiminin her alanına yayar. Müşteri mantığı, fırsat eşitsizliğini bin kat daha artırır. Öyle ya, “money first” sisteme egemen olur, ne kadar paran varsa o kadar eğitim alırsın. Bu durumda devlet okullarında (izninizle bunlara kamu okulları da denilebileceğini vurgulayalım) eğitimin “kalitesi” ne kadar düşerse, özel okullara talep o kadar artar.

Covid-19 salgını bahane edilerek, Saray Rejimi’nin yönetememe hâli gizlenmek, örtülmek isteniyor.

Şöyle düşünün: Restoranlar açık. Gerekli önlemler “alındı” ve restoranlar açıldı. Cafeler ha keza. AVM’ler, gerekli önlemler “alındı” denilerek açıldı. Turizm sektörü, gerekli önlemler “alındı” denilerek faaliyete geçirildi. Ki, gerçekte hiçbir yabancının bu koşullarda ne bu yıl, ne de 2021’de turizm için ülkeye gelmeyeceği biline biline.

Ama sıra okullara gelince, “salgın nedeni ile” okullar açılmadı.

31 Ağustos’ta açılması beklenen okulların açılışı, 11 Ağustos günü, başka hiçbir önlem alınmadan, ertelendi. 21 Eylül’de okulların açılması kararı alındı. Yine hiçbir önlem alınmadı ve bu kez, okullar, sadece 1. sınıflar ve anaokulu öğrencileri için, haftada bir gün yüz yüze eğitim verilecek şekilde açıldı.

20 Eylül akşamı, velilere mesaj gönderilerek, online eğitimin “teknik arıza” nedeni ile yapılamayacağı, daha sonra yapılacağı açıklandı.

Bakanlar, interneti olmayan kırsal alanlarda, “çocukların kahvede eğitim görmesini” önerdi. Kahvede eğitim alırken “korona bulaşmıyor” mu? Virüs, okulda yüz yüze eğitim sırasında mı bulaşıyor? Başka yerlerde virüs bulaşmıyor. Kahvede bulaşmıyor, cafede bulamıyor, AVM’de bulaşmıyor, fabrikada bulaşmıyor, otobüste bulaşmıyor, restoranda bulaşmıyor, ama okulda, işte orada bulaşıyor.

Hiç sordunuz mu acaba, kuran kurslarında virüs bulaşıyor mu?

Acaba, medreselerde virüs bulaşıyor mu?

Virüs, Erdoğan miting yapıp, orada çay paketi atma oyunu oynarken bulaşmıyor.

Virüs, AK Parti toplantılarında bulaşmıyor.

Ama virüs, bir protesto eyleminde mutlaka bulaşıyor.

Virüs, işçiler polis tarafından coplanırken bulaşmıyor, ama işçiler kortej şeklinde yürüyüp slogan atarsa, işte o zaman bulaşıyor.

Biraz daha yakından bakalım okullar meselesine.

Devlet denilen çark, okullar için önlem aldı mı?

Mesela sınıflarda oturma düzeni, çocukların birbirlerine tükürük bulaştırmayacakları bir yöntemle ayarlandı mı? Okul içinde sınıf düzeni buna göre ayarlandı mı? Eğer okul binaları sayı ve alan olarak yetersiz ise, mesela AVM’ler okul hâline getirildi mi? Mesela camiler, okul hâline getirildi mi? Bunların yapılmadığını biliyoruz.

Acaba, devlet denilen makina, çocuklardan, hijyen malzemeleri alıp okula getirmelerini isterken, çocukları mı düşünüyor, yoksa ilave olarak ailelere, yoksullara yeni yükler mi yüklüyor?

Eğer her alanda, virüs bulaşmasın diye gerçekten önlem alabildiler ve bu alanları halka açık hâle getirdilerse, okullar için neden bunu yapmadılar?

Açıktır ki, aileler, çocukları için korkmaktadır. Bu korku altında, en azından bir yıl, eğitimden vazgeçmeleri sağlanmış durumdadır.

Bu durumda, öğretmenlerin yük hâline geldiği açıklanan maaşları, düşük oranlarda ödenerek, aslında, devlet bütçesine katkı yapmaları sağlanmaktadır. Oysa o öğretmenlerin maaşları yerine, mesela Saray’ın masrafları düşürülebilirdi. Mesela polislerin maaşlarının, askerlerin giderlerinin, silahlanma harcamalarının, diyanet işleri kadrolarının maaşlarının yük olduğu iddia edilebilirdi. Böylece okullar yüz yüze eğitime açılabilirdi.

Yüz yüze eğitim, ne olursa olsun, fırsat eşitsizliğini daha da artırmayı önleyebilecek bir önlemdir. Ama devlet, Saray Rejimi, bunu feda etmekte bir beis görmemektedir. İşçi ve emekçilerin çocuklarının kendi aileleri ile eğitim almaları mümkün değildir.

Oysa, öğretmen sendikaları aktif olarak işin içine katılarak, çocukların daha sağlıklı bir ortamda, eğitim alabilmelerinin yolu açılabilir.

Toplumda, “kendini düşünme” ve bundan başka da kimseyi umursamama halinin yaygınlaşması için her yolu deneyen pandemi yönetimi var. Bu pandemi yönetimi, her gün Saray çevresi ve üst düzey bürokrasiye, 30 bini aşkın test yapmakta, ama halkın test yapmasının önüne engel olmaktadır. Pandemi yönetimi, özel hastahaneleri pandemi hastası almayı zorunlu kılacak önlemler almaktan özenle uzak durmaktadır. Pandemi yönetimi, her gün yalan haberlerle halkı kandırmaktadır.

1 milyonu aşkın öğretmen kadrosunu artırmak için hiçbir çaba göstermeyen Saray Rejimi, bekçiler ordusu oluşturmakta, hızlı takviye kuvvetleri ile kontr-gerilla birlikleri organize etmektedir.

Şaşkınlık içinde ne yapacağını şaşırmış geniş kitleler ise, açlıkla boğuşurken, işsizlikle boğuşurken, çocuklarının eğitim hakkından mahrum kalmasına sessiz kalmakta, ne diyeceğini kestirememektedir.

Paran kadar sağlık, paran kadar eğitim, paran kadar ulaşım “hakkı” ile krizin tüm faturası işçi ve emekçilerin, geniş kitlelerin üzerine yıkılmaktadır.

Ülkeyi bir çiftlik olarak görüyorlar. Sahibi, uluslararası tekellerin ve onların yerli ortakları olan tekellerin olduğu bu çiftlikte Saray Rejimi, tüm devlet kadroları, çeteleşmiş gruplar, keseleri, kasalarını doldurmak işi ile meşguldürler.

Eğitimde pandemiye hazır olmayan, yük olarak görülen öğretmenler, eğitim emekçileri değildir. Pandemiye hazır olmayan, okul binalarıdır, devlet yönetimidir, onun uzantısı olan MEB’dir.

Pandemi koşullarında işyerlerini, fabrikaları çalışma kampına çeviren, işçilerin sağlıklarını hiçe sayan iktidardır, devlet makinasıdır.

Kendi geleceği olmayan Saray Rejimi, tüm ülkenin, işçi ve emekçilerin geleceklerine göz dikmiştir. Kendi gelecekleri olmadığından, halkı bastırmak için her türlü yolu mübah saymakta, devlet terörü ile halkı sindirmeye çalışmaktadırlar. Eğitim politikası, tam olarak bunun ifadesidir. İflas etmiş bir devlet çarkının göstergesidir. Tıpkı sağlıkta olduğu gibi.

Saray ve ABD seçimleri

Kasım 2020’de, ABD’de başkanlık seçimleri var. Doğrusu, ABD’deki başkanlık seçimleri, son yıllarda, SSCB çözüldükten sonra, TC devleti için çok önemli olmuştur. Devlet içindeki bazı güçler, ABD seçimlerinde kazanma ihtimali olan güçlerle iyi ilişkiler kurmak için “uğraş” vermişlerdir. Bu sürecin “Soğuk Savaş” sonrası dönemde önem kazanması anlaşılırdır.

Bunun nedenleri var: İlk olarak, SSCB çözüldükten sonra, Batılı emperyalist güçler arasında su üstüne daha fazla çıkmaya başlayan paylaşım savaşımının ülkemizdeki etkileri sayılmalıdır. Tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca, NATO’nun, anti-komünist “ileri karakol”u olan TC devleti, bir “ortaklaşa sömürge” idi. Sömürge idi, ama ortaklaşa sömürge idi. Bu konumda bir başka ülke Yunanistan’dır, bir başkası ise Güney Kore’dir. Güney Kore, aslında Türkiye’nin konumuna daha fazla benzerdir. Ülkenin siyasal yönetimi (siyasal yönetim dedik mi, siyasal partiler, parlamento, ordu, polis, yargı vb. dahil tüm devlet çarkını kastetmiş oluruz. Bunun için en az önemlisi siyasal partiler ve parlamentodur.) NATO mekanizması ile veya başka mekanizmalarla doğrudan ABD’nin elindedir. Ama ülkenin ekonomik kaynaklarının denetimi, daha çok, mesela Türkiye için AB’nin, Kore için ise Japonya’nın elindedir. Soğuk Savaş döneminde, başında ABD’nin yer aldığı emperyalist örgütlenme, komünizme karşı savaş bayrağı altında, bu uygulamaya olanak veriyordu. SSCB dağıldıktan sonra, “kapitalizmin komünizme karşı zaferi”, emperyalist merkezler arasında paylaşım savaşımını yeniden gündeme getirdi. Böylece, Türkiye’de NATO mekanizması içinde, “dün” hepsi birlikte görülen güçler, kendi çıkarları için hareket etmeye başladılar. Böyle olunca, TC devletinin yönetenleri için ABD’ye bağlılık, daha da özel bir hâl aldı. Yani, dün yine bu bağlılık önemli idi, sonrasında, özellikle ABD’ye bağlılık daha da önemli oldu. Bu durum, TC elitlerinin, ABD’de seçilecek olan iktidara daha yakın olma arayışlarını artırdı.

İkincisi, ABD’nin Türkiye’deki siyasal alanı tam olarak kendi amaçlarına ve bu arada bölgesel çıkarlarına (BOP gibi) bağlı tutmak için örgütlenmelerini daha da yoğunlaştırdı. Siyasal alanı elinde tutan ABD, Türkiye’nin ekonomik olarak bağlı olduğu AB’ye kalmaması için, siyasal alanı etkili olarak kullanmak istedi. Hem Gülen örgütlenmesi, hem AK Parti örgütlenmesi, aynı anda, ABD adına önemli iş görmek üzere devreye sokuldu. AK Parti ve FETÖ ilişkisi, aslında bu “ortak amaca” hizmet etmiştir. İlgili düzenlemeler gerçekleştirildikten sonra, belli “yetenekleri” olan Gülen’ci güçlerin İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelerin etkinlikleri nedeni ile hizaya çekilmesi gerekli idi ve Erdoğan’ın eski yol arkadaşlarına karşı hücum etmesi, doğrudan ABD organizasyonu olarak devreye sokuldu. Hikâyenin bu kısmını daha fazla tartışmak mümkün. Ama bizi ilgilendiren ABD seçimlerine TC devletinin ilgisi olduğundan, bu kadarı yeterli olmalıdır. Gülen teşkilâtı, aslında, ABD adına, TC devletinin doğrudan desteği ile, özellikle eski Sovyet ülkelerinde etkili olmak için de kullanıldı. Hem Gülen’in bağları, hem AK Parti’nin ABD bağları, ABD seçimlerine olan ilgiyi artırdı. Zira tüm TC devleti iktidarı, daha çok Washington hattına taşındı. TC içinde güç olmanın yolları Washington’dan, Türkiye’deki ABD elçiliğinden daha fazla geçmeye başladı. TC devleti, ABD’nin yeni eyaleti gibi davranmaya başladı. Elbette yeni eyalet Türkiye ile ABD’nin bilinen eyaletleri arasında bazı farklılıklar oldu: ABD eyalet yönetimleri, iç işlerinde daha net belirlenmiş (yasal) çerçeve içinde hareket ederken dış ilişkilerinde merkezî ABD hükümetine bağlı idi. TC devleti ise “dış işlerinde” bir ABD tetikçisi, iç işlerinde ise, “kuralları bile olmayan” bir “özerklikle” hareket eder hâle geldi. İç işlerinde ABD, bir “yasa”ya bağlı hareket etmedi ve bu nedenle TC anayasası, aslında uygulamada değildir.

Üçüncüsü, bu iki etken, başka etkenlerle de birleşerek TC devletinin çeteleşmesi, bugünkü Saray Rejimi’nin ortaya çıkmasına neden oldu. Çetelerin her biri, Washington olarak adlandırabileceğimiz merkezle, doğrudan ilişki kurmaya heves etti. Bunu hâlâ sürdürdükleri de açık. Bu sadece iktidar ya da AK Parti, Gülen hareketi ve Ergenekon gibi yapılanmalar için geçerli değil, muhalefet partilerini de içerecek tarzda, bazı tarikatları, ekonomik çıkar gruplarını da kapsayacak tarzda genişledi. Bunların tümü için ABD seçimleri önemli oldu.

Dördüncüsü, TC devleti ile İsrail arasında, ABD’nin emperyalist planlarının bir parçası olan BOP çerçevesinde kurulan ilişkiler (iki ülke BOP’un eşbaşkanlarıdır) ABD seçimlerine olan ilgiyi daha da artırdı. İsrail’in ABD seçimlerine “özel” ilgisi olduğu bilinir. TC devlet elitleri de bu sürecin içine daha fazla girmeye, en azından ilgi düzeyinde daha fazla girmeye yöneldi. TC devletinin ABD seçimlerinde bir “etkisi” olmadığı açıktır. Ama bu sıfır etkiye rağmen aşırı ilgi, bir çelişki oluşturmuyor. Zaten mesele TC’nin ABD seçimlerine etkisi değil, ABD seçimlerine, artan özel ilgisidir. Bu aynı zamanda TC devletinin daha çok ABD-İsrail hattına bağlı olmasının da yansımasıdır.

Saray Rejimi, Türkiye egemen çevreleri içinde hem İsrail’in, hem de ABD’nin artan etkisinin de ifadesidir.

Aynı çerçeve içinde TC devletinin kendine ait dış politikasının olmaması, tüm dış politikanın ABD tetikçiliğine indirgenmiş olması da anılmalıdır. ABD tetikçiliği, TC devletinin dış politikada başarıları olarak sunduğu her adımın, bir bir ABD çıkarlarına hizmet ettiğinin sabitlenmesi ile daha da ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın Kudüs ziyaretinde Kudüs’ü İsrail başkenti olarak kabul etmesi görüntülerini hatırlayanlar, bugünlerde, TC devletinin “etkin” olduğu Kosova’nın Kudüs’te konsolosluk açmasına şaşırmamış olmalıdır. Demek ki, TC devletinin “başarılı Kosova” politikası, aslında ABD tetikçiliğinin bir başka göstergesi imiş. TC devletinin ABD tetikçiliği, eski Sovyet ülkelerinde, Balkanlar’da, Ortadoğu’dan daha önce ortaya çıkmıştı.

Kasım 2020’de gerçekleşecek olan ABD başkanlık seçimleri, bugün, TC devleti için çok önemli olmaya başladı. Saray Rejimi, adeta, ABD başkanlık seçimlerinde Trump’ın taraftarıdır. O kadar ki, G. Floyd’un boğazına basılarak öldürülmesinde TC devleti, en yüksek düzeyde, Trump yanlısı bir kampanyayı TC içinde yürütmüştür. Bu göz yaşartıcı dayanışma, aslında ABD devletine ve Trump’a bir destekten çok, Trump’ın kazanması sonrasına dönük bir bağlılık ilan etme adımıdır. Bu sadece Erdoğan ailesinin iplerinin Trump’ın elinde olması ile açıklanamaz. Onun kadar, tüm TC devlet merkezinin Washington’a “taşınmasının” da sonucudur.

Şimdi, ABD seçimlerinde Trump’ın kazanması için TC devleti çok isteklidir.

Belki de Erdoğan, İslam dünyasına bir çağrı yaparak, mesela tarikatlar bu açıdan işe yarar, Trump’ın desteklenmesini isteyebilir. Müslüman dünyanın Erdoğan’ın çağrısını ne kadar dinleyeceğini biliyoruz. Bu amaçla, belki Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın el altından destek istemesi daha uygun bir yol olabilir. Ayasofya’yı cami yapma işinde Trump’ın onayı anlatılarak, bu açıdan kullanılabilir. Ama ne yazık ki, Türkiye’deki İslamî çevreler, ABD seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip değildir.

Trump, kendi destekçilerinin iki kere oy kullanmasını, hem mektupla, hem de bizzat oy atmalarını talep etmiştir. Bu durum ABD yasalarına uygun mu diye bakma gereği de duymamaktadır.

Trump kazanacak umudu ile tüm “yatırımını” Trump’a yapan TC devleti, bugünlerde, bir Biden zaferi olasılığı için de hazırlıklar yapmakta, bu açıdan da hamleler yapmaya çalışmaktadır. Saray basını, Erdoğan-Biden arkadaşlığını da küçük küçük işleme yanlısıdır. Bir yandan Trump-Erdoğan dostluğu işlenmekte, diğer taraftan ise, ibrenin Biden’den yana dönmesi işaretleri arttıkça, Biden ile Erdoğan arasındaki iyi ilişkiler için hazırlık yapılmaktadır.

Değil mi ki, artık kapitalist dünyada “gerçek”in önemi yoktur, tüm olay imaj, tüm olay “algı” hâline gelmiştir. Öyle ise Saray Rejimi de algı üzerinden hazırlık yapmaktadır. Ama bunun, içeride kamuoyunu manipüle etmede iş görmesi ile, ABD nezdinde iş görmesi aynı şey değildir.

İkinci Dünya Savaşı’nda, dünya devrimci hareketinin direnişinin ve en başta Kızıl Ordu’nun müthiş direnişinin sonucunda Hitler’in yenilmesi emperyalist dünyada bir “tedirginlik” uyandırmıştı. İngiltere ve ABD, dünya kapitalist sistemini kurtarmak için, Kızıl Ordu’yu durdurmak için çok yönlü bir politikayı devreye soktular. ABD, atom bombasını kullandı. Fizikî olarak Japonya’ya atılan atom bombaları, aslında Kızıl Ordu’ya, Sovyetler Birliği’ne bir mesaj idi. Yine ABD’nin Hitler’in sağ kalan tüm yönetici kadrosunu kendi devlet çarkı içinde örgütlemesi bu politikanın bir başka boyutu idi. Marshall Planı, işin ekonomik boyutu idi. İdeolojik alanda ise bu emperyalist saldırı, kendini “demokrasi” savunuculuğu ile ifade etti. Faşizmin yenilmesi sonrasında artan Sovyet etkisini, komünizm etkisini durdurmak için, “demokrasi” saldırısı öne çıkartıldı. Giderek Hitler’in yanına Stalin eklendi. Faşizm ve komünizm aynı anda anılmaya başlandı. O kadar ki, 1960’ların sonuna gelindiğinde, tek başına Hitler’e karşı tutum açıklamak, kapitalist dünyada “alarm” olarak algılanmaya başlandı ve “komünizme karşı savaş” daha da öne çıkartıldı. Adeta Hitler’i yenenin ABD olduğu anlatılmaya başlandı. Avrupa’nın kurtarıcısı ABD ordusu imiş gibi lanse edildi ve böylece Avrupa başta olmak üzere ABD güçlerinin dünyanın her alanına yerleşmesi, “demokrasinin” gereği hâline sokuldu. NATO, demokrasi için kurulmuş idi. Demokrasi, “komünizme karşı olmak” ile özdeşleştirildi. İşte bu “algı” tüm kapitalist dünyanın egemen algısı hâline geldi. Vietnam savaşı, bu durumu bir epeyce bozdu. Ama sistemi parçalamaya, yeni bir devrimler dalgasına olanak tanımadı.

SSCB’nin çözülmesi ile “soğuk savaş” bitti, ama aradan geçen bunca yıla rağmen, Soğuk Savaş’ın anti-komünist yapısı tüm gerçekliği ile devam etmektedir.

Fakat bazı şeyler de değişmeye başlamıştır.

İlki, emperyalist güçler arasında, dünyanın yeniden paylaşım savaşımının öne çıkmasıdır. Bu savaşta, bu yeniden paylaşım savaşında, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya öne çıkmaktadır. Esas olarak savaş, bu beş güç arasındadır.

Ama ABD, eskiye ait iki şeyi kaybetmeye başlamıştır: Birincisi askerî alandaki hakimiyeti, ikincisi diğer emperyalist güçler üzerindeki, Soğuk Savaş döneminde var olan hegemonyası. Bunlardan askerî üstünlüğünü, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa’ya karşı sürdürmektedir. Bu nedenle, paylaşım savaşımında çok daha atak davranmaktadır. Afganistan işgali, Irak işgali, Yugoslavya’nın parçalanması, Libya savaşı, Suriye savaşı, aslında bu avantajı kullanma girişimleridir. Ama Suriye savaşı, bu durumu değiştirmiştir. Rusya ve Çin, doğrudan devreye girmiştir ve bu iki güç karşısında askerî üstünlük, çok da işe yarar durumda değildir.

Öte yandan ise diğer 4 emperyalist güç üzerindeki eski kontrolünü ve sistemin hegemon gücü olma durumunu kaybetmektedir.

Bu durum, ABD’yi, açıktan, Çin ve Rusya’ya karşı, diğer 4 emperyalist ortağı ile işbirliği yolları aramaya itmiştir. Ama işler ABD’nin istediği gibi de yürümemektedir.

Bu yeniden paylaşım savaşımı, SSCB’nin yokluğu, ekonomik olarak işçi ve emekçilere karşı dünya burjuvazisinin saldırısını artırmıştır. İşçilerin dünyanın her yerinde sosyal hakları, ücretleri vb. tırpanlanmaktadır. Sömürü daha da yoğunlaşmaktadır. Kapitalizmin derinleşen krizi, bu saldırıları daha da artırmaktadır. Sistem, krizin tüm yükünü işçi ve emekçilere yıkmak istemektedir. Neoliberal politikalarla işçi haklarının tırpanlanması, işçi sınıfının örgütlenmelerinin etkisizleştirilmesi bir noktaya getirilmiştir.

Hem işçi sınıfına saldırı, hem de emperyalist paylaşım savaşımı, tüm kapitalist dünyada, daha otoriter iktidarların iş başına gelmesinin kaynağıdır. Artık dünya tekelleri, dünyanın hiçbir yerinde “demokrasi” savunuculuğu ile iş görme “inceliğine” bağlı kalmayı sürdürmek istemiyor. Hem komünizm korkusu önde değildir, dolayısıyla buna ihtiyaçları yoktur, hem de içinde yer aldıkları kriz + paylaşım savaşımı, daha “güçlü” iktidarlar oluşturmayı gerektirmektedir.

Bu süreç ABD’de de işlemektedir.

ABD’de, işçi sınıfına karşı artan saldırı, artan ırkçı saldırılar bunun işaretleridir. ABD “demokrasisi”ne övgüler artık önde değildir. ABD, gerçekte asla kendisine atfedilen bir “demokrasi”ye sahip olmamıştır. Burjuva egemenler için, tekeller için, her kapitalist ülkede olduğu gibi bir ABD demokrasisinden söz edebiliriz. Hitler faşizmi de tekeller için bir “demokrasi” idi.

Artık, tüm kapitalist dünya, demokrasi şalını indirmekte, kriz ve savaşa bağlı olarak, tekelci polis devletinin tüm dişlileri ortaya çıkmakta, baskı aygıtı tüm yönleri ile çıplak hâle gelmekte, bunlara bağlı olarak “demokrasi” oyunu terk edilmektedir. ABD’de ırkçı saldırıların mağdurları için geçerli yasalar yoktur, bunlar işe yaramamaktadır. İşçi ve emekçiler için yasalar ile, burjuvalar için yasaların aynı yasalar olmadığı ortaya çıkmaktadır. Kâğıt üzerindeki yasaların, her dönem ve her sınıfsal kesim için ayrı anlamları olduğu gün ışığına çıkmaktadır.

Trump’ın ilk seçiminin nasıl olduğu, nasıl manipüle edildiği, ABD demokrasinin ne demek olduğu artık açıktır. Facebook ve Google’ın ne demek olduğu artık bilinmektedir. Gerçek yerine “algı” konularak imal edilen demokrasinin ne demek olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bugünlerde, yaklaşan ABD seçimlerinin pratiği, bize ABD hegemonyasının sona ermekte olduğunu da göstermektedir, kapitalist-emperyalist dünyadaki “demokrasi”nin bir algıdan ibaret olduğunu da.

Trump eli ile ABD tekellerinin ilan ettiği “Amerika First” politikasının ihtiyaçlarını acaba Trump’ın uygulamaları yerine getirebilir mi? Aslında ABD seçimlerinin sonuçları bu soruya verilecek yanıta bağlıdır. Biden’in, yeni ilan ettiği başkan yardımcısı, “Amerika First” politikasının Biden eli ile de uygulanabileceğinin işareti midir?

Çözülmekte olan ABD hegemonyasının çözülüşünün nasıl durdurulabileceği, bunun savaş dışında bir çözümünün olup olmayacağı, ABD tekellerinin, ABD egemenlerinin temel tartışma konusudur. Bu seçimlerin sonuçları, kim kazanırsa kazansın, bazı değişikliklerle, bu savaş yanlısı politikanın devam ettirileceği anlamına gelmektedir. Trump, hem pandemi sürecinde, hem de ırkçı saldırılar karşısında ABD tekellerinin isteklerine uygun tutum almıştır. Ama bu tutum, kendisini de yıpratmış görünmektedir. Biden’in yeni başkan yardımcısı ilanı, tekellerin bu durumu gördüğünün kanıtıdır.

Trump ve Biden arasındaki fark, hız farkı olacak gibidir. Trump seçildiğinde daha saldırgan bir politika, daha hızlı biçimde ya da hız kesmeden devrede olacaktır. Ama Biden seçilirse, bu saldırgan politika önce hız keser gibi olacak (gerçekte bir yeni hazırlık anlamında hız kesilecek) ardından ise tekrar bu saldırgan politika ortaya çıkacaktır.

Saray Rejimi’nin Trump’ı desteklemesi, kurulan “akçeli” ilişkilerin gereğidir. Erdoğan ailesi, kendini kurtarmak için, iktidardaki ömrünü uzatmak için Trump’ın kazanmasını istemektedir. Oysa, ABD politikaları açısından bu bir garanti değildir, olamaz. ABD, işi bittiğinde Erdoğan için bir son hazırlamakta tereddüt etmeyecektir. Bu durumu zaten bilen Erdoğan için, artık mesele daha çok günlük politikalardır. Yeni ABD başkanı 2021-2025 arasında iş başında olacaktır. Erdoğan, Türkiye’deki seçimleri de buna göre ayarlama hevesinde görünmektedir. Ama zamanın hızlı aktığı, dünyanın emperyalist güçler arasında paylaşılmak üzere yeni bir paylaşım savaşının içinde bulunduğu, Türkiye’nin ise açıktan bir ABD tetikçisi olarak iradesini teslim etmiş olduğu, tüm kapitalist dünyada işçi sınıfının direnişlerinin yükselme eğilimi gösterdiği bir dünyada, Erdoğan komisyonculuğunun aritmetiği soluksuz kalmaya mahkûmdur.

ESP’ye saldırı hepimizedir, dayanışmayı büyütelim!

11 Eylül’de 17 ESP’li yoldaşımız İstanbul merkezli bir operasyonla tutuklanmıştı.
Hemen ardından ise HDP ve İsimsizler Hareketi kapsamında “Bir nafile operasyonlar silsilesi” devam ettirilmişti.
Bugün yine İstanbul’da şu ana kadar 19 ESP’li yoldaşımız sabah saatlerinde yapılan operasyonlarda gözaltına alındılar.
Biz işçiler için, biz halklar için, biz kadınlar için, biz gençler için sömürü ve zulüm dışında bir seçeneği olmayan Saray Rejimi’ne karşı mücadele, bizler için suç değil onurdur.
ESP’li yoldaşlarımız bu sefer polis fezlekelerinde devrimcilerin anmalarından suçlanmaktadır.
Bu aşağılık düzeni yıkıp, insanca ve onurumuzla yaşayacağımız bir dünya için düşen, dövüşen tüm devrim kahramanları, yoldaşlarımızdır.
Saldırılara, devrimci savaş arkadaşlığı ile yanıt vermek bize Kızıldere’den emanettir.
ESP’Lİ YOLDAŞLARIMIZ, SERBEST BIRAKILSIN!
YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA!

10 Ekim: Sınıf savaşını büyüt!

“…Dursun yas esvaplarınız.
Yığın derleyin,
Gözyaşlarınızı;
Bir metal oluncaya kadar:

Bununla vuracağız,
Gündüz gece;
Bununla çiğneyeceğiz,
Gündüz gece;
Bununla tüküreceğiz
Gündüz gece
Kin kapılarını,
Kırıncaya kadar…”

Pablo Neruda

Kanlı Cumartesi’nin faili ve bu faillerin hedefledikleri bellidir.

Üst üste yaşadığımız, 12 Eylül ve Sovyetlerin dağılması; yaşadığımız bu yenilgiler, devrimci/direnişçi güçleri dağıtmış, egemen sınıfa karşı halkı, işçi ve emekçileri silahsız bırakmıştı. Aradan geçen yıllarda bu büyük yenilgilere rağmen ellerini toprağa bastırıp doğrulanlar mücadele bayrağını tekrar yükseltmeye başlamış; derlenip toparlanıyor.

Sürekli yükselmekte olan mücadele, kapitalizmin 2008’deki krizinden sonra ivme kazandı.

İşte bu gelişme dünyada isyanlar ve halk örgütlenmeleri yarattı: Yunanistan, Mısır, Brezilya, İspanya, Tunus, Mısır, Bahreyn… ve Gezi Direnişi’miz.

Gezi Direnişi yılların ölü toprağını dağıtırken, parlak zihinler ve mücadeleci güçler açığa çıkardı. Irkçılığın karşısında halkların kardeşleşmesinin yolunu açtı. Bu yüzdendir ki, Rojava Anadolu halkları tarafından desteklenmeye başladı. Gezi Direnişi’ndeki kardeşleşme 7 Haziran’a yansıdı.

İşte bu gelişen mücadeleyi, egemenler ancak katliamlarla bastırabileceklerini düşündüler. Adana ve Mersin’de HDP binalarına bomba gönderilirken; Amed’de, Suruç’ta ve Ankara’da eşik atlatılan saldırıyla, katliam konsepti devreye sokuldu.

Tıpkı aynı dönemlerde Meksika’da büyüyen öğrenci hareketine; Filistin direnişine; Kolombiya’da kitleselleşen mücadeleye; Sudan’da serpilen devrime gösterilen refleks gibi; TC egemenleri aynı refleksi gösterdiler. Yani onlar ve kardeşleri, biz ve kardeşlerimizi katlettiler.

Bizden aldığınız hiçbir kardeşimizi unutmadık: Norte de Santander, Ayotzinapa, Gazze, Ankara…

Ama unutmadığımız bir şey daha var: Tek tek bütün egemenlerin ve paralı uşaklarının, tek tek bütün suçlarını kaydediyoruz:

Canlı bombaları ortamıza yollayanları, onlara yol verenleri, şahit olanları, engellemeyenleri de…

Patlamanın hemen ardından yaralıların ortasına gaz atma emri verenleri, emri uygulayanları, engellemeyenleri de…

Can havliyle, kaçışan insanlara demir çubuklarla saldıran, yoldaşlarımızı yaralayanları da…

Oluk oluk kan akıtacağız diyen mafyayı ve türevlerini de…

Ölümümüze alkış tutanları da…

“İstifa edecek misiniz?”sorusuna sırıtarak cevap veren “Adalet” bakanı Kenan İpek’i de…

İslam Devleti çetesi için öfkeli gençler diyen Davutoğlu’nu da…

Şu an muhalifmiş gibi davranan bütün kardeşlerini; Gül’ü de, Babacan’ı da, diğerlerini de…

Bütün saraylıların, sultanların, vezirlerin, kapı kullarının, tamamının teker teker bütün suçlarını kaydediyoruz.

Sadece 10 Ekim günü, 50’den fazla şehre cenaze taşıdık. Minicik çocuklar göğsüne arkadaşlarının resmini astı, gözlerinden yaşlar aktı. Kaydettik.

Burjuvazi halka karşı savaşmadan cennetini sürdüremez. Bu savaşın adı sınıf savaşıdır. Biri varlığını emeğine borçlu olan, diğeri emeğin sömürüsüne dayalı olan iki sınıfın savaşı. Egemenler, işçilere, emekçilere, halklara düşman olanlar, aramıza bombayı güçlü oldukları için değil; cennetlerini kaybetme korkusundan; katliam dışında seçenekleri kalmadığından, güçsüzlüklerinden koydular.

Korktukları, yıllardır büyüttüğümüz mücadeledir; onların sonlarını getirecek olan işçi sınıfının, halkların, kadınların, gençlerin mücadelesidir. 1977 1 Mayıs’ında yaptıkları gibi, büyüyen ve engel olamadıkları mücadeleyi kırmak için saldırıyorlar. Bu hedeflerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini ise bizim mücadelemiz belirleyecek.

Sen istersen kurtuluş yakındır. Kendileriyle birlikte; savaşlarının, saldırılarının, neden oldukları salgınların, yağma ve rantlarının alaşağı olması, senin yumruğunla olacak.

Çabaları nafiledir, çürümüş düzenleriyle birlikte yıkılacaklar:

Onlarda çürüme ve çözülme derindir; fakat bugün emekçi kitleler örgütsüzdür, onların ömürlerini uzatan budur.

Özgürlük, insanca ve onurlu bir yaşam, beklemekle gelmeyecek. Fabrikada, işyeri komitelerinde örgütlenerek; mahalle meclisi, dayanışma ağı oluşturup örgütlenerek; mücadele eden devrimci sosyalistlerin saflarına katılarak; omuz omuza mücadeleyi birlikte büyütmek için emek vererek özgürlüğümüzü, adaleti, barışı kazanacağız.

Çare budur. İnsanca bir yaşamı, barış içinde kardeşçe bir yaşamı kurmanın yolu, bu kanlı egemenliğe karşı her alanda örgütlülüğü yükseltmekten geçiyor.

Yasını tutmayacağız düşenlerimizin, örgütleneceğiz.

Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

Direnişi yaymak ve güçlendirmek

Artık her yerde, mevcut Saray Rejimi’nin böyle gidemeyeceği konuşuluyor. Bunu Erdoğan da söylüyor, değiştireceğimiz bir şey varsa değiştirelim diyor. Yakın bir gelecekte seçim tartışmalarını bir yana bırakalım. Elbette iktidar, kazanma şansını gördüğü an, her türlü şiddet ve hile ile seçimi gündeme getirebilir. Zaten bunu Bahçeli ve Erdoğan dışında birisi de yapamaz. Ama bugünün konusu değildir.

Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için yollar aramaktadır. Bir yandan baskı ve şiddeti tırmandırmakta, bir yandan yalanı pompalamaktadır. Ama buna rağmen, seçim meselesinden bağımsız olarak, iktidarı sürdürme olanakları yoktur. Bu, egemen sınıf için bir yönetme güçlüğüdür. İktidar içinde dahi, bunun böyle gitmeyeceği fikri yaygındır. Zaten iktidar dediğimiz şey, çetelerin ittifakıdır. Burada artık her çete, ipi kendine çekmektedir. Her çete, kendini kurtarma peşindedir. Her çete, torbasını doldurma, yağmadan daha fazla pay alma derdindedir.

Muhalefet olarak adlandırılan partiler, gerçekte muhalefet yapmamaktadır. CHP, İyi Parti ve diğer burjuva partiler, bir muhalefet yapmadan, şu ya da bu oranda “devleti kurtarmak” fikri etrafında, Saray Rejimi’nin destekçileridir. Buradan çıkan görüşler ise üç noktada toplanmaktadır

– Erdoğan gitsin de ne olursa olsun bir görüş olarak vardır. Bu görüş, aslında Saray Rejimi’nin, değişik bir tarzda sürmesinden yanadır. Mesela Muharrem İnce bu görüşten yanadır. Bu görüşün, AK Parti içinden bile destekçileri vardır.

– Muhalif kanattan çıkan ikinci ana görüş, “hem Erdoğan gitsin, hem de Saray Rejimi” değişsin. Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçelim ama bu arada devleti kurtarmak için, şiddet ve baskı politikaları, daha “akılcı” bir tarzda devreye sokulsun.

– Muhalefetten çıkan üçüncü görüş, Erdoğan gitsin, parlamenter sisteme geçelim ve bunu “demokrasiye dönüş” olarak ele alalım. Bu görüş, belli koşullar dayatarak HDP’nin de bu süreçte olmasından yanadır. Böylece, “demokrasi” önde bir görüş olarak ortaya çıkmakta gibi görünmektedir. Aslında bu üçüncü görüş, ikinci görüşün, biraz daha sola açık hâlidir. Sanki, Erdoğan döneminin başında, sanki 2000 öncesinde Türkiye’de demokrasi varmış gibi bir algı ile, parlamenter sistem ve anayasa üzerinde durmaktadırlar. Bu kesimler, kendilerine, daha demokratik bir anayasa denildi mi, buna da kapıları kapatmadıklarını söylemektedirler.

Tüm bunlar, burjuva devletin, devlete bağlı muhalefetin önerileri olarak da ele alınabilir. Hepsinin ortak noktası, “bu böyle gidemez” şeklinde özetlenebilir.

İşçi sınıfı ve emekçilerin, toplumun en geniş kesimini kapsayan işçi sınıfının kendi cephesinden bir çözüm önerisi daha ayrıntılı dile getirilmelidir. Elbette, işçi sınıfının kurtuluşu, tüm adaletsizliğin ortadan kaldırılmasının yolu, özgürleşmenin ve halkların kardeşliğinin yolu sosyalizmden geçiyor. Ama bugün Saray Rejimi’nin sürdürülemez hâli konusunda sosyalizmi, işçi sınıfının iktidarına giden yolu, nasıl ortaya koyabiliriz?

Bu yol, Birleşik Emek Cephesi’dir.

Birincisi, tüm direnen kesimlerin; işçilerin, kadınların, gençlerin, ekoloji hareketinin, ister belli bir örgütlülükle isterse daha küçük gruplarla, isterse bireysel olarak direnen herkesin ortak mücadelesini geliştirme görevi ortadadır.

Bu direnişi yaymak, büyütmek gereklidir. İktidarın topyekûn saldırısına karşı, yaşamın her alanından genel bir saldırı ile karşılık vermek zorunluluktur. Genel grev ve genel direnişi örgütlemenin yolu buradan geçmektedir.

Ve ikincisi, bu direnişi örgütlemek, dayanıklı hâle getirmek gerekir. Sadece direnişi yaymak yeterli değildir, aynı zamanda direnişe sağlam bir yapı, direngen bir karakter vermek gerekir. İlk saldırıda dağılmayacak, direnişe devam edebilecek bir yapı, ancak örgütlülükle olur. Bu ister sendika olsun ister bir oda, ister bir ekoloji aktivistleri topluluğu olsun ister bir dernek, tüm hareketin örgütlülüğünün daha da sağlamlaştırılması gerektiği anlamına gelmektedir.

Birleşik emek cephesi, sol muhalefetin, devrimci muhalefetin, tüm bu toplumsal muhalefetle birlikte, tüm demokratik kitle örgütleri ile birlikte, daha kararlılıkla birlikte mücadele etmek üzere bir araya gelmesi demektir. Bunu, herhangi bir iş konusunda geliştirilen ortak eylem platformlarından daha geniş ve uzun soluklu bir yoldaşlık olarak ele almak gerekir. Bunu, farklı fikirlere sahip olan muhalif güçlerin ortak irade geliştirmesinin yolu olarak anlamak gerekir. Bunu, işçi sınıfı cephesinden, toplumsal duruma müdahale olarak ele almak gerekir.

Şimdi bunun zamanıdır.

Birleşik emek cephesi, direnişleri buluşturmak, birbiri ile bağlı hâle getirmek ve giderek bir genel grev ve genel direniş örgütlemek için mücadele etmelidir.

Paylaşım savaşı, Azerbaycan-Ermenistan ve tetikçilik

Azerbaycan ve Ermenistan arasında yaklaşık 30 yıldır süregelen çatışma ve gerilim, Temmuz ayında TC’nin örgütlediği provokatif eylem ve Ağustos ayında yapılan ortak tatbikattan sonra Eylül’de çatışmaya dönüştü.

Temmuz ayında gerçekleştirilen provokasyon sonrasında yaşanan kısa süren çatışmanın ardından Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev, “Devletimizin ve ordumuzun arkasındayız” eylemine yanıt olarak, “Bunlar Ermenilerden beter” diyerek savaş kışkırtıcılığının popülizm olduğunu söylemişti.

Bu gerilimin üstüne, Ağustos ayında Türkiye’yle yapılan ortak tatbikat sonrasında artık Aliyev ikna olmuş, ifadelerini “Nahçıvan’daki Azerbaycan-Ermenistan sınırından Erivan’a yaklaşık 80 kilometre mesafe var. Ermenistan yönetimi bunu biliyor ve bu onları korkutuyor.” şeklinde “güncellemiştir”.

Şu an yaşanan çatışmalarda Rusya ve Avrupa’nın tavrı, bir an önce ateşkesin sağlanıp, sorunun masada çözülmesi için çağrı yapmak olurken, Türkiye’nin tutumu savaş kışkırtıcılığı ve bizzat Ermenistan’ın muhatabıymış gibi davranmak şeklindedir. ABD yaptığı “Bu savaşı durdurabilir miyiz, bakacağız” açıklamasıyla, bu gerilimin ve çatışmanın sürmesinden rahatsız olmadığını göstermiştir.

Bir paylaşım savaşının içindeyiz.

SSCB’nin çözülüşü ile birlikte, başını ABD’nin çektiği emperyalist kutup, sosyalizmli bir dünyada göze alamadıkları dünyanın yeniden paylaşılmasını hızlıca yeniden organize etmeye başlamıştır.

SSCB çözülür çözülmez, eski Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkeleri yağmalanmaya başlamıştır.

SSCB çözülür çözülmez, NATO’nun ve anti-komünist kampın hamisi ABD, “tek kutuplu dünya”nın jandarmalığını almış, imparatorluğunu ilan etmiştir.

Ama ne var ki, artık dünya sosyalizmden yoksundur ve komünizm hayaleti karşısında ABD yorganı altında birleşen emperyalist blok için, ABD planları artık o kadar da kabul edilesi değildir.

Anti-komünizm şemsiyesinin altına sığınan Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya gibi güçler için Afganistan ve Irak’ın ABD tarafından işgali, ortada SSCB yoksa pazar paylaşımından başka bir şey değildi. NATO’nun ve emperyalizmin güçlü tutkalı dağılmış, bu ittifak çatırdamaya başlamıştı.

Tam da bu noktada Libya, ABD tarafından bu güçlere sus payı olarak verilmiştir. Libya, ABD’nin daha önceki operasyonlarında yanında olan ve artık ayrışmaya başlayan Fransa ve İngiltere’ye ödenmiş harcırah bedelidir. Libya; BP, Shell, Total, M Oil gibi şirketler arasında bölüştürülmüştür.

TC devleti, Libya’nın paylaşılmasında ABD tetikçisi olarak rol oynamıştır. Saray Rejimi’nin emperyalistler arası savaştaki rolü budur, ABD adına tetikçilik.

Dahası TC Devleti, Saray Rejimi olarak bizzat bunun için örgütlenmiştir. “Dünya 5’ten büyüktür” naralarının yağma-savaş-rant ekonomisinin çarklarının gizlenmesi dışında bir anlamı yoktur. Dışarıda ABD savaşı nereye yaymak istiyorsa oranın tetikçisidir. Bunun adı Libya’da “Mavi Vatan”dır, Suriye’de “Hudut Güvenliği, Azerbaycan’da “Soydaşlık”. Gerçekte ise Türkiye’nin dış politikası yoktur, ABD’nin paylaşım savaşındaki çıkarları vardır.

Ve ABD hâlâ avantajlıyken, savaşı kendi lehine yaymak istemektedir. Suriye yenilgisi ABD’nin dünya hegemonyası imajına, “imparatorluk” rüyalarına ağır bir darbedir. Ancak ABD’nin durması mümkün değildir.

Suriye savaşı ile birlikte daha fazla açığa çıkmıştır ki, hiçbir yerel savaş, yerel değildir. Emperyalistler arası paylaşım savaşının yansımalarıdır.

ABD, Ege’de Yunanistan ve Türkiye arasındaki gerilimle AB’yi karıştırmayı Rusya ve Çin’e karşı hamlede yanında daha aktif yer almaya “ikna”ya çalışırken, Doğu Akdeniz’de Türkiye eliyle Rusya’ya karşı faaliyetini arttırmaktadır. Azerbaycan ve Ermenistan arasında 30 yıllık gerilim ve çatışma Türkiye’nin tetikçiliğiyle yeniden tırmandırıldığında, Karadeniz’de ABD uçakları, Rus uçaklarını taciz ediyordu.

Saray Rejimi, varlığını Almanya, ABD, Fransa, İsrail, Japonya, İngiltere gibi emperyalistler arasında yaşanan bu savaşa borçludur. Savaşın doğurduğu sonuçlar Saray eşrafına rant olarak dönerken aynı zamanda içeride, her türlü hakkın gaspı ve ırkçı saldırıların artması için de fırsat olarak görülmektedir.

Bölgemize emperyalistler adına halklar arasında nefret tohumları ekilmektedir.

Bu savaş, biz halkların, işçilerin, emekçilerin savaşı değildir.

Yağma-savaş-rant ekonomisi üzerine var olmuş, emperyalistler adına savaş tetikçiliği yapan Saray Rejimi’ne karşı, halkların bir arada ortak mücadele etmekten başka bir yolu yoktur.

Azerbaycan ve Ermenistan arasında çatışmanın yaşandığı coğrafyada Ekim Devrimi, dünyayı değiştirme işini sonuca ulaştıramamış olsa dahi, kardeşliğin kapısını aralamıştı. Halklar; savaşsız, sömürüsüz, kardeşçe bir yaşamın olabilirliğini görmüştü.

Birinci Paylaşım Savaşı sırasında Ekim Devrimi, emperyalist güçler arasında dünyanın paylaşılmasına nasıl son verdi ise, bugün de, dünyanın bölüşülmesi savaşına son vermek, aynı yolla, bir sosyalist devrimler silsilesi ile olanaklıdır.

Bölgemize eşitlik, kardeşlik, özgürlük sosyalizmle gelecek!

Bir nafile operasyonlar silsilesi

İnsan bataklığa bir kere düşmeyegörsün. Artık her çırpınış bir sonrakinden daha fazla dibe iter. Bir süre sonra da çırpınma kaçınılmazlaşır, tek hareket biçimi haline gelir.

Saray Rejimi’nin içine girdiği çözülme süreci, daha da derinleşmektedir. Bu herkesin tespitidir.

Kendilerinin dahil.

Saray Rejimi’nin “yönetememe krizi”nin en revaçta uygulamalarından biridir “operasyonlar”.

Hangisi işe yaramıştır? Hangisinden sonuç aldınız?

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank operasyonlar için ilk elden “6-8 Ekim’i asla unutmayacağız” demiştir.

Tabii ki unutmayacaksınız.

O dönem neredeyse yönetimini IŞİD’e bıraktığınız Antep’te, o kentte yaptığınız mitingte sevinç çığlıkları eşliğinde “Kobanê düştü, düşüyor” diyordunuz. Hiç unutabilir misiniz?

Mesela, bugün Murşitpınar Sınır Kapısı’ndan baktığınızda karşınızda dimdik duran Kobanê’ye o kapıdan IŞİD çeteleri sizin elinizle giriyordu. Unutamazsınız! 

Mesela, Kobanê’deki IŞİD saldırılarına karşı Suruç’ta direniş nöbeti tutanlara IŞİD havan topu attığında, protesto edenlere gazlarla, tazyikli suyla saldırıp çekim yapanların kameralarına el koyanlar da sizlerdiniz. Unutmayın!

Unutmadığınız çok şey olmalı.

“5 yıl daha kayyumla yönetirsek bize oy verirler” deyip, atadığınız hangi kayyum halklar tarafından kabul edilmiştir?

“Seni başkan yaptırmayacağız” diyen Selahattin Demirtaş ve onlarca milletvekilini rehin olarak tutuyorsunuz hala, baş eğdirebildiniz mi?

Binlerce yurtsever, devrimci, sosyalist hapishanedeyken, Diyarbakır’da müjde olarak “yeni cezaevleri açacağız” dediniz de, hangisi diz çöktü önünüzde?

Gezi Direnişi, Kobanê Direnişi’yle aynı kanaldan akmaya başladığı 7 Haziran’dan bu yana, Adana’da, Diyarbakır’da, Suruç’ta, 10 Ekim’de, Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de IŞİD’le kolkola yaptığınız hangi katliamı affettik? Bu kan denizinin ufkundan kızıl bir güneş doğacak diyenleri nerede susturabildiniz?

Kararttığınız her gerçeğin azıcık yarılmasından duyduğunuz korku uykularınızı kaçıyor, biliyoruz.

Bu gerçeklerin nereden gün yüzüne çıkma ihtimali varsa oraya saldıracaksınız. Bu tabipler için de böyledir,  Kürtler için de, devrimciler için de.

Bir nafile operasyonlar silsilesidir yaptığınız biliyoruz. Yaptıkça batacak, battıkça yapacaksınız çareniz yok.

Hayır hayır, “ilk seçimde gidecekler” boş laflarından bahsetmiyoruz. Tarihin çöplüğüne gidişinizi, adım adım, ilmek ilmek örgütleyeceğiz.

7 Haziran 2015’den beri saldırıyorsunuz, her saldırınız sarsıntı yaratsa da direnişi daha kararlı hale getiriyor, getirecek…

Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine kurulu, emperyalizmin tetikçiliğine soyunarak var ettiğiniz cennetinizi kaybetme korkunuzu ‘beka sorunu’ olarak sunuyorsunuz. Bu toprakların işçi-emekçilerinin, halklarının sizin gibi bir ‘beka sorunu’ yok ama insanca ve onuruyla kardeşçe yaşayacağı bir hayata özlemi var. Bunun için tüm saldırılarınıza rağmen direnci yok edemiyorsunuz.

Yok edemeyeceksiniz…

Bu toprakların, işçi-emekçileri, halkları, kadınları, gençleri, doğasını ve yaşamını savunanları direnişlerini ortaklaştırdıkça, birleşik bir emek cephesinde buluştukça korkularınız gerçek olacak.

Trump kâbusu ve emperyalist ABD

“Bir çocuk ağlasa dağ başında
gözyaşında Amerika akar.
Vurdularsa birini, kanı şorladıysa
bilin ki kurşunlarda Amerika var.
Kişi kişiye köle tutulduysa, asıldıysa
darağacında Amerika var.”[1]

George Carlin’in ABD tarifi ile başlayalım diyeceklerimize: “… ‘Özgürlükler diyarı.’ ‘Cesurların vatanı.’ ‘Amerikan rüyası.’ ‘Tüm insanlar eşittir.’ ‘Adalet tarafsızdır.’ ‘Basın özgürdür.’ ‘Oylarınız değerlidir.’ ‘İş dünyası dürüsttür.’ ‘Hep iyiler kazanır.’ ‘Polis sizin tarafınızdadır.’ ‘Tanrı sizi gözetiyor.’ ‘Yaşam standartlarınız asla düşmeyecek.’ Ve ‘Her şey çok güzel olacak.’

Resmî, ulusal zırva hikâyesi. Ben buna ‘Amerikan eyvallahı’ diyorum. Bunların her birinin, tamamının şöyle ya da böyle doğru olmadığı kanıtlanabilir. Ancak biz bunlara inanırız. Çünkü çocukluğumuzdan itibaren kafamıza kazınmışlardır. Yaptıkları budur, böyle bir araçla çocukların beyinlerine kazırlar. Çünkü bilirler ki çocuklar bu denli karmaşık fikirlere karşı entelektüel bir savunma geliştirebilmek için henüz çok küçüktürler. Yine bilirler ki, belli bir yaşa kadar çocuklar aileleri onlara ne söylerse inanırlar. Ve bunun sonucu olarak hiçbir zaman bir şeyleri sorgulamayı öğrenemezler.

Bu ülkede artık kimse, hiçbir şeyi sorgulamıyor. Kimse bir şey sorgulamıyor. Herkes çok şişman ve mutlu. Herkes kendilerine gözlemeler yapan ve taşaklarını ovalayan cep telefonlarına sahip. Her şey bizlerin iyiliği için tam tıkırında anasını satayım. Her şey tam tıkırında. Amerikalılar oyuncaklar ve teknolojik aletlerle satın alındı ve artık kimse sorgulamayı öğrenmiyor.”

Bunlara bir de Arundhati Roy’un, “Amerikan yaşam tarzı sürdürülebilir değil. Amerika’nın ötesinde bir dünya olduğunu kabul etmiyor” ve Bob Dylan’ın, “Şirketler her şeyi ele geçirdi. Kayıt stüdyosunda dahi. Gerçekte şirketler Amerikan yaşamına hemen her yerde hükmediyor. Bir kıyıdan ötekine git, aynı giysileri giyen, aynı şeyleri düşünen, aynı yemekleri yiyen insanlar görürsün. Her şey işlenmiş durumda,” tespitlerini eklemek gerek!

Evet ABD, köleci Roma’yı andıran bir tarih ve emperyalist bir hakikâtken; “Nefes alamıyorum” haykırışıyla katledilen George Floyd ile bir kez daha polis şiddeti, ırkçılık haberiyle gündemin baş maddesi oldu. Irkçılık karşıtı protestolar dalga dalga yayılırken; haklı isyanı anlamak için ABD tarihine bakmakta fayda vardır.

Birçok yoruma göre, ırkçılığın temeli İngiliz emperyalizminin bıraktığı mirastır. Amerika kıtasını işgal eden İngilizler, Afrika’daki siyahları uzun yıllar çiftliklerinde, işyerlerinde “köle” olarak kullandı. Amerikan özgürlük savaşında siyah gönüllülerden oluşan birlikler İngilizlere karşı savaşan beyazlarla beraber olurken; ABD bağımsızlığını kazandı ama İngiliz emperyalizminin hediyesi olan “beyaz ırk üstünlüğü” zihniyeti aynı kaldı. Savaşı kuzeyliler kazandı ve “kölelik” kaldırıldı. Ancak “beyaz ırk üstünlüğü” nefretten yana, ayrımcı zihniyetlerde yaşamaya devam etti.

Irkçı Ku Klux Klan (KKK) ilk defa “köleliğin devamı” için savaşan güney eyaletlerinde 1860’ların sonunda ortaya çıktı. Amaçları Cumhuriyetçi hükümeti yıkmak için siyahlara saldırıp terör yaratmaktı.

Bu gizli örgüt değişik güney eyaletlerindeki şehirlerde ve kırsal kesimde korku salmaya ve terör estirmeye devam etti, federal güvenlik güçlerince bastırılan bu şer yuvaları giderek örgütsel güçlerini kaybetse de “beyaz ırk üstünlüğü zihniyeti” sürdü. KKK, 1915’te Georgia’da adeta hortladı.

1920’lerin ortalarında orta batı ve batı eyaletlerine sıçradı. Bunun nedenlerinden biri, 1915’te D. W. Griffith’s’in ‘The Birth of a Nation/ Bir Milletin Doğumu’ isimli sessiz filminin, KKK’nın kurulmasını bir anlamda mitolojik hâle getirmesiydi. Filmden de etkilenen popülist nitelikli gizli Protestan örgütler kuruldu.

Ayrıca Katolik ve Musevi düşmanlığı da eklendi bu nefret söylemine. Irkçı örgüt, törenlerinde beyaz kıyafet kullanıyordu. KKK’nin üçüncü kez yeniden sahneye çıkması ise 1950’lerde oldu. Küçük gruplar hâlinde ve yerel etkinlik arayışındaydılar. Amaçları sivil haklar hareketine mani olmaktı.

Adları cinayet, kaçırma, işkenceyle eşdeğerdi. Zaman içinde bu gruplar kimi eyalet yönetimleri tarafından nefret suç örgütleri olarak nitelendirirlerse de kimi kaynağa göre, 1996’da 6 bin kişinin bu tür yapılanmalara üye olduğu dikkat çekiyordu. KKK, her ne kadar artık etkinliğini kaybetse ve yasadışı hâle gelmişse de ABD’de “beyaz ırk üstünlüğü”ne inanan bir kesim hâlen mevcut…

ABD’nin nüfusu 330 milyon civarında, bunun yaklaşık yüzde 13’ünü siyah vatandaşlar oluşturuyor. Ülkede gelir dağılımının adaletsizliği öteden beri tartışmaların merkezinde. Özellikle Afro-Amerikan, Latin kökenlilerin beyazlara göre pek çok imkâna erişiminde uçurum derin. Coronavirüs yüzünden artan işsizlik bu farkı daha da büyüttü. 2016 istatistiklerine göre, ortalama bir beyaz ailenin yıllık geliri 171 bin dolar iken siyah ailelerde bunun onda biri kadar…

Gelir dağılımında olduğu gibi derin ayrımcılık eğitim, sağlık, konut-barınma olanakları konularında da görünür hâlde. Her ne kadar her yıl üniversiteye giden siyah genç sayısı artsa da mezuniyet sonrasında iş bulma, düzenli gelir elde etme olanaklarında ciddi sorunlar var. Obama’nın başkan seçilmesinden sonra siyahlar arasında ırkçılık karşıtlığı yüzde 81 iken; beyazlarda ise yüzde 52..

ABD Başkanı Donald Trump, Neo-Con, Evanjelist kanada yakın durarak dinî hassasiyetleri, muhafazakâr cephenin desteğini kullanarak seçimi kazandı. 2020 Kasım seçimleri için geri sayım sürerken coronavirüs salgınıyla ekonomik krizle boğuşan Trump’ın, protestolara karşı federal ordu tehdidi ülkede tepkileri daha da alevlendirdi. Bir kilisenin önünde elinde İncil ile poz vermesi, Ortadoğu manzaraları gibi yorumlarıyla karşılandı. Kiliselerden emekli askerlere pek çok isimden dini siyasete alet ediyor tepkileri yükseldi.[2]

BİRAZ TARİH

ABD topraklarında bulunan en eski insan izi 14.000-30.000 yıl öncesine dayanmaktadır. Bu insanların son Buzul Çağı sırasında Bering Boğazı’nın sularının donarak bir köprü oluşturması sonucu Doğu Sibirya’dan Alaska’ya yürüyerek geçtikleri sanılmaktadır. Onlar ABD yerlilerinin (“Kızılderililer”) atalarıdır. Göçebe yerliler Apaçi, Mohawk, Cheyenne, Navaho, Cherokee gibi birçok kabile oluşturdular.

ABD topraklarına ilk ayak basan Avrupalı Kristof Kolomb’dur. Amerika kıtasına yaptığı ikinci yolculuğunda 19 Kasım 1493’te ABD’nin bir parçası olan Porto Riko’ya ayak basmıştır. XVI. yüzyıl boyunca İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa, İsveç ve Portekiz ülkelerine ait kaşifler ABD topraklarına girerek koloniler kurdular.

1733’e gelindiğinde bu koloniler ‘On Üç Koloni’ adı altında Britanya İmparatorluğu’na bağlı bir sömürge hâline geldi.

Avrupa’da 1756-1763 kesitinde süren ‘Yedi Yıl Savaşları’ Birleşik Krallık’ın zaferiyle sonuçlandı. Ancak savaşın borçlarını ödeyebilmek için Birleşik Krallık Kuzey Amerika’daki kolonilerine ağır vergiler yüklemeye karar verdi. Bu vergiler kolonilerde büyük bir sıkıntı yarattı. Çaya yüklenen vergileri protesto etmek amacıyla Boston kentinin halkı 1773’te Boston Çay Partisi adı verilen olayda İngiliz gemilerine yüklü çay balyalarını denize attı. Önceleri dar amaçlı olan bu eylemler kısa zamanda bağımsızlık taleplerine dönüştü.

4 Temmuz 1776’da Amerikalılar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kurulan bu devlete Amerika Birleşik Devletleri (ABD) adı verildi.

3 Eylül 1783’te imzalanan Paris Antlaşması ile İngiltere, batıda Mississippi Nehri’ni de içine alan geniş sınırlarla, Amerika’nın bağımsızlığını tanıdı. Kanada İngiltere’nin elinde kaldı. Florida İspanya’ya verildi. Antlaşmanın imzalanmasından 3 ay sonra 25 Kasım 1783’te en son İngiliz askeri New York kentini terk etti. 1787’de ABD Anayasası kabul edildi. 1789’daki seçimlerde başkomutan George Washington ABD’nin ilk başkanı seçildi.

ABD’nin bağımsızlığını kazandığı andaki toprakları Atlas Okyanusu kıyısında günümüzdeki yüzölçümünün üçte biri civarında bir alandan oluşuyordu. Batısındaki topraklar Fransa’ya aitti. ABD’nin 3. başkanı Thomas Jefferson bu toprakların ABD için gelecekteki önemini anlamıştı. Fransa’nın başındaki Napolyon Bonapart yönetimine bu toprakları para karşılığı ABD’ye satma teklifini getirdi. 2.147.000 km2lik alan 1803’te 78 milyon Fransız Frankı (15 milyon ABD Doları) karşılığında ABD’ye satıldı.

1830’da başkan Andrew Jackson Mississipi Nehri’nin doğusunda kalan yerlilerin yurtlarından çıkarılarak zorla batıdaki yerli topraklarına göç ettirilmesini amaçlayan ‘Yerli İskân Yasası’nı imzaladı. ‘Gözyaşı Yolu’ diye tarihe geçen zorunlu göç sırasında çoğu kelepçeli Choctaw ve Cherokee yerlilerinin dörtte biri yolda öldü(rüldü).

1845’te o zamana dek bağımsız bir ülke olan Teksas Cumhuriyeti başkan John Tyler tarafından ABD topraklarına katıldı. Bunu kabul edemeyen Meksika Teksas’a müdahale edince Meksika-Amerika Savaşı patlak verdi. ABD’li General Winfield Scott, Veracruz üzerinden Mexico’ya yürüdü. Mexico’nun 14 Eylül 1847’de düşmesiyle savaşın askerî aşaması sona erdi. 2 Şubat 1848’de Guadalupe Hidalgo Antlaşması imzalandı. Antlaşmayla bugünkü New Mexico, Nevada, Arizona ve Kaliforniya eyaletlerini oluşturan topraklar 15 milyon dolar karşılığında ABD’ye bırakıldı. 1848’de Kaliforniya’da altın keşfedilmesi üzerine çok sayıda Amerikalı Kaliforniya’ya akın etti. Altına hücum adı verilen göç ile ABD’nin sınırları Pasifik Okyanusu’na kadar genişledi. 1867’de Alaska Rusya İmparatorluğu’ndan 7.2 milyon dolar karşılığı satın alındı. 1898’de Hawaii işgal edilerek Amerika topraklarına katıldı. Böylece ABD aşağı yukarı günümüzdeki sınırlarına ulaşmış oldu.

XIX. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ABD’nin güney bölgelerinde büyük çiftliklerin ağırlıkta olduğu ve tarıma dayanan bir ekonomi yerleşmişti. Bu çiftliklerde özellikle pamuk, tütün ve şeker kamışı yetiştirilmekte ve gereken işgücü Afrika’dan getirilen siyahî kölelerden sağlanmaktaydı. 

Nisan 1861’de Amerikan İç Savaşı patlak verdi. İç savaşın ilk yıllarında hiçbir taraf üstünlük sağlayamadı. Ancak Temmuz 1863’teki Gettysburg Savaşı önemli bir dönüm noktası oldu. Bu kanlı savaşta her iki taraf da askerlerinin yaklaşık üçte birini kaybettiler. Ancak kuzeyliler tartışmasız bir üstünlük sağladı. Sonunda 9 Nisan 1865’te kuzey orduları güneyli komutan Robert Edward Lee’nin ordularını birkaç koldan sarıp, teslim olmaya mecbur bıraktılar. Aynı yılın Haziran ayında geri kalan bütün güneyli askerler de silahlarını bırakarak teslim oldular. Böylelikle Amerikan İç Savaşı kuzeyin zaferiyle sona erdi. Savaşın bitiminde güneydeki bütün kölelere özgürlük hakları verildi. İç savaş ekonomik açıdan güney-kuzey dengesini bozdu. Savaştan önce ABD’nin güney ve kuzey tarafları eşit zenginlikteyken, savaştan sonra güney ekonomik yıkıma uğradı ve kuzey öne geçti.

Birinci Dünya Savaşı başladığında ABD büyük ölçüde sanayileşmiş ve ekonomik açıdan gelişmişti. 1898’de Porto Riko, Guam ve Filipinler’i İspanya’nın elinden almıştı. Ancak o zamana kadar genelde Avrupa’nın iç işlerine karışmamayı tercih ediyordu. Başkan Woodrow Wilson ABD’yi I. Dünya Savaşı’na sokarak savaşın sonucunu İtilaf Devletleri’nin lehine değiştirdi. ABD Senatosu Versailles Barış Antlaşması’nı onaylamayarak bağımsız bir dış politika izlemeyi tercih etti.

Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, Amerikalı bankerlerin savaşı kazanan ülkelerden, özellikle de İngiltere ve Fransa’dan çok büyük alacakları vardı. Bu alacaklar, savaşta yenilmiş devletlerin galip devletlere ödeyecekleri savaş tazminatlarıyla karşılanacaktı. Para, yenik ülkelerce galiplere ödenecek; galipler de Amerika’ya geri ödeme yapacaklardı. Yani, Amerikalı bankerler yenik devletlerin ödeme gücünü de sürdürmek zorundaydılar. 1914’e girilirken, dünyanın çeşitli ülkelerine 3.7 milyar dolar borcu olan Amerika; 1918’e gelindiğinde, diğer ülkelerden 3.8 milyar dolar alacaklı hâle gelmişti.

Amerika’da 1917’de çıkarılan, “casusluk yasası” çok ağır hükümler içeriyordu. Yasaklananlar arasında, ‘Savaş’ı eleştirmek de bulunuyordu. Dünya Sanayi Çalışanları Birliği (IWW) lideri Bill Haywood, “Yöneten sınıf savaşları çıkartıyor, yönetilen sınıf ise, savaşıyor ve ölüyor” dediği için 10 yıl hapse atıldı. Daha sonra, Başkan Wilson’ın izni ile “IWW” tamamen kapatıldı. Almanya ve Almanlarla ilgili her türlü konuda da yasaklar getirilmişti. Birçok okulda, Alman kökenli Amerikalı öğrenciler, derse başlamadan önce, Amerika’ya bağlılık yemini ettiriliyorlardı. Orkestralar, Alman bestecilerin eserlerini repertuarlarından çıkarttılar. “Hamburger”e, “özgürlük sandviçi” denmeye; “German Shepherd” köpekleri, “polis köpeği” olarak adlandırılmaya başlandı.

Kimilerinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD lehine bir dünya düzeninin nasıl olması gerektiğini içeren, adını da taşıyan Wilson Prensipleri yüzünden pek bir demokrat, ezilmiş halkların dostu sandığı Wilson, kendi zamanında bile aşırı sayılacak ırkçı görüşlere sahipti.

O pek beğenilen “prensipleri” de aslında büyük devrimci Vladimir İlyiç Lenin’in ‘Barış Bildirgesi’ne karşı yazılmıştır. Wilson, 1913’te başkan olduğunda New Jersey valisi idi. Zachary Taylor’dan bu yana başkanlığa seçilen ilk güneyli oluşu önemli, çünkü ırkçılığın çok yaygın olduğu bölgedir güney. Wilson ırkçı olduğunu hiçbir zaman gizlemedi.

Demiryollarında siyah ile beyaz işçilerin ortak kullandığı alanları ayıran, havlu, sabun gibi malzemelerin bile ortak kullanımını yasaklayan bir öneriyi, seçildikten sonraki ilk bakanlar kurulu toplantısında savunmuş, ardından da onaylamıştı. Bu onay, ülkede posta hizmetlerinin de demiryollarının da siyahların kullanımına kapatıldığı anlamına geliyordu.

Göreve geldiğinde çalışmakta olan 17 siyah danışmanın 15’inin işine son verdi. “Bir siyahın yeri mısır tarlasıdır” sözü meşhurdur. İşe alımlarda elemeyi ilk anda yapabilmek için fotoğraflı başvuru istemeyi akıl eden de budur. Bir siyah, daha başvuru anında geri çevrileceğini bilirdi bu nedenle.

Harvard mezunu gazeteci Monroe Trotter siyah biri olarak siyah hakları mücadelesinde çok önemli bir isimdir. Bir grup siyah arkadaşıyla ayrımcılığı konuşmak için görüşmeye gittiklerinde Wilson’dan duydukları şudur: “Ayrımcılık aşağılayıcı değil, aksine çok da yararlıdır. Siz de bunu saygı duymalısınız.” Trotter, 1934’te evinin balkonundan düşüp öldü. Suikast kokan bir ölüm olarak değerlendirilir hâlâ, eklemiş olayım. Theodor Roosevelt de, William Howard Taft da siyahları kamu görevine atama konusunda çok daha iyiydiler.

Wilson, onların yerleştirdiği eşitlikçi tutumu yerle bir etti. Dış ülkelere yapılacak elçi atamalarında bile ırkçı tutumunu sürdürdü. Özellikle Haiti’ye, Dominik Cumhuriyeti’ne siyah elçiler atamak bir gelenekti. Wilson’la bitmiş bir gelenektir. Siyah karşıtlığı siyasal kimliğinin olduğu kadar, ırkçı düşüncelerinin de bir parçasıydı. Beyaz ırkın üstünlüğünün savunucusu olarak utanç verici bir yaşamı vardı. Başkan olmadan önce de yazdığı yazılarda, yaptığı konuşmalarda ırkçılığını dile getirmekten çekinmezdi. Wilson’un ‘Amerikan Halkının Tarihi’ başlıklı yapıtı; siyah düşmanı, ırkçı Ku Klux Klan’a sempatik bakan rezil bir kitaptı.[3]

Yani ırkçılığı yanında Wilson, müthiş bir emek düşmanıydı da!

Örneğin savaş sona ermeden 8 ay önce Vladimir İlyiç Lenin’in Almanya’yla bir anlaşma imzalayıp, Rus ordusunu savaştan çekmesi; Başkan Wilson ve müttefikleri çok kızdırmıştı. Bolşevikler, kapitalizmin yok edilmesi gerektiğini söylüyor ve Avrupa’daki ayaklanmaları destekliyorlardı. Batının komünistlere karşı olan güvensizliği, böyle başladı. Savaş sonrası İngilizler, Kafkasya ve Bakû’de, 1923’e kadar asker tuttular. Amerikan askerleri de 1920’ye kadar, Rus topraklarında kaldılar. Bu durum da, Batı ile Bolşevikler arasının açılmasında rol oynadı. Amerika, ancak 1933 yılında Rusya’yı tanıdı. Savaş sırasında, Amerikalı işçilerden 35 bininin, kötü çalışma koşulları nedeni ile hayatını kaybettiğini biliyoruz. Savaşın son yıllarında 450 bin maden işçisi, 365 bin demir çelik işçisi ve 120 bin tekstil işçisi grevde idi. Savaş sonrası, işçilerin bazıları, Rusya’da çalışmak için Sovyet elçiliklerine başvurmuştu. Başkan Wilson, bütün bu gelişmelerin Ruslar tarafından kışkırtıldığı görüşündeydi. O yıllar, her türlü belanın Rusya’dan geldiğinin savunulduğu yıllardı.

Bu çerçevede Amerika’da, komünizmin ve aşırı uçların Yahudiler tarafından destelendiğinden bahseden, “anti semitist” görüşler türedi. Yahudi öğrencilerin üniversitelere alınması engellendi. Örneğin Harvard’a alınan Yahudi öğrenci oranı, 1925 yılında yüzde 25 iken, 1933’e kadar yüzde 12’ye düşmüştü. 1920 ile 1925 arasında, 6 milyona yakın Amerikalı; ırkçı, Yahudi karşıtı veya KKK gibi anti-Katolik topluluklara katıldılar. Maskeler giyip, bulduklar siyahı asan 35 bin KKK mensubu, 1925’te, Washington’a yürüyebildi.[4]

Böylesi bir tabloda Amerika 1920’lerde hızla gelişti. Ancak bu gelişme ABD tarihindeki en büyük ekonomik bunalım olan 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’na yol açtı.

ABD başlangıçta II. Dünya Savaşı’na katılmamayı tercih etti. Ancak 7 Aralık 1941’de Japonya’nın ABD’ye ait Oahu adasındaki askerî tesislere karşı gerçekleştirdiği Pearl Harbor Saldırısı üzerine savaşa girdi. 3 gün sonra Nazi Almanyası da ABD’ye savaş ilan etti. Böylece ABD kendini hem Pasifik Okyanusunda hem de Avrupa’da iki cepheli bir savaşın içinde buldu. ABD ordusu 6 Haziran 1944 günü Almanya’ya karşı Fransa sahillerine yaptığı Normandiya Çıkarmasını izleyen büyük bir taarruzu başlattı. Sovyet ve ABD orduları tarafından kıskaca alınan Almanya 8 Mayıs 1945’te teslim oldu. Ancak Japonya savaşa devam etti. Başkan Roosevelt’in ölümü üzerine yerine geçen Harry Truman 6 Ağustos 1945’te Hiroşima ve 9 Ağustos 1945’te Nagasaki’ye atom bombası atılmasını onayladı. 15 Ağustos 1945’te Japonya teslim oldu.

İkinci Dünya Savaşı, Amerikan şirketleri için bulunmaz bir fırsat yaratmıştı. 1940’ta toplam 6.4 milyar dolar kâr eden şirketlerin, 1944 kârı 10.8 milyar dolara yükseldi. Bu dönemde, savaş nedeniyle işçi ücretleri dondurulmuştu. Sadece 1944’de 1 milyondan fazla işçi grev yaptıysa da; işçi ücretleri yükseltilmedi. Savaş hâlinin büyük şirketlere iyi kârlar bıraktığı anlaşılınca da, savaş geleneği sürdürüldü. Bu gelenek, hâlâ devam ediyor.

1944 Ekimi’nde, İngiliz Başbakanı Churchill ile Sovyetler Birliği Başkanı Stalin, Moskova’da gizli olarak buluştu ve bölgeyi paylaştılar. Bu buluşma, Amerikan Başkanı Roosevelt’ten habersiz yapılmıştı. Anlaşmaya göre Romanya’nın yüzde 90’ı, Macaristan ve Bulgaristan’ın yüzde 75’i, Yugoslavya’nın yüzde 50’si Sovyetler’e bırakılıyor; Yunanistan’ın yüzde 90’ına İngilizler el koyuyordu. Singapur, Hindistan ve Ortadoğu ile Yakın Doğu’daki tüm eski İngiliz sömürgeleri ise, İngiltere’ye geri veriliyordu. Anlaşmada, Polonya’dan hiç bahsedilmemişti. Bu buluşmadan hemen hemen iki ay sonra bu kez Roosevelt, Churchill’e haber vermeden, Stalin’le görüştü ve Çin’deki 2 milyon Japon askerinin buradan temizlenmesi karşılığında, Sovyetler’e toprak ve ekonomik yardım vermeyi kabul etti. Savaş sonrası kesin toprak bölüşümü ve barış, Şubat 1945’te yapılan Yalta Konferansı ile sağlandı. Roosevelt olmasa idi, konferans başarı ile sonuçlanamazdı.

Dört kez Amerikan Başkanı seçilen Roosevelt’in ölümünden sonra yerine, Yardımcısı Truman geçti. Roosevelt’den sonra, Amerika’da “iki dönemden fazla Başkanlık yapılamayacağı” hükme bağlandı. Başkan Truman, sadece 82 gün süren Başkan Yardımcılığı boyunca, Roosevelt’le sadece iki kez görüşebilmişti ve atom bombasının yapılmakta olduğundan haberi bile yoktu. Truman, Mart 1947’de Türkiye ve Yunanistan’ın kalkınması ve Sovyetler’e karşı korunması amacıyla, bu ülkelere 4 milyon dolar yardım ayıran başkan olarak tarihe geçti.[5]

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Sovyetler Birliği yerkürenin iki hegemonu hâline geldiler. Kore Savaşı Soğuk Savaş’ın ilk çatışmasıydı. 3 yıl süren savaş hiçbir taraf üstünlüğü kazanamadan sona erdi. Bu savaştan sonra ABD müttefiklerini NATO örgütü çatısı altında birleştirerek Batı Bloğu’nu oluştururken, Sovyetler Birliği’nin yanındaki (çoğu Doğu Avrupa’da olan) ülkeler Varşova Paktını kurarak Doğu Bloğunu oluşturdular. 1961’de inşa edilen Berlin Duvarı Batı’yı Doğu’dan ayırarak Soğuk Savaş’ın simgesi hâline geldi.

Soğuk Savaş döneminde ABD’de komünizm korkusu o denli arttı ki, birçok sanatçı ve aydın kendilerini McCarthycilik’in baskı ortamının içinde buldular. 1960’ta başkan seçilen John F. Kennedy’nin ilk yıllarında Küba Füze Krizi yaşandı. ABD 1963’te Kennedy suikastıyla bir krize girdi. Vietnam’ın kuzey ile güneyi arasındaki savaş 1960’larda şiddetlendi. Sosyalist Vietnam’ın başarılı olmasından korkan ABD Vietnam’a asker gönderdi. 50.000’i aşkın ABD askerinin öldüğü savaş, 1975’te ABD’nin Saygon’u boşaltmaları ile sona erdi.

1980’de Ronald Reagan ABD’ye başkan seçildi. ABD’nin askerî harcamalarını büyük miktarda arttırmayı başaran Reagan, Stratejik Savunma Girişimi adı altında Sovyetler Birliği’yle büyük bir silah yarışı başlattı. 1991’de Sovyetler Birliği de dağıldı. Böylece Soğuk Savaş son buldu.

1990’larda başkanlık görevini üstlenen Bill Clinton döneminde askerî harekâtlar düşük yoğunluklu olarak sürdürüldü.

ABD 11 Eylül’ü yaşarken; Bush ‘Terörizmle Savaş’ adını verdiği bir dizi askerî harekâta girişti.

Böylelikle Afganistan Savaşı 7 Ekim 2001’de başladı.

“El-Kaide’ye yataklık yapmak” ve “kitle imha silahları geliştirmek” gibi asılsız “iddia”lara suçlanan Irak’taki Saddam Hüseyin rejimine karşı Mart 2003’te bir diğer harekât başlatıldı. Saddam sonrası Irak’ta Sünnîler tarafından direniş hareketi başlattı. Söz konusu direnişi bastırmak için 2003’te ABD ordusunun işkence yöntemleri kullandığı ortaya çıktı. Savaş yüz binlerce Iraklı ile binlerce ABD’li askerin ölümüne neden oldu.

Daha sonra ABD tarihinde ilk kez Afro-Amerikalı siyasetçi Barack Obama ABD’nin 44. devlet başkanı seçildiyse de; değişen bir şey olmadı.

Sonrasında da Donald Trump’lı kâbus sahneye çıktı.

ABD BAŞKANLARI

Sıradan Amerikalı Donald Trump’tan önceki 44 başkandan sadece kurucu Washington, Jefferson, Lincoln, belki F. D. Roosevelt ve bir önceki Obama’yı bilir. Amerikan üniversitesinde alt sınıftakilere Adams, Jackson, Van Buren, Harrison, Tyler, Polk, Taylor, Fillmore, Pierce, Buchanan, Hayes, Garfield, Arthur, McKinley ve Taft gibi adlar sorulduğunda; çoğu bu kişilerin geçmişte ABD başkanları olduklarını çıkaramadılar.

İlk başkan George Washington, İngilizlerin yerlilerle yaptığı kısıtlayıcı antlaşmalarla bağlı kalmayıp yayılabilmek için bağımsızlık savaşını üstlenmişti. İki dönemden sonra çiftliğine çekildi.

Adams’ı rakipleri “kralların, para babalarının adamı” diye eleştirdiler. Tutkusu oğlunu da başkan yapmaktı; altıncı başkan da o oldu.

Bağımsızlık düşüncelerini John Locke’tan alan Jefferson, yazdıklarının adamı değildi. “Herkes hür doğar” diyenlerin tümü köle sahibiydiler.

Madison, başkanlığını Britanya ile yeni savaşa borçludur.

Monroe’nun katkısı, adını taşıyan “doktrini”dir. ABD’den başka hiçbir devlet Latin Amerika’ya el atamayacaktı. Oğul Adams’ın iktidarı tam başarısızlıktı. Rakipler birbirini “hileci, kumarbaz” diye kötülemiş, tabancalar çekilmişti.

Aday Jackson, rakibini pazarları seçim konuşması yaptığından, Hıristiyan olmamakla suçladı. Jackson yandaşları başkanlıkta yiyip içip eşyaları kırdılar; kadınlar korkup kaçarken, Jackson gizlice sıvışıp kendini bir hana attı. Ancak, rakipleri eşine “fahişe”, ona da “kral oldu” diyorlardı.

Harrison başkanlık töreninde zatürree olunca öldü. Sıra yardımcısı Tyler’a geldi. Köleci toplum Teksas’ı ülkeye kattı; kabinesindekiler görevi bıraktılar.

Sonraki Polk, İrlanda kökenliydi; binlerce İrlandalı göçmen geldiğinde tümü oy için yurttaş yapıldı. Rakibi Polk’un kölelerinin sırtına kendi adını dağlattığını yaymıştı.

General Taylor, Meksika’ya karşı savaşın kahramanı diye seçildi. Rakibi Cass’ın adı İngilizce “eşek” (ass) ve “gaz” sözcükleriyle uyaklı olduğundan, siyaset alay oldu çıktı. Taylor, “Altına Hücum” sırasında öldü, yerine yardımcısı Fillmore geçti. Yaptığı önemli iş Japon limanlarını bombalama tehdidiyle zorla ticarete açtırmasıdır.

Sonraki Başkan Pierce, iki yakınını yitirince eski alışkanlığı alkole döndü.

Lincoln, köleci Güney’in başlattığı İç Savaş’ı (1861-65) kazandıran kişidir. Bir Güneyli tarafından öldürülmüştü. Bakanlarına karşı yalnız kendi kararlarını aldırtmasıyla bilinir.

Sıra Kuzey’in komutanı General Grant’a geldi. Birlik korundu, ama ırkçılığı önlemek için anayasaya eklenen 15’inci Değiştirge 1965’e değin uygulanamadı. Grant’ın başkanlığı mafya babalarının görünmeden yönetimine dönüştü; gerçek kazanan çürümüşlüktü.

Para babalarının adayı Hayes, Lincoln’un demokrasi tanımını şöyle değiştirdi: “Şirketlerin, şirketler tarafından, şirketler için yönetimi.” Seçimi kazanmadan Beyaz Saray’a girdi. Adaylar parayla oy topluyorlardı. Sonraki Garfield, kazanmasına kazandı ama ardından öldürüldü.

Yerine Cleveland seçildi. Rakibinin bir sloganı şuydu: “Ana, ana; hani baba? Beyaz Saray’da: Ha, ha, ha!” O günler Carnegie çelik fabrikalarından işçi çıkarıldığı, karşı koyanlara da özel polis Pinkerton’un ateş açtığı dönemdi. Ünlü işçi önderi Debs de yıllarını zindanda geçiriyordu. Oradan aday oldu, bir milyon oy aldı.

Başkan Harrison dönemi işverenlere “evet” demekle geçti. Ünlülerden Bn. M. E. Lease’in dediği gibi, “ABD Wall Street’ten yönetiliyordu.”

McKinley, 1898 İspanyol savaşından sonra dünyayı ABD sömürüsüne açan başkandı. Yandaşlarına para dağıttı; ardından öldürüldü.

Yerine eski polis müdürü Th. Roosevelt seçildi; yazar H. James, onun için “dev bir gürültü” diyor. Afrika’da 8 fil, 9 aslan, 20 zebra avladığının fotoğraflarını bıraktı.

Taft, tekelci sermayeye teslimiyeti sürdürdü. “Zavallı Wilson” denilen yeni başkan, Paris’te 1919’da “dünya barışını kuracak adam” diye karşılandı, birçok yönden başarısızdı, kalp krizinden öldü.

Harding, Coolidge ve Hoover yaklaşan 1929 ekonomik bunalımını fark etmediler bile. Harding, poker ve içkiyle yaşadı. Adaylardan biri rakibi Katolik Al Smith için “Papa’dan buyruk alır; Atlantik’in dibinden Vatikan’ın bodrumuna tüneli var” demiş, inananlar çıkmıştı.

Ekonomik bunalım F. D. Roosevelt’e rastladı. Sol düşüncelerin birkaçını uyguladı. Gerçek kurtarıcı, Japonya’nın (silah fabrikalarını açan) Pearl Harbor baskınıdır. Roosevelt’in Japon saldırısını bildiği, fakat gizlediği yorumu da var.

Truman, oy kaygısıyla Siyonist baskı örgütüne uyup İsrail’i on bir dakikada tanıdı. Yurtsever İran Başbakanı Musaddık’ı CIA devirince, Eisenhower, “hiç ilgimiz yok” dediyse de, Tahran’daki CIA şefi, “Musaddık’ı Nasıl Devirdik” diye kitap yazdı.

Kennedy, kalabalık Şikago oylarını alabilmek için mafya babası Giancana’ya bavul dolusu para yolladı. Saldırı silahlarına yatırımı azaltmak isteyince, gizli devletçe öldürüldü.

Johnson da Vietnam’da savaşı tırmandırıp 55 bin Amerikalının ve 3.5 milyon Vietnamlının ölümüne yol açtı. Başkan Carter, onun için “yalan ve dalaverede eşi yoktur” demişti.

Nixon, başkanlıktan atılacağını anlayınca, istifa etti. Reagan, son yılında Alzheimer hastasıydı; basın toplantısında bir filmi başından geçmiş olay gibi anlatmıştı.

Eski CIA Başkanı ve ABD’nin 41. başkanı baba George H. W. Bush 94 yaşında hayatını kaybetti. 1989-1993 yılları arasında sürdürdüğü Başkanlık görevine seçildiği gün, çok büyük bir ABD efsanesinin bir palavradan ibaret olduğunun anlaşıldığı gündür. ABD’de “en iyiler ile en başarılıların” zirveye çıkmasını sağlayan sistem dedikleri Meritokrasi bu zatın seçilmesiyle gerçekten çökmüştü. Çünkü ne kendisinin ne de mensubu olduğu son derece karanlık Bush Hanedanı’nın “en iyi” ya da “başarılı” sayılacak bir tarafı yoktu.

Bush’ların sistem içinde yükselmeleri “ahbap-çavuş kapitalizmi”nin (Crony Capitalism) bir azizliğidir. Petrol sanayii ile askeriyenin doğurduğu hanedan Bushlar, soylarını İngiliz Kraliyet ailesine kadar götürmekten pek hoşlanırlardı ama büyük bir palavradır bu.

CIA Başkanlığı döneminde Reagan’ın Irak’taki Saddam rejimine dolarlar akıtmasını sağladı. İran ile anlaşmazlığında Irak’ı İran’a savaş açması konusunda teşvik etti. Nikaragua’daki solcu Sandinista hükümetini devirmek için eli kanlı kontraları bu kurdurup, destekledi. ABD’nin kontralara yasadışı silah satmasındaki uğursuz parmak onundu. Irak’ın sonradan ABD tarafından yok edilmesi gereken bir güce dönüşmesi de onun marifetidir. Reagan’ın yardımcısı olduğu dönemde istihbarat desteği, askerî malzeme ve hatta gelişmiş kimyasal/biyolojik silahlar verdiği Saddam Hüseyin, Kuveyt’i işgal edip “Ortadoğu petrolünün akışını tehdit eder” hâle gelince, Başkan olduktan kısa bir süre sonra Irak’a saldırarak başlattığı Körfez Savaşı’nda 200 bin Iraklının ölümüne yol açtı. “Bağdat Kasabı” diye adlandırılmasının nedeni budur.[6]

Bill Clinton’un Monica’yla ilişkisi bir yana, görevden ayrılırken eşi Hillary, Beyaz Saray’daki (değerli tablolar dahil) birtakım eşyaları özel evine taşımış, bir bölümünü uzun süren baskılar sonucu geri vermeye yanaşmıştı. Bu konuda seçim danışmanı Dick Morris’in iki kitabına bakılabilir.

2000 seçimini Oğul Bush kazanmamıştı, ama kardeşi Jeb vali olduğu Florida’da rakibinin 60 bin oyunu saydırmayınca, birkaç yüz oy farkla öne çıktı. Herkese yalan söyleyerek Irak’a girdi. Bilgisizliği üstüne çok sayıda kitap basıldı.

“İlk siyah başkan” Obama “umulanı” yapmadı; böyle bir olasılık olsaydı, aday bile yapılmazdı zaten…

Trump da bu geleneğin halkasıydı.[7]

 ABD HAKİKÂTİ

Columbia Üniversitesi’nin ‘Saltzman Savaş ve Barış Çalışmaları Enstitüsü’nden Dr. Stephen Wertheim’ın “kesintisiz savaş” kavramıyla mercek altına aldığı üzere ABD hakikâtinin özeti saldırganlık, talan ve sömürüdür!

Çok uzağa gitmeye gerek yok! Mesela “büyük umutlar bağlanılan”(!?) Başkan Barack Obama, kara birliklerinin Afganistan’da kalacağını söylemesine rağmen, “kesintisiz savaş fikrini” kınamıştı. Ancak, görevdeki son yılında, yedi ülkeye tahmini 26.172 adet bomba attı.

Başkan Doland Trump, Ortadoğu’da devam eden savaşları eleştirmesine rağmen, askerî müdahaleleri yoğunlaştırdı ve yeni savaşlar başlatacağına dair tehditler savurdu. Kongre’ye meydan okuyarak, Suudiler tarafından Yemen’de sürdürülen savaşı başlattı.

Yemen’de 100 bin kadar çocuğun ölümüne, 22 milyon kişinin yardıma muhtaç kalmasına neden olan savaşa ABD, silah, hava hedefi desteği, yakıt ikmali ve istihbarat desteği sağlıyor ve Lockheed Martin ve Boeing gibi büyük şirketlerin kârlarına kâr katan, her 10 dakikada bir çocuk ölüyor…[8]

Öte yandan Trump, ABD’yi sürekli olarak İran’la savaşın eşiğinde tuttu ve kendisinden sonra gelen 7 en büyük ordunun toplam askeri harcamalarını geride bırakan Pentagon’a ekstradan milyarlarca lira akıttı.

Başkan Yardımcısı Mike Pence, West Point Askeri Akademisi’nden mezun olan öğrencilere şöyle diyordu: “Hayatınızın bir noktasında Amerika için savaşacağınız mutlak bir kesinlik arz ediyor. Savaşta askerlere öncülük edeceksiniz. Bu gerçekleşecek.”

Pence potansiyel cepheleri de şöyle sıralıyordu: Büyük Ortadoğu, Hint-Pasifik bölgesi, Avrupa ve Batı yarımküre. Pence haklı, Birleşik Devletler, dünyanın her noktasında askerî egemenlik arayışı içinde olduğu sürece, bir yerlerde mutlaka savaşılacaktır.

ABD, kendine bir sürü küçük düşman yarattı. Soğuk Savaş döneminden çok daha fazla askerî harekât başlattı. Zira 1946’dan bu yana yaptığı tüm müdahalelerin kabaca yüzde 80’i 1991’den sonra gerçekleşti.

Kesintisiz savaş Ortadoğu’da, ABD’nin 1991’deki Körfezi Savaşı’nı kazanmasının hemen ardından bölgeye kalıcı olarak yerleşmesiyle başladı ve bununla beraber döngüsel muhakeme kök saldı. ABD, kuvvetlerine yardım ve ev sahipliği yapan müttefiklerine bağımlı oldu. Varlığına karşı çıkan devletleri, teröristleri ve milisleri kışkırttı. Sonuçta ABD, 1991’den 2019’a neredeyse her yıl Irak’ı bombaladı ve 11 Eylül sonrası yapılan savaşlara yaklaşık 6 trilyon dolar harcadı.[9]

Bunlar elbette tesadüf değil; militarist birikimle müsemma ABD ekonomisinin askerî harcamaları gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

 ‘Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) küresel silah ticaretine ilişkin raporuna göre 2015-2019 arasında küresel silah ticaret hacmi bir önceki döneme (2010-2014) oranla yüzde 5 artarken; ABD silah ihracatında yüzde 36’lık payla birinci sırada yer aldı.

‘Deutsche Welle’nin haberine göre, ABD’nin silah ihracatı 2015-2019 yılları arasında, bir önceki döneme oranla yüzde 23 artış gösterdi. ABD’nin satışlarının yarısı Ortadoğu ülkelerine yapıldı.[10]

Yine SIPRI’nin ‘2019 Küresel Askeri Harcamalar Raporu’na göre, ABD yüzde 5.3 artışla 732 milyar dolar harcamaya ulaşmış. Bu toplam harcamaların yüzde 38’ine denk geliyor.[11]

‘Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IISS), 2019’daki askerî harcamalara ilişkin raporuna göre, harcamalar 2019’da bir önceki yıla (2018’e) oranla ortalama yüzde 4 oranında arttı. Bunun 10 yılın en yüksek artışı olduğuna işaret edilen raporda, en yüksek artış yüzde 6 ile ABD ve Çin’de kaydedildi. Rapora göre, silah ve savunma harcamalarını en çok artıran ilk üç ülke ABD, Suudi Arabistan ve Çin olarak sıralandı.

Raporda, ABD’nin ayırdığı savunma bütçesine ilişkin dikkat çekici karşılaştırmalara da yer verildi. ABD’nin 2018’deki savunma harcamalarının 53 milyar 400 bin dolar arttığını ve bu sayının İngiltere’ye ait dünyanın altıncı büyük bütçesine denk geldiği ve tüm Avrupa ülkelerinin savunma bütçesinden de dört kez büyük olduğu vurgulandı.[12]

Şimdi burada durup; Eric Hobsbawn’ın, XXI. yüzyılın hemen başında kaleme aldığı ‘XX. Yüzyılda Savaş ve Barış’ başlıklı yazısından aktaralım:

“XXI. yüzyılda savaş, XX. yüzyılda olduğu gibi ölümcül olmayacaktır. Yine de büyük ölçekte acı ve kayıp yaratacak silahlı çatışmalar dünyanın genelinde yüksek düzeyde ve yaygın olarak -genellikle bir salgın şeklinde- mevcudiyetini koruyacaktır. Barış çağının umudu uzaktadır.”[13]

HEGEMONYA MÜCADELESİ

Antonio Gramsci’nin, “Eski dünya ölüyor, yenisi doğmakta zorlanıyor: Şimdi canavarların zamanıdır,” diye tarif ettiği, Eugene V. Debs’in de, “Er ya da geç her ticaret savaşı bir kan savaşı hâline gelir,” notunu düştüğü bir geçiş sürecinin öne çıkarttığı eksen “hegemonya mücadelesi” ya da “Jeopolitik güç kaymaları”dır.[14]

A. Engin Yılmaz’ın, “Hegemonya mücadelesi olarak ticaret savaşları”[15] olarak adlandırdığı durum için; Verda Özer’in, “İkinci Soğuk Savaş mı?”[16] sorusuna Deniz Adalı’nın verdiği yanıt nettir: “Paylaşım savaşı”![17]

‘Atlantik Konseyi’nin, 2016 tarihli ‘Küresel Riskler 2035’ başlıklı raporunda “Soğuk Savaş sonrası düzen bir ‘yeni normal’ yaratamadan çözülmeye devam ediyor.” “1990’ların tek kutuplu dünyası… Artık kesinlikle geride kaldı.” “ABD’nin gerilemesinin kesinleşmesi kaçınılmaz değil ama Çin ile açık bir çatışma riskleri artırır.” “Çin’de sert bir ekonomik kriz patlak verirse bu, dünya çapında bir ekonomik yıkıma, korumacılığa, siyasi istikrarsızlığa yol açar,” denirken;[18] bir nevi fragmantasyon (parçalanma) süreci olarak da yorumlanması mümkün olan uluslararası hâl, yeni bir düzensizlik veya küresel çalkantı dönemi. Yeni bir “belirsizlik çağı”. Eskinin ölüp, yeninin ne olacağının ise belirsiz olduğu bir tür sistemsel fetret devri.

Bu durumun ilk özelliği ABD hegemonyası sarsılıyor ve küresel sistemin iktisadi liderliğinin ilk kez Atlantik ve Batı dışına, Çin merkezli olarak Asya’ya kayıyor olmasıdır.

İkincisi de sürdürülemez kapitalist kriz ile devreye giren küresel çalkantının, yerkürede milliyetçi ve faşizan hareketleri besliyor olmasıdır.

Ve nihayet belirsizliklerle dolu geçiş süreci, totaliter tehdit ile ona itiraz imkânının önünü açıyor.

Örneğin Alman tarihçi ve gazeteci Christoph von Marschall, Trump’ın başkanlığındaki ABD’nin liberal düzenin garantörü konumunu kaybettiğini varsayarak, artık Almanya’nın bu sorumluluğu üstlenmesi gerektiğini belirtiyorken;[19] ‘Le Monde’ başta olmak üzere Avrupa’nın kimi önde gelen gazetelerinde ABD liderliğine ilişkin kuşkuları dile getiriyorlar.[20]

Öte yandan Almanya Başbakanı Angela Merkel, ABD’nin dünya liderliği döneminin sona erdiğini belirtirken; AB Dış Politika Sorumlusu Josep Borrell ile Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron da ABD dönemin artık sona erdiğini vurguladılar.[21]

AB ülkeleri ise -özellikle Almanya- üretimin ve ticaretin merkezinin Atlantik’ten Pasifik’e kaydığı son 20 yılda, Pekin’le daha yakın olmaya çalışıyor. Dahası Brüksel XXI. yüzyılın geride kalan ilk 20 yılında, giderek daha çok ABD’den bağımsız hareket etmeyi esas alıyor.[22]

Dahası da var! Trump iktidarıyla birlikte belirgin biçimde öne çıkan, salgın hastalıkla birlikte dozu daha da artan Çin düşmanlığı, ABD’nin istediği sonucu vermiyor. Çünkü ne Çin’in ekonomik gücünü, yatırım ve dış yardım kapasitesini durdurabiliyor ne de Çin’le ticaretini kesebiliyor. Şöyle ki, ABD Ticaret Temsilciliği Ofisi’nin (ustr.gov) 2018 verilerine göre, ABD-Çin ticaret hacmi 737.1 milyar dolar. ABD’nin ihracatı 179 milyar, ithalatı 558 milyar, dış ticaret açığı 379 milyar dolar. ABD’li şirketlerin Çin’deki yatırımları, Çinli şirketlerin ABD’deki yatırımları, ABD’nin Çin’den ithal ettiği ürünlerin çokluğu ve çeşitliliği dikkate alındığında, dış ticaret açığının büyüklüğüne rağmen, ABD’nin Çin’den vazgeçmesinin olanaksız olduğu görülüyor. Şunu da ekleyelim, ABD’nin en borçlu olduğu ülke de Çin…

Ekonomik büyüklüğü 14 trilyon dolar olan Çin, ABD’nin ardından ikinciyken; Dünya Bankası’nın satın alma gücü paritesi üzerinden yaptığı hesapla, 2019’da 23 trilyon doları geçen ekonomik büyüklükle ilk sırada… Çin’i, 19.5 trilyon dolarla ABD takip ediyor. Rusya ile birlikte Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) gibi yapılara öncülük ediyor.

Çin, BM Güvenlik Konseyi’nde de Rusya’yla birlikte davranıyor. İkili, ilişkilerini stratejik ittifak olarak tanımlıyorlar. Lakin ŞİÖ’den beklentileri arasında kimi farklar var. Çin, Rusya’nın da en büyük ticaret ortağı ve Rus dış ticaretindeki payı, 2018 verileriyle, yüzde 12.4.

Rusya ise 17.1 milyon kilometrekare ile dünyanın en geniş sınırlarına sahip. Ekonomik büyüklüğü, 1.63 trilyon dolar. Petrol, doğalgaz ve maden ihracatına bağımlı olması, önemli bir sorun. Bu ihracat kalemleri dışında Rusya’nın öne çıkan iki gelir kalemi daha var; silah satışı ve nükleer santral yapabilme kabiliyeti. Fakat tarihsel birikimi, nükleer güç kapasitesi, BM içindeki konumu, liderlik yeteneği, jeopolitik konumu, yetişmiş insan gücü, bilim, kültür, sanat altyapısı sayesinde, ekonomik gücünün çok ötesinde bir nüfuza sahip.

Çin ve Rusya, henüz tek başlarına ABD’yi dengeleyip, dizginlemekten uzak olduklarını biliyorlar. ABD’ye karşı birlikte davranıyorlar. ABD de bunun farkında. Ne var ki karşı hamleleri sonuçsuz kalıyor. Dünya dönüyor. Dengeler değişiyor, yeni ittifakları doğuruyor.[23] Tüm bunlar da ABD’yi geriletiyor…

Gerçekten de Corona salgını ABD’nin küresel liderlik iddiasını yerle bir etti. En fanatik Atlantikçiler bile artık “ABD’nin istisnai ve seçilmiş bir millet” olduğu inancına ağıt yakıyorken; ‘The New York Times’ da, “ABD’nin liderlik rolü sona erdi” tespitini dillendirdi.[24]

Bu tabloda “Hegemonyasının çöküş sürecine adapte olamayan ABD yönetiminin, Trump döneminde devreye sokmaya başladığı, ekonomik ve siyasi politikaların gündeme getirdiği felaket senaryoları”yla yüzleşirken;[25] ABD hegemonyası zayıfladıkça, emperyalist devlet içeride de dışarıda da çözülme işaretleri veriyor. Salgın dönemi boyunca Beyaz Saray ile valileri ve belediye başkanlarını karşı karşıya getiren kökten ayrımlar, hatta Trump’ın valilere karşı halkı neredeyse silahlı isyana teşvik etmesi, merkezî hükümet ile federal yönetimler arasındaki çelişkiler ve en sonunda ABD’nin köleciliğinin bir yansıması olarak süren “beyazcılığına” karşı siyah öfkenin patlaması…[26]

DURUMA DAİR

Aurelius Augustinus’un (354-430) “Adalet olmayınca devlet, büyük bir çeteden başka nedir ki?” diye tarif ettiği hâlden muzdarip ABD emperyalizmi çürümüştür; sürdürülemez kapitalist gerçeği de!

Coronavirüs, kapitalist sistemin tüm çürümüşlüğünü ortaya çıkardı.

ABD’li ekonomist Dr. Richard Wolff, “Sağlık sistemi coronadan önce de çökmüştü ve yoksul bölgelerde 500 hastane kapatılmıştı” diyor. İlginç bir şey daha söylüyor: Sistem fazla doktor eğitilmesine izin vermiyor. Doktorların ücretleri çok pahalı ve bunun ucuzlatılması istenmiyor. Almanya’da 1000 kişiye 4.3 doktor düşerken ABD’de 2.6 doktor düşüyor. Sağlık sistemi tamamen kâr odaklı çalışıyor.

Amerikan yönetimi, yılda yaklaşık 1000 insanı polislerine sokakta öldürterek şiddetle toplumu yönetebiliyor. ABD, her yönüyle tam bir şiddet toplumudur.

Bayram Ali Eşiyok, ABD’de yaklaşık 27.5 milyon insanın, yani nüfusun yüzde 8.5’inin sağlık sigortası bulunmadığını vurguluyor.

“ABD’de 500 binin üzerinde insan (2019’da 567 bin 715 kişi) evsiz ve sokaklarda, 40 milyon insan ise yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşıyor. Hapishanelerde 2 milyonun üzerinde mahkûm bulunuyor.”

Amerika dünyada hapishanelerde en fazla kişi barındıran ülke. 2016 verilerine göre, ABD’de yaşayan her 100 bin kişiden yaklaşık 655’i hapiste. Devlet hapishanelerindeki siyah ve beyaz oranı ise 1’e 5.[27]

ABD, dünyada kişi başına en fazla sağlık harcaması yapan ülkelerin başında gelmesine rağmen, (10.586 ABD Doları), büyük sosyo-ekonomik eşitsizlikler nedeniyle, Covid-19’dan en çok etkilenen ülke… ABD’de aynı zamanda kişi başına “cepten sağlık harcaması” da diğer gelişmiş ülkelerden fazla: 1.122 dolar… Bu rakam Almanya’da 738, Fransa’da ise 463 dolar…

Bin kişiye düşen yatak sayısı, ABD’de 2.8; Japonya’da ve Almanya’da 8.0…

Amazon’un patronu Bezos’u 150 milyar ABD doları kişisel servetiyle ABD’nin bir numaralı süper zengini yapan ekonomik sistem (Wolf diyor ki: Depolarında yüz binlerce kişiyi saatte 10 dolara çalıştırıyor), ancak ve ancak hastalıklı bir kapitalist yapının, eşitsizliğin ve çürümüşlüğün ürünü olabilir.[28]

Gerçekten de yerküre dehşet verici sorunlarla boğuşurken; 2019 yılında “ultra-zenginler” safına 31 bin kişi daha katıldı. ‘Knight-Frank’ın, 30 milyon dolardan fazla serveti bulunan bireyler olarak tanımladığı raporda ultra-zenginlerin 240 bin 575’i ABD’de yerleşik ve serveti 1 milyar dolar eşiğini aşanların sayısı ABD’de 631. Ve ayrıca ‘Bloomberg’in haberine göre ABD’de ultra-zenginlerin maliyeye yüzde 40 vergi ödemeden varlıklarını çocuklarına veya torunlarına aktarmalarına olanak tanıyan dolambaçlı bir sistem var.[29]

Amerika’nın en zengin 400 kişisi, nüfusun daha yoksul yüzde 50’sini oluşturan 150 milyon kişinin toplam gelirinden fazla kazanmaktadır.[30]

Derin ve yaygın eşitsizliğiyle ABD’nin ekonomik büyüklüğü, -Dünya Bankası verilerine göre- 21.4, federal borcu ise ABD borç saatine (usdebtclock.org) göre 26.5 trilyon dolar civarında.

Hâlen dünyanın en güçlü devleti olsa da zayıflıyor. Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü kadar savunma bütçesi var. Nükleer silah kapasitesinde, uçak gemisi ve denizaltı sayısında lider. 150 kadar ülkede, irili ufaklı, açık gizli 800 dolayında askerî üsse sahip. Ancak, hegemonya kabiliyeti aşınıyor. Salgın hastalık hem ekonomisini sarstı hem toplumsal bünyesindeki fay hatlarını daha da belirginleştirdi.

ABD, strateji belgelerinde “hasım güçler” olarak tanımladığı Rusya ve Çin’in artan nüfuzunu geriletemiyor. Almanya’nın daha bağımsız davranma çabasını dizginleyemiyor.

Bu hâlin öteki boyutlarına gelince…

ABD, dünyanın en büyük üretim sektörüne (dünya toplamının yüzde 18.2’si, Çin; yüzde 17.6) sahip olmasına rağmen üretim alanındaki şirketlerin yüzde 67’si nitelikli işçi sıkıntısı çekmektedir. Yasal olmayan yollardan ülkeye giren 20 milyon niteliksiz işçi yanında, 60 milyon sıradan işin dışarıdan sağlanıyor olması diğer bir soru(n) sahasıdır.[31] ABD halkının yüzde 37’si en büyük ekonomik sorun olarak fiyat artışlarını, yüzde 38’i işsizliği, yüzde 15’i bütçe açığını, yüzde 14’ü vergileri gösterdi. Amerikan halkı bugün de pek çok şeyden dolayı mutlu değildir. Dünyanın en güçlü ülkesi olmasına rağmen 360 milyon nüfusun en az 56 milyonu karne ile besleniyor. Elimizde uzun bir liste var. Yetenekli insan açığı artıyor, ücretler artmıyor.

Hükümet yılda 927 milyon dolar değerinde sosyal güvenlik ve sağlık programı uygulamaktadır ve Amerikan halkının yaklaşık üçte biri bu programlardan yararlanmaktadır. ABD içinde hapisteki insan ve obez sayısı, silah miktarı ve enerji tüketiminin yüksek olması, ilkokul öncesi okula çok az çocuk gitmesi gibi sorunlar alarm vermektedir. ABD’nin sosyal sorunlarının başında orta sınıfın çöküşü, evlilikler, dinî özgürlükler, Latinlerin durumu gibi konular gelmektedir.[32]

Yalnız yaşayan annelerin, iki işte birden çalışmak zorunda olması çocuklara ayıracak zaman bırakmamaktadır. Siyahlar ABD’nin patlamaya hazır bombasıdır ve bu yüzden siyahları sisteme daha çok entegre etmek, bunun için de dönüştürmek hedeflenmektedir. ABD’nin 38 eyaletinde yaklaşık 300 milyon kişi bir çeşit sokağa çıkma yasağına tabi. Kriz böyle devam ederse ABD’nin geleneksel sorunları olan evsizlik, sosyal izolasyon, kronik veya akut sağlık problemleri, pahalı sağlık giderleri ve düşük ücretler listesine gıda maddesi yetersizliği de eklenecek. ABD’de insanlar binlerce km uzunluğunda yiyecek yardımı ve işsiz kuyrukları oluşturdu. Sadece halkın kredi kartı borçları 1 trilyon doları geçmiş durumda.[33]

Asıl soru(n), uluslararası sistem ile ilgili; finansal ve başta iklim koşulları olmak üzere çevresel olarak bir çöküş yaşanıyor. Kapitalizm artık ekonomileri taşımıyor. Tüm ülkeler benzer sorunlar içinde; üretim yok, iş yok, ihtiyaç çok, gelir yok ama borç çok. Sadece ABD’nin ulusal borcu 23 trilyon dolar. Ülkeler borç krizi içinde iken, tüketime alıştırılmış insanlar evsiz, işsiz ama borçlu. Bir Amerikalı ailenin yıllık ortalama geliri 49.103 dolar, bundan sosyal sigorta ve vergiler çıktığında aylık 3.300 dolar civarındadır. Okul aidatları olmadığını varsayın, 700 dolar aylık iki arabanın taksitleridir. Yiyecek, giyecek ve ev aletleri için ayda 1.200 dolar harcanır. Geriye kalan 1.400 dolar içinde ev ipoteği (yaklaşık 200 dolar), emlak vergileri ve sigortalar, ev aletleri tamiri gibi masraflar da ödenmelidir. Finansal sistemin başarısızlığı hem ABD’de hem de Avrupa’da ekonomik ve siyasi krizlere dönüşmüş durumdadır.

Jim O’Neill’in, “ABD’de işsizlik oranı son derece düşük olsa da büyüme döngüsü yavaşladı ve ekonomi gitgide kırılganlaşıyor,”[34] notunu düştüğü tabloda ABD’de hâlihazırda düşük olan ortalama yaşam süresi Trump iktidarının ilk iki yılında daha da düşüş gösterdi. 2017’de orta yaşta ölümler İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en yüksek seviyeye çıktı. Şaşırtıcı değil çünkü “Başkan” daha fazla Amerikalının sağlık sigortasından mahrum kalması için çalıştı ve sigortasız nüfus yalnızca iki yılda yüzde 10.9’dan 13.7’ye fırladı.

Ortalama yaşam süresinin kısalmasına sebep olan etmenlerden biri de Anne Case ile Angus Deaton’ın “çaresizlik ölümleri” dediği olguydu. Bunlar arasında alkol, uyuşturucu ve intihar kaynaklı ölümler vardır. 2017’de bu tip ölümlerin sayısı, 1999’un 4 katıydı.

Trump en zengin yüzde 1’lik kısım için iyi bir başkan olabilir (özellikle en zengin yüzde 0.1 için) fakat nüfusun geri kalanı için pek de iyi olmadı. 2017’nin vergi kesintisi politikaları tam olarak yürürlüğe girerse ikinci, üçüncü ve dördüncü beşlik vergi dilimlerinde yer alan neredeyse tüm haneler daha fazla vergi ödeyecek.

Vergi indirimleri ultra zenginlere ve şirketlere yarıyor. Dolayısıyla ABD hane gelirlerinin 2017 ve 2018 kesitinde ortalama gelirlerinde kayda değer artış olmamasına kimse şaşırmamalı. Milli gelirdeki artışın büyük bölümü tepedekilere gidiyor. Trump yönetimi görevi devraldığından beri reel haftalık maaşlar yalnızca yüzde 2.6 arttı ve uzun yıllardır yatay seyreden trendi telafi etmekten uzak kaldı. Ortalama bir işçinin maaşı reel olarak 40 yıl öncesinin yüzde 3 altında. Sosyal adaletsizlikler adına da pek bir gelişme kaydedilemedi: 2019’un son çeyreğinin verilerine göre, ortalama bir siyahî işçinin maaşı, beyaz bir işçinin maaşının dörtte üçünden bile azdı.

Daha da kötüsü, yaşanan büyüme çevresel açıdan sürdürülebilir de değildi. Trump’ın denetimleri hepten kaldırması ve parasal maliyet-kazanç verilerine odaklanması sayesinde durum daha da kötüye gitti. Hava daha kirli, su daha içilmez ve gezegen iklim krizine daha fazla maruz bırakılıyor. Aslında bakarsanız iklim değişikliğinden kaynaklanan kayıplar ABD’de yepyeni rekorlar kırıyor. Oluşan zarar 2017 verilerine göre milli gelirin yüzde 1.5 seviyesinde.

Vergi indirimleriyle birlikte yeni bir yatırım dalgası gelecekti. Bunun yerine şirketler tarihte görülmemiş şekilde kendi hisselerini geri toplamaya başladılar. 2018 yılında 800 milyar dolar kadar hisse şirketlerce geri toplandı. Kâğıt üstünde yüzde 100 istihdama hiç olmadığı kadar yaklaşan ülkede, 2019 yılının bütçe açığı 1 trilyon dolar seviyesine yaklaşarak rekor kırdı. Yatırımlar zayıf seyrederken dahi yurtdışından borçlanmak zorunda kaldık. Elimizdeki verilere göre dış borçlanma senelik 500 milyar dolar seviyesine ulaştı ve Amerika’nın borçluluk pozisyonu bir yılda yüzde 10 arttı.

Trump’ın ticaret savaşları ise tüm esip gürlemeye rağmen ABD’nin ticaret açığını azaltmadı; 2016 yılına nazaran 2018’de dörtte bir daha yüksek bir seviyede. Hatta Çin ile ikili ticaret açığı da 2016 seviyesinin dörtte bir üzerinde gerçekleşti…

İstihdamda artış hızının düşük kalmasına şaşmamalı, çünkü sağlıksız insanlar çalışamazlar. Engelli insanlar, hapis yatan insanlar (ABD’de hapsedilme oranları 1970’ten bu yana altı kat arttı ve hapiste 2 milyon insan var) ya da inancı kalmadığı için iş aramayı bırakanlar da ‘işsiz’ sayılmıyor. Tabii aslında gayet işsizler. Diğer yandan, makul maliyetlerde çocuk bakım hizmeti sağlamayan bir ülkede kadının işgücüne katılımı oranlarının da yüksek olmasını beklememek gerek. Kadın istihdamı, diğer gelişmiş ülkelerin on puan altında.[35]

Bu ekonomik zeminde “Temsil krizinin işaretleri”ne[36] de dikkat etmek “olmazsa olmaz”dır.

Kolay mı? Yıllar yılı “Batı demokrasisi”, “Amerikan demokrasisi” diyerek, dünyanın geri kalanı üzerinde oluşturulan örnekliğin aslında bir karşılığının olmadığı, hegemonya kurmaya dönük üstünlük algısı oluşturma içeriğine sahip bir algı balonu olduğu bugünlerde iyice ortaya çıktı. O kadar ki Amerika’da iş zora girince ne kadar demokratik değer varsa ayaklar altına alınıyor hatta artık iç savaş sesleri yükseliyor…

Trump yönetiminin federal yarı askerî (paramiliter) polis güçlerini ülke genelindeki büyük kentlere konuşlandırma planı, demokratik haklara yönelik saldırıda ve polis devleti yönetimi kurulmasında keskin bir tırmanışı ifade etmektedir.

Bu güçlerin Portland’da seferber edilmesi, şimdiden Latin Amerika’daki ölüm mangalarını hatırlatan görüntülere yol açtı. Birliğini gösterir bir işaret veya isimlik olmayan kamuflajlar giyen çeteler, protestocuları yakalıyor, onları işaretsiz kamyonetlerin ve arabaların içine atıyor ve sorgulamak, belki de daha kötüsü için alıp götürüyor.

Trump açıklamalarında New York, Chicago, Philadelphia, Detroit, Baltimore, Oakland ve diğer şehirlerde benzer adımlar atma tehdidinde bulundu. Trump, polis şiddetini protesto edenler hakkında şunları söylüyordu: “Bu insanlar anarşistler, ülkemizden nefret eden insanlar ve ileriye gitmelerine izin vermeyeceğiz.”

Amerikan kentlerinin bu federal ajanlarla istila edilmesinin yasal veya anayasal bir temeli bulunmamaktadır. Kongre, konuşlandırılmalarına izin vermemiştir ve karşılık gelen herhangi bir olağanüstü durum söz konusu değildir. Trump’ın şiddet ve anarşi iddialarına karşın, asıl şiddet onun haydutları tarafından uygulanmaktadır.

Trump’ın adımları, polisin George Floyd’u öldürmesinin ardından patlak veren kitlesel protestoları bastırmak için 1807 tarihli İsyan Yasası’nı uygulamaya koyup silahlı kuvvetleri konuşlandıracağını ilan etmesinin üzerinden iki ay geçmeden gelmektedir.

Demokrat senatör Richard Bluemental ise bu hususta şöyle diyor: “Trump’ın temel haklarını arayan kişilere karşı diktatörce çabaları, derin bir şekilde anti demokratik ve tehlikelidir.”[37]

Evet “Amerikan Rüyası/ The American Dream”nın artık bir kâbusa dönüşmeye başladığını kanıtlayan bir atmosfer giderek ağırlaşıyor.

“Amerika’da herkesin rüyaları gerçekleşebilir” savının aslında, soykırıma uğratılan yerliler, modern köleciliğin Afrika’dan kopartarak getirdiği siyahlar, daha yakın zamanda gelişmekte olan ülkelerden gelen göçmenler, sık sık da işçiler için bir kâbus olduğunu, sol ve liberal eğilimli entelijansiya ile sanatçılar yaklaşık 200 yıldır vurguluyorlar.

İç savaşı köleci eyaletler kaybetti, kölecilik kalktı ama siyahlar 1960’ların sonuna, Sivil Haklar ayaklanmalarına kadar vatandaşlık haklarını gerçek anlamda kazanamadılar. Dahası, ırkçılık kimi zaman açık, çoğu zaman sosyo-ekonomik sonuçlarıyla yapısal olarak varlığını bugüne kadar sürdürdü.

Şimdi iki vektörün bileşkesinde, ırkçılığa karşı yeni bir isyan dalgası yükseliyor. Birincisi: Trump döneminde dinci, ırkçı “Yeni Faşist” gruplar, Trump’ın ırkçı, dinci, paranoyak ve otoriteryen söylemin etkisiyle giderek güçlendiler. Irkçı terörizm, siyahları hedef alan polis cinayetleri sıklaşmaya başladı. İkincisi: Trump’ın, insan yaşamına değer vermeden, saçma sapan önerilerle yönetmeye çalıştığı bir pandemi, ölü sayısı artar, ekonomi çökerken yapısal ırkçılığın etkilerini daha da ağırlaştırdı.

Bu kez farklı olan, ırkçılığa karşı yeni dalga karşısında geleneksel muhafazakâr entelijansiyanın korkuları, bu “yeni dalga”dan çok, derinleşen kutuplaşma ve her fırsatta parlamenter demokrasinin kurallarına, güçler ayrılığı ilkesine tecavüz eden, dış politikayı kendi ekonomik siyasi çıkarlarına alet eden Trump yönetiminin ve Trumpçı kitlenin olası tepkilerinin yaratacağı sonuçlar üzerinde yoğunlaşıyor.[38]

Oysa Trump “Amerika’yı yeniden büyük yapacağım” diyerek Başkan seçildi, muhafazakâr The American Interest dergisi editörü Adam Garfinkle’ın, “Şimdiki çılgınlık”, “Sineklerin efendisi durumları” gibi ifadelerle tanımladığı bir noktaya geldi…

Peki, şimdi ABD nereye gidiyor? Garfinkle, yazısının sonuna doğru, “Dikkat ederseniz hâlâ Trump’tan söz etmedim” dedikten sonra, Trump’ın daha derin bir bozulma sürecinin ürünü olduğunu vurguluyor. Garfinkle, bu bozulmayı, toplumun üzerinde anlaşılmış ortak değerlerini kaybetmesine bağlıyor, John Donne’un Galileo’nun kitabı yayımlandıktan (1610) sonra yazılmış bir şiirinden (1612) aktarıyor: “Her şey paramparça, tüm ahenk gitti.”

Bu durumu “egemen ideolojinin verimliliğini yitirmesi” olarak da tanımlayabiliriz. Bu da bizi, yine Başkanın realiteden kopuşuna getiriyor.

Trump 2002 yılından bu yana, Hıristiyanlığın en uçuk yorumlarından, “neokarizmatik” akımının önden gelen sözcülerinden Paula White’ı dinî danışman olarak kullanıyor. 

Foreign Policy dergisinde yayımlanan, “Milyonlarca Amerikalı Trump’ın gerçek cinlerle, şeytanla savaştığına inanıyor” başlıklı araştırmanın yazarı, bu kadının görüleri için “çok tehlikeli” ifadesini kullanıyor. Bu kadın, Trump’ın “karanlık güçlerle, şeytanın ajanlarıyla, cinlerle, zebanilerle savaştığına” (metafor olarak değil gerçekten) inanıyor; “siyaseti ve jeopolitiği bu güçlerin komploları, savaşları olarak” okuyor. “Göçmenlerin, şeytanın ajanları olduğuna inanıyor.” Onları cadılıkla, sihirle uğraşmakla suçluyor. Diğer bir deyişle yaklaşık 20 yıldır Trump’ın dinî görüşlerini, bir anlamda dünya algısını, dünyayı, şeytanın ajanları, cinler, cadılar arasında süren savaşlara ilişkin komplolarla açıklayan bir fanatik etkiliyor.[39]

TRUMP FELAKETİ

Başkanlık sloganı, “Amerika’yı Yeniden Büyük ve Yüce Yapalım/ Make America Great Again” yani baş harflerinin kısaltmasıyla “MAGA!” olan Donald Trump’ın bir felaket olduğu kimse için “sır” değil…

Aklının yerinde olmadığı konusunda yaygın tartışmalar yapılan Trump’ın berbat bir ırkçı olduğu iyice ortaya çıkmışken; ağzının ayarının olmadığı, daha doğrusu zihninin ağzını yönlendirdiği biliniyor. Yani gaf yapan değil, ne söylüyorsa inanarak söyleyen biri ABD’nin Başkanı!

Örneğin Afrika, El Salvador, Haiti gibi ülkelerden “bok çukuru” diye söz edebildi.

Onu kat kat geçmiş olmasına rağmen eski Başkan George W. Bush’la ortak yanları var Trump’ın. Bush da, yıllar önce Rusya’da düzenlenen bir G8 toplantısında “kankası” eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’le konuşurken açık olduğunu unuttuğu mikrofondan, “Ortadoğu’daki krizi çözmenin anahtarı, Hizbullah ve Suriye’nin bu boku yemeye son vermeleridir” gibi laflar da sarf etmişti…[40]

Bunların yanında Trump’ın dili rakiplerine yönelik ağır sözlerle, hakaretlerle ihbarcıların idam edilmesine ilişkin önerilerle, sık sık tekrarlanan kitlesel toplantılarla birlikte giderek sertleşirken; rakiplerini değersizleştirmenin ötesinde şeytanlaştırıyor![41]

“Dayatmacı” keyfîlikle “kurallara” aldırmayan Trump’tan duyduğumuz tehlikeli sözlere, aynı derecede tehlikeli eylemler eşlik ediyorken; o, Bush döneminde terörizme karşı kurulan ‘İç Güvenlik Örgütü’nü, Federal Acil Yönetim Ajansı’nı (FEMA) kendisine bağlı güvenlik güçlerini, toplumsal muhalefete karşı kullanmaya başladı. Örneğin bunlar, “Siyah Yaşamlar Önemlidir” hareketinin doğduğu, Portland’da (Oregon), gözlerine kestirdikleri vatandaşları, hiçbir açıklama yapmadan plakasız arabalara atıp götürüyorlar. Seçimlere “kanun ve düzen” adayı olarak girmeye karar veren Trump, bu plakasız arabaları ve kimlik taşımayan güvenlik güçlerini “Siyah Yaşamlar Önemlidir” hareketinin görüldüğü Chicago, New York, Philadelphia, Detroit, Baltimore gibi kentlere de göndermeye başladı. Bu kentlerin Demokrat Parti’den valileri, Trump’ın tutumunu otoriterlik olarak nitelediler.

‘The New York Times’da Michelle Goldberg de “Trump’ın Amerikan kentlerini işgali başladı” başlıklı yorumunda, “Protestocular, sokaklardan hiçbir tutuklama emri olmadan derdest edilip götürülüyorlar. Hâlâ buna faşizm demiyor muyuz,” diye soruyor, ‘On Tryranny/ Tiranlık Üzerine’nin yazarı Timothy Snyder’in saptamasını aktarıyordu: “Paramiliter güçlere dikkat edin. Lider yanlısı paramiliter güçlerle polis iç içe girmeye başlamışsa demokrasinin sonu gelmiş demektir.”[42]

Gerçekten de “Tahakküm kurmalısınız. Göstericileri tutuklayıp, yargılamalısınız. Tahakküm kuramazsanız onlar indinde bir denyodan farksız kalırsınız!” sözleri 140 kente yayılan George Floyd gösterileri için valilere ve belediye başkanlarına Trump’ın verdiği talimat![43]

Varın gerisini siz tasavvur edin; bir de Trump’ın, “ABD’nin aşırı solcu faşizmin kuşatması altında olduğu”nu[44] haykırışını da unutmadan…

Bu tabloda “ABD’nin kuruluş tarihi 1776’dır. ABD’nin yaklaşık 250 yıllık bir geçmişi vardır. Bu geçmişe karşın kurumların yönetime ve başkana kayıtsız koşulsuz teslim olmadığı yaşananlarla bir kez daha kanıtlandı,”[45] türünden ucuz “tespitlerin” bir kıymet-i harbiyesi yokken; Trump’ın azledilme söylenceleri “hoş” ve boş bir seda olmanın ötesine geç(e)memiştir.

Tıpkı Başkan’ın eski “Ulusal Güvenlik Danışmanı” John Bolton’un, ‘Bir Beyaz Saray Anısı: Her şeyin Olup Bittiği Oda/ The Room Where It Happened: A White House Memoir’ başlıklı kitabıyla birçok “sırrı” ifşasının ya da eski emlak kralının genç yaşta ölen abisinin kızı Mary Trump’ın, ‘Çok Aşırı ve Yetersiz: Ailem Dünyanın En Tehlikeli Adamını Nasıl Yarattı?/ Too Much And Never Enough: How My Family Created the World’s Most Dangerous Man” başlıklı yapıtının deşifresinin de bir işe yaramaması gibi…[46]

Muhaliflerin susturulup, eleştiri ve itirazların işlevsizleştirildiği Trump’lı ABD’de Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, “Biz bir muz cumhuriyeti mi olduk?” sorusunu dillendirirken; ‘The New Yorker’ın yanıtı kısa: “Henüz orada değiliz ama her halükârda yerinde bir soru bu. Amerikan demokrasisinin geleceği belirsiz!”[47]

Gerçekten de “Trump, ikinci kez seçilebilmek için ülkede Yeni Faşizmi destekliyor, dünyada Çin ile sıcak çatışma riskini göze almış görünüyor ve Trump ateşle oynuyor!”[48]

“Trump döneminde başlayan ‘süreç olarak faşizmi’ hızlandıran gelişmeler, Trump’ın Beyaz Sarayı terk etmeye niyetli olmadığını, kasım seçimlerinde bir ‘hukuk darbesi’ olasılığını gündeme getiriyor.

Trump, artık denetimden çıkan Covid-19 salgını üzerine konuşmuyor, yerine ırkçı, dinci bir ‘hukuk ve düzen’ söylemini yoğunlaştırıyor: Irkçılığın ve köleciliğin simgesi olan Güney’in bayrağını savunuyor. ‘Siyah Yaşamlar Önemlidir’ hareketini bastırmaya çalışıyor; polisin siyahlardan çok, beyazları öldürdüğünü iddia ediyor. Onu Mesih olarak gören dinci Evanjelik seçmenin fantezilerine kendisinin de inanmaya başladığı, ‘kültürel Marksizm’ denen bir komployu yayan kimi fanatikleri Beyaz Saray’da yanına aldığı görülüyor.

Bir The Nation araştırmasına göre, Trump’ın maşası olarak çalışan, artık uluslararası ilişkiler konusunda da demeçler vermeye başlayan (büyük ABD şirketlerini Çin konusunda uyarıyor, hatta tehdit ediyor), Başsavcı William Bar’ın emriyle Federal Hükümet (merkezî hükümet) 17 yıl sonra idamları yeniden başlatmış. İki kişi idam edilmiş, ilk sırada iki kişi daha ve ondan sonra da 60 idam mahkûmu var. Bu sırada Trump, CIA’nın gizli operasyon yapma yetkisini genişletmiş. The Guardian ve Los Angeles Times’ın aktardıklarına göre, Trump’a bağlı Gizli Servis personeli Oregon’da plakasız arabalarla, kimliksiz üniformalarla dolaşıyor, insanları herhangi bir gerekçe göstermeden alıp götürüyor, daha doğrusu kaçırıyorlarmış. Kısacası ‘süreç olarak faşizm’ ilerliyor.”[49]

NEO-FAŞİZM

Gerici, otoriter ve/veya faşist bir aşırı sağ dalga dünyanın her yerinde yükselişte: Hâlihazırda, dünya üzerindeki ülkelerin yarısına hâkim olmuş durumda. En bilinen örnekler şunlar: Trump (ABD), Modi (Hindistan), Orbán (Macaristan), Erdoğan (Türkiye), IŞİD (İslâm Devleti), Salvini (İtalya), Duterte (Filipinler) ve şimdi de Bolsonaro (Brezilya). Ama bir sürü başka ülkede de, henüz bu kadar açık tanımlanamasalar da, bu trende yakın hükümetler var: Rusya (Putin), İsrail (Netanyahu), Japonya (Shinzo Abe), Avusturya, Polonya, Burma, Kolombiya vs.

Bu aşırı sağ dalganın her ülkede kendine has özellikleri var: Birçok durumda (Avrupa, ABD, Hindistan, Burma), düşman -yani günah keçisi- Müslümanlar ve/veya göçmenler; bazı Müslüman ülkelerde, dinî azınlıklar (Hıristiyanlar, Yahudiler, Êzîdîler). Bazı örneklerde yabancı düşmanı milliyetçilik ve ırkçılık ağırlıkta, diğerlerinde ise kökten dincilik ya da sol, feminizm ve homoseksüel nefreti. Görüldüğü gibi çeşitlilik söz konusu ama hepsi değilse bile çoğunluğun paylaştığı bazı ortak özellikler de var: Otoriterlik, köktenci milliyetçilik -“Deutschland über alles” ve onun yerel varyantları: “America First” (Önce Amerika), “O Brasil acima de tudo” (Her Şeyden Önce Brezilya) vb.- dinî veya etnik (ırkçı) hoşgörüsüzlük, toplumsal sorunlara ve suça karşı tek yanıt olarak polis/ordu şiddeti. Faşist veya yarı faşist nitelemesi bazıları için geçerli olabilir.[50]

Bu noktada şunu belirtmekte yarar var: Donald Trump ve Boris Johnson gibi adeta birbirinin kopyası tiplerin, aynı dönemde ortaya çıkması bir rastlantı değil. Bunlar, Reagan ve Thatcher ile başlayan neo-liberal küreselleşme sürecinin, ona eşlik eden postmodernizmin, 2008 finansal krizinde ifadesini bulan iflaslarının semptomlarıdır…

Popülizmin geri gelişi, “biz ve onlar” ikilemini yeniden canlandırdı ve siyaset alanını yeniden açtı. Ne yazık ki şimdilik bu ikilem içinde, “Yeni Faşizm” bir “biz” inşa ediyor. Trump, Johnson gibi tipler bu “biz”e dayanarak iktidara gelmeye ve orada kalmaya çalışırken “Yeni Faşizm”in değirmenine su taşıyorlar.

Çare bu süreci görmezden gelerek eski “uyumlu, kapsayıcı politika fantezisine” kapılmaktan değil, daha büyük bir ilerici, anti-faşist “biz” yaratmaktan geçiyor. Bunun ilk adımı da solun birlikte çalışmanın yollarını bulmasında…

Bu zorunluluk göründüğünden çok daha acil. Çünkü kapitalizmin ve uluslararası jeopolitiğin dinamikleri, ırkçılıktan, milliyetçilikten, emperyalist yeniden paylaşım rekabetlerinden, dolayısıyla da “Yeni Faşizm”den yana işliyorken;[51] 1980’lerde yeni küreselleşme sürecinin merkezinde ABD vardı. Ve 2008 finans krizi sonrası dönemde yükselmeye başlayan “yeni-faşizm”in merkezinde de ABD yer alıyor.[52]

Yeri gelmişken, belirtmeden geçmeyelim: Devlet kapitalizmi, yalnızca Çin’e ait bir gelişme değil. ABD yönetimi de benzer yönde ilerlemeye başlıyor. Davos’çuların neo-liberalizme yönelik eleştirilerinin, siyasal istikrarsızlıklara ilişkin kaygılarının cilasını kazıyınca, bir devlet kapitalizmi seçeneği belirmeye başlıyor. Böylece “1984” tipi rejimlerin ya da XXI. yüzyılın faşizminin, gelişme olasılıklarının önü açılıyor.[53]

Bu noktada “temsilî demokrasi”, “oy” gibi söylencelerin bir karşılığı yoktur.

“Oy Kullanıyorum. O Hâlde Özgürüm” diyerek gönül rahatlığı ile dolaşabilir misin?

Mesela, Amerikalı ünlü bilimkurgu yazarı Robert Anson Heinlein çok da haksız mıydı, “Tarihte, çoğunluğun haklı olduğu bir tek örnek gösterebilir misiniz…” derken?[54]

“Liberal demokrasinin iflası olarak faşizm”[55] gerçeğine yeniden kafa yorulması gereken zamanlardan geçiyoruz…

Hatırlayın: Irkçı, gerici, demagog Trump, başkan seçildikten sonra canlanan “faşizm” tartışmaların içinde bir tarihçi, 1930’larda Almanya’da Naziler iktidara gelmeden önceki Demokratik Weimar Cumhuriyeti’nin siyasi ve kültürel canlılığını “yanardağın kıyısında dans etmeye,” benzetmişti.[56]

Ayrıca Trump yönetiminin içinden biri ‘The Guardian’a, “Amerika biraz Weimar Cumhuriyeti’nin son dönemine benzemeye başladı” demiş. Weimar Cumhuriyeti (1918-1933) yerini Nazi devletine bırakmıştı.

Bu analoji güçlü, çünkü içinde büyük gerçeklik payı var. O dönemde de bir coronavirüs pandemisi vardı (İspanyol gribi – 1918-20). “Büyük Depresyon” içinde, işsizlik yüzde 30’a yükselmişti. Salgın, tarihte hemen her pandemide olduğu gibi bir suçlu arayışına yol açıyordu. Avrupa’nın geleneği de bu “göreve” Yahudileri ve yabancıları (“ulusu kirleten, aşağı ırktan” insanlar) atıyordu. Büyük Savaş’tan hezimete uğrayarak çıkan Almanya’da milliyetçi kesimler düş kırıklığı yaşıyor, bu duygu “Yahudi ihaneti” paranoyası üzerinden nefret ve intikam, “ulusun büyüklüğünü” kanıtlama saplantısına dönüşüyordu. Sokaklarda silahlı faşist milisler Yahudilere, işçi hareketine saldırıyor, halkı yıldırmaya çalışıyordu. Almanya sosyal formasyonunun bütün çelişkileri birden derinleşiyor, toplum dağılma sürecine giriyordu. Büyük sermaye, silahlı milislerden çekinmekle birlikte, işçi sınıfını yeniden disiplin altına almak, ekonomiyi çalıştırmaya başlamak için Nazilerin iktidarını kabul etme düşüncesine giderek yaklaşıyordu.

Bugün de ABD’de ekonomi serbest düşüşte, işsizliğin hazirana kadar yüzde 25’e yükselmesi bekleniyor. Bunlar coronavirüs salgınının etkilerinden kaynaklanıyor. Ancak, bu salgın ABD’de yıllardır giderek şekillenen ve ifadesini Trump’ın seçilmesinde bulan bir dizi ekonomik, coğrafi, kültürel çatlağın üzerine geldi ve onları daha da derinleştirdi.

Bu çatlaklar kabaca şöyle: Sınıf (emek sermaye), ırk (beyazlar ve diğerleri), din (Protestan Evanjelik ve Katolik, Müslüman, Yahudi), kentsel ve kırsal (taşra). Bu çatlaklar, “biz” ve “onlar”, kırmızı (cumhuriyetçi) ve mavi (demokrat), “yurtsever” ve “küreselleşmeci” (liberal seçkinler ve Yahudiler anlamına da geliyor) saflaşmasına yol açıyor. Coronavirüs salgınının etkisiyle hızla derinleşmeye başlayan bu çatlakların taraflarının birçok alanda örtüştüğü (örneğin beyaz, Protestan, taşra ve yabancı -Katolik, Müslüman-, büyük kentler gibi), emek, sermaye ve ırkçılık kategorileri etrafında toparlanabileceği görülüyor. Dünyada, ABD hegemonyası artık yok! Bu da halkta yönetici seçkinlere yönelik bir düş kırıklığını, iktidarsızlık duygusunu besliyor, Amerika’yı, yabancı unsurları temizleyerek “yeniden büyük yapma” saplantısına dönüşüyor…

Çünkü Trump, Covid-19 salgını ve ekonomik depresyon etkisiyle zayıflayan seçilme şansını bu bölünmüşlükleri kullanarak ve faşist hareketlerle “ekonomiyi yeniden açma” talebi üzerinde buluşarak, onların sözcülüğünü üstlenerek telafi etmeye çalışıyor. “Güney (Amerikan İç Savaşı’nın köleci kanadı), Trump yönetimi altında yeniden canlanıyor.”[57]

California, Kuzey Carolina, Ohio, Michigan, Los Angeles, Iowa gibi birçok kentte ekonomiyi açma talebini bir özgürlük konusu yapan silahlı milislerin de katılığı büyük protesto gösteriler düzenlendi. Ohio’da silahlı milisler Eyalet Meclisi binasına girdiler.

Beyaz Saray’ın kendi yaptırdığı, günlük ölü sayısının 3 bin, toplam sayının 100 bin ile 250 bin arasına çıkabileceğini hesaplayan Covid-19 araştırmasına karşın, Trump bir an evvel ekonomiyi, özellikle işçilerin yaşamı pahasına açmaya çabalıyor, bu amaçla da silahlı milislerin katıldığı toplantıları açıkça destekliyor; Beyaz Saray’da kurulan Covid-19’la mücadele timini dağıtmaya hazırlanıyor. Bu noktada, faşist grupların, Cumhuriyetçi Valilerin, sermayenin ve Trump’ın arzuları birleşiyor.

Trump’ın ekonomiyi yeniden açma planında, işveren çağırdığında işe gitmeyen işçilerin, işyeri ve çalışma güvenliği koşullarına bakılmaksızın “gönüllü işsiz” sayılarak, işsizlik ödeneklerinin kesilmesi de yer alıyor. Kimi eyalet valileri daha şimdiden bu “aç bırakarak canı pahasına, zorla çalıştırma” yöntemini yasalaştırmaya başlamışlar.

Böylece ekonomiyi açma süreci, aynı zamanda, Trump liderliğinde “yeni faşizmi” ve sermayeyi birbirine yakınlaştıran bir cephenin, yerli/göçmen işçi sınıfına yönelik güçlü bir saldırısını da beraberinde getiriyor.[58]

Bir Weimar Cumhuriyeti olarak ABD’de Trump’ın yalanları aslında nihilizmin maskesi ve neo-liberal faşizmin ideolojik tasarımını üretiyor. Bu şartlar altında devletin finans modeli yeniden yaratılıyor, tüm toplumsal ilişkiler ekonomik hesaplara göre değer kazanıyor ve ultra milliyetçilik ile sağ popülizm, beyaz üstünlüğü üzerinden zehirli ve gamsız bir savunma mekanizması yaratıyor. Trump, şaşırtıcı olmayan bir şekilde dili bir savaş aracı, sosyal medyayı da kendisine muhalif olanları kriminalize etme, göçmenleri insan yerine koymama ve kendisini beyaz milliyetçilerin ve diğer aşırı grupların sözcüsü yapma gücünü veren bir duygusal mayın tarlası olarak görüyor.

Faşizm ilk olarak dille başlar, ardından ayrımcı şiddeti belli bir gruba uygulamayı -siyahlara, Yahudilere, göçmenlere ve diğer “elden çıkarılabilir olanlara”- meşrulaştıracak bir şekillendirmek için aradığı itici gücü kazanır. Bu maskenin ardında, Trump kendisini eleştirenleri “düşman” göçmenleri “ezikler” ve “suçlular” olarak gösterir ve nefret ve şiddetle şekillenen aşırı sağın sözcüsü hâline gelir. Bir performans stratejisi olarak abartılı şiddetli tepkileri kullanarak ve medyayı da bu uğurda yönlendirerek yarattığı ayrımcı ve şeytanlaştırıcı retorik ile de gerçek şiddetin tonunu belirlemiş olur.

Retoriğinin Neonazilerin beyaz ırkçıların şiddetini nasıl meşrulaştırdığını umursamadığı gibi aynı zamanda bunların büyüyen bir tehdit olduğunu da asla kabul etmiyor. Trump, Yeni Zelanda’daki saldırının ardından gazetecilere yaptığı açıklamada beyaz üstünlüğünü savunan grupların ciddi bir tehdit oluşturmadığını söyledi.

William Faulkner’in işaret ettiği gibi geçmişin hayaletleriyle yaşıyoruz ya da daha doğrusu; “Geçmiş hiçbir zaman ölmedi. Aslında geçmiş bile değil.” Trump karanlık dönemlerinin hayaletlerinin bugünümüze gelebileceğinin canlı kanıtı. Fakat bu aynı zamanda bu hayaletlerle mücadeleyle geleceği kuracak radikal demokrat siyasetlerin inşa edilebileceğinin de kanıtı. Nazi rejimi, tarihin donmuş bir anından çok daha fazla. Aynı zamanda geçmişten bir uyarı ve Trumpizmin demokrasiye yönelik tehdidine açılan bir pencere. Faşizmin hayaletleri korkmak için değil, bizi somut ve kapsayıcı bir demokrasi için somut eyleme geçmemiz açısından önemli bir araç.[59]

Görmekte, altını çizmekte yarar var: Trump, başkan olduğundan bu yana ABD’de bir “Yeni Faşizm süreci” yaşanıyor. Dört yıl önce Trump, çok açık bir ırkçı, dinci, şiddeti yücelten, LGBTİ, kadın düşmanı, iklim krizini inkâr eden, rakibi Hillary Clinton’a yönelik hakaretlerle yürütülen, “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” derken kimi yabancı liderleri, örneğin Merkel’i “deli kadın” sözleriyle aşağılayan bir gündemle seçildi. O zaman birçok “sağduyulu” gözlemci, “Trump, Beyaz Saray’a yerleşince bürokrasinin elinde normalleşir” diyerek avunuyordu. Hitler, iktidara geldiğinde genç Viktor Klemperer’e (o dönem yazılmış güncesi çok önemlidir) babasının, “Merak etme, bu ülkenin güçlü kurumları var” dediğini anımsatanlara iyi gözle bakılmıyordu.

Trump, Beyaz Saray’a yerleştikten sonra kampanyasında açıkladığı programı uygulamaya başladı. Finans-kapitalin vergileri daha da indirildi, borsalar yükselmeye başladı. Trump, Meksika sınırına duvar, yasadışı göçmenleri çocuklarından ayıran tecrit kampları yaptırdı, Müslümanların ülkeye girmesini önlemeye çalıştı, uluslararası ilişkilerde milliyetçi ve saldırgan tutum benimsedi. ABD, silahsızlanmayla, iklim kriziyle mücadeleyle ilgili uluslararası anlaşmalardan çıkmaya başladı. ABD ile Çin arasında rekabet giderek sertleşti, bir ticaret savaşı başladı. Trump, Beyaz Saray’daki bağımsız, deneyimli bürokratları, danışmanları tasfiye etti. Başsavcılığa, Yüksek Hâkimler Kurulu’na, İstihbarat Konseyi’nin başına, “maşa” gibi kullanabileceği adamları getirdi, Cumhuriyetçi Parti’yi kontrol altına aldı. Hakkında açılan meclis soruşturmasını sabote ederek yasama organını zayıflattı. Trump ve adamları, devletin tepesine ve önemli merkezlerine yerleştiler.

Bunlar olurken Trump, ülkede ırkçı, faşist, çoğu silahlı milis gücü olmaya aday grupları yüreklendirecek konuşmalar yaptı, onları destekledi, saçma sapan komplo teorilerini Twitter’den paylaştı. Trump’la birlikte ABD’de, toplum ve devlet düzeyinde bir “Yeni Faşizm” süreci başladı.[60]

Bir ek daha: ABD’deki “Yeni Faşizm” sürecinin bir diğer bileşeni de Evanjelik Hıristiyanlık. Bu, İncil’e harfi harfine uymayı şart koşan son derecede gerici kesim, Trump’ı destekliyor. Bu kesimin dinî liderleri, Trump’ı, tüm ahlâksızlıklarını sineye çekerek bir “Kusurlu Mesih” olarak kabul ediyorlar. Trump da her fırsatta bunların ideolojik fantezilerini besliyor. Örneğin: Beyaz Saray’ın yakınındaki bir kilise olaylar sırasında hasar görünce Trump, Beyaz Saray’dan korumalarının eşliğinde yürüyerek kiliseye geldi ve kilisenin önünde, elinde bir İncil ile fotoğrafçılara poz verdi. Trump gelmeden önce kilisenin önünde barışçı bir gösteri vardı. Polis, Trump’a yer açmak için protestocuları, biber gazı ve copla uzaklaştırdı.[61]

IRKÇILIK İLLETİ

Ayırımcılık, ırkçılık, adaletsizlik, eşitsizlik kapitalist yerkürenin her yerinde…

Sürdürülemez kapitalizmin otoriter popülist liderlerinin yönetimleri altında daha da şahlanıyor. Gücün yürütme erkinin elinde merkezileşmesi, “ötekileştirilenleri” sistemin dışına itiyor…

Covid-19 pandemisinin daha çok düşük gelirli, riskli alanlarda çalışan ve genelde sağlık hizmetlerinden yararlanamayan Afro-Amerikanları vurduğu Trump’lı ABD’de de böyle bu.

‘Booking Institute’ 2016 yılı raporuna göre, ABD’de bir beyaz ailenin ortalama geliri siyahî bir ailenin gelirinin 10 katıyken;[62] tarihi yerlilere (“Kızılderililer”e), siyahîlere, göçmenlere, farklı cinsel yönelimli bireylere karşı ayrımcılıklar ve baskılarla dolu Amerika’da ırkçılık kadim bir mesele.

Amerika kıtasının keşfinden bu yana, bu topraklarda ırkçılık her daim kazandı; ırkçılar ödüllendirildi, hak ettikleri cezaları almadı; ırkçılık gerilimi, gerilim şiddeti tetikledi.

Howard Zinn, ‘ABD Halklarının Tarihi’ başlıklı yapıtında Kolomb’un gemi günlüğünden Arawak halkı için yazdıklarını şöyle aktarır: “Bize papağanlar, pamuk kozaları, mızraklar ve daha birçok şey getirip bunları cam boncuklar ve çıngıraklarla değiş tokuş ettiler. Sahip oldukları her şeyi değişmeye hazırlar. Gelişmiş ve sağlıklı vücutları, yakışıklı yüzleri var. Silahsızlar ve silahları tanımıyorlar. Onlara bir kılıç gösterdiğimde keskin kenarlarından acemice tutup kendilerini kestiler. Demir kullanmıyorlar. Mızraklarını kamıştan yapıyorlar. Bunlardan iyi köleler olabilir. Elli kişiyle bunların hepsine boyun eğdirebilir, istediklerimizi yaptırabiliriz.”[63]

Beyazların üstünlüğüne dayanan, köleliği yücelten ABD devleti, kanlı tarihinden aldığı güçle XXI. yüzyılda hâlen siyahîleri hedef almaktayken;[64] ABD’de siyah Amerikalı George Floyd polis şiddeti sonucu hayatını kaybetti. Minneapolis Kent Konseyi Başkanı Lisa Bender “Kentimiz, Minneapolis Polis Departmanı ile olan toksik ilişkisini sona erdirmeyi planlıyor,” dese de;[65] George Floyd’u katleden polis ekibinde yer alanlardan biri daha kefalet karşılığı tahliye edildi. Katil polislerden Derek Chauvin, Tou Thao, Thomas Lane ve J. Alexander Kueng arasından Thao da 750 bin dolar (5 milyon TL) kefaletin ödenmesiyle tahliye edildi![66]

Aslında bunda şaşırtıcı bir şey yok…

Floyd’un beyaz polis Chauvin’ce boğularak öldürülmesi konusunda Hollywood yıldızı George Clooney, Daily Beast sitesi için kaleme aldığı makalede, “George Floyd’un öldürüldüğünden kimsenin şüphesi yok. Dört polis memurunun elinde son nefesini vermesine tanıklık ettik… Bir kez daha sokaklarımızda dışa vuran öfke ve hüsran, ilk günahımız kölelikten beri ülke olarak ne kadar az olgunlaştığımızın sadece bir hatırlatıcısından ibaret… Bu da bizim pandemimiz. Hepimizi enfekte ediyor ve 400 yıldır hâlâ aşı bulacağız,”[67] derken haksız değildir…

Çünkü bir araştırmaya göre, ABD’deki en büyük terörizm tehdidi, aşırı sağcılardan ve beyaz üstünlükçüsü gruplardan geliyor. Trump’ı iktidara getiren dalgayla birlikte ABD’de alt-right denen gruplar ve tüm ırkçı sağcılar kendilerine güvenli hâle gelip sokaklarda terör estirmeye başlamışlardı. 2017’de ırkçılık karşıtı bir gösteriye arabasıyla dalan bir saldırgan, Heather Heyer’in ölümüne yol açmıştı.

Yine geçenlerde yayınlanan raporda, ayrıca, 6 yılda aşırı sağ saldırı ve suikast girişimlerinde yoğun bir artış olduğu belirtiliyor. 2019’daki tüm terörist saldırıların üçte ikisi, 2020’dekilerin ise yüzde 90’ı aşırı sağcılar tarafından gerçekleştirilmiş. Rapor, aşırı sağın terör tehdidinin, diğer tüm tehditlerden daha büyük olduğunu söylüyor.[68]

‘Boogaloo’ diye anılan aşırı sağcı hareketin mensupları, Amerika’nın dört bir yanında patlak veren eylemlerde boy gösteriyorken; eylemleri kendi amaçları için fırsata çevirme niyetindeler ve zaman zaman tüfeklerle sokağa çıkıyorlar.[69]

Örneğin Floyd’un katli ardından polis şiddetine karşı düzenlenen protestolarda, Virginia’da barışçıl göstericilerin üzerine araç süren bir KKK lideri tutuklandı. Basına yansıyan haberlere göre, Kaliforniya’da düzenlenen protestolarda, uzun yıllardır polise toplumla önyargısız ilişki kurma eğitimi veren siyah bir eylemci vurularak yaralandı.

Virginia eyaletinin Fairfax County kentinde 5 Haziran 2020’de Floyd olayına benzer bir vakada polis memuru Tyler Timberlake tutuklandı. Sosyal medyaya yansıyan görüntülerde bir grup polis sokakta daireler çizerek dolaşan siyah bir erkeği ambulansa binmeye ikna etmeye çalışıyor. Bu sırada polislerden biri adamı şok tabancasıyla vurup yere düşürdükten sonra sırtına çıkıp ellerini kelepçelemeye çalışıyor.[70]

Dedik ya şaşırtıcı değil bunlar!

Siyaset bilimci Dr. Aysuda Kölemen’e göre, “… ‘ABD’de ırkçılık arttı,’ demek çok yanlış çünkü ABD’nin hukuk, güvenlik, eğitim ve sağlık yapısı ırkçılık üzerine kurulu”dur.[71]

24 saat içerisinde 3 ayrı saldırının yaşandığı ABD’den, Teksas ve Ohio’da meydana gelen saldırılarda 31 kişinin hayatını kaybedip Chicago’da ise 9 kişinin yaralandığı[72] şiddet ve ırkçılık coğrafyasından işte birkaç örnek!

• Nobel ödüllü, 90 yaşında bilim insanı Dr. James Watson, insanlar arasında ayrımcılık, ırkçılık yapıyor. Watson PBS kanalının yayımladığı belgeselde, “Siyahlar ile beyazlar arasında zekâ ve entelektüel kapasite arasında fark vardır, testler bunu kanıtlıyor,” dedi. Afrika’nın geleceğinin karanlık olduğunu söyleyip, bunun “zekâ geriliği”nden olduğunu ileri sürdü! Siyahlar ile beyazlar arasındaki farkın da üstelik genetik olduğunu söyledi…[73]

• Latin Amerika Dışişleri Bakan Yardımcısı ve daha sonra Meksika Büyükelçisi Francis White, “Belirli istisnalar dışında, Latin Amerika’nın çoğu hükümetinin, özellikle tropik bölgelerde ve çok küçük bir saf beyaz nüfusa sahip olmak, kamu görevlileri arasında büyük bir sahtekârlığın var olmasıdır. Beyaz için Ekvador çok geri kalmış bir ülkedir.” Çünkü nüfusun sadece “Yüzde 5’i saf beyaz, geri kalan yarım kan veya Kızılderili” diyordu!

Yıllar sonra, Kaliforniya Üniversitesi, Berkley zoolog Samuel Jackson Holmes, ABD’deki Meksikalıların zorla sterilizasyonunu önerdi (aynı şekilde yalnızca Kaliforniya’da 10.000 “aptal” sterilize edildi). Holmes, “Bugünün işçilerinin çocukları yarın vatandaş olacak” dedi. Ardışık makalelerde, Theodore Roosevelt’in sadece KKK üyeleriyle değil, Anglo-Sakson vatandaşlarının geniş bir alanı ile rezonansa girecek olan “ırksal intihar” hakkındaki uyarısını tekrarladı.[74]

Bu hâlde; ABD’de yayımlanan araştırmada ırkçıların propaganda araçlarında gözle görülür bir artış yaşandığına dikkat çekildi. Üniversitelerde yoğunlaşan ırkçı söylemlerin önceki yıllara göre neredeyse iki katına çıktığı kaydedildi. ABD’de Karalama Karşıtı Topluluk (ADL) isimli bir sivil toplum örgütünün hazırladığı rapora göre, ülkede ırkçı propaganda dağılımı, 2019’da zirveyi gördü.

ADL’nin raporunda, “2019’da ülke çapında toplam 2 bin 713 ırkçı yayın dağılımı bildirildi” ifadeleri kullanıldı. Bu sayının 2018’de bin 214 olduğu aktarıldı. Buna ek olarak, 2019’da Hawaii dışındaki her ABD eyaletinde en az bir ırkçı propaganda vakası saptandığı belirtildi. En yüksek sayıda ırkçı propaganda faaliyeti Kaliforniya, Teksas, New York, Massachusetts, New Jersey, Ohio, Virginia, Kentucky, Washington ve Florida eyaletlerinde görüldü. Kampüslerdeki ırkçı propagandanın, ülke çapındaki faaliyetlerin dörtte birini oluşturduğu kaydedildi.[75]

Durum bu merkezdeyken; ABD’de polis siyahları öldürdükçe, Trump insanların polise ve kanunlara saygılı olması gerektiğini söylüyor. Son isyanı körükleyen, budur…

Malum üzere ABD kapitalizmi ülkeye kendi rızaları dışında getirilen siyah insanların emekleri üzerinden kuruldu. Malcolm X’in ünlü sözünde olduğu gibi “Irkçılığın olmadığı bir kapitalizm mümkün değildir.”

Irkçılık, bütün bir insan grubunu derilerinin rengi yüzünden köleleştirip, onların emeklerini ücret ödemeden kullanmanın meşrulaştırılmasının aracı oldu. Karşılığı ödenmeyen bu emek, erken dönem kapitalizmin motorunu çalıştıran yakıt işlevi gördü[76] ve onun dişlilerince öğütüldü!

25 Mayıs 2020’de siyahî George Floyd’un beyaz polis tarafından acımasız muamele yüzünden katledilmesiyle Minneapolis’ten yayılan isyanın kapitalist tahakkümün yarattığı eşitsizlik, baskı ve tahribata karşı koyma cüreti olduğu herkesin malumuyken; söz konusu şiddetin ABD’nin etnik ve sınıfsal farklılığıyla doğrudan ilintili olduğu da “sır” değildi!

“Nasıl” mı?

ABD işgücü piyasalarında 2019 itibarıyla işsizlik oranı beyazlarda yüzde 3.1 düzeyinde iken Hispanik nüfusta (Meksikalı ve Orta ve Güney Amerikalı göçmenler) yüzde 4.5, siyahîlerde ise yüzde 6.5’e çıkıyordu.

‘Economic Policy Institute’ye (EPI) göre, cinsiyet ve etnik kökene dayalı ücret eşitsizliği dayanılmaz boyutlara ulaştı. Siyahî kadın emekçilerin ücretleri, beyaz Amerikalı erkeklerin ücret ortalamasının ancak yüzde 62’sine erişmekteydi. Bütün etnik kökenler bir arada düşünüldüğünde, kadın emekçilerin ortalama ücreti, erkek emekçilerin ücretlerinden yüzde 18 daha gerideydi.[77]

Ayrıca gelir ve servet eşitsizliğinin ırksal boyutla malûl olduğu ABD’nin kurumsal yapısı, tarihsel olarak, eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşma, finansal imkânlara ulaşmayı da içeren her alanda siyahlara sayısız zorluk çıkarmaktadır.

Tüm iktisadî göstergeler siyahlar ve beyazlar arasındaki iktisadî eşitsizliklerin arttığını ortaya koymaktadır. Ortalama beyaz ailenin serveti 1983’teki 110 bin dolarlık seviyesinden 2016’da 146 bin dolara yükselmişken, ortalama siyah ailenin sahip olduğu servet aynı dönemde 7 bin dolarlık seviyesinden 2016’da 3.557 dolara azalmıştır. Aynı dönemde beyaz aileler daha yüksek oranda ev sahibi olurken siyahî ailelerin sadece yüzde 44’ü ev sahibidir.

Corona virüs kaynaklı ölümleri takip eden ‘The Covid Tracking Project’e göre siyahlar ABD nüfusunun yüzde 13’ünü oluşturmaktayken; corona virüsten kaynaklı ölenlerin yüzde 24’ü siyah Amerikalılardır. Pandeminin merkez üssü New York eyaletinde siyahların ve Hispaniklerin nüfus içerisindeki oranları sırasıyla yüzde 14 ve yüzde 19 iken corona virüs kaynaklı ölümlerdeki oranlar siyahîler için yüzde 25 ve Hispanikler için yüzde 27’dir.[78]

Tüm bu veriler ışığında denilebilir ki, siyahîler için hiçbir şey henüz “tarih” olmadı. Floyd’un katledildiği Minneapolis, “siyah” tabloyu çok iyi anlatan verilere sahip!

Örneğin Minneapolis’te beyazlar siyahlardan iki kat fazla kazanıyor. ‘Census Bureau’ya göre, 2018’de siyah bir ailenin geliri yıllık 36 bin dolar, beyaz bir ailenin geliri 83 bin dolarken; fark 47 bin dolardı!

Ev sahibi olmada ise, siyahların yüzde 25’i kendi evinde otururken, bu oran beyazlarda yüzde 76 idi…

Mülkiyetteki adaletsizlik de uzun bir geçmişe dayanıyordu. 1968’deki yasa değişikliğine kadar beyazların gayrimenkulleri, beyaz (Caucasian) kanı taşımayanlara satılamaz, devredilemez ya da kiralanamazdı. Mineapolis’in ikizi St. Paul’de 1950-1960 arasında inşa edilen otoyol her 8 siyahtan birinin evinin ya da iş yerinin üzerinden geçti. Bu ailelerin çoğu bir daha toparlanamadı. İşsizlik beyazlarda yüzde 4, siyahlarda yüzde 10 idi![79]

Ve nihayet ABD polisinin Floyd’u öldürmesi nadir bir olay değil; aksine gündelik bir olaydı adeta.

Amerika’da 2015 Ocak’ından 2020’nin ikinci çeyreğine 4728 kişi polis tarafından kurşunlanarak öldürülmüştü. Bunlardan 1252’si siyah, 877’si Hispanik, 214’ü diğer etnik azınlıklardandı ve öldüren polislerin hepsi beyazdı…

Sadece siyahlara bakarsak, beş yılda 1252 cinayet yılda 250 cinayet demek. Yani her üç günde iki ölüm. Yani 36 saatte bir… Denebilir ki, polisin 2015’ten beri öldürdüklerinin 2385’i beyaz olduğuna göre, beyazlar siyahlardan iki kat daha çok öldürülüyor. Evet. Ama siyahlar nüfusun yüzde 13’ü. Beyazlar yüzde 72’si…[80]

Hâl bu merkezdeyken; daha fazla izaha gerek var mı?!

VE İTİRAZ!

Evet, “Nefes alamıyorum!”, sadece George Floyd’un değil, tüm Amerikan toplumunun, hatta dünya nüfusunun yüzde 99’unun feryadı, itirazı, isyanı!

Irkçılık sorunu tarihsel olarak aşılamadı ve kapitalizm koşullarında da aşılabilecek gibi değil…

Bu nedenle “No justice, no peace/ Adalet yoksa barış yok” diye haykıran ötekileştirilenler; “ABD’de sokağa çıkma yasağı ilan edilmesine rağmen isyan eden insanlar artık kanunu dinlemiyor. Çünkü kanuna ve kanunu uygulayanlara güvenlerini yitirdiler.”[81]

“ABD’nin Gezi İsyanı”[82] olarak da betimlenen eylemler ne Zülal Kalkandelen gibi, “ABD’de sosyalizme ilgi artıyor diye yaygara koparılsa da, aslında orada kastedilenin sosyalizm değil, sosyal demokrasidir”;[83] ne de ‘Demokrat Sosyalistler’den, parlamentonun en genç üyesi Alexandria Ocasio Cortez gibi, “Trump korkuyor. Sonun yaklaşmakta olduğunu görüyor,”[84] demek mümkün değil…

Orta yerde ABD’nin en az 15 eyaletine Ulusal Muhafız güçleri konuşlandığı ve gözaltına alınanların sayısının 4 bini geçtiğinin aktarıldığı;[85] ayrıca ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon), 1600 askeri tedbir amaçlı Washington eyaletinde konuşlandırdığını duyurduğu;[86] ve protesto gösterilerinin Detroit, New York, Seattle, Los Angeles, Washington olmak üzere otuzdan fazla kenti etkisi altına aldığı; polisle, cop, biber gazı ve plastik mermiyle saldırdığı; bir polis karakolu, çok sayıda polis aracının yandığı; binaların camlarının kırıldığı, kimi dükkânların yağmalandığı ve yoldan geçen bir arabadan açılan ateşle bir göstericinin öldüğü; nihayet Beyaz Saray adeta kuşatma altında olduğu[87] bir hareket varken; ne olacağı mücadelece belirlenecek…

Aslında bunlar siyahî itiraz hareketi açısından yeni bir şey de değilken; ABD’de kısa sürede tüm ülkeye yayılıp; köleci ve ırkçıların heykellerinin yıkıldığı eylemlerin en önemli sloganı, aynı zamanda toplumsal bir hareket de olan ‘Siyah Canlar Önemlidir/ Black Lives Matter’ hareketinin aslî amacı, “beyaz ırkın üstünlük söylemi” ile siyah topluluklara uygulanan şiddete karşı mücadele etmek.

Söz konusu güzergâhta Amerika’nın Siyah Sosyalistleri’nin web sitelerinde “Temel İlke ve Amaçlar” adı altında yayımladıkları bildiri; mücadele hattını şöyle tarif ediyor:

 “• Kapitalizmin, özgürlük ve adalete karşıt bir sosyal ve ekonomik sistem olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle, uluslararası bir sosyalist hareketin, demokrasi ve özgürlüğün erdemlerini yansıtan eşitlikçi bir topluma ulaşmanın en güçlü umudu olduğunu düşünüyoruz.

• ‘Sosyalizm’ derken yine kapitalizm bünyesinde kapsamlı bir sosyal refah devleti ya da kamulaştırılmış hizmetlerden bahsetmiyoruz. ‘Sosyalizm’ ifadesiyle politik, ekonomik ve kültürel sistemin sağlam demokrasi ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde yeniden yapılandırılmasını kastediyoruz.

• Biz siyah bir Amerikan örgütüyüz. Sosyalist siyaseti çevreleyen ilkelerin siyah Amerikalılar arasında yeterince temsil edilmediğini görüyoruz. Siyah Amerikalıların daha fazla özgürlük ve eşitlik için sosyalizme ihtiyaçları var.

• Örgütün amacı, siyah solcuların uluslararası sosyalist hareket içerisinde sağlam bir şekilde temsilini sağlamaktır.

• Siyahî milliyetçiliği cepheden reddediyoruz. Bir insan olarak başarımız, en üstte olanların başarılarıyla değil en altta olanların mutluluğuyla değerlendirilir.”[88]

Böylesi bir düşüncenin (tartışmaya açık) pratiği, kimilerince “Black Lives Matter/ Siyahların Hayatı Değerlidir hareketi tarafından Seattle’da kurulan özerk bölge, 1871 Paris Komünü’nün ruhunu yaşatıyor,”[89] yorumu ile sunulan Seattle’da “özerlik” ilanı oldu.[90]

Ve nihayet Noam Chomsky’nin, “ABD’de temelde tek bir parti var: Patronlar partisi. Bunun Demokratlar ve Cumhuriyetçiler denilen ve kimi bakımlardan farklı olsalar da aynı politikaları sürdüren iki fraksiyonu var. Ben genel hatlarıyla bu politikalara karşıyım. Nüfusun çoğu da öyle,” notunu düştüğü ABD’de de aslolan, ırkçılığın hangi zeminde hayat bulabildiğini, ırkçılığın hangi sınıfın elinde ve hangi amaçlar için öldürücü bir silah olarak kullanıldığını açığa çıkarmak, hedefleri doğru belirlemek ve mücadeleyi doğru zeminlere oturtmaktır. Irkçılığın sınıfsal dayanağını hedeflemeyen her lanetleme girişimi, sonuç olarak riyakârlığın ötesine geçemez.

1862’de “Köle olmayacağım, efendi de olmayacağım. İşte benim demokrasi anlayışım” diyen Lincoln tarafından ilan edilen ‘Özgürlük Bildirgesi’nden 100 yıl sonra, 1960’larda insan hakları mücadelesi vermek zorunda kalan Afro-Amerikalılar, 2020’de de hâlâ aynı sorunlarla boğuşuyorlar. Klasik kölelik rejimi kapitalist gelişmenin önünde engeldi. “Kendi içinde bölünen bir ev ayakta kalamaz. Bu hükümetin sürekli olarak yarı köleci, yarı özgür olmayı” kaldıramayacağı (Lincoln) için tasfiye edildi.[91] Oysa ırkçılık ve milliyetçilik kapitalist sistemin gelişmesinde burjuvazinin elindeki en önemli ideolojik silahtır ve o bu silahtan asla vazgeçmeyecektir.

O yüzdendir ki, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı verilen savaş kapitalist özel mülkiyet sistemine karşı savaşla birleştirilmezse hiçbir kalıcı başarı sağlanamaz.[92] o

9 Ağustos 2020, Çeşme Köyü.


[1]    Cahit Külebi, “Amerika”.

[2]    Tevfik Dalgıç, “ABD Diken Üstünde”, Cumhuriyet Pazar, 7 Haziran 2020, s. 17.

[3]    Mustafa K. Erdemol, “Wilson: Adı Silinesice Bir Irkçı”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2020, s. 2.

[4]    Yaman Törüner, “I. Dünya Savaşı Sonrası Amerika”, Milliyet, 26 Ocak 2015, s. 9.

[5]    Yaman Törüner, “Savaş Şirketler İçin Bulunmaz Fırsattı”, Milliyet, 19 Ocak 2015, s. 12.

[6]    Mustafa Kemal Erdemol, “Ahbap-Çavuş Kapitalizminin Başkan Yaptığı Adam: Baba Bush”, Cumhuriyet, 2 Aralık 2018, s. 10.

[7]    Türkkaya Ataöv, “Amerikan Başkanları”, Cumhuriyet, 2 Mart 2019, s. 2.

[8]    Ömür Şahin Keyif, “ABD Kongresi Trump’tan Ne İstiyor?”, Birgün, 18 Ocak 2018, s. 15.

[9]    Stephen Wertheim, “… ‘Kesintisiz Savaş’ı Sonlandırmanın Tek Yolu”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2019, s. 2.

[10]  “ABD’nin Silah Pazarı Ortadoğu”, Birgün, 10 Mart 2020, s. 4.

[11]  Orhan Bursalı, “Dünya Daha İyi Olacaksa Bu Silah Yarışı Neden?”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2020, s. 6.

[12]  Gürsel Köksal, “Silah ve Silahlanma Harcamaları Artıyor”, Birgün, 16 Şubat 2020, s. 5.

[13]  Eric Hobsbawn, aktaran: Kaan Kutlu Ataç, “Barış Çağının Umudu Uzakta”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2020, s. 2.

[14]  İbrahim Varlı, “Jeopolitik Güç Kaymaları”, Birgün, 18 Şubat 2020, s. 4.

[15]  A. Engin Yılmaz, “Hegemonya Mücadelesi Olarak ‘Ticaret Savaşları’…”, Kızıl Bayrak, No: 2019/32, 6 Eylül 2019, s. 16-17.

[16]  Verda Özer, “Soğuk Savaş 2 mi?”, Milliyet, 19 Ocak 2019, s. 9.

[17]  Deniz Adalı, “ABD-Çin Savaşı Değil, Paylaşım Savaşı”, Kaldıraç, No: 227, Haziran 2020, s. 32-34.

[18]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Canavarların Zamanı-II’ ve Türkiye”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2019, s. 11.

[19]  Orhan Özkaya, “ABD, Liberalizm Garantörlüğünü Kaybediyor”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2019, s. 2.

[20]  Ergin Yıldızoğlu, “NATO’nun Geleceği Karanlık”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2019, s. 11.

[21]  “Amerika’nın Dünya Liderliği Dönemi Sona Erdi”, 2 Temmuz 2020… http://intizar.web.tr/alintilar/haber/8821/amerikanin-dunya-liderligi-donemi-sona-erdi

[22]  Mehmet Ali Güller, “Sinatra Doktrini”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2020, s. 12.

[23]  Barış Doster, “ABD, Çin ve Rusya: Rekabetin Boyutları”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2020, s. 12.

[24]  Bercan Tutar, “Amerikan Gramofonları”, Sabah, 3 Mayıs 2020, s. 8.

[25]  Ergin Yıldızoğlu, “Dinozorun Kuyruğu”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2019, s. 11.

[26]  Mehmet Ali Güller, “Amerikan Devletinde Çözülme İşaretleri”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2020, s. 9.

[27]  Ömür Şahin Keyif, “Protestolardan Çıkan Hareket: Polisin Bütçesini Kes”, Birgün, 15 Haziran 2020, s. 4.

[28]  Orhan Bursalı, “Bir Emperyalist Gücün Sürdürülemez Toplumu ve İflası”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2020, s. 5.

[29]  Hayri Kozanoğlu, “Zenginlerin İşi Tıkırında”, Birgün, 10 Mart 2020, s. 11.

[30]  Al Gore, The Future, Second Edition, WH Allen, (London, 2014), s. 10.

[31]  Conrad Black, America’s Slide From Greatness, National Review, (Nov 21, 2012).

[32]  Jonah Goldberg: Obama Needs A Family Plan, National Review, (Nov 21, 2012).

[33]  Stephen Lendman, US Unemployment to Exceed 40yüzde by End of April? CRG, (April 03, 2020).

[34]  Jim O’Neill, “Trump Ekonomisi”, Birgün, 27 Ağustos 2019, s. 5.

[35]  Joseph E. Stiglitz, “Trump Ekonomisinin Tartışmasız Gerçekleri”, Birgün, 27 Ocak 2020, s. 5.

[36]  Deniz Yıldırım, “George Floyd ve Amerika’nın Çakışan Krizleri”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2020, s. 4.

[37]  “Amerika’da İç Savaş Sesleri Yükselmeye Başladı”, 23 Temmuz 2020… http://intizar.web.tr/alintilar/haber/8839/amerikada-ic-savas-sesleri-yukselmeye-basladi

[38]  Ergin Yıldızoğlu, “Rüyadan Kâbusa Amerika”, Cumhuriyet, Cumhuriyet, 22 Haziran 2020, s. 11.

[39]  Ergin Yıldızoğlu, “Kasım’da Trump Kazanırsa Liberal Demokrasiye Dönüşü Unutun”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2020, s. 11.

[40]  Mustafa K. Erdemol, “Fosseptik Deyip Geçme”, Birgün, 13 Ocak 2018, s. 4.

[41]  Ergin Yıldızoğlu, “Amerika’da Faşizm”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2020, s. 11.

[42]  Ergin Yıldızoğlu, “Önce Yavaş Yavaş, Sonra Aniden”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2020, s. 11.

[43]  Nilgün Cerrahoğlu, “Trump’ın ‘Tahakküm Demokrasisi’ Modeli”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2020, s. 17.

[44]  “Trump: ABD Aşırı Solcu Faşizmin Kuşatması Altında”, 4 Temmuz 2020… https://halktv.com.tr/dunya/trump-abd-asiri-solcu-fasizmin-kusatmasi-altinda-428758h

[45]  Erol Ertuğrul, “Zulüm Varsa İsyan Haktır”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2020, s. 2.

[46]  Nilgün Cerrahoğlu, “Dünyanın En Tehlikeli Adamı”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2020, s. 7.

[47]  Nilgün Cerrahoğlu, “ABD Muz Cumhuriyeti mi Oluyor?”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2020, s. 6.

[48]  Ergin Yıldızoğlu, “Trump Ateşle Oynuyor”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2020, s. 11.

[49]  Ergin Yıldızoğlu, “Ya Trump Gitmezse?”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2020, s. 11.

[50]  Michael Löwy, “Aşırı Sağın Küresel Yükselişi ve Anti Faşist Mücadele”, 10 Ocak 2019… https://akilfikir.net/asiri-sagin-kuresel-yukselisi-ve-anti-fasist-mucadele/

[51]  Ergin Yıldızoğlu, “Trump ve Boris Neyin Semptomu?”, Cumhuriyet, 3 Ekim 2019, s. 11.

[52]  Ergin Yıldızoğlu, “Küreselleşmenin Merkezinden ‘Yeni-Faşizm’in Merkezine”, Cumhuriyet, 24 Şubat 2020, s. 11.

[53]  Ergin Yıldızoğlu, “Küreselleşmeden Devlet Kapitalizmine”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2020, s. 8.

[54]  Zafer Arapkirli, “Demokrasi Üzerine”, Cumhuriyet, 25 Mart 2019, s. 8.

[55]  Ergin Yıldızoğlu, “Önce Yavaş Yavaş, Sonra Aniden”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2020, s. 11.

[56]  Ergin Yıldızoğlu, “Yanardağın Kenarında”, Cumhuriyet, 2 Ocak 2020, s. 11.

[57]  The Financial Times, 19 Nisan 2020.

[58]  Ergin Yıldızoğlu, “Weimar Cumhuriyeti Olarak Amerika”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2020, s. 12.

[59]  Henry Gioux, “Post Gerçeklik Çağında Faşizmin Hayaleti”, Birgün Pazar, Yıl: 15, No: 628, 24 Mart 2019, s. 6-7.

[60]  Ergin Yıldızoğlu, “Amerika Yanıyor”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2020, s. 7.

[61]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Yeni Faşizm’den Manzaralar”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2020, s. 11.

[62]  Özlem Yüzak, “Nefes Alamıyoruz… 1968’den Bugüne…”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2020, s. 11.

[63]  Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi, çev: Sevinç Sayan Özer, İmge Kitabevi, 2005.

[64]  Suat Gezgin, “Amerikan Rüyasının Çöküşü: Diallo ve Floyd Cinayetleri”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2020, s. 2.

[65]  “Minneapolis’teki Polis Departmanı Kapatılacak”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2020, s. 7.

[66]  “Floyd’un Katillerinden Biri Daha Kefaletle Tahliye Edildi”, 6 Temmuz 2020… https://www.kizilbayrak45.net/ana-sayfa/haber/dunya/floydun-katillerinden-biri-daha-kefaletle-tahliye-edildi

[67]  “George Clooney: ABD’nin Pandemisi Irkçılık, 400 Yıldır Hâlâ Aşı Bulunamadı”, 3 Haziran 2020… https://www.demokrathaber.org/guncel/george-clooney-abd-nin-pandemisi-irkcilik-400-yildir-hala-h129520.html

[68]  “ABD’de Aşırı Sağın Terörizmi Yükseliyor”, 28 Haziran 2020… https://marksist.org/icerik/Dunya/14179/ABDde-asiri-sagin-terorizmi-yukseliyor

[69]  Nick Robins-Early, “Eylemlerde Büyüyen Gerçek Tehdit”, Birgün, 15 Haziran 2020, s. 5.

[70]  “Ku Klux Klan Hortladı”, Cumhuriyet, 10 Haziran 2020, s. 7.

[71]  Ezgi Kardeş, “Dr. Kölemen: ABD’de Irkçılık Kurumların Özünde”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2020, s. 7.

[72]  “ABD Teksas’ta Irkçı Katliam: Yaralı Göçmenler Gözaltı Korkusuyla Hastaneye Gidemedi”, Evrensel, 5 Ağustos 2019, s. 9.

[73]  Orhan Bursalı, “James Watson’ın Irkçı Söylemi, Yükselişi ve Düşüşü”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2019, s. 6.

[74]  Jorge Majfud, “Hitler’in İdeologları: Mein Kampf’ta Meyve Veren ABD Irkçılığı”, 7 Temmuz 2020… https://simurg-news.org/hitlerin-ideologlari-mein-kampfta-meyve-veren-abd-irkciligi-jorge-majfud

[75]  “ABD’de Irkçı Propaganda Artıyor”, Birgün, 14 Şubat 2020, s. 4.

[76]  Yıldız Önen, “Irkçılığın Olmadığı Kapitalizm Olmaz”, 3 Haziran 2020… https://marksist.org/icerik/Yazar/14057/

[77]  Erinç Yeldan, “Amerika’da İsyan Ateşleri”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2020, s. 11.

[78]  Selim Çakmaklı, “ABD: Liberal Rüyanın Sonu ve Irkçı Şiddet”, 18 Haziran 2020… http://siyasihaber4.org/abd-liberal-ruyanin-sonu-ve-irkci-siddet

[79]  Fehim Taştekin, “Direnen İnsanlık ve Bizim Siyahlarımız”, 4 Haziran 2020… http://direnisteyiz27.org/direnen-insanlik-ve-bizim-siyahlarimiz-fehim-tastekin/

[80]  Roni Margulies, “George Floyd ve Covid-19”, 3 Haziran 2020… https://marksist.org/icerik/Yazar/14059/

[81]  Nalan Yazgan, “Hukuk Devletine Güven Yitince…”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2020, s. 7.

[82]  “Irkçılık ve Polis Şiddetinin Tetiklediği ABD’nin Gezi İsyanı”, Özgür Gelecek, No: 214, 16-29 Haziran 2020, s. 14.

[83]  Zülal Kalkandelen, “ABD, Komünizm, Karpuz, İnek, Hamburger…”, Cumhuriyet, 3 Mart 2019, s. 11.

[84]  “Trump: Sosyalizm Korkusu”, Birgün, 7 Şubat 2019, s. 5.

[85]  “Adalet Yoksa Barış Yok!”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2020, s. 7.

[86]  “ABD’de Eylemciler Meydanı Boş Bırakmadı”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2020, s. 7.

[87]  Ergin Yıldızoğlu, “Amerika Yanıyor”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2020, s. 7.

[88]  Özgür Çoban, “Amerika’nın Siyah Sosyalistleri”, Birgün, 26 Ocak 2020, s. 5.

[89]  “Paris Komünü’nün Devrimci İdealleri Seattle’da Yaşıyor”, 20 Haziran 2020… http://direnisteyiz27.org/paris-komununun-devrimci-idealleri-seattleda-yasiyor/

[90]  “Seattle’da ‘Özerlik’ İlanı”, Devrimci Duruş, No: 89, Temmuz-Ağustos 2020, s. 10.

[91]  N. V. Yeliseyeva, Yakın Çağlar Tarihi, Yordam Kitap, çev: Özdemir İnce, 2014, s. 170.

[92]  S. Taylan, “Kapitalizmin Silahı Olarak Irkçılık ve Irkçı Şiddet”, 26 Haziran 2020… https://www.kizilbayrak45.net/ana-sayfa/kizil-bayrak-yazilari/dunya/kapitalizmin-silahi-olarak-irkcilik-ve-irkci-siddet

İktidarın “kayıkçı dövüşü”: İstanbul Sözleşmesi

“burada daha ne kadar öleceğim?
yeryüzüyle gökyüzün aracısı olarak
bulutu haraca kestiğiniz yerde?”[2]

AKP’nin ayağı İstanbul Sözleşmesi’ne fena dolandı. İktidarının henüz “demokrasiyle barışık”, “AB hedefinden kopmamış”, seçmen desteğinin yüzde 50’lerde seyrettiği günlerde hazırlanmasına nezaret edip Türkiye’nin ilk imzacısı olmasını sağladığı “İstanbul Sözleşmesi”ne karşı parti çeperlerinden kopan “Kabakçı Mustafa İsyanı” ile karşı karşıya.

Şu sıralar bayraktarlığını Akit yazarı Abdurrahman Dilipak’ın yaptığı “İsyan”, AKP etrafında kümelenen tarikat ve cemaatlerden, Akit ve Yeni Şafak yazarlarına, MÜSİAD erkânından, cep telefonunda Tayyip Erdoğan’ın özel numarası kayıtlı “hatırlı” kişilere, İslâmcı camia içinde yaygın bir destek bulmuş gözüküyor.

Türkiye Düşünce Platformu tarafından hazırlanıp Mayıs 2020’de Cumhurbaşkanına sunulan, imzacıları arasında “ağır toplar” bulunan “İstanbul Sözleşmesi’ne Yönelik Hukuki ve Psikososyal Değerlendirme Raporu” “isyan”ın “Manifesto”su niteliğini taşıyor. Murat Yetkin’in listelediği hâliyle, “Platformun ‘Yüksek İstişare Kurulu’ üyelerinden oluşan imzacılar arasında Cumhurbaşkanının Başdanışmanlarından AKP eski Artvin Milletvekili İsrafil Kışla var örneğin, MÜSİAD’ın kurucu başkanı, ‘İslâmi burjuvazi’ tezinin müellifi Erol Yarar var. Tanıtmaya gerek olmayan bir isim Emine Şenlikoğlu. Abdurrahman Dilipak’ı da tanıtmaya gerek yok, Akit yazarı. Taşkın Koçak da Akit yazarı. Hasan Çetinkaya, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul İmam Hatip Lisesinden hocası. Yusuf Ziya Kavakçı, hâlen Türkiye’nin Kuala Lumpur Büyükelçisi Merve Kavakçı ve AKP Milletvekili Ravza Kavakçı Kan’ın babaları. Resul Tosun da eski AKP Milletvekili, Yeni Şafak yazarı. Ve Raşit Küçük, Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi Başkanı. Adeta rüya takımı.”[3]

Dediğim gibi, bu “rüya takımı”nın İstanbul Sözleşmesi’ne karşıtlığı, cemaat-tarikat müdavimi tabanda ciddi bir karşıtlık buluyor. “Ne yani, bize serkeşlik eden kadınlarımızı, gözü dışarıda kızlarımızı (Kur’an’da yeri olmasına rağmen) ıslah edemeyecek miyiz?” ya da “Sözleşme eşcinselliği özendiriyor”dan başlayıp, “Bu sözleşmeyi hazırlayan Batılı çevrelerin hedefi, bizim (Müslüman) kültürümüzü, aile yapımızı vb. yok etmektir; alkolizm onlarda, eşcinsellik onlarda; onlar kendilerine baksınlar”a dek uzanan bir homurtular bulamacından beslenen bir zihniyet dünyasından. Ve bununla rezonans içinde.

“İsyancılar”ın itirazları birkaç noktada odaklanıyor:

1. Sözleşme, feminist bir kategori olan(?) “toplumsal cinsiyet” kavramı üzerine temellenmekle, cinsiyet görüngüsünü “toplumsal/kültürel olarak belirlenen bir hâle indirgiyor, bir başka deyişle, “fıtrat”ı es geçiyor.

2. Şiddeti yalnızca erkekler tarafından, yalnızca kadınlara uygulanan bir olgu olarak sunarken, bir yandan da onu “psikolojik, fiziksel, ekonomik, cinsel” veçheleri olan çok geniş kapsamlı bir olgu olarak belirsizleştiriyor.

(“Psikolojik şiddet, kavramı çok geniş bir kavram. Erkeğin sesini yükseltmesi, sinirlenmesi, kızdığı zaman ters ters bakması ya da ağır bir söz söylemesi… hepsi bunun içine dahil. Kadın bunları kocasına yaptığında psikolojik şiddet sayılmıyor fakat erkek kadına yaptığında şiddet oluyor. Dünyanın en ikiyüzlü ve adaletsiz sözleşmesi bu olsa gerek. 

Ayrıca özgürlüğünü kısıtlamayı özellikle belirtmişler. Erkek karısına ‘nereye gidiyorsun?’ diye sorsa ya da karısının gitmesini istemediği yer olsa suç oluyor. Erkek karısının gittiği geldiği yere karışamaz bu sözleşmeye göre. Fakat kadın kocasının gittiği geldiği yerleri karışabilir, erkeğin ailesi ile görüşmesine problem çıkarabilir, bunlar suç sayılmaz.”)[4]

3. Öte yandan, kadınların aile içinde şiddet görmesine neden olan etkenler (ki “red cephesi” bu meyanda neredeyse münhasıran “alkolizm”i vurguluyor) üzerinde sözleşmede hiç durulmuyor. Bundan zımnen çıkan sonuç, aile içi şiddet, Sözleşme’de tanımlandığı üzere erkek ile kadın arasındaki eşitsizlikten kaynaklanan bir sonuç değil, her seferinde tekil ve özgül bağlamında ele alınarak çözümlenebilecek bir durum (Akıllardaki “çözüm”, tabii ki kadının alttan alıp erkeğin suyuna giderek onu yatıştırması… Bu bağlamda Çorum Müftülüğü’nün kocasından şiddet görme kaygısını dile getiren kadına “Çok büyük bir sorun değil bu, konuşarak çözersiniz. Akşam sevdiği şeyleri yapın, çayın yanında sakince konuşun”; veya “ ‘Nasıl istiyorsan öyle yapayım’ diye olayı örtmeye çalışın, ama uygun zamanda açın. Suçlayıcı dille konuşmayın. ‘Nasıl istiyorsun, bilemedim. Bilsem öyle yapardım’ gibi konuşun” yollu nasihat etmesi, Niğde Müftülüğü’nün ise, “Şiddet göstermesinin sebebi ne? Erkeğin eşinden beklediği nedir? Akşam geldiğinde güler yüz, yemeğinin hazırlanması… Elinden geleni yapmana rağmen yaranamıyorsan farklı şeyler olabilir. Başka ilişkisi olabilir mi?”[5] yollu fişteklemesi boşuna değil…).

4. Bu bağlamda, Sözleşme’de şiddet gören kadınlara arabuluculuk, hakemlik vb. girişimlerin kesin bir dille reddedilerek kadının korunmasına yönelik önlemleri vurgulanması, gerideki “sinsi” “aile birliğini bozma” niyetini ifşa ediyor. Oysa “bizim” kültürümüzde aile kutsaldır ve her ne pahasına olursa olsun, korunması gerekir. Milli Gazete yazarı Şakir Tarım’a göre, örneğin, İstanbul sözleşmesi “Türkiye’nin bekasına yönelmiş en büyük tehdittir.” Yeni Akit yazarı Ali Erkan Kavaklı ise “İthal kanunlarla aile yaşatılamaz. Sözleşme iptal edilmeli, kendi dinimizi, inançlarımızı, örf ve adetlerimizi esas alan adaleti sağlayacak, ve aileyi yaşatacak düzenleme yapılmalı”dır. Saadet Partisi Konya milletvekili ve Gençlik Kolları Başkanı Abdulkadir Karaduman’a göre de “İstanbul Sözleşmesi adı verilen ucube, adeta aile yapımızı çökertmek için kaleme alınmış bir metindir” ve “Kim ne diyorsa desin, hangi tarafta durursa dursun, toplumu bir felakete ve uçuruma sürükleyen, haneleri birbirinden ayıran İstanbul Sözleşmesi derhâl feshedilmelidir…”

Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan geri kalır mı? O da dünyada aile ve toplum dokusunun en güçlü olduğu ülkelerin başında gelen Türkiye’de, “İstanbul Sözleşmesi ve cinsiyet eşitliği projeleriyle aile yapısı ile sosyal dokunun büyük bir saldırıyla karşı karşıya” olduğu “uyarı”sını yapıyor. Bu nedenledir ki, Kaplan’a göre, “Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden derhâl çıkmalı ve ‘cinsiyet eşitliği’ gibi sinsi projeleri vakit geç olmadan kaldırmalıdır.”[6]

5. Sözleşmenin “sinsi” amaçlarından biri, erkek ve kadın cinsiyet kimliklerini muğlaklaştırmak, buna koşut olarak eşcinselliği “meşru”, “kabul edilebilir” ve “olağan” göstermektir. “Red cephesi”nin bu mealdeki itirazları en “bilimsel”inden[7] en “maganda”sına,[8] buram buram homofobi kokuyor. İstanbul Sözleşmesi’nin bütün “günah”ı, “ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal menşe, bir ulusal azınlıkla bağ, mülkiyet, doğum, cinsel yönelim, cinsel kimlik, yaş, sağlık durumu, engellilik, medeni hâl, göçmen ya da mülteci olma durumu vb. temelinde herhangi bir ayrımcılık” yapılmasına karşı çıkmak iken[9] bu, İslâmcı muterizlerce neredeyse istisnasız, “eşcinselliği normal gösterme/teşvik” olarak okunuyor.[10] Ve büyük bir yaygarayla karşılanıyor…

6. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, “Red Cephesi” nezdinde Sözleşme “yerli ve milli”liğin çok uzağındadır. Örf, adet, gelenekler ve hatta dine karşı bir saldırı niteliği taşımaktadır (Sözleşmenin 12/1. maddesinde tarafların “kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması”na yönelik tedbirler almaya çağrılıyor. Madde 12/5’de ise, “kültür, töre, din, gelenek veya sözde ‘namus’ gibi kavramların (…) herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmaması” isteniyor). Bu ifadeler, “kültürümüz”e ve “dinimiz”e doğrudan bir saldırı olarak görülüyor:

“Proje, Türkiye’nin insanlığa örnek olan sağlam aile yapısını yıkmayı, İslâm’ın aile anlayışını devre dışı bırakmayı amaçlamaktadır.”[11]

“Kabul edilenler gayet açık. ‘Din, gelenek, örf ve tüm diğer uygulamaları ortadan kaldırmak’…”[12]

“… ‘Taraflar, kadın erkek için kalıp rollere dayanan ön yargıları, örf ve âdetleri, gelenekleri ve tüm diğer uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli tedbirleri alır. M.12/1’ hükmüyle, Müslüman toplumun inanç, örf, adet ve geleneklerinden gelen her tür kalıp (kadın – erkek cinsiyet) rollerde değişimin teminatı devlet olacaktır. Bir başka ifade ile 3 ve + cinslerin teminatı olacaktır devlet.”[13]

Bunlar “kadınları şiddetten korumak” gibi saf ve masum bir gerekçeden kaynaklanamaz. Geride “sinsi” bir plan, bir “Büyük Akıl” vardır. Dinimizi, kültürümüzü, aile yapımızı tarumar ederek bizi yutmak isteyen AB ve Batı emperyalizmi:

“İstanbul Sözleşmesi Batı’nın toplum yapısı ve hayat anlayışıyla şekillenmiştir. Türkiye toplumu Batı’dan farklıdır. Huzur ve barışımız için bazı konularda Batılılarla işbirliği yapılabilir; fakat kimliğimizden taviz veremeyiz. Biz, Batı’dakinden daha özgün, insanî değerlerle iç içe, manevî zenginliği olan bir aile ve toplum anlayışına sahibiz. (…) Her işimize burnunu sokan AB’ye haddi bildirilmeli; özellikle aile ve sosyal konulardaki müdahalesi önlenmelidir. Bunlar milletimize özgü özelliklerdir. Bu konudaki kararları bu ülkede yaşayanlar vermeli; mahremiyetimize leke sürülmemelidir.”[14]

“Bu ‘Aileye karşı açılan savaş’ta, BM, AB, herkes vardı. İnanılmaz paralar harcıyorlar. İçeride, MEB, Aile Bakanlığı, DİB, YÖK, bir sürü vakıf, dernek, herkes var! Yeşil Feministler bu işi çok sevdiler. Mecliste bu işler hiçbir sorun yaşanmadan, engellemeyle karşılaşmadan, yönetim yanlısı ya da karşıtı fark etmiyor, el birliği ile hemen yasalaşıyor.”[15]

“Toplumsal cinsiyet eşitliği savunan derneklere ki ülkemizde bunların çoğu din ve devlet düşmanı ve LBGT destekçisidir, sözleşme ile taraflar bunları maddi olarak besleyeceklerine söz vermişler. Anlaşıldığına göre bu din ve devlet düşmanı derneklere sadece Avrupa fonundan değil, bizim cebimizden de para akıtılıyor. Bizim paramızla bize küfrediyorlar. (…) Muhafazakâr ve dindar görünen hükumetimiz de bu sözleşmeye imza atmış. Bu sözleşme iptal olmazsa Avrupa Konseyi belki kadın haklarına aykırı diye Kur’an-ı Kerimden bazı âyetleri çıkarmamızı isteyebilir, sonuçta kabul etmişiz, isteyebilirler.”[16]
“Toplumu ifsad etmek için Avrupa Birliğinden fon alan sözde kadın derneklerinin sözleri dinlendi.”[17]

“Toplumsal cinsiyet merkezli inşa edilen İstanbul Sözleşmesi, toplumsal tabanı dikkate alan eleştirilere duyarsız, tek taraflı bir metin görünümündedir. Metin bu hâliyle bir toplumu ayakta tutan kültürel değerlerin belirlediği toplumsal rol beklentisini değersizleştiren, küçük bir grubun değerden arınık rol beklentisini temel değer hâline getiren yeni bir emperyalizm türüdür.”[18]

Son örnek de Diyanet’le bağlantılı olsun. Diyanet Hak ve Adalet Sen’in zinanın suç olması için yasal düzenleme yapılması ve İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi için bir imza kampanyası başlattı. İmza metninde, “AB uyum yasaları çerçevesinde zinanın suç olmaktan çıkarılması ve Avrupa Konseyi’nin hazırladığı kadına yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla imzalanan İstanbul Sözleşmesi toplum da manevi yıkıma neden olmuştur. İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi ve zinanın suç sayılması hususunda yasal düzenleme yapılması için Sayın Cumhurbaşkanı’nı ve Meclis’i göreve davet ediyoruz” deniliyor.[19]

“Red cephesi”nin AKP içinden bir kadın direnciyle karşılaşması, üslubun giderek bozulmasına yol açtı. Malum, iktidar partisinin sözleşmenin kotarılıp imzalanmasına katılan ya da destek veren tarafının başında kurucu ve başkan yardımcılığını yürüten Sümeyye Erdoğan’ın patronajı altındaki KADEM var. Yanısıra, grup başkanvekili Özlem Zengin, TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Canan Kalsın, Dilekçe Komisyonu Başkanı Belma Satır gibi AKP’li kadın milletvekilleri,[20] kimi AKP yandaşı kadın yazarlar…

Bu kesim, utangaç bir dille de olsa, Sözleşme’ye sahip çıkan, tabanda yanlış anlaşıldığını savunan açıklamalar yaptılar. Sözleşme yalnızca kadınları değil, aile içinde şiddet gören tüm bireyleri korumayı hedefliyordu; kesinlikle eşcinselliğin meşrulaştırılması gibi bir amacı yoktu, “milli kültürümüz”e, “örf ve adetlerimiz”e ters düşen yönleri varsa, bunlar düzeltilebilirdi…

Bu “maruzatlar” dahi Red’cilerin büyük tepkisiyle karşılaştı, Sözleşme’nin İslâmcı savunucuları “yeşil feministler” olarak damgalanmaktan ve Abdurrahman Dilipak’ın ağzından Sözleşme savunucularına yönelen “Fahişeler” salvosundan nasiplerini almaktan kurtulamadılar. İşin içinde bizzat Cumhurbaşkanı’nın kızı olmasına karşın… İşin ilginç yanı, Berat Albayrak’ın “mahremiyet”ine yönelik bir ‘taciz’i tüm sosyal medyayı cendereye alan bir yasal düzenlemeyle cezalandıran mercilerin, bu salvolar karşısında büyük ölçüde suskun kalması. En azından kamuoyu önünde…

Hatta AKP’nin Meclis grubu, Red’cilerin basıncına dayanamayarak, Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un ağzından, “Nasıl girmişsek, usulüne göre çıkarız,” açıklamasını yapacaktı. Bunun üzerine gözler “en tepe”ye dikildi. Beklenen işmar, gecikmedi: “Bizim için ölçü değildir. İstanbul sözleşmesi nass değildir.”[21]

“Parti içi kavga” ya da değil; “gelenekçi İslâmcılar ile modernist İslâmcılar”ın kapışması ya da değil; tarikatların-cemaatlerin AKP’yi köşeye sıkıştırması ya da değil… Bunlar önemli değil.

Önemli olan, her gün birkaç kadının eril şiddete kurban gittiği, kadın dövmenin bir çeşit “maço sporuna” dönüştüğü ve vahşetin ölü bedenleri parçalayıp yakarak bidona doldurduğu, üstüne de beton döktüğü bir ortamda, kadın cesetlerinin bu kayıkçı dövüşüne nasıl meze yapılabildiği… Can havliyle polise sığınan kadınların “kocandır, döver de sever de” diye evlerine yollandığı, birkaç gün sonra da yollandıkları evden ölülerinin çıktığı bir iklimde, Sözleşme’ye karşı “toplumsal cinsiyet ibaresiyle insanları cinsiyetsizleştiriyor, eşcinselliği meşrulaştırıyor” gibi “sudan” gerekçelerle savaş açmanın pervasızlığı… “Ailenin birliği, kutsallığı” adına kadınları gözden çıkartan zihniyetin özel yaşamlarımızın derinliklerine sızması… Hoyrat bir efelenmeyle önüne çıkan her engele, hatta engel algısına diş göstermesi…

AKP MYK’sının sözleşmenin kaderini görüşeceği toplantısı ertelendi. Sözleşmenin akıbeti, ölü ya da sakat bırakılmış, tecavüze uğramış, küçücük yaşta tecavüzcüsüyle evlendirilip ebedi bir cehennem yaşamına mahkûm kılınmış kadınların tümüyle dışındaki şeylere bağlı. Örneğin hazretler şu sıralar ülkenin içinde debelendiği ekonomik krizden çıkışta Batılı finans çevrelerinin desteğine önem veriyorsa, olasıdır ki Sözleşme (“Red Cephesi”nin gazını alacak birkaç küçük revizyonla) kalacak. Yok eğer Batı dünyasından topyekûn bir kopuş yeğleniyorsa, İstanbul Sözleşmesi, yüz yüze oldukları şiddete karşı devlete bel bağlayan kadınların son umutlarıyla birlikte, tarihe karışacak ve şiddete uğrayan kadınlara “kocalarının en sevdiği yemeği pişirdikten sonra çay demleyip sakin bir ses tonuyla neden öfkelendiğini sormalarını, ‘bilseydim öyle yapmazdım’ demelerini” salık veren yeni ve “yerli ve milli” bir sözleşmeyle ikame edilecek…

Şu kanaatimi bir kez daha vurgulamama izin verin: Hiçbir sözleşme, kadınların bedensel ve psikolojik bütünlüklerini, onların kendi bedenlerine, emeklerine, kimliklerine ve geleceklerine sahip çıkma kararlılıkları kadar güvence altına alamaz. Bu kararlılık ve özgüven ise ancak, mücadele içinde biçimlenecektir. Kadınlarla erkeklerin eşit, tahakkümsüz, sömürüsüz bir dünyada kendi yaşamlarını özgürce biçimlendirebilecekleri bir dünya kurma mücadelesi içinde.

Bugün sözleşmenin hayata geçirilmesi için sokaklara dökülen kadınlar, bilerek ya da bilmeyerek, bu “yeni” kadın tipini biçimlendiriyorlar. İradesini herhangi bir mercie, yetkeye teslim etmeyen, boyun eğmeyen, kendi yazgılarını ellerine almakta kararlı kadınlar… İyi ki varlar! o

7 Ağustos 2020, Çeşme Köyü.


[1]1  Newroz, Ağustos 2020…

[2]    Nilgün Marmara.

[3]    Murat Yetkin, “İşte Erdoğan’dan Fesih İsteyen İstanbul Sözleşmesi Raporu”, Yetkin Report, 23 Temmuz 2020.

[4]    Sema Maraşlı, “İstanbul Sözleşmesi Acilen İptal Edilsin”, http://www.anadolugenclik.com.tr/istanbul-sozlesmesi-acilen-iptal-edilsin-189

[5]    “Diyanet’ten Kadınlara Tavsiye: Şiddet Görürseniz Yemek ve Çay Verip Nedenini Sorun!”, 14.07.2020, https://meydan.org/2020/07/14/diyanetten-kadinlara-tavsiye-siddet-gorurseniz-yemek-ve-cay-verip-nedenini-sorun/

[6]    T24, “Tartışmaların Odağındaki İstanbul Sözleşmesi’nin Tam Metni”, 28.08.2019, https://t24.com.tr/haber/tartismalarin-odagindaki-istanbul-sozlesmesi-nin-tam-metni,836883

[7]    “Sözleşme hükümlerinde cinsel yönelim ve cinsel kimliğe yönelik ayrım yapılmaması adına, bu olgular legallik elde etmiştir. LGBTİ örgütleri bu sözleşmeye dayanarak, siyasi iktidarın LGBTİ haklarına dair ifadelerin ve statülerin anayasallaştırılması ve yasallaştırılması konusunda hukuki yükümlülüğü olduğunu ifade etmektedir.” (Aile Akademisi Derneği, “10 Maddede İstanbul Sözleşmesi Neden İptal Edilmelidir?”, Temmuz 2019, Bursa, s. 5).

[8]    “Diğer taraftan, cinsiyet eşitliği gibi muğlak bir kavramın içine kadın-erkek ilişkileri açısından toplumlarda yaşanan en çarpık örnekleri bir torbanın içine koyup masum bir kılıfla, kadına pozitif ayrımcılık sloganları ile başlatıp toplumsal cinsiyet eşitliği maskesi ile eşcinsellik, biseksüellik gibi hastalıklı ve arızi, sorunlu ve hatta tedavi gerektiren bu eğilimli insanların bu davranışlarını, meşru, normal hatta iyi olarak lanse etme gayretlerine dönüştüğüne tanık oluyoruz.” (Ahmet Gürbüz’ün görüşleri, Mücerret, “İstanbul Sözleşmesi ile Neyi İmzaladık?”, 6 Ocak 2019, http://www.mucerret.com/dosya/istanbul-sozlesmesi-ile-neyi-imzaladik/).

[9]    Sözleşme, 4. Madde, 3. Bend.

[10]  “Bu madde ile cinsel tercih ve istediğin tarafa cinsel yönelimin normal kabul edilip güvence altına alınmış olduğu netleştiriliyor.” (Sema Maraşlı, “İstanbul Sözleşmesi Acilen İptal Edilsin”, http://www.anadolugenclik.com.tr/istanbul-sozlesmesi-acilen-iptal-edilsin-189).

[11]  Şakir Tarım, “Rezil Tehlike: İstanbul Sözleşmesi”, https://www.milligazete.com.tr/makale/2492739/sakir-tarim/rezil-tehlike-istanbul-sozlesmesi

[12]  Sema Maraşlı, “İstanbul Sözleşmesi Acilen İptal Edilsin”, http://www.anadolugenclik.com.tr/istanbul-sozlesmesi-acilen-iptal-edilsin-189

[13]  Muharrem Balcı’nın görüşü, Mücerret, “İstanbul Sözleşmesi ile neyi imzaladık?”, 6 Ocak 2019, http://www.mucerret.com/dosya/istanbul-sozlesmesi-ile-neyi-imzaladik/.

[14]  Şakir Tarım, “Rezil Tehlike: İstanbul Sözleşmesi”, https://www.milligazete.com.tr/makale/2492739/sakir-tarim/rezil-tehlike-istanbul-sozlesmesi

[15]  Abdurrahman Dilipak, “Dilipak’tan İstanbul Sözleşmesi’ne Tepki: Sözleşme Kadını Kocasına Karşı Koruyor da Erkeği Kadına Karşı Neden Korumuyor?”, https://tr.sputniknews.com/turkiye/201911251040687625-dilipaktan-istanbul-sozlesmesine-tepki/

[16]  Sema Maraşlı, “İstanbul Sözleşmesi Acilen İptal Edilsin”, http://www.anadolugenclik.com.tr/istanbul-sozlesmesi-acilen-iptal-edilsin-189

[17]  Doğru Haber, “İstanbul Sözleşmesi Mağdur Ediyor: Tepki Çok, Çözüm Yok”, https://dogruhaber.com.tr/haber/625952-istanbul-sozlesmesi-magdur-ediyor-tepki-cok-cozum-yok/

[18]  Aile Akademisi Derneği, “10 Maddede İstanbul Sözleşmesi Neden İptal edilmelidir?”, Temmuz 2019, Bursa, s. 1.

[19]  “İstanbul Sözleşmesi’nin Feshi İçin İmza Kampanyası Başlatıldı”, https://www.halk54.com/yasam/istanbul-sozlesmesinin-feshi-icin-kampanya-baslatildi-h11007.html

[20]  Ayşe Sayın, “AKP’li Kadın Milletvekilleri İstanbul Sözleşmesi’nden Geri Adıma Karşı”, BBC Türkçe, 28 Şubat 2020, https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-51667766.

[21]  T24, “Tartışmaların Odağındaki İstanbul Sözleşmesi’nin Tam Metni”, 28.08.2019, https://t24.com.tr/haber/tartismalarin-odagindaki-istanbul-sozlesmesi-nin-tam-metni,836883

Müjde: Saray’dan “gaz” çıkıyor!

Erdoğan “acayip” hamleler yapıyor.

Ayasofya’yı cami ilan etmek, büyük bir “egemenlik” harekâtıdır. Olan Çamlıca’da dikilen, sultanlık eseri olan camiye oldu, Ayasofya’nın gölgesinde kaldı.

Üniversite giriş sınavlarını önce uzağa, sonra turizm şirketlerinin baskısı ile yakına aldı. Üniversiteye girecek gençlerden büyük tepkiler aldı. Sonra, kendisine hizmet eden ajans ve danışmaların önerisi ile, YouTube üzerinden gençlerle konuşma yapmaya kalktı, işler karıştı. Çok “unlike” aldı.

Sultan, duruma sinirlendi ve “YouTube”u gerekirse kapatırız hamlesinin Bahçeli’den gelmesi ile moral buldu.

Damat ile uyumludur. Aslında kayınpeder-damat ilişkisi zor bir ilişkidir. Öyle bir de “oğul” meselesi var. Ama bizim Saray’da, Damat, Kayınpeder’in koruması altındadır. Ne yalan söylerse söylesin, aferin alıyor.

Damat, %5 büyüyeceğiz diyor ve Sultan destekliyor.

Erdoğan, belki böylesi bir destek için olacak, bir cuma çıkışında, ayarlanmış bir soru (ayarlanmamış soru artık yoktur. Erdoğan’a soru soracak herkes önceden görevlidir. Buna “eklenmiş gazetecilik” deniyor) üzerine, “biz uçuyoruz, kimse görmüyor” diyor ve buzdolabı satışlarının 2 milyonu geçtiğini söylüyor. Bu “uçuş” hâli de pek hayra alâmet değil.

Damat, yükselen döviz karşısında, Ahmet Hakan ile, ortaoyunu sahneliyor. Hem Damat Bakan’a çok yakışmıştır, hem de Ahmet Hakan’a çok gitmiştir. Hatta CNN’in, bundan böyle “ortaoyunu” tarzında program yapması ve buna uygun bir dekor ortaya koyması yerinde olur.

Ve nihayet, yükselen döviz kuru, tükenen hazine, artan kriz, çuvala sığmayan mızrak karşısında, Erdoğan, sultan olarak, Abdülhamid’in taklitçisi edası ile, bir çarşamba günü, “size bir müjdemiz var, ama cuma günü söyleyeceğim” diyor. Şahsım olarak ben, elbette biliyorum, ama cuma açıklanacak, diyor.

Cuma günü, bu müjde, Karadeniz’de Tuna kuyusunda gaz bulundu şeklinde açıklanıyor.

Çarşamba gününden cuma gününe kadar, insanlar acaba bu müjde nedir diye birçok tahminde bulunuyor. Ama Damat kanalı ile ayarlanmış bu “müjde gaz çıkıyor” isimli tiyatro öncesinde, Saray çevresindeki iş adamları, borsada bazı şirketlerin kâğıtlarını alıyor, perşembe akşamından ise satıyorlar. Yani, Damat ve Kayınpeder sahnede “müjde gaz çıkıyor” sahnesinde rol alırken, arkada birileri çok iyi para kazanıyor.

Şimdi, tüm bu okuduklarınız size ciddi gelmiyor değil mi? Ama biliyorsunuz ve bunları yaşıyoruz. O zaman, “bunlara ne oluyor” diye soruyorsunuzdur. Yani, soru şudur: Saray’da ne oluyor?

Doğrusu biz de bilmiyoruz. Ama bir hikâye, belki konuyu anlamamıza yardımcı olabilir. Ne de olsa hikâyeler de bir gerçeği anlatıyordur. Ama yine de siz bu hikâyeleri, tam olarak yaşanmış gerçekler olarak ele almamalısınız. Bir bölümü mutlaka uydurulmuştur.

Hikâyede geçen saray, uzak diyarlar ülkesine aittir.

Saray adeta bir aile yuvası gibidir ve sarayın yönettiği ülke, bir “anonim şirket” gibi yönetilmek iddiasına konu olmaktadır. Bu durumda sarayın sultanı, aynı zamanda CEO’dur. Hem reistir hem başkan, hem dinî açıdan kutsaldır hem de tarihî bir liderdir, hem tarihte yaşamıştır, hem de gelecekte yaşamaktadır. Hem dünyevî bir varlık kadar dünyevî ihtiyaçları vardır, hem de ruhanî bir varlıktır.

Elbette, hayat her yerde olduğu gibi, bu sarayda da günlük yaşanmaktadır. Yani, elini yüzünü yıkamak, kahvaltı yapmak, terlikler giymek, lavaboya gitmek vb. gibi her canlı insanın günlük işleri, sarayda da yerine getirilmektedir. Ama konu sultan olunca, bu günlük insanî rutin, ayrı bir manaya bürünmektedir. Örneğin, sabah yüzünü yıkarken sultan, yere düşen bir su damlası, sarayın “davranış yorumcuları” tarafından, bir işaret olarak ele alınmaktadır; yüz yıkarken sultan yere düşen bir su damlası, berrak bir zafer için kutsal bir işarettir. Yok eğer üç damla yere düşmüş ise, bu “üç vakte kadar, büyük bir deniz zaferi” anlamı taşımaktadır.

Ha, bu arada, sarayda bu yorumcular yıllar içinde oluşmuştur. Yıllar içinde en güzel yorumları yapanlar, bu günlük akış içinde sultanın davranışlarından oluşan işaretleri doğru yorumlayanlar, elbette “kutsal olanı” en iyi anlayanlar olarak çeşitli unvanlar almaktadır. Bu sabah, sultan kalktığında camdan dışarıya baktığında, uzakta görünen bir kuşun hemen uçmaya başlaması, “uzak diyarlara” bir yeni yolculuk anlamına gelebilir mi? İşte bu yorumu doğru yapan yaşamış ve yükselmiştir. Yanlış yapanlar hakkında konuşmaya değmez, kutsal bir canlının etrafında dolaşanların bu kutsallıktan bir şey anlamaları şarttır. Olmuyorsa, yerleri değişmelidir. Sarayda böylelerine yer olamaz.

Bir gün sultan, 1001 odalı sarayda keşfe çıkmış iken, elbette yanında çok da kalabalık bir “uzman” yorumcular grubu ile birlikte, birdenbire, yerdeki mermer taşları satranç tahtasına benzetir. Bu durum karşısında durur ve sormasına artık gerek yoktur, “yorumlar beyler” diye bir şey söylemek artık anlamsızdır, zaten o da böyle demez, böyle diyormuş gibi durur ve uluslararası ilişkiler uzmanı jöleli öne çıkar “Sultanım, uzak bir dosttan, satranççı olduğunuz konusunda bir övgü gelecek” der. Elbette, bu sıradışı yorum, hazineden sorumlu bakanı üzer, çünkü “gitti yine 100 dolar” diye içinden hayıflanır.

İşte bunun gibi, saray içindeki her olay bir yoruma muhtaçtır. Sultanın kutsallığı arttıkça, bu yorumların da anlamı değişmeye başlar. Mesela sultan, yanlışlıkla terlikleri ters ayaklarına giyse, bundan da bir sonuç çıkarırlar ve doğrusu, bunların bir bölümü de tutar.

Günlerden bir gün, sarayın seçkin yöneticileri, sultanın birkaç adım gerisinden yürümekte iken, insanlık hâli, sultan bağırsaklarındaki harekete mukayyet olamaz ve ağzından M harfi çıkmakta iken, sizlere afiyet, gaz çıkışı gerçekleşir. Yorumcular şaşkınlık ve kokunun şoku içindeyken, yağcıbaşı “müjde” diye haykırır. Böylece olay bastırılmış, hayat normale dönmüş, yürüyüş normal hâli ile devam etmiş olur. Ama yürüyüşe eşlik etmekte olan sultan hanım, konuyu anlamamış olacak ki, “sultanım, müjdeniz nedir” diye sorar. Elbette yorumcular, müjdenin, uygun bir gün ve zamanda açıklanması gerektiğine karar verirler. Tesadüfe bakın ki, o gün, gerçekten de sultanı mutlu edecek sevinçli bir haber alırlar.

İşte o günden başlayarak, sarayda, tuhaf bir adet oluşur. Sultan ne zaman üzerinize afiyet gaz çıkarsa, bir müjdeli haber gelir olmuş. O kadar ki, saray içinde, ülkede yaşanan kötü gelişmeler meydana geldiğinde, bir grup saraylı, “gaz duasına” başlamışlar. Hikmetinden sual olunmaz yaradan, üzerinize afiyet her gaz çıkarma eyleminde, hem sultanın rahatlamasını sağlar, hem de ülkenin rahatlamasını sağlar olmuş.

Zaten öyle değil midir? Ülkeyi yöneten rahatlıyor ise, mutluluktan gülümsüyorsa, tüm ülke de rahatlıyordur.

Böylece “gaz” işi, önemli bir hâl almıştır. Eskiden ağanın, oturduğu divanda, hafifçe yana yatarak ahalinin önünde yellenmesi, ahalide büyük bir rahatlamaya neden olurdu. Alimallah, eğer ağa yan yatar da üzerinize afiyet gaz çıkmazsa, ahali kaçacak delik arar, ağanın huzurundan ayrılmak için bahaneler uydururdu. Zira, çıkmayan gazın yaratacağı basınç, karın bölgesinde farklı hareketlere yol açabilir ve bunun beraberinde getireceği ağrı, hele ki 12 parmak bağırsağa kadar ulaşırsa, ayıkla pirincin taşını. Ağanın sinirlerine hakim olmasını beklemek, hem ev halkı için, hem de aşiret için uzun bir eziyet demektir.

Bunun saray gibi bir yerde nelere yol açabileceğini varın siz düşünün.

Bizim Saray’da elbette böyle olmamıştır.

Kuşku yok ki, bizim Saray’da da kutsallık işareti olarak yorumlanacak pek çok olay vardır. Bu ayrı bir konu. Ama Erdoğan’ın, 19 Ağustos Çarşamba günü kameraların karşısında “Cuma günü bir müjdem var” demesinin ardında böylesi bir kutsallık elbette yoktur.

Evet kabul ediyoruz ki, bir Cumhurbaşkanı’nın, bir Başkan’ın, bir CEO’nun, bir Reis’in, zaten bildiği bir haberi Cuma günü diye bir tarih vererek, müjde şeklinde açıklaması, Sultan Abdülhamid ile benzerliği olmayan bir davranıştır. Doğrusu tuhaftır da. Madem haberi biliyorsunuz, neden o gün açıklamıyorsunuz?

Saray, şöyle karar vermiş: Bu habere ihtiyacımız var, bu nedenle bunu bir müjde olarak açıklamalıyız ki, bir enerji yaratsın ve ekonomik kriz biraz olsun unutulsun. Bu Saray’ın ihtiyacıdır. Saray, bunu “toplumun ihtiyacı” sanmaktadır.

Saray’daki yorumcular, Erdoğan’dan, bu durumu bir “toplumsal ihtiyaç” giderme operasyonuna dönüştürmek üzere, “müjde” açıklamasına çevirmiştir.

Bu yorumcular, belki de işin içinde ruhanî bir şey görmüş olabilirler. Ama onlara bu aklı veren işadamları ve ajanslar, tümü ile maddi hayatın ihtiyaçları ile ilgilidirler. Onlar, borsada para kazanmak, dolardan para kazanmak derdindedirler. Karadeniz’de Tuna kuyusunda bulunan gaz, aslında eski bir haberdir. 2012’de de bu haber gündeme gelmişti. Dahası, bir-iki sene önce de gündeme gelmişti. Ama hiçbirinde, “müjde” operasyonu yapılmamıştı. Borsada bazı şirketlerin hisselerini alıp, “müjde” haberinin ardından bu hisselerin yükselmesini sağlayıp, ardından bu hisseleri perşembe akşamı satmak, oldukça kârlı bir iştir. Ya da, dolar 7,37 iken, elindeki mesela 100 milyon doları satıp, müjde haber ile doları 7,24’e düşürüp, o noktadan tekrar dolar almak, dolar cinsinden paranı çoğaltmak demektir. Hiç de kutsal değildir. Kumarhanelerde yapılan en sıradan oyunlardan biridir. Demek ki, Saray çevresi, artık cambazlıkta birbirlerini aldatmaktadır.

Bizim ilgimizi de burası çekmiştir.

Bu arada Damat, gemide, Erdoğan ekranlar karşısında, imaj tazelemiştir. Damat istifa kampanyasına da bu, aile dayanışması anlamında bir yanıt sayılmalıdır.

Damat, “ülkenin ekseni değişecek” diyerek, Çarşamba günü (19 Ağustos 2020) “müjde”yi bildiğini belli etmiştir. Ama 21 Ağustos 2020’de yapılan “müjde” açıklamasının, zaten herkesçe bilinen “gaz” olayı olduğu ortaya çıkınca, bu “eksen” meselesi de tuhaf bir hâl almıştır.

Bu kaçıncı kere bulunan gaz, nasıl oldu da “müjde”li seremoniye dönüştü, işte soru budur. Her seçim döneminde, Erdoğan, daha önceden birkaç kere açılmış binaları açardı. Bu kez, bir “level” değişmiştir. Artık, aynı gaz birçok kere bulunmaktadır. Demirtaş, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası sırasında Erdoğan’ın her şeyi açma alışkanlığını anlatmak için, evinizdeki gazozları açmayın, çağırın o açsın diyordu. Şimdi, durum değişti. Bulunmuş gazları ilan etmeyin, gaz var ise hemen bir “müjde”li açılış organize etmelerine olanak tanıyın, lütfen.

Biz bu durumu, Saray Rejimi’nin sıkışması olarak algılıyoruz. O kadar sıkışmışlardır ki, Saray’dan gaz çıkmaktadır. Bu bir müjde sayılabilir. Demek Saray Rejimi’nin sonu gelmektedir.