Ana Sayfa Blog Sayfa 100

Kadın cinayetleri politiktir!

Evet, kadın cinayetleri politiktir.

Sadece kadın cinayetleri değil, Saray Rejimi ile birlikte, iş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, hepsi yükselmiştir. Son beş yılda, işlenen cinayetlerin sayısı bunun açık kanıtıdır. Ama kadın cinayetleri de politiktir.

Kürt hareketine karşı, devrimci harekete karşı kullanılan şiddet ve devlet terörü, aslında hayatın her alanında kullanılmaktadır. Kadına karşı şiddet, bireysel görünümlü olsa da, gerçekte, sistem tarafından teşvik edilen, beslenen bir saldırı türüdür.

Bunu anlamak için, çözülmekte olan sistemi, çözülmekte olan Saray Rejimi’ni, onun saldırganlığının nedenlerini anlamak gerekir.

Kadına karşı şiddet, sistem tarafından teşvik edilmektedir. Saray Rejimi, bunu “yanlışlıkla” değil, bilerek yapmaktadır.

Burjuva ideolojisi, binlerce yıllık sömürü ve mülkiyet ilişkilerinin devamı olarak, erkek egemendir. Erkek egemen ideoloji çözüldükçe, kadına karşı şiddet, bizzat Saray Rejimi, bizzat devlet tarafından teşvik edilmektedir.

Yani, kadın cinayetleri, “erkek egemen ideolojinin” sadece bir sonucu, sonuçlarından biri değildir, aynı zamanda, iktidarı sürdürmenin, erkek egemen ideolojinin dağılmakta olan ruhunu ayakta tutmanın yolu olarak görülmektedir.

Yoksa şöyle soralım: Neden “İstanbul Sözleşmesi” uygulanmıyor?

Öyle ya, AK Parti hükümeti döneminde, 2012 yılının başında imzalanmış bir sözleşmedir bu. Resmi Gazete’de yayınlanmış, yürürlüğe girmiş bir sözleşmedir bu. 81 madde olan sözleşmenin hiçbir yerinde, hiçbir maddesinde “ülkenin üniter yapısına” karşı, “devletin ilga edilmesine” dair, “kadınların sosyalizmi kurmasına dair”, “devlete karşı mücadelenin meşruluğuna” dair maddeler yoktur. Yani, İstanbul Sözleşmesi, aslında kapitalist sistemi doğrudan hedef almaz. Peki buna rağmen neden Saray Rejimi, altında imzası olduğu bu sözleşmeyi uygulamıyor?

Belki bu sorunun yanıtını verirseniz, belki bu konuyu netleştirirseniz, bizim “kadın cinayetleri politiktir” vurgumuzu da anlamanız kolaylaşır.

Öyle politik cinayetlerdir ki bunlar, azmettirici doğrudan Saray Rejimi’dir.

Saray Rejimi, Ayasofya’yı “cami” ilan ederken, aslında dünyaya “savaşa hazırız” mesajını veriyor. İçeride, “savaş için hazırlık yapacağız”ı ilan ediyor. Tarikatlara daha büyük bir alan açacağını ilan ediyor. Tarikatlar ve radikal İslamcı unsurlar, halkları tehdit etmenin, yeni katliamlara hazırlanmanın, bir kere daha Ermeni, Rum, Süryani ve ardından Alevi ve Kürt halklarına dönük şiddeti tırmandırmanın aracıdır.

Ama aynı zamanda, tarikatların hayallerindeki “halifelik”, “şeriat” adımlarına doğru da adım atmak demektir. Bu konunun kadın cinayetleri ile bağı da açık. Şeriat, halifelik, İslamî yaşam anlayışı, Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamaları, bugün kadının yaşam tarzına karşı bir saldırı değil midir? Sadece kadının yaşam tarzına değil elbette. Ama, kadın sokakta hak arıyorsa, kadın şiddete karşı mücadele ediyorsa, kadın “erkek egemen ideolojiyi” reddediyorsa Saray Rejimi, kendi geleceğini garantide görebilir mi?

Kafalarında şeriat olanlara verilen açık destek, sadece Erdoğan’ın iktidarını kaybetmemek üzere, onları yanına toplaması ile sınırlı mı kalır? Tarikatlar, sadece “para” kazanan çeteler olarak mı kalır? Elbette ki hayır.

Ayasofya saldırısı, örnek olsun, kadına karşı şiddeti artıracaktır. Zaten artmakta olan bu şiddet, her yeni adımla teşvik edilmektedir.

Saray Rejimi, burjuva sistem içinde “kadın hakları”nı da tanımamaktan yanadır. Siyasal iktidarını sürdürmek için Saray Rejimi, daha fazla şiddete başvurmaktadır. Korkuyorlar ve korktukça saldırıyorlar. Bu nedenle, en küçük bir hak arayışına karşı TOMA’larını devreye sokuyorlar. Sadece Çorlu’daki tren kazasına bakın. “Kaza”da hayatını kaybedenlerin karşısına, polis, mahkeme, basın vb. hep birlikte dikilmektedir. Artık buna kaza diyemeyiz.

Bir kadın öldürülüyor. Burjuva basın, “ama” diye başlayan birçok şey yazıyor. “Ama kadın açık giyinmişti”, “Ama kadının tahrik edici giyinmesi de olmaz”, “Ama kadın para karşılığı çalışıyordu.” Tüm bunlar, cinayeti örtmek, haklı göstermek için, burjuva basının gösterdiği olağanüstü çabanın kanıtıdır. Polis, öldüren kocanın haklı nedenlerini kayıt altına alıyor, hakim iyi hâl indirimleri uyguluyor. Otobüste tacize uğrayan kadına, devlet “hafif kadın” uygulaması ile davranıyor.

Şimdi tüm bu saldırıların, tüm bu şiddetin, tüm bu cinayetlerin “bireysel” olduğunu iddia etmek körlük değil midir?

Evet kadına karşı şiddet her zaman vardı. Mülkiyet ilişkileri ve erkek egemen ideoloji bunu her zaman besler. Ama Saray Rejimi altında kadına karşı saldırı, bir devlet saldırısı olarak, çıplak gözle de, sade bir akılla da görülebilmektedir.

Kadın öldürülüyor. Katil korunuyor. Kadını öldürenin “haklı” nedenleri basın aracılığı ile servis ediliyor. Kadının ölümünü protesto edenlere polis açıkça saldırıyor, gözaltına alıyor, dövüyor. Diyanet İşleri bu gibi konularda fetvalar veriyor. Tüm bunlar, kadın cinayetlerini teşvik ettiklerinin kanıtı değil midir?

Saray Rejimi, ayakta durmakta zorlanmaktadır. Ayakta durabilmek için, bir yandan savaş naraları atıyor ve Suriye, Libya cephelerine Ermenistan, Yunanistan cephelerini eklemek istiyor, öte yandan, bu savaşı sürdürmek için, ırkçı ve İslamcı ideolojiyi öne çıkarıyor. Erdoğan ve Saray Rejimi, giderek daha fazla, tarikatlara dayanmaya, oradan “İslamî çeteler” devşirmeye çalışıyor. Giderek daha fazla, günlük hayata “İslamî referansları” sokuyorlar.

Tüm toplumu susturmak istiyorlar.

Kadınları susturmak, eve kapatmak, erkek egemen ideolojinin su almaya başlamış bölümlerini yeniden öne çıkarmak, bu yolla iktidarlarının devamını sağlamak istiyorlar.

Nasıl ki, Kadirova cinayeti bir siyasal cinayettir, benzer biçimde, tüm kadın cinayetleri, artık politik cinayetlerdir. Her kadın cinayetinin ardında, artık, doğrudan Saray Rejimi vardır. Kadın cinayetleri, büyük ölçüde devlet terörünün bir parçasıdır.

Saray Rejimi ömrünün sonuna yaklaşmaktadır. Erkek egemen ideoloji, burjuva ideolojisi giderek parçalanmaktadır. İşte bu korku ile, hayatın her alanında saldırganlığı, devlet terörünü öne çıkarmaktadırlar. Amaçları korkuyu artırmak, her tür direnişi bastırmaktır. Amaçları “orta malı” hâline getirilmiş kadını, boyun eğdirmektir. Bu nedenle daha fazla saldıracakları da açıktır. Bizim de daha ileri direnişler örgütleyeceğimiz, bu saldırganlığa boyun eğmeyeceğimiz bilinmektedir.

Tüm hayatı savunmak, yaşama hakkını savunmak, ancak ve ancak, sisteme karşı açık ve net bir cephe içinde mücadele etmekle mümkündür.

Kadın cinayetlerine karşı mücadele, her yol ve araçla yapılmalıdır ve bu hem zorunludur, hem de meşrudur.

Mizah/gülmece şah(lar)ı mat eder

“Gülen kitap yeğdir ağlayan kitaptan,
gülmektir çünkü insanı insan eden.”[1]

ABD’nin muhafazakârlarından ‘The Wall Street Journal’ın bile, “Siyasi mizah kuşatıldı,”[2] demek durumunda kaldığı bir kesitten geçiyorken; varın mizahın (gülmecenin) hâl-i pür melalini siz tasavvur edin.

Oysa mizahın olmadığı yerde, demokrasi yeşermez; özgürlük de olmaz, olamaz.

Malûm kadim “demokrasi”lerde, eski Atina’da “demokratik değerler”in mizah ve komediyle geliştiğinden söz edilir.

XVIII. ve XIX. yüzyılda demokrasi mücadelesiyle mizahın da yükselişine tanık olunur.

Demokrasilerin diktatörlüklere dönüştüğü kesitlerdeyse “Tek adam”lar, kendileriyle gırgır geçen komedyenleri, yazarları ve karikatürcüleri yasaklayıp susturmaya çalışmışlardır.

Ancak egemen baskılar, eş zamanlı olarak mizahın etki alanını genişletip, güçlendirmiştir… Velhasıl: Bugüne kadar hiçbir diktatör, mizahı yok edememiştir.

Örneğin mizaha tahammül etmeyenlerden birisi; eski Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek’in “mizahla imtihanı” kulaktan kulağa yayılmıştır…

“Nasıl” mı?

Mesela: Mübarek ölüm döşeğinde son günlerini yaşarken gürültüler duyar. “Ne oluyor” diye sorar. Yanındakilerden biri yanıtlar: “Mısır halkı sizi son kez görmek, sizi ne kadar sevdiğini söylemek istiyor!” Hasta başkan, şaşkınlıkla sorar: “Git öğren; nereye gidiyorlarmış?”

Bir başkasına gelince, o da şöyle: Mübarek yine ölüm döşeğindedir; ziyaretine gelen bir bakana sorar: “Hep halkımı düşünüyorum: Zavallılar bensiz ne yapacaklar?” Bakan, “Bağırlarına taş basarak aylarca, belki yıllarca ağlayacaklardır!” diye yanıtlar. Mübarek hemen kâtibini çağırır ve bir kanun hükmünde kararname yazdırır: “Memleketin tüm taşocaklarının işletme haklarını oğlum Ala’ya devrediyorum!”

Mübarek’li günlerin nihayete erdirilmesinde kim mizahın etkisi olmadığını iddia edebilir ki?!

* * * * *

‘Saptırılmış Vasiyetler’in de Milan Kundera mizah için: “Hiçbir şey mizahı anlaşılır kılmak kadar güçlü kılamaz,”[3] derken; bir başka söyleşisinde de, “Mizah anlayışını yitiren bir dünya fikri beni hep korkutmuştur,” diye ekler.

Gerçekten de Emil Cioran’ın, “Gülmek bir zaferdir; yaşam ve ölüm karşısında tek hakiki zaferdir,” notunu düştüğü gücüyle “Gülme, toplumsal hayatın dış yüzündeki yüzeysel isyanları gösterir.”[4]

William Shakespeare’in, “Gülümseyebildikçe yitirmiş saymayız kendimizi”; Sokrates’in, “İnsan, gülmediği günü, yaşadım diye hayat defterine kaydetmemelidir”; Charlie Chaplin’in, “Gülmek hayatın en güzel eylemidir. Ve her ne varsa sizi bundan alıkoyan, onları yok edin”; Molière’in, “Sizi gülümsetebilen insanların peşine takılın, çünkü sadece bir gülümseme karanlık bir günü aydınlatabilir”; Gérard Jugnot’nun, “Gülmek, arabanın silecekleri gibidir; yağmuru durdurmasa da ilerlemenizi sağlar,” notunu düştükleri hâle ilişkin olarak bir Hollanda atasözü de, “Een dag niet gelachen is een dag niet geleefd” yani, “Bir gün gülmemek bir gün yaşamamaktır,” der.

Ama en önemlisi “Gülme katılığa verilmiş cezadır,”[5] saptaması yanında Aleksandr Herzen’in altını çizerek hatırlattığıdır:

“Gülmek, onlara meydan okumaktır. Kahkaha, devrimci bir şey içerir. Kilisede, sarayda, geçit törenlerinde, bölüm başkanının, polis memurunun, Alman idaresinin karşısında hiç kimse gülemez. Serfler, toprak sahibinin huzurunda gülümseme hakkından yoksundurlar. Ancak eşitler gülebilirler. Aşağıdakilere üstlerinin karşısında gülme izni verilseydi ve kahkahalarını bastıramasalardı, bu, saygıya veda anlamına gelirdi.”

* * * * *

Kolay mı? “İyileştirici bir serumdur mizah”[6] ve de yalanın panzehiridir!

İnsan(lık), mizahı keşfetmekle birlikte “insan olma” yolundaki en önemli adımlarından birini de atmış oldu aslında, farkında olmadan… Bir kahkaha atımı bir kişi için küçük ama insanlık için büyük bir adımdı zira. Mizah, bir palyaçonun kocaman ayakkabıları kadar büyük adımlar attı insanlığın gülümsemesi için…

Mizah, her zaman azınlıkta olan çoğunluğun sesidir, bu yüzden de sesi bastırılmış azınlıkların da sesidir aslında… Mizah, çoğunluk adına başkaldıran azınlıkların soluk aldığı bir temiz hava deposudur. İnsanın ölümün soğukluğuna karşı hayatın sıcaklığını savunmak zorunda olduğunu bize bazen yüksek kahkahalar, bazen de hüzünle harmanlanmış küçük gülümsemeler eşliğinde hatırlatan doyulmaz bir güzelliktir mizah. Aristo’ya göre insan “animal ridens” yani “gülen hayvan”dır. Güç sahipleri tarih boyunca, ellerindeki sınırsız gücün verdiği rahatlık içinde, burunları Kaf Dağı’nda gezindiği için “gülme”den uzak durmuşlardır çoğu zaman. Gülme unutulunca da “Aristo” tarzı bir bakışla geriye sadece “hayvan” kalmıştır!

Zira bütün canlılar arasında sadece insan “gülme” yetisine sahiptir. Maymun insana en benzer hayvan olarak gülme taklidi yapmaz mı? Aslında insandaki beş duyunun yanına “gülme”yi de koyabiliriz. Aristo, “Canlılığın Öğeleri” adlı kitabında yeni doğmuş bir bebeğin yaşamının 40. gününe dek gülmediğini söylüyor. Aristo’ya göre, 40. günde bir bebek mucizevî bir yolla artık tam anlamıyla insan olmuştur! Gerçek olan şudur; ister hayatımızın 4. gününde ister 40. gününde, ister uykuda ister uyanıkken gülelim, “gülme” eylemi insana hep güç veren canlandırıcı bir ateştir. “Gülme” insandaki korkuyu ortadan kaldırır. Belki de bu yüzden dinler tarihine baktığımızda “gülme” eylemi karşımıza hep bir suç unsuru gibi çıkar. Kilise, başlangıçtan beri gülmeye hiç sıcak bakmamıştır ve hep karşı durmuştur. Çünkü “gülme” ciddiyeti ve ağırbaşlılığı bir anda toz duman eder, çünkü “gülme” bir anda iktidarı sarsar, güç dengelerini iskambil kâğıtları gibi ardı ardına devirir. Çünkü kahkaha bozguncudur ve tehlikelidir…

Ve bir ek: Mizah sadece “gülmece”nin karşılığı değildir. Çok daha derin bir içerik taşır. Mark Twain, mizah karşısındaki ezberimizi bozan “Mizahın gizli kaynağı neşe değil, hüzündür, cennette mizah yoktur” sözüyle bu anlamda bir ufuk açmıştır önümüzde. Charles Baudelaire ise Twain’in bu sözünü “Acının iki çocuğu var; biri gözyaşı, diğeri mizah” deyişiyle adeta tamamlamıştır. Acı ve hüzün, mizahın içinde gülmece kadar yer etmiş çok önemli unsurlardır, o yüzden acılı ve hüzünlü toplumlarda mizah çok daha fazla işe yarar, insanlar farkına bile varmadan o insanların bitmek bilmez ruh yaralarını sarıp sarmalar.[7]

Özetle Oğuz Aral’ın, “Mizah öyle bir şeydir ki adamın fiyakasını bozar anında”[8] diye tarif ettiği hâle dair, “Mizah tehlikeli bir şey… mizah yaptığında mutlaka birilerini tedirgin ediyorsun,”[9] der Ümit Ünal da…

* * * * *

Çünkü Molière’in, “İnsan güldüğü kadar insandır,” notunu düştüğü gülmece ile toplumsal baskının, bireyler arasındaki eşitsizliğin yerini eşitlik alır.

Ekonomik, siyasal, toplumsal, cinsel baskılara, düzene karşı olan gülmece, toplumsal sevinçlerin de dışavurum biçimidir. Yaşamdaki çatışma ve çelişmelerin ürünü olarak güçsüzlerin başkaldırma, rahatlama aracıdır. Ezilen insanların bu durumdan kurtulmak için eğlenme öğesiyle kullandığı bir silah olarak gülmece, zamanla zenginleşerek şaka, taşlama, fıkra, komedi, taklit, atışma, karikatür, öykü, şiir, nükte, hiciv, alay, iğneleme gibi biçimlerle bir sanata dönüşür. Toplumdaki adaletsizlikler, sıkıntılar, bozukluklar, toplumun en uslandırıcı silahı olan gülmecenin oklarına hedef olur.

Halk gülmecesinin tarihteki ilk önemli örnekleri Aristophanes’in komedyaları ve Aisopos’un (Ezop) fabllarıdır.

Gülmecenin bugünkü yapısını ortaçağ bağnazlığına karşı bir uyanışın gerçekleşmesi olan Rönesans oluşturur. Özgür düşünüş gülmeceden alabildiğine yararlanır ve dogmaya karşı savaşımda önemli gülmece yapıtlarını doğurur. Kiliseyle ve papazlarla ilgili gülmeceler, Don Kişot (Cervantes), Gargantua ve Pantagruel (Rabelais), Deliliğe Övgü (Erasmus), Cimri (Moliere) gibi “klasikler” gülmece yazınının özelliklerini de belirleyerek doğar.

Hicvi de içine alan gülmece, bir siyasal silah olarak güçlenerek toplumsal yaşamda etkili olur. Bağnazlığa karşı aklın, özgür düşüncenin zaferini sağlamanın önemli bir aracı olmaya dönüşür… Yeni biçimleriyle kendini geliştirerek çağları aşar ve insanlığın bir sanatsal ürünü olarak geleceğe taşınır.[10]

* * * * *

Mizahın coğrafyamızdaki seyr-ü seferine gelince…

Osmanlı’nın ilk döneminde loncalara egemen olan tarikatlar (Nakşilik Karagöz’ü, Bektaşilik Bektaşi fıkralarını doğurur) gülmeceyi de biçimlendirir. Ortaoyunu, meddah, Direklerarası, Bekri Mustafa, İncili Çavuş fıkraları, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Kazak Abdal, Pir Sultan, Şeyhi, Fuzuli, Bağdatlı Ruhi, Nefi’nin hicivleri, daha sonra Ziya Paşa, Namık Kemal, Şair Eşref adları ilk elde akla gelenler.

Tarikatların yerini siyasi partilerin alması Meşrutiyet gülmecesini doğurur. Karagöz, keskin hicivli halk eğlencesine dönüşür. 1870’te Teodor Kasap’ın ilk gülmece dergisi Diyojen politik yaşamı etkiler. Hayal, Çıngıraklı Tatar, Kahkaha, Meddah gibi dergiler izleyecektir.

Abdülhamid’in 32 yıllık mutlakıyetinde susturulsa da bir dönüm noktası olan 1908’de, bir rekorla 35 gülmece dergisi yayına başlar. İlk karikatürcümüz Cem, Kalem’de çizer. I. Dünya Savaşı’nda hükümetin baskısı gülmece yayınlarını susturur. Cem’in Cem, Eşek, Hüseyin Rahmi’nin Boşboğaz ile Güllabi, Teodor Kasap’ın Hayal, Sedat Simavi’nin Hande ve Diken dergileri, Yeniçeri ve Karagöz gazeteleri dönemin önemli mizah yayınları olur…

II. Dünya Savaşı yıllarında fıkra, karikatür, hiciv öne çıkacaktır. Cumhuriyet’te ve Amcabey’de yazan, 7 albüm çıkaran, faşizme ve savaşa karşı karikatür silahının en başarılı kullanıcısı olan Cemal Nadir’in, genç yaşta ölmesi (1947) coğrafyamız mizahının kaybı olacaktır.

1946-1950 arasında Merhum Paşa, Malum Paşa, Ali Baba adlarıyla da çıkan, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mim Uykusuz’un sürdürdüğü Marko Paşa, iktidarla açıkça mücadele eder. Dergi 60 bin satışa ulaşır. Sabahattin Ali katledilir, yazarları cezaevlerine girip çıkar.

1950-60 arasında Akbaba ile iktidar yanlısı Karakedi tutunamaz. Tef, Semih Balcıoğlu’nun Taş-Karikatür, İlhan Selçuk ve Turhan Selçuk’un Dolmuş, Kırkbirbuçuk dergileriyle “gülmecemizin altın yılları” olan bu dönemde Haldun Taner’in öyküleri öne çıkar. Garipçilerin şiirleri, Nesin’le Ümit Yaşar’ın taşlamalarıyla şiirde de gülmece güçlenir.

1960’tan sonra Nesin ve Ilgaz ünlenir. Komedi filmleri, taşlamalar yaygınlaşır.

Çizgiyle “gülmece yapan tılsımlı bir sanat” olan karikatürde İhap Hulusi, Eflatun Nuri, Ferruh Doğan, Ali Ulvi, Altan Erbulak, Bedri Koraman, Mıstık, Semih Balcıoğlu, Suat Yalaz, Yalçın Çetin, Turhan Selçuk, Tonguç, Nezih Danyal, Tan Oral, Erdoğan Bozok, Nehar Tüblek gibi ustalar yetişir.

Adnan Veli, Doğan Nadi, Suat Taşer, Özdemir Asaf, Metin Eloğlu, Bülent Oran, Suavi Süalp, Şemsi Belli’nin öne çıktığı 1970’lerden sonra televizyonun yayına girmesiyle gülmece biçim değiştirir. Akbaba kapanır. Çarşaf, Çivi, Fırt, Mikrop, Salata gibi dergiler çıkar. Döneme damgasını vuran Oğuz Aral’ın Gırgır’ından birçok gülmece yazarı, çizeri yetişir.[11]

1980’lerden sonra Gırgır geleneği, Hıbır, Mikrop, Güm-Güm, Sıfır, Avni, Fırfır, Dıgıl, Pişmiş Kelle, Deli, Lemanyak, Öküz, Limon, Dinozor, Penguen, Leman, Uykusuz gibi dergilerle sürdü.

Sulhi Dölek, Nail Güreli, Müjdat Gezen, Yalçın Pekşen, Aydın Boysan, Bülent Oran, Ferhan Şensoy, Kandemir Konduk, Erhan Tığlı, Ahmet Önel, Ülkü Ayvaz, Esen Yel gibi başarılı gülmece ürünü sunan yazarlar ve Semih Poroy, Behiç Ak, Kamil Masaracı, Piyale Madra, Canol Kocagöz, Mehmet Sönmez, İsmail Gülgeç, Selçuk Demirel, Haslet Soyöz, Ercan Akyol, Metin Peker, Sait Munzur, Musa Kart, Ergin Gülen, Asaf Koçak, Uğur Durak, Zafer Temuçin, Devrim Demiral gibi usta karikatürcüler yetişti.

Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika, Tatlı Betüş, Gol Kralı, Zübük, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz gibi yapıtları klasikleşti, birçok gülmece oyunu sahnelendi. Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı ve Bacaksız dizisi, Geçmişe Mazi, Çalış Osman Çiftlik Senin gibi yapıtları kuşaklar boyunca okundu, Hababam Sınıfı filmleri ilgiyle izlendi. Muzaffer İzgü’nün, yaşamımızın parçalarıyla dolu Deliye Her Gün Bayram, Donumdaki Para, Dayak Birincisi gibi öykü kitapları satış rekorları kırdı.

2000’lerden sonra özü ve “muhalif”liği konusunda sıkıntılar yaşandı…[12]

Hâlâ da soru(n)larıyla sürüyor…

* * * * *

Kolay mı?

Penguen çizerlerinden Erhan Tatlıdilli’nın, “Türkiye’de mizahçı olmak gerçekten zor ve sıkıntılı,”[13] diye betimlediği bir iklimdeyiz…

Çok önceleri Bülent Ecevit bile, “Öyle ki artık karikatürcüler, mizah yazarları Türkiye’de nefes alamaz oldular,”[14] demişken; mevcut hâle ilişkin olarak Behiç Ak’ın, “İktidarlar her zaman için korkutucu… Çünkü hoşgörüsüz bir anlayış var Türkiye’de. Çok kolay yumuşatılacak olaylara son derece sert yaklaşılması marifet sayılıyor,”[15] saptamasına ekliyor Leman Dergisi’nden Zafer Aknar da: “Mizah’tan bu korku niye? Özellikle son yıllarda karikatüristler resmen bir abluka altında”![16]

“Nasıl” mı?

Mesela… Erdoğan, Musa Kart’ın Cumhuriyet’te yayımlanan kedi karikatürüne kızmış ve dava üstüne dava açtı.

Mesela… Sonra Penguen dergisinin karikatürcüleri, “Tayyipler Âlemi” kapağını çizdi. Başbakan, kendisinin fil, zürafa, maymun, deve, kurbağa, yılan, inek ve ördek şeklinde gösterilmesine de kızdı ve dava açmıştı.

Mesela… Leman dergisinin “Reco Kongo kenesi Türkiye’nin anasını ağlatıyor” konulu karikatürünü görünce de davacı olunmuştu.

Mesela… 2011 yılında, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu, bazı dergilerde yer alan karikatür, çizim ve resimlerin 18 yaşından küçüklerin maneviyatı üzerinde zararlı tesir yapacağı gerekçesiyle dergilerin içeriğine sınırlama getirmişti.[17]

Mesela… Penguen dergisinde 3 Mayıs’ta karikatüristlerin çalıştığı saatlerde çıkan yangınla ilgili İBB İtfaiye Müdürlüğü’nün raporunda dergi çalışanı karikatürist Metin Üstündağ ile Ercan Genç’in ‘kurtarılanlar’ bölümünde yer aldığı yangın raporunda; “Yangın olayının kimliği meçhul kişi veya kişilerce bina dahiline girilerek bırakılan koli içerisindeki sıvı kimyasalın kibrit, çakmak gibi ısı kaynağı ile tutuşturulması ile başladığı ve gelişerek merdiven sahanlığı ve kapı kısmında etkili olduğu kanaati hasıl olmuştur,” denilmişti.[18]

* * * * *

Ve nihayet Chuck Palahniuk’un, “Acın başkalarını güldürebilir; ama gülüşün başkalarına acı vermemeli,” uyarısı eşliğinde hiç unutulmaması temennisiyle Edip Cansever’in, “gülemiyorsun ya, gülmek/ bir halk gülüyorsa gülmektir…” dizelerindeki vurgusunu daima bellekler(imiz)e kazıyalım… o

12 Temmuz 2020, Çeşme Köyü.


[1]    François Rabelais.

[2]    “The Wall Street Journal: Siyasi Mizah Kuşatıldı”, Cumhuriyet, 12 Ağustos 2017, s. 11.

[3]    Milan Kundera, Saptırılmış Vasiyetler, çev: Özdemir İnce, Can Yay., 2010.

[4]    Henri Bergson, Gülme, çev: Devrim Çetinkasap, İş Bankası Kültür Yay., 2014.

[5]    yage, s. 23.

[6]    Reyyan Bayar, “İzel Rozental: İyileştirici Bir Serumdur Mizahtır”, Cumhuriyet Kitap, No: 1444, 19 Ekim 2017, s. 10.

[7]    Cihan Demirci, “Bugün Nisan 1: Peki, Siz Kaç İnsansınız?”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2020, s. 2.

[8]    Gamze Akdemir, “Müjdat Gezen: Mizah Fiyaka Bozar”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2018, s. 10.

[9]    Emrah Kolukısa, “Mizah Tehlikeli Bir Şey”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2018, s. 16.

[10]  Öner Yağcı, “Gülmece”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2019, s. 13.

[11]  Öner Yağcı, “Osmanlı’da ve Cumhuriyette Gülmece”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2019, s. 13.

[12]  Öner Yağcı, “Gülmecemizin Bugünü”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2019, s. 13.

[13]  Burak Abatay, “Türkiye’de Mizahçı Olmak Gerçekten Zor ve Sıkıntılı”, Birgün, 3 Şubat 2016, s. 15.

[14]  Bülent Ecevit, “Sense of Humour (Mizah Anlayışı)”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2019, s. 16.

[15]  Ceren Çıplak, “Behiç Ak: Gizli İktidarlar Ürkütücü”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2012, s. 20.

[16]  Çağrı Sarı, “Karanlık Geliyorlar Halkı Bize Karşı Kışkırtıyorlar”, Evrensel, 25 Ocak 2015, s. 11.

[17]  Selçuk Erez, “Karikatüre Kızmak”, Cumhuriyet Pazar, No: 1329, 11 Eylül 2011, s. 7.

[18]  Ali Dağlar, “Penguen’i Yakmışlar”, Hürriyet, 18 Mayıs 2012, s. 5.

Bize ne lazım kadınlar?

Bir yol ayrımındayız.

Yol ayrımındayız ve hepimiz iliklerimize kadar hissediyoruz bunu.

Kalabalığız sokakları doldurduğumuzda, ama neden yüreğimiz soğumuyor hiç?

İyi bir cevap arıyoruz, bu kuşatmayı yaracak. Aramızdan bir kadını daha, bir kadını daha aldıklarında bir araya gelip, yarın o kalabalıktan başka hangimizin eksileceğini düşüneceğimiz değil; bu pislikle doldurulan çukurdan çıkacağımız, onu tarihe gömeceğimiz, boğazımızdaki yumrudan kurtulup nefes alacağımız bir cevap.

Bütün mekanizmalarıyla kapitalist emperyalizm, devleti, polisi, babası, kocası, sevgilisiyle, fetvasıyla, hakimiyle bizim tam karşımızda. Bütün kapitalist ülkelerde bu böyle, ama burada daha farklı yaşanıyor. Burada tecavüzcüye, katile, çocuk istismarcısına çok özel ihtimam var, çok özel bir sahip çıkma var. Ellerindeki bu pisliğe sahip çıkmalarının yolu ise bize daha fazla saldırmalarından geçiyor.

Dünyanın pek çok ülkesinde büyümekte olan isyan dalgasına, ekonomik ve siyasal krizin derinleşmesiyle belirgin hale gelecek kitle hareketlerine önlem almak üzere, sistem bugün tüm gücüyle hareketli olan toplumsal kesimlere saldırıyor. Biz kadınlar oldukça uzun zamandır bu toplumsal kesimler arasında en çok rahatsızlık duyulan, en çok bastırılmaya, sindirilmeye, rotaya sokulmaya çalışılanlarız. Yeni hizaya çekme hamlesi de, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek…

Bu tartışmayı açıyor, yanı sıra da kadın mücadelesini büyüten yoldaşlarımıza saldırılar düzenliyorlar. Geçtiğimiz haftalarda TJA ve Rosa Kadın Derneği’nden yoldaşlarımıza yönelik yapılan operasyonlar, bu hafta SKM’den yoldaşlarımızla devam etti. İstanbul Sözleşmesi’ne dair yapılan forumun ardından tek tek arkadaşlarımızı gözaltına aldılar. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışması, egemenlerin, kadınların gelişecek mücadelesinden duyduğu korkuyu açıkça ortaya koyuyor.

Halihazırda uygulamadıkları bu sözleşmeden çekilmeyi neden gündeme getirdiler? Bir değil, pek çok sebebinin olduğunu açıkça görebiliyoruz. Ama öncelikli olarak buna gelişecek kadın hareketine yönelik saldırının çıtasını yükseltme yönünden; Ayasofya’yı camii ilan etmelerine paralel bir iktidarın kendi kitlesini konsolide etme hamlesinden; isçi hareketine yönelik saldırılardan, mini istihdam paketinden; dünkünden daha büyük bir hızla doğayı, kentleri talan etme projelerinden bakmak önemli görünüyor. Bu saldırı, çürüyen sistemin topyekün saldırılarının çok önemli bir adımıdır.

İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmaya açarak kadınları hizaya çekemezsiniz. Sindiremezsiniz. Bize savaş ilan edip, “daha fazlanızı öldüreceğiz” diyip, bizim de kaderimize razı bekleyeceğimizi zannetmeyin.

İyi biliyoruz ki, yasalar, sözleşmeler tek başlarına bir anlam ifade etmezler. Bunu bugüne kadar İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmamasından da biliyoruz. Belirleyici olan mücadelenin gelişimidir. Yasalar mücadeleyle yazılır, mücadeleyle daha iyisi yazılır. Sınıf savaşımı tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bugün herhangi biri 70’lerin işçi haklarına baktığında “O zamanlar ne kadar çok hakkı varmış işçilerin” diye düşünür. Ama bunun olmasını sağlayan şeyin o dönemde sınıf hareketinin yükselişi ve beraberinde dünyada kapitalizmin kendini SSCB karşısında “yaşanabilir bir sistem” olarak gösterme zorunluluğu olduğunu es geçer. Tüm alanlarda ve gündemlerde, insanca yaşamak isteyenlerin mücadelesinin yükseleceğini öngören bir devlet refleksidir bu yüzden İstanbul Sözleşmesi hamlesi.

Koç Holding’in, TÜSİAD’ın açıklamaları olmuş; İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmasını kaygı verici buluyorlarmış. Hani şu eşitsizliği her gün yeniden büyüten para ‘baba’ları… “Ama kadınların haklarını savunan bazı patronlar da var” mı dersiniz? Yok. Çarklarını sırtımızda döndüren bu sistemden beslenenler bizim için yaşamlarımızı savunmayacak. Biz daha gür haykıralım, biz öfkemizi sokaklara taşıralım; bu sistemin kapı bekçilerinin pek çoğunun daha peşimizden mır mır ettiğini, iktidarı kibarca kınadığını duyacağız. Ama hayır, hiçbir zaman bizden ve haklarımızdan yana olmadılar.

Yarattığınız bu bok çukurunda hayatta kalmak için değil, özgür bir dünyada özgürce yaşamak için mücadele ediyoruz. Binlerce kadın olarak İstanbul Sözleşmesi’ni sahipleniyoruz, ve savunacağız. Ve zannetmeyin bununla yetineceğiz. Çok iyi biliyorsunuz ki daha fazlasını istiyoruz ve bunun için mücadelemizi yükselteceğiz. Sistemin çarklarında öğütmeye, parçalamaya çalıştığı kadınlar olarak kuşaklardır biriken öfkemizi örgütlediğimizde, siz egemenler İstanbul Sözleşmesi’ni mumla arayabilirsiniz ve o zaman kendi adınıza çok geç kalmış olursunuz. Ama biliyoruz ki bu bir savaş ve giderek keskinleşiyor. O yüzden elinizden geleni ardınıza koymayacaksınız. Biz de elimizden gelmeyeni ardımıza koymayacağız. İki elimiz, katillerin, tecavüzcülerin, kadın düşmanlarının ve bu çarkı her gün yeniden döndüren kapı bekçilerinin yakasında olacak.

İşçi Gazetesi’nin 182’nci sayısı çıktı

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

Kaldıraç Yayınevi’nden yeni kitap: Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim

Bu çalışma, günümüz tekelci kapitalizmi üzerine üçüncü çalışmamızdır. İlki, 2007 yılında basılmıştı: “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm”. İkincisi, daha yeni basıldı, 2020 basımıdır: “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” adını taşıyor. Bu çalışma ise sonuncusudur. Bu kitap daha çok, emperyalist paylaşım savaşımının hızlandığı, özellikle Suriye savaşındaki gelişmelerin ardından ya da bu sürecin içinde kaleme alındı.

Suriye savaşı, emperyalizm üzerine bir kere tartışmayı güncellemiştir. Üçüncü Paylaşım Savaşı, bize önceki paylaşım savaşları konusunda bilgilerimizi tazeleme zorunluluğu getirmektedir.

Eser Adı: Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim
Yazar: Deniz Adalı

Kitabın genel anlamda türü: Tarih-Siyaset-Felsefe

Cilt Bilgisi: 250 gr Amerikan Bristol karton kapak
Kağıt Bilgisi: 60 gr Enzo Creamy kitap kağıdı
Sayfa Sayısı: 304
Kitap Boyutları: 13,5*21

ISBN No: 978-605-5172-13-8

Doğan Hızlan vesilesiyle eleştiri ve yazmak üstüne

“Tarihsel koşullar en güçlü
bireylerden daha güçlüdür.”
[1]

Papyon takan, gömleklerini hazır almayıp diktiren, ceketinin iç cebinde köstek taşıyan sanat insanı” Doğan Hızlan vesilesiyle değinmek istediklerim var; ancak önce Georgiy V. Plehanov’dan birkaç saptamanın altını çizelim:

“Gerek sanat gerekse edebiyatta, belirli bir akımın derinliğini, hangi sınıf ve katmanların zevklerini dile getirdiği ve bu sınıf ya da katmanın oynadığı toplumsal rol belirler… Her şey toplumsal gelişmenin akışına ve toplumsal güçler ilişkisine bağlıdır…”[2]

“Bir eseri yargılarken, onu çağının şartları içine yerleştirmeli ve aceleye getirilmiş genellemelerden kaçınmalıyız…”[3]

“Gerçekten felsefi olan bir eleştiri, aynı zamanda, gerçekten kavgacı bir eleştiridir…”[4]

* * * * *

Eleştirmendir Doğan Hızlan ya da çoğunlukla böyle anılır.

Pertevniyal mezunudur, hukuk öğrenimini yarıda bırakmıştır.

İlk yazısı 1954’te ‘Yeni Edebiyat’ dergisinde çıkan Doğan Hızlan, çeşitli edebiyat dergilerini ve farklı gazetelerin sanat sayfalarını yönetti. Bunun yanı sıra birçok gazete ve dergide eleştiriler yayımladı.

İlk kitabının yayın tarihi 1983’tü. Kitap yayınlatmakta çok geç kalmış. 46 yaşında kitaplı olmuştu. İlk yazıdan ilk kitaba geçen yaklaşık 30 yıllık sürede, eleştiriler, kitap tanıtma yazıları, edebiyat-sanat dergileri ve yayınevi editörlükleri, günlük gazetelerde sanat sayfası yöneticiliği, televizyonda edebiyat programları, belgeseller, gazetecilik, gazete yöneticiliği var. Çoğu zaman birden fazla işi aynı zamanda yapmıştı.

Örneğin ‘Yeni Edebiyat’ dergisini 1969-1976; ‘Yeni Gazete’nin haftalık sayfasını ise 1970-1971 kesitinde yönetmişti. Yayınevlerinde redaktörlük ve danışmanlık yapıp; 1980’den başlayarak ‘Gösteri Dergisi’ni yönetmişti. Ayrıca 27 Mayıs ile “atandığı” Türk Dil Kurumu’nda, 12 Eylül 1980’e kadar, 20 yıl görev üstlenmişti.

* * * * *

‘Gerçekçilik Yolunda’ (1989); ‘Yazınsal Gerçekçiliğin Boyutları’ (1995); ‘Saklı Su’ (1996); ‘Güncelin Çağrısı’ (1997); ‘Işık Ol’ (1998); ‘Söz Uçları’ (1998); ‘Edebiyatımızın Yol Haritası’ (2000); ‘Mavi Bereli’ (2001); ‘Şiir Çilingiri’ (2001); ‘Düzyazı Ayracı’ (2001); ‘Aynanın Arkası’ (2002); ‘Edebiyat Dönencesi’ (2003); ‘Celile’de Kuşlar Ölüyor’ (2003); ‘Babil’e Yolculuk’ (2003); ‘Yalnızlık Kahvesi’ (2003); ‘Günün Gölgedeki İzi’ (2004); ‘Küllenen Her Şey’ (2005); ‘Aşk Hayatı Gölgeler’ (2005); ‘Susan Bir Yerin Dili’ (2006); ‘Çalıntı Kitap Deposu’ (2007) gibi yapıtlarda imzası olan Doğan Hızlan’ın aslî niteliği eleştirmenliğidir…

“Bilim adamlarının, psikologların, müzikçilerin denemelerini, edebiyatçılarınkinden daha çok severim bazen. Çünkü yazısız bir alanda söylediklerinden, yazdıklarından çok daha fazlasını burada bulurum. Bir icadın, bir bestenin öyküsü, aslının açıklayıcısıdır. Edebiyatı tür çekmecelerinin içine hapsetmenin anlamı var mı?” vurgusuyla ekler o:

“Kuşaklar hem kendi dünyasını kurar, hem de başka dünyaları gözden geçirir… Sağın içinde de çok sevdiğim, övdüğüm edebiyatçılar var…”[5]

“Ben Anglosakson eleştirisini çok seviyorum. Uygulamalı, didaktik; ve saplantılı olmayan bir eleştiri…

“Edebî yargılarımı, değerlendirmelerimi siyasal eğilimle gölgelemekten hep çekindim. Bu, kaale almadım demek değil. Kişilere göre değişen bir yaklaşım…

“Eleştirmenin görevi, göze ilişmeyen, gözden kaçan tabiî önemliyse okurun gözüne onu ulaştırmak. Çünkü asıl çizginin çizdiğini biz takip etmeliyiz. O çizgi zaman zaman yere düşebilir, kopabilir. Koptuğu zaman bağlayacağız, yere düştüğü zaman kaldıracağız. Eleştirinin ve eleştirmenin işlevi ve görevi bence bu…”[6]

“Yüzyıl kalmayacak bir kitap (roman) için neden yüz sayfa yazalım ki?.. Türkiye’de eleştiri yok, bir roman hakkında yüzyıl kalacak yüz sayfa yazılmış bir eleştiri yazısı var mı?”[7]

* * * * *

Üretken ve tanınmış birisi (“star” da denilebilir!) olan Doğan Hızlan hakkında rivayet muhteliftir.

Mesela o; “Bütün zamanların onur yazarı”[8] olmaktan “Edebiyatın Cumhurbaşkan”lığına kadar bir çok -abartılı- payeyle taltif edilmiştir.

İşte bunlardan birkaçı!

i) “Erdal Öz, Doğan Hızlan’ı ‘Edebiyatın Cumhurbaşkanı’ olarak nitelendirmişti. Gerçekten de bir cumhurbaşkanı seçmemiz gerekseydi onu seçerdik. Çünkü onda bir cumhurbaşkanında aradığımız tüm özellikleri görüyoruz… Doğan Hızlan’ın hemen hiç değişmeyen temel özellikleri var. ‘Mavi Bereli’[9] adlı kitabının girişinde, ‘Mavi Bereli’ olmanın koşullarını anlatırken bu özelliklerini şöyle sıralıyor; nesnellik, duygularını gizlemek, mantıklılık, tarafsızlık, iyiden, zevkliden, kaliteliden yana olmak, tartışmaya girmemek, polemikten kaçınmak… Tabii ki kendisi hakkında alçakgönüllülük gösteriyor… Sloganı, ‘İyiden, güzelden yana taraftar olmak’. Sadece bu koşulla taraf olmayı kabullenebiliyor,”[10] der Metin Celal!

ii) “Onu birçok yanıyla kutlamak gerekir. Edebiyatçılığıyla, yazarlığıyla, eleştirmenliğiyle… Bence, kitaplarında kendini gösteren filozofluğuyla da… Doğan Hızlan, aynı zamanda gazetecidir ve gazetecilikte, büyük bir değişimin öncüsüdür,”[11] der Altan Öymen!

iii) “Bilincine çoğu kez geç varılan gerçeklerden biri: Belki de artık tam olarak hatırlayamadığımız kadar uzun bir zamandan bu yana yaşamımızda olan bir insan. Sonra, bir vesileyle o ‘uzun bir zamandan bu yana’nın dökümünü yaptığımızda, karşılaştığımız gerçek: O insanla geçen yıllar, meğer yaşamımızın da en uzun bölümüymüş,”[12] der Ahmet Cemal!

iv) “Edebiyatın taşıyıcı rolüne inanırım… İyi insanların iyi atlarına binerek gittiklerini gördüm. Kuşkusuz kalanlar vardı. Bunların sayısı da öyle çok değildir. Benim için, Doğan Hızlan, işte o kalanlardan biri. Üstelik taşıyıcı, bağlayıcı bir simge. Kültür insanı kimliğinin altında barındırdığı bir duruş, zarafet, insan sarrafı örneğidir… Eğer ‘feyiz almak’ deyiminin bugün hâlen bir anlamı varsa; Hızlan, geçtiği yerlerde edindiği birikimini yazıda taçlandırırken çevresindekilere de yansıtmıştır bunu. Onun yakınında durmak, dahası, dostu olabilecek ‘dar alan’a adım atabilmek belki de usta-çırak ilişkisinin bir yansıması olarak çıkar karşımıza. Hızlan’ın benim için ayırıcı, bağlayıcı yanlarından biri de budur… Edebiyat için doğmuş, deneme yazmak için kitaplar adasına gömülmüş; ama müzikle iç içeliği kendi vazgeçilmezliği bilmiş biridir Hızlan,”[13] der Feridun Andaç!

v) “Doğan Hızlan için ‘estet’ sıfatını ilk kullanan ben değilim. Ancak, onu tek sıfatla anlatmak gerektiğinde bundan uygununu bulmak zor. Tüm çağrışımlarıyla estet: Daha çok batı toplumlarının ‘yüksek sınıflar’ına ait gelenekler çerçevesinde yer alıyor bu çağrışımlar: Aristokrat ya da burjuva ‘gusto’sunu yönlendiren, hem sanatın hem de gündelik yaşamın incelikleri konusunda beğenisine güvenilen, siyasal ya da toplumsal otoritelerle kolay kolay çatışmayan, ama onlarla arasında belirli bir mesafeyi de hep koruyan saygın kişi. Doğan Hızlan, tam böyle bir sima; bunun İstanbullusu ve geniş okur kitlelerine açılmışı. İstanbul’un Avrupalılığını tescil ettirmek gerekse başvurulacak imgelerden biri: Estettir ve taklit değildir,”[14] der Necmiye Alpay!

vi) “Doğan Hızlan, yazılarını, eleştiriden çok, ‘deneme-eleştiri’ diye nitelendiren bir eleştirmenler kuşağındandır. Memet Fuat da, Mehmet H. Doğan da böyle nitelemişler idi yazılarını. Bu anlayış, onların, büyük yapıtlar döneminin eleştirmenleri olmalarından kaynaklandığı gibi, kendilerini izlenimci eleştiri anlayışı içinde görmelerinden de kaynaklanıyordu. İzlenimin ifadesi, eleştiriden çok denemeye yakındır çünkü… Doğan Hızlan, eleştirinin asal işlev mekânının, edebiyatın burç noktası olduğuna daima dikkat çeken bir eleştirmen olagelmiştir. Burç noktası derken kastettiğim, edebiyatın ileriye doğru hamle içinde olduğu, varolma atılımını denediği, edebiyattaki gelişimin şimdiki zaman noktasını kastediyorum,”[15] der Yücel Kayıran!

vii) “Doğan Hızlan’ı okurken insan bir kez daha anlıyor ki edebiyata değişik kültür düzencelerinden bakmak gerekir,”[16] der Mustafa Şerif Onaran!

Vb.leri, vd.leri… Bunların çoğu mübalâa sanatının örnekleridir; olsa olsa!

* * * * *

Hatırlanması gereken başka şeyler de söz konusudur.

Hatırlar mısınız? O, çalıştığı ‘Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün damadı Ercan Saatçi’ye “Türkiye’nin en iyi sanatçısı” sıfatını yakıştırmıştı!

Yalçın Küçük’ün, “Edebiyat zekâsı yoktur. Okumuştur; ama ne adam gibi eleştirmendir ne de yazar. Bir muammadır,” diye tanımladığı Doğan Hızlan, Fethi Naci’nin ardından “Marksistti ama estetik duygusundan yoksun değildi,” diyerek, ideolojisi olanın estetik duygusu olamayacağını ima edendi!

“Sanatta Star Sistemi”ndendi; onun açılışına gittiği sergiyi daha çok kişi ziyaret eder; bahsini geçirdiği opera ya da bale temsilinin biletleri tükenirdi!

Ya da bir etkinliğe katılması için sayısız telefon gelir, çünkü bazen şöyle bir görünmesi bile o etkinliğin prestijini arttırırdı. Bu yüzden de bütün kitap fuarları onu isterdi; tüm edebiyat yarışmaları da onu jüri yapardı.

Sanat alanındaki “bilirkişi”ydi de; bin bir zorlukla sanat üretmeye çalışanları, hiç bilmiyormuş gibi davranırdı; “Bir heykele ucube,” denildiğinden habersizmiş gibi susmuştu; hep bir şeyleri tek yanlı ve eksik görürdü. Ancak 2015 Temmuzu’ndaki yazısında “Cumartesi Anneleri”nden söz edebilmişti!

2011’in Aralık’ında Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’ne layık görüldü Doğan Hızlan “eleştiri dalında”; Cumhurbaşkanı Gül, ona ödülünü verirken ona “Edebiyatın Profesörü” denildiğini, kültür faaliyetlerini detaylı biçimde takip ettiğini, eleştirerek onları güçlendirdiğini ve bunun kültür ve sanat hayatının daha da zenginleşmesini sağladığını belirtmişti…[17]

2013 yılında T24’te, “Edebiyatın Doğan Hızlan’ıydı… biat’ın da Doğan Hızlan’ı oldu,”[18] denen onun hakkında; “Aydın Doğan adına tetikçilik yaptığı”ndan söz edilirdi; 2016’da Dolmabahçe’deki yandaş “sanatçılar” toplantısına katılmışlığını unutmadan![19]

Katıldığı konserlerin ikinci yarısında çıkan eleştirmen ya da “eleştirmeyen bir eleştirmen”di; bir nevî Hıncal Uluç’tu…

‘Picus Dergisi’nin Temmuz 2005 nüshasında Alev Alatlı, Doğan Hızlan için “Hilmi Yavuz’la birlikte kendilerini klonlamışlardır. Bu yüzden yapıştıkları iktidar koltuğundan ölseler bile vazgeçmeyeceklerdir,” deyip eklemişti: “Bunlar, artık klasikleşmiş isimler dışında kimse için eleştiri yazısı yazmaya cesaret edemez, çünkü yazmaya kalkarlarsa ne kadar yetersiz oldukları ortaya çıkar. Bundan korkuyorlar.”

Veya onun referansıyla bir kitap yok satardı.

Her türlü edebiyat ödülünde seçici kurulda yer alan bir isimdir. Oysa bir yıl içinde beş tane seçici kurulda yer alsa, yaklaşık 600 tane kitap okuması gerekirdi ki, bu da eşyanın tabiatına aykırı bir durumdu. O hâlde basit bir çıkarımla okumadan, iltimasla ödül dağıtanlardandır diyebiliriz.

Bu noktada sözü Taylan Kara’ya bırakalım:

“Türkiye’deki ‘edebiyat piyasası’, üç beş kişinin mutlak hâkimiyeti altındadır. Ödüller veren, şair ve yazarları öne çıkaran, kısacası ‘edebiyat piyasası’nı belirleyen insan sayısı, parmakla sayılacak kadar azdır.

“2013’te verilen 23 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimdir. (Doğan Hızlan: 12 kez)

“Aydın Doğan ödülü 1997’de roman, 2000’de şiir, 2012’de öykü dalında verilmiştir. Hepsinin seçici kurulunda Doğan Hızlan vardır.

“Aydın Doğan ödülü, arkeoloji, kent mimarisi, resim, moda tasarımı, heykel, tiyatro, sinema, Türk halk müziği, fotoğraf dalında verildiği yılların tamamında seçici kurulda yine Doğan Hızlan bulunmaktadır.”

Dedik ya: “Sanatta Star Sistemi”ndendi; “köşesini tutmuş ekmeğine bakan”dı o…

* * * * *

O ve benzerleri mübalâğalarla “göklere çıkarılır”ken; Nurullah Ataç, Fethi Naci gibi “efsane eleştirmen”[20] payesini hak edenler göz ardı ediliyordu!

Hatırlanırsa coğrafyamız “Tarihinin önemli bir toplumsal dönemecine denk düşen 1950’lerde ürün vermeye başlayan edebiyat, bu dönemde ‘resmi ideoloji’ye de fazla kapılanmadan, kendi piyasasını kurabilmişti… Ürünlerin bu kadar ‘bereketli’ olduğu bir ortamda, edebiyat eleştirisinin de lojistik destek sağlamak amacıyla ‘hazır ve nazır’ olması, doğaldır. Nurullah Ataç’ın ‘izlenimci’ eleştirisi, biraz ‘sosyolojik’ biçimde olsa da, bu dönemde aşılır olmuştur. Ancak o alanda da ciddi engellemeler vardı. Sözgelimi, dönemin ‘kötü baskılı’ kitaplarından biri, Fethi Naci’nin kendi imkânlarıyla yayımlayabildiği, ‘İnsan Tükenmez’ adlı yazılar toplamı, çıkar çıkmaz toplatılmış, soruşturma konusu olmuştu. Fethi Naci, ancak 1960 sonrası okunur olan yazılarıyla eleştirideki ağırlıklı yerini edinebildi. Bu kuşağın, kültür hayatında iz bırakmış en önemli adlarından birisiydi… Gerek modernist edebiyatın, gerek sosyalist edebiyatın, ayrıca çeviri edebiyatının ‘nitelikli’ hâle gelmesinde payı büyüktü.”[21]

O; 15 yaşındayken Charles Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri”ni alabilmek için paltosunu satandı…

1951’de tutuklanır ilk kez. ‘İstanbul Yüksek Tahsil Derneği’nin tüm kurucuları ve yönetim kurulu üyelerini 141. maddeden içeri almışlardı. Şöyle anlatırdı o günleri: “Asıl amaç belliydi: özgürlük savaşçısı olarak iktidara gelen demokrat parti, özgürlükleri daha da kısmak, 141. 142. maddeleri daha da ağırlaştırmak için, atmosfer hazırlamak üzere tutuklatmıştı bizi… Yaşamımda rastlantıların büyük yeri vardır. O tutuklama olmasaydı Anadolu’nun bir köşesinde ya muhasebeci, ya personel müdürü olacaktım; oysa o tutuklamadan sonra beni işten attılar, bir daha da aramadılar. Ben de iktisatçı olamadım, eleştirmen oldum!”

1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne üye olan Fethi Naci, ‘Vatan Gazetesi’nde ve ‘Sosyal Adalet Dergisi’nde yazılar kaleme aldı. Partiyle ilişkisi kesildikten sonra yazılarını ‘Yön’ de ve bir süre yönetiminde yer aldığı ‘Ant Dergisi’nde sürdürdü.

Mesela eleştirmen, aynı zamanda yayıncılık ve sendikalarda işçi öğretmenliği yapan Fethi Naci…

Yapıtıyla toplumcu sanatın ilkelerini koymaya çalışan ve bilimsel bir tutumu benimseyen bir eleştirmen olarak tanındı. Edebiyat merakı içinde yürütülmüş bir iktisat öğreniminin sağladığı iki yanlı gözlemin avantajları ilk yapıtlarında belirgin olarak görülmektedir. Güvenilir yargıları, dikkatli inceleyiciliği, bireşimci kültürü ve tutarlı dünya görüşüyle öne çıkan bir eleştirmen olarak değerlendirildi.

Yazınımız Fethi Naci’ye çok şey borçludur; hem yazar-eleştirmen hem de yayıncı olarak. Renkli kişiliği de cabasıdır…

Kültürlüydü, bilgiliydi, çok okur, okudukları arasında anlamlı bağlantılar kurar ve benzerleri…

Edebiyat âleminde eleştiri/tahlil gibi dallarda Fethi Naci, birçok insanın bir “école” olarak kabul edeceği bir kişiydi. Ama kimseye “pir” olmak için de bir hevesi, çabası görülmedi…

Gerçek Yayınevi’ni kurmuş, birbirinden değerli yapıtları kazandırmıştı…

Marksist dünya görüşüne sahipti; sosyalist bir insandı…

Doğan Hızlan yaygaraları arasından onları hatırlayan var mı hâlâ?

Ya da Füsun Akatlı’yı, Bedrettin Cömert’i?

Hatırlayan var mı? Füsun Akatlı, ne yazsa iyi yazardı, onu kalıcı kılan aydınlık fikir dünyası kadar dilinin, anlatımının güzelliği, yazılarının “kalitesi”dir. Denemeci ve eleştirmen olarak bilinir. Bir yazısında denemeciliğe eleştiriden iki yıl önce başladığını belirtir.

Akatlı’nın denemeciliğini, Nusret Hızır’dan onun yaptığı bir alıntıyla tanımlayabiliriz: “Deneme, konusunu derinliğine kavramak ya da tüketmek savında bulunmayan, ama dizgesiz biçimde, çoğu kez söylediklerini önemsemiyormuş gibi davranarak yeni katkıda bulunan bir yazın türüdür denebilir.”

Akatlı’nın bir eleştiri yöntemi varsa, her yapıtı ayrı ele almayı yeğlemesidir. “Eserin bağımsız ve tek başına varlığı”nı, “tek tek yapıtların biricikliğini ve bütünlüğünü” görebilmesi onu tek kitap değerlendirmeleri bakımından doruğa taşımıştır. Piyasa kaygısı taşımadan, neyse fikri onu çekinmeden yazardı o![22]

Sonra da; “Bir yazıyı bütünlüğü içinde anlama alışkanlığını edinemedik biz daha. Yazarına veya yazıda adı geçen kişilere karşı olan sevgimiz ve tepkimiz; yazıyı daha tümden okumadan, okumuş olsak bile anlamak için gerekli çabayı harcamadan, o yazıyı övmemiz veya yermemiz için yeterli oluyor,” diyen Bedrettin Cömert…

O, eleştirinin eleştirisine yeni kavramlar kattı, “elden düşme duyguculuk”la, edebiyatta ve sanattaki yanlış devrimcilikle, ada sığınma hastalığıyla ve edebiyatımızdaki kooperatifçilikle ömrünün yettiği kadar mücadele etti.

Cömert’e göre, birçok eleştirmen, kitap tellalıdır. Okurla yazar arasında iletişim kanalı olan kitap tanıtıcılığı görevini bile yapamamaktadırlar. Kitap tellalı olan eleştirmenlere itiraz eden onun için Özdemir İnce, “Benim umudumdu” diye yazmıştı.

Bedrettin Cömert, keskin eleştirel gözü ve çalışkanlığıyla edebiyat eleştirimizi “kitap tellallığından” da, “kooperatifçilikten” de, piyasaya göbekten bağlı eleştirmenlerden de koparabilecek yetkinlikteydi. Onun katledilmesiyle, Türkçe edebiyat eleştirisi çağına beş kala durdu.[23]

* * * * *

O hâlde Doğan Hızlan vesilesiyle, bir kez daha eleştiri ile yazmak eylemi üzerine kafa yormak gerek!

“Yazmak” deyince bir parantez açarak ilerleyelim; ‘Liberation’un 1985’teki bir nüshasında yayınlanan ankette kimi yazarlar, “Neden yazdıkları” sorusunu şöyle yanıtlamışlardı.

Milan Kundera (1929, Çek): “Yazmak benim için herkesin söylediğinin tersini söyleme zevkidir. Yani herkese karşın tek başına haykırmanın direnci…”

Heinrich Böll (1917-1985, Alman, 1972 Nobel Armağanı): “Yazmak benim için yaratmaktır.”

Günter Grass (1927-2015, Alman): “Yazıyorum, çünkü başka şey yapamam.”

Ba Jin (1904-2005, Çinli): “İnsanın edebiyata ihtiyacı vardır. İnsan kafasında biriken çöpleri temizlemek ister. Ben kafamda birikenleri temizlemek, çevremi ve yaşamı değiştirmek için yazıyorum. Hiçbir zaman yaşamla alay etmedim. Yapıtlarımla savaş verdim.”

José Saramago (1922-2010, Portekiz Komünist Partisi üyesi): “Ölümü geciktirmek ve yaşamı uzatmak için yazıyorum.”

Georges Simenon (1903-1989, Belçikalı): “Yazmazsam rahatsız oluyorum.”

Nicolas Guillen (1902-1989, Küba Komünist Partisi yöneticilerinden, Yazarlar Birliği Başkanı, Lenin Barış Ödülü almış Kübalı yazar): “Düşmanlarımı ateşle susturamıyorum. Bunun için de yazıyorum.”

Jorge Amado (1912-2001, Brezilyalı): “Yazmadan duramam. Halkın üzerinde bir etki yaratmak istiyorum. Daha iyi bir yaşam düzenine ulaşmak için yazıyorum. Askeri diktatörlüklere karşı koymak için yazıyorum.”

Salman Rushdie (1947, Hintli yazar): “Yazıyorum, çünkü yaratmayı seviyorum… Yazıyorum, çünkü yazmadan nasıl yaşayabileceğimi henüz keşfedemedim. Yazarken dünyayla hesaplaşıyorum. Ben bir göçmenim, yazarken kendi dünyamı yaratıyorum.”

Silvina Ocampo (1903-1993, Arjantinli): “Başkalarının neleri seçmeleri gerektiğini göstermek için yazıyorum. Dünyadaki önemli olayları yani dostluğu, aşkı, sanatı ve siyasal olayları vurgulamak için. Kâğıtlarda bizden bir şeyler kalsın istiyorum.”

Necib Mahfuz (1911-2006, Mısırlı): “Yaşamakla yazmak aynı şey.”

Tevfik Al-Hâkim (1898-1987, Mısırlı): “Okuyucuyu düşündürmek için yazıyorum.”[24]

Bunlara bir de Elias Canetti’nin şu satırları eklenmeli: “Bir yazar ya özgündür ya da yazar değildir. Yazar, derin ve yalın bir biçimde, bizim onun kötü alışkanlığı diye adlandırdığımız yanı aracılığıyla özgün olur. O denli özgündür ki, kendinin böyle olduğunun bilincine varmaz bile. Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılmaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerinde yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.

“Yazar eğer bu dünya üzerine değer taşıyan bir şeyler söylemek istiyorsa, dünyayı kendisinden uzaklaştıramaz ve ondan kaçamaz. Tüm amaçlara ve planlamalara karşın, günümüzde her zaman olduğundan daha çok kaostur bu dünya, çünkü kendi kendini ortadan kaldıracağı noktaya doğru artan bir hızla ilerlemektedir; yazar dünyayı okur için sansürden geçirerek, düzeltip pisliklerinden arındırarak değil, olduğu gibi kendi içinde taşımak zorundadır. Ama kendini de kaosa kaptırmamalıdır; edindiği deneyimden yola çıkarak bu kaosla savaşmalı ve kaosun karşısına içindeki umut çağlayanını çıkarmalıdır.”[25]

* * * * *

Devam edersek: Kapitalizmin “sürdürülemez” niteliğiyle topyekûn bir yıkıma dönüştüğü koordinatlarda yazmak eyleminin insan(lık)ın kurtuluş, eşitlik ve özgürleşme mücadelesinin önemli bir mevzisi olduğundan kimsenin şüphesi olmamalı.

Evet tarihi serüveninde insan(lık)ın yaşadıklarından ders almasını öğütleyen yazın eylemi, bin yılları aşarak bugünlere uzanan bir umut çığlığıdır.

Aristophanes’in tiyatro tarihinin ilk savaş karşıtı oyunlarından ‘Lysistrata (Kadınlar I-ıh Derse)’ ile ‘Barış’, Homeros’un ‘İlyada’, Euripides’in ‘Troyalı Kadınlar’, Vergilius’un ‘Aeneis’, Firdevsi’nin ‘Şehname’, Dante’nin ‘İlahi Komedya’, William Shakespeare’in ‘V. Henry’ gibi yapıtları hâlâ güncelliği korur, yolumuzu aydınlatır.

Elbette bu kadar değil; bu işin bir yanıdır; ötekine gelince: “Yazı boyun eğdirmek içindir” der ve ekler Rahmi Öğdül:

“Felix Guattari, günümüzde de iktidarın yazıyla ilişkili boyun eğdirme yönteminden söz ediyor: ‘Bugün kapitalist iktidar, polis ya da açık fiziksel baskı kullanımından daha çok, semiyotik boyun eğdirmeyle iş görüyor.’ Semiyotik boyun eğdirme, göstergelerin gömülü olduğu bir metne göre işliyor; düşüncelerimizi ve davranışlarımızı belirleyen bu metindir. Gündelik hayatta kullandığınız semiyotik tarzları, jestleri bu yazı yasasına uydurmak zorundasınız. Aksi takdirde kendinizi özel kurumlarda bulabilirsiniz. İçine gömülü olduğumuz metni ihlâl edenlere deli, sarhoş, anormal, meczup deniliyor.

“Yazı iktidarın icat ettiği en erken dispozitiflerden biri. Michel Foucault’nun dispozitif kavramını Giorgio Agamben şöyle açıklıyor: ‘Yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, önleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların beden diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey.’[26] Bir yakalama aygıtı olarak yazı, capcanlı sözü işaretlerden oluşan bir soyutlama sistemine dönüştürmüştür.

“Devlet, yeryüzünde dolaşan sözü surların içine kapatmış ve sözün yaşamla bağlantısını koparmıştır. Varlıkların envanterini çıkarma yöntemi olarak yazı, bürokratik bir tekniktir. Kabul edelim; yazının içine gömülü hâlde yaşıyoruz, yazıyor ve yazılanları okuyoruz. Ve durmadan yakalanıyoruz. Bir kaçış mutlaka olmalı, yazıyla birlikte kaçış. Yazıyı kaçırıp açık havaya çıkarmalı. Yazıya, göçebelerin kasırga gibi esen soluklarını bulaştırmalıyız:

“‘Yazmak, asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesidir. Bir süreçtir, diğer bir deyişle, yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kat eden bir yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz’[27]…”[28]

Yani “Yazı, olmuş, olmakta ve olacak olanı birbirine bağlayan sokaklardır; yazdıkça kendimizi var edebilmemiz ondan. Hayata yazının ipliğiyle bağlıyız. Yazıyla ilişkimiz koptuğunda hayatla da bağımız kopuyor. Yazı belleği, şimdiyi ve geleceği birbirine bağlıyor. Bir yılan gibi; yazı sokaklarda dolaşıyor, kentin kıvrımlarını açıp farkı açığa çıkarıyor. Yazı, kıvrımlı kent sokaklarında dolaştıkça kabuk değiştirir. Ama yazar kimliğine sığınanları üsluplarından, değişmeyen süslü kabuklarından tanıyabilirsiniz. Oysa ‘üslup kimilerinin sandığı gibi bir süsleme değildir; … üslup -tıpkı ressamlar için renk gibi- bakışın bir niteliğidir… başkalarının görmediği özel bir evrenin açığa çıkışıdır…’[29] Yeryüzü, evrenler çokluğu. Evrenler açığa çıktıkça üsluplar da, kimlikler de değişir. Yazı içinde saklanacak bir yurt değil, aksine bir geçittir, evrenlerin içinden geçiyor. Yürümek, yeryüzüne yazı yazmaktır, yazdıkça var olabilmek. İktidarın bizleri kapattığı yurtlardan sokaklara çıkmak. Sokaklar, ayrıştırılmış yurtları birbirine bağlıyor. Ve tüm sokaklar sonunda denizlere çıkıyor.”[30]

* * * * *

İnsan aklının ürettiği, zamanı aşarak bugüne uzanan birikimin yazın eylemi tarihe ayna tutar.

Ve o, insan(lık)a insanı tanıttığı için hâlâ günceldir.

Söz konusu güncellik, pozitif (ve elbette negatif) özellikleriyle insan(lık) tarihinin eleştirel hazinesi, ezilenlerin sesi soluğuyken; durmadan değerlendirilip, tanzim ve tasnif edilmelidir; Georgiy V. Plehanov’ın altını çizdiği üzere…

5 Haziran 2020, İstanbul.


[1]    Georgiy V. Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, çev: Nahide Özkan, Yazılama Yay., 2014.

[2]    yage.

[3]    Georgiy V. Plehanov-Jean Freville, Sosyalist Gözle Sanat ve Toplum, çev: Asım Bezirci, May Yay., 1968, s. 66.

[4]    Georgiy V. Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, çev: Nahide Özkan, Yazılama Yay., 2014, s. 76.

[5]    Osman Çutsay, “Doğan Hızlan, Ben Sanatçıyı Koruyorum, Evet!”, Cumhuriyet Kitap, No: 1086, 9 Aralık 2010, s. 15-17.

[6]    Necmiye Alpay, “Doğan Hızlan: Bir Estet”, Radikal Kitap, Yıl: 6, No: 341, 28 Eylül 2007, s. 10-11.

[7]    Doğan Hızlan, Edebiyatımıza Dipnotlar, Yapı Kredi Yay., 2010.

[8]    Melisa Gürpınar, “Doğan Hızlan 70 Yaşında: Bütün Zamanların Onur Yazarı”, Varlık Dergisi, No: 12, Aralık 2006, s. 32-33.

[9]    Doğan Hızlan, Mavi Bereli, Yapı Kredi Yay., 2001.

[10]  Metin Celal, “Edebiyatın Cumhurbaşkanı”, Cumhuriyet Kitap, No:872, 2 Kasım 2006, s. 12.

[11]  Altan Öymen, “Edebiyat Adına ‘Feth’e Çıkmış Bir Kahraman: Doğan Hızlan”, Radikal, 5 Kasım 2006, s. 9.

[12]  Ahmet Cemal, “Doğan Hızlan’lı Yıllarım…”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2006, s. 14.

[13]  Feridun Andaç, “Dönencesi Edebiyat…”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2006, s. 15.

[14]  Necmiye Alpay, “Doğan Hızlan: Bir Estet”, Radikal Kitap, Yıl: 6, No: 341, 28 Eylül 2007, s. 10-11.

[15]  Yücel Kayıran, “Yazınsal Hedonizm”, Radikal Kitap, Yıl: 9, No: 503, 6 Kasım 2010, s. 16.

[16]  Mustafa Şerif Onaran, “Edebiyatımızın Cumhurbaşkanı: Doğan Hızlan”, Cumhuriyet Kitap, No: 913, 16 Ağustos 2007, s. 22.

[17]  Emre Kongar, “Bilsay Kuruç, Doğan Hızlan ve…”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2011, s. 3.

[18]  http://t24.com.tr/yazı/mabeyn-katibi/6339

[19]  http://siyasihaber2.org/

[20]  M. Sadık Aslankara, “Fethi Naci’siz Geçen On Yılın Ardından”, Cumhuriyet Kitap, No: 1484, 26 Temmuz 2018, s. 14.

[21]  Tahir Abacı, “Edebiyatta 1950 Kuşağı”, Cumhuriyet Kitap, No: 1521, 11 Nisan 2019, s. 8.

[22]  Oğuz Demiralp, “Füsun Akatlı…”, Cumhuriyet Kitap, No: 1577, 7 Mayıs 2020, s. 3.

[23]  Ayşegül Tözeren, “Edebiyatımızın Eleştiri Kalbi: Bedrettin Cömert”, Evrensel, 11 Temmuz 2018, s. 12.

[24]  Hıfzı Topuz, “Yazmasalar Olmaz mıydı?”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2020, s. 2.

[25]  Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev: Gürsel Aytaç, Payel Yay., 2007.

[26]  Giorgio Agamben, Dispozitif Nedir?, Monokl Yay., 2012.

[27]  Gilles Deleuze, Kritik ve Klinik, çev: İnci Uysal, Norgunk Yay., 2013.

[28]  Rahmi Öğdül, “Yazı Boyun Eğdirmek İçindir”, Birgün, 4 Ekim 2019, s. 15.

[29]  Marcel Proust, Edebiyat ve Sanat Yazıları, çev: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yay., 2015.

[30]  Rahmi Öğdül, “Yürümek, Yazmaktır ya da Tam Tersi”, Birgün, 10 Ocak 2020, s. 15.

Kadınlar “savaş ganimeti” mi?

“Özgürlük hiçbir zaman verili değildir,
her zaman tehdit altındadır.
Mutlak belirlilik, her defasında da,
özgürlük yoksunluğudur.”
[1]

Tesadüf olamaz… Önce muhalif kadın gazetecileri, CHP’li kadın siyasetçileri vb. aralarında “paylaştılar”! İslâmî savaş kurallarına göre öyledir ya: Düşmanın kadınları “savaş ganimeti” sayılır ve evli olanlar dâhil, Müslüman savaşçıya helâldir!

Değil mi ki Kur’an’ın Nisa suresinin 24. ayeti evli kadınlarla evlenmeyi yasaklarken cariyeleri bundan muaf tutmakta… Hele ki bu ayetin Huneyn seferinden galip çıkan Muhammed Peygamber yandaşlarının esir düşen evli kadınları ne yapacaklarını tartışırken nüzul olduğu düşünülünce…[2]

Referansları “Kara Kaplı” olunca, kim tutar ki onları! Ne de olsa, kendi anlam dünyalarında, kendi “hakikât rejim”lerinde, kendi sanrılı “gerçeklik” algılarında bir “gaza”dan, müşriklere, münafıklara, giderek “kâfirlere” karşı yürüttükleri bir gazadan galip çıkmışlar; “laikler”in bütün kalelerini bir bir düşürmüşler; sancaklarını diyar-ı küffarın bağrına dikmişler ve ülkeyi (yeniden) İslâmlaştırma savaşımında büyük merhaleler kat etmişlerdi.

Bunları yaparken dünyalıklarını da fena sayılmayacak miktarlarda doğrultmuşlardı üstelik; ülkenin politik, ekonomik, toplumsal kültürel yaşamında, bütün kritik kurumlarında, ana akım medyada, sosyal medyada onlar vardı. On beş yıl önce Anadolu’nun ücra bir kasabasında züccaciyecilik yapan biri, bugün ‘Forbes’un en zenginler sıralamasında yer alıyor!

Bir diğeri odacılıktan daire müdürlüğüne baş döndürücü bir hızla yükseliyor, bir başkası hiç ilgisi olmadığı alanlarda üç-dört müsteşarlık maaşını cebe indiriyor!

Öteki de lisansüstü öğrenimini iki-üç yılda tamamlamayıp doğrudan üniversitede öğretim kadrosuna atanıyordu!

TV ekranlarından silahlı olduklarını göğüslerini gere gere pervasızca teşhir edecek, sosyal medyadan ellerinde tam otomatikli fotoğraflarını paylaşacak kıvama gelmişlerdi…

Yine de kendilerinden tam emin oldukları söylenemez. En küçük bir kıpırtıda, en duyulmaz bir fısıltıda bütün sinirleri ayağa kalkıyor, teyakkuza geçiyorlar. “Karşı” tarafın söz söylemesine tahammülleri yok, paranoyak iç dünyalarında bir basın açıklamasını “darbe” girişimine, ekonominin kötü gittiğine dair bir eleştiri “bizi yıkmak isteyen dış güçler”e, en tenha protesto gösterisini “Soros’çu komplo”ya mal etmekte üstlerine yok. Ya da iktidarlarını ancak bir “korku krallığı” yaratarak sürdürebileceklerinin bilincindeler. “Cumhurbaşkanı’na hakaret”ten içeri atılma yaşı 14-15’lere düştü.

Nedeni ne olursa olsun, hedeflerinde öncelikle kadınlar var. En az Haziran 2013’ten bu yana… Ama örnekler için o tarihlere dek gitmeye gerek yok: Aktroller’in loş dünyalarında küçük bir gezinti, yetiyor!

Dediğim gibi, muhalif kadın siyasetçi ve gazetecileri aralarında paylaşanlar mı istersiniz?!

Dilek Demirtaş için yakası açılmadık tweet’ler atanlar mı?!

Pınar Aydınlar’ı (ve çocuklarını) sosyal medyadan tehdit eden çakma “özel harekâtçılar” mı?!

Gülfer Akkaya’ya musallat olanlar mı?!

Ya da hırsız gibi Eren Keskin’in evine girip tehdit mesajı bırakanlar mı?!

Kadınların dik duruşundan, bağımsız irade ve kişilikleriyle davranmasından, mücadele etmesinden hiç mi hiç haz etmiyorlar. En “light”ından en “radikal”ine: polis panzerinin üzerine çıkan kadın eylemciden “Kız mıdır, kadın mıdır” diye söz edeninden, “kadının fıtratında kölelik var,” diyenine… 

Bir IŞİD’li için en büyük kâbusun bir kadın direnişçinin elinden ölmek olduğu; böyle bir durumda “şehit” sayılmayıp, “cennete gidemeyeceği”ni düşündüğü[3] göz önünde bulundurulduğunda; kendi yaşamı konusunda kendi başına karar verebilen, itiraz eden, başkaldıran kadınların siyasal İslâmcı zihniyette nasıl bir “kara delik” oluşturduğunu kavramak kolaylaşır.

İşin ilginç (ama tiksindirici bir ilginçlik bu) yanı, itiraz eden, başkaldıran, dik duruşlu bir kadın gördüklerinde akıllarına ilk gelen “silah”ın, cinsel organları olması…

Erkek muhaliflere yaptıkları gibi “asarız, keseriz, hapse atarız, süründürürüz vb.”ne müracaat etmiyorlar, örneğin…

İktidarlarına karşı sesini yükselten kadınlar karşısında tek meydan okumaları, onları tacizle, tecavüzle tehdit etmek…

Karşısındakini “denk” saymayan, aşağılayıcı, küçümseyici, şişkin eril ego’dan kaynaklanan bir tehdit… 

Ama derinliklerine gittiğinizde bir korkuyu,  bir fobiyi de açığa vurmuyor değil. Neval Saadavi’nin, Fatima Mernissi’nin (Fatna Ait Sabah) yapıtlarında[4] çarpıcı bir biçimde analiz ettikleri fobi: Kadın cinselliğinden, ona yenik ya da küçük düşmekten, kendi yetersizliklerinden duyulan ölesiye korku; şişirilmiş “eril imge”nin hakkını verememek kaygısı…

Bu “kompleks”in adını koymayı psikanalistlere bırakıp devam edelim: Siyasal İslâm’ın duygusal karmaşasındaki bu korku ve kaygılar gündelik, kamusal yaşamımıza damgasını vurur hâle geldikçe, yaşam bizler için daha çekilmezleşiyor.

Kadınları mecbur kalmadıkça çalışmamaları gereken, çalıştıklarında da ancak ucuz emek deposu olarak gören, ama esas işlevleri çocuk doğurmak, onları yetiştirmek, kocaya hizmet olan dört duvar arası varlıkları olarak kodlayan ezber, bağımsız kişiliğini ve itiraz hakkını korumada ısrarcı kadınlarla karşılaştığında bozuluyor. Bozuldukça da bildiği tek savaş kalıbına sığınıyor: “cihad”.

“Biz”in “ötekiler”e karşı topyekûn savaşının kurallarını belirleyen yegâne “arketip”. Tasarruflarına ilişkin her türlü eleştiriyi bu “arketip”in kalıplarına itmelerinin nedeni bu: 8 Mart’taki gece yürüyüşünde ıslıklı protesto gerçekleştiren kadınları “ezanı ıslıkladılar” diye “şeytanlaştırmaları”, örneğin…

İçinde olduğumuz mücadele eğer “biz” Müslümanların “müşrikler”e karşı savaşıysa ve nihai hedefimiz bu ülkede yeniden İslâm’ın hükümranlığını sağlamak ise, o zaman her kazanımımızı bir mevzi, her “yendiğimiz”i savaş esiri olarak görebiliriz, “Kara Kaplı”ya göre. Dikkat, “yurttaş” değil, “savaş esiri”.

Nihayetinde “yurttaş”ın Anayasa vb. ile güvence altına alınmış “haklar”ı vardır, değil mi? Oysa “savaş esiri”ni dilediğinizce hapse atabilir, yargı önüne çıkarmadan yıllarca içeride tutabilir, itiraz etmeye, örneğin “protesto gösterisi” yapmaya kalktığında yerlerde sürükleyebilir, kolunu-kafasını kırabilir, hatta kaybedebilirsiniz…

Ve kadınları… Onlar her türlü hizmetinize amade cariyelerdir. IŞİD’in köle pazarındaymış gibi aralarından bazılarını kendinize ayırabilir, içlerinden serkeş olanları en azından kuytu fantezilerinizde tecavüzle cezalandırabilir, fütursuzca mahremiyetlerine dalarak tehdit mesajları bırakabilirsiniz…

Böylelikle, çizgi-dışına çıkmaya cüret eden bütün kadınlara gözdağı verirken, bilinçleri “eh, dayak yediyse hak etmiştir; tacize, tecavüze uğradıysa kuyruk sallamıştır; güvenlik güçleri tarafından sokaklarda sürüklendiyse dizini kırıp evinde otursaydı” vasatındaki sıradan yığınların  “sağduyusu”nu İslâmî referans çerçevesine oturtabilirsiniz.

“Muhafazakârlık” bir dünya trendi; köktendinci fantezilerden beslenen bir taassup iklimi, tüm coğrafyaları teslim alma uğraşında. Kapitalizm, batmakta olan gemisini kurtarabilmek adına, “siyasal doğruluk”u, “elitizm”i, “feminizm”i, “çokkültürcülük”ü, “hoşgörü”yü, velhasıl neoliberal yağmacılığını süslemek için kullandığı bütün safraları denize atmaya hazır olduğunu belli etti…

Bu yeni yönelişin hedefine oturtulan kadınlar, ister istemez, bir “varlık-yokluk mücadelesi” hâline gelen bir karşı-duruşun ön saflarına doğru çekiliyorlar. Bugün kapitalizme olduğu kadar, topyekûn gericiliğe karşı da yürütülen mücadelelere damgalarını vuruyorlar.

Telâşları, korkuları bundandır… o

20 Haziran 2020, İstanbul.


[1]    Theodor W. Adorno.

[2]    “4168-) Ebu Sa’id radıyallahu anh anlatıyor: ‘Resûlullah aleyhissalatu vesselam Huneyn seferi sırasında Evtas’a bir ordu gönderdi. Ordu düşmanla karşılaştı ve çarpıştılar. Müslüman askerler onlara galebe çaldı, bir miktar kadını da esir etti. Resûlullah aleyhissalatu vesselam’ın Ashabından bir kısımları, ele geçirilen cariyelere teması, müşrik kocaları sebebiyle sanki günah addettiler. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah şu ayeti inzal buyurdu. (Mealen): ‘Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Maliki bulunduğunuz cariyeler müstesna…’ (Nisa 24). Yani ‘bunlar (esir aldıklarınız) iddetlerini doldurunca size helaldır.’” (Kaynak: Müslim, Rada’ 33, (1456); Tirmizi, Nikah 36, (1132); Ebu Davud, Nikah 45, (2155, 2157) Nesai, Nikah 59, (6, 110).)… https://hadisci.com/tirmizi-hadisleri-sayfa-85

[3]    “IŞİD’linin PKK’li Kadın Korkusu”, Birgün, 19 Ağustos 2014… https://www.birgun.net/haber/isid-in-pkk-li-kadin-korkusu-67380

[4]    Neval El Saadavi, Havva’nın Örtülü Yüzü, çev: Sibel Özbudun, Anahtar Kitaplar, İstanbul (1991); Fatna Ait Sabah (Fatima Mernissi), La femme dans l’inconscient musulmane, Editions Le Sycomore, Paris (1982).

Kılıçdaroğlu öğreniyor; Bir: Erken seçim, İki: “Bizi sokağa çekmek istiyorlar”

CHP toplumsal muhalefeti kontrol etmek istiyor. Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen, AK Parti’ye-MHP’ye emanettir. Yani DİSK ve KESK? İşte onları da CHP kontrol etmek üzere kollarına almak, orada sıkı sıkıya tutmak istiyor.

İktidar saldırıyor. Saray Rejimi saldırıyor. CHP, sanki bir bilgi almış gibi, “geri çekilin” diyerek korkuyu artırıyor. Bir muhalefet partisi, hiç utanmadan “bizi sokağa çekmek istiyorlar” diyor. Oysa bizzat Kılıçdaroğlu, bizzat CHP, halkı, işçi ve emekçileri sessizliğe mahkûm etmek, saldırılar karşısında sinmeye razı etmek istiyor. Biri saldırgandır, diğer koruyucu adı altında “hapishane” müdürüdür.

Diyelim ki CHP sokağa çıksa, ne olacak? Kılıçdaroğlu’nun elinde bir istihbarat bilgisi mi var? Sokağa çıkınca, Saray Rejimi, devlet, TOMA’larla mı saldıracak? Bunu yaptı, yapıyor ve biliyoruz. Diyelim ki devlet, sokakta adam mı öldürecek? Bunu her gün yapıyor ve biliyoruz. Diyelim ki, insanları biber gazına mı boğacak? Bunu her zaman yapıyor ve biliyoruz.

CHP liderini “sokağa çekmek” ne anlama gelir ki? Sanki CHP lideri, sokaklarda açıkça direnecek mi? Sanki bugüne kadar hiçbir yerde direnişe geçtiler mi ki? 7 Haziran’da seçimleri kaybettiler ve CHP’ye hükümet kurma denemesi için bile yetki vermediler. CHP, bir şey mi yaptı? Mesela Kılıçdaroğlu, sokağa mı çıktı?

Gezi’ye sahip çıkıyorlarmış gibi konuşuyorlar. Oysa Gezi günlerinde CHP genel merkezinin sesi bile çıkmıyordu. CHP Gezi’den, Gezi’ye katılanlardan oy almak istiyor. Ama Gezi’yi savunmaya yürekleri yetmiyor.

Normalde, TC Anayasası’nı elinize alıp bakarsanız, gösteri ve yürüyüş hakkını açıkça tanımaktadır. Ama CHP, sokağa çıkmaktan o kadar korkmakta ve kitleleri korkutmaktadır ki, şimdi bir basın açıklamasını bile yaparken polis saldırıyor. CHP lideri, “bizi sokağa çekmek istiyorlar”, bu hataya düşmeyeceğiz derken, aslında sokağa çıkmanın “anayasal” bir hak olduğunu bilmiyor mu? Yoksa, “sokağa çıkmak” CHP liderine göre suç mudur?

Bizce, CHP lideri, evinin balkonuna bile çıkmamalıdır. Belki de “onu balkona çıkmaya zorluyor” olabilirler.

CHP lideri, mesela açıkça Cumartesi Anneleri’nin eylemine gidip, bizzat onlarla oturarak destek versin. Olmaz mı? Bu eylemler, yasalara bakılırsa “suç” değildir. CHP lideri, ne Gezi’ye gelebilirdi, ne de Cumartesi Anneleri’nin eylemine gidip açıkça destek verebilir. Ancak, bunlara niye saldırıyorsunuz, der. Biri saldırır, öbürü saldırıyı eleştirir. Böylece, iki işi de onlar yapar ve halk, sistemden umudunu kesmemiş olur. Oynadıkları tiyatro budur.

Saray saldırı ile korkusunu halka yaymaya çalışıyor.

CHP, Saray’ın destekçisi olarak bu korkuyu büyütmek için her şeyi yapıyor.

Erken seçim tartışması da öyledir. Ortada erken seçim durumu yoktur. AK Parti, Erdoğan oy kaybetmektedir ve seçim ile ilgili değildir. Ama CHP lideri, sanki bir “derin bilgi” sahibi imiş gibi, Deva ve Gelecek Partilerine milletvekili verebilme olasılığından söz etmektedir. Böylece, seçim yasalarına ilişkin düzenlemenin fitilini bizzat CHP yakmaktadır.

Peki neden?

Çünkü CHP, seçim işini sevmektedir. Seçim ihtimali var diyerek, (a) kendi içindeki kaynamayı yatıştırmak istiyor. CHP tabanının CHP’den kopup sola açılmasını önlemek istiyor, (b) toplumsal muhalefeti, mücadeleden alıkoymak istiyor. Seçim var duygusu içinde, halkın kendi yolunu bulmasını, aramasını engellemek istiyor.

Bir, Türkiye’de seçim, bizzat Saray Rejimi, bizzat devlet tarafından, bizzat Kılıçdaroğlu’nun bağlı olduğu devlet tarafından, ortadan kaldırılmıştır.

Kürtler, her seçimde belediyeleri kazanıyor. Her seçim sonrasında, Saray, devlet, açıkça bu belediyelere kayyum atıyor ve geri alıyor. Sandıkta hileler yapılıyor, mühürsüz zarflar vb. ortaya atılıyor. Sizce ülkemizde seçimin bir anlamı var mıdır? Seçil, yerine kayyum atansın, tekrar seçil, tekrar kayyum atansın.

Ve CHP lideri hiçbir biçimde “sokağa çekilemiyor”. CHP, her türlü aldatmacada, halka “evde kal Türkiye” diye sesleniyor. Gören de der ki, bir süper Kılıçdaroğlu gelip, herkesi kurtaracak. Ama millet, sürekli Kılıçdaroğlu’nu evde bekliyor. 7 Haziran seçimlerinde, hükümeti kurma hakkı kendine verilmediği hâlde, “sokağa çıkıp” bir tur atamıyor. Özgür Özel’i, “Saray Rejimi” sözünü kullandığı için en başta Kılıçdaroğlu uyarıyor, azarlıyor.

Yakında, “bizi muhalefet yapmaya zorluyorlar” diyecektir. Belki de arka planda bunu da söylüyordur. Parti diye bir örgütleri kalmamıştır. Kendi partisinden korkmaktadır.

Arkada, sürekli “devleti kurtarmak”tan söz ediyor. Hangi devleti? Sizin devlet dediğiniz, bugün Saray Rejimi ile iç içe geçmiş bir makina değil midir? Hangi devleti kurtaracaksınız?

Parlamento yoktur, işlevsizdir. Sadece dışarıya karşı “parlamento var” görüntüsü vermek için kullanılmaktadır. CHP, parlamentonun işe yaradığını anlatmaktadır. Arka planda ise ne yapalım, millet onları seçti, demektedir. Bu korkak ve ikiyüzlü politika, işçi ve emekçileri bir kere daha aldatmak içindir.

Saray saldırıyor, CHP korkunun yayılması için her şeyi yapıyor.

DİSK ve KESK’i, Odaları, Baroları, kitle örgütlerini hep devlet çizgisinde tutabilmek için CHP, görevli bir mekanizmadır. CHP’nin görevi, var olan kitle örgütlerinin devrimcileşmesini önlemektir. Bu örgütlerde var olan bazı insanlar, aslında CHP eli ile bir işler yapılabileceğini düşünmektedirler. Oysa CHP, devletin partisidir. Ve CHP yönetimi, CHP’yi solun gelişinden kurtarmanın mekanizmalarına her zaman sahiptir.

Kayyumlara karşı bir CHP mitingi gördünüz mü? Hayır. Bunu yaparlarsa “CHP, HDP’nin dostu” derler diye korkmaktadır. Ama parlamentoda “dokunulmazlıklar” kaldırılırken AK Parti dostu olarak görünmekten çekinmemektedir. Milliyetçilik nutukları atarken MHP’nin dostu olarak görünmekten çekinmemektedir. Sokağa çıkmamayı savunurken, sokakları kötü yerler olarak ilan ederken, AK Parti destekçisi, Saray yandaşı olarak görülmekten çekinmiyor.

CHP’nin politik duruşu, Saray’ın çürümüş, kokuşmuş, saldırgan tutumunun örtülmesi, meşru hâle getirilmesi şeklinde özetlenebilir.

CHP, halkı bastırmanın, halkı sessizliğe mahkûm etmenin, halkı eli kolu bağlı hâle getirmenin görevlisidir.

CHP içinde sol politika yapmak, CHP içinde kalarak onun dönüşeceğini düşünmek saflık değilse, açıkça halka ihanettir, korkaklıktır.

Meclisin en büyük üçüncü partisi olan HDP’ye karşı girişilen saldırılar karşısında sessiz kalmak, tarihin tanıdığı en korkak “demokratlık” değilse, Saray destekçiliğidir. CHP, işçi ve emekçilerin, kadınların, gençlerin tek bir hakkını bile savunmaktan geri durmaktadır. Halkın gelişecek tepkilerini önlemek için, var gücü ile çalışmaktadır.

TV kanalları aracılığı ile yeniden halkın karşısına çıkan Muharrem İnce ne kadar utanmaz ise, Kılıçdaroğlu da o kadar utanmazdır. Bunlar, devlet elden gidiyor korkusu ile, toplumu hareketsiz kılmaya, adaletsizliğe, baskılara boyun eğmeye davet etmektedirler.

Kılıçdaroğlu, halkı denetim altında tutmanın siyasal yollarını öğreniyor. Seçim tartışmaları ile, “sokağa çıkma” korkusunun pompalanması aynı zamanda gerçekleşiyor. Saray’dan gelen baskı ve şiddet arttıkça, bu çağrılar, halkın elini konunu bağlamayı hedefliyor. CHP, tabanını tutmanın yollarını arıyor.

Saray Rejimi ömrünü sürdürmek için baskıya sarıldıkça, CHP lideri seçim hayallerini pompalamaya, halkı “korkunun” ciddiyetine inandırmaya çalışıyor. Kılıçdaroğlu, çeteciliği öğreniyor. Bu konuda Saray’ın, AK Parti’nin, MHP’nin deneyimlerini özümsemeye çalışıyor.

Ülkemizde, parlamento bitmiştir. İşlevsizdir. Sadece Batı için “demokrasi numunesi” olarak orada tutulmaktadır.

Tüm burjuva partiler bitmiştir. Hepsi birer MİT partisidir.

CHP tümü ile gelişecek halk muhalefetini, gelişecek olan kitle eylemlerini durdurmakla görevlidir. Kılıçdaroğlu’nun her tutumunda bu açıkça görülmektedir.

Muhalefete bakın, sokağa çıkmayı suç görüyor.

Böyle Saray’a, böyle muhalefet.

Saray Rejimi, yönetim krizi ve CHP

Pandemi süreci boyunca, Erdoğan’ın, kameralar önüne çıkıp, kalabalıklar olmadan, sanki kalabalık varmış gibi konuşmalarına şahit olduk. Bir çeşit oyun gibidir. Erdoğan kürsüde, bir yerlerde, okuyacağı ekran önünde, yazılar ekrandan geçerken kaymakta olan dikkati ve en sonunda, karşısında oturmuş birkaç kişinin bitti der gibi ayağa kalkmaları, ekrana giren kafaların arkadan görüntüsü. Erdoğan, başı ile “tamam mı” diyor ve karşıdan “tamam” onayı geliyor.

Sanki, bu salgın dönemi, bazı şeylerin perdesini daha fazla indirdi gibi. Aslında iktidarın, ülkemizde devletin tüm gerçek yüzü her geçen gün ortaya çıkmaktadır zaten. Bu eğilim vardı. Ama “allahın lütfu” olarak pandemi, bu süreci hızlandırmışa benzer.

Erdoğan, Abdülhamid Han ile yeni model Atatürk olma arasında gidip gelirken, pandemi süreci, onun ve Saray Rejimi’nin çapı hakkında epeyce bilgi sundu.

Öyle anlaşılıyor, çevresindekiler ona, her gün, bir konuşma yapmasını öğütlemişler. Belediyeler “yardım” için para mı topluyor? İçişleri Bakanı’nın söyledikleri bir şey ifade etmez. “Efendim siz konuşmalısınız” deniyor olmalıdır. Erdoğan çıkıp, “paralel devlete izin vermeyiz” diyor. Peki ya Antep belediyesi diye soran olursa? Böyle soru soran olursa, o konuya da başka bir zaman yanıt verilir. Medya ne güne duruyor, bu soruları da yazmazlar, olur biter.

Acaba, üniversite sınavı ne zaman yapılmalıdır? Bu konuda açıklama yapacak olan kişi, elbette Erdoğan’dır. Turizm şirketleri Erdoğan’a başvurmakta, Abdülhamid Han’dan yardım ister gibi tutum takınmaktadırlar, onu övmekte, yıkama-yağlama yapmaktadırlar. Bir de biraz komisyon verildi mi, iş tamamdır. Ve sonunda Erdoğan çıkıp, “üniversite sınavları şu gündür, tamam” cinsinden kararını açıklamaktadır. Siyasal iktidar, Saray Rejimi, tüm uzmanları ile, sınavın ne zaman yapılabileceğine bir kerede karar verememektedir.

Maskeler nasıl dağıtılacak? Elbette bu konuda açıklama yapması gereken yine Erdoğan’dır. Çünkü, millet “Erdoğan’ı sevmekte, onu ekranlarda görmek istemekte”dir. Erdoğan çıkıp, maske dağıtımı konusunda “dağıtmaya başladık, başlıyoruz, başlayacağız” gibi cümleler kurmaktadır. Ve kendisini dinleyen, konuşmanın sonunda arkadan görüntüsü ortaya çıkan birkaç kafaya, çaktırmadan bakmakta, “oldu mu” diye işaret dili ile sormaktadır. “Oldu efendim, olmadı ise de oldu” yanıtı dışında bir yol yoktur.

Mesela 65 yaş üstü sokağa çıkmasın demek yetmez. Tamam böyle bir karar verilmiştir ama buna uyulup uyulmayacağı bir sorudur. “Efendim siz konuşursanız, siz söylerseniz, halk buna uyar.” Ve tabii ki, “şahsım” olarak gereği yapılır ve Erdoğan, “şahsı” olarak kameraların karşısına çıkar 65 yaş üstü evde kalacak der.

Mesela, hafta sonu sokağa çıkılacak mı, yoksa çıkılmayacak mı? Erdoğan bu konuya değinmeyi unutmuş ya da Erdoğan’ın metnini yazan her kimse bilerek yazmamış vb. olabilir. Bu durumda İçişleri Bakanı, sokağa çıkma yasağı var, diye açıklama yapar. Demek, o arada hiç kimse Erdoğan’a soramaz. Zira halktan gelen sorular, gece gelmiştir ve sonunda Erdoğan eğer uykuda ise, müsait değil ise, ona sorulamaz. İçişleri Bakanı sokağa çıkma yasağını açıklar. Ama sabah olur, bu kez elinden oyuncakları alınmış olan Erdoğan, bu açıklamayı kabul etmez. Öyle ya, “onun lafının üstüne laf” edilemez. Kameraların karşısına çıkmasını beklerdik ama olmadı, kendisi uygun değildi belki de. O da tweet attı. Tweet atma işi sadece Trump arkadaşına mı aittir? O da tweet atabilir. Ve hafta sonu sokağa çıkma yasağına “gönlü elvermediğini” bildirdi. Gördünüz mü, onun bir iradesi var. Bu irade açık olarak, ortaya konmaktadır. Kararları kim vermektedir, Erdoğan vermektedir. Herkes bunu anlamış olmalıdır. Maske sürecinde, sokağa çıkma yasaklarında, sınav tarihleri konusunda esas karar vericinin kim olduğu, herkese, dosta düşmana gösterilmiştir.

Hele ki, İzmir’de camilerden devrimci marş okunması olayında, Erdoğan elbette devrede olacaktır. Ya Adana’da valiliğin yardım dağıtım organizasyonu için soru soran CHP’li genç meselesinde, elbette devrede olmalıdır. Bunda hiç şüphe yoktur, yoksa savcılardan biri çıkar ve “istenmeyen bir karar” verebilir. Bu durumlarda devrede olması tam da gereklidir. Abdülhamid Han da böyle yapmaz mıydı, ya Mustafa Kemal, hiç böylesi olaylara müsaade etmiş midir? Öyle ise, mutlaka Erdoğan’ın konuya müdahil olması gerekir. Zaten, başka türlü de canı sıkılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı-Başbakanlık-AK Parti Başkanlığı makamı (üçü bir makam olmak koşulu ile) boş durulacak, yan gelip yatılacak yer midir? Ona karışma, buna karışma, hiç olur mu?

Elbette, farkındasınız, bu örnekleri bilerek ve isteyerek çoğalttım. Dahası var, ama bu kadarı şimdilik yeterli olmalıdır. Örneklere devam etsek, konumuza dönemeyeceğiz.

Soru şudur: Sizce bu “tek adam rejimi” midir?

Yukarıda söylediklerimizden hareketle, bu sorunun şaka olduğunu düşünmeyin. Hayır, şaka değil.

Ne kadar gereksiz şey varsa, Erdoğan o konularda konuşmaktadır. Ne kadar gereksiz şey varsa, Saray basını bunları öne çıkartmakta, Erdoğan da bu konuda açıklamalar yapmaktadır. Elbette bunları zevkle yapmaktadır. Yani kimse ona bunları zorla yaptırmıyor.

Ama ne zaman ciddi bir konu ortaya atılacaksa, bu kez Bahçeli devreye girmektedir. Bahçeli, “meclis bekleme yeri değildir” demektedir. Böylece milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürülmesi için bir başlangıç işareti vermektedir.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, durup dururken, Deva ve Gelecek Partilerine milletvekili verebileceğini söylemektedir. Ve bunun ardından, hep birlikte bir yeni tartışma süreci başlatılmaktadır. Seçim kanununun meclise gelmesi süreci açılmaktadır.

Saray Rejimi nedir? Bu konuda kafalarımızın net olması gerekir.

1- Biz bu devlete, “tekelci polis devleti” diyoruz ve tekelci çağda, burjuva devletin, tüm kapitalist ülkelerde değiştiğini, burjuva devletin (siz burjuva demokrasisi de diyebilirsiniz) faşizmin tüm dişlilerini içerecek tarzda, bir iç savaş örgütü olarak örgütlendiğini anlatır. Burada tekelcilik olmadan salt “polis devleti” demeyi doğru bulmayız. Devlet, bir sınıfın diktatörlüğüdür. Tekeller çağında, bu sınıf, burjuvazinin tekeller azınlığıdır. Polis vurgusu ise, devletin, iç savaşa göre örgütlenmiş bir mekanizma olarak öne çıktığının göstergesi olarak ele alınabilir. Daha geniş bir perspektiften, devlet, sınıf savaşımlarına (dünyadaki sınıf savaşımlarına) göre organize olmaktadır. Kapitalist sistemin 1900’lerin başlarında netleşen yeni niteliği, tekelci kapitalizm (ve elbette dünya kapitalist sistemi içinde emperyalizm) ve 1917 Ekim Devrimi’nin zaferi ve onu izleyen birçok devrimin yenilgisi süreçleri, kapitalist devlette değişimlere yol açmıştır. Faşizm, bunun ilk biçimidir ve tekelci polis devleti, bunun oturmuş hâlidir.

Elbette, her ülkedeki devlet arasında farklılık vardır. Elbette, emperyalist ülkelerde devlet, daha farklı dış görevler de üstlenir.

2- Ülkemizde, 12 Eylül rejimi ile oluşan devlet tam da tekelci polis devletidir. Tekellerin ağırlığı (elbette sömürge bir ülkede bu ancak uluslararası tekeller ile birlikte olur), sınıf savaşımının gereklerine göre örgütlenmiş bir iç savaş makinası, diğer ayrıntılarla birlikte (Bakınız, Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi, İkinci Baskı 1994) bu devlet yapısında vardır.

Ancak, 2015 yılından bu yana, Erdoğan iktidarı döneminde, yeni bir “rejim” oluşmaya başlamıştır. Saray Rejimi, tam da bunun için söylenmektedir. Saray Rejimi, “yağma-rant-savaş ekonomisi” üzerine kuruludur ve (a) Suriye savaşı ve daha genelde emperyalistler arasındaki yeni paylaşım savaşımı, (b) Kürtlere karşı savaş ve Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan direnişe karşı savaş süreçleri altında şekillenmektedir. Devletteki çeteleşme, hem içeride süren savaşın, hem dışarıda süren savaşın, hem de emperyalist güçlerin kendi güçlerini artırma savaşımının, içerdeki rant-yağma ve savaş ekonomisinden beslenenlerin rekabetinin sonucudur.

2015 bu açıdan önemli bir dönüm noktasıdır. Haziran 2015’te, aslında AK Parti iktidarı kaybetmişti. Bu durumu gören Erdoğan, ayakta kalabilmek için saldırıya geçmiştir. ABD, bu durumu fırsat olarak değerlendirip, Erdoğan’a uygun işler vermiştir. Ve bugünkü Saray Rejimi, bu süreçlerin sonucudur.

Saray Rejimi, en başta, parlamentoyu yok etmiştir. Burada bir nefes alalım. Parlamentonun var olması, “demokrasi” değil idi. Ama yine de parlamento, dün, bazı işlevlere sahip idi. Bugün ise, parlamento tamamen bir tiyatro sahnesidir. Seyircisi az, ucuz oyunların sergilendiği bir tiyatro sahnesi. HDP’li iki milletvekilinin vekilliğini düşürmek için, Enis Berberoğlu’nu buraya eklemek, bunun için 65 yaş meselesini bekleyip, hapis yatmamasını sağlamak, bu yolla CHP’den gelecek bir tepkiyi yok etmek, dışarıya da “bakın biz sadece HDP’ye saldırmıyoruz, kim suçlu ise ona saldırıyoruz, bizde kanun ve nizam var” demek, tüm bunları ayarlamak, aslında Bahçeli de içinde, Perinçek de içinde, Ergenekon da içinde, Erdoğan da içinde, hepsinin “senaryo” yazarlığının çapını ortaya koymaktadır. Gerçekte, parlamento sadece bir süstür, dünyaya “parlamentomuz” var demek için orada tutulmaktadır. İşlevsizdir.

Saray Rejimi, tüm siyasal partileri yok etmiştir. AK Parti diye bir parti yoktur. Erdoğan ve etrafında çeteler vardır. Bu çetelerin her birinin içinde, ABD, İngiltere, İsrail, Almanya, Fransa çeteleri de vardır. Bu aynı şey, Saray’ı etkileme olanağı olan gruplar arasında da geçerlidir.

MHP diye bir parti yoktur. Bu partinin tek bir parti faaliyeti bile yoktur. Bahçeli bir açıdan Erdoğan’a sığınmış, diğer bakış açısından ise Erdoğan’ı kendine sığınmaya ikna etmiş durumdadır. Kimin kime sığındığından ayrı bir konu olarak MHP diye bir parti yoktur. Birden fazla çete olmak üzere, MHP çeteleri vardır.

Şimdi aynı süreç, CHP için işlemektedir. CHP, henüz MHP ve AK Parti kadar “tüketilmiş” değildir.

Ama Saray Rejimi denildi mi, sadece AK Parti’den, sadece Erdoğan’dan söz etmiyoruz. MHP, açıktan bu yapının içindedir. CHP, “özel görevli olarak” Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Şimdi, ilk baştaki uzun örnekleri hatırlayalım. Şu soruyu sorabilir miyiz: CHP, hangi ciddi konuda muhalefet yapmaktadır? Hiçbir ciddi konuda. Ne kadar eften püften mesele varsa, CHP bu konularda “muhaliftir”, yani “muhalefet” rolünü oynamaktadır. Konular ne kadar eften püften ise, CHP bu konularda o kadar “sert” bir tutum almaktadır. Ama herhangi bir ciddi konu gündeme gelirse, işte o zaman sessizliğe bürünmekte, üç maymunu oynamaktadır.

Meclisteki milletvekilliği meselesini ele alalım. Aslında, saldırı HDP’ye dönüktür. Berberoğlu, bu saldırının içine bilerek konulmuştur. Berberoğlu, saldırının sadece HDP’ye olduğunu saklamak içindir.

Peki bu saldırının amacı nedir? Bu saldırı, aslında kayyum saldırısının bir devamıdır. Ve kimse kusura bakmasın, kayyum saldırıları daha ciddi saldırılardır. Milletvekilliğinin düşürülmesi saldırısı, ancak AB’nin dikkat edeceği tarzda bir saldırıdır. Yoksa kayyum saldırıları çok daha ciddidir. Milletvekilliğinin düşürülmesi saldırılarını protesto etmeyelim, bunlara ses çıkarmayalım anlamında, elbette konuşmuyoruz. Bu bizim için elbette mümkün değil. Ama milletvekilliklerinin düşürülmesi “demokrasiye darbe” ise, bu darbenin kayyumlar ile çok daha önce yapıldığını bilmemiz, hatırlamamız gerekir.

Saray Rejimi’ni doğru anlamak gerekir.

Ortada bir “demokrasi” yoktur. Bu durum böyle olduğu için, demokrasi olmadığı için, parlamento olmadığı için, milletvekilliğinin düşürülmesine, kayyum saldırılarının devamı olarak bakmak gerekir.

Saray Rejimi, öyle anlaşılıyor ki, HDP içinde uzlaşmacı bir kanat aramaktadır. Bulursa bu kanadı öne çıkarmak isteğindedir. Bu nedenle, Demirtaş sürecinden başlayarak, HDP içinde etkin bazı kadroları etkisiz hâle getirmek istemektedir. HDP içinde mücadeleden yana unsurları eleyerek, onların yerine uzlaşmacı unsurları, Barzani hareketine sıcak bakacak unsurları etkili kılmak istiyorlar. Milletvekilliklerinin düşürülmesi ve kayyum politikası, tam da böyle bir anlamda, mücadelenin bastırılması, uzlaşmacı bir siyasetin önünün açılması amacını gütmektedir.

Saldırı, esas olarak HDP’ye dönüktür ve seçim yatırımları ile ilgisi olduğu sanılmamalıdır. Ortada bir seçim sürecinin olduğu fikri, CHP lideri tarafından yaratılmış bir görüntüdür. CHP lideri, kendi içindeki kaynamayı, arayışı durdurmak için, “yarın seçim varmış” gibi yapmaktadır.

HDP’ye dönük bu saldırının bir parçası, bizzat Kılıçdaroğlu’dur. Enis Berberoğlu, bunu gizlemeye de yarayacaktır.

Biz aynı şekilde, Saray Rejimi’nin bir “tek adam rejimi” olduğunu da düşünmüyoruz. Her kararı Erdoğan’ın verdiği görüntüsü, buna dayalı olarak bu rejime “tek adam rejimi” demek, aslında işin gerçeğini maskelemek olur. “Efendim bu rejimden TÜSİAD da rahatsızdır” sözleri, yerinde kullanılmamaktadır. Elbette TÜSİAD rahatsızdır. Ama onların kârlarındaki artışlar, yaşam biçimleri konusundaki rahatsızlıklarını giderecek boyuttadır. Bu nedenle TÜSİAD rahatsız değildir demek, daha yerinde olmaz mı? Ve bizim cephenin, tekelci kapitalizmi anlayan her Marksist’in iyi bildiği gibi, bir tekel ile iktidar arasında imiş gibi görülen kavga, aslında tekelci gruplar arasındaki kavganın yansımasıdır. Burada, bugün ülkemizde, bu tekelci gruplar arasındaki kavgaya, uluslararası tekeller (UAT) arasındaki kavgayı, yani paylaşım savaşımını da eklememiz gerekir. Yoksa Saray Rejimi, tekellerin arayıp da bulmakta zorlanacakları bir ortam sağlamakta, kârlarına kâr katılmaktadır. Onların rahatsızlığı, başka grup ve çetelere dağıtılan paralardan kendilerine az bir pay düşmesidir.

Saray Rejimi, anayasanın rafa kaldırıldığı, kanunların anlamını yitirdiği bir rejimdir. Bunu keyfîlik olarak açıklamak yerine, bunu, devletin yönetememesi olarak ele almak daha doğrudur. Bu, devletin bir baskı aygıtı olarak çıplak hâle gelmesidir. Bu keyfîlik, yönetme zorluğunu aşmak için gelişmektedir. Bu keyfîlik, emperyalistler arası paylaşım savaşının etkileri altında, tüm kurumların çeteleşmiş olmasının sonucudur. Bu keyfîlik, yağma-rant ve savaş ekonomisini devam ettirebilmek için uygulanan politikaları sürdürme zorluğunun sonucudur.

Bu, Saray Rejimi’dir.

Erdoğan ve Saray, iktidarı sürdürmek için, bir yandan ABD’nin bölgedeki tetikçisi olmayı kabul etmiştir. Kaderlerini Trump’ın seçilmesine bağlamışlardır. Ve Erdoğan-Trump “dostluğu”, son derece açık bir ilişkidir, Erdoğan, Trump’ın sözünden çıkmamak koşulu ile iktidarını sürdürme şansına sahiptir. Belli bir süre. TC devletinin birçok kurumu, ABD’nin bölgesel komitesi, yerel gücü olarak işlev görmektedir.

ABD’den onay almış iken, hazır ABD adına yapacak birkaç işi var iken, TC devleti, Saray Rejimi’nin ömrünü uzatmaya, bu yolla devleti kurtarmaya çalışmaktadır. CHP bu sürecin bir parçasıdır.

Saray saldırıyor. CHP ise “bizi sokağa çekmek istiyorlar” diyerek Saray’a yardım ediyor. Saray, kendi korkuları nedeni ile azgınca saldırıyor. Bir kadın çıkıyor “hevesimiz kursağımızda kaldı, elimde liste var, bizim aile 50 kişiyi götürür” diye konuşuyor. Diyelim ki, eşi Saray’a yaranmak ve İsrail adına yakında iş tutmak için uğraşıyor. Peki, Erdoğan buna neden izin veriyor? Çünkü, kendi korkularını halka bulaştırmak istiyorlar. Bu nedenle, Fatih diye birisi çıkıp, “karılarınızı kızlarınızı bizden nasıl koruyacaksınız” diye tehdit savuruyor. İktidarın bitmişliğinin kanıtlarıdır bunlar. CHP, bu korkunun daha da etkili olması için çalışmaktadır: Bizi sokağa çekmek istiyorlar demek tam da budur. Sokağa çıkma eğiliminde olanları korkutmak içindir. Dahası sokağa çıkmayı bir hak olmaktan çıkartıp, bir “suç” olarak ilan etme girişimidir.

Düşünün, burjuva anlamda da olsa bir muhalif parti, sokak mitinglerinden, protesto gösterilerinden vb. neden korkar? Senin zaten sokağa çıkıyor olman gerekmez mi?

Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’nin dıştan destekçisidir. İçten, eklenmiş destekçi MHP’dir, Perinçek’tir, daha başkalarıdır. Ama CHP, dışarıdan destekçidir. Zira, onun görevi, gelişmekte olan toplumsal muhalefeti durdurmaktır.

Tam bu nedenle, bakmamız gereken yer burasıdır.

Biz devrimci işçiler, biz devrimciler, gözümüzü gelişen direnişe dikmek zorundayız. Ayağımızı yere sağlam basmalıyız. Direniş, adım adım, yerellerden gelişmektedir. Büyük kitlesel eylemlerin olmaması, direnişin önemini küçümsememize yol açmamalıdır. Tersine, sağlam ve adım adım gelişen direniş, çok daha sarsıcı, çok daha etkili olacaktır.

Biz Erdoğan iktidarının sonunu tartışmıyoruz. O zaten gelmiştir ve fazladan orada tutulmaktadır. Biz Saray Rejimi’nin de artık ömrünü tamamladığı görüşündeyiz. Bahçeli’nin bu değirmene su taşıma girişimleri, Kürtler içinden uzlaşmacı unsurların toparlanması için geliştirilen şiddetli saldırılar, Batı’da Gezi Direnişi’nin etkilerine karşı azgınca saldırılar, Saray Rejimi’nin ömrünü uzatamayacaktır. Mesele, Erdoğan ve Saray Rejimi’ni alaşağı etmekle yetinmeyecek, sosyalist bir iktidarı kurmaya yönelecek bir devrimci direniş geliştirme meselesidir.

Tüm enerjimizi, tüm dikkatimizi, gelişmekte olan direnişe vermeliyiz, kadınların, gençlerin, işçilerin, halkların geliştirdiği direniş, gerçek çıkış yolunun temelidir, toplumsal kurtuluşun tek yoludur.

Kaldıraç Yayınevi’nden yeni kitap: Saray Rejimi

Bu çalışma, Kaldıraç dergisinde çıkmış, çıktığı dönemin ruhunu taşıyan devleti konu alan yazılardan oluşmaktadır. Yazılar, sadece o dönemin ruhunu taşımıyorlar, aynı zamanda, yakın geleceğe ilişkin devrim ve işçi sınıfı cephesinden bazı öngörüleri de içeriyorlar. Olması gerektiği gibi.

Yazılar 2015 dönemindenden başlıyor.

Bu dönem, Suriye Savaşında, ABD cephesinin, Türkiye’nin de içinde yer aldığı ABD cephesinin, savaşı kaybetme eğilimlerinin açığa çıktığı bir dönemdir. Bu yenilgi süreci, Suriye’yi Afganistan’a çevirmeye çalışanların, ister istemez Türkiye’yi de Pakistan’laştırmaya başladıkları bir dönemdir. Suriye savaşı,

IŞİD çeteleri eli ile başka bir evreye çevrildiği andan itibaren, Türkiye’de büyük yansımalara yol açtı. Sadece mülteci meselesinden söz etmek yanlış olur. TC devleti, IŞİD çetelerini çok “sevdi” ve onları sadece Suriye’de toprak işgal etmek için değil, aynı zamanda içerde Kürt devrimine karşı ve Gezi Direnişi ile öne çıkan toplumsal direnişe karşı da kullanmaya başladı.

Bizim analizimize göre, dünya çapında bir paylaşım savaşımı var ve bu savaşım, Ekim Devriminin ülkesi SSCB çözüldükten sonra, hızla su üstüne çıkmaya başladı. Bu paylaşım savaşımında 5 emperyalist gücü iyice seçebilir durumdayız: ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya. Bu beş emperyalist gücün etrafında elbette başkaları da var. Cepheler, her paylaşım savaşımı öncesinde olduğu gibi, her gün yeniden kuruluyor. Ama ABD’nin cephesi daha kararlıdır. TC devleti, siyasal olarak ABD’nin, ekonomik olarak ise AB’nin sömürgesi olan bir “ortaklaşa sömürge” şeklinde, komünizme karşı bir ileri karakol olarak organize edilmişti. Şimdi, bu son 30 yıldır, Türkiye’nin de kimin elinde kalacağı sorusu ortadadır. Gelişmelere bu cepheden bakınca, çeteleşmenin çok daha derin olduğunu, IŞİD ve diğer İslamî çetelerin bu sürecin arkasından geldiğini söylememiz mümkündür. İşte tüm bu süreci, daha sürecin ilk başlarından itibaren ele alan yazıları, onlara dokunmadan , olduğu gibi kitaplaştırarak yayınlamaya karar verdik.

Eser Adı: Saray Rejimi
Yazar Adı: Aysun Sadıkoğlu/ Deniz Adalı/
Fikret Soydan/ Sibel Özbudun/ Temel Demirer
Derleyen: Ülkü Gündoğdu
Kitabın genel anlamda türü: Tarih-Siyaset-Felsefe
Kapak Tasarımı: İdil Özkurşun
Cilt Bilgisi: 250 gr Amerikan Bristol karton kapak
Kağıt Bilgisi: 60 gr Enzo Creamy kitap kağıdı
Sayfa Sayısı: 344
Kitap Boyutları: 13,5*21
ISBN No: 978-605-5172-12-1
Etiket Fiyatı: 25 TL (KDV dahil)
Çıkış tarihi : 1. baskı: Temmuz 2020 (1000 adet)

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...