Ana Sayfa Blog Sayfa 104

Covid-19 salgını “Sürü”ye saydılar bizi!

Covid-19 salgınının, neden ve nasıl başladığı, bu salgınla nasıl başa çıkılacağı öyle anlaşılıyor ki, TC yönetenleri için, Türkiye egemenleri için pek derin konular gibidir. “Derinlikleri” daha çok alavere-dalavere konusundadır.

Bu nedenle, işin bu yönünü şimdilik bir kenara bırakalım ve TC devletinin, Saray Rejimi’nin gerçekte ne yapmaya çalıştığını izleyelim.

1-

G20 ülkeleri içinde, 2018 rakamlarına göre 20. sırada yer alan (belki 2019 rakamlarında bu basamağın altına düşmüşlerdir), büyük “ülke”, “Dünya Lideri” Erdoğan tarafından yönetilen bir ülke, Erdoğan’ın “ustalık döneminde” başarı destanları yazan bir ülke, acaba neden 16 Mart’ta 3 hafta tam koruma ilan edip, en sıkı önlemleri almamıştır?

Acaba, Erdoğan’ın aklına mı gelmemiştir? Diyelim ki, onda olmayan akıl, acaba danışmanlarında da mı yoktur?

Hemen cevap vermeyin lütfen.

16 Mart’ta okulları tatil eden bir iktidar, nasıl olur da, sıkı önlemleri almaz ve 3 hafta herkesi eve kapatma yollarını ortaya koymaz?

Çin örneği ortada iken, acaba Saray Rejimi, derini ve derin olmayanı ile TC devleti, neden bu konuda açık, net ve kararlı bir yol izlemez?

Diyelim ki, eğer üç hafta tam karantina uygulansa idi, işçilerin tümünün maaşını, 3 haftalık verse idi, yaklaşık 30 milyon işçiye 3 hafta üzerinden asgarî ücret ödese idi, bu herhâlde 65-70 milyar TL ederdi. Peki ama, bugün Saray Rejimi, zaten 65 milyar TL para basmıştır ve Merkez Bankası’nın bilançosuna bakan herkes bunu anlayabilecek durumdadır. Ve dahası, maliyeti daha da yüksektir. Ekonominin ikinci üç aylık dilimde, yani Nisan-Haziran döneminde %35 küçüleceği söylenmektedir.

Diyelim ki, insan hayatını bozuk para gibi harcamaya alışık bir Saray Rejimi, insan hayatını düşünmesin, ölü sayısını 10 binleri aşmışken 3 bin göstersin, tamam ama, neden ekonomik kaybı dikkate almadılar?

Dikkatle üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur bu.

Yanıtı şudur: Çünkü ekonomik olarak tükenmiş durumdadırlar. Her şeyi soyup soğana çevirmişlerdir, her şeyi yağmalamışlardır. Bu nedenle kendini tilki sanan ekonomi yönetimi, en başta da “ekonomi yüzde 5 büyüyecek” diye boyun kıvıran Damat, Covid-19’u allahın lütfu sanan Saray’ın başına göre ayarlama yapıp, bu fırsattan istifade, hem daha fazla yağmalayalım, hem de hiç harcama yapmadan, diğer ülkeler küçülürken biz büyüyelim hesapları yapmışlardır.

Bunu normal bir iktisatçı anlamakta zorluk çeker. Doğrudur. Ama durum tam da budur. Başkaları küçülürken biz büyürüz ve Türkiye ekonomisi 19. sıraya çıkabilir. Al sana destan. Padişah varsa, mutlaka destan yazmalı, halife varsa mucizeler yaratmalıdır. Değil mi?

Saray tüm kaynakları tüketmiştir. Ustalık dönemi denildi mi, yemede, soymada, götürmede, rüşvette, hilede, hokkabazlıkta, rantiyelikte, ihaleye fesat karıştırmada ustalık demektir. İşte bunu göstermek için, Covid-19 salgını, tam da bir fırsattır. Öyle yaptılar.

2-

Mayıs’ın başında, hep beraber öğreniyoruz ki, Türkiye, son derece başarılı olmuştur ve bunu da Erdoğan yapmıştır. Hükmünden şüphe edilmeyen allahın yeryüzündeki en sevgili kulu Erdoğan, allah tarafından bir yeni zaferle taçlandırılmıştır.

Nasıl bir zafer?

Ölü sayısını gizleyen bir zafer. Ölü sayısı, sadece İstanbul’da 9.000 kişiyi geçmiş iken, rakamlarla, 3500’e daha varmadık gösterisi yapmanın zaferi.

Ne zafer! Neredeyse tüm sağlık çalışanları, ölüme gönderilir gibi, koruyucu önlemler olmaksızın çalışmak zorunda bırakılmışlardır.

Ne zafer!

Erdoğan, TV kanallarına çıkıp, işçiye hiçbir şey, emekliye kolonya ve abdest, bir de maske müjdelemiştir. Aradan 6 hafta geçti, ne kolonya var, ne maske?

Maske maskaralığı mıdır bu?

Maskelerin satışı yasak, siz PTT’ye girin oradan maske talep edin. Emir büyük yerden, maske ihtiyaç, insanlar başvurdu. PTT sitesi çöktü. Maske ne olacak?

Üç gün sonra, devletin en tepesi, SMS ile maske gelecek diye duyurdu. SMS’le maske nasıl gelecek? Aradan birkaç gün daha geçti, SMS’le gelen kodu alıp, eczanelerden maske alacaksınız, dendi. Eczacılar Odası’na sorsalardı, gayet düzgün bir yol bulabilirlerdi. Eczacılar Odası, bu dağıtım sistemi ile hastahanelerden sonra eczaneler de salgın üssü hâline geldi, diye açıklama yapmak zorunda kaldı.

Yine maske yok.

Belediyeler dağıtamaz, yasaktır, paralel devlet uygulaması demektir.

İşte zafer böyle kazanılıyor.

Ve en sonunda, maskeler için, yeni bir yol daha bulundu, devlet memurları bilmem nereden, işçiler ise patronlarından alacak. Diğerleri? Onu da düşüneceğiz, acele ne?

İşte size maske komedisi.

Bunun üzerinden ancak ve ancak, Saray erkanı, Saray basınına zafer manşetleri attırabilir.

Peki, bir maske işini nasıl beceremediler?

Yanıt ilgi çekici: Çünkü, üretilen tüm maskeler, sağlık bakanlığına satılan tüm malzemeler, Menzil tarikatı tarafından satılmak zorundadır. Bunun dışındaki her satış, bunun dışındaki her uygulama, “paralel” devlet uygulamasıdır.

İşte zaferin sırrı buradadır.

Muktedirdir ve “ustalık dönemini” ilan etmiştir.

3-

“İtibardan tasarruf yapılmaz” diye buyurmuştu. Hadi diyelim kabul, ama itibar nerede?

Bir ilk sokağa çıkma yasağı deneyimi var; evlere şenlik. Hani 12 Eylül yaşamış ordunun deneyimi, hani işçileri kuşatan, üniversiteleri ablukaya alan polisin birikimi? Saat 22’de sokağa çıkma yasağını ilan edenler, önceden fırınlara, marketlere haber vermişler, demek artık, 1 saat bile sır tutamaz hâldedirler ve yasak duyurulur duyurulmaz, marketlerin önünde “uzun eşek” oynar gibi manzaralar ortaya çıkmaya başladı.

Soylu, istifa şovu yaptı.

Ve kazandı gibi.

Erdoğan, “istifa edilemez” dedi.

Ve şimdi, ramazan bayramı sonrasında, zaferlerini taçlandırmak için, “haydi sarılalım” kampanyası yapmaya hazırlanıyorlar.

Madem bu kadar önemsiz bir salgın idi, bunların tümünü niye yaptınız?

Ama haklarını yememek lazım, Bilim Kurulu’nun korkutulması işini, hakkı ile yerine getirdiler. Öyle ya, Bilim Kurulu, Erdoğan’dan iyi mi bilecek?

Saray, şimdi, Bilim Kurulu’na iyi para verecektir, öyle ya “itibardan tasarruf edilmez.”

4-

İşin özeti şudur: Halkı sürüye saydılar.

Hepimizi sürüye saydılar.

Sürü bağışıklığı uygulamasını devreye soktular.

Alman Robert Koch Enstitüsü (RKI), açıkça deklare etmiştir: “Bizim için kontrollü sürü bağışıklığı uygulamasına geçmek düşünülemez.”

Bunu kime söylüyorlar?

Demek ki, dünyada böyle bir eğilim vardır. ABD, İngiltere, Bill Gates ve diğer aktörler, “kontrollü sürü bağışıklığı” uygulaması başlatmışlardır. Bu ülkelerin tümünde, buna karşı devletin içinden ve bilim adamlarından bir karşı koyuş vardır. Öyle anlaşılıyor ki, Saray Rejimi, bu güçler için, ülkemizi “deney alanı” hâline getirme kararı vermiştir.

Ölü sayısı gizleniyor.

Hasta sayısı gizleniyor.

Testler yapılmıyor.

İyi kalite test kitleri ABD’ye satılıyor.

Sağlık çalışanları, ölümle yüz yüze bırakılıyor.

Damat Bey, AVM’leri açmak için bastırıyor.

Valiler, akıl almaz açıklama ve kararlar alıyorlar: İş bırakmayı yasaklıyor, sağlık çalışanlarını suçlu ilan ediyor, virüs görünen işyerlerinde üretimi durdurmama kararı alıyor, belediyelerin faaliyetlerini engelliyor. Maske dağıtılmıyor. Göstermelik önlemler alınıyor. Trump, Dünya Sağlık Örgütü’ne savaş açıyor, Saray Rejimi, Dünya Sağlık Örgütü’nün kriterlerini uygulamıyor.

Trump, açıkça, hastalara, dezenfektan enjekte edilmesini öneriyor.

İşçiler, emekçiler, halklar “sürü” olarak sayılıyor.

Türkiye, uluslararası ilaç tekellerinin deney sahasını hâline getirilmek isteniyor.

Saray Rejimi de, muhtemelen bu kapalı sistem ihale için para pazarlığı yapıyor olmalıdır. Muhtemeldir Erdoğan, “parayı elden alalım”, faturasız işlem yapalım diyordur.

Kendini “çoban” ilan eden Erdoğan, fırsat bu fırsat, halkı da “sürü” yerine koyduğunu göstermek istiyor. Halk sürü oldukça, o da çoban olduğunu kanıtlamış olacak.

İşte zafer gösterilerinin ardında bunlar saklıdır.

Saray Rejimi, çoktan virüs ve salgın işini çözmüştür. Erdoğan bir kükremiş, virüs tutuklanmaktan korktuğu için, ülkemizi terk etmiştir.

Bu bahsi çoktan kapatan Saray Rejimi, ataklara başlamıştır bile. Diyanet İşleri Başkanı, LGBTİ+ hakkında nutuklar atmaktadır. Eşcinsellik üzerine nutuk atanlar, Ensar Vakfı’nda çocukların ırzına geçilmesine dair “bir kereden bir şey olmaz” diyenlerdir. Dinî eğitim adı altında her türlü sapıklığı helâl sayanlar, utanmadan, insanların yaşam tarzına, kişiliklerine, kimliklerine saldırıyorlar. Covid-19 için hutbe ve dua okutmak dururken, onlar, işi çoktan bitirmişler ve saldırıya geçiyorlar.

Ve bu saldırıya, Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu da destek veriyor. Suriye sınırında boy gösterirken, Kürtlere karşı savaş naraları atarken poz veren Feyzioğlu, bununla kurtulmamış olacak ki, şimdi, Ankara Barosu’nu, “gündem değiştirmek”le suçluyor.

İşte Saray Rejimi’nin zaferi böyle bir zaferdir.

Saray’ın bir zafere ihtiyacı var.

Bu ihtiyaç ile, Covid-19 salgınından zafer çıkarmaya çalışıyorlar.

Maske maskaralığı, ilaç maskaralığı, aşı maskaralığı, umre maskaralığı, karantina maskaralıkları, sokağa çıkma yasağı maskaralığı, para basma maskaralığı, ölü sayılarını gizleme maskaralığı, %5 büyüyeceğiz maskaralığı, ekonomik soygunlar maskaralığı, Salda Gölü-Kazdağları ve ihale maskaralıkları ile örülmüş bir zafer!

Bu zafere ihtiyaçları var.

Zafer imal ediyorlar.

Çünkü tükenmiştirler, çünkü çürümüş ve kokuşmuşturlar.

Özgür Lise dergisinin 50. sayısı çıktı

Özgür Lise dergisinin Mayıs 2020 tarihli 50. sayısı çıktı. Derginin tamamını bu sayfadaki PDF üzerinden okuyabilirsiniz.

Tüm liseli okurlara çağrımızdır. İstenilen herhangi bir konuda okur mektupları yazılabilir, [email protected] adresine yollanabilir.

Gelecek sayımızda görüşmek üzere.

1 Mayıs 2020; kapitalizm çürümüştür, devrim insanlığın dirilişidir!

2020 1 Mayıs’ına, ekonomik krizin üstüne gelen salgın virüsün ağır faturasıyla giriyoruz. Virüs, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de can almaya devam ediyor. Daha şimdiden milyonlarca işsize yeni milyonlar eklendi. İşçi-emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları daha da çekilmez bir hal aldı.

Covid-19 salgını, dünyaya hakim olan kapitalist-emperyalist sistemin çürümüşlüğünü daha aleni biçimde gözler önüne serdi.

İşçi-emekçileri iliğine kemiğine kadar sömüren, dünya üzerinde hakimiyet kurmak için giriştiği savaşlarla büyük yıkımlara yol açan, doğanın zenginliklerini talan ederek tüm ekolojik dengeyi alt-üst eden kapitalist-emperyalist sistem, virüs salgınlarının da ana kaynağıdır.

Öldüren virüs değil, bu çürümüş sistemdir!

Dünyanın her yerinde halkı, işçi-emekçileri ‘güdülecek sürü’ olarak gören bu sistemin yöneticilerinin salgın krizine karşı ilk tepkisi de “sürü bağışıklığı” politikası oldu. Asıl olan şirketlerin, sermaye sınıfının bekası idi. İşçiler, yoksullar ise ölebilirdi. Yaşlı nüfusun azalması sosyal güvenlik harcamalarından kurtulmanın da fırsatı olarak görüldü.

Bizdeki yöneticilerin soysuzluğu hesapsızdır!

15 Temmuz darbe tezgahını yağma-rant-savaş politikalarını büyütmenin fırsatına çeviren Saray Rejimi, can alan salgını da “Allahın lütfu” olarak, bu kez de ömrünü uzatmanın fırsatı olarak değerlendirmeye başladı. Önlem adına açıklanan paketlerden patronlara yeni kaynaklar, işçilerin haklarını gasp etmek için yeni fırsatlar çıktı.

Salgın, politik kazanç elde etme malzemesine dönüştürüldü. AKP’li belediyeler, vakıflar, cemaatler yardım toplayabilir, dağıtabilir ama HDP’li, CHP’li belediyeler, dayanışma ağları yapamaz. Halk can derdindeyken HDP belediyelerine kayyum atandı. Kanal İstanbul projesi kapsamında ihaleye çıkıldı. Salda Gölü çevresi tarumar edildi. Atatürk havalimanı, sahra hastanesi yapımı bahanesiyle ranta açıldı. Hapishanelere dönük yapılan infaz düzenlemesinde mafyacılar, çocuk istismarcıları, kadın katilleri serbest bırakılırken bir tweet attığı için tutuklanan öğrenciler, haber yapan gazeteciler, rehin tutulan Kürt siyasetçiler, devrimci sosyalistler yok sayıldı. Ve bu arada Suriye’de, Libya’da ve Kürt halkına yönelik savaş politikaları sürdürüldü.

Biz işçilerin payına ne düştü?

Ülkede emek gücüyle yaratılan tüm zenginliğin kaynağı olan biz işçi-emekçilere, yoksul halka reva görülen ‘sabun, abdest, kolonya’  ve bir miktar sadaka kabilinden para oldu!

Milyonlarcamız işsiz kaldık. Apar topar kepenkleri inen binlerce merdiven altı, ‘merdiven üstü’ işyerlerinden ücretsiz olarak ya da üç kuruş parayla gönderilerek evlerimize kapandık.

İşten atmaları yasaklama adı altında patronlara, işçileri üç ay ücretsiz izne ayırabilme hakkı tanındı. Ücretsiz izne çıkarılanlara, işten çıkarılan ama işsizlik ödeneğinden yararlanamayan işçilere günlük 39 lira gibi bir sadaka ücreti uygun görüldü. Tüm ödemelerin kaynağı ise İşsizlik Sigortası Fonu…

Büyük çoğunluğumuz ise “Evde Kal”ın kapsama alanı dışında; fabrikalarda, inşaatlarda, işyerlerinde her an salgına yakalanma korkusu altında çalışmaya devam ediyor, birçok emekçi kardeşimiz de yakalandığı salgından kurtulamayarak hayatını kaybetti.

Bu pisliği devrim temizler!

Çarkları döndüren milyonlar işsizlik-açlık-salgın cenderesine sıkıştırıldı. Burjuva düzen partileri, işçilerle alakası kalmamış asalak sendikacılar; hepsi, kabuğumuza çekilerek kaderimize razı gelmemizi istiyor.

Görüldü ki, çarkları döndürenler olmasa bu düzen çökecektir.

Üreten ama yok sayılan, tüm zenginliğin yaratıcısı olan ama kırıntı reva görülen işçi sınıfı, bu çürümüş düzeni tarihin çöplüğüne gömecek bircik güçtür.

Tarihin çağrısı budur; artık kaderimizi kendi ellerimize almanın, çürümüş kapitalizmi yeryüzünden söküp atmaya girişmenin zamanıdır.

2020 1 Mayıs’ını bu koşullarda karşılıyoruz.

Bu yıl büyük kitleler halinde meydanlarda olamasak da bulunduğumuz her yerde, işyerlerinde, mahallelerde, balkonlarda… her olanakla taleplerimizi dile getirip şanlı işçi bayramını-mücadele gününü selamlayacağız.

Öncesinde olduğu gibi, 1 Mayıs’tan sonra da, üretenler olarak kaderimizi ellerimize almak için örgütlenecek, dayanışmamızı büyütecek, canımıza ve geleceğimize kast eden bu sisteme karşı, insanca, yaşanabilir bir dünya için; sosyalizm için örgütleneceğiz.

Yaşasın 1 Mayıs İşçi Sınıfının Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü!

Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!

Ya Sosyalizm Ya Ölüm!

Kapitalist sömürü ve yağma düzenine karşı; Yaşasın 1 mayıs işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü!

Tüm dünyaya yayılan koronavirüs salgını kapitalist sömürü ve yağma düzenini tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi.

Tüm dünyada, işçi-emekçilerin, hakların sömürü, yağma ve baskılara karşı büyük ve yaygın tepki ve protestoları ile sarsıldığı, kapitalizmin dünya çapında derin bir ekonomik kriz içinde olduğu, işçi-emekçilere, haklara, insanlığa hiçbir gelecek sunamadığı bir dönemde salgınla yüz yüze kaldık.

Birkaç istisna haricinde tüm kapitalist devletlerin, açık ya da gizli ‘sürü bağışıklığı’ diye tarif ettikleri, ‘ölen ölür, kalan sağlar çalışmaya devam eder’ mantığı ile insanlık dışı tutumlar aldığı gördük, görüyoruz.

Tüm yaldızlar döküldü, tüm yalanlar açığa çıktı. ‘Ekonominin çarkları’ dönmek zorundaydı! Bunun için işçiler kendilerini feda etmeli, ekonomileri ayakta tutmalıydı. Bunun için sermayeye milyarlar akıtılırken, işçilere açlıktan ya da çalışırken hastalanarak ölmek dayatıldı.

Görüldü ki, sağlık başta olmak üzere, eğitim, barınma gibi toplumun en temel ihtiyaçlarının kar güdüsü ile sermayeye açmak, ticaretin konusu yapmak toplu cinayet anlamına geldiği görüldü.  

Bu ülkenin yönetenleri, Saray, salgını da bir fırsata, Allahın yeni bir lütfuna döndürmek için kolları sıvadı. Salgın öncesi, ekonomik ve siyasi kriz içinde savaş, baskı ve zor ile ayakta durmaya çalışan siyasi iktidar, salgının yarattığı puslu havayı, baskıyı, sömürüyü ve yağmayı arttırmanın bir fırsatına çevirmeye çalıştı, çalışıyor.

Ülkede emek gücüyle yaratılan tüm zenginliğin kaynağı olan işçi-emekçilere, yoksul halka reva görülen ‘sabun, abdest, kolonya’  ve bir miktar sadaka kabilinden para oldu!

Milyonlarcamız işsiz kaldık. Apar topar kepenkleri inen binlerce merdiven altı, ‘merdiven üstü’ işyerlerinden ücretsiz olarak ya da üç kuruş parayla gönderilerek evlerimize kapandık.

İşten atmaları yasaklama adı altında patronlara, işçileri üç ay ücretsiz izne ayırabilme hakkı tanındı. Ücretsiz izne çıkarılanlara, işten çıkarılan ama işsizlik ödeneğinden yararlanamayan işçilere günlük 39 lira gibi bir sadaka ücreti uygun görüldü. Tüm ödemelerin kaynağı ise İşsizlik Sigortası Fonu…

Büyük çoğunluğumuz ise “Evde Kal”ın kapsama alanı dışında; fabrikalarda, inşaatlarda, işyerlerinde her an salgına yakalanma korkusu altında çalışmaya devam ediyor, birçok emekçi kardeşimiz de yakalandığı salgından kurtulamayarak hayatını kaybetti.

Yaşanan bu süreç aynı zamanda, kadın emeğinin sömürüsünün ve kadına şiddetin arttığı, ancak görünmez kılındığı bir soncu da ortay çıkarttı.

Salgın, politik kazanç elde etme malzemesine dönüştürüldü. AKP’li belediyeler, vakıflar, cemaatler yardım toplayabilir, dağıtabilir ama HDP’li, CHP’li belediyeler, dayanışma ağları yapamaz. Halk can derdindeyken HDP belediyelerine kayyum atandı. Kanal İstanbul projesi kapsamında ihaleye çıkıldı. Salda Gölü çevresi tarumar edildi. Atatürk havalimanı, sahra hastanesi yapımı bahanesiyle ranta açıldı. Hapishanelere dönük yapılan infaz düzenlemesinde mafyacılar, çocuk istismarcıları, kadın katilleri serbest bırakılırken bir tweet attığı için tutuklanan öğrenciler, haber yapan gazeteciler, rehin tutulan Kürt siyasetçiler, devrimci sosyalistler yok sayıldı. Özgürce konser vermek isteyen Grup Yorum üyesi Helin Bölek, sadece adil yargılanmak isteyen Mustafa Koçak’ın talepleri görmezden gelinerek ölüm oruçlarında hayatlarını kaybetmelerine neden olundu. Bu ölümlere karşı oluşan tepkiye rağmen Grup Yorum üyesi İbrahim Gökçek için de hiçbir adım atılmamakta ısrar ediliyor. Ve bu arada milliyetçilik daha da yükseltilerek, Suriye’de, Libya’da ve Kürt halkına yönelik savaş politikaları sürdürüldü.

Böylesi koşullarda 2020 1 Mayıs’ını karşılıyoruz. Salgın kapitalist sömürü ve yağma düzenini tüm çıplaklığı ile ortaya koyarken işçi sınıfının, emekçilerin hayatı var eden gücünü de ortaya koydu.

İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü’nde başta çalışmak zorunda bırakıldığımız işyerleri olmak üzere, bulunduğumuz her yerde, meydanda, mahallede, sokakta, balkonda, 1 Mayıs’ta taleplerimizi güçlü bir şekilde seslendirmeye çağırıyoruz.

  • Tüm kaynaklar halk sağlığı için seferber edilmelidir.
  • İşten çıkartmalar, ücretsiz izinler yasaklanmalı, tüm çalışanlar ücretli izine çıkarılmalıdır.
  • Çalışmanın zorunlu olduğu sektörlerde, işçilerin salgına karşı korunması için hekimler ve işçilerin denetiminde önlemler alınmalıdır.
  • Salgın süresince tüm faturalar devlet tarafında karşılanmalıdır.
  • Kayıt dışı çalışan ve şu anda hiçbir geliri olmayan, ücretsiz izine ayrılan işçi-emekçiler, yoksul halka en az asgari ücret tutarında doğrudan gelir desteği sağlanmalıdır.
  • Tüm hastaneler kamulaştırılmalıdır.
  • Salgına karşı toplumun korunması için gerekli kaynak, sermaye sınıfı ve rantiyeye konacak servet vergisi ile karşılanmalıdır. Bu kaynağın kullanımı toplumun denetimine açık olarak organize edilmelidir.
  • ‘İnfaz Yasası’ndaki ayrımcılık, devam eden kayyum politikaları ve belediyelerin çalışmalarının engellenmesi üzerinden sürdürülen siyasi baskılar son bulmalıdır.

Virüs değil kapitalizm öldürür!

Krizin de salgının da faturası sermeye sınıfına!

Yaşasın 1 Mayıs! Biji Yek Gulan!

Yaşasın sosyalizm!

İstanbul 1 Mayıs Platformu

‘Mutlu bir hayat filizlenir kavganın ufuklarından’

“Günlerin bugün getirdiği, baskı zulüm ve kandır.
Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez,
Yepyeni bir hayat gelir, bizde ve her yerde.

Biliyoruz ki bugün içinden geçtiğimiz dönem biz işçi ve emekçiler için oldukça zorlu. Bu zorluk sadece virüsün yayılması ile ilgili değil. Dün de bildiğimiz, tüm çıplaklığı ile ortada olan durumun bugün çok yönlü bir biçimde yeniden karşımızda duruyor olması gerçeği ile karşı karşıyayız. Tablo oldukça net; kapitalizm insanlık için çürümüşlük dışında hiçbir şey sunmuyor. Bu gerçek sadece ülkemizde değil, tüm dünyada böyledir. Milyonlarca işçi ve emekçinin açlık ve ölüm arasında bir tercihe zorlandığını görüyoruz, bir savaştan diğerine koşan devletlerin, sıra insan sağlığına geldiğinde aldıkları insanlık dışı tutumu görüyoruz. Milyonlarca liralık lüks tüketim eşyalarına sahip olanlar, sağlık emekçilerinin en temel koruyucu ekipman ihtiyacını bile karşılamaktan aciz durumdalar.

Daha net bir biçimde ifade etmek gerekirse; kapitalizm çürümüştür, insanlık adına ne bilim ne de sağlık ulaşılabilir durumdadır, en temel ihtiyaçlar bile üretilememektedir, kullanılamamaktadır. Bunu herkes görüyor, duyuyor ve biliyor.

Ülkemizdeki durum da çok farklı değildir. Milyonlarca işçi arkadaşımız zorunlu sektörlerde olmamasına rağmen ücretli izin hakkına sahip değildir ve bu sektörlerin neredeyse hiç birinde yeterli tedbir alınmamaktadır. Zorunlu sektörlerin durumu da benzerdir. Aynı zamanda milyonlarca işçi arkadaşımız ise ya işten çıkarılmıştır ya da ücretsiz izne zorlanmaktadır. Yaklaşık 5 milyon kişiden bahsediyoruz.

Önlem adına açıkladıkları her ekonomik pakette, işçi-emekçilerin değil sermayenin çıkarı gözetilmiştir. Destek bize değil, onlaradır. Ücretsiz izin için belirlenen 1.170 TL rakamı ile bizlere dilenci muamelesi yapılmaktadır.

Oysa tamamı bize ait olması gereken İşsizlik Sigortası Fonu’da, halihazırda 130 milyarı aşkın para vardır ve bu para ile işsiz bırakılan milyonlarca emekçiye aylarca asgari ücret tutarında ödeme yapılabileceğinin farkındayız. Yani hakkımız olanı istiyoruz, her gün kendi ellerimizle yeniden ve yeniden yaratığımız zenginlikten hakkımız olanı, payımıza düşeni istiyoruz.

Farkındayız, tablo bizim açımızdan her geçen gün biraz daha ağırlaşacak. Salgın döneminin sona ermesi de bu sorunu çözmeyecek ve bu sürecin faturası biz işçi ve emekçilere kesilmeye çalışılacak.

İşte böyle bir tabloda 2020 1 Mayıs’ını karşılıyoruz. Bu 1 Mayıs, işçilerin birliğini ve dayanışmasını hem tüm dünya ölçeğinde geliştirmeli hem de bu süreçte yürütülen mücadeleyi büyütecek tarzda olmalıdır. Bu adımı bugünden atmak bizler için hava kadar su kadar zorunlu bir ihtiyaçtır.

Bu yüzden tüm işçi ve emekçi arkadaşlarımıza, emekten yana olan dostlarımıza çağrımızdır.

1. İşçi sınıfına ayak bağı olan sendikalara karşı; haklarımızı tırpanlayan, bizi açlık ve ölüm ikileminde bırakanlara karşı, bir bütün olarak mevcut düzene karşı mücadeleyi büyütmenin zamanıdır. İşçi birlikleri kurmanın, sendikalarımızı geri almanın, haklarımız için grev örgütlemenin zamanıdır. 2020 1 Mayıs’ı bunların bir adımı olarak ele alınmalıdır.

2. Bizden sessiz kalmamızı istiyorlar. İşyerlerindeki patronlar “bu iş yerinde korona var derseniz iş alamayız ve sizi işten çıkartırız” diyerek bizi tehdit ediyorlar. Örgütlü iş yerlerinde bile sendikalar sessiz, işçiler haklarını isteyemiyorlar. Bu yüzden 30 Nisan günü tüm arkadaşlarımızı iş yerlerinde 1 Mayıs eylemi örgütlemeye çağırıyoruz. Bu kapsamda Tüm Çalışanlar İçin Sağlık Platformunun kararlarını anlamlı buluyor ve herkesi bu mücadeleyi birlikte büyütmeye davet ediyoruz. Herkes kendi iş yerinde yaşadığı sorunları, karşılaştığı hak ihlallerini kısa videolar çekerek tüm topluma duyurmalı. İş durdurulabilen alanlarda kısa süreli de olsa üretimden gelen gücümüz gösterilmeli. Unutmayalım gücümüzü görebileceğimiz ve gösterebileceğimiz en iyi yerler iş yerlerimizdir.

3. Bizler tüm işçi ve emekçileri 1 Mayıs günü her koşul altında, gerekli sağlık önlemlerini de alarak bulunduğu yerde sokağa çıkmaya, ses çıkarmaya, marş çalmaya, eğer o gün işyerinde ise işyerinde eylem örgütlemeye çağırıyoruz. Ücretli izin talebi için, milyonlarca işçinin tırpanlanan hakları için sesimize ses katmaya çağırıyoruz.

“Yepyeni bir güneş doğar, dağların doruklarından,
Mutlu bir hayat filizlenir, kavganın ufuklarından.
Yurdumun mutlu günleri, mutlak gelen gündedir.”

Yaşasın 1 Mayıs; İşçi sınıfının birlik, dayanışma, mücadele günü!

Dayanışma ağları… Kendi kaderimizi ellerimize alalım!

Şu geçen 1,5 ayda ne çok şey öğrendik, öğrenmeye devam ediyoruz.

Canımızı düşünenlerin, aynı koşullarda yaşadığımız, ürettiğimiz, salgın sürecinde tıpkı bizim gibi kaderine terk edilenler olduğunu gördük. Kendi yaşamını tehlikeye atarak çok zor koşullarda binlerce hastaya yetişmeye çalışan sağlık çalışanları olduğunu, ekmeği, sabunu üretenler, market ve kargo işçileri, bizimle aşını paylaşan komşumuz olduğunu gördük.

 Yönetenlerin ise kendilerini ve şirketleri kurtarmaktan başka bir şey için uğraşmadıklarını…

Gördük ki, onların konusu ürettikleri ile var olan milyonlar değil. Durup da acaba bizi ne zaman düşünecekler diye beklemek her geçen gün yaşamımızı daha da kötüleştirmekten başka bir şeye yaramıyor. Bizim canımızı düşünmeyenlere biz de canımızı emanet etmeyeceğiz. Onlara el açmayacağız. Çünkü bizim üreten ve paylaşan ellerimiz var.

Şimdi dönüp birbirimize bakmanın vaktidir. Dayanışmayı bilen halk olarak, bize unutturulmaya çalışılan bu kültürümüzü dayanışma ağlarıyla yeşertiyoruz. Bunu büyüteceğiz. Bu mahallelerde, bu ilçelerde yaşayanlar bizsek ve kaderimize terk edildiysek, kaderimizi ellerimize almanın vaktidir.

1 aydan uzun bir süredir, 20’den fazla mahallede ve merkezde çalışma yürüten dayanışma ağlarında, temel ihtiyaçlarımız başta olmak üzere tüm yaşamsal konularda sorunlarımıza beraber çözüm üretiyor. Dayanışmanın verilen emekle nasıl bir güce sahip olduğunu hep beraber deneyimliyoruz.

Herkesin yapabileceği bir şey var

Dayanışma ağlarının belediye hizmetlerinden farkı, ağa katılan herkesin özne olmasına olanak sağlamasıdır. Dayanışma ağları yardım dağıtmaz, ihtiyaçları dayanışma ile örgütler. Yani örneğin gıdaya ihtiyacı olan bir komşumuzun bu ihtiyacına çözüm üretirken, kendisinin ne konuda emek verebileceğini ona sorar; örneğin sağlık çalışanları için siperlik üretmesini isteriz. Aynı zamanda dayanışma ağlarında herkesin sürece fikriyle katılmasını, öneriler geliştirmesini teşvik ederiz.

Örgütlenme

Dayanışma ağları bizim için, toplumun kendi yaşamını örgütleme alanıdır. Ağlardaki gönüllülerden kimi belki mahalledeki bakkal, sucu, sağlık kuruluşu ve eczanelerin verilerini toplayacak; buralarda gıda ve ilaç durumunu takip edecek, kimi yerelde stokçuları/karaborsacıları tespit edecek, kimi aşevi örgütleyecek, kimi onun temizlik ve hijyen denetimini yapacak, kimi ise bilgi ve deneyimlerini aktaracak… Karşımıza çıkan her konu, her ihtiyaç bir örgütlenme konusudur.

Hem tartışma, hem pratik

Dayanışmayı geliştirmek için öneriler geliştirir ve bunları tartışırken, bu tartışmaların işi yapmanın önünde engel olmaması gerekir. Aynı şekilde, yapılan çalışmaların yoğunluğu ve ihtiyaçların aciliyeti de, ağlardaki gönüllülerin yeni öneri ve fikirlerini tartışmasının önüne engel olmamalı.

Dayanışma ağlarında bugüne kadarki deneyimlerimizden yola çıkarak tüm gönüllülere beraber geliştirebileceğimiz önerilerimiz var:

  • Dayanışma ağı kurduğumuz alanımızda (mahalle veya ilçe) ne kadar sağlık kuruluşu, ne kadar bakkal, sucu, eczane olduğunun bilgisini toplamalı, buralardaki çalışanlarla sürekli irtibat halinde olmalı; gıda ve malzeme durumuna dair bilgi sahibi olmalıyız.
  • Şimdiden yakıcı bir sorun haline gelen gıda problemini çözmek için gıda dayanışmasını geliştirmeli, aşevleri örgütlemeli, ortak kazanlar kaynatmanın hazırlıklarını yapmalıyız.
  • Ağları sokak sokak, bina bina yaygınlaştırmayı hedeflemeliyiz.   Bunun için dayanışma ağlarındaki gönüllüler olarak aynı yerelde yaşadığımız komşularımızın da dayanışmayı geliştirmek için sorumluluk almasını teşvik etmeli, birbirimizden haberdar olmalıyız.
  • Alanımızda hukuk, sağlık, eğitim gibi konularda doğru bilgiler verebilecek, mesleğine hakim kişilerle birimler oluşturmalı, doğru bilgilerin bütün alanımıza yayılmasını her yol ile sağlamalıyız.
  • Medya platformları aracılığı ile diğer dayanışma ağlarıyla birbirimizden haberdar olmalı, birbirimizin deneyimlerinden öğrenmeliyiz. Alanımızda gelişen dayanışma örneklerini en geniş biçimiyle yaygınlaştırmalıyız.

Çağırıyoruz;

Salgın sürecinde kendi kaderine terk edilmiş hisseden herkes; dayanışma ağlarına katılarak, emek vererek bu ağın parçası olun. Eğer bulunduğunuz yerellerde henüz bir dayanışma ağı yoksa, tanıdıklarınızdan başlayarak harekete geçin. Kendi gücümüze, yanımızdakinin gücüne güvenelim. Elimizden geleni dayanışmayla paylaştıkça, kaderimizi ellerimize alabiliriz.

Önümüzdeki dönemin en önemli konusu, toplumun örgütlenmesi olacak. Bizim gibi açlıkla hastalık arasında terbiye edilmeye çalışılanların gücü, her şeyi değiştirebilir. Bunu ancak biz başarabiliriz, ve beraber başarabiliriz!

1905, Ermeni Soykırımı’nın 105. yıldönümü

Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük…

Tüm mesele, ‘devletin bekası’…

Çözüm; “bu devlete bir millet lazım”…

Wilson prensiplerinin 12. Maddesi; ‘Anadolu’da Türk unsurunun hakim kılınması’…

Sonuç; emperyalist paylaşım savaşlarının birincisinin ortasında Ermeni ve Süryani halklarının soykırımı ile başlayan Anadolu coğrafyasının çoraklaşması, kimliksizleşmesi üzerinden modern kapitalist sömürü ve zulüm düzeninin tesisi…

Bir asır sonra gelinen nokta, ‘devletin bekası’…

Bu sefer cevabı, işçi-emekçilerin, halkların ortak mücadelesi verecek…

Mustafa Koçak ölümsüzleşti, Mutlak hesap sorulacak

Hiçbir delil olmadan bir itirafçının beyanlarıyla hapiste tutulan #MustafaKoçak’ı, adil yargılanmak için başlattığı ölüm orucunun 297. gününde kaybettik. Katil Devlet Hesap Verecek!

Soru nedir? Soru neden sorulur? Soru kime sorulur? Bir soru; bugün neye ihtiyacımız var?

Günümüz kapitalist devletlerinin iddiası milyonlarca insanı yönetebilmek. İnsanlar arasındaki ilişkileri, insanların eğitimlerini, sağlıklarını, güvenliklerini planlamak iddiasındalar. Tüm bunları yapmaya mecbur olmalarının sebebi, o milyonların ürettikleri… Bunları yapmak zorundalar çünkü o milyonların ürettikleriyle kendilerine kurdukları cennette yaşamaya devam edebiliyorlar.

Milyonlar ise onların gözünde sadece sayılardır, karlarına kar katmak için işlerine yarayan sayılar. Sayılar hasta olur mu? Sayılar ölebilir mi? Sayılar aç kalabilir mi? Sayıların çocukları var mıdır bakmak zorunda oldukları? Biraz eksilseler sorun olur mu? Yoksa zaten milyonlarcadırlar ve hesaba dahil edilmeyecek küsurat mı olur eksilmeleri?

Her gün açıklanmaktadır; şu kadar test yapıldı, şu kadar hasta yoğun bakımda ve şu kadarı ölmüştür. İçinden geçtiğimiz salgın süresince tüm dünyada üretenlere, yaşamı var edenlere sadece sayılar olarak bakıldığını gördük, görüyoruz. Sınırlarında doğana bakmakla yükümlü olduğu iddia edilen devletlerin ise ilgilendiği tek şeyin ekonomi olduğunu gördük, görüyoruz.

Biz sayılardan ibaret değiliz; yaşamlarımız için sorularımız var.

Ölüm nedeni belirsiz veya zatürre olarak geçip de virüsten ölen kaç kişi var? Yoğun bakım hastalarında artış yok denirken kaç hasta yoğun bakımdayken hayatını kaybetti ve onların yerine kaç yeni hasta geldi? Şu an kaç işçi hangi koşullarda çalışıyor? Kaç işçinin ücretsiz izin ile işine ara verildi veya kaçı işten çıkarıldı?

Elbette ki sorular cevaplandırılmaları içindir ve muhataplarına yöneltilir.

Bugün ilk akla gelen muhatap olan devlet ise soruları tersten cevaplandırmaktadır. Hastane inşa edeceğiz diyerek Atatürk havalimanını ranta açmak ama Adana’da belediye tarafından kurulan sahra hastanesini mühürlemek; salgın sebebiyle kapalı bulunan Salda gölünde çalışmalara başlamak; infaz yasasını geçirerek katilleri, tacizcileri, çocuk tecavüzcülerini bırakmak; Soylu, Saray, Pelikan, Ergenekon arasında çeşitli güç oyunları; ‘maliyeti yüksek’ olur diyerek insanların canları üzerinden yapılan hesaplamalar; boğaz arazilerini bir yıllık 3100 lira gibi bir ücretle kiralamak ama ücretsiz ekmek dağıtımını yasaklamak… Soruları da cevapları da uzatmak mümkündür.

Kabul edilmelidir ki soruları soran bizler bu cevaplar karşısında soruların muhatabı haline de geldik. Yaşamak ve yaşatabilmek için bu soruların cevabına ihtiyacımız varsa onları cevaplandırmakla da yükümlü olan bizleriz.

Önümüzde iki seçenek vardır: Ya açıklanan tüm verileri kabul ederek iyiye gittiğimizi, ne kadar da güçlü bir ekonomimiz olduğunu, işçilerin canını kurtarmak için hafta sonu sokağa çıkma yasağının bilimsel olarak yeterli olduğunu kabul etmek, ya da bunları kabul etmiyorsak gerçekleri gün yüzüne çıkarmak için bir araya gelmek.

Bu süreçte yaşananlar bizim sorumluluğumuzdadır.

İster kabul edelim ister etmeyelim iş başa düşmüştür. Bu sorumluluğu üstelenmemiz gerekmektedir. Yaşamak ve yaşatmak için Türk Tabipler Birliği, sendikalar, meslek odaları, siyasi partiler ve örgütler, belediyeler, demokratik kitle örgütleri, dayanışma ağları, sorularımıza cevapları da, çözümü de biz birlikte bulabiliriz diyen bütün örgütlenmelerin bir araya gelerek bir kriz koordinasyon merkezi oluşturması elzemdir.

Gerçek bilginin halka ulaştırılması, sürecin tüm açıklığıyla ele alınması ve incelenmesi, alınması gereken önlemlerin doğrudan hayata geçirilmesi, açığa çıkan ihtiyaçların koordineli bir şekilde dayanışmayla karşılanması için bir araya gelelim.

Yönetenlerin eskisi gibi yönetemiyor olması yetmez; yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemiyor olması gerekir. Bugün eskisi gibi yönetilmek istemiyor olmanın göstergesi, kendi yönetim mekanizmalarımızı geliştirmek, sorunlarımıza ve sorularımıza birlikte çözüm bulmak, dayanışma ağlarıyla yaşamı savunmaktır.

Bizi ancak, ortak mücadele ve dayanışma yaşatır!

İşçi Gazetesi’nin 180. sayısı çıktı!

Milyonlarca işçi-emekçi öldürücü salgına rağmen hala fabrikalarda, şantiyelerde, atölyelerde kâr hırsıyla hiçbir önlem alınmadan çalıştırılmaya devam ediyor.

Her gün televizyon ve gazetelerden sayılar yayınlayanlar o sayıların insan olduğu gerçeğini bize unutturmak istiyor.

Hafta içi sıkış tepiş servislerle işe gitmek yasak değil, fabrikalarda yemek molası hala kısa olduğu için hızlıca kuyruğa girmek yasak değil. Kısacası virüs yüzünden ölmek yasak değil ama mesela; “Bizi virüs değil, bu düzeniniz öldürür” demek yasak!

Efendilerinin papağanı olmak dışında bir işe yaramayan burjuva medya, bize reva görülen esareti perdelemekle vazifeli.

Burjuva medyanın karanlığını deleceğiz!

İşçinin emekçinin sesini, sokaklarda, mahallelerde, fabrikalarda daha da yüksek sesle duyurmaya devam ediyoruz.

Burjuva Medya Mezara, Yaşasın İşçi Gazetesi!

Gazetemize; Kaldıraç bürolarından, Aka-Der şubelerinden ve [email protected]’a talep bildirerek ulaşabilirsiniz.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...