Ana Sayfa Blog Sayfa 100

Ekonomileri kölelik, demokrasileri diktatörlüktür!

31 Mayıs 2013, Taksim Gezi Parkı

‘Söz gümüşse sükût altındır’ denir, sanırız her zaman doğru değildir. Doğru olsa bugün egemenler, hepimizi para üreticisi olarak görenler, bizim için hepsi birbirinden anlamsız açıklamalar yapıp altınlarından olmak istemezlerdi.

‘Paranın rengi, dini, ırkı yok, paranın kimden geldiğine bakılmaz’! İtiraftır ve onlar için doğrudur. Sermaye için, sömürü için sınır yoktur. Sınırlar sadece biz bu dünyanın yüzde 96’sı olan işçi emekçiler devreye girdiğinde ortaya çıkar.

Devlet ve millet olarak bir ‘acı reçete’ içmekten bahsediyorlar. Biz onların gözünde zavallı tebaayla-Saray nerede yan yana gelip yudumlayacağız bu reçeteyi? Yaptıkları vergi artışları, kıdem tazminatına diktikleri gözleri göstermektedir ki bu ‘acı reçete’ işçi sınıfına yazılmıştır.

Tam da bu nedenle bizim üzerimize kurdukları ekonomileri bizler için diktatörlüktür. Salgın da olsa işe gitmemiz yaşayabilmek için mecburidir, deprem de olacak olsa yıkılacağını bildiğimiz yerlerde yaşamamız mecburidir. Yani ölecek de olsak bir sonraki günü çıkarmamız mecburidir. Bunlara ses çıkarmak ise milli çıkarlara aykırı ve yasaktır.

Bir de tüm bunlar anayasa ile güvence altına alınmıştır. Kendi devletlerinin kendilerini koruyan yasaları vardır. Yetmediği yerde, yargı reformu adı altında bizler de olmayan mülkiyetin korumalı bir ortamda büyümesi için çıkarılan yasaları vardır.

Sahi neden bir devletin kendini koruyan yasaları vardır? O devletin tüm ekonomisini yaratan işçi-emekçiler üretmeye devam etsin diye mi? Yaşamımızı, çocuğumuzu, deremizi, meydanımızı, ormanımızı savunmayalım diye mi? Biz köle gibi yaşamaya mecbur olalım diye mi?

Mecburiyetlerimiz vardır, doğrudur. Mesela bugün mücadele etmek yaşamak için mecburidir. Sadece onurlu bir gelecek için de değil bilfiil hayatta kalabilmek için mecburidir. Hakkını aramak bugün en elzem haktır. Hakların, yaşamın için senin gibilerle bir araya gelmek mecburidir.

Her birimizin gözü önündedir; direneler, kararlı ve ısrarlı olanlar haklarını almaktadır. Konu basittir haklıdırlar ve hakları için mücadele etmektedirler. Korkacakları, geriye dönebilecekleri bir yer kalmamıştır.

Geliyor gelmekte olan, birlikte büyütelim!

Maden işçileri, metal işçileri, ölmek istemiyoruz diyen doktorlar, hukuksuzluğun tam karşısındayız diyen avukatlar, İstanbul Sözleşmesi’sini uygulatacağız diyen kadınlardadır gelmekte olan. Bu karşı koyuş salt bir yaşamak istiyoruz haykırışı değil özgür bir dünyanın imkanıdır.

Kendi emeğimizden, mücadelemizden gelmeyen boş umutları bırakalım bir kenara; biz bize bakalım. Her bir direniş henüz harekete geçmemişlerin kafalarındaki bir soruya cevap. Her bir kararlı karşı koyuş nasıl özgürleşeceğini öğreten bir öğretmen.

Biz gücünü birbirinden almaya mecbur olanlar haklarımız ve yaşamlarımız için birlikte mücadele edelim. Kaderi, birbirlerinin elinde olan bizler özgür bir dünya yaratabileceğimizi bilerek yan yana gelelim.

Yalana alışma hâli, korkaklıktır yalana ortak olma hâli, “yandaşlık”tır

Saray Rejimi, her seferinde yeni adımlarla saldırırken, onun karşısında CHP, İYİ Parti vb. çizgide “duran” burjuva muhalefet, sürekli Saray Rejimi’ne karşı provokasyona gelmemek için bir şey yapmamayı öneriyor.

Burjuva demokratlar, “sol” liberaller, ısrarla bize Erdoğan’ın “tek adam rejimi”nden söz ediyorlar ve onlara göre, bu seçim olmasa da gelecek seçimde, Erdoğan iktidarı kaybedecek. Değil mi ki yerel seçimlerde, İstanbul ve Ankara’yı kaybettiler, demek ki, bir sonraki seçimlerde de kaybedecekler.

Kamuoyu anketleri yapılıyor ve bu anketlerde, MHP-AK Parti ikilisinin oy kaybettiği görülebiliyor. Ama onlar oy kaybederken, kimsenin oyu artmıyor. Artmıyor, çünkü, burjuva muhalefet, gerçekte Saray Rejimi’nin destekçisi olarak tutum alıyor.

Örnekler epeyce fazla.

Diyelim ki, konu Suriye, konu Libya, konu Yunanistan, konu Ermenistan olunca, hiçbir burjuva parti, kalkıp bu savaş politikasına karşı çıkmıyor. Bu savaş politikasına karşı durmak bir yana, hemen, mecliste yer alan dört parti, ortak açıklama yapıyor.

Bunun ana nedeni söyle anlatılıyor:

Bir, eğer savaş konusunda Saray ile birlikte hareket etmezsek, ülkemizin “ulusal” çıkarları zarar görür.

İki, eğer bu savaş politikalarına karşı durursak, destek vermezsek, bize “vatan haini” derler ve bu damgayı yedik mi, oylarımız azalır.

Gerçekten de Saray Rejimi, onlara “vatan haini” der. Zaten, korona virüse karşı önlem alınmamasını eleştirenlere de “vatan haini” diyorlar.

Bu burjuva muhalefetin anlamadığı şey, zaten Saray’ın her adımına onay vermeyen “vatan haini” olabiliyor gerçeğidir. Adam buyurmuş, “taraf olmayan bertaraf olur.” Saray’ın tutumu açıktır. Diyelim ki, siz doktorsunuz ve uygulanan politikada yanlışları açıklıyorsunuz, sonuç açıktır; teröristsiniz, vatan hainisiniz. İş bu kadar nettir.

Akşener ve Kılıçdaroğlu, “vatan haini” damgasını yemekten neden bu kadar korkuyorlar? Bundan korkmakla kalmıyor, Saray’ın suçlarına açıktan destek verdiklerini açıklıyorlar. Sonra da çıkıp, Saray basınına, “yandaş” diyorlar. Kendileri yandaş değil mi?

“Ulusal çıkar” nedir? Holdinglerin, yağmacıların, Bilal’in, Berat’ın, rantçıların kasası mı demektir? Eğer öyle ise, bu ülkenin çoğunluğu artık vatan hainidir. Ve hele ki, Saray Rejimi gibi, ABD tetikçisi, ABD-İsrail hattının savunucusu bir iktidar tarafından size vatan haini deniyorsa, sizin bunu göğsünüzde bir madalya gibi taşımaktan korkmuyor olmanız gerekmez mi?

Ulusal çıkar, ülkenin tarım politikaları mıdır, yoksa Cargill’e teslim edilmiş tarım politikaları mı? Eğer Cargill’in isteklerine göre ortaya konan tarım politikaları “ulusal çıkar” ise, demek ki vatan haini olmanız hiç de sakıncalı bir durum olmaz.

Ülkenin eğitim politikalarına bakın, ülkenin sağlık politikalarına bakın. Eğer bunlar “ulusal çıkar” ise, demek ki siz vatan haini damgasını severek taşımalısınız.

Eğer “ulusal çıkar” dolarla garanti müşterili köprüler, otoyollar yapmak, şehir hastahaneleri yapmak ve diğer hastahaneleri kapatmak, ülkenin tüm kamu fabrikalarını yok pahasına satmak, memleketin yarısını Arap şeyhlerine peşkeş çekmek ise, elbette buna karşı çıkan samimi herkes “vatan haini” damgasını taşımaktan korkmaz.

Onların yerli-milli dedikleri şeyi açık ve net olarak, sapmadan, hafifletmeden ortaya koymanız, aslında sizi onların yalanlarına ortak olmaktan kurtarabilir. Bir zerresi varsa sizde, onur denilen şeyi, bari onu kurtarmanızı sağlayabilir. Sahtekârca Erdoğan’ı eleştirmek ama gerçekte onun tüm politikalarına destek vermek, olsa olsa sizi onunla aynı çukura taşıyacaktır. Yaşayalım ve görelim.

Suriye’de hangi “ulusal çıkar”ınız var? Libya’da hangi “ulusal çıkarınız” var? Yunanistan’la kavga ve şimdiki anlaşma nedendir? Azeri-Ermeni çatışmasını körüklemek hangi “ulusal çıkar” ile uyumludur?

Bunların tümü, ama tümü, sadece ve sadece, ABD adına tetikçiliktir. Bu politikaların tümü ABD’nin “ulusal çıkarına”, bir bölümü hem ABD hem de İsrail’in çıkarınadır.

Burjuva demokratlar, artık demokratlıklarını da rafa kaldırdılar. Onlar artık sadece burjuva muhaliflerdir.

“Sol” liberaller, hem sol önekinden kurtuldular, hem de liberallikten. Artık, onları da CHP ve İYİ Parti’nin yanına eklemek mümkündür.

Ülkede parlamento bitmiştir. Siyasal partiler parti olmaktan, burjuva anlamda da çıkmıştır. Ne MHP bir partidir, ne AK Parti bir partidir. CHP ve İYİ Parti, aynı yoldadır. Parlamento, hiçbir yasama işini yapmamaktadır. Bir yerlerde yazılmış bazı kanunları “okey”lemektedirler. Bilerek “okey” diyoruz, çünkü bu kanunların kaynağı da bellidir. Birçok yasa ise, “KHK” şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Mesela baroların kongre yapmasını İçişleri Bakanlığı’nın genelgesi ile ortadan kaldırmak, 12 Eylül döneminde bile az rastlanan bir uygulamadır. Genelge, yasayı ya da bir tüzel kişiliğin tüzüğünü nasıl ortadan kaldırır? Bunlar hukuk adına garip durumlardır. Buyursun, mesela AYM veya TBMM bir şey yapsın. Böyle bir durum yoktur.

Öyle ise, CHP veya İYİ Parti’nin, “aman ses çıkarmayın, çıkarırsak provokasyona gelmiş oluruz. Bir dahaki seçimlere kadar bekleyin” tutumu nedir? Buna burjuva anlamda dahi “muhalefet” denilebilir mi?

Bu doğrudan, korkaklıkla başlamış olsa da, onu aşıp, yandaş olma hâlidir. Saray Rejimi, sadece MHP, AK Parti, Ergenekon, “ulusalcılar” vb. üzerinde durmuyor. Aynı zamanda CHP ve İYİ Parti, Saray Rejimi’nin içindedir. Suç ortaklarıdır.

Yakın çevrelerine diyorlar ki; a- provokasyona gelmeyelim, Saray’a fırsat yaratmayalım ve b- devlet zarar görür, eğer biz sokağa çıkarsak, devlet bundan zarar görür.

Gelin bu iki savunmayı ele alalım.

Diyelim ki Saray provokasyon yaratmak için, HDP milletvekillerini içeri aldı. Diyelim ki Saray, provokasyon yaratmak için baroları böldü parçaladı. Diyelim ki Saray, sadece provokasyon olsun diye, tüm gösterileri yasakladı ve sadece AK Parti için gerekenlere izin verdi. Diyelim ki Saray, sadece provokasyon olsun diye Tabipler Birliği’ni “terörist” ilan etti. Diyelim ki, Saray sadece provokasyon olsun diye insanları helikopterlerden atıyor. Peki, siz hiçbir şey yapmazsanız, bunlar duracak mı?

CHP ve İYİ Parti, halkı suçlamaktadır. Onlar, sokağa çıkan, hakkını arayan, direnen herkesi provokasyona gelmekle suçlamaktadır. İşsizleri, fabrikalarda virüs ile iç içe çalışanları, işini yeni kaybedenleri, doğanın yağmasına karşı duranları, direnen avukatları, yalanları ortaya koymaya çalışan doktorları suçlamaktadır. Onlara göre ne kadar sessiz kalırsa o kadar iyi olacak.

Soru şudur: Saray Rejimi, tüm toplumsal muhalefeti susturmak için saldırıyor, siz de “provokasyona gelmeyin susun” diyorsunuz. Bu, ikiniz arasında bir ulvî görev dağılımı değil ise, nedir? Aynı şeyi istiyorsunuz, biri kılıçla, silahla, devlet terörü ile, diğeri de vaazla, telkinle. Saray Rejimi, halktan korktuğu için saldırıyor ve susturmaya çalışıyor, diğeri ise Saray’dan ve halktan korktuğu için halkı baskılamaya, direnişi kırmaya çalışıyor.

Burjuva “muhalefet”, devlet zarar görür diye alttan alta anlatmaktadır. CHP tabanı bu sözlerle uyutulmaktadır. CHP’ye ve İYİ Parti’ye göre, Erdoğan ve Saray zarar görebilir, ama devlet zarar görmesin.

İşte akılları bu kadar karışıktır.

“Almanya, İngiltere, Fransa ve şahsım toplandık” cümlesini alın. Size epeyce şeyi anlatır. Barolara karşı tutumu alın, size burjuva anlamda da hukuk olmadığını anlatır. Soylu’nun AYM Başkanı’na karşı sözlerini ele alın, size içinde yaşadığımız koşulları anlatır. Bahçeli’nin AYM değişmeli, duruma uydurulmalı sözlerini hatırlayın, size “hukuk devleti” denilen şeyi anlatır. Ali Erbaş’ın Ayasofya’da “kılıçlı gösteri”sini hatırlayın, sözlerini hatırlayın. Cübbeli Ahmet ile Selefiler adına konuşan kişilerin sözlerini hatırlayın, size “laik”lik meselesini anlatır. Şimdi, anayasada geçen devlet niteliklerini ayaklar altına almakta olan Saray Rejimi’nin pratiği, sizce “devletin zarar görmesi” meselesini aşmış değil midir? Yanlış anlaşılmasın, biz proletaryanın devletinden söz etmiyoruz. Burjuva devletten, TC devletinden söz ediyoruz. Yoksa elbette biz işçiler için bu devlet, her zaman katıksız bir diktatörlüktür. Ama siz hangi devletten söz ediyorsunuz, “laik, sosyal hukuk devleti” diye tanımlanan eskisinden mi, yoksa şimdilerde her pratiği ile hukuku ayaklar altına alan devletten mi? Sizler gerçek anlamda burjuva demokrat, gerçek anlamda liberal olmuş olsaydınız, Saray Rejimi’ne karşı direnirdiniz, çünkü sizin eski “burjuva demokrasiniz” yerle bir edilmiştir.

Burjuva “muhalefet”, artık muhalefet edemez durumdadır. Bu dalga, onları içine almıştır. Şimdilerde bize, halka, yeni “ufuklar” açmaya çalışıyorlar. Dediklerinin özeti şudur;

  • Erdoğan’ın iktidar süresi sınırlıdır.
  • Sesimizi çıkarmazsak, onun kullanacağı bir şey kalmaz.
  • Gündemi değiştirmelerine izin vermeyelim
  • Usulca seçimleri bekleyelim.

Evet, Erdoğan’ın siyasal ömrü bitmiştir. Sınırlı değil, artık bitmiştir. Erdoğan, hatta Saray Rejimi, miadını doldurmuştur. ABD tetikçiliği, bölgemizde savaş kundakçılığı ile ayakta durmaya çalışmaktadır. Bu ise emperyalistler arası paylaşım savaşımına, kaosa yatırım yaptıkları anlamına gelir. Bu nedenle TC devletinin bugünkü durumu, Abdülhamid dönemine benzemektedir. O zamanlar, tüm burjuva muhalefet, “devleti kurtarma” hevesinde idi. Devleti kurtarmak, hepsinin ortak hedefi idi. Bugün, Saray Rejimi’ne karşı, böylesi bir burjuva muhalefet bile yoktur.

Erdoğan gitsin de ne olursa olsun, bize geçmiş bir “hedef” gibi görünmektedir. Erdoğan çoktan gitmiş sayılır. Devletin içindeki ittifaklar, “ulusalcısı”, “İslamcısı”, uluslararası istihbarat teşkilâtlarının uzantıları, hepsi birer çete olarak, Erdoğan’ı ayakta tutmak için uğraşmaktadırlar. Bunun yolu da ABD adına tetikçilikten, bölgemizdeki her ülke ile savaşa tutuşmaktan geçmektedir. Bunu yapıyorlar. Bu sadece bir oyun değildir. Oyunun kurucusu ABD’dir ve istediğini almaktadır.

Burjuva “muhalefet”, Erdoğan iktidarını indirip, “parlamenter sistem”e geri dönerek, bu arada ise savaş politikaları konusunda ABD ile işbirliği garantisi sunarak çözüm aramaktadır. Kuşkusuz bu burjuva anlamda da onursuz bir yoldur. Devleti “ayakta tutup”, ABD uzantısı olmayı sürdürmeyi önermektedirler.

Bu nedenle diyorlar ki, HDP ile yan yana görünmeyelim. HDP’ye destek olmak, “terörist” damgasını yemek için yeterlidir. İyi ama, işlerine geldiğinde hem Kılıçdaroğlu, hem de Akşener, terörist olarak tutuklanacaktır. Kaldı ki, Tabipler Birliği’ni “terörist” ilan edenler, sizleri terörist ilan etmekte bir beis görmezler.

HDP’ye sahip çıkmayanlar, acaba, ülkenin tutuklanan aydınlarına mı sahip çıkıyorlar? Hayır. Saray Rejimi kendi yandaşlarına sahip çıkıyor, bunlar da en çok kendi görüşlerindeki gazetecilere sahip çıkmaya çalışıyor, hepsi budur.

Saray’ın her saldırısına “gündem değiştirme”, “provokasyon” demek, aptallık değil, ileri derecede korkaklık ve yandaşlık düzeyine gelmiştir.

Çürüme, tüm burjuva cepheyi sarmıştır. Tüm burjuva egemenler gibi, tüm burjuva cephe, iktidarı, muhalefeti ile çürümüştür.

Halka, “seçimleri” göstermektedirler.

Oysa seçim kararı, ancak MHP-AK Parti ya da Bahçeli-Erdoğan ikilisinin kararına bağlıdır. Şimdi, tüm eli kalem tutan burjuva “demokrat”lar, Saray’ı, “devlet gidiyor, seçim yapın” meselesine ikna etmeye çalışıyorlar. Oysa seçimler diye bir şey artık yoktur. Artık, Saray Rejimi, ciddi bir işçi eylemliliği olmadan, ciddi sokak gösterileri ortaya çıkmadan kendi iradesi ile seçime falan gitmez. Seçim olmasının garantisi olmadığı gibi, seçimin demokratik olmayacağının kesin garantisi vardır. CHP ve İYİ Parti, tüm burjuva “muhalefet”, hep birlikte ABD’yi ikna etme peşindedir. ABD’ye, biz size daha iyi hizmet ederiz garantisi verme peşindedirler. El altından yaptıkları faaliyet budur.

Bu yolla sıralarının gelmesini bekliyorlar.

Tüm burjuva cephe çürümüştür.

Tek çıkış yolu vardır: İşçi ve emekçilerin kurtuluş alternatifi. İşçi ve emekçilerin yolu. Bu yol, sosyalist devrime giden, sosyalist devrim ile, tüm bölgeyi emperyalist boyunduruktan kurtaracak olan sosyalist devrimlerin ateşlenmesi yoludur, barışın, özgürlüğün, kurtuluşun tek gerçek yoludur.

Bu nedenle bugün, Birleşik Emek Cephesi, halkların, işçi sınıfının gerçek çözüm yolu olarak büyük öneme sahiptir.

Direnişi yaymak, direnişi genişletmek, direnişi örgütlemek, işçi ve emekçilerin gerçek çıkış yolunu açmak demektir. Gençlik, en başta işçi gençlik, öğrenci gençlik bu mücadelede önemli bir role sahip olacaktır.

Özgür Lise dergisinin 51. sayısı çıktı

Özgür Lise dergisinin Kasım-Aralık 2020 tarihli 51. sayısı çıktı. Derginin tamamını bu sayfadaki PDF üzerinden okuyabilirsiniz.

Tüm liseli okurlara çağrımızdır. İstenilen herhangi bir konuda okur mektupları yazılabilir, [email protected] adresine yollanabilir.

Gelecek sayımızda görüşmek üzere.

Devrim kendi kendine olmaz

Adına çöküş diyebiliriz.

Osmanlı’nın son dönemlerine benziyorlar. Yalnız Tanzimat’ta değiliz. TC devletinin bir tanzimatı olmayacaktır. Daha çok, Abdülhamid döneminin sonlarında gibiyiz. Elbette hangi açıdan baktığımıza bağlı olmak koşulu ile. Eğer, baskı ve şiddetin devlet eli ile artırılmasına bakarsak, Abdülhamid dönemi yerinde bir benzerlik sağlar. Ama eğer, emperyalist paylaşım savaşımı açısından bakarsak, sanki, 1910-14 arasında gibiyiz. Başka açılardan da bakarak, bu tarihte oynamalar yapılabilir.

Ama biz biliriz ki, tarih tekerrür etmez.

Birinci Dünya Savaşı ya da bizim vurgularımızla Birinci Büyük Paylaşım Savaşı, emperyalist güçlerin, Osmanlı, Çin, İran gibi ülkeleri paylaşması temeline dayanıyordu. Elbette pek çok küçük sömürgeyi de. Ama işin ağırlık noktası buradaydı.

ABD, Amerika kıtasında, hegemon güç hâline gelmişti ve İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, İtalya, Japonya arasında bir paylaşım savaşımı vardı.

Bugünkü ise, beş ana emperyalist güç arasındadır. ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya. Elbette, diğerleri de bu savaşta “kazanacak” tarafta olmaktan mutluluk duyacaklardır.

Ülkemizde Saray Rejimi de, ABD cephesindedir. Bu cephede sanki bir “aktör”müş gibi konuşmalarına bakmayın, günümüzün Sultan Abdülhamid’i, çok daha komiktir, tetikçidir ya da eline kibrit tutuşturulmuş kundakçı gibidir, sağı solu yakmakta beis görmüyor, ancak yangın paçalarına ulaşınca uzaklaşmaya çalışıyor.

Sultan Abdülhamid, hem çok korkaktı, hem de vesveseli. Herkesin peşine hafiye taktırırdı. Onun kopyası olmaya hevesli Erdoğan, hem çok korkaktır, hem vesveselidir, hem de ille de yüzde oncudur. Yüzde on, belki bazı işlerde yeterli değildir, ama fark etmez, her durumda onun hesabı yüzde üzerindendir.

Osmanlı sultanları, nihayetinde, “ülke” denilen yeri “kendi aile mülkleri” olarak bilirlerdi. Bu aile mülkünü, mülkiyeti kendinde kalmak üzere, paşalarına, iktidarları için nihayetinde hizmetkâr olanlara verebilirlerdi.

Abdülhamid’in, Cumhuriyet’i geri götürmek isteyen müsveddesi için böyle bir konu yoktur. Onun bütün işi, bizim ülke dediğimiz yere, onu bir kâhya olarak atayanların dediklerini yaparken, cebini şişirmektir. Bu da elbette yüzde hesabı ile olur. Yoksa bu topraklarda onun bir “vatan”ı yoktur. Tüm “vatanı”, Malezya, İsviçre, Man Adaları, Katar gibi yerlerde saklıdır. Onu destekleyen bazıları için bu yerindedir, çünkü burası, “dar-ül harp”tır. Yani, burası İslam dışı bir düşman toprağıdır. Abdülhamid rolüne soyunmuş olan “şahsım” için, aslında Abdülhamid rolü de önemsizdir. Sadece ona bunu söyledikleri için bunu yapmaktadır. Zaten, onun yüzdesi geldiği sürece, ne olup bittiğinin de önemi yoktur.

İşte Saray Rejimi, bu şartlar altında, üçüncü paylaşım savaşımında, ABD tetikçisi olarak iş görmeye heveslidir.

Saray Rejimi, baskı ve şiddet, devlet terörü, hukukun ayaklar altına alınmasından ibaret değildir. Buna uygun bir basın, neredeyse firesiz devrededir. Saray basını denilince, kocaman bir karanlık pompalayan makina demektir. Parlamento, yok anlamındadır. Yakında, bakkal sizin “sigara var mı” sorunuza “parlamento” diye yanıt verecektir, yok anlamındadır. Bu, elbette burjuva siyasal partilerin kapalı olması da demektir. AK Parti, Erdoğan tarafından kapatılmıştır. Ne güzel, açık olduğu sanılıyor ve kapalı olan AK Parti’nin başkanı Erdoğan’dır. Şimdi, Mehmet Metiner, “efendim AK Parti’yi kapatalım” diyor. Erdoğan’a sesleniyor. Belki de onu uyarıyordur. MHP kapalıdır. Artık, kapalı AK Parti’nin bir “önemli” parçasıdır. Kapanmış MHP’nin başkanının Bahçeli olduğundan da emin değiliz. daha doğrusu olmadığından eminiz, başkanının kim olduğunu bilemiyoruz. O tweetler, olsa olsa, bir “seans” anında atılmış olabilir. Atasözlerini alt alta sıralayan bir nesir, politik edebiyat tarihimize en büyük fukaralık olarak geçecektir. CHP, Kılıçdaroğlu’nun kapatmasıdır. Hem kapatılmıştır, hem de kapatma hâline getirilmiştir. Özgür Özel gibileri, CHP’yi açık ve daha da kötüsü hâlâ “parti” sanıyorlar. Oysa CHP’den “parti” olarak söz edeceksek, Saray Rejimi’nin kutlamaları sırasındaki “parti-şov” olarak söz edebiliriz. Artık, CHP ve İyi Parti, Cumhuriyetin önemli günlerini dahi “parti” yaparak kutlayamayacak partilerdir.

AYM, İçişleri Bakanı’nın sövme duvarıdır.

Artık ülkede, yasa denilince, torba anlaşılmaktadır.

Her torbada, yüzde oranları konusunda iyileştirmeler yer almaktadır.

Devlet denilince “şahsım”, şahsım denilince ise, Amerikan memuriyeti anlaşılmaktadır.

Din denilince, holdingleşmiş tarikatlar ve seks partileri, bir de Ali Erbaş’ın kılıç gösterileri akla gelmektedir.

Ekonomi denilince, aile bağları akla gelmektedir. İslamî bir örtüye sarılmış, kutsanmış, Ali Erbaş ve Müslüman Kardeşler’ce sarmalanmış aile bağları ve tüm bunlara göz yuman tekelci sermayenin talepleri. İşte yağma, rant ve savaş ekonomisinin arka planı budur.

İçişleri Bakanı, epeyce var konumundadır, Dışişleri Bakanı ise bir o kadar yok.

En az “muktedir” Erdoğan’dır, en çok muktedir gibi davranan da odur.

Tüm bunlar devlete ilişkindir.

Millet diye tutturduklarında ise, aslında tam bir boşluk anlamında konuşmaktadırlar. Cumhur dediklerinde karanlıktan söz ediyorlar, millet dediklerinde ise “hiçbir şey”i kastediyorlar. “Ulusal çıkar” dediklerinde, kendi aldıkları yüzdelere baz oluşturan, tekellerin, uluslararası sermayenin, efendilerinin çıkarlarından söz ediyorlar.

Bu çöküştür.

Sağlık alanına bakın. Bir maskeyi dağıtamadılar, sözünü bir yana bırakıyoruz. Ülkenin, bugün yıllık maske ihtiyacının 1,5 katı maske üretilmektedir. Ama hepsi demesek de çoğu hilelidir. Hile, her işte kârı maksimize ediyorsa “devlet koruması” altındadır.

Devamı var. Bakan, açık olarak, vaka-hasta gibi bir ayrım yaptığını, semptomlar göstermeyen vakalara vaka dediklerini açıkladı. Kendi verilerine göre milyonlarca insanın virüslü olduğunu kabul ettiler, ama hâlâ, gerçek rakama sahip değildirler. Çünkü, devletin tüm olanakları, vesveseli Saray için kullanılmaktadır. İşçiler ölünce “fıtrat”tan söz edenler, Saray’a virüs girmesin diye, dua ve abdestle yetinmiyorlar, testlerin çok büyük bölümünü kendileri için yapıyorlar.

Açıkça yalan söyleyen bir bakan, bunu “ulusal çıkarlar” için yaptığını söylüyor. Ama bu “ulusal çıkar”ın ne olduğunu söylemekten çekiniyor. Bakan’ın maskesi “ulusal çıkar”dır.

Ve Saray Rejimi, sadece sağlık hizmetlerini düzgün yaptıkları için, sadece hatalı olan şeyleri açıkladıkları için, sadece bu yalana ortak olmak istemedikleri için Tabipler Birliği’ni terörist ilan ediyor.

Ya eğitim? EBA sistemini anlatan bakan, garip bir biçimde, öğrenci sayısından haberdar değil ya da diyelim ki EBA üzerinden eğitim alacak 18 milyon öğrenci varsa, bunun aynı anda 6 milyonu eğitim alacaksa, o, bunu hesaplayamıyor, olsa olsa 100 bin öğrenci eğitim talebinde bulunur diye düşünüyor. Böylece sistem çöküyor. Oysa teknolojik açıdan, çok büyük hamleler yapıyorlar, hatta “uçuyoruz kimse görmüyor” modundalar. Ailenin bir diğer damadı SİHA’lar ürettiği için, Erdoğan, “uçuyoruz kimse görmüyor” diyor olabilir mi? Ama eğitim sistemi, çöküşünü açıkça ortaya koymuştur.

Şöyle düşünelim; bir işçi iktidarı, diyelim ki, X ilinde kaç okul var, kaç öğrenci ve öğretmen var bilir. Bu ilde pandemi nedeni ile, öğrenci sayısı azaltılmış sınıf nasıl yapılabilir sorusunu sorar? Yanıtı ise otomatik gelir, çünkü, o ilde boş binalar vardır ve bunları sınıflara çevirmek için, Mart 2020’den, Eylül 2020’ye kadar zaman vardır. Hepsi bu kadardır ve isterlerse çözerlerdi.

Ama işler öyle yürümüyor. Şahsım’a ulaşacak bir kıymetli tanıdığa sahip olan, mesela inşaatçı bir firma, oraya ulaşıyor ve inşaat alanında, pandemi nedeni ile ne yapılabileceğini fısıldıyor. Damat, bu “yeni” durumdan yüzde kaç kazanacaklarına bakıyor ve hemen harekete geçiyor. Başka bir gün turizm firmaları aynı yoldan geliyor. Ve istediği “yasal” desteği alabiliyor. Okul için, veliler gelip de, Damat’a yüzde verecek hâlde olmadıklarından, sonuç böyle ortaya çıkıyor.

Dış politikaya bakın. Her yerde savaşta olan bir TC devleti var ve Saray Rejimi, savaşı özellikle seviyor. İkinci Damat, bu alandadır. Zaten ABD, bunu istemektedir. Ve ne kadar savaş yükselirse, o kadar ABD’li efendilerinin gözüne girmeye hak kazanacaktır. Peki, ya sonuç?

Bu çözülüştür.

Erdoğan, artık önemli değildir.

Saray Rejimi’nin sonu, herkesçe kabul edilmektedir.

Burjuva devlet, burjuva egemenlik çözülmektedir.

Bugün, ülkedeki çetelerin, devlet içindeki çetelerin her biri, bir emperyalist efendinin ayakları, uzantıları hâline gelmektedir. Tanzimat Fermanı’nı okuyan Reşit Paşa’ya (sadrazamdır), İngiliz derlerdi. Ali ve Fuad Paşa’lar, Reşit’ten sonra geldiler, onun okulundan yetiştiler ama Fransız taraftarı olup çıktılar. Öyle kayda geçmiştir. Sonrasında Almanlar devreye girmiştir.

Bugün ise, bu emperyalist güçlerin her biri, devletin her alanında, gücün toplandığı her alanda kendi uzantılarına sahiptirler. Mafyatik organizasyonlar da bunun içindedir, tarikatlar da, bizzat devlet çarkı da.

IŞİD çetelerini, Suriye savaşında ABD emri ile kundaklayıp Suriye üzerine salan TC devleti, o çeteleri içeride kullanan devlet çarkı, kendisi de çeteleşmektedir.

Her yanlarını korku salmıştır.

Artık, kendi kanunlarından, kendi gölgelerinden korkuyorlar.

Bu nedenle olmalı, yeni bir yasa ile, “mega projelerle ilgili” bilgi alınmasını, haber yapılmasını yasaklamaya çalışıyorlar. Torba yasanın içindedir.

Yani, Saray Rejimi, karanlığa sığınıyor.

Saray’ın iki damadı var. Biri, “savaş ekonomisi” için kundakçılığa yönelmiş, SİHA’ları “uçan Türkiye” masalı ile pazarlıyor. Diğeri, ise değişik alanlarda oynuyor. FinCEN belgelerine göre, meşhur olan Damat, Taliban’a para gönderiyor, para aklıyor. Bunları “şahsım” için yaparken, porno siteleri ile online kumar işi epeyce zamanını alıyor.

Muktedir denildi mi, akla iki damat geliyor, uluslararası tekeller ve onların temsilcileri, epeyce bir miktarda birkaç inşaat şirketi, biraz Bahçeli-Atasagun, birazdan fazla Ağar, birazdan daha az Soylu, fotoğrafa başını sokmaya çalışan Perinçek akla gelenlerin içindedir.

Hepsi, karanlıktan besleniyor.

İşte bu nedenle, “mega” projelerle ilgili yeni kanunlar çıkartıyorlar. Artık, mesela Üçüncü Havalimanı projesini kim yapmış, anlaşmasında neden Londra mahkemeleri yetkili kılınmış, Osmangazi köprüsünden kaç araç geçme garantisi verilmiş, geçmeyince bu şirketlere ne kadar para ödenmektedir, şehir hastahanelerinde nasıl bir rant dönmektedir, Kanal İstanbul işine kimler giriyor vb. bilgiler karanlıkta kalacak.

Bu kadar “muktedir” bir iktidar, bu kadar hukuk tanımayan bir iktidar, bu kadar karanlık önlemler almaya neden yöneliyor?

Çünkü, çöküyorlar. Çözülüştür bu. Bu nedenle karanlığa koşuyorlar.

Karanlık onların sığınağıdır.

Evet bu çözülüştür, çöküştür.

Ama devrim ile armudun daldan düşmesi arasında fark var. Armut, siz hiçbir şey yapmasanız da, dalında çürür ve düşer. Oysa zalimin iktidarı, burjuva devlet, çürüdüğü hâlde armut gibi kendiliğinden düşmez.

Burjuvazi de bunu biliyor.

Onun için, sürekli saldırıyor: İşçilere saldırıyor, kadınlara saldırıyor, gençliğe saldırıyor, çevre için eylem yapanlara saldırıyor, her türlü toplumsal muhalefete saldırıyor.

Direniş işte bu noktada önem kazanıyor. Ortaklaşa direniş, yaşamın her alanında direniş ve bu direnişin örgütlü bir hâl alması dışında, iktidarın alaşağı edilmesi, bir devrim, işçi sınıfının iktidarının oluşması mümkün değildir.

Devrim, tüm bu kokuşmuşluğu, tüm bu sömürüyü yok etmenin tek gerçek yoludur. Devrim, savaşa ve sömürüye son vermenin yoludur. Ve devrim, örgütlü kitlelerin, örgütlü kadınların, örgütlü erkeklerin, örgütlü işçilerin, örgütlü gençlerin eseri olacaktır.

Örgütlenmek, özgür olabilmenin tek gerçek yoludur.

Saray Rejimi çözülüyor. Evet bu doğrudur. Egemen sınıflar yönetemiyor. Evet bu doğrudur. Ama, devrimci örgüt olmadan, iktidar el değiştirmez.

Bize beklemeyi, bize sessizce seçimlere kadar sabretmeyi, bize eylemsizliği ve suskunluğu tavsiye edenler, gerçekte Saray Rejimi’nin dostlarıdır.

İşçi ve emekçiler, tersine, direnerek, yenilip tekrar direnerek, mücadele ederek, kendi yenilgilerinden öğrenerek iktidarı alabilirler. Bugün, işçi sınıfı ve devrimciler için, iktidarı alma hedefi ile bir mücadele yürütmek, onları burjuva muhalefetten ayıracak en temel şey olacaktır.

Anadolu’nun her alanında bir direniş mayalanmaktadır. Bu direnişlerin küçük olması, bu direnişlerin yerel olması, bu direnişlerin sorunun ana kaynağına vurmaktan uzak olması çok da önemli değildir. Önemli olan, bu direnişlerin içinde örgütlenmek, direnişi sağlamlaştırmak ve yaymaktır.

Suriye savaşı ve bölgemizde devrim

Bugünlerde, daha çok ABD tetikçiliğini sürdüren TC devletinin hamlelerinin Akdeniz’de yoğunlaştığını görüyoruz. Suriye, Libya biraz arka planda kalmış gibidir ve sanki artık esas çatışma alanı Yunanistan’dır gibi.

Elbette görüntü ile yetinmeyeceksek, işin emperyalist paylaşım savaşımı ile bağına da bakıyor olmamız gerekir.

Hegemonyası çözülmekte olan, hegemon güç olma hâlini kaybetmekte olan ABD, çözülüşü durdurmak için, dünyanın her alanında saldırganlıkla iş yapmaya çalışıyor. Ne ticari, ne hukukî, ne diplomatik “kabul”leri kabul etmiyor ve “haydut”ça davranışlarla “güç benim” demeye devam ediyor. Öyle ya, hiçbir emperyalist güç, kendi hegemonyasının çözülme sürecini, gönül rahatlığı ile, bir şey yapmadan seyrederek durmaz. ABD de durmuyor. Henüz askerî alanda olan avantajlarını açıkça devreye sokarak, hegemonyasını devam ettirmek istiyor.

Bu çerçeve içinde ABD, bölgemizde TC devletini, kendi tetikçisi olarak kullanıyor. Saray Rejimi ömrünü uzatmak istedikçe, Erdoğan iktidarda kalmayı derinden arzuladıkça, ipleri elinde tutan ABD için, TC devletini tetikçi hâline getirmek zor değil. Trump, seçim sonuçlarını kolaylıkla kabul etmeyeceğini açıkladığında, bir etkili isim, “burası Türkiye değil” demekten kendini alamadı. Demek ki, aslında 2015 7 Haziran seçimlerinden beri Erdoğan iktidarı, tetikçiliğe bağlıdır.

Tetikçilik, ABD destekçisi olmak konusunda bir adım daha ileri gitmektir. Yoksa, zaten TC devleti, hep ABD denetimindedir. Ama artık, TC devleti, her türlü işi ABD emri ile yapmaktadır. Libya açıklarında silah taşıyan Türk gemisi ile, NATO içinde yer alan Fransız gemisi arasındaki itiş-kakış sırasında Dışişleri Bakanı, açıkça “ABD emri ile davrandıklarını söylemişti” ve buna, Macron “ben zaten NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir demiştim” diyerek yanıt vermiştir.

Bu nedenle söylüyoruz, TC devletinin bir dış politikası yoktur. Bu nedenle, TC devletinin dış politikada yanlışları vb. de yoktur. TC devletinin dış politikası, doğrudan ABD dış politikasının bir tür memuriyetidir. Tetikçilik, işte bu çerçeveye oturur.

ABD, tüm Akdeniz’i savaş alanına çevirmek istiyor. Bunun için TC devletine “haydi Libya” diye hedef gösteriyor, bunun için Yunanistan ile çatışmayı körüklüyor. Bu hem AB’ye, yani Almanya ve Fransa’ya karşı bir hamledir, hem de açıktan Karadeniz’e ateşi sıçratmak yolu ile Rusya’ya bir tehdittir. Yani, ABD, hem AB’ye karşı TC devleti üzerinden hamleler yapıyor, hem de Rusya’ya karşı. Eğer Karadeniz ve Akdeniz karışırsa, ABD, bu işten kârlı çıkacağını hesaplıyor.

Yani TC devleti, doğrudan ABD elinde kullanılan bir tetikçi durumdadır. Erdoğan aslında bir rehinedir. Sadece Erdoğan değil, tüm Saray Rejimi rehindir. Kendilerinin de bu tetikçiliği istemedikleri anlamında değil, elbette onlar bu tetikçiliği can simidi gibi ömürlerini uzatan bir yol olarak görüyorlar. Onlar da bu ilişkiyi istiyorlar, ama kontrol tümü ile ABD’dedir.

Suriye’de de durum böyledir. TC devleti, kendisi de çok istediği için ABD’ye rağmen, bölgede işgalci değildir. Elbette kendisi çok isteklidir. Osmanlıcılık hayallerini canlandırmayı deniyorlar, Erdoğan adeta Abdülhamid’in ruhunun yeni vücut bulmuş hâli gibi görülüyor. Ve elbette bir de Kürt meselesi var. Bugün bir çeteler birliği demek olan Saray Rejimi, Kürt’e saldırmayı çok seviyor. Ne zaman çeteler arasında çelişkiler artarsa, o zaman hepsi “Kürt’e saldırmak” ilkesi etrafında birleşebiliyorlar. Böylece kendi aralarında geçici “sulh” sağlanmış oluyor.

Ama yine de TC devleti, Suriye operasyonunda en başından beri, ABD emri ile yer almıştır. Kendisinin bu konudaki istekliliğini unutmadan, işin bu yönünü görmek gerekir.

Bugün, TC devleti, Suriye’de işgalcidir ve bu işgalci durum, yine ABD emri ile devam ettirilmektedir. ABD, bu yolla; a- bölgeden elini eteğini çekmiyor, b- Rusya’yı oyalamayı sürdürüyor, c- kaybettiği Suriye savaşını İran savaşına dönüştürerek, büyüterek kazançlı çıkmak için zaman kazanıyor, d- İsrail’in korunmasını sağlama olanakları buluyor, e- Kürtlerin içinden kendine bağlı Barzani grubuna katılacak “dostlar” yaratmaya çalışıyor.

Bu nedenle TC devletinin Suriye’de işgal ettiği alanlarda varlığını koruması, artı İdlib’de etkin olması ABD politikası açısından çok önemli hale geliyor.

Bu yolla ABD, hem Kürtleri “korkutmayı” başarıyor, onlara biz olmasak TC devleti gelir korkusunu vermeye çalışıyor, hem de bundan korunmak için, bize biat edin, diyor. Bu biat, elbette, Barzani çizgisi anlamına geliyor.

Son aylarda iki kritik gelişme yaşandı. Elbette her gün yeni gelişmeler yaşanıyor ve her anlamda sahada savaş sürüyor. Ama iki gelişmeyi öne çıkarmak istiyoruz. Birincisi ABD’li şirket ile petrol anlaşmasıdır. İkincisi ise petrol anlaşmasının ardından, bir ay sonra, Jeffrey’in Barzani, öncesinde de Heseke ziyaretidir.

Petrol anlaşmasının bir tarafı Suriye Kürtleridir. Diğer tarafı ise bir ABD şirketidir. ABD, bu şirkete, “Suriye’ye dönük ambargo” kararlarından muaf olma hakkı verdi. Anlaşmayı senatör Graham duyuruyor. Dışişleri Bakanı Pompeo desteklediğini duyuruyor. Yani, aslında anlaşmanın diğer ucunda ABD devletinin özel desteklediği bir firma var. Anlaşmayı, SDG duyurmadı, önce ABD tarafı duyurdu. Şirket tarafında üç isim öne çıkıyor. Jim Reese, ABD ordusunda “Delta Force” adı ile bilinen bölümde albay, TigerSwan’ın kurucusu. TigerSwan, bir güvenlik şirketi, Suriye sınırında, Kobané dahil mayın temizleme işi yapmış, kirli işlerinin haddi hesabı yok. İkinci kişi, eski ABD Kopenhag Büyükelçisi James Coia. Tek başına bu isim bile, petrol meselesinin bir ucunda Suriye Kürtleri varken, diğer ucunda ABD devletinin olduğunu gösteriyor. Üçüncü isim John Dornier. Bu şirkette, petrol işi konusunda az çok deneyimi olan tek kişi işte bu kişi.

Aslında, tümünü içine bile alsa, Suriye petrolleri, dünya petrol piyasası için önemli değil. Hele hele ABD için hiç değil. Ama Suriye ile pazarlık ilişkisi, Kürtlerin ABD kontrolü altına girmesi meselesi açısından çok önemli.

Sorudur; acaba, bu petrol anlaşmasının Barzani ile bağı nedir?

Böylesi anlaşmalar konusunda usta olan ABD, elbette birçok şey planlıyordur. Ama ne planlıyor olursa olsun, bunun Kürtlerin hiçbir kesiminin faydasına olmayacağı açıktır. Tüm tarih, bunun sayısız örnekleri ile doludur. Dahası, bu anlaşmalar, Kürt devrimini bugüne getiren sosyalist ve özgürlükçü damarın yerine, uzlaşmacı, gerici, işbirlikçi Barzanici damarın güçlenmesi için kullanılacaktır.

Petrol anlaşması ile elbette ABD, yarının Suriye’sinde, daha çok Rusya ile pazarlık edebilmek için, bir koz eline almıştır. Amacı da budur.

İkinci gelişme, James Franklin Jeffrey’in bölgeye ziyaretidir. Jeffrey’in ziyaretini, Mehmet Ali Çelebi, “Artı Gerçek”te haberleştirdi. Mehmet Ali Çelebi, haberinde, Jeffrey ile ilgili şunları da ekliyor:

“Anlatısında özgürlükler olmayan James Franklin Jeffrey, pragmatist, güvenlikçi ekolden, statüko savunucusu. Demokrasi, adalet, özgürlük vizyonu olmayan ufku dar, köhne CIA bürokratı zihin kodları taşıyor. Suriye, Irak ve İran’daki halklarına dair olgusallıkları gözardı eden projektörden bakıyor; eşitlik, merkezi yönetimde ısrar yerine devolüsyon (yetki devri) taleplerine, çoklu dil ve kültürel taleplerine, beklentilerine stratejik olarak değil taktiksel olarak bakıyor.

“Kolonyalist sistemin devamı için, hegemonya aşınmasını önlemek için denklemler üretmeye çalışan, kolonyalist politikaları yeniden yaygınlaştırmaya dönük düşünsellik içerisinde. Kürtler, Asuri-Süryaniler, Ermeniler, Ezidiler, Çerkesler, Alevi Türkmenler’in tarihsel evrensel haklarını önemsemeyen iklimin sorumlularından. Stratejik vizyon üretme yerine statüko koruyucularının sürüklemeye çalıştığı Cenevre Konferanslarına halkların katılımının frenlenmesinin sorumlularından.

“… Jeffrey eski bir subay. Soğuk savaş döneminde Vietnam, Batı Almanya, Bulgaristan’da bulundu. CIA’da görev yaptı. 12 Eylül 1980 Kenan Evren darbesi sonrası Türkiye’de görevlendirildi. Adana ve Ankara’da subay olarak bulundu, Türkçe öğrendi. Irak işgali sırasında Irak’ta görevler aldı. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a Irak danışmanlığı yaptı. ABD Başkanı George Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı yardımcısı idi. Bağdat (2004-2005) ve Ankara’da (2008-2010) büyükelçilik yaptı. Çalkantılar çıkarmak, yönetimleri alaşağı etmek hedefli İran-Suriye Politika ve Operasyonlar Grubu’nun (ISOG) yönetiminde bulundu. Büyükelçiliği döneminde de sonrasında da AKP-MHP politikalarının destekçisi oldu.” (www.artigercek.com).

Haberi, daha çok haber-yorumu kaleme alan Mehmet Ali Çelebi, detaylı bir toparlama yapmış. Ama Jeffrey’in geçmişine bakıp, onun yerine başka ABD’li yetkililer olsa, farklı sonuçlar elde edileceğini düşünmek yanlış olur. Jeffrey ya da başkası, her biri, bölgede uygulanacak politikanın temsilcileridir. ABD, her zaman halkları katleden, yeryüzünde ilk ve tek atom bombasını kullanan, Kızılderilileri yok eden bir katliamcı geleneğe sahiptir. Hiçbir emperyalist güç, halkların hiçbirine “dost” olamaz. Ve elbette bu şaşırtıcı da değildir.

Şimdi, Kürtler söz konusu olunca, Jeffrey onlara dost olabilir mi? Bunu düşünmek, hepimiz için çocukluk olur. Sanırım, Mehmet Ali Çelebi, bu haber-yorumu ile, Kürtler arasında böyle düşünenlerin olduğundan duyduğu endişe ile bu bilgileri özellikle veriyor.

Evet, mesele de budur. Kürt hareketi içinde, bugün değil, çok eskiden beri var olan Barzani çizgisi ile, Kürt devrimini bugünlere taşıyan sosyalizm ve özgürlük çizgisi, şimdi daha net ortaya çıkmaya başlamıştır.

Jeffrey, 20 Eylül’de Heseke’yi ziyaret ediyor. Boşuna değildir. 22 Eylül’de ise Barzani ile görüşüyor.

Bu son aylarda, Suriye Kürdistanı’nda bazı gelişmeler oldu. Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürt partileri bir araya gelerek, PYNK’yi (Kürt Ulusal Birliği Partileri) oluşturdu. İçinde 25 örgüt var, hepsi parti değil. PYD, bu grubun içindedir ve etkilidir.

Bunun dışında bir de ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) var. Bu KDP ile bağlantılı. Hatta, bu grubun, ABD, İngiltere, Türkiye, Fransa bağlantıları da var, eski ÖSO grupları ile de bağlantıları var.

ABD arabuluculuğunda, PYNK ile ENKS arasında görüşmeler oldu. Sonunda Kürt Yüksek Mercii (Konseyi) oluşturuldu. Bu konsey, Kürtler adına karar verecek bir konsey olacaktı. 40 üyesi olacak, 16’sı PYNK, 16’sı ENKS ve 8’i diğer gruplar olmak üzere oy hakları olacaktı.

Jeffrey 20 Eylül 2020’de Heseke’ye geldiğinde, hem ENKS, hem de PYNK ile görüştü. Bu görüşmelerin ardından, 22 Eylül’de Barzani ile bir araya geldi.

Petrol anlaşması ile, bu ziyareti birlikte ele aldığımızda, Suriye Kürdistanı’nda gelişen ABD’ye biat etme eğiliminin güçlendiğini söylemek mümkündür. Bu noktada PKK’ye dönük saldırıların artması, TC devletinin Kuzey Irak’a dönük üsler organize etme girişimleri de anlam kazanmaktadır.

ABD, elbette Kürt devrimci hareketini kontrol edebilmek için, hareketi Barzani çizgisine taşımak, Barzani çizgisini egemen kılmak istiyor. Bu açık ve nettir. Bu noktada TC devleti de ABD ile aynı yönde hareket etmektedir. ABD, bu politikanın hem mimarıdır, hem de planlayıcısı, uygulayıcı ise TC devletidir. Türkiye tarafında, HDP’ye dönük tutuklamalar da bunun içindedir. HDP ve daha da önce DBP üzerine saldırılar, aslında Barzani çizgisinin önünü açmak içindir. Türkiye sahasında tüm bu tutuklamalar, oldukça planlıdır ve Barzani çizgisinin egemen olması amacını gütmektedir.

ABD, elbette, Suriye savaşını, İran savaşı şeklinde büyütmek, tüm bölgeyi savaş alanı yapmak istiyor. Kudüs planı ile, birçok ülkenin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, İsrail ile anlaşmalar imzalamaya başlamaları, aslında İran’a karşı saldırının da hazırlıkları içindedir. Kuzey Irak bölgesinde, TC devletinin, ABD ile ortaklaşa oluşturdukları üsler, gerçekte böylesi bir büyük savaşın hazırlıklarıdır.

Resmi büyütünce, tüm bölgede bir devrimin mayalandığını da görmek mümkündür.

Bölgemizde emperyalist politikalar, çok hızla deşifre olmaktadır.

Evet, bölgemizde hâlâ, bir emperyalist güce yaslanarak ayakta kalma umudu vardır. Ama bu eskisi kadar güçlü değildir. Evet hâlâ yaygındır. Ama yıkılması da zor değildir.

Filistin meselesinin İslamcı politikalarla, kapitalizmi temel alarak üretilecek reformlarla çözülemeyeceği artık ortadadır.

Bölgemizde, halkların direnişi gelişmektedir. Sudan, Mısır, Lübnan, Suriye, İran, Türkiye, Irak vb. halkların direnişi, gerçekte Kürt devriminde olduğu ölçüde kökleşmiş örgütlenmeler yaratamamış olsa da, sürmekte, gelişmektedir.

Bu etkenler, bölgemizde devrimci bir dönemin gelişmekte olduğunun işaretleridir. Bu noktada, küçük büyük demeden, her örgütün direnişi, gelişimi önem kazanmaktadır. Zira bir devrimci örgütlülüğe dayanmayan sınıf hareketleri, devrimi gerçekleştiremez.

Suriye savaşı, henüz bitmemiş olsa da, aslında Suriye halklarının emperyalizme karşı direnişinin ifadesidir. Sanki IŞİD, sanki ÖSO, sanki TC devleti, ABD’den bağımsız olarak orada varmış gibi düşünmek, aslında bildiklerine, gerçekliğe gözünü kapamak demektir. IŞİD’in babaları, onu yaratanlar, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb.dir. Bunların elleri kanlıdır ve bu elle, kim el sıkışırsa, yeni bir katliama kapı aralamış olacaktır.

Bölgemizdeki halkların bu güçlere, ne kadar büyük olursa olsun, kendi geleceğini emanet etmesi diye bir durum kabul edilemezdir. Sonu önceden belli olan bir süreçtir bu.

Kürt devrimi, bölgede gelişmekte olan devrimci mayalanmayı daha da hızlandırabilir. Barzani hareketi, bölgenin paylaşılması savaşımının paravanı olarak hizmet görmektedir.

ABD’nin hegemonyası dünyanın her alanında çözülmektedir. Bu çözülüş elbette onu daha saldırgan hâle getirmektedir. Ama bu eğik düzlem üzerindeki kayış, engellenebilir değildir.

Bu durum, bölgemizdeki ABD planlarının da hayata geçme olasılığını azaltmaktadır. Ama buna güvenmek ve oturmak yanlıştır.

Bölgemiz halklarının, işçi sınıfının görevi, devrimi örgütlemek, bölgedeki her türlü emperyalist varlığa son vermektir. Bu rota belirlendi mi, gelişmelerin yaratacağı fırsatlar da doğru olarak değerlendirilebilir. Ama bu rota yoksa, emperyalist güçlerin kendi aralarındaki her türlü çatışmasından bir sonuç elde etmek mümkün olmaz.

Demokratik kitle örgütleri üzerine

Liberal “aydınlar”dan eskiden daha çok duyardık, “örgütlü toplum” diye söze başlarlardı. Bugünlerde, bu konudaki istekleri azalmışa benzer. Artık, ağızlarında, STK (sivil toplum kuruluşları) sözcüğü kendine yer bulmuş

Sınıf mücadelesinin gereğidir: Egemen sınıf, kendi kabullerini topluma dayatırken, kendi dilini, kendi jargonunu da topluma dayatır. Demokratik kitle örgütleri (DKÖ) yerine, STK sözcüğünün kullanılması tam da böyle bir şeydir. Egemenlerin dili, egemenlerin tarihi temel alındı mı, ideolojik mücadele kaybedilmiş ve burjuva egemenlik için büyük bir kolaylık oluşmuş demektir.

Mesela “terörist” böyledir. Devlet kendine muhalefet eden, karşı çıkan herkese terörist diyor. Bugünlerde Trump, ABD’deki Antifa hareketine “terörist” diyor. Her emperyalist gücün kendine ait teröristleri var. Ama onlar, nerede özgürlük için, savaşsız bir dünya için, sömürüsüz bir dünya için mücadele eden varsa onlara terörist diyorlar. Ülkemizi ele alın. PKK “terörist”tir diye yaygara koparan devlet, ev yakıyor, köy boşaltıyor, çoluk çocuk öldürüyor, helikopterden adam atıyor, işkence yapıyor vb. Ama devletin bu şiddeti terör, devletin kendisi terörist olduğu hâlde, devlet, kendi hakkını arayan bir genci, kadına şiddete karşı çıkan bir kadını, savunma hakkından söz eden bir avukatı, sendikal mücadele için eylem yapan bir işçiyi, tren kazasında yakınlarını kaybedenleri, çevre katliamına karşı çıkan bir mühendisi ve nihayet korona virüse karşı mücadele için en önde uğraşan sağlık emekçilerini “terörist” ilan ediyor.

Bu örnek, “terör” ve “terörist” meselesi, bize kavramların neden seçilerek kullanılması gerektiğini gösteriyor.

Demokrasi kavramı da böyledir. Her türden burjuva demokrasisi, aslında burjuva diktatörlüğüdür. Burjuvalar için bir sınırlı demokrasi demek olan burjuva demokrasisi, karakteri açısından tekelci polis devletinden ya da faşizmden ayrılmaz. Sadece burjuva demokrasisi daha olağan döneme özgüdür, her zaman en üstteki, en gelişmiş burjuva sınıfa hizmet etmek üzere, ama olağanüstü dönemlerde devlet bu eski kurumlarının üzerindeki şalı kaldırır ve doğrudan kendi dişlilerini göstermekten geri durmaz. Tekelci polis devleti, işte bu nedenle, faşist devlet çarkının üzerindeki dişlilerini örterek, olağan dönemde dahi, olağanüstü dönemin yapılarını içine barındıran bir yapıdır. Tekelci egemenlik, yani kapitalizmin geldiği aşamaya bağlı olarak, burjuva demokrasisinin dönüşümünü ifade eder ve bunun ilk hâli, faşizm olarak ortaya çıkmış bir karşı-devrim örgütlenmesidir.

Demek oluyor ki, “demokrasi” sözünü duyan her işçi, her zaman sormalıdır, kimin için? Bu soru olmadan demokrasi burjuva egemenliği örten bir araçtır.

DKÖ yerine STK kullanılması da böylesi bir konudur. Tarikatlara STK diyenler, kalkıp, mesela sendikaları, dernekleri, odaları vb. de STK olarak adlandırmaktadırlar.

DKÖ denildi mi, birincisi, bir kesimin, bir kitlenin, ekonomik-demokratik haklarını savunmak üzere oluşturdukları örgütlenmedir.

İkincisi bu örgütlenme, geniştir. Yani, farklı ideolojiden de olsa, tüm kitleye açıktır. Bir sendika, kimseye, oyunu nereye vereceksin sorusuna verdiği yanıta göre üye olma olanağı vb. sağlamaz. Sendika, belli işkolunda çalışan işçilerin tümünün örgütü olmayı ister, hedefler. İşçilerin ekonomik, sosyal, demokratik haklarını savunur. Oysa bir siyasal parti, belli bir siyasal programa sahiptir ve bu açıdan, daha dar bir örgütlenmedir.

Üçüncüsü, DKÖ’ler, elbette “demokratik” bir işleyişe sahiptirler. Yönetimleri seçilir ve bir sonraki kongreye kadar görevde kalırlar. Belli sayıda üyenin başvurusu ile seçilmişlerin eylemleri ve çalışmalarını denetlemek, yeniden seçmek üzere olağanüstü genel kurula giderler vb. Denetime açıktır ve denetim, tüm üyelere açık bir tarzda yapılır.

Tüm bu kitle örgütleri, elbette, kendi kitlelerinin haklarını, varsa başka toplumsal kesimlere karşı savunur, ama en çok da açık olarak devlete karşı savunur. Örneğin bir sendika, bir yandan, işçi sınıfının haklarını burjuvalara karşı savunur ama bunu elbette karşısında devleti bularak yapacağı için, aynı zamanda toplumsal muhalefetin bir bileşenidir.

Bugünlerde Saray Rejimi, ısrarla, üç kurumun üzerine gitmeye başladı: Barolar, Tabipler Birliği ve Mimar ve Mühendis Odaları. Bu üç kurum, aslında, Saray’ı rahatsız etmektedir. Mesela Kaz Dağları gibi çevrenin yağmalanması ya da rant kaynaklarının çoğaltılması veya savaş ekonomisi söz konusu olduğunda, bu kurumlar, aslında, hem insanî olarak, hem de görevleri gereği tutum almak zorundadırlar. Diyelim ki bir doktor, savaşı destekleyemez, bunu açıktan yapamaz. Mesleği bunu yapmasına engeldir. Ama öte yandan, doktor, insanî olarak da, buna karşı durmalıdır, her insan gibi. Diyelim ki, bir mimar, Kaz Dağları yağmalanırken sessiz kalamaz ya da akıl almaz bir çirkinlikle gelişen ranta dayalı şehirleşmeye karşı durması meslekî açıdan zorunluluktur. Artvin’deki yağmadan her türlü hak ihlali durumuna, bir avukatın, mesleği gereği harekete geçiyor olması gerekir.

Oysa rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine yükselen Saray Rejimi, bu kesimleri susturmadan, geleceğini garanti altına alamaz. Öte yandan, eğer bugün, bu kesimleri susturmazsa, gelişmekte olan direniş daha da büyüyecek korkusunu yaşamaktadır. İşçilerin, kadınların, gençlerin artan direnişi, giderek tüm toplumu sarmaktadır ve bu DKÖ’ler, eğer susturulmazsa, bu direniş daha da büyüyecektir.

Bizim Birleşik Emek Cephesi çağrımız tam da bunu amaçlamaktadır; direnişi geliştirmek, yaymak ve örgütlemek.

Saray Rejimi de işte tam bu nedenle saldırmaktadır.

Burada bir noktanın altını çizmek gerekir. Bu örgütler, bu özellikle üç örgüt, ciddi ve doğru bir direniş geliştirebilirse, bu saldırıyı geri püskürtebiliriz. Bu açıdan geliştirecekleri direniş, işçi ve emekçilerin açık desteğini alma olanağına sahiptir.

Barolar, bu açıdan önemli bir alandır. İlk buraya saldırmaktadırlar. Neden?

1- Çünkü, içeride truva atları var. Feyzioğlu artık ne olduğu ortaya çıkmış “yüzüne bakılmayan adam” olarak lanetlenmiştir. Ama korkarız ki, İstanbul Baro Başkanı’nın dediği gibi, mesele sadece Feyzioğlu’nun baro başkanlığında kalması ile sınırlı değildir. Elbette bunu istiyorlar. Ama baroları bölme girişimi, Anayasa Mahkemesi’nden döndüğüne göre (AYM, tamamen hukuk dışı bir karar vermiştir ve AYM’nin bu kararları kimseyi şaşırtmamalıdır), iş daha büyüktür. Mesele, yukarıda söylendiği gibi, DKÖ’leri yok etmektir. Bu yolla tüm toplumsal muhalefeti susturmaktır.

2- Barolar, devlete çok yakınlaşmışlardır. Bu yakınlaşma, kendi içlerinde bile adalet ve hukuk denilince yapmaları gerekenleri yapmamaları anlamına gelmektedir. Birçok avukatın direnişine rağmen, barolar, tutum almamışlardır. Bu durum, onları zayıf hâle getirmiştir. Saldırıyı kolaylaştıran bir unsur da budur.

3- Barolar, avukatların giderek çok büyük bir bölümünü oluşturmaya başlamış olan avukat-işçileri, en başta kendilerine bir tehdit olarak görmüşlerdir. Yani, avukatlar içindeki sınıfsal ayrışma, baronun meslekî açıdan ilgisinin dışında kalmıştır Bu durum, direnişte birlikte olma ruhunu azaltmaktadır.

Şimdi, hem AYM, baroların bölünmesine ilişkin düzenlemeyi, reddetmesi yüzde yüz olarak görülen bu düzenlemeyi, reddetmemiştir. İkincisi, İçişleri Bakanlığı, baro kongrelerini ertelemiştir. Bu yolla, yeni kurulacak baroların barolar birliği seçimlerine girmeye hak kazanmaları sağlanmıştır.

Ama galiba bu arada, tüm savunma hakkı ortadan kaldırılmaktadır.

AYM’ye dönük Soylu-Bahçeli-Erdoğan salvoları, yargının tam olarak kolluk kuvvetinin parçası hâline getirilmesi girişimidir.

HDP milletvekillerinin tutuklanmasını, aydınların tutuklanmasını bunlara ekleyin. Göreceksiniz ki, hızlı bir tarzda, toplumsal muhalefeti susturma girişimi ortadadır. Ve bunlar, “nasıl olsa gidecekler” diye sessizlikle karşılanacak adımlar değildir ya da daha ilginci, “gündem değişikliği” ile sınırlı adımlar değildir.

Tüm bunlar, içeride ve dışarıda savaş hazırlıkları ile bağlantılı ele alınmalıdır. Elbette Saray Rejimi, çoktan ömrünü doldurmuş bir sistemdir ve ayakta kalmak için her yolu denemektedir. Ama beklemek, onun sonunu görme şansını elde etmek demek olmaz. Tersine, eğer beklerseniz, zaten onun değirmenine su taşımış olursunuz. Tersine direnmek, tersine korkmadan mücadele etmek, örgütlü mücadeleyi ve direnişi geliştirmek gereklidir.

– Düşünün, barolar birliği, bir bütün olarak; kongrelerini her şart altında kararlılıkla yapmak üzere çağrı yapmış olsa ve on binlerce avukat oraya toplanmış olsa.

– Barolar birliği, hemen bugünden açıklasa, “biz demokratik bir kurumuz ve eski lonca sisteminden gelen seçilmek için şu kadar yıl vb. gibi anti-demokratik maddeleri reddediyoruz, genç avukatlara, yolu açıyoruz” dese.

– Düşünün, barolar birliği, “biz savunma tarafı olarak, Birleşik Emek Cephesi’nin içinde yer alacağız. Biz toplumsal muhalefetin ve Saray Rejimi’ne karşı direnişin bir bileşeniyiz” dese ve esas muhatabın parlamento değil, doğrudan Saray olduğunu ortaya koysa.

Evet, kitlesel direniş gereklidir. Bu sadece bizim hedefimiz olduğu için doğru değildir. Gerçekten savunma hakkı ve baroların korunması için de zorunludur.

DKÖ’ler, mesela sendikalar, 12 Eylül sonrasında yapılan yasal düzenlemelerle, genç işçilere, gençliğe kapatılmıştır. Diyelim bir sendikada yönetici olmak demek, sendikada belli bir süre çalışmış olmak demektir. Bu süre öyle 6 ay, 1 yıl da değildir. Pek çok sendikada, sadece sendikalarda değil, pek çok DKÖ’de, bu “kast” sistemi vardır. Bu doğru değildir. Demokratik da değildir. Daha da önemlisi, bu durum, genç üyelere kapıları kapatmaktadır. Bu da DKÖ’leri bürokratik bir yapıya büründürmekte, dinamizmden uzak hâle getirmektedir.

Devlet bürokrasisinde bir memurum müdür olması için 10 yıl çalışmış olması meselesi ile aynı değildir. Çünkü, devlet bürokrasisinde atama vardır, seçilme değil. Oysa sendikalarda, tüm DKÖ’lerde seçilme söz konusudur. Seçilme denildi mi, üyelerin iradelerine şerh koymaya gerek yoktur. Saray Rejimi, işine geldiği zaman bir kurumda kadrolaşmak için yolları açmak istediği zaman, 10 yıllık çalışma da ne demek, diye bağırmaktadır. DKÖ’ler, devlet organları değildir. DKÖ’ler, devletin eli ile kurulan kitleyi denetleme araçları değildir, olmamalıdır. Bu nedenle DKÖ’lerde, seçme ve seçilme, daha sade olmak zorundadır. Bunu tüm sendikalara, tüm odalara, barolara vb. öneriyoruz.

Bugün, barolar daha fazla gündemdedir.

Aynı zamanda Tabipler Birliği de gündeme gelmiştir. Tabipler Birliği, açık olarak terörist olarak suçlanmıştır. Bu saldırılara karşı koymanın yolu, örgütlerin, kendi iç bütünlüğünü sağlamaları, daha sıkı bir örgütlülük için harekete geçmeleri, öte yandan ise, tüm toplumsal muhalefetle birlikte kitlesel direniş olanaklarını akıllıca yaratmalarıdır. Bu nedenle, şimdi, Birleşik Emek Cephesi içinde, direnişi hem büyütmeye, hem de örgütlemeye yönelmenin zamanıdır.

Gücümüzü kullanalım.Mayınlı bölgeye hoşgeldiler!

Aslında biz kadınlara sorsalar söylerdik; her an patlamaya hazır olduğumuzu. İstanbul Sözleşmesi’ni iptal ettirmek için yola çıkanlar, kadınların geliştirdikleri eylemler sonrası ‘mayınlı bölgeye girdik çekiliyoruz’ itirafıyla geri adım attılar. Doğru bir tanımdır. Derinde duran, biriktiren ama her an patlamaya hazır.

Patlamaya hazır; çünkü tacize, tecavüze uğrayan, şiddet gören, öldürülen kadınların yüzleri aklımızda. Yarını var eden emeğiyle “görünmezken”, cinayetlerle görünür olmayı; her okuduğu haberde, her yaşamına dokunduğu dostunun anlattıklarında, bu tehdidi kendi yaşamında derinden hissetmeyi; tüm bunları biriktiriyor kadınlar.

Bu biriken öfke kendini sokaklarda var ettiğinde hüzünle karışık bir şarkı çalmaya başlıyor hepimizin kulaklarında. Bir yanımız bizden alınanlar, bir yanımız ‘biz varız ve bir adım daha atamazsınız’ gücü.

Bu güç, mücadele etmeye başladığında karşısında önce devleti buluyor. Katilleri savunan, koruyan, bulmayan, yargılamayan devleti. Hatta ileri gidip şiddete uğradığı, öldürüldüğü için kadınları suçlayan devleti. Nadira’nın, Yeldana’nın, Gülistan’nın, Rabia Naz’ın katilleri bellidir, her birinin adı vardır. Onlara katil demeyen, onları aklayan devlet, katillerin suç ortağıdır.

Yönetecek başka aracı kalmadığı için polisle, tomayla, bağıra çağıra yönetmeye çalışanlar, kadınların eylemleri karşısında diyorlar ki, mayınlı bölgeye girdik. Hoşgeldiniz!

Onlar gücümüzün farkında; neler yapabileceğimizin farkında; o zaman biz de gücümüzü kullanalım. 

Bu daha ne kadar böyle sürecek?

Daha kaç tane kadın öldürülüp, katilleri ‘iyi hal indirimi’yle dışarıda elini kolunu sallayarak gezmeye devam edecek?

Daha ne kadar? Bunu sen de soruyorsun biliyoruz.

Bir adım daha atalım. Nasıl ki öldürülen kadınlar sayılardan ibaret değil, her birinin bir yaşamı var; biz onlar için eylemlerde bir araya gelen kadınlar da yüzlerden, binlerden ibaret değiliz. Her birimizin bu çürümüşlüğü bitirmek için yapabileceği daha çok şey var. 

Biliyoruz ki ancak sürekliliği olan bir mücadele yürüterek, katillere, kadına şiddet uygulayanlara, onları kollayan burjuva iktidara geri adım attırabiliriz. Taleplerimiz etrafında örgütlendiğimizde, sokaklardaki gücümüzü; mahalle ve kent merkezlerindeki gücümüzü örgütlediğimizde, bizi susturmak isteyenlerin çaresiz kaldıklarını görüyoruz, göreceğiz.

Sadece onların yasaları tarafından korunarak ‘hayatta kalmak’ için değil yaşamak ve yaşatmak için, özgür olmak için bir araya gelelim. 

Hayatlarımızın öznesi olmak için, birlikte kararlar alıp eylemek için, tüm aşağılanmayı ve sömürüyü ortadan kaldırmak için birlikte mücadele edelim.

Bizi ölümle kölece bir yaşam arasında seçime zorlayanların kurduğu ekonomik, sosyal, siyasal tüm ilişkileri yeryüzünden yok etmek için, bize mayın diyenlere, “üzerimize basmanızı beklemeyeceğiz” diyelim.

25 Kasım’da tüm sokaklardan, meydanlardan yükselen sesimizle haykırayacağız; biz kadınlar boyun eğmiyoruz, eğmeyeceğiz!

Yaşamak ve yaşatmak için;

Özgürlüğümüz için Taksim’deyiz!

Öfkemizi gücümüze katarak, mücadeleyi büyütmek için Taksim’deyiz!

TC devletinin tetikçiliği ABD’nin Kafkas cephesi hamlesi

TC devleti, onun bugünkü örgütlenmesi olarak Saray Rejimi, nur topu gibi bir cephe daha doğurdu. Efendisi ABD, “şahsım”ın en yetkili organları ve tüm devlet çeteleri ile Saray Rejimi’ne, “ileri, şimdi de Kafkasları yakacaksınız” dedi. Tutuşturmak için yer arayan savaş müptelaları, hemen Ermenistan cephesini açmak için, Azerbaycan’da epeyce zamandır hazırladıkları güçleri devreye soktular.

Veli Küçük ve çetesi midir, yoksa, devletin başka kanatları da içinde midir, ABD’nin uzantıları hâline gelmiş devlet güçleri midir, her ne ise, bunlar, Azerbaycan cephesinden Ermenistan cephesine doğru bir hamle yapıp, Dağlık Karabağ bölgesine saldırdılar.

Görünen o ki, ABD bunu istemekle kalmadı.

Dahası, plan içinde plan devreye soktu. Suriye’den taşınan IŞİD çeteleri, hem İran sınırına doğru hareket etmek üzere, hem de Rusya içlerini sızmak üzere hazırlanmış olmalıdırlar. Rusya, bunu, açık ve net söylüyor.

Böylece, ABD adına savaşmak için hazır bekleyen TC devletinin kuvvetleri, 5. cepheyi açmış gibidir.

Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Ege-Akdeniz’de ve şimdi de Kafkaslar’da, savaştan beslenenleri memnun etmek için, Anadolu’nun genç ve yoksul evlatlarını cepheye sürüyorlar.

TC devletinin her alandaki güçleri, CIA’ya bağlı kontr-gerilla çeteleri, eski gladio bu bir, IŞİD çeteleri bu iki ve askerlerden, bu da üç, oluşuyor. ABD, her alanda savaşı tetikleyen bir tetikçiyi çok seviyor olmalıdır. Daha iyisi henüz yok, öyle ise Erdoğan ile idare edilmelidir. Elbette ABD çıkarları için verilen bu kalpten mücadele, Saray Rejimi’nin ve Erdoğan ailesinin, inşaat firmalarının kârları ile de ilgilidir. Rant, yağma, savaş ekonomisi bunu gerektiriyor. Yani, bu savaş kundakçılığına ABD ne kadar ihtiyaç duyuyorsa, ülkenin zenginleri de o kadar ihtiyaç duyuyorlar.

Azerbaycan-Ermenistan savaşı, öyle görünüyor ki, Türkiye’de daha çok konuşuluyor. Tüm unsurları ile Saray Rejimi, günlerdir bu savaşı anlatıyor. Bir yandan SİHA’ların reklamını yapmakla meşgul olanlar, diğer yandan biz bu savaşa müdahil olmadık diyorlar. Bir yandan IŞİD çeteleri orada yoktu diyorlar, diğer yandan Gence havalimanından neler yapabildiklerini anlatıyorlar.

ABD, bu sayede, Rusya’yı saracak bir savaş çemberine yeni bir halka daha eklemekle meşgul. Hem cephe açarak dikkat dağıtıyor, hem de IŞİD çetelerini İran ve Rusya içlerine göndermek için hazırlanıyor. Belarus’tan sonra Kafkas cephesi, Rusya’yı yeterince rahatsız etmeye yetecektir.

Ama bizce en ilgi çekici olanı, ülke içindeki tartışmadır.

Bir, Saray Rejimi’nin tüm bileşenleri, tüm devlet çeteleri, hemen Ermenistan’a karşı birlik ruhu pompalamaya başladılar. Sanki, her savaş bir yapıştırıcı olarak onları bir arada tutmaya yardımcı oluyor. Gerçekte böyle olduğu konusunda çok şüphelerimiz var. Ama bu görüntüyü vermek de onların ihtiyacıdır.

Ne çeteler arasındaki savaş ortadan kalkıyor, ne de halk artık eskisi gibi “milliyetçilik” zokasını yutuyor. Yutanlar zaten yutmuştur ve oradan ileriye gidemiyorlar.

İki, ama başarılı oldukları bir alan var. Liberal solcular, burjuva demokratlar, hepsi birden Ermenistan’a karşı savaş naraları atmaktan, Azerbaycan’a desteklerini sunmaktan geri durmuyorlar. Hiçbiri, kendine “aydın” demekten hoşlanan bu okur-yazar takımının hiçbiri, Kafkaslar’daki savaşın, aslında bir yeni Suriye, bir yeni Libya, bir yeni Yunanistan vb. olduğunu hatırına bile getirmiyor. Hiçbiri, “bu savaşa karşıyız” diyemiyor. Hiçbiri, giderek çevremizi saran bu savaş ateşine karşı barışın dilini konuşmaya yanaşmıyor.

Oysa kuraldır, önce kendi ülkene bakacaksın. Senin egemenlerinin giriştikleri savaş, gerçekte başka halkların kanını akıtmak için girişilen savaşın bir parçasıdır. Azerbaycan-Ermenistan savaşı, tıpkı Suriye savaşı gibi, emperyalist paylaşım savaşımının bir uvertürüdür. Ve her paylaşım savaşında devrimciler, silahlarını kendi egemenlerine çevirirler. Bunu her ülkenin devrimcileri yapmakla yükümlüdür.

Azerbaycan’da, Ermenistan’da, hatta Gürcistan’da, bu savaşı reddeden, birbirine kurşun sıkmayı reddeden insanlar var ve eylemleri ile, bildirileri ile bunu ilan etmekten çekinmiyorlar. Doğru tutum budur.

Üç, bu savaş naraları arasında, hemen Ermeni halkına karşı içeride saldırganlıklar ortaya konuyor. Birkaç yüz lira için ellerini kana bulamaya hazır güruhlar, Ermeni’ye saldırmanın kolaylığı ile harekete geçiyorlar. Bu utanılası tablo, hiçbir “okur-yazar”ın dikkatini çekmiyor.

Bu yolla, tüm toplumsal hava, yeniden zehirlenmeye başlanıyor.

Bir katliamı seyredenler, en çok kirlenenlerdir. Bir Kürt’ün helikopterden atılmasını duymak, yaşamak, insanı kirleten bir olaydır. Bu sadece bir halka, bu sadece bir grup insana karşı işlenmiş bir suç değildir. Bu, tüm insanlığa karşı bir saldırıdır, suçtur.

Doğrusu, bir yandan Saray Rejimi ayakta durmak için bu savaşçı politikalara ihtiyaç duyuyor. Bu yolla, rant, yağma ve savaş ekonomisine dayalı olarak yükselmiş olan Saray Rejimi’ni sürdürmek mümkün hâle geliyor. Diğer yandan, tümü ile kapatılmış olan burjuva muhalefet, tamamen devleti koruma refleksi ile, Saray Rejimi’ne biat ediyor. En ağırı da, “aydın” diye dolaşanların, kalemlerini bu biat için sallamak üzere fırsat bulmuş şekilde davranmalarıdır.

Ege’de ne oluyor, Akdeniz’de ne oluyor, Karadeniz’de ne oluyor, Kafkaslar’da ne oluyor, Irak’ta ne oluyor, Suriye’de ne oluyor, Libya’da ne oluyor diye soran yok. Tablonun tümüne bakan kalmadı. Burjuva aydınlar, karanlığın temsilcileri oldular. Saray Rejimi, karanlığa sığındıkça, bunlar da karanlık üreten mekanizmaların parçası olmaya başladılar.

ABD, bu işten elbette memnundur. Hem kendisi bir güç “sarf etmiyor”, hem de kendi “akıl veren” konumunu sürdürmeyi umuyor. Bunun için birkaç dolar vermek yeterli oluyor.

Dışarıda savaş hamleleri, içeride katliam hamlelerinin hazırlıkları anlamına geliyor. Savaşçı politikalar, içeride ırkçılık olarak ortaya çıkıyor, en azından burjuva basın, Saray medyası, bunu pompalamaya çalışıyor.

Çöküşe uygundur. Çökmekte olan Saray Rejimi, ABD adına savaş kundakçılığı yapmakla yaşayacağına inanıyor. Çaresizdirler ve ABD’den gelen kırıntılara inanmaya ihtiyaçları vardır.

Tüm bu savaş politikaları, geniş halk yığınlarında istedikleri karşılığı bulamıyor.

İşçiler ve emekçiler, kadınlar ve gençler, bu savaş çığırtkanlığına az da olsa sağır olmaya başlamıştır. Evet açıktan tepkilerini dile getirmiyor olsalar da, devletten yana da geçmiyorlar.

İşçi ve emekçilerin ana gündemi, direnişi örgütlemek, direnişi geliştirmek, yaşam hakkını savunabilmektir.

İşçi sınıfı, her gün sürmekte olan, parça parça gelişen direnişi, hem birleştirmek, hem yaymak, hem de kararlı hâle getirmek için, daha örgütlü olmak zorundadır. Biz devrimcilerin cephesi burasıdır. Hiçbir halk, bizim, işçi ve emekçilerin düşmanı değildir. İşçi ve emekçilerin düşmanı, Saray Rejimi’dir, bu topraklardaki burjuva egemenliktir, emperyalist ülkelerin tümüdür.

Barışın anahtarı, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ellerindedir. Birleşik ve topyekûn direnişi adım adım örmek, hiç şaşmamamız gereken ana yoldur.

V. İ. Lenin ve Ekim Devrimi

[1]“Kimsenin kuşkusu olmasın;

onları [kapitalizmi] mutlaka yeneceğiz!”[2]

Ekim Devrimi’ni mümkün (ve büyük) kılan: Devrimin güncelliğini fikrini hayata geçiren enternasyonalist sınıfsal devrimci bir praksis olması yanında; “Zamanın Ruhu”nun devrim ihtiyacını yanıtlamasıydı.

Bu bağlamda Ekim Devrimi’nden -hakkını vererek- söz etmek, güç olduğu kadar, büyük bir sorumluluk isteyen meseledir. Tıpkı V. İ. Lenin’in, “Büyük kelimeleri temkinle kullanmak gerek. Bunları büyük davalara dönüştürmenin güçlükleri de devasadır. Ama bu güçlüklerden laf salatasıyla kaçınmak, ciddi görevlerden hayalci uydurmalarla uzak durmak, bu zorlu görevlere sözüm ona ‘doğal geçişler’ üzerine tatlı uydurmaları gözlere sokmak, tam da bu yüzden affedilmezdir,” uyarısındaki titiz ciddiyetle…

Hayır! Ekim Devrimi, “Şöyle olsaydı, böyle olurdu veya olmazdı” biçimindeki gayrı ciddi teorisist lafazanlıklarla irdelenemeyeceği gibi, kavranıp sunulamaz da!

“Kleopatra’ nın burnu iki santim kısa, topçunun (Napolyon) da boyu on santim uzun olsaydı tarihin akışı değişirdi.”[3] “İddiaya göre Kleopatra’nın burnu çok alımlıymış, kendisi ise erkekleri çeken bir mıknatıs. O burun o kadar çekici olduğu için Sezar’dan Marcus Antonius’a nice kudretli erkeği kendine meftun etmeyi başarmış. Kleopatra’nın burnu biraz daha kısa ya da küt olsaydı, o dönemde ne bunca savaş olurdu, ne böyle kanlı iktidar ve aşk mücadeleleri,”[4] diyebilen öznellikle malûl tarih anlayış(sızlığ)ıyla kavranması mümkün olmayan sınıf savaşımları, Ekim Devrimi somut tarihi bir hakikâttir.

O hâlde Ekim Devrimi (ve elbette sınıf mücadeleleri) irdelenirken yöntem konusunda Marksist-Leninist bir tutuma sahip olmak zorunludur.

Konuya ilişkin olarak V. İ. Lenin, “Bir Marksist, bir durumu değerlendirmek için, olabilecek olandan değil, gerçek olandan hareket eder,” derken; “reçete”lere, “ders”lere ya a benzeri “vaaz”lara, “zırva”lara inat “gerçek olandan hareket eder”. Çünkü Karl Marx’ın ifadesiyle, “Varolan, sınıf mücadelesinden doğan gerçek ilişkiler”dir aslolan… Bunun içinde teoriye son şeklini veren sınıf savaşımıdır…

EKİM DEVRİMİ

Ekim Devrimi’ni yaratan proletarya, Paris Komünü’nden esinlenen “silahlı işçi demokrasi”sini, “devlet olmayan devlet”ini yani proletarya diktatörlüğü alternatifini yaratmaya yönelik tarihi adımını atmıştı.

İlhamını Paris Komünü’nden alan Ekim Devrimi, Sovyet’i onu yaratanların seçtiği, yönettiği, dağıttığı, koruduğu, yaşattığı örgütlenme ve yönetim modeli olarak devletin karşıtıydı.

Devlet yukarıdan, sovyet aşağıdandı. Devlet sömürülenlere baskı yapan, sovyet sömürenleri baskıdan kurtarandı.

Devlet merkez, sovyet yereldi.

Devlet kaskatı, sovyet dinamikti.

Devlet ayrıcalık, sovyet eşitlikti.

Devlet toplumun üstünde, sovyet toplumun içindeydi.

Devlet sınır çizen, sovyet sınır silendi.

Devlet yönetmeyi kalıcı hâle getiren, Sovyet yönetmeyi gereksizleştirme ümidiydi.

Devlet kendini ölümsüzleştirmek isteyen, Sovyet kendini söndürmeyi arzulayandı…[5]

Bu niteliğiyle biz(ler)e, sadece düşüncemizin çerçevesinin ne olması gerektiğini değil; bunun da ötesinde eylemlerimizin genel yönüne işaret eden Ekim Devrimi, işçi sınıfı omurgasına silahın ve siyasetin örgütlenmesidir.

Söz konusu özelliğiyle O, buzun kırılıp, yolun açılmasıdır.

Tıpkı “Rusya’da sorun sadece ortaya konabilirdi. Rusya’da çözülemezdi. Ve bu anlamda gelecek her yerde ‘Bolşevizme’ aittir,” vurgusuyla Rosa Luxemburg’un eklediği üzere:

“Bolşevikler, gerçek bir devrimci partinin tarihsel olanakların sunduğu sınırlar içinde yapabileceği katkıyı her şeyiyle yapabileceklerini gösterdiler. Onlardan mucizeler yaratmaları beklenmiyor. Savaş tarafından tüketilmiş, emperyalizm tarafından boğazlanmış, uluslararası proletarya tarafından ihanete uğramış, yalıtılmış bir ülkede, örnek ve kusursuz bir proleter devrimi bir mucize olurdu.

Önemli olan, Bolşeviklerin politikalarında temel olanla olmayanı, özsel olanla kazara ortaya çıkan sivrilikleri ayırt edebilmektir. Bütün dünyada belirleyici nihai mücadelelerle yüz yüze olduğumuz bu dönemde, sosyalizmin en büyük sorunu zamanımızın en yakıcı sorunu hâline geldi ve hâlâ da öyle olmaya devam ediyor. Bu sorun, şu ya da bu ikincil taktik sorunlardan biri değil, fakat proletaryanın eyleme geçme kapasitesiyle, eylem gücüyle, sosyalist iktidarı gerçekleştirme iradesiyle ilgilidir. Bu bakımdan, Lenin ve arkadaşları dünya proletaryasına bir örnek oluşturarak ilk öne çıkanlar oldular; onlar şu ana kadar hâlâ Hutten’la birlikte şu şekilde haykırabilecek olan biricik örnek olmaya devam ediyorlar: ‘Ben buna cüret ettim!’

Bolşevik siyasette temel ve kalıcı olan budur. Bu anlamda Bolşevikler siyasal iktidarı feth etmek, sosyalizmin gerçekleştirilmesini pratik bir sorun olarak koymak ve bütün dünyada emekle sermaye arasındaki hesabın görülmesi davasını ilerletmek yoluyla uluslararası proletaryanın başını çekerek ölümsüz bir tarihsel hizmette bulundular.”[6]

Yani Hutten gibi, “Ben buna cüret ettim!” diyen Ekim Devrimi devlete karşı sovyet ile, özel mülkiyete karşı kolektif mülkiyetle, piyasaya karşı planla ve yabancılaşmaya karşı özgürleşimle mücadele ederken; insanlık, dünya proletaryası, sosyalizm ve Marksizm adına çok büyük kazanımlar elde etti.

Yeni ufuklar açtı ve eşsiz deneyimler biriktirdi.

Ancak “Beklenen dünya devrimin gelemeyişi, emperyalist kapitalizmin saldırıları, eski hâkimlerin direnişi, bunların yarattığı imkânsızlıklar, yoksunluklar, zorluklar ve bazı talihsizlikler ile büyük hatalar Ekim’in üstüne kara bulutlar çekti,”[7] Bertell Olman’ın notundaki üzere…

Ama bunda şaşırtıcı bir şey yoktu.

Çok önceleri, “Biz hatalarımızdan korkmuyoruz. Devrimin patlamasıyla insanlar azizlere dönüşmüyor. Yüzyıllardır ezilmiş, korkutulmuş, sefalet ve cehalet içinde tutulmuş, vahşileştirilmiş olarak yaşamış olan emekçi sınıflar devrimi, hatalar da yapmadan gerçekleştiremezler.

Ve benim daha önce de söylediğim gibi, burjuva toplumunun cesedi tabut içinde çivilenip mezara gömüldüğünde iş bitmez. Hâl edilmiş kapitalizmin cesedi bizim içimizde, ortamızda çürümeye başlar, havayı zehirler, varlığımızı zehirler ve yeni olanı, taze, genç, canlı olanı eskinin, çürümüşlüğün ve ölümün binlerce bağıyla bağlayıp boğmaya çalışır,” uyarısını dillendirmişti V. İ. Lenin.

“İyi de sosyalizmin soru(n)ları” mı?

Bunun yanıtını da 1921’de ‘Ulaşım İşçileri Kongresi’ndeki konuşmasında, “İşçiler ve köylüler var oldukça farklı sınıflar var demektir, dolayısıyla tam sosyalizm yoktur,” diye vermişti V. İ. Lenin.

O hâlde eklemeden geçmeyelim: “Tam sosyalizm” olmadığı sürece, dünya devrimine bağlanmamış bir sosyalizm inşası (“devlet olmaya devlet”) istikametinde ilerlemezse, geriler, çürür, likide olur!

Ayrıca bu kadar da değil; sözünü ettiğim sosyalizm sadece bir kalkınma modeli ya da rekabetçi bir yarışma falan da değildir. O yeni insanı yaratıp, toplumsallaştıran Sovyetik bir özgürleşmedir.

Yeni bir toplumun kurulması için V. İ. Lenin’in, “İnsanlık henüz gelişmedi ve biz henüz işçilerin, tarım emekçilerinin, köylülerin, asker temsilcilerinin sovyetlerinden daha üstün ve daha iyi bir hükümet şekli bilmiyoruz.”

“Yeni ve daha iyi bir toplumsal düzene kavuşmak istiyoruz. Bu yeni ve daha iyi toplumda ne zenginler ne de yoksullar olmalı; herkes çalışmalı. Tüm çalışanlar ortak emeklerinin meyvelerinden yararlanmalı; bir avuç zengin değil. Makine ve diğer gelişmeler herkesin işini kolaylaştırmaya hizmet etmeli, birkaç kişiyi milyonların, on milyonların pahasına zenginleştirmeye değil. Bu yeni ve daha iyi topluma sosyalist toplum denir.”

 “Tüm halk kitlesi toplumsal dönüşüm sürecinin içinde yer almalıdır. Sosyalizm bir düzine entelektüel tarafından birkaç resmî makam tarafından buyrularak kurulamaz. Halk denetimi zorunludur,” tarifindeki üzere!

Lakin şunun da altını çizmeden geçmeyelim: Ekim Devrimi, Komün’den ilham alan bir “Sovyet”ti elbette. Ancak sınıf mücadelesinin elverdiği kadar ve iç savaş koşullarında mümkün olabildiği ve ezenlere karşı bir proletarya diktatörlüğü olduğu unutulmadan…

Haziran 1919’da V. İ. Lenin’in, “Proletarya diktatörlüğü sınıflar savaşımının sonu değildir; onun yeni biçimler altında sürmesidir. Proletarya diktatörlüğü, yenilmiş, ama direnmeyi bırakmak şöyle dursun, direncini daha da yoğunlaştırmış, yokolmamış, ortadan kalkmamış burjuvaziye karşı siyasal iktidarı eline geçirmiş bulunan proletaryanın sınıf savaşımıdır,”[8] biçiminde formüle ettiği türden…

Burada durup, Maximilien Robespierre’in, ‘Ulusal Konvansiyon’daki (1794) konuşmasından aktaralım: “Devrim devleti, özgürlüğün tiranlığa karşı despotizmidir.” “Hainlere yumuşaklık hepimizi yok edecek.”

1789 Fransız Devrimi’nden öğrenen Bolşeviklerin iç savaş uygulamaları ile Yuval Noah Harari’nin, “Eşitlik ancak daha iyi durumdakilerin özgürlüklerini kısıtlayarak sağlanabilir” ve Leo Huberman’ın, “Olağanüstü karışık koşullar olmadan devrim de olmazdı. Kurttan korkuyorsanız, ormana girmeyin,” deyişleri arasında bir paralellik olduğunu da inkâr etmek doğru ol(a)maz.

DEVRİMİN MİMARI V. İ. LENİN

“Sosyalizm teorisi mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel ve iktisat teorilerinden doğup gelişmiştir. Toplumsal konumlarıyla, modern bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels’in kendileri de burjuva aydın katmanındandırlar”…[9]

“Şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: gelin bataklığa gidelim! Ve onları ayıplamaya başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor: ‘ne geri insanlarsınız! Sizi daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımamaktan utanmıyor musunuz?’ Evet beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile gitmekte özgürsünüz. Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır, oraya ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük sözcüğünü kirletmeyin, çünkü biz de dilediğimiz yere gitmekte ‘özgürüz’, yalnızca bataklığa karşı değil, yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı da savaşmakta özgürüz!”

“Sosyal-demokrasi [Komünizm] ‘halk’ sözcüğünün burjuva demokratça istismarına karşı savaşmıştır ve çok haklı olarak savaşmaktadır. Sosyal-demokrasi, bu sözcüğün, halk içerisindeki uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının kavranmamasını örtbas etmek için kullanılmamasını ister. Proletarya partisinin tam bir sınıfsal bağımsızlığının gereği üzerinde kesin olarak direnir. Ancak, ileri sınıfın kendi içinde kapalı kalacağı, kendisini dar sınırlar içerisinde tutacağı ve dünyanın iktisadi efendilerinin yüz çevirecekleri korkusuyla, çalışmasını iğdiş edeceği biçimde, ‘halkı’, ‘sınıflara’ bölmez; bunu, ara sınıfların yarı gönüllülüğünden, yalpalamalarından ve kararsızlarından uzak bulunan ileri sınıf, bütün halkın başında, bütün halkın davası için en büyük enerji ve coşkuyla savaşsın diye yapar”…

“Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir”…

“Devrim; kadının mutfaktan çıkıp ülkeyi yönetmesidir”…

“İşçiler ve tüm emekçiler aç, çıplak, bitmiş ve tükenmiş bir durumda iken saf demokrasiden, genel olarak demokrasiden, eşitlikten ve özgürlükten söz etmek, emekçiler ve sömürülenler ile alay etmek demektir”…

“Sermaye var olunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiçbir demokratik cumhuriyet, hiçbir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez”…

“Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir”…

“Kendileri ezen uluslara mensup olan ve ezilen ulusların ‘kendi kaderlerini tayin hakkı’ için savaşmayan kişilerin sosyalist bir siyaset izleyecekleri hayalini beslemek gülünçtür”…[10]

“Kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma özgürlüğü istiyoruz. Bunu, ülkeyi ekonomik bakımdan bölmeyi, ya da küçük devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine, yalnızca gerçekten demokratik, gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük devletten ve ulusların yakın birliği, hatta kaynaşmasından yana olduğumuz için istiyoruz. Ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez. Nasıl ki, Marx 1869’da, İrlanda’nın ayrılmasını, İrlanda’yla Britanya, arasında bir bölünme olsun diye değil, ama onun ardından gelecek özgür bir birlik için istediyse, ‘İrlanda için adalet’i sağlamak üzere değil, ama Britanya proletaryasının devrimci savaşı için istediyse, biz de aynı biçimde, Rus sosyalistlerinin, ulusların kendi kaderlerini tayin özgürlüğünü istemeyi reddetmelerini, yukarıda belirttiğimiz anlamda, demokrasiye, enternasyonalizme ve sosyalizme doğrudan doğruya ihanet sayıyoruz”…

 “Ezilen ulusların kurtuluşunu istemeliyiz; ve bu, havada, genel sözlerle, içi boş lafebelikleriyle ve sorunu geleceğe, sosyalizmin gerçekleştiği zamana ‘erteleyerek’ olmamalıdır”…

“Tam hak eşitliği ilkesi, ulusal azınlıkların haklarının güvence altına alınmasına sıkı sıkıya bağlıdır”…

“Ulusların ne türden olursa olsun ezilmelerine karşı savaşım vermeksizin, sosyalistler, asıl büyük hedeflerine ulaşamazlar”…

“Kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa, bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve ‘kendisinin’ olsun, başkalarının olsun, milliyetçiliğine karşı kesin savaşıma girişmelidir. Kim ulusal kültür sloganını savunuyorsa, onun yeri küçük-burjuva milliyetçilerinin arasındadır, Marksistlerin arasında değil”…[11]

“Sınıf bilinçli işçiler bir erk olabilmek için çoğunluğu kendilerine kazanmak zorundadırlar: kitle üzerinde bir diktatörlük olmadığı sürece, başka bir iktidar yolu söz konusu olamaz. Biz Blangist değiliz, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi yandaşı değiliz. Biz Marksistiz, küçük-burjuva sarhoşluğuna karşı, şövenist anavatan savunusuna karşı, lafazanlığa karşı, burjuvaziye bağımlılığa karşı proleter sınıf mücadelesinin yandaşlarıyız”…

“Kapitalist bir devletin gerçek gücünü ölçmek için bir tek araç vardır, savaş. Özel mülkiyetin ana ilkeleriyle çelişmez savaş, tam tersine özel mülkiyetin gelişiminin kaçınılmaz ve dolaysız ürünüdür. Kapitalist rejimde, çeşitli ekonomilerin ve türlü devletlerin eşit şekilde gelişmesi imkânsızdır. Kapitalist rejimde, durmadan bozulan dengeyi zaman zaman yeniden kurmanın yolu, sanayide krizler, politikada savaşlardır”…

“Biz, tek ülkede değil bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir, yener ve onları mülksüzleştirirsek, savaşlar olanaksız duruma gelir. Ve bilimsel açıdan şu en önemli şeyi görmezlikten gelmek ya da önemsememek, son derece yanlış -ve devrimciye hiç de yakışmayan- sosyalizme geçişte bu en güç ve en büyük savaşımı gerektiren bir görevdir. ‘Sosyal’ vaizler ve oportünistler, geleceğin barışçıl sosyalizminin hayallerini kurmaya her zaman hazırdırlar. Ama bunları devrimci sosyal-demokratlardan ayıran şey, bu güzel geleceğe kavuşmak için gerekli çetin savaşımlar ve sınıf savaşları üzerine kafa yormaya yanaşmamalarıdır”…

“Eğer devlet; sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa, eğer toplumun üzerinde ve ‘ona gitgide yabancılaşan’ bir iktidar ise açıktır ki, yalnızca zora dayanan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve içinde o ‘yabancı’ niteliğin maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da ortadan kaldırılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır”…[12]

“Devrimin temel yasası, bütün devrimler tarafından ve özellikle XX. yüzyıldaki üç Rus devrimi tarafından doğrulanan devrimin temel yasası şudur: Devrim olabilmesi için sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez. Devrimin olması için, sömürücülerin eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak aşağıdakilerin, eski tarzda yaşamak istemedikleri ve yukarıdakilerin de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki, devrim başarıya ulaşabilir. Bu gerçeği başka şekilde şöyle ifade edebiliriz: (sömürüleni de sömüreni de etkileyen) bir ulusal bunalım olmadan devrim olanaksızdır. Böylece bir devrimin olabilmesi için; ilkönce, işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse, bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasi bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna hayatlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasi hayata sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini mümkün kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması gerekir (her gerçek devrimi belirleyen şey, o zamana kadar bilinçsiz olan, ezilen emekçi yığınlar arasında siyasi mücadeleye atılmaya hazır insan sayısının hızla on misline ve belki de yüz misline yükselmesidir),”[13] diyen Lenin… Vladimir İlyiç…

“Geniş bir yüzü, çıkık elmacık kemikleri, ince bir sakalı, büyük bir burnu, parıltılı gözleri ve dudaklarında hafif bir gülümsemesi olan” kısa boylu bir adam…

Kırlarda gezmeyi, çiçek toplamayı, bisiklete binmeyi, Beethoven dinlemeyi, Tolstoy okumayı seven bir adam…

“Tarihin, tavan arası odalardan ve sürgün kütüphanelerinden çıkarıp dünya tarihinin girdabına oturttuğu adam…”

Zürih’te, ayda yirmi sekiz franka oturduğu dik bir sokaktaki tek odalı dairesinden yola çıkarak mühürlü bir vagon içinde Rusya’ya hareket eden ve yedi ay sonra “dünyayı sarsan on gün”ü başlatan adam…

“Herhangi birimiz gibi görünen ama gözleri bin kez daha keskin gerçek bir insan…”

“Benzeri yalnızca bin yılda bir kere dünyaya gelen tarihin devlerinden biri…”

Umarsız, umutsuz, çaresiz kalmış Avrupa için bir umut ışığı…

Açlık, soğuk, tifüs ve ölümlerle bitap düşmüş geri ve harap Rusya’da cesaretin doruğunu temsil eden adam…

Bir köylünün, tabutunun ardından, “İyi adamdı, biz köylüler için yalnızca o iyi şeyler yaptı” dediği insan…

İnsanların görmek için Kızıl Meydan’da uzun kuyruklar oluşturduğu, mozolenin koyu mermer derinliklerinde ölümsüz yüzü, huzurlu çehresi, ağzının dostça nazik edası ve mütevazı elbisesiyle yatan adam…

Pablo Neruda’nın, “Aklı hep ateşliydi, ama hiç kül olmadı,/ Ve ölüm, alev almış kalbini soğutamadı…” dediği insan…

Nâzım Hikmet’in, “Komünistler bir çift sözüm var size:/ ister devlet başında olun ister zindanda/ ister sıra neferi, ister parti kâtibi/ Lenin girebilmeli, her zaman, her mekânda/ işinize, evinize, bütün ömrünüze/ kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi”; Vladimir Mayakovski’nin, “İşte bu bayraktan/ bu bayrağın/ her kıvrımından/ her zamankinden/ canlı,/ Lenin bize/ seslenir her zaman/ ‘emekçiler, son saldırı için/ hazır olun!/ Köleler,/ başınızı dik tutun,/ belinizi doğrultun!/ Proleterler/ ordusu/ işte dimdik ayaktasın!’…” dizelerindeki önder…

Tarihin en unutulmaz simalarından birisiydi… İnsanlığa Ekim Devrimi’ni armağan etmiş muzaffer bir proletarya ile partinin önderiydi… İnsanlığın bir yarısının en iç açıcı umutlarla bağlandığı, diğer yarısının hayvani bir korkuyla andığı[14] “V. İ. Lenin gerçek bir siyaset dehasıydı; Geçmişe ve geleceğe bakışta kopuş ile sürekliliği bir bütünün parçası olarak ele alıp bütünlüklü yaşamıştı. Lenin Marksizm’i esas, temel alırken sürekliliği ve II. Enternasyonalle yollarını ayırırken de kopuşu güncelleştirmiş ve yaratıcı yeniden üretimle kopuş ile sürekliliğin köprüsü olabilmiştir. XXI. yüzyıl başında dünya komünist hareketi; artık belirleyici gücüyle yeni bir sosyal demokrat harekete evrilen XX. yüzyıl komünist hareketiyle yollarını ayırarak kopuşu gerçekleştirmeli ve Marksizm-Leninizm’i esas alıp ona yaratıcı yeniden katkı ile de sürekliliği sağlamalıdır.”[15]

BİR KAÇ SAPTAMA

“Parti olmayan parti” gibi öznesiz bir “mücadele mucitleri”nin, toplumsal/ sınıfsal pratikten ari -mesela Michel Foucault vari[16]– “itirazları” ya da “Karl ve eşi Roza kafaları darp edilerek bir kanala atılmış, Alman devrimi doğmadan ölmüştü,” gafıyla malûl bir kalemin “Bolşevikler” ve “Ekim Devrimi” hakkında “Yüz Yıl Sonra Sosyalizm”[17] başlığıyla “fikir” serdetmelerini ciddiye almak mümkün müdür?

Ya da “Dünyamızın yeni Lenin(ler) görmesi mümkündür; ama yeni bir Marx ortaya çıkması (dünya görüşü ve omurga) mümkün değildir,”[18] ibaresiyle Leninizm’siz bir Marksizm’den söz edenleri…

Veya kendisini; “Bir eski keskin Leninist olarak daha öncede belirtmiş olduğum gibi, varılmış olan bu yerin tek suçlusu elbette ki Lenin değildir. Ama esas yanlış olan Lenin ve Leninizm’dir,”[19] diye tanımlayıp; “Ekim Devrimi öldü, Rojava Devrimi doğdu, Ekim Devrimi’nin tetikleyemediği dünya devrim sürecini Rojava Devrimi, Afrin direnişi tetikleyeceğe benziyor. Bütün devrimcileri, bu olup bitenleri ‘şaka gibi’ değil, devrimler tarihinin bir gerçekliği olarak görüp, ‘Ekim Devrimi öldü, yaşasın Rojava Devrimi’ diyerek olanca enerjileri ile katkı yapmaya çağırıyorum,”[20] diyebilenleri!

Sovyetlerin likidasyonu, “devletçi bir iktidar yarattı” söylenceleriyle V. İ. Lenin’e bağlanamaz! (Hem iç savaşta ne yapılmasını isterdiniz ki?)

V. İ. Lenin’siz bir Karl Marx ile Frierich Engels mi? İmkânsız!

Onun görüşleri çağımızın Marksizmi’dir. V. İ. Lenin’siz bir Marksizm,1900 öncesi bir Marksizmi’dir. Eksik bir Marksizm’dir! Karl Marx ile V.İ. Lenin, et ve tırnak gibidir. Birbirinden ayrılamaz… Ve nu üçlü, günümüzde devrim üzerine düşünmenin vazgeçilemez referansını oluşturur.

“Devlet olmamalıymış, komün olmalı”ymış; aksini iddia eden var mı? Ancak geçiş sürecinde proleter devleti/demokrasiyi (yani proletarya diktatörlüğünü) inkâr etmemek kaydıyla…

Bunu bize Karl Marx öğretti.

Ha bir de, “Ekim Devrimi gibi bir devrim olmaz” mı diyorsunuz?

Ekim Devrimi, neo-liberal “iddialar”daki üzere “bir anomali” görenleri tarihin tekzip ettiği üzere tüm devrimler özü itibariyle Ekim Devrimi’nin doğrulanmasıdır.

Karl Marx, Frierich Engels, V. İ. Lenin bir bütündür.

Bunları atlamadan; olup bit(mey)en açısından yaşanan deneyim açısından soru(n) olması gereken biçimde ideolojinin siyaseti biçimlendirmesi yerine; pragmatik biçimde siyasetin ideolojik hattı gütmesi oldu. (“Barış içinde bir arada yaşama”, “Konverjans teorisi”, “Halkın Devleti” vs… Bu hâle ilişkin çok eskilerde İttihat ve Terakki şefi Enver Paşa da, “Mefkûreler gerçekleşmeyince, gerçekleri mefkûreleştirmek gerekir,” dermiş; biz buna reel-politikerliğin pragmatizmi derdik!)

Bu kapsamda bir “Meydan Okuma” olarak Ekim Devrimi’nin “siyasal planda yenilmiş olduğu varsayımı”na, kesinlikle katılmıyorum!

Sektörel Reel Sosyalist Ülkeler Topluluğu’nun likidasyonu ile yenilen Ekim Devrimi’nin ülküleri ve pratiği değildi; başka bir şey, yani başkalaşan bürokratik deformasyonun kaçınamadığı sonuçlarıydı.

Ancak St. Petersbug Garı’ndaki “Benim adım Vassili Georgieviç Panin. Hiç benden söz edildiğini işitmedin mi?” diye haykıran kişiye bir Kızıl Muhafız’ın ağzından, “İki sınıf var. Biri proletarya, öbürü burjuvazi… Nasıl açıklanır bilemem orasını. Ama her şey bana olduğu gibi gözüküyor. Cahil olmasına cahilim. Yine de yalnız iki sınıf var galiba ortada. Proletarya ve burjuvazi. Birine karşı olan öbürüyle beraberdir,”[21] tarihsel yanıtı yaratan Ekim Devrimi’nin yok edilmesi mümkün müdür?

Sınıfların varlığının inkârı temelinde: “Eduardo Bernstein’in post-Marksist torunları Ernesto Laclau ile Chantal Mouffe”[22] patentli “sınıf mücadelesiz ve devrimsiz ‘radikal’lik”lerin ya da pişmanlıkların[23] veya Abdullah Öcalan’ın 2005 Nisan’ında Kandil’e İmralı’dan gönderdiği metinde, “Ben sınıfları reddetmiyorum ama sınıfa dayalı devrim teorisini reddediyorum.” “Demokratik Konfederalizm dünya çapında solun yeni açılımı olacaktır. Marks ve Lenin’i iki binlerde aşarak bunu yapacağız,”[24] deyişinden mülhem tutumlarla kapitalizmin aşılması mümkün değildir!

Tıpkı ne idüğü belirsiz, şu tür “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi” söylenceleri gibi…

“Sosyalizm, XXI. yüzyıl dünyasında ve Türkiye’sinde kendini ‘başka şekillerde’ yeniden kurmak zorundadır…”[25]

“Çağımız insan toplumunun tek amacı sosyalizm değil… Mevcut mücadeleyi XX. yüzyılın devrim mücadelesine benzer bir biçimde yürütmeye kalkışmak mücadele sürecini büyük bir çıkmaza sokar…”[26]

“Şimdi başka bir yolu deneyelim; geçmişe referansları, bilmem kaç on yıl öncesinin politik kamplaşmalarını bir yana bırakarak “Türkiye için sosyalizmi” tartışalım: Türkiye için XXI. yüzyıl sosyalizmini…”[27]

Marksizmi (Devrimi) “XIX.”, “XX.”, “XXI.” yüzyıl diye bölümlemek, birbirleriyle ilintili, bütünsellik gerçeğine “sırt dönmek” riski içerir…

Şu gerçek “XIX.” yüzyıldaki Marksizm (Devrim); “XX.” yüzyılda nasıl Leninizm’siz düşünülemezse; “XXI.” yüzyıldaki gerçeklikte Marksizm-Leninizm’siz var olamayacaktır.

Altını çizdiğimiz bir “tekrar” veya “tamamlayıcılık” değil; süreklilik içindeki kopuşun sınıf mücadelesi zeminindeki/ inşa hâlindeki felsefi, teorik, ideolojik, politik üretimidir.

Bu çerçevede, eğer orta yerde “dokunulmaz doğrular” veya “tekrarlar” varsa; M-L’den söz edilemeyeceği gibi, bunun sorumlusu da M-L olamaz!

Mahkûm edilmesi gereken “XXI.” yüzyıla da (“XIX.”, “XX.” yüzyılda olduğu gibi) dogmatizm olmalıdır. (Hiç kuşku yok ki, Marksizm eleştiri-üstü/dışı değil. Ama Marksizm’in karikatürleştirilmiş versiyonunu ‘Marksizm diye’ eleştirmek, bir yere vardırmıyor.)

Dogmatizm yanında “Burjuva Aydınlanma”dan (yani “modernizm”den) da uzak durmasını bilen düşünce/ davranış düzlemine ilişkin olarak bunun aksini (“XIX.” ve “XX.” da dahil) “iddia” eden bir Marksist ve Leninist olmadı. Ancak sosyalizm, “XXI.” yüzyılda “Burjuva Aydınlanma”dan (yani “modernizm”den) öğrendiklerini “es” geçmeyecektir.

Kaldı ki soru(n) “Burjuva Aydınlanma”ya (yani “modernizm”e) mündemiç olmaktan çok, bizim meselemizin kapitalizmin biçimlendirdiği hâle içkindir.

Teorik ve soyut olarak “Burjuva Aydınlanma” (yani “modernizm”), “Eleştirel aklın, sorgulamanın, itirazın” somutlanmasıdır ki, devrimcilerin buna “Hayır” demeleri mümkün ve muhtemel değildir, olamaz da!

Yaşayan sosyalist sektörel deneyimin (yıkım) verilerinin özeleştirisi üzerinden yeni(den) sosyalist kuruluşa yol açacak kopuş: (Sovyet deneyimi “kopuş” ile “sonrası”na müteallik soru(n)ların kurbanı olmuşken!) “Parti” + “Sovyet/Şura” denklemi üzerine inşa edilen ve bundan sonrasının yolunu açacak olan “Devletin Sönümlendirilmesine Yönelik Genel Halk Silahlanması” + “Proleter Enternasyonalist Dünya Devrimi”dir.

Bu ise, Karl Marx’ın Paris Komünü ( “proletarya diktatörlüğü”) formülasyonuna dayandırılmalıdır.

Bu imkân dahilindedir. Çünkü sürdürülemez kapitalist yıkım; işçi sınıfı kolektivitesinin önünü açıyor; daha da açacak. Bunun böyle olduğunu yaşayanlar görecek. (Yıkımlar bireyi toplumsallaştırır/ kolektifleştirir.)

Devrim(ler)in itici gücü proletaryanın çeper kanatları (Güney Doğu Asya, Ortadoğu, Afrika, Latin Amerika) olacak, ama bu devrim(ler) “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış, yoksullaşmış-yoksunlaşmış (kimi sol entelektüellerin “prekarya”(!) dediği) çeper kolektif proletaryanın gövdesi üzerinde yükselecek. Yaşananlar, 20 yıldır birbiri ardına patlak veren ayaklanmalar buna işaret ediyor.

Burada aslolan “Sosyalizmin başarısızlığından bahsediyorlar. Peki kapitalizmin Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki başarısı nerede?” sorunu dilendiren Fidel Castro’nun, “Bir devrimden daha önemli bir şey yoktur. İnsanlığın diyalektik gerçeği budur. Emperyalizme karşı sadece sosyalizm durmaktadır,” yanıtını veren düşünce ve davranışını hayata geçirebilmektir.

ELBETTE YENİ(DEN)

Ekim Devrimi fikri ve zikri, tüm bastırılma, müdahale, unutturulma ya da çarpıtma ve tezviratlara rağmen birikerek, gelmekte olandır. Çünkü O, insan(lık)ın içinde debelendiği yabancılaşma, yozlaşmaya bataklığından kurtuluş yolunda işçi sınıfı mücadelesine mal edilmiş her şeydir!

Örneğin “Kapitalizm diğer sistemlerden daha iyi,” diyenlerin oranı 2018’de yüzde 61’den 2019’da yüzde 58’e gerileyen Amerikalıların yüzde 58’i kapitalizmin, yüzde 36’sı sosyalizmin, yüzde 19’u komünizmin, yüzde 18’i Marksizm’in tercih edilebilir bir sistem olduğunu düşünüyorken;[28] sosyalizmin hiçbir yere gitmediği ayan beyan orta yerdedir!

Kavranılması gereken mesele; Michael Löwy’in, “Kapitalizm sadece sürdürülemez bir sistem değildir: Gezegeni ve dolayısıyla insanlığı tarihte benzeri olmayan bir felakete iten yıkıcı bir sistemdir,”[29] diye betimlediği soru(n)lara, -devrimin güncelliği fikrine sırt dönmeden!- sınıf mücadelesi zemininde örgütlü, alternatif yanıtlar üretilmesidir.

Malum “Maddi bir güç ancak maddi bir güçle devrilebilir; ama teori de, kitleleri kavradığı zaman maddi bir güç hâline gelir”ken;[30] “Şimdi yeni baştan başlamalıyız; adım adım kendi bedenlerimiz dışında hiçbir kalkana sığınmadan. Keşfetmek, yaratmak ve hayal etmek gerekiyor. Bugün düş kurmak, kendi uyanışını görmek her zamankinden daha fazla gerekli,” Eduardo Galeano’nun altını çizdiği gibi…

O hâlde şimdi Paris’in 68 Baharı’ndaki bir duvar afişinin, “Eğer hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünüyorsam ben bir alığım… Eğer düşünmek istemiyorsam bir korkak… Ve hiçbir şeyin değişmemesinin benim çıkarlarıma olacağını düşünüyorsam bir alçak…” uyarısına kulak vererek yüzümüzü geleceğe dönelim:

“Mümkünün son sınırına imkânsızı elde etmek için çabalayanlar ulaşabilir ancak. Gerçekleşmiş imkânlar, zorlanmış imkânsızlıkların sonucudur. Öyleyse nesnel olarak imkânsızı istemek budala bir hayalcilik ya da kendini aldatmak anlamına gelmez,” diyen Karl Liebknecht gibi…

“İyi de çok zayıfız” mı dediniz?

O hâlde yürüyüşe hazır bir “nokta” olarak Paul Klee’nin, “Çizgi, yürüyüşe çıkmış noktadır,” betimlemesi ile Cornelius Castoriadis’in, “Gece, ancak, kendilerini geceye bırakanlar için gelmiştir, yaşayanlar için, ‘güneş her gün yeniden doğar’…” sözlerini anımsayın.

Karl Marx’ın, “Sınıf savaşımının, arzulanamaz ‘kaba’ bir fenomen olarak bir kenara itildiği yerde, sosyalizm için, ‘gerçek insanlık aşkı’ ve ‘adalet’ hakkında boş laf salatasından başka hiçbir temel kalmaz,” uyarısı eşliğinde…

19 Ekim 2020 19:02:51, İstanbul.

N O T L A R

[1] 17 Ekim 2020’de ‘Ekim Devrimi’nin XXI. Yüzyıla Etkileri’ başlığıyla Komün TV’de yayınlanan programında yapılan konuşma… “Özgür Bilimsel Eğitim için Özgür Üniversite”nin 7 Kasım 2020 tarihli oturumunda yapılan konuşma…

[2] V. İ. Lenin.

[3] İhsan Oktay Anar, Yedinci Gün, İletişim Yay., 2012, s.197.

[4] Elif Şafak, Firarperest, Doğan Kitap, 2010, s.208.

[5] Gökhan Atılgan, “Ekim’i Yeniden Kazanmak”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:560, 3 Aralık 2017, s.4-5.

[6] Rosa Luxemburg, Rus Devrimi, çev: Cangül Örnek, Yazılama Yayınevi, 2018.

[7] Bertell Ollman, Yabancılaşma: Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı, çev: Ayşegül Kars, Yordam Kitap, 2015.

[8] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., Haziran 1977.

[9] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 2011, s.38-39.

[10] V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 2. baskı, 1993, s.227.

[11] V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.

[12] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.

[13] V. İ. Lenin, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2010.

[14] Yazarların ve Sanatçıların Gözüyle Lenin, çev: Ceren Şenesen-Ümit Şenesen, Yordam Kitap, 2017.

[15] Sinan Çiftyürek, “Lenin Marx’a Nasıl Yaklaştıysa Lenin’e Öyle Yaklaşmalıyız!”, 19 Ekim 2006… http://www.sinanciftyurek.com/lenin-marxa-nasil-yaklastiysa-lenine-oyle-yaklasmaliyiz

[16] Michel Foucault, İktidarın Gözü Seçme Yazılar, çev: Işık Ergüen-Osman Akınhay, 5. Basım, Ayrıntı Yay., 2020, s.42-43.

[17] Hüseyin Aygün, “Yüz Yıl Sonra Sosyalizm”, Birgün, 10 Ağustos 2019, s.8.

[18] Metin Çulhaoğlu, “Hipertrofi ve Atrofi”, 29 Aralık 2018… https://ilerihaber.org/yazar/hipertrofi-ve-atrofi-92376.html

[19] Teslim Töre’den aktaran: Sinan Çiftyürek, “Teslim Töre’ye Zorunlu Yanıt”, 19 Temmuz 2007… http://www.sinanciftyurek.com/teslim-toreye-zorunlu-yanit/

[20] Teslim Töre, Afrin Direnişi Suriye Halklarını Birleştirdi, Karşı Devrimin Bütün Dengelerini Bozdu!”, 21 Şubat 2018… https://www.facebook.com/tslmtre/posts/2348510925375301/

[21] John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, çev: Erdoğan Gürkan, Oda Yay., 1999.

[22] Yaşar Ayaşlı, “Bernstein’in Post-Marksist Torunları: Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe (1)”, 14 Mayıs 2020… https://sendika63.org/2020/05/bernsteinin-post-marksist-torunlari-ernesto-laclau-ve-chantal-mouffe-1-587313/#more

[23] Yalçın Ergündoğan, “Ekim Devrimi: Devleti Ele Geçirmenin Yetmediği Kanıtlandı…”, 6 Kasım 2017… https://www.artigercek.com/ekim-devrimi-devleti-ele-gecirmenin-yetmedigi-kanitlandi

[24] Şafak Mahsum (der.), PKK-Yeniden İnşa Kongre Belgeleri, İstanbul: Çetin Yay., 2005, s.144-120… Ayrıca https://www.birgun.net/haber/ocalan-in-ideolojik-seyir-defteri-47791

[25] Metin Çulhaoğlu, “Hakikât Sonrası Toplumda Sosyalizm”, 17 Eylül 2019… https://ilerihaber.org/yazar/hakikât-sonrasi-toplumda-sosyalizm-103596.html

[26] Teslim Töre, “Çağımız İnsan Toplumunun Tek Amacı Sosyalizm Değil”, 4 Kasım 2018… https://www.facebook.com/tslmtre/posts/2544134182479640?__tn__=K-R

[27] Metin Çulhaoğlu, “XXI. Yüzyıl Sosyalizmi”, 19 Ekim 2019… https://sendika63.org/2019/10/21-yuzyil-sosyalizmi-metin-culhaoglu-ileri-haber-565945/

[28] Arif Çelebi, “Kriz ve Komünizmin Güncelliği”, 21 Ocak 2020… http://etha15.com/haberdetay/kriz-ve-komunizmin-guncelligi-109598

[29] “Michael Löwy: Kapitalizmin Demir Yasalarını Terk Eden Sistem Karşıtı Bir Devrime İhtiyacımız Var”, 9 Mayıs 2020… https://elyazmalari.com/2020/05/09/michael-lowy-kapitalizmin-demir-yasalarini-terk-eden-sistem-karsiti-bir-devrime-ihtiyacimiz-var/

[30] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

Topyekûn direniş için,Birleşik Emek Cephesi’nde birleş!

Saray Rejimi’nde hile bitmez.

Aile boyu hile cambazıdırlar ve parababaları, tekeller, uluslararası sermaye, bu cambazlıklarını, bu belkemiği olmayan hâllerini, bu bitmez tükenmez yalan uydurma yeteneklerini çok sevmektedir.

Saray Rejimi, halkın düşmanıdır.

Saray Rejimi, tekellerin, soyguncuların, uluslararası sermayenin, yağmacıların, savaş yandaşlarının iktidarıdır. Katıksız bir burjuva diktatörlüktür. Öyle “tek adam rejimi” de değildir, hayır, hepsinin rejimidir; tekellerin, parababalarının, rantçıların, yağmacıların, uluslararası sermayenin, savaş kundakçılarının, hepsinin rejimidir.

Pandemi sürecine bakın: Halka, işçi ve emekçilere, hastalık, hastahane kapılarından kovulmak, eğitim alabilmek için çatılardan düşmek, işsizlik, açlık, ölüm düşmektedir. Oysa zenginlere, milyarlarına milyar katmak düşmektedir.

“Ulusal çıkar” gerçekleri gizlemek, halkı ölüme mahkûm etmek, tekellere kaynak aktarmak, zenginleri daha da zengin kılmak demektir.

“Ulusal çıkar”, işçilere cop, kadınlara hapishane, gençlere TOMA ile saldırmak demektir. “Ulusal çıkar”, tüm halkın vergilerini, patronlara peşkeş çekmek, onlara aktarmak demektir. “Ulusal çıkar”, Kaz Dağlarını yağmalamak, ülkenin her bir yanını yakmak, HES’lere kaynak aktarmak, savaş ekonomisine tüm kaynakları aktarmak, diyanet işlerini semiz hâle getirmek demektir.

Ve “ulusal çıkar”, işçilerin kıdem tazminatı hakkına göz dikmek demektir.

Kurnaz muktedir, üçüncü kere deniyor. İlkinde bir süre durdu. İkincisinde barolara saldırı öncesinde kıdem tazminatına saldırdı. Tepkinin sert geldiğini anlayınca, utanmadan, “aranızda bir çözüm bulun” diyerek, topu Damat Bakan’a attı.

Damat Bakan, kendini cambaz sanıyor.

Parababalarının bu isteğini yerine getirebilirse, ülke sömürü için bir cennete dönecek.

Zaten, ücretler eridi. Asgarî ücret 300 doların altındadır.

Hayat pahalılığı, akıl almaz hızla yükselmektedir. Dolara bakmayan Damat, ne yapıp yapıp rakamlarla yalan söylüyor ve enflasyon %11 diyor. Ama elektriğe, gaza %50 zam yapmaktan geri durmuyorlar.

Ülkenin tüm kaynakları tekellere, inşaatlara, parababalarına, rantçılara, yağmacılara, uluslararası sermayeye, savaş baronlarına aktarılıyor. Halkın sırtına binen vergilerle şişirdikleri devlet kasasını zenginlere aktarıyorlar. Tüm devlet çarkı, tüm devlet çeteleri bu yağmadan, bu ranttan aldıkları pay ile ceplerini dolduruyorlar.

Ama gel gör ki, bu da yetmiyor.

23 Ekim’de meclise sunulan yeni “torba yasa” tasarısı ile, kıdem tazminatına yeniden göz dikiyorlar. Öyle olmadı, alın böyle olsun diyorlar.

Yeni yasa, işçi sınıfını uykuda bastırmayı hedefliyor. Açlıkla, yoksullukla, işsizlikle, hastalıkla, eğitimsizlikle, ölümle boğuşan işçilerin boş anını yakalayıp, bu yasayı geçirmek istiyorlar.

Hazır pandemi koşulları var. İşçiler grev de yapamaz, yürüyüş de yapamaz, eylem de yapamaz diye düşünüyorlar.

İşte zamanlama bu nedenle bu tarihe getiriliyor.

Canı ile uğraşan işçinin elinden geleceğini almak için fırsat kollayan bu kurt sürüsü, işte böyle kurnazlıklarla efendilerinin gözlerine girmeye çalışıyor.

Zaten, işçi sendikaları çoktan işçi sendikası olmaktan çıkmıştır.

Öyle ise sahipsiz, örgütsüz kalmış işçileri, bu pandemi sürecinde, karanlıkta, tam da uçurumun kenarında boğazlamak mümkündür, diye düşünüyorlar.

Yasa diyor ki, 50 yaşının üzerinde olanlar ve 25 yaşının altında olanlar ile patron, “Belirli Süreli İş Sözleşmesi” imzalayacak. Bu durum, sözleşme bitince her türlü akdi bitirme olanağı yaratacak.

Sözleşme patrona, işçinin aleyhinde sözleşmeyi bitirme olanakları sunacak.

Bu, buldukları yeni yoldur.

İşçi sendikaları ayağa kalkmazsa, işçiler topyekûn direnişe yönelmezse, adım adım, ama kararlı bir direniş geliştirmezse, işte madencilere ne yaptılarsa, kıdem tazminatı konusunda da bunu yapacaklar.

Tek yol vardır: Genel grev-genel direniş.

Peki ama nasıl?

Adım adım, direnişi yaygınlaştıracağız.

Her işyerinde, her fabrikada, sendika dışında da olsa kendi örgütlerimizi, işyeri komitelerini kuracağız.

Sendikaları, en gerici sendika dahil, açıktan tutum almaya, tavır almaya çağıracağız.

Her iş yerinde, her saldırı karşısında direneceğiz.

Tüm toplumu, kadınları, gençleri, mahalleleri, üniversiteleri, liseleri direnişimize destek olmaya çağıracağız.

En başta biz işçiler, her direniş yerine gidip destek vereceğiz.

Direnişi yaymaya çalışacağız.

Direnişi daha örgütlü hâle getireceğiz.

Fabrikaları, işyerlerini, sokakları, mahalleleri, okulları direniş alanı hâline getireceğiz.

Her yerden, küçük büyük demeden direnişleri daha örgütlü hâle getireceğiz.

İşte böyle, adım adım, aylara sığacak bir örgütlenmeyi haftalara sığdıracağız.

Akan suyun önünde hiçbir bariyer duramaz.

Hepimizin ağzında, Birleşik Emek Cephesi’ni örmek, Birleşik Emek Cephesi’nde birleşmek olacak.

Hepimizin hedefi, genel greve, genel direnişe, örgütlü bir genel direnişe hazırlanmak olacak.

Her birimiz, içimizde, ölüme karşı yaşamı, hastalığa karşı dayanışmayı, tek kalmaya karşı ortakçı olmayı ve ortak davranmayı, suskunluğa karşı direnmeyi, kabul etmeye karşı öfkeyi, boyun eğmeye karşı başkaldırmayı, itaate karşı isyanı büyüteceğiz.

Her birimiz, her gün damla damla ölmektense, bir kere ayakta onurla ölmek üzere direnişi geliştireceğiz.

Ekmeğimizi, onurumuzu, alınterimizi, geleceğimizi, umudumuzu savunmanın başkaca yolu yoktur.

Onların topları, tankları, TOMA’ları, yalanları, TV kanalları, copları, biber gazları varsa, bizim de bir kez yola düştü mü durdurulamayacak irademiz var.

Biz, hayatı üreten işçi ve emekçileriz. Bizim çarkları durdurma, paletleri stop ettirme, şalterleri indirme gücümüz var.

Açlığa ve işsizliğe teslim olmayacağız.

Korkuya ve saldırganlığınıza boyun eğmeyeceğiz.

Onurumuzla, sonuna kadar direneceğiz. İnsan olmanın da tek yolu budur.

Haydi, Birleşik Emek Cephesi’ni birlikte örelim.

Haydi, adım adım, kararlılıkla genel grevi-genel direnişi örgütleyelim.