Ana Sayfa Blog Sayfa 105

Tüm Çalışanlar için Sağlık Platformu’ndan işyerleri önünde eylem

Tüm Çalışanlar için Sağlık Platformu salgın nedeniyle işçilere ölüm dayatılmasına karşı eylemdeydi.

Sabah saat 07.30’da Tuzla Sedef Tersanesi önünde, ardından ise Mutlu Akü ve Omega Motor önünde yaptığı açıklamalarla salgın karşısında işçi hayatını önceleyen önlemlerin acilen hayata geçirilmesi, zorunlu mal ve hizmet üreten işyerleri dışındaki tüm işyerlerinde üretimin durdurulması, işçilerin ücretli izne çıkartılması ve işçileri salgın hastalığa, ölüme mahkûm eden işyerlerinde işçilere işten kaçınma hakkını kullanma çağrısı yaptı.

“Geber” diyenlerin hepsinden hesap sormak için…

Bugün Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, İl müdür yardımcıları olan Nail Noğay’ı görevden aldı.

Nail Noğay, Roman bir kadına “Geber” dediği için.

8 Nisan Dünya Romanlar Günü’nde, “Bu sabah çöpleri gezerek çocuklarıma ekmek getirdim. ‘Evden çıkma’ diyenler gelip evimin halini görsün. Çocuklarım aç, mecbur çıkacağım” demişti kadın. İstanbul Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdür Yardımcısı Nail Noğay ise videonun altına “Açız” diyen kadına “Geber” diye yazmış.

Nail Noğay’ı görevden alarak kendinizi aklayamazsınız. O sizin aynanızdır.

Romanları, Ermenileri, Kürtleri, Alevileri, ezilen tüm halkları ‘geber’tme planları yapanların, Hrant’ın katillerinin, halkların katliam emirlerini verenlerin, göz yumanların, alkış tutanların aynasıdır.

“Geber” yazan, bakanlığın il müdür yardımcısıdır.

Tek o mudur? Peki bugün tüm bakanlıklar yaptıkları anlaşmalarla, ihalelerle şirketlere milyarlar saçarken, devlet hastanelerindeki doktorlara koruyucu maske bile sağlamazken; halkların vergileriyle ceplerini dolduranlar, işçi ve emekçileri salgın koşullarında ölümüne çalışmaya iterken ne demek istiyorlar?

Gıda ve sağlık ihtiyaçları karşılanmayan milyonlara “evde kalın” demek, “Geber” demek değilse nedir?

Şirketlere milyarlarca lira, halka ise kolonya dağıtacağız demek “Geber” demek değilse nedir?

Bakanlık konuyla ilgili açıklamasında, “Bilinmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti’nin olduğu yerde kimse sahipsiz ve yalnız değildir” demiş . Biliniyor, tabii… İsterseniz bakanlık görevlileri olarak hastane hastane gezip maskesiz ve koruyucu ekipmansız çalıştığı için korona olan doktorların da yüzlerine söyleyin bunu tek tek. Alınmayan önlemlerden dolayı ölenlerin yakınlarının gözünün içine bakarak da söyleyin.

Bakanlığınızın kadına yönelik şiddeti destekleyen politikalarından güç alarak kendilerini döven erkeklerle şu an aynı evde oturan kadınlara söyleyin. Diyin ki; “Türkiye Cumhuriyeti’nin olduğu yerde… Hiç kimse…” Ensar Vakfı’nda tecavüze uğrayan çocuklar için “Bir kereden bir şey olmaz” demişti bakanınız. O çocuklara, o çocukların ailelerine de söyleyin tek tek.

Şimdi siz yönete’meye’nlere değil; biz bize döneceğiz; halklar, işçiler, emekçiler, kadınlar olarak yaşamak ve yaşatmak için harıl harıl çalışan dayanışma ağlarımızı büyütecek, geliştireceğiz. Halkların birbirinden aldığı gücü büyüteceğiz. Ama sanmayın sizi unutacağız. Dün ve bugün bize “Geber” diyenlerin hepsinden hesap sormak için örgütleniyoruz.

Saray Rejimi, paylaşım savaşı ve “demokrasi” meselesi üzerine

Son dönemde, bir metot hâline getirdik, görüşlerimizi maddeler şeklinde yazıyoruz. Bazan kolaylık sağlamıyor olsa da, konuya doğrudan girmek açısından faydalı oluyor gibidir.

Bunun bir nedeni, içinden geçilen dönemde, at izi ile it izinin birbirine karışması sonucu, kendi görüşlerimizi daha anlaşılır biçimde ifade etme isteğidir. Yani, bir nevî altını çizme meselesi olarak da bakabilirsiniz. Bazan, bir konuda, konuşmanızın bir yerinde, sizin söylediklerinizin, başkalarının söyledikleri ile karışması çok mümkün oluyor. Bakıyorsunuz ki, emperyalizmle göbek bağları çok gelişmiş bazı isimler, “emperyalizm”den söz ediyorlar. Gerçek bir anti-emperyalist ile, böylelerini karıştırmak, dikkatsiz birisi için mümkündür. İkinci nedeni, siyasal analiz yapan “uzmanlar”ın, mantar türlerinin yarışamayacağı kadar hızla çoğalıyor olmasının beraberinde getirdiği, “dinlemekten” bıkmadır. Maddeler, en azından göz atmaya olanak veriyor. Ve doğrusu, maddeler, “konu başlıkları”nı da netleştirmeye olanak veriyor. Hele ki, bu yazının başlığındaki gibi kapsamlı konular ele alındığında, bu daha da önemli oluyor.

Kabul etmemiz gerekir ki, böylesi maddeleştirmeler, her zaman olmasa da, bazan, yazım dilini, edebî değer açısından olumsuz etkiliyor. Bunu elbette bir özür olarak da kabul edebilirsiniz.

1-

Kürt devrimi, 12 Eylül karşı devriminin içinden kendi çıkışını yakalayarak, büyüterek çıktı. Aynı dönemde, Türkiye devrimci hareketi, ağır darbeler alıyordu ve doğrusu darbelerin en büyüğü, ideolojik alanda alınan darbeler idi. Kemalizm ile, daha doğrudan söyleyecek olursak, devlet ile bağlarını kesememiş devrimci hareket, sonuçta, ağır yenilgi ile kolayca geriletilmiş oldu. Ve SSCB yenilgisi, bunun üzerine binmiştir. SSCB yenilgisinin, dünyanın farklı coğrafyalarındaki devrimci hareketlere etkisi, kuşkusuz farklı olmuştur. Ama ülkemiz sol hareketini, en çok ideolojik açıdan etkilemiş, 12 Eylül ile başlayan sosyalizmin bittiği propagandası daha etkili hâle gelmiştir.

1992 yılı, Kürt devrimi açısından bir dönüm noktasıdır. Kürt devrimi, “ilk aşamasını”, yani ulusal bilinç oluşumu anlamındaki aşamasını, özgün biçimde çözmüştür. Bunun tarihi 1992’dir. Kürt sorunu, 4 parçalı ve bölgemizi saran bir sorun olduğu için, bu “ulusal bilinç” meselesinin çözülmesi, bir “ulus devlet” ile sonuçlanmamıştır. Bölgenin yapısı ve tarihi bu açıdan önemlidir. Kürtlerin yaşadığı iki coğrafyadaki devletler, kendileri de sömürge olan devletlerdir: Türkiye ve Irak böyledir. Suriye ve İran’ın daha özgün bir yapısı olduğu kabul edilmelidir. Dahası, Kürt devrimi, ağırlıklı olarak PKK önderliğinde Türkiye Kürdistanı’nda gelişmiştir. Türkiye bir NATO üyesidir. Ve nihayet, SSCB’nin çözülmesi ile başta 5 emperyalist güç olmak üzere, emperyalist güçler arasında paylaşım savaşımı başlamıştır. Bu paylaşım savaşımı da, sorunun “ulusal” aşamasının özgün anlamda çözümünü, “ulusal bilinç” geliştiği hâlde, devlete dönüşmemesi meselesini etkilemiştir.

Bu özgün “çözüm”, birçok kişi tarafından çözülmemiştir şeklinde ele alınabilir. Bir ölçüde de realiteye uygundur. Ama, 1992’de Kürt halkı, esas itibarı ile, mücadele ile haklarını almıştır. Bunun siyasal ve hukukî yapıya kavuşması ayrı bir meseledir.

Bu aşamada, nesnel olarak, Kürt devriminin önünde; a- kazanımları siyasi-hukukî bir yapıya bağlamak, kavuşturmak, b- daha ileriye giderek sosyalist bir Kürdistan için, bölge devriminin kaldıracı olabilmek alternatiflerini görebiliriz. Devrime katılan “yeni” unsurlar, orta sınıflar, elbette bir ulus devlet de dahil, özerklik de dahil bir hukukî-siyasi yapı talebi ile sınırlı tutum almışlardı. Hâlâ da böyledir. Kaldı ki, bu “gereksiz” gibi bir tutumla konuşmuyoruz. Kürt halkı bunu uygun görüyor ve bununla yetinecekse, elbette bize kabul etmek düşer. Ama, Kürt devrimi, daha ileri gitmenin olanaklarını taşıyordu ve bugün de taşımaktadır. Bunu daha fazla istediğimizi söylemek durumundayız. 1992’den bu yana, oldukça çetin bir mücadele yürüdüğü de açıktır. Bu mücadele, bir yandan, Kürt halkının her kazanımını gasp etme amacını da gütmektedir. Ama en çok, işin sosyalizme evrilmesinin önlenmesi hedeflenmektedir. Ve bu konuda, tüm egemenler, sadece bölgedeki devletler değil, onların efendileri emperyalist odaklar da hemfikirdir. Ve Kürt devriminin bu ikili durumu gözardı etmesi, elbette saçma olurdu, hâlâ da saçma olur.

2-

Emperyalist efendiler ve onların uzantıları, Kürt devrimine karşı Barzani oluşumunu desteklediler, desteklemeye de devam etmektedirler. Barzani, Kürt devriminde, gericiliğin, aşiret ilişkilerinin ve kapitalist köleliğin, emperyalizmle uzlaşmanın temsilcisidir. Bunu kabul etmeyen de yoktur. Ama Irak Kürdistanı’ndaki yapılanma da bir realitedir.

Bugün, biz birçok nüansı ihmal etme pahasına, Barzanici eğilim ile devrimci eğilimin Kürt sorununda iki ayrı cephe olduğunu söyleyebiliriz.

3-

Suriye savaşı, emperyalist paylaşım savaşımının, bölgemizde yeni bir aşamaya yükselmesi demektir. Suriye coğrafyası, ABD-İngiltere-Türkiye-Suudi Arabistan-İsrail ve daha başka bölge devletleri eli ile, tahrip edilmiştir.

Rusya’nın savaşa doğrudan dahil olması, Çin’in de desteği ile, hem dünya çapındaki savaşın büyüdüğünü göstermiştir, hem de ABD’nin Rusya ve Çin’i etkisiz kılarak, Batılı ortaklarına (aynı zamanda paylaşım savaşımındaki rakiplerine) pastadan pay vererek, kendi istediklerini alma girişimidir. Rusya ve Çin’in savaşa aktif katılımı, Suriye savaşını, Çin denizine, Ukrayna’ya, Venezuela’ya kadar yaymıştır. ABD, açıkça Rusya ve Çin’e karşı “ortaklık” aramış, bu arada ise, kendi payını ve kurallarını diğer emperyalist güçlere (İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’ya) dayatma olanağını oluşturmak istemiştir.

Suriye savaşının seyrinin ABD’nin istediği gibi gitmemiş olması, bu planları istediği gibi gerçekleştirmesini şimdilik önlemiştir.

Bu nedenle, bu savaşa, Suriye savaşına “vekâlet savaşı” demek doğru değildir. Bu ABD adına doğrudur, İngiltere adına, Türkiye adına, İsrail adına, Suudi Arabistan adına, bir yere kadar doğrudur. Ama Suriye, İran, Çin ve Rusya cephesi için doğru değildir.

ABD adına vekâlet savaşı yürütenler, en başta IŞİD unsurlarıdır. Adları ne kadar değişirse değişsin, bunlar ABD ve ortaklarının unsurlarıdır. Bunlara, İsrail ve Türkiye’yi, Suudi Arabistan’ı ve başka bölge devletlerini eklemek mümkündür. Ama Suriye halkları, sadece devleti değil, halkları da, bu savaşta kendileri için savaşmışlardır, hâlâ da kendileri için savaşmaktadırlar.

IŞİD çetelerinin Kürtlerin, Ezidilerin, Süryanilerin ve bölge halklarının üzerine sürülmesi, kim ne derse desin, doğrudan ABD planlarının, onun uzantısı olan İsrail, Suudi Arabistan ve Türkiye devletlerinin doğrudan işidir.

Elbette ABD, bu savaşta elini en az kirleten, Türkiye de en fazla kirletendir.

Kürler başta olmak üzere, halkların üzerine IŞİD çetelerini sürmeyi başaran ABD, bu nedenle, hâlâ Kürtlerin hamiliğine soyunabilmektedir.

Zira savaşın bir aşamasında Rusya devreye girdikten sonra ve Kürtlerin aktif ve militanca mücadelesi IŞİD çetelerini püskürttükten sonra, Suriye devlet güçleri kendini biraz topladıktan sonra, ABD, Kürtlerin “dostu” rolüne bürünmüştür. Oysa gerçekçi analiz, Kürtlerin kendi güçlerini kullanarak katliamları önledikleri şeklinde olmalıdır. Rojava devrimi budur.

ABD, bu devrimi “ehlileştirmek” ve Barzani güçlerinin kontrolüne vermek için, az mücadele etmemiştir. ABD, açık olarak, kendine ve Barzani’ye bağlı bir Kürt oluşumu için uğraşmaktadır. Böylece, hem Irak Kürdistanı’nda, hem de Suriye Kürdistanı’nda Barzani güçleri egemen olabilse idi, Türkiye parçasındaki sosyalist eğilimler de dengelenmiş olacaktı. O zaman Türkiye parçasındaki Barzani güçleri de güç toplamış olacaktı. Böylece ABD, Suriye sahasında, kendi varlığı için bir temel arama peşindedir. ABD, bunun dışında Kürt halkının dostu vb. olamaz. Bugüne kadarki tarihi, bunun açık kanıtıdır. Hiçbir emperyalist güç, en başta da ABD, bir halkın mücadelesine destek olarak görülemez, garantör olarak ele alınamaz.

TC devletinin Afrin ve Münbiç bölgesindeki işgali, gerçekte bu amaca hizmet etmektedir. TC devleti, kendi adına, “terör” tehdidinden söz ede dursun, gerçekte, bu işgal hareketi, en başta ABD adına yapılmıştır. Elbette, bu işgaller, TC devletinin Saray Rejimi organizasyonunun, yeni Osmanlıcı heveslerinin de devamıdır. TC devleti, bir anda, “misak-ı milli” sınırlarını, Suriye topraklarına kadar uzatmıştır ve doğrusu ardından, bunu başarabilse idi, Kerkük ve Musul meselesi de gündeme gelecekti. Zaten, Irak Kürdistanı’ndaki güçleri-üsleri, bu amaçla oradadır. “Pençe harekâtı” tamamen bu işgal girişiminin kodlarını vermektedir. Bu anlamda içeride yürütülen Kürtlere karşı katliam siyaseti de bunun devamıdır ve ABD’nin bu politikaları onaylamadığını düşünmek saflık olacaktır. 2015’te barış masasının dağıtılması ile, bunun açık ilişkisi görülebilir durumdadır.

4-

Bugünlerde Suriye savaşı, yeni bir aşamaya evrilmiştir. İdlib savaşı diye anılabilir. İdlib, gerçekte neden bu denli önemlidir? Çünkü, TC devleti için, IŞİD unsurlarını kullanabileceği ve Suriye topraklarında kalıcı olmasını sağlayacak yer İdlib olarak görülmektedir. İster “ulusalcı”, ister “Ergenekoncu”, ister “İslamcı” olsun, TC devletinin tüm güçleri, Saray Rejimi, bu amaçla oradadır. Elbette efendileri ABD, savaşın bu yönde sürmesini ve Suriye savaşının bitmemesini istemektedirler. ABD, kendi adına bu işi yapmaya hevesli TC devletini sahaya daha etkin sürmek istemektedir.

İdlib’in bir önemi budur.

İdlib, öte yandan, IŞİD’in son yeridir. Esad, IŞİD’in son kalesi demektedir. Bu sahada, Soçi ve Astana mutabakatlarına rağmen, TC ordusu, IŞİD güçlerini kontrol etmek bir yana, açıkça desteklemektedir. Bu destek de yeni değildir. Bu destek, savaşın en başından beri vardır. Saray Rejimi, IŞİD güçlerini, içeride sadece Kürdistan’da değil, Batı’da da kullanmaktan geri durmamıştır ve bu yolla gerçekleştirdikleri katliamlar, unutulmuş değildir.

Dahası, içeride oldukça zor duruma düşen Saray Rejimi, kendi varlığını sürdürebilmek için, ABD’nin emirlerini bir bir yerine getirmek ve savaş müptelası gibi, savaşa daha fazla sarılmak zorunda hissetmektedir. Bunun da bir gerçekliği olduğu kabul edilmelidir. Saray Rejimi, çöküşünü görmektedir. Bunca katliamdan sonra, ayakta durabilmek için, ABD desteğini alabilmek için savaş naraları atmak zorundadır.

İdlib savaşında, Şubat ayının son haftasında yaşanan gelişmeler, TC ordusunun Suriye güçlerine karşı, IŞİD çeteleri ile aktif savaşa tutuşması, on binlerce askeri oraya yığması bu çaresizliğin de sonucudur.

İdlib düştüğünde, TC, işgal bölgelerinden çekilme sorunu ile yüz yüze kalacaktır.

İşte bu nedenle, bu denli riskli ve saldırgan bir tutum takınmaktadır. Astana ve Soçi mutabakatlarını hiçe sayması, ABD teşvikleri ile olduğu kadar, bununla da ilgilidir. İdlib’de saldırırken, aynı anda, Kürt bölgelerine karşı da atak yapmaktadır. İşte, 27 Şubat akşamı, Suriye ve Rusya güçlerinin saldırıları ile, büyük kayıplar veren TC devletinin bu politikaya bir “mola” vermek üzere Moskova’ya gitmesi bu nedenledir.

Moskova’dan, kuşku yok ki, yeni bir mutabakat ile geri dönmüşlerdir. Bu yeni mutabakatta, M4 karayolunu boşaltma kararı vardır. TC devletinin buna ne denli uyacağı, IŞİD çetelerini bundan sonra nasıl kullanacağı aslında sır değildir.

Artık, bir yandan, IŞİD güçlerinin temizlenmesi meselesi, bir yandan da TC ordusunun işgal bölgelerinden çekilmesi meselesi, savaşın bu yeni aşamasının önemli bir konusu, gündemi olacaktır.

Suriye’nin yeniden “imarı”, siyasal anlamda da, ekonomik anlamda da, geciktirilmek istenmektedir. Çünkü ABD’nin bölge planları sadece Suriye sahası ile sınırlı değildir. Meselenin içinde İran meselesi de vardır.

5-

Kürt sorunu, bölgenin en önemli sorunudur. Elbette, Filistin sorununu da eklemek gerekir. Her iki sorun da “uluslararası” bir nitelik kazanmıştır

Her iki sorunun da, ama özellikle Kürt sorununun çözümü açısından, en önemli mesele, bölgeden tüm emperyalist güçlerin çekilmesi ya da sökülüp atılmasıdır. Bunu söylemek kolay derseniz, kabul ederiz. Söylemesi kolay, gerçekleştirilmesi oldukça zor olsa da, gerçek budur. Bu gerçek yokmuş gibi, bir emperyalist güce dayanarak çözüm aramak, çözüm bulduğunu iddia etmek, körlüktür, emperyalist köleliğin bir başka biçimine razı olmaktır.

Bu elbette devrimci bir savaş demektir. Zaten yapılmakta olan da budur.

Şimdi, tüm bölge halklarının, ortak, koordineli anti-emperyalist mücadelesini yükseltmek en önemli sorundur. Bunun önündeki en büyük engel ise, Kürt devrimi dışında, Kürt halkı dışındaki halkların örgütlülüğünün zayıf olmasıdır. Bu zayıflık, bölgede emperyalist güçlerden birine dayanma arayışlarını da güçlendirmektedir.

Bu denektir ki, bu daha çok, bizim, Kürt devrimi dışındaki devrimci güçlerin savaşkan bir tutum geliştirebilmesinin önemi artmaktadır. Elbette, bunun sorumluluğunu duymadan, bu konuda konuşmak, gevezelik dışında bir anlam ifade etmez.

Bu açıdan Irak’ta gelişen direniş, önemlidir. Lübnan’da gelişen direniş önemlidir. Ama daha da önemlisi, bölgenin iki büyük işçi sınıfının yer aldığı, Türkiye ve İran’da gelişecek devrimci direniş olacaktır.

İşçi sınıfı, tüm bölgede, ayağa kalkmalıdır. Bunun önemi, sadece mücadelenin seyrinin sosyalizme doğru değişmesi anlamına gelmesinden gelmiyor, aynı zamanda, devrimci direnişin yerleşik, sürekli bir hâl alması ve istikrarlı biçimde büyümesi açısından da çok önemlidir. Bu açıdan da önemli olanaklar ortaya çıkmaktadır.

Savaşa, katliamlara, emperyalist oyunlara son vermenin, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya yaratmak üzere bölge devrimini geliştirmenin başkaca yolu yoktur.

6-

Saray Rejimi çözülmektedir.

Erdoğan iktidarına, “tek adam diktatörlüğü” demek artık geride kalmıştır, kalmalıdır. Erdoğan, Saray Rejimi’nin oyuncularından biri, belki de en önemsizidir.

İdlib savaşında, Suriye topraklarında, Libya’da kendi ömrünü uzatmak için “atılımlar” yapan Saray Rejimi, bunu artık sürdürebilir durumda değildir. İçeride, burjuvazi, emperyalist güçler dahi, Erdoğan sonrasına bakmaktadır.

Sadece Erdoğan sonrasına da değil.

Bugün, Saray Rejimi adını verdiğimiz bu yapılanmanın sürdürülemeyeceğinin genel bir kanı olması boşuna değildir. Bu noktada, elbette Saray Rejimi, “pes” diyerek kenara çekilmeyecektir. Savaşı yoğunlaştırmak için dışarıda yaptıkları “çılgın” hamleleri, içeride baskı ve şiddet, katliam politikaları ve karartma siyaseti izleyecektir.

Ama artık, bu konuda, değişik dozlarda, farklı biçimler altında bir direnişin gelişmekte olduğu da görülmelidir. Bu bir gerçekliktir. Bunun barikat savaşlarına dönüşmemiş olması, direnişin önemini azaltmaz. Durumu olduğu gibi görebilmek gerekir.

Bu açıdan doğru politika, direnişi yaygınlaştırmaktır.

Direnişi yaygınlaştırmadan, “demokrasi ittifakı” ile CHP’nin kuyruğuna takılmak doğru bir rota olmayacaktır. Direniş yaygınlaştırılmadan, “demokrasi ittifakı”, aslında burjuva çözümlere kapı aralayacaktır. Ve bu, daha iyi bir düzen anlamına hiç gelmeyecektir.

Egemenler, içinde bulundukları siyasal ve ekonomik kriz koşullarından bir çıkış yolu aramaktadır. Ne ekonomik krize ne de siyasal krize çözüm bulabilecek durumda değildirler.

Dahası, emperyalist paylaşım savaşı, yeni İdlib mutabakatları ile sona ermeyecektir. Bu savaş, kapitalist-emperyalist sistemin tükenişinin, krizinin sonucudur. Burada kriz, büyük anlamda bir çöküşün de ifadesidir. Ve bu çöküş, dünya çapındadır.

Savaşın, bölgemizde yoğunlaştığı bir gerçektir. Ortadoğu, paylaşım savaşımının ana noktalarından biridir. Ama savaş, dünya çapında bir savaştır. Bölgemizde, istedikleri sonuçlara henüz ulaşamamış olmaları, savaşı hafifletmeyecek, çöküşü daha da artıracaktır.

Erdoğan iktidarının sonu görünmüştür.

Bu durum, Erdoğan iktidarı sonrası da devam edecektir. Elbette bu noktada, “demokratik” taleplerin dile getirilmesinde bir sakınca yoktur. Ama buna güvenerek, direnişi geliştirme yaklaşımının hızı kesilmemelidir. Bu büyük bir hata olur.

Erdoğan sonrası durumun, elbette bir “sol” açılım yaratması mümkündür. Ama bu, direnen işçilerin örgütlülüğü oranında, Saray Rejimi’nin de sonunu getirecektir. Bununla da yetinmek doğru değildir. İşçiler, halklar kendi iktidarları için, gerçek anlamda işçi demokrasisi için mücadeleye hazırlanmalıdırlar.

Bu nedenle, genel direniş, genel grev yerindedir. Elbette bu hemen şimdi anlamına gelmez. Ama bunun örgütlenmesi, tüm bölgedeki devrimci mücadeleye de önemli bir katkı sağlayacaktır.

Bunca baskı, şiddet, katliam, karanlıktan sonra, bir günlük nefes almayı savunamayız. Tersine, sürekli ve özgür bir hava soluma rüyamızı, istemimizi dile getirmemiz, bunun için direnişi örgütlememiz gereklidir.

Mücadelenin bugünkü aşamasında, Saray Rejimi’ne karşı mücadele için, devletin bir başka koluna güvenerek adım atılamaz. Nasıl ki, bölgemizde herhangi bir emperyalist güce yaslanarak bir gelecek aramak yanlış ise, aynı biçimde, içeride, Saray Rejimi’ne karşı devletin başka güçleri ile ittifaktan medet ummak da yanlıştır.

Dost ve düşman ayrımı önemlidir.

İşçi sınıfı ve bölge halkları için, ne herhangi bir emperyalist güç, ne de onların bölgemizdeki işbirlikçisi egemen güçlerin herhangi bir kesimi dost değildir. Kendi iradesini bu güçlere teslim etmiş bir halk ve işçi sınıfı yenilmeye, bir kere daha hüsrana uğramaya mahkûmdur.

Rant, yağma ve savaş ekonomisine dayanan bu karanlık Saray Rejimi çatırdamaktadır. Onun yıkılışı, işçilerin devrimci başkaldırısına dayandığı ölçüde renkli sonuçlara gebedir.

İşçilerin iktidarı dışında bir demokrasi artık yoktur. Sadece bizde değil, dünyanın hiçbir yerinde yoktur.

Dünya, sosyalizmin yeniden yükselişine sahne olacaktır.

Bölgemiz, en başta Anadolu ve Mezopotamya, sosyalizmin yeniden yükselişinin bölgelerinden biri olmaya adaydır.

Yeter ki, sabırla ve inatla, devrimci mücadeleyi yükseltmeye kararlı olalım.

Yeter ki, örgütlü direnişi daha sağlam örelim.

Kapitalizm, salgın ve sınıf savaşımı

COVID-19 virüs salgını, dünya kapitalist sisteminin gerçek yüzünü gösteriyor.

Zengin ülkeler, emperyalist efendiler, virüse karşı mücadele edecek, insan hayatını kurtaracak insanî önlemler almaktan tümüyle uzaktırlar. Her biri, ardarda, tekelleri koruyacak, rant sağlayacak “ekonomik” önlemler açıklıyor.

ABD, Trump, en başından, virüs Wuhan/Çin’de görüldüğünde, durumu alaya almakta tereddüt etmedi. Utanç verici ve kendine yakışan tutumunu sürdürdü. Adına, ‘Çin virüsü’ dedi. Belli ki, virüs Wuhan eyaletini vurmaya başlayınca, Çin’in bunun altında kalacağını düşünüyordu. Böylece, bir yandan, Çin ile sürdürdüğü ticaret savaşımını kazanmak için şans elde ettiğini düşünüyordu, öte yandan Amerikalı firmalara, üretimi Çin’den ABD’ye çekin çağrıları yapmaya çalışıyordu.

ABD, tıpkı diğer emperyalist ülkeler gibi, salgını, 2008’den beri sürmekte olan krizin çözümü için bir fırsata dönüştürmek istiyor.

Hele ki virüs İran’da etkili olmaya başlayınca, ABD, İsrail ve İngiltere cephesinin, bir tek zil takıp oynamadığı kalmıştı. Zil takıp oynamadılarsa, bunun nedeni, eğlencelerinin içinde zille oynama olmadığındandır. Yoksa mutlaka sevinçleri “tepe” yapmıştır. İran’a yönelik ambargo, hiçbir insanî neden düşünülmeden devam ettirildi. Zaten haksız olan ve “uluslararası hukuka” uygun olmayan bu ambargonun azaltılması, gevşetilmesi bir yana, daha da şiddetli bir biçimde uygulanması istenmekteydi.

Virüs, yayılmaya devam etti.

Çin’in Wuhan bölgesi, gelişmiş endüstrinin yer aldığı, dünyanın “tedarik merkezleri”nden biridir. Bu nedenle virüsün hızla yayılması da zor olmadı. Virüs yayıldıkça, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere kılını bile kıpırdatmadı. Hâlâ da öyledir.

Ama virüs İtalya’ya vardığında, kapitalist sistemin ne olduğu, ne olmadığı da ortaya çıkmaya başladı.

Çin ve ardından İran, Batı değer sistemi içinde zaten “şeytanî” olduklarından, virüs onlar için adeta allahın bir cezası olarak ele alınabilirdi. Batı, bundan da keyif alırdı.

Oysa İtalya virüs salgınının en hızlı yükseldiği ülkelerden biri olarak öne çıkmaya başlayınca, İtalya’nın açık yardım çağrılarına, Almanya, ABD kulak tıkadı. Almanya ve ABD, sürmekte olan hegemonya savaşı ve paylaşım savaşımına uygun olarak tutum aldı: “Savaştayız beyler” demiş olmalılar. En azından tercümesi budur.

Aynı dönemlerde virüs salgını, Çin’de kontrol altına alınmaya başlamıştı. Çin, neredeyse kendi ısrarı ile, dünyaya, elde ettiği virüse karşı mücadele deneyini aktarmak istedi ise de, pek kabul görmez gibi idi.

Dünya Sağlık Örgütü, 11 Mart 2020’de durumu “pandemi” (salgın) olarak ilan etti. Bu andan itibaren, AB bazı ülkelere fon verebileceğini ilan etti. Ve Türkiye, 12 Mart 2020’de, kendi topraklarında virüs olduğunu kabul etti. Oysa o zamana kadar, 12 Mart 2020’ye kadar, virüs nedeni ile ölenler bulunuyordu. Ve Saray Rejimi’nin kılı kıpırdamıyordu. Adeta, salgın görmezlikten geliniyordu.

İtalya, Çin’den ve Rusya’dan yardım istedi ve Çin, Küba, Rusya, İtalya’ya yardım için harekete geçti. Belki de bu yardım daha önceden istenebilse idi, durum biraz daha farklı olabilirdi.

İtalya’yı İspanya izledi ve ardından Fransa ve Almanya virüs vakalarının arttığı ülkeler olmaya başladı.

İngiltere, Hollanda, İsveç, virüs salgınına, bir şans olarak baktılar ve bu yolla, yaşlı kuşağın bir miktar azalabileceğini düşünmeye başladılar. İngiliz yönetimi, utanmadan, yaşlıların ölümü ile gelecekteki sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının azalacağının hesabını yaptı. Aynı şey Hollanda’da ortaya çıktı. Kapitalist sistem, uzun yaşayan emeklilere, artık bir “artı-değer” üretmedikleri için “sorun” olarak bakmaktadır. Ve bu o kadar yaygındır ki, diyelim Danimarka’da, 80 yaşını aşıp da hâlâ yaşıyor olmak, “utanılması” gereken bir şey gibi görülebilmektedir. Bu durum, salgın ortaya çıkınca, İngiliz, Hollanda ve İsveç hükümetlerinin tutumu için, ciddi bir zemin oluşturmuştur.

Nihayetinde ABD, vakaları ile Çin’i geçmeye başladı. Ve Trump, son derece garip bir açıklama yaptı. Trump, o güne kadar “Çin virüsü” dediği virüs vakalarının yayılması bu boyuta gelince, “Çin vaka sayısını gizliyor” dedi. Sanki, virüsün kumandasını elinde tutan bir adam gibi, başka bir gerçeği bilir gibi konuştu. Sanki, “biz Çin’den daha kötü durumda olamayız” demek ister gibiydi. New York Valisi, Trump’tan yeterli desteği alamadığını söyledi. Vali Cuomo, New York’ta tıbbî malzemelerin tükenmek üzere olduğunu söyledi. Vali “Federal Acil Yönetim Ajansı, 400 sunî solunum cihazı gönderiyor. 30 bine ihtiyacım varken 400 tane ile ne yapabilirim? Bu durumda ölecek 26 bin kişiyi siz belirleyin” diye isyan ediyordu.

İşte en gelişmiş kapitalist ülkenin sağlık sistemi budur. Lüks otel odalarını andıran, kâr üzerine kurulu, hastaya müşteri muamelesi yapan, hiçbir koruyucu hekimlik önlemi ile bağdaşmayan, halk sağlığı denilen şeye tamamen zıt bir sağlık sistemi.

Salgın, COVID-19 virüsünden kaynaklanıyor. Virüsün “insan yapımı olmadığı” konusunda ABD laboratuvarlarından açıklamalar geliyor. Aslında, bu açıklamalar, virüsün evriminin kendi doğasına uygun olabileceği anlamına geliyor. Ama, bunun bir silâh olarak kullanılmadığının kanıtı bu olamaz.

Çin’e virüsün geliş kaynaklarından birisinin Wuhan bölgesine iş-fuar ziyaretine gelen 300 civarındaki Amerikan askerinin olduğu söylenmektedir. Virüsün ilk ortaya çıktığı yerin de Çin değil, ABD olduğu aşağı yukarı netlik kazanmış gibidir.

Ama bir virüsün doğal olması ile, emperyalist güçlerce silâh olarak kullanılması birbiri ile çelişmez. Pekâla, biyolojik bir silâh olarak kullanılabilecek virüsler vardır. Dahası, biliyoruz ki, ilaç şirketleri, kendi kârları için, hastalıklar üretmekte, var olan hastalıkları kronik hâle getirecek ilaçlar üretmektedir. Bu nedenle, pek çok astım ilacı astımı kronikleştirmekte, pek çok şeker ilacı şeker hastalığını müzminleştirmekte, pek çok tansiyon ilacı tansiyon hastalığını daimi hâle getirmekte, pek çok kolesterol ilacı sizi hasta etmektedir. Bu, artık bir “komplo teorisi” değildir.

Ülkemizde, her yıl veremden ölenlerin sayısı 3 binin üzerindedir. Oysa veremin ilaçları da var. Ama TC devleti, sağlık sistemini bir rant sistemine çevirdiğinden, verem ilaçlarının etken maddesini azaltarak, SSK’ya satılmasını, bu yolla fiyatının düşmesini sağlamaktadır. Böylece, SSK üzerinden verilen verem ilaçları, etken maddesi azaltılmış, verem mikrobunu yenemeyen ilaçlar hâline gelmiştir ve bundan dolayı ölen her yıl 3 bin insan vardır. Bu, sadece bir örnektir.

Demek oluyor ki, sağlık sistemi ile ilgili birçok gerçek, insanın kabul etmek istemeyeceği kadar insanlık dışıdır. Ama durum budur. Kapitalizm, öldürür.

HIV virüsü de, salgına dönüştüğünde, bunun bir biyolojik silâh olup olmadığı tartışılmıştı. Vahşi hayvanlarda görülen virüs, ancak ve ancak cinsel yolla bulaştığından, insanlara bulaşmasının nasıl olabileceği tartışılmıştı. Sonradan yapılan çalışmalarda, HIV virüsünün ABD hapishanelerinden yayıldığı iddia edildi.

Demek ki, virüs ile bir salgın hastalık yaratmak ve bunu bir biyolojik silâh olarak kullanmak için, mutlaka virüsün “laboratuvar”da üretilmiş olması gerekmiyor. Ki, emin olun, laboratuvarlarda da üretiliyor.

Kaldı ki, laboratuvarda müdahale edilmiş bir virüsün de tamamen “kendi yapısının dışına” çıkartılması gerekli değil. Yani, kendi evrim süreci içinde uygun ayarlamalar yapılması çok da olanaklı olmalıdır.

Bizim açımızdan burası da çok önemli görünmüyor. Çünkü, nihayetinde virüs karşısında alınan tutumların kendisi bize birçok şeyi göstermektedir. Salgına karşı emperyalist güçlerin tutumu, zaten biyolojik silâh olarak kullanılmasından pek de farklı değil.

Hem kendi aralarında sürdürdükleri hegemonya ve paylaşım savaşımı için bu salgını da kullanmaktan geri durmuyorlar. Ki durmazlar.

Hem de, salgın vesilesi ile, sınıf farklılıklarının ne kadar keskin olduğunu görebiliyoruz. Tekeller dünyası, burjuvazi ve onların iktidarlarının son derece gelişkin bir sınıf bilinci vardır. Neyin kendi çıkarlarına ne ölçüde faydalı olduğunun hesabını yapmaları birkaç saatlerini almaktadır o kadar. Salgın, herkese virüs bulaşabilir mantığı ile ele alınmamalıdır. Tersine, yoksulun, işçi ve emekçinin ölüme gittiği, ölüme itildiği bir süreçtir.

Salgın ve paylaşım savaşımı arasındaki ilişkiye biraz daha yakından bakalım.

ABD, dünya hegemonyası iddiasını sürdürmek istemektedir. Bu hegemonya, adım adım çözülmektedir ve Suriye savaşı bunun en somut göstergesidir. ABD, dünyanın tek süper gücü olmayı çoktan kaybetti. Tek kutuplu dünya rüyaları çoktan yere çakıldı. Ve şimdi, 20. yüzyılın bir Amerikan yüzyılı olduğu gerçeği ne kadar doğru ise, bunun artık geçmişte kaldığı günlerin başlayacağı da o kadar gerçek gibidir.

Savaş, gerçekte, arkada yürüyen ekonomik savaşın dışa vurumudur. Bu açıdan da, aslında, ekonomik savaşın cephelerinden, daha farklı cephelerin oluşumuna neden olmaktadır. Ekonomik olarak savaş, daha çok, 5 emperyalist güç (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya) arasında sürmektedir. Oysa aynanın görünen tarafına yansıyan biraz farklıdır.

Aynanın bu tarafına yansıyan, ABD’nin AB ve Çin’e karşı ekonomik savaşı ve Rusya’ya karşı askerî cephe oluşturma isteğidir. Oysa ekonomik savaş olduğu gibi yansısaydı, AB ve Çin’e karşı askerî cephe planlanıyor olmalı idi, Rusya’ya karşı değil. İşte arada böylesi farklılıklar oluşuyor.

Trump, eğer bir doktrin oluşturmuş ise (birçok ABD başkanının kendisi ile birlikte anılan doktrini var, bazılarının yok), ki bence oluşturamamıştır, bu doktrin, Çin ve Rusya’nın düşman olarak görülmesidir. Ama aslında bu düşman ilan etme durumu, Batı dünyasını kendi şemsiyesi altında tutma isteğinin ürünüdür.

Ekonomik olarak dünyayı paylaşmak üzere savaştığı Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya iken, şimdi onları kendi etrafına toplama ve Çin ve Rusya’yı tehdit ilan etme isteğindedir. İşte bu, yakın tarihten gelen bir eğilimdir. Anlaşılması da kolaydı.

ABD, soğuk savaş döneminde kapitalist dünyanın hegemon gücü idi. Bu ABD hegemonyası, uzun İngiliz yüzyılının 1900’lerin başında bitmesi ile başlamıştır. İngiliz yüzyılı bitti ve geri gelmeyecek, Amerikan yüzyılı bitmek üzeredir. Ama, iş bu kadar basit değil. Arada, dünyanın eski düzenine son veren Ekim Devrimi gerçeği vardır. Tarih sadece bir tek şeyle açıklanacaksa, bu “emperyalist hegemonya” ile olamaz, mutlaka bir tek şey isteniyorsa “sınıf savaşımları tarihi” olarak açıklanması çok daha uygundur. Diğeri, ister istemez egemen sınıf tarih yazımı olur.

Ama tam da aynı dönemde, İngiliz hegemonyasının sonlarında, Ekim Devrimi ile kapitalist sistemden büyük bir zincir kopmuştur. ABD hegemonyası, bu nedenle, özellikle tüm soğuk savaş dönemi boyunca, daha çok askerî bir özelliğe bürünmüştü.

ABD, bu hegemonyayı, SSCB çözülünce, dünya hegemonyasına çevirmeye yeltendi. Bu yolla, askerî açıdan zayıf olan rakiplerini, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’yi, dünyanın yeniden düzenlenmesine “ikna” etmiş olacaktı. Oysa gelişmeler böyle seyretmedi. Afganistan ve Irak işgali, istenilen sonuçları vermedi. Avrupa, en başta da Almanya, Doğu Avrupa’ya hakim oldu. Japonya, ABD kontrolünden kurtulmak için, ABD’nin her zor anını kullanmaktan geri durmadı.

Bu arada ise, dünyanın fabrikası olan Çin, ağır ağır, kendi gücünü göstermeye başladı.

ABD, dünya parası hâline gelmiş olan doları kullanarak, karşılıksız paralar piyasaya sürerek, aslında, bunalımı daha da ağırlaştırdı.

Libya savaşı, ABD’nin Batılı ortaklarını kendi etrafında toparlama isteğinin göstergesi idi. Ama ardından gelen Suriye savaşı, Rusya’nın askerî gücü ile sahaya inmesine yol açtı. Ve ABD askerî gücü de tartışılır hâle gelmeye başladı.

Trump yönetimi, 2008 krizinin ardından geldi. “Amerika first”, içeri çekilmekten çok, dünya çapında “liberal ekonomi” kurallarının terk edilmesi anlamına da geldi. Böylece ABD, “neoliberalizm” bayrağını elinden attı.

İşte “çözülmekte olan ABD hegemonyası” dediğimizde, tam da bu süreci ifade etmek istiyoruz. Elbette bu bir süreçtir.

Nasıl ki İngiliz yüzyılı, bir daha geri gelmemek üzere tarih oldu ise, Amerikan yüzyılı da tarih olmak üzeredir. Ve bu deneyime sahip ABD, bu yeni durumu kabul etmemektedir. Bunun sonu elbette bir savaştır. Zaten bu savaşın da içindeyiz.

İşte COVID-19 salgınını tam bu anlamda ABD’nin süreci durdurma girişimi olarak görmek mümkündür. ABD, kaybetme sürecine, eğik düzlemde kayışına son vermek istiyor. Bunun için neler yapabileceği konusunda bahse girmeye bile gerek yok. Atom bombasını kullanmış tek güç olarak ABD, saldırganlıkta sınır tanımamaktadır.

Ve bugün, COVID-19, dönüp dolaşıp, ABD’yi de vurmaya başlamıştır.

Sanırım, işin, emperyalist savaş ve sürmekte olan kapitalist sistemi sarmış kriz ile bağı konusunda bu kadarı yeterli.

Şimdi biz, bu salgının gösterdikleri ve işçi sınıfı için anlamı üzerine durmaya çalışalım.

Ortaya çıkan bazı sonuçlar var:

1-

Dünya kapitalist sistemi, çoktan eskimiştir ve insanlığa karşı, insanoğlunun geleceğini tehdit ederek, kendi ömrünü sürdürmektedir. Bu nedenle, insanlığın önünde, ya sosyalizmi kurmak, dünyayı kapitalist sitemden kurtarmak ya da her geçen gün, her açıdan ölmek seçenekleri vardır.

Birçok bilim insanının, durumu açıklamak için, insanoğlunun, vahşi doğaya “vahşice” müdahalesinin birçok salgına yol açacağını vurgulaması bu açıdan önemlidir. Kâr amacı ile, doğanın yağmalanması, elbette birçok sorunu birlikte getirmektedir. Gezegenin varlığını tehdit eder boyutta bir doğa yağması, kapitalist tekellerin kârları ve hakimiyet amaçları için sürdürülmektedir. Bu, insanoğlunun varlık koşullarına açık bir saldırıdır.

İnsanın insan tarafından sömürülmesi, her türlü ayrımcılık ve aşağılama, köleleştirme, bu doğanın yağmasının bir başka yüzüdür de.

Bu nedenle, tekelci kapitalizm, sadece işçi sınıfının sömürülmesini artırmakla kalmıyor, tüm insanlığın yok olması için koşulları hazırlıyor. Bugün, işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımı, bu tekelci hakimiyete karşı savaşımı, aynı zamanda insanlığın geleceği için bir savaştır.

2-

Kapitalist dünya, şaşalı sağlık “ciroları” ile övünüp, kendi “gelişmiş”liğini pazara sürerken, oldukça etkili idi. 5 yıldızlı oteller gibi döşenmiş hastahane odalarının “cazibesi”, yoksul milyonların karşısına bir “güç” gösterisi olarak çıkarılıyordu.

Salgın, bu 5 yıldızlı otelvari hastahanelere dayanan sağlık sisteminin, aslında bir “şey” olmadığını göstermiştir. Kapitalist dünyanın sağlık sistemi, tam olarak “rant” üzerine kuruludur. Bunu bir kere daha çıplak olarak gördük.

Gördük ki, tekeller virüs patentleri almakla meşgul. Gördük ki, ilaç şirketleri, sürekli pazar oluşturabilmek için “hastalıkları kronik hâle getiren” ilaçların da bizzat üreticileridir.

Daha ileri gidelim, ilaç tekelleri, esrar gibi otlar bir yana bırakılırsa, uyuşturucu pazarının esas hakimleri ve bizzat üreticileridir.

Hastaya “müşteri” muamelesi yapılan bir sağlık sistemi, salgın söz konusu olduğunda, yıkılıverdi. Tüm çirkin yüzünü gösterdi. Sigorta şirketleri, özel hastahaneler, ilaç şirketleri, açık olarak birer kan emici olarak milyonların karşına çıkıverdi.

Ülkemizde, özel hastahaneler (yatak kapasitesinin %55’ine sahiptirler), salgın nedeni ile karantinaya alınmamak için COVID-19 virüsü taşıyan hastaları kabul etmedi ya da bu hastaları kabul edip, yüksek paralar aldıkları hâlde, hastahanelerinin karantinaya alınmasına razı olmadı. Bu satırlar yazılırken, durum hâlâ budur. 2000 TL’ye test yapan sağlık kuruluşları vardır ve COVID-19 bulaşan paralı hastalarını kabul edip buna rağmen diğer sağlık hizmetlerini aynı ortamda yürüten hastahaneler vardır.

Tüm kapitalist ülkelerde, sağlık sistemi çökmüştür.

Neoliberal politikaların şekillendirdiği sağlık sistemi, tam anlamı ile, salgının büyümesinin nedenlerinden biri hâline gelmiştir.

3-

Elbette salgın, zenginlere de bulaşmaktadır. Ama, salgın karşısında zengin ile yoksul, işçiler ve patronlar aynı konumda değildir. Bu nedenle, salgın “zengin-fakir ayırt etmiyor” sözü doğru değildir. Evet size bulaşırken, virüs, sınıfsal durumunuza bakmıyor. Ama virüs ister size bulaşsın, ister bulaşmasın, size eşit davranmıyor ve bu nedenle, farklılıkların olmadığı doğru değildir.

Bir ekonomik kriz, birçok kapitalisti batırır. Bu hep böyledir. Ama tarihin her döneminde, ekonomik krizin faturası, işçi sınıfına yüklenmiştir. İzninizle, işçi sınıfını, tüm yoksulları, işsizleri, ezilenleri kapsayacak bir tarzda kullanalım, burada bu mümkündür.

Çin’e bakalım. Çin’de sosyal dayanışma, devletin tüm olanaklarını seferber edebilmesi, sağlık çalışanlarını özellikle koruma yaklaşımı, bilgi paylaşımı vb. virüse karşı mücadelede önemli avantajlardır. Devlet olanakları ile, Wuhan’da 10 günde dev hastahaneler kurulabilmiştir. Halk sağlığı diye bir kavramları var ve bunun önemi büyüktür.

Fakir bir ülke olarak ele alınan Küba, yokluklar arasında, sağlık alanında neler başarabildiğini göstermiştir. Bunun sistem ile bir ilişkisinin olmadığını söylemek mümkün müdür?

Venezuela, Çin, Rusya ve Küba’nın yardımı ile kısa sürede virüse karşı ciddi başarılar elde etmeyi başarmış ise, bunda “halk sağlığı” diye bir kavramlarının olmasının önemi büyüktür.

Kapitalist dünya, “hasta” müşteri kavramı ile iş yapmaktadır. Halk sağlığı diye bir kavram, sistemin ruhuna aykırıdır. İlaç firmaları, özel hastahaneler, yoktan “müşteri” yaratacak şekilde bir düzen kurmuşlardır.

Salgın, sadece kapitalist sistemin insanoğlunun geleceğine karşı bir tehdit olduğunu göstermedi, aynı zamanda, tüm kapitalist dünyada sağlık sisteminin çöktüğünü, sosyal güvenlik sisteminin çöktüğünü göstermiştir.

4-

Ülkemize bakalım.

Öncelikte Saray Rejimi, virüsün olduğunu kabul etmedi. 11 Mart’ta DSÖ, salgın tanımlamasını yaptı, Saray Rejimi, buradan bir para alabilir miyiz duygusu ile olsagerek, 12 Mart’ta, vakalar olduğunu kabul etti. Öncesi yokmuş gibidir.

Saray, ilk iş olarak ekonomik önlemler açıkladı. Evlere şenlik ve ciddiyetten uzak bir tutumla, Saray çevresine yeni rant kaynakları oluşturacak tarzda ekonomik önlemler devreye konuldu. Saray çevresine rant dışında hiçbir anlamı olmayan bir paket. 100 milyar TL’lik paket, aslında gelecek 100 milyar TL’lik tahsilatın ertelenmesinden başka bir şey değildir. Ülke ekonomisinin %55’inden fazlasını oluşturan 1-30 işçi çalıştıran işletmelere tek bir destek bile ortaya çıkmadı. Kaldı ki, işçilere. Saray Rejimi, sadece ve sadece belli sayıda işveren için bir paket hazırladı. Salgını allahın lütfu olarak görüp, kasalarını doldurmak, devleti soymak üzere bir yeni şans olarak gördüler.

İşçi ve emekçilere sadece “abdest ve kolonya” düştü.

Abdest, hemen şimdi.

Kolonya, bekleyin, salgın bittikten sonra belki.

Ülkede kolonya, dezenfektan, maske fiyatları tavan yaptı. Bunu önleyemeyen bir irade, bedava kolonya dağıtmaktan söz ediyor. Sanki, her şey kendi malı imiş gibi, halka Saray’ın tepelerinden bakan kibirli bakış, kolonya müjdesi veriyor.

Basitçe, Saray Rejimi, tüm hastahaneleri salgın süresince kamulaştırma yoluna gitmedi. Tüm ilaç ve dezenfektan üreticilerinin mallarına el koymadı.

Şimdi, işçiler ve emekçilere düşen şey açıktır.

Bu yapılmayan kamulaştırmayı yapmak. Hastahanelerin yönetimine hekimler ve sağlık emekçileri el koymalıdırlar. Yoksa tümü hastalıktan kurtulamayacak, dahası hastahaneler, salgının yayılma merkezleri hâline gelecektir. Bu kamulaştırma, hastahane çalışanlarınca fiilî olarak yapılmalıdır ve bu işin koordinesi, Tabipler Birliği’ne verilmelidir.

Şimdi, devrimci sosyalist, halk sağlığından yana doktorlar, hemşireler, çalışanlar, acilen örgütlenmelidirler. Burada tereddüde yer yok. Biz, Kaldıraç’çı hekimler ve sağlıkçılar olarak, bu işte gönüllüyüz.

Tereddüt öldürür, kararlı olmak zamanıdır.

Dezenfektan, kolonya, alkol vb. satan yerlerin mallarını alıp, ücretsiz halka dağıtmak, ihtiyacı olana ulaştırmak, işçi sınıfının işi hâline gelmiştir. Bu kamulaştırmalar, meşrudur ve gereklidir.

Bu kamulaştırmalar, bir merkez eli ile yapılmalıdır. Dayanışma merkezleri bunun için önemlidir. Fabrikalarda işçilerin temsilcileri ile ilişkiye geçip bu dağıtımlar yapılmalıdır. Yoksa, bir “yağma” mantığı ile bu yapılmamalıdır.

Evet stokçulardan, fırsatçılardan malları, açık ve net bir tutumla alınmalı, hastahaneler, mahalle dayanışma komiteleri, işyeri dayanışma komiteleri eli ile dağıtılmalıdır. Her kamulaştırmada, kamulaştırılan malzeme miktarı ve dağıtım yerleri açıkça ilan edilmelidir. Yağma ve kamulaştırma arasındaki fark, çok ciddi bir farktır.

Salgına karşı kolektif mücadele şarttır.

Sağlık Bakanı, Bilim Kurulu’nu bile dinlememektedir.

Saray Rejimi, salgını, kendi iktidarını sürdürmek için kullanmak istemektedir. Salgını fırsat hâline getirmek istemektedirler. Kayyum politikaları bunun en açık kanıtıdır. Kanal İstanbul projelerinin ihaleye çıkarılması bunun en somut kanıtıdır. Yangından mal kaçırma derdindedirler. Krizi, salgına bağlama girişimleri yoldadır.

Saray Rejimi, halktan bilgi gizlemektedir. Hasta sayısı vb. doğru değildir. Tedavi için kullandıkları ilaçları, halk bir yana, hekimler bile bilmemektedir. Saray Rejimi, ısrarla, Türk Tabipleri Birliği’ni devre dışı bırakmak istemektedir.

Saray Rejimi, halk sağlığı diye bir yaklaşımdan çok uzaktadır. Onun yerine, bu yeni sorunu, salgını, yeni rant kaynağı hâline getirmek istemektedirler. Şimdiden bu yolla zenginleşenler vardır.

5-

Şimdi bu koşullarda, salgın karşısında işçinin de patronun da, yönetilenin de yönetenin de eşit olduğunu söylemek mümkün müdür?

Evet sınıf savaşımı tüm bu salgın koşullarında da sürmektedir.

Saray, açıkça, “herkes kendi başının çaresine baksın” yaklaşımı içindedir. Evde kal, aç kal ile eşit anlamdadır. Hiçbir sosyal önlemin alınmadığı, işçilere devlet eli ile asgarî ücret ödenmediği bu koşullarda salgında “herkes eşit” olamaz.

Şimdi bize “evde kal” diyenler, işçiler ölünce, “biz demiştik evde kal” diye savunma yapacaklardır.

Virüs bulaşmışsa, hastahaneye gitmek çözüm olmaktan pek yakında çıkacaktır.

İşçi ve emekçiler, devrimciler, daha şimdiden, dayanışma organizasyonları geliştirmeye başlamışlardır.

İşçiler işlerini kaybetmektedirler. Ve bu oldukça yaygındır.

İşsizlik fonu yağmalanmıştır.

Ama buna rağmen, sendikaların, açıktan, bir talep olarak işsizlik fonunun denetimini almayı öne sürmeleri gereklidir. Yetmez, sadece talep etmek yetmez. Daha ileri gitmeli ve buna karşı tek tek fabrikalarda değil, genel bir direniş örgütlemek gereklidir. İşsizlik fonundaki para, işçi ve emekçilerin “evde kal”malarını desteklemeye, en azından bir ay yetecek durumdadır. Sendikalar, hemen bunun için açık bir talepte bulunmalıdır.

Kendi başımızın çaresine bakacağız, işte yol budur. Örgütlü direniş, tek tek değil, birleşik bir güçle genel grev.

Kendi başımızın çaresine mı bakacağız, öyle ise, dayanışma organizasyonlarını geliştireceğiz.

Tabipler Birliği, hastahanelerin yönetimini devralmalıdır. Hem sağlık çalışanlarını korumanın başka yolu yoktur, hem de “halk sağlığı”na uygun olarak adımlar atmanın başka yolu yoktur.

Saray Rejimi, salgına karşı hiçbir önlem almamıştır. Zamanı lüks içinde kullanmıştır. Umreden gelenleri karantinaya almadan ülkenin her yanına salmıştır. Yaptıkları tek şey vardır, o da gerçek rakamları halktan gizlemektir. Her kişinin doktor, sağlık çalışanı tanıdığı vardır. Onlardan alınan bilgiler, açıklanan rakamların 3-5 kat fazlasının gerçeğe yakın olabileceğini göstermektedir.

Ülkemizde durum, “evde kal” ile geçiştirilecek bir durum değildir. Bireysel olarak kendini korumak mümkün değildir. Salgının yayılma hızı bunu göstermektedir.

Evde kal çağrısı, her işçiye, elektrik, su, doğalgaz, telefon faturalarını, kiraları ödememe hakkını vermektedir. Faturanı ödeme, kiranı ödeme.

İşyerlerinde hiçbir önlem alınmamaktadır. İnşaat işçileri bunu dile getirmiştir. Birçok fabrikada, işçiler, önlem alınması için direnişe geçmiştir. Bu denli açgözlülüğün, bu denli kâr hırsının öne çıktığı bugünkü koşullarda, işçilerin kendi sağlıklarını, yaşamlarını korumasının, direnişten başka yolu yoktur.

Nitekim bazı işyerlerinde işçiler, “ücretli izin hakkı”nı, en azından kâğıt üstünde almıştır, fiilî olarak bazı önlemlerin alınmasını sağlamıştır.

Salgın, sınıf savaşımının kapsamını da ortaya koymaktadır.

İşçi sınıfı, sadece sömürüye karşı mücadele etmiyor. Tüm ayrımcılığa karşı, aşağılanmaya, açlığa, yoksulluğa, doğanın yağmalanmasına, gezegenin kapitalist kâr uğruna yok edilmesine karşı da mücadele ediyor. İşçi sınıfının sosyalizm mücadelesi, eşit eğitim, ücretsiz ve herkese eşit sağlık hizmeti, cinsiyet ayrımcılığının kalkması, her türlü aşağılanmanın son bulması, halk sağlığı hizmeti alabilmek, doğru kentleşme mücadelesini vb. de içermektedir.

İşçi sınıfına, devrimcilere, salgın nedeni ile, “mücadeleye ara verin” telkini, saflık değil ise, “vatan millet” masallarının bir başka çeşididir. Saray Rejimi, hiçbir saldırısına ara vermemektedir. Tersine, ihalelere bile ara vermemeleri bunu gösterir. Kayyum politikaları bunu gösterir. Devlet olanaklarının sahra hastahaneleri kurulmasına yönlendirilmemesi de bunun kanıtıdır.

Saray Rejimi, salgına karşı “neoliberal” yaklaşım içindedir. Dezenfektanlar ateş pahası olmakta, kolonya fiyatları şişmekte, işçiler ücretsiz izine çıkarılmakta, ilaçlar ateş pahasına çıkmakta, test ücretleri karaborsaya düşmektedir.

Salgını “allahın lütfu” diye gören mantık budur.

Salgına karşı mücadele, Saray Rejimi’ne karşı mücadelenin, sınıf savaşımının bir parçasıdır.

İşçiler, tüm sağlık çalışanları, bu mücadelenin öncüleri olmak zorundadırlar.

Zaman çok kıymetlidir. Tereddüt, ölüm demektir.

Tüm hastahaneler, tüm tıbbî araç ve gereçler halkındır.

“Biz bize yeteriz Türkiye” de, deniz bitti

COVID-19, dünyaya yayılıyor. Dünya kapitalist sisteminin, sigorta şirketleri ile ilaç şirketlerine bağlanmış olan sağlık sistemi, tam anlamı ile çöküyor.

Dünyanın sosyalist ülkelerinden Küba, insanoğlu için, “ya sosyalizm ya ölüm” ikileminin olumlu örneği olarak öne çıkıyor.

Sosyalist geçmişleri ile Çin ve Rusya, salgına karşı etkili bir mücadele yürütme yeteneklerini ortaya koyabiliyorlar.

Bizde ise, durum içler acısıdır.

Saray Rejimi, egemenlerin yönetememe durumunun açık ifadesidir. Dün de öyle idi, salgın sırasında da öyledir.

Bir yandan emperyalist paylaşım savaşımında, bir koyup beş alma hevesi ile hareket eden Saray Rejimi, tam anlamı ile çeteleşmiştir. İçeride katliam, dışarıda savaş naraları atarak ayakta durmaya çalışıyorlar. Saray Rejimi, onun başında bulunanlar, kendi varlıklarını korumak, ömürlerini uzatmak için, elde ne kaldı ise onunla, akıllara durgunluk verecek bir traji-komik varlık gösterisi içindedirler.

Sanıyorlar ki, bu yolla ömürleri uzayacak.

Sanıyorlar ki, bu karanlık, ömür boyu sürecek.

Sanıyorlar ki, bu yalan, bu katliam politikaları hep var olabilecek.

Sanıyorlar ki, halkı, işçi ve emekçileri, sonsuza kadar kandırabilecek kadar heybelerinde numaralar var.

Bir yandan paylaşım savaşı, diğer yandan ekonomik kriz, öbür taraftan kitlelerin savaş ve katliamlara karşı gelişen direnişi, Saray Rejimi’ni korku içine itmektedir.

COVID-19 salgınını da, bir çıkış yolu olarak, bir yeni rant kapısı olarak görüyorlar.

İçişleri Bakanı söylüyor, “Anayasa mahkemesinin kararları iştahımızı kırıyor” diyor. Hiçbir hukuk kırıntısı kalmasın istiyorlar.

Evet, istekleri budur.

Biz de buradayız, işçiler, emekçiler, halklar buradadır. Açıkça, tüm hukuku askıya aldığınızı açıklayın. Bakalım, Anayasa mahkemesi iştahınızı kırmayınca, daha neler yapacaksınız? On binleri hapsetmekten çok, yüz binleri hapsedebilirsiniz.

Her türlü katliamı devreye sokan, Kürtlere ve işçi sınıfına karşı açık bir savaş yürüten Saray Rejimi, sanki bir hukuk tanıyormuş gibi, iştahlarının kırılmasından söz ediyor. Bırakın, bakalım, daha neler yapacaklar?

Siz, hukukunuzu ortadan kaldırdınız.

Sıra, bizim hukukumuzdadır, sıra işçilerin, emekçilerin hukukundadır.

COVID-19 salgınını bahane bilip, “allahın lütfu” diye değerlendirip, Saray çevresindeki çetelere yeni paralar aktarıyorlar, yeni rant kapıları açıyorlar ve bunu halkla dalga geçerek yapıyorlar.

Dünyanın diğer kapitalist ülkelerinde, halka ödenekler aktarılırken, Türkiye’de, patronlara para, işçi ve emekçilere, “abdest ve kolonya” dağıtıyorlar.

Kendileri, test kitlerini satışa çıkarıyor, 2000 TL gibi fiyatlardan testleri “parası olana” satıyorlar.

Hâlâ özel hastahanelere el konulmuş değildir.

Hâlâ kolonya, dezenfektan, maske vb. karaborsadır.

Hâlâ işçiler, büyük kalabalıklar hâlinde, önlemsiz fabrikalara sürülmektedir.

Hâlâ Erdoğan, Hisarcıklıoğlu’na “gördün peşin parayı gülüyorsun” tarzında takılmaktadır.

Hâlâ devletin bakanları, “Bilim Kurulu”nun önerilerine kulak tıkamaktadır.

Ve tüm bunlar yetmezmiş gibi, belediyelerin bağış- yardım toplama girişimlerine, hesaplar dondurularak cevap verilmektedir.

Saray Rejimi, Erdoğan ailesi, çeteler, buralardan toplanacak paralara da el koyma hevesindedirler.

Neymiş: “Biz bize yeteriz Türkiye”.

Bu söz, Saray tarafından, en yakındaki çetelere yapılmaktadır.

Çeteler, bir kuruş para kaybetmemek için, toplanmakta olan tüm paralara el koymak için harekete geçmiştir.

“Biz bize yeteriz”, kendileri için söylenmektedir. “Türkiye” ise, parayı verecek olanlar, sütü verecek olan inek sürüsüdür, halktır. Onlardan para gelecek, bu gelen para, çetelere yetecek, işte “biz bize yeteriz” bu demektir.

“Biz bize yeteriz”, salgına karşı bir mücadele sözü olabilir mi? Olamaz. Salgın dünya çapındadır ve dünyanın aldığı önlemler açıktır. Başarılı çalışmalar ortadadır. En azından, daha iyisi ortaya çıkana kadar mücadele yolu bellidir. “Biz bize yeteriz”, bize bir şey olmaz demenin de bir yoludur.

İşsizlik fonunu boşattılar.

Tüm hazine boşatılmıştır.

Damat Bakan, hazinenin dibine kibrit suyunu atmıştır.

Ortada bir bütçe yoktur.

Erdoğan, bu nedenle, IBAN verip kampanya başlatıyor.

Gülmeli mi, yoksa ağlamalı mı?

Kampanyaya katkı yapan kimse yok. Bunu bildikleri için, yargıtay zorunlu bağış kesintisi yapıyor, vermeyeni fişliyor. Eğitim emekçilerinden zorunlu bağış isteniyor. Sadece, “bağış” konusunda bir yeni çığır açmıyorlar, zorunlu bağış diye bir kavram yaratmakla kalmıyorlar, Diyanet İşleri Başkanlığı, hangi yere bağış yapılması caizdir diye fetva veriyor.

TC Merkez Bankası “bağış” yapıyor. Devlet, devlete bağış yapıyor. Neden? Neden, açıkça, bu kadar parayı, şu yolla işçi ve emekçilere, halka aktaracağız demiyorlar? Neden, işçi çıkarmamak koşulu ile, işçilerin tümüne asgarî ücret kadar ödeme yapacağız demiyorlar?

Açıktır ki, Saray Rejimi, salgını bahane bilerek, nemaları kesilmiş Saray çevresindeki çetelere para aktarmak için yeni bir yol oluşturmak peşindedirler.

Hiç kimse, ama hiç kimse, açıkça devlete bağış yapmak istemiyor. Kızılay biliniyor, işsizlik fonu ortada, yağma, rant, savaş ekonomisi ortada, adalara kaçırılan paralar, ihaleler ortada. Bu koşullarda hiç kimse, gönüllü olarak para vermiyor.

Normalde, büyük bir salgın karşısında, kolonya ve maske fiyatlarını bile yönetemeyen bir Saray Rejimi, ortaya çıkmış, “biz bize yeteriz” diye kampanya açıyor.

Sağlık Bakanı, açıklama için mikrofonların karşısına geçtiğinde bile, korkusunu dile getiriyor, duyulmaz sanıyor. Kontrolleri kalmamıştır. Korkudan ne yapacaklarını şaşırmış durumdadırlar. Sadece ve sadece, para, rant, yağma peşindedirler.

Erdoğan, Saray’a kapanmıştır, halka “evde kal” diyor.

Halka “evde kal” diyenler, fabrikaları durdurmuyor.

Saray Rejimi’nin, devletin salgın politikası, tam olarak, işçi ve emekçilere ölümü reva görme politikasıdır.

Sağlık Bakanı korkuyor, ama sağlık emekçileri birer birer ölüyor. 15 Nisan’da, belki de sağlık çalışanı da bulunamayacak. Tüm sağlık emekçilerini ateşe atıyorlar. Sağlık emekçileri, malzeme, ekipman yetersizliğinden söz ediyor, Bakan, tüm malzemeler karşılanıyor, diyor. Tüm malzemeler var, ama doktorlar ölüyor.

Salgına karşı tam bir beceriksizlik, ekonomik alanda ise tam bir rant dağıtma sistemi kurma peşindedirler. Salgından rant elde etme, salgından vurgun vurma politikası ile, salgına karşı önlem alınamaz.

İşçiler, emekçiler kendi kaderlerine terk edilmişlerdir.

Gerçekler, halktan gizlenmektedir.

Tabipler Birliği, daha aktif rol almalı ve rol almak için iktidardan izin ve onay beklememelidir. Hem tüm sağlık çalışanlarını korumak için, hem de salgını önlemek için, beklemek büyük hata olacaktır.

Tüm sendikalar, açıktan, işsizlik fonunun kendilerine devredilmesini talep etmeli, talep etmekle kalmamalı, bunun için genel grev-genel direniş çağrısı yapmalıdır.

Her ilçede, her mahallede, dayanışma grupları kurulmalıdır, kurulmuş olanlar açıktan desteklenmelidir. Tüm devrimciler, bu desteği göstermelidir.

İşyerleri, fabrikalar kapanmadan, halktan yana kurumların içinde olduğu kriz merkezleri kurulmadan, “evde kal” bir şey ifade etmemektedir. Nitekim sonuçlar, tüm yalanlara rağmen bunu göstermektedir.

Hastahanelere gitmek artık mümkün olmaktan çıkmıştır.

Salgına karşı devletin bu politikası, TC devletinin, Saray Rejimi’nin tüm niteliğini, halk düşmanı karakterini açığa çıkarmıştır.

İşçiler, emekçiler, kendi kaderleri ile baş başadırlar.

Öyle ise, ülkenin kaderini ele almaya soyunmak gerekir.

Madem biz istediğimiz önlemleri almakta “serbest”iz, öyle ise, iktidara gözümüzü dikmenin zamanıdır.

Sağlık alanının kamulaştırılması gereklidir. Tüm hastahaneler, en başta kamulaştırılmalıdır. Tüm medikal malzemeler ve ilaç, tıbbî gereçler üretimi kamulaştırılmalıdır ya da sadece kamuya mal üretir hâle getirilmelidir. Bu alanda çalışan işçiler, ürettikleri ürünlerin denetimini, dağıtımını, ilgili yerlere en uygun tarzda sevk edilmesini ele almalıdırlar.

Her mahallede, sağlık emekçilerinin içinde olduğu dayanışma komiteleri kurulmalı ve malzemeler, bu komitelere aktarılmalıdır.

Dayanışma komiteleri, hem sağlık için, hem de geçim sorunlarının çözümü için hareket etmelidir. Doktorlar, mahallenin, yaşam alanının hizmetinde olmalıdır. Bunun için, sağlık ocaklarının yönetimini fiilî olarak almaları gerekir.

Elektrik, su, doğalgaz, telefon vb. faturalar, salgın sonuna kadar ödenmemelidir. Buna kirayı da dahil etmek gerekir.

Ekmeği bölüşmek, esas olmalıdır. Buna uygun tarzda, mahallede ortak kazan kaynatma çalışmaları yapılmalı, hekimlerin önerdiği tarzda bir düzenleme yapılmalıdır. Her mahallede, maske vb. üretiminin koşulları yaratılmalıdır.

Stok yapanlardan malzemeler alınmalı, kamulaştırılarak, halka ulaştırılmalıdır. Bu iş, mahalledeki dayanışma komiteleri eli ile yapılmalıdır.

İşçiler, bulundukları fabrikanın fiilî yönetimini eline almalıdırlar. Fabrikada, eğer üretim yapılacaksa, bunun için gerekli tüm işçi sağlığı önlemleri de dahil, tüm sağlık önlemlerini bizzat kendileri almalıdırlar. Servislerin organizasyonu da bunun içinde olmalıdır. Zorunlu olmayan çalışma alanlarında çalışanlar işini kaybetmiş ise, işsizlik fonundan ücretlerini almalıdırlar. Bunun için, işsizlik fonu, hazinenin denetiminden çıkmalı ve doğrudan sendikalara verilmelidir. Sendikalar, her fabrikada, işyerinde kurulmuş işçi temsilcilikleri eli ile bu işsizlik ücretlerini ödemelidir.

Bu dayanışma komiteleri, oldukça yaratıcı yollar bulacaktır.

Ya korku içinde, salgın ve salgının sonuçları ile bizi baş başa bırakanlara boyun eğeceğiz ya da kendi kaderimizi ellerimize alacağız.

Denklem bu kadar açıktır.

Onlar, yağma, rant ve savaş ekonomisini desteklemek için, salgını kullanıyorlar.

Salgın öldürüyor.

Devlet korkutuyor.

Korkunun ecele faydası yok.

Örgütlü güç, hem salgına karşı mücadelede önemlidir, hem de korkuyu yenmenin tek yoludur.

Ya akçesi olmayanlar?

Hikaye şöyledir: Deli Dumrul kuru çayın üzerine bir köprü yaptırmış. Geçeninden otuz üç akçe, geçmeyenden döve döve kırk akçe alırmış.

Elektrik ve doğalgaz sayaçları 3 ay boyunca okunmayacak. Aslında bu cümle fatura ödemeyeceğimizi düşündürüyor. 2 yıllık ortalamaya göre fatura kesilecek diye devam ediyor. Gerçekte kullandığımızdan da fazlasını almak için üretilen bir ‘çözüm’.

Bir diğer dahiyane çözüm ise pazar, market vb. yerlerde maskesiz gezmenin yasaklanmasının ardından adı ticaret olan bir bakanlıktan yapılan açıklamadan geldi; “Bakanlığımızın maskelere yönelik bir çalışması var, halkın ulaşabilir olduğu noktalarda inşallah bunların ‘satışını’ gerçekleştireceğiz.”

Dahası, 20 yaş altındakiler sokağa çıkmasın. Çıkanlara da 392 lira para cezası kesilsin. Tamam, çıkmasın ama nasıl çıkmasın? Herhalde sanılmaktadır ki 20 yaş altındaki herkes sokağa gözü karalıktan, bana birşey olmaz diye düşündüğünden veyahut virüsü daha fazla yayayım diye çıkıyor.

Her gün, biz işçi ve emekçilerin akıllarıyla, yaşamlarıyla dalga geçen açıklamalar yapılmaktadır. Hatırlanacaktır, ‘bu milletin a… koyacağız’ diyenlerin tam olarak kastettikleri bu olmalıdır.

İçinden geçilen dönem, ölümü görüp sıtmaya razı olunabilecek bir dönem değildir. Bugün devlet, açlıktan yahut virüsten ölelim diye tüm imkanlarını seferber etmiş durumdadır.

Yaşamak için bugün mücadele etmek elzemdir; mecazi anlamda değil. Yaşayabilmek için getirilen ‘çözüm’lere karşı bizim de çözümlerimiz olmalıdır.

Herkes, ayrı ayrı faturaları, kirayı nasıl ödeyeceğini düşünmektedir. Çözümü basittir; Elektriği, suyu, doğalgazı, interneti, kiraları ödemeyelim.

Kendimize, yanıbaşımızdakine güvenelim. Dayanışma ağlarında hep birlikte maskeler, koruyucu ekipmanlar yapılmakta, kimin neye ihtiyacı varsa dayanışma ile çözüm bulunmaktadır. Dayanışma ağlarına katılalım, olmayan yerlerde kurmanın olanaklarını yaratalım.

Biz işçilerin, emekçilerin gücü üretimlerinden gelmektedir. Bugün bu tüm açıklığıyla görünür hale gelmiştir. Bu denli bir salgında dahi yönetenler üretimi durdurup, işçilerin, emekçilerin yaşamlarını garanti altına alamamaktadırlar. ‘Evdekal’ demek, milyonlarca insana işe gitmek zorunda olduğun için ölebilirsin demektir. Buna karşı sendikalar ellerinde olan ‘genel grev’ gücünü kullanmalıdır. Fakat sendikaların bu kararını beklemeden de biz çalışmak zorunda olanlar yaşamak için iş bırakabiliriz.

Asıl hikaye akçesi olmayanlar üzerinedir ve asıl hikayeyi onlar yazacaklardır.

Kurtuluş yok tek başına! Ya hep berber ya hiçbirimiz!

Dayanışma Ağları: Deneyimler ve Ne Yapmalı

“Normale dönemeyiz çünkü eski normalimiz sorunun ta kendisiydi”

Covid-19 vakası tespit edildiğine dair ilk ‘resmi’ açıklama 11 Mart Çarşamba günü yapıldı. Hemen akabinde okulların tatil edilmesinin ardından kişisel hijyene dikkat ve ‘Evde kal’ çağrıları başladı. Milyonlar “kendi başının çaresine bakmaya” sevk edilirken, birlikte çözümler bulmak için 2-3 gün içinde hemen organize olup ilk harekete geçen, dayanışma ağları oldu. Öncelikle risk grubu olarak bildiğimiz 65 yaş üstü ve kronik hastalığı olanlarla; ama hepimizin birbiriyle dayanışması böyle başladı.

Dayanışma ağlarını geliştirmek üzere harekete geçen devrimciler oldu. Devamında, yaşamak ve yaşatmak isteyen, “bireycilikte” bir çözüm görmeyen, toplum olduğumuzun bilincinde olan örgütlü-örgütsüz yüzlerce insan el birliğiyle dayanışmayı büyütmeye başladık. Bu bizim refleksimiz. Tarihten öğrendiklerimizle, Tekel’den, Gezi’den ve pek çok direnişten edindiğimiz deneyimle ağlarımızı örmeye başladık. Dayanışma ağları İstanbul başta olmak üzere pek çok ilde hızlıca örgütlenirken, ağların telefon hatları susmadı. Gerçek, somut ve insanların birbirine güven duyduğu bir dayanışma harekete geçti ve çok kısa sürede oldukça görünür ve yaygın hale geldi. Ortak emekle her geçen gün yeni gönüllülerin katıldığı ağlara dönüştü ve gelişmeye devam ediyor.

Dayanışma hatlarını arayan birçok insan “belediyeler niye hiçbir şey yapmıyor” diye sorarken, ağların kurulmaya başlamasından sonra bazı ilçe belediyeleri ve ardından bazı büyükşehir belediyeleri de bir şeyler yapmaya başladılar. İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerinde salgınla ilgili geç de olsa yapılmaya başlanan çalışmalara da saraydan müdahale edildi. Bununla beraber, devletin tepelerinden IBAN numaraları paylaşılarak biz bize yeteriz cümleleri kuruldu. Doğru, kendileri olmasalar biz bize yeteriz. Halkın zaten vergileriyle ayakta tuttuğu devlet, kendileriyle de ‘dayanışmamızı’ beklemektedir.

Burada bir konuya açıklık getirelim: Dayanışma ezilenlerin inceliğidir ve bize mahsustur. Egemenler halkla dayanışamazlar. İnsanları hasta etmek üzere organize edilmiş “sağlık” sisteminden onlar sorumludurlar.

Yönetenler ya oturdukları koltuklardan, topladıkları vergilerle, aldıkları ödeneklerle, tek kelam etmeden, böbürlenmeden gerekli önlemleri almalı; halktan edindikleri kaynakları halkın sağlığı için seferber etmelidirler; ya da halk kendi çözümlerini üretirken, o koltuklardan kovulana kadar sessizliklerini korumalıdırlar.

Egemenler cephesinde siyaset şovu ve pazarlıklar sürerken

Dayanışma ağları ne yapıyordu?

Kadıköy’de, Beşiktaş’ta, Sarıgazi’de, Sarıyer’de, Maltepe’de, Gazi’de, Üsküdar’da, Avcılar’da, Fatih’te, Bahçelievler’de, Pendik’te, Tuzla’da, Nurtepe’de, Okmeydanı’nda, Çiğli’de, Şişli’de, Ataşehir’de, Eyüp’te, Tuzluçayır’da, Esat’ta, Ayvalık’ta, Mersin’de, Antakya’da, Bursa’da, Edirne’de dayanışma ağları, mahalle mahalle gönüllülerle, özellikle 65 yaş üstü komşularına ilaçlarını, gıdalarını, sağlık malzemelerini götürüyor, hastanelerdeki sağlık emekçileri için maske ve siperlik üretiyor (şu ana kadar üretilen maskelerin binlercesi sağlık emekçilerine ulaştırılmış durumda), 3D yazıcılardan maske üretiyor, gıda dayanışması yürütüyor ve erzakların paylaşılmasını sağlıyordu. Gönüllü avukatlarla hukuk birimi ve arama hattı oluşturmaya girişiyordu. Tüm çalışanlar ve ücretsiz izne çıkarılanlar için ücretli izin talebini ve herkes için geçim ödeneği talebini örgütlüyordu. Telefonla irtibata geçenleri merak ediyor, soruyor; birbirinin yüzünü hiç görmemiş insanlar arasında gerçek bir güven gelişmesine hem yol açıyor, hem tanıklık ediyordu. O sırada milyar dolarlık şirket patronlarının karlarını kurtarmakla meşgul olan devletin sırt çevirdiği işçilerin, emekçilerin, yaşlıların, gençlerin; hem yanındakilere, hem kendilerine güven duymasına dayanışma vesile oluyordu.

Evet, kapitalist devletler bunu hiçbir zaman yapmazlar. Hiçbir zaman ücretsiz sağlık, ücretsiz gıda ve sağlık malzemesi ihtiyacı için harekete geçmezler. Çünkü yaparlarsa, bunun nasıl da basitçe yapılabilir bir şey olduğu ortaya çıkar. Sosyalizmin ne kadar gerçek ve olanaklı bir şey olduğu ve ne büyük bir zorunluluk olduğu ortaya çıkar. Bu ise onların kabuslarıdır.

Önümüzde duran konular ve ne yapmalı:

• Biz sosyalistlerin, devrimcilerin ufkunda “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesinin geçerli olduğu bir yaşam vardır. Geliştirdiğimiz örgütlenmelere bu ufukla yaklaşırız. Dayanışma ağlarında da, tıpkı Gezi’deki gibi bu yaşamın nüvelerini görürüz; bu yaklaşıma göre kimse ‘kurtarıcı’ değildir. Olmazları olduran şey, emek ve örgütlenmedir.

• Emek insanları birbirine yaklaştırır. Bir örgütlülük içinde fikir üretmek, tutum almak ve harekete geçmek özneleştirir. Dün egemen sınıfı karar mercii olarak görenlerin bugün kendi kararlarını almasının ve özne olmasının yolunu açar. Bu yüzden dayanışma ağlarına katılmış herkesin hem emeğini vermesinin, hem fikrini örgütlemesinin kanallarını oluşturmaya yoğunlaşmalıyız. Ne pratik meseleler herkesin fikrini katmasının önüne geçmeli, ne de fikir tartışmaları somut dayanışmanın önüne geçmeli.

• Oluşturacağımız kanallardan dayanışmayı ve tutum örgütlemeyi sürdürürken, bu kanalların güvenliğini sağlamaya özel önem vermeliyiz. Dayanışma ağlarının suistimal edilmesine fırsat vermemeliyiz.

• Salgın sürecinde emek-sermaye arasındaki çelişki en çıplak haliyle görünür hale gelmiştir. Bu bir sınıf savaşıdır. Dayanışma ağlarında, işçilerin süre giden eylemlerinden herkesi haberdar etmeli, evlerinde olan emekçilerin, yaşlıların da ses vereceği şekilde tüm çalışanların sağlığı için ortak eylemlilikler örgütlemeliyiz.

• Her bir dayanışma ağının deneyimlerinden öğrenmeliyiz. Dayanışma hem yaşatır, hem öğretir! Karşılaştığımız ihtiyaçların aciliyeti, bizleri yanımızdakinden öğrenmekten, deneyimlerimizi paylaşmaktan alıkoymamalı. Özellikle Gezi direnişinden, Hayır meclisleri sürecinden öğrendiğimiz deneyimleri tekrar süzmeli, bugün bir şeyler yapmak isteyenlerin hafızalarına çıkarmalıyız.

• İktidarın halkın dayanışmasını engellemek üzere baskıyı arttırmaktan ve kitleleri ayrıştırmaya çalışmaktan başka seçeneği kalmamıştır. Biz ise bilmeli ve her yerde anlatmalıyız ki; dayanışma en insani ve en meşru şeydir.

• Bugün gelişen dayanışma ağları salgın süreci geçene kadar değil, sonrasında da birlikte karar alma ve harekete geçme pratiğini yaşayacağımız halkın öz örgütlenme zeminleridir. Yarından bakarak dayanışma ağlarını geliştirmeli ve sağlamlaştırmalıyız.

Şu duvar yazısı meselenin özünü anlatıyor:

“Normale dönemeyiz çünkü eski normalimiz sorunun ta kendisiydi”

Yeniyi yaratmak için öğrenmenin ve örgütlenmenin zamanıdır!

Suriye savaşı: Yoksula şehitler tepesi, zengine Kanal İstanbul’dan kupon arazi

Şubat 2020, Suriye savaşında, İdlib meselesinin gündeme oturduğu bir zaman dilimi oldu. Dahası da gelecektir. İdlib’de, El Kaide ve IŞID çetelerinin bir kolu olan HTŞ çeteleri ve diğerleri, TC devletinin açık ve net koruması altında, korunuyor. Suriye ordusu, İdlib’e doğru hamleler yapmaya başlayınca, bu kez TC devletinin, aslında herkesçe bilinen ama itiraf edilmeyen koruması, açığa çıktı. Ordu, Milli Suriye Ordusu ve HTŞ birlikte, Suriye’nin ilerlemesini durdurmak, kendi topraklarını kurtarmasını önlemek için birlikte savaş vermeye başladı. Bu açık işbirliği, M5 ve M4 otoyollarının birleştiği Serakib kasabasının Suriye ordusunca geri alınmasının ardından, daha da fazla açığa çıktı. Bizim 9 yılı aşkın süredir yazdığımız işbirliği, kendini dolaysız biçimde ortaya koydu. Üç kere, TSK, bu güçleri de açıktan içine alarak saldırıya geçti. Ve nihayet 27 Şubat akşamı giriştikleri ortak saldırıya ağır bir karşı saldırı ile yanıt verildi. Türk ordusunun kayıpları, resmî ağızlardan 33 veya 36 olarak dile getirildi. Alman basını, daha ilk gün kayıp sayısını 113 olarak verdi. Bölgeden, bizim aldığımız haberlere göre ise, kayıp sayısı oldukça yüksektir. İki tabur ciddi kayıplar vermiştir. Kayıp sayısı ise 300’lerin üzerinde, diye konuşuluyor.

1-

TC devletinin, sadece AK Parti politikaları, sadece Erdoğan, sadece Saray Rejimi değil, tüm devletin, açıkça, IŞİD çeteleri ile, İdlib’deki adı ile, HTŞ ile açıktan bir işbirliği içinde olduğu ortaya çıkmıştır. Bizzat Anadolu Ajansı, zafer görüntüleri yayınlarken, HTŞ kolluklu insanların Türk tanklarından çıktığı görülebiliyordu. Bu nedenle Anadolu Ajansı, hemen görüntüyü sitesinden kaldırdı. Bu, açık bir işbirliğidir.

Bu, TC devletinin çeteleşmesi, çetelerin devletin her kademesine sızması sürecinin bir başka versiyonu, bir başka yansımasıdır. TC devleti, baştan aşağıya çeteleşmektedir.

Doğrusu bu, Saray Rejimi’nin üzerinde yükseldiği rant, yağma ve savaş ekonomisinin de bir yansımasıdır. Yağma, rant ve savaş ekonomisi, çeteleşme mantığına uygundur.

IŞİD çeteleri, sadece Suriye’de ABD adına iş yapmıyor. Aynı zamanda TC devletinin hamiliğinde, bölgenin kana bulanması için de çalışıyor.

2-

TC devleti, tıpkı IŞİD çeteleri gibi, Amerikan emperyalizminin uzantısıdır. Çok sık kullanılan “vekâlet savaşı”, sadece ve sadece ABD, TC devleti ve IŞİD çeteleri için geçerlidir. Suriye ordusu, kendi topraklarını, kendi vatanını savunmaktadır. Kürt halkı, kendini savunmaktadır. Burada kimsenin bir “vekâlet” savaşından söz etmesi mümkün değildir.

Bu nedenle, biz “vekâlet savaşları” sözünü, üstü örtülü ve hatalı buluyoruz.

TC devleti, hem Libya’da, hem de Suriye’de, açıkça ABD adına savaşmaktadır. Tıpkı IŞİD çeteleri gibi.

ABD, Rusya’nın sahada olduğu Suriye savaşında, TC ile İran’ı, TC ile Suriye ordusunu ve TC ile Rusya’yı karşı karşıya getirmeye çalışmaktadır. Bu yolla savaşın büyümesini hedeflemektedir. ABD’nin açık hedefleri vardır. Sır değildir: Bir, Suriye-Türkiye arasına, kendine bağlı Barzani güçlerinin egemen olduğu bir oluşum ve Hatay’ı da içine alan ikinci bir oluşum ile, petrol ve gaz boru hatlarını döşeyecekleri bir hat oluşturmak istemişlerdir. Kobanȇ, bu süreci Kürtler ayağında bozdu. Barzani güçleri yerine, Kobanȇ’de devrimci bir hava esti. IŞİD güçlerini bu nedenle Kürtlerin üzerine saldı ve böylece IŞİD’e karşı savaşmak bahanesi ile Kürtlerin “hamiliği” rolüne soyundu. Bu yolla, Barzani bölgesi oluşturma işini zaman yaymak zorunda kaldı. Bu nedenle, ABD, İdlib’de TC devleti eli ile zaman kazanmak istemektedir. Lazkiye limanı meselesini ise Suriye ordusu, Rusya’nın desteği ile bozdu.

Kürtlerin alanını, yeniden Barzani’ye bağlama planları sürmektedir. Burada Barzani, bir anlayış, Kürt hareketi içinde emperyalizmin ayağı olarak anlaşılmalıdır. Yoksa, adının Barzani olup olmaması önemli değildir. Suriye’de ve diğer parçalarda, Türkiye’de de, ABD himayesine girmeye can atan Kürtler olduğu biliniyor.

Denize ulaşmak ve liman meselesi için ise, Hatay ve İskenderun’un yedekte durduğundan emin olunabilir.

Aslında ABD’nin bu politikası çökmüştür.

ABD, Suriye savaşını, İsrail’in geleceği ile de bağlı görmektedir. İsrail, bu nedenle, IŞİD’in en önemli destekçilerindendir. İsrail, elbette TC devleti gibi, IŞİD çetelerinin geçiş noktası olmayı kabul etmedi. Belli unsurlara eğitim vermek, belli unsurlara parasal yardım organize etmek, belli ölçüde lojistik destek sağlamak gibi işleri yapmayı yeğledi. TC devleti ise, açık ve net olarak, her türlü desteği IŞİD militanlarına sundu. İsrail ve TC devletinin Suriye konusundaki politikaları, birebir aynıdır.

ABD’nin bu politikası çökmüştür.

Ama, ABD, TC devleti eli ile, savaşı uzatmak, sahada TC devletini ve IŞİD çetelerini kullanarak, Rusya ile pazarlık masasına oturmak istemektedir.

3-

Çok sık dile getirilen sorunun yanıtı buradadır. Soru şudur: Bizim İdlib’de ne işimiz var, bizim Libya’da ne işimiz var? Soru budur. Bu soruyu soran “muhalefet” kılıklı CHP, gerçekte bu soruların yanıtlarını da biliyor ve dile getirmiyor.

İki nedenle Libya’da ve Suriye’deyiz:

  • ABD adına oradayız ve ABD, TC ordusunu ve IŞİD çetelerini kullanarak, sahada pazarlık yapmak için elini güçlendirmek istemektedir. Bu işin içinde Müslüman Kardeşler ideolojisi bir illüzyon olarak, bir aldatma olarak vardır. ABD çıkarlarının açık ihtiyaçları dışında, bu iki ülkede, savaş için var olmanın bir nedeni yoktur.
  • İkinci neden, Erdoğan ailesinin ve çevresinin mal varlığının güvenceye alınması ve yüzdelik komisyonları için oradayız.

Başka hiçbir “ulusal”, hiçbir “insanî” gerekçeleri yoktur. Erdoğan ailesi ve Saray çevresinin mal varlığının garantiye alınması, kârlarının sürekli kılınmasının sağlanması, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin devamı, Saray Rejimi’nin ayakta tutulması, aslında nihaî olarak “mal varlığı” demektir. İşte TC devletinin “yüce”, “kutsal” çıkarları buradadır. Libya ile imzalanan anlaşmanın arka planında, Bilal Oğlan’ın 13 milyar dolarlık petrol alması meselesi vardır.

Bu, elbette “devlet geleneği” denilen şeye de aykırıdır. Bu nedenle size inandırıcı gelmiyorsa, tabloya bir daha bakın derim. Mesela “Merkel’den 25 milyar istedim, elden ver dedim” sözlerini hatırlayın. Mesela “dostum Trump, orada petrol var mı, diye sordu” cümlesini izleyen kahkahaları hatırlayın. Hâlâ Libya anlaşmasını, devletler anlaşması olarak düşünüyorsanız, size “kör” demek zorunda kalacağız.

4-

Artık, Türkiye’nin diplomasisi, “çete diplomasisi”dir. Çete diplomasisi, elden para ister, el altından petrol ister, “beni kurtar ya Putin” der, “Almanya, İngiltere ve Fransa ve şahsım” diye cümle kurar, “sen kimsin” diye kükrer, “eyyy” diye başlayan cümleler kurar, “Suriye hava sahasını bize açın da savaşalım” tarzında derin politikalar geliştirir.

Yoksa normal anlamda bir diplomasisi olan acemi ülkeler dahi, bunların yaptıklarını yapmazlar. Mesela, Suriye’nin toprak bütünlüğüne bağlıyız diye demeçler verenler, işgal ettikleri yerleri “misak-ı milli” diye yutturmaya çalışmazlar. Soçi’de anlaşmaya imza attığı hâlde, elemterefiş kem gözlere şiş hesabı ile, HTŞ çeteleri ile iş tutmazlar. Libya’da askerlerimiz ve IŞİD çeteleri birlikte mücadele ediyor, diye açıklama yapmazlar. Mesela Türk tanklarının içinden çıkan IŞİD’lilerin zafer naralarını yayınlamazlar.

Bu artık, bir “çete diplomasisi”dir. Tepe tepe kullanın.

5-

“Şehitler tepesi inşallah boş kalmayacak” sözleri, ancak, aklını kaybetmiş, gözü dönmüş kişilerin açıklamaları olabilir. Normal olarak, devlet yöneticileri, savaş yanlısı olsalar dahi, ölümlere üzülür, ama “ölenler şehitler tepesine gitti” derler. Oysa, Muktedir, tanrıdan niyaz ediyor, “şehitler tepesi inşallah boş kalmayacak” diyor.

Bunun ilk işareti olarak, Bilal Oğlan’ı, cepheye sürsenize! Bir KHK çıkartın ve tüm generallerin, tüm meclis üyelerinin, tüm yüksek bürokrasinin çocukları cepheye en önde gidecek, şeklinde olsun. Bakalım, o zaman “şehitler tepesi” ne kadar sevinçle sizleri kabul edecek! Şehadet şerbetini buyurun siz için.

Bu savaş, halkın savaşı değildir.

Bu savaş, gençlerin, öğrencilerin, işçilerin, kadınların, emeklilerin, yoksulların savaşı değildir.

Yoksula şehitler tepesini layık görenler, buyursun, o “kutsal” yere, kendileri uzansınlar. Ölen insanları, tane tane sayanlar, onları birer can, birer insan olarak saymayanlar, buyursun, tane tane kendi çocuklarını cepheye sürsünler.

Ölen ister Suriyeli olsun ister Türkiyeli, bunları rakamlar olarak sunanlar, buyursun, şehitler tepesinden kendilerine ayrılmış yere ulaşmak için, cephenin en önüne gitsinler.

Yoksula şehitler tepesi, ama zengine Kanal İstanbul’dan kupon arazi! İşte sizin vatan anlayışınız.

6-

İdlib’de, TC devleti, çetelerin içinde hareket etmekte, onlarla birlikte var olmakta, onlarla birlikte yaşamaktadır. Söylentilere göre 20 bin asker, bir o kadar IŞİD’li birlikte savaşmakta, TC devleti ve ABD silâh sevkiyatı yapmaktadır.

Rusya, açıkça, bu nedenle, “olmamanız gereken yerdeydiniz” gibi açıklamalar yapmaktadır. Bu nedenle, yüzlerce askeri feda etmişlerdir.

İdlib’de TC askeri, ABD’nin Rusya ile pazarlıkta elini güçlendirmek için vardır. Orada olma nedeninin, Türkiye ile hiçbir alâkası yoktur. Operasyonlar bu nedenle yapılmaktadır.

ABD’nin Rusya ile yürüttüğü pazarlığın düğüm noktalarını bilmiyor olsak da, ABD’nin kendini bölgede kalıcı hâle getirmek ve İran ile TC devletini karşı karşıya getirmek istediğini biliyoruz. Hatta, bugün, Rusya ve Türkiye ilişkilerini baltalamak istediği de açıktır. Ama arka planda, İran’a karşı savaş için TC devletinin rol alması isteği vardır. Erdoğan, mal varlığı tehdidi ile, can damarından vurulmuştur. “Hiçbir şeyi sevmedi, dolarları sevdiği kadar, hiçbir şeye bağlanmadı, altınlara bağlandığı kadar” dersek, tam da Erdoğan’ı anlatmış oluruz. Erdoğan bu denli “zavallı” pozisyonda yakalanmış iken, ABD, İran için istediği şeyleri koparma hevesindedir. İdlib saldırısının hemen ardından ABD, Halkbank davasını ertelemiştir. İşte Erdoğan’ın bu zayıf noktası, çeteleşmiş devletin de en zayıf noktası hâline gelmiştir.

TC devletinin her adımı, Trump yönetiminin emirleri ile atılmaktadır.

Erdoğan ise, Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için, tam bir “savaş müptelası” konumundadır. “Savaş müptelalığı”, Erdoğan için iktidardan düşmemenin tek aracı hâline gelmiştir. Bugün, Suriye ile savaş azalmaya başlasın, Erdoğan, bu kez, başka bir yerde savaş kışkırtıcılığı yapacaktır.

7-

Erdoğan’ın iktidardaki ömrü, İdlib’e bağlanmış durumdadır.

Erdoğan, İdlib’i kaybetti mi, ABD adına da işe yaramayacaktır. Kendisini “oraya” getirenler, oradan indireceklerdir. Erdoğan da bunu gayet iyi bilmektedir. Dostum Trump ifadeleri, aslında bunun içindir. Daha yakın dönemde, diplomatik teamülleri aşan bir üslup ile kendisine yazılan Trump mektubunu unutup, “dostum Trump” demesinin nedeni budur.

Erdoğan iktidarı artık sonuna gelmiştir.

Saray Rejimi de aynı durumdadır.

TC devleti ise, tam olarak çeteleşmektedir. Her emperyalist gücün, TC devleti içinde uzantıları çeteler şeklinde vardır. Bu “yağma, rant ve savaş ekonomisi”nin ürettiği çeteleşme ile de iç içedir. TC devletinin her kurumunda, ABD’nin, İngiltere’nin, İsrail’in, Almanya’nın ve Fransa’nın ayrı ayrı güçleri vardır.

Yiğit Bulut, nam-ı diğer Jöleli, Abdullah Gül, Gezi’yi alkışlayıp, cumhurbaşkanlığı sistemini eleştirince, açıktan “kraliçenin adamı konuştu” diye yazabilmektedir. Eski cumhurbaşkanıdır Abdullah Gül. Ve öğreniyoruz ki, Kraliçe’nin, yani İngiltere’nin adamıdır. O öyle midir bilemeyiz, ama her birinin birilerinin adamı olduğundan eminiz. İşte çeteleşmenin bir de bu yönü vardır.

8-

Bu koşullarda, savaşa karşı genel direnişi yükseltmek, genel grevi örgütlemek önem kazanmaktadır.

Bu, bizim savaşımız değildir.

Bu, halkların savaşı değildir.

Bu, vatan için yürütülen bir savaş değildir.

TC devleti, açıkça Suriye topraklarında işgalci konumdadır.

TC devleti, ABD adına, paralı askerlik yapmaktadır.

Erdoğan’ın, Bilal’in, Damat’ın, diğer damadın vb. mal varlığı için, “şehitler tepesi” edebiyatı yürütülmektedir. Bu savaş, sizin savaşınızdır, cepheye de siz buyurun.

Şehitler tepesini boş bırakmak istemiyorsanız, buyurun önden sizi alalım.

Türkiye halklarının Suriye halkları ile hiçbir sorunu yoktur.

Bu nedenle, Saray Rejimi’nin savaş naralarına karşı, devrim ve sosyalizm, barış ve özgürlük, ekmek ve adalet mücadelesini yükseltmek gerekir.

ABD ve Saray Rejimi için kan dökmeyi, savaşmayı reddet. Bu senin savaşın değildir.

Bizim savaşımız, özgürlük ve sosyalizm savaşıdır.

Bizim savaşımız, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurma savaşıdır.

Biz, dünyanın tüm halkları kardeşiz.

Biz, dünyanın tüm yoksulları kardeşiz.

Biz, dünyanın tüm işçileri kardeşiz.

Sen Yürürsün Rüzgar Yürür

Son dönemde artan toplu intiharlar, işçilerin kendilerini yakmaları, artan taciz tecavüz vakaları sistemin çürümüşlüğünü gözler önüne sererken, Çin’de ortaya çıkan Covid-19 virüsü kapitalizmin nasıl işlediğini bir kez daha bizlere gösterdi.

Ülkemizde alınan önlemlerin insanları değil sermayeyi koruduğunu, ülkenin Cumhurbaşkanı “Bizim için en önemli şey sermayenin korunması, üretimin devam etmesidir” sözleriyle açıkladı. Aynı konuşmasında evinde kal, sabırlı ol, dua et, çağrısı yaptı. Bunları da virüse karşı alınan önlemler adı altında söyledi. Her gün çalışmak zorunda olan işçilerden ya da ücretsiz izinle evine yollananlardan bahsetmedi.

Danışılan Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Mehmet Ceyhan “Allah virüsleri yaratmış. Neden yaratmış kendi başlarına yaşayamazlar, hiçbir işe yaramazlar. Neden yaratmış çünkü insanlar belli bir sayının üzerinde yaşayamaz. Çiçek hastalığı çıkıyor siz buna aşı buluyorsunuz Allah’ın işine karışıyorsunuz” dedi. Doğa ve kapitalizmden hiç bahsetmedi.

Sağlık bakanı virüse karşı önlemler adı altında “Bu hastalığa karşı elimizde güçlü bir koz var. O da yakalanmamak, herkes kendi OHAL’ini yaratsın.” dedi. Parlak fikirleriyle ufkumuzu açtı.

Bunları söyleyen bir Bilim Kurulu’nu da, bunlara danışarak iş yapan bakanları ve benzer kişileri de, bilimsel bilgiyi aramaya, bu bilgiyi insanlık için kullanmaya çağırıyoruz.

Biliyoruz yapamazlar…

Bunu yapmaları için insanı, insanlığı düşünüyor olmaları gerekir. Ama öyle değil. Bunu da alınmayan tüm önlemlerle gösterdiler, gösteriyorlar. Bu kısım zaten gözler önündedir, herkes tarafından görülmekte bilinmektedir.

Biz size insanlığı düşünenleri, bu uğurda savaşanları anlatacağız…

Biz size Che’nin devrimden sonra Bolivya’da mücadeleye devam etmesinden, Denizlerin Zap Suyu üzerine yaptıkları köprüden, Mahirlerden, Zapatistalardan, Küba’dan, dünyada yardıma ihtiyacı olan her yere giden gönüllü doktorlardan bahsedeceğiz.

Hayata nasıl bakıyorsan öyle hareket edersin. Birinde harita olur önünde,  nereye doktor göndermeli diye tartışırsın, birinde hayatını kaybeden insanların listesi olur, sabır dersin. Birinde salgın görüldüğü an tedavi için yöntem geliştirmeye başlarsın. Birinde yumurta kapıya dayanınca sabır, dua, kolonya dersin. Birinde yan komşunu düşünür, eksiğini sorarsın. Birinde kendini eve, kulağını her şeye kapatırsın.

İnsanlık kafa sayısı değil, toplumsal bir değer ve niteliktir. Bu nitelik ve değer de bugün kendisini sosyalizmin ülkemizde kurulmasında, komünizmin dünya sistemi olmasında gösterir.

İnsan kalmak, insanlığı yaşatmak, nefes alabilmek için sosyalizm şarttır.

Bu yol bugün dünyada hayatını kaybeden insanların rakamlarını günlük takip etmekten, hangi ülkenin durumu daha kötü diye bakmaktan değil, ben ne yapabilirim diye düşünmekten, bunun için yol aramaktan geçer.

Bugün herkesin kendisini eve kapatıp kendisi dışındaki her şeyi unutmasından değil, en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiği halde yüzünü bile görmediği insanlar için dayanışmayı büyütmekten geçer.

Bu yol bugün bana dokunmayan yılan bin yaşasın demekten değil, yılan kime dokunursa dokunsun başını ezmek üzere harekete geçmekten geçer. Yarından bugüne bakıp sosyalizmi kurmaktan geçer.

Biz dünyaya asker değil doktor göndeririz diyen Fidel’in, yani sosyalizmin ufkuyla hareket edenlerin yolundan gidiyoruz.

Bizler liseliyiz. Derdimiz de, ufkumuz da, amacımız da budur.

Bu yol hepimizin yani insanlığın yoludur. İnsan kalabilmek için, yaşamı örgütlemek için, sosyalizm için dayanışmayı büyüt, örgütlen!

Yıkalım bu köhne düzeni biz başka alem isteriz!

Kapitalizm çürümüştür devrim insanlığın dirilişidir!

MESS sözleşmesinin düşündürdükleri

Bir tarafta MESS vardır. İşveren sendikasıdır ve Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası olarak kurulmuştur. İşçi sınıfı tarihinin en ciddi mücadeleleri bu alanda, DİSK’e bağlı Maden-İş ile MESS arasında verilmiştir dersek yanlış olmaz. İşçilerin, “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te, çarklar durdu elimizde” diye attıkları slogan, hâlâ düşündürücüdür.

DGM, Devlet Güvenlik Mahkemeleridir ve işçiler, DGM’ye karşı da grev kararı almış, hayata geçirmişlerdir. 15-16 Haziran direnişinin öncesinde, DİSK’in kapatılması girişimi, boşuna değildir.

Türkiye, NATO üyesidir.

Türkiye, siyasal olarak ABD emperyalizmine, ekonomik olarak AB’ye bağlı bir “ortaklaşa sömürge”dir. Tüm soğuk savaş boyunca da böyle devam etmiştir ve bugünlerde, emperyalist güçler, Türkiye’yi de içine alacak şekilde bir paylaşım savaşımına girişmişlerdir. Kaldıraç sayı 224’te, Deniz Adalı’nın, “Emperyalist paylaşım savaşımı ve TC devleti – Aslanlar kedigillerden midir?” başlıklı bir yazısı var. Durumu orada özetlemektedir. Biz daha detayına girmeyelim. Sadece, Kaldıraç 224’üncü sayıdaki bu yazının, Şubat ayının sonundaki İdlib süreci yaşanmadan yazıldığını, hatta neredeyse tüm derginin Şubat sonunda yaşanan İdlib sürecinden önce tamamlanmış olduğunu hatırlatalım.

Türkiye’de Türk-İş’in kurulması ile, NATO’ya girmek arasında bağ vardır. ABD emperyalizmi, CIA, doğrudan Türk-İş gibi bir sendikanın, devlet tarafından kurularak, işçi hareketinin denetim altına alınmasını organize etmiştir. Yoksa Türk-İş, işçi sınıfının eylemleri ile söküp aldığı bir sendika değildir.

Biz Marksistler, devrimciler, ağır baskı dönemlerinde, faşist sendikalarda bile çalışmamız gerektiğini söyleriz. Bu doğrudur da. Ama Türk-İş’in böylesi bir operasyonla, işçi hareketinin önünü önceden kesmek, Sovyetler’in faşizme karşı zaferinin işçi sınıfı üzerindeki olası etkilerini önlemek için organize edildiğini akılda tutmalıyız.

DİSK, böyle değildir. İşçi sınıfının devrimcileşmesinin, bu yöne yönelmesinin, mücadele etmesinin ürünüdür.

İşte bu nedenle, DİSK kapatılmak istenmiştir.

İşte bu nedenle, 12 Eylül karşı-devrimi, DİSK’in mal varlığına el koymuştur.

İşte bu nedenle, DİSK yöneticileri katledilmiş, hapislere atılmıştır.

Allah aşkına, bir kapitalist ülkede, bir işçi sendikasının liderleri, hiç hapse girmeden nasıl mücadele etmiş olabilir? Mesela Türk-İş denilen en büyük konfederasyonun yöneticilerini inceleyin yeter.

İşte o işçi sınıfı, o Maden-İş öncülüğünde, “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te, çarklar durdu elimizde” diye haykırmaktaydı. Çekinmeyin, evinizde, bu sloganı siz de atın, kafiyesi de uygundur, kolay atılabilmekte ve gür ses çıkmaktadır. Bir kere de siz deneyin, komşunuzdan korkmayın. Nasıl olsa DGM ve MESS nedir bilemeyecektir. Sizin, her evde olduğu gibi, aile kavgası nedeni ile seslerinizin yükseldiğini, ama bunun kafiyeli bir hâl aldığını düşünecektir. Yok, eğer komşunuz sloganı anladı ise ve siz hapiste değilseniz, demek ki, iyi bir komşunuz varmış, bunu öğrenmiş olursunuz. Lütfen, içinizden değil, açıktan, bağırarak deneyin: “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te,” bu ilk dizesi oluyor, “çarklar durdu elimizde” ikinci dizesi.

İşte MESS, bu nedenle, en bilinçli burjuva kesimlerinin de örgütüdür. Mücadele, her iki tarafı da eğitir. MESS; Maden-İş deneyimlerini asla unutmaz.

Bizim tarafta ise, artık Maden-İş yok.

Hâlâ, ülkemizin en ileri işçi sendikalarından birisi olan Birleşik Maden İş Sendikası var (BMİS olarak kısaltılıyor. En azından Kaldıraç’ın 224. sayısında ve İşçi Gazetesi’nin Şubat sayısında böyle kısaltılmış). BMİS, ülkede sendikaların işçi sendikası olmaktan çıkıp, devlet ve patron sendikası hâline gelmiş olduğu 12 Eylül sonrası sendika çürümüşlüğünden, daha az etkilenmiş sendikalardandır. Biliyoruz, bazı sendikalar, tam olmasa da, hâlâ işçi sendikası olmaya çalışmaktadır. Bunun zorlukları da biliniyor ama, galiba bunun için, bir plana, bir örgütlü iradeye ihtiyaç var.

BMİS tek değil. MESS ile masaya oturan toplam üç sendikadır. Diğer ikisi, Türk Metal ve Özçelik-İş’tir.

BMİS, 10 bin işçiyi temsilen masaya oturmaktadır.

Türk Metal (TMS) ise, 119 bin işçiyi temsilen masadadır.

Özçelik-İş, 1000 civarında işçiyi temsilen masaya oturmaktadır (Bakınız, İşçi Gazetesi’nden aktaran Kaldıraç, sayı 224).

Metal iş kolu, yakın dönemde, otomotiv sanayiinden yükselen ve adına “metal fırtına” denilen eylemlerle de gündeme geldi. Yani, MESS bünyesindeki 201 üye, ülkenin önemli sanayi alanını temsil etmektedir. Hem bu fabrikalar kapasite olarak önemlidir, hem de bu fabrikalar ihracat alanında etkilidir. Zaten önemli bir bölümü, doğrudan yabancı sermayenin, daha çok da Almanya ve AB’nin uzantısı gibidirler. Ya AB ülkelerinden ortaklıkları vardır ya da ihracat olarak doğrudan oraya çalışmaktadırlar. Örneğin, Reno, Fransız ve OYAK grubuna bağlıdır. OYAK, Ordu Yardımlaşma Kurumu’dur ve önemli ölçüde emekli subaylardan oluşmaktadır. Fransızlar, Reno fabrikalarında üretilen otomobilleri, buradan dünyaya ihraç etmektedir. Aynı şey İtalyan ortaklı Koç Grubu’na bağlı Fiat için de geçerlidir. Bu sadece otomobil sanayii için böyle değildir, otomotiv yan sanayii için de böyledir. Mesela Bosch Grubu, genellikle Almanya’ya çalışmaktadır.

Kısacası metal sanayii diyeceğimiz, MESS bünyesinde toplanan işyerleri, hem burjuvazinin en bilinçli, sınıf bilinci en yüksek kesimlerini oluşturuyor, hem de en örgütlü kesimini.

Oysa işçi sınıfı cephesinde durum böyle değildir.

Özçelik-İş’i ele alalım: Bir sendika kendine böyle bir isim koyar mı? “Öz” ne demektir? Otobüs firmalarının aile ortakları ayrıldıkça, her biri kendine eski isme ilave bir ekle isim oluştururdu, Diyarbakır Turizm, Öz Diyarbakır Turizm gibi. Öz çelik iş, böylesi bir şeyin ürünü müdür? Bu durumda, çelik iş olanın sahibi olan aile kimdir ki, ortaklardan biri yeni sendikanın adını böyle koyuyor?

Bu konu, sizce sadece bir isim sorunu mudur?

Değildir.

Ülkemizde CIA organizasyonu ile kurulan Türk-İş tarzı sendikacılığın, devlet-patron sendikacılığının ne anlama geldiğini anlamak için bu isim meselesi önemlidir. Normal şartlarda, işçiler, içinde yer aldıkları sektöre, yürüttükleri mücadeleye vb. bağlı olarak örgütlenir ve sendikalarının isimlerini öyle koyarlar. Öyle emirle bir sendika kurulmaz. Böylesi sendikalar, işçi aidatları ile kendilerine rant yaratan sendikacıların sendikalarıdır, işçi sendikaları değildir.

İşçiler, üç ayrı sendika olduğu için, farklı taleplerle MESS’le masaya oturdular. MESS, sözleşmelerin üç yıl süre ile geçerli olmasını istiyordu. Neden? Çünkü, üç yıllık süreyi, işçilerin tahmin etmesi zordur. Onlar daha çok, bugün ve yarın alacakları ücrete bakacaklardır. Eğer sendika, işçilere bu bilinci, işçi ve sınıf olma bilincini vermiyorsa, işçilerin üç yıl sonrası dönemi kestirmeleri oldukça zor olacaktır. Oysa MESS’in uzmanları var, ekonomistleri, piyasa uzmanları, siyasal uzmanları vb. var. Onlar, zaten yalana dayalı devlet istatistiklerini yorumlayarak, işçileri daha düşük maaşla çalışmaya ikna edebilirler.

Sözleşme dönemi, Ekim 2019 ile Ekim 2021 dönemini kapsayacak iken, MESS, sözleşmenin Ekim 2022’ye kadar geçerli olmasını talep etmektedir.

MESS şunları önerdi:

  • Üç yıllık sözleşme,
  • İlk altı ay için %6 zam, diğer tüm 6 aylık dilimlerde “enflasyon” oranında artış,
  • Sosyal haklarda değişiklik yok.

TMS (Türk Metal):

  • İlk altı ayda %26 zam, diğer dilimlerde enflasyon kadar artış,
  • İki yıllık sözleşmeye devam,
  • Sosyal haklarda %30 oranında artış.

DİSK’e bağlı Birleşik Metal (BMİS) ise

  • İki yıllık toplu sözleşmeye devam,
  • İlk altı ay için %34 zam, diğer 6 aylık dilimlerde enflasyon kadar artış,
  • Sosyal haklarda %50 artış.

Özçelik-İş ise, TMS ne diyorsa o, şeklinde özetlenecek bir tutuma sahip idi.

İşçiler, MESS’in teklifi karşısında harekete geçtiler. Eylemler yükseldi ve en çok da BMİS üyeleri daha kararlı bir tutum sergilediler. İş bırakma eylemleri, polisle çatışma sahnelerine kadar vardı. İşçiler, “işçiye kalkan eller kırılsın” diye bağırdılar, ama ülkenin içinde bulunduğu şartlarda, daha kararlı bir direnişin de olmayacağının ipuçları ortaya çıkmaya başlamıştı.

Kaldıraç hareketinden işçiler, Birleşik İşçi Kurultayı’ndan işçiler, bizzat miting ve eylemlerde, işçilerin ruh hâlinin, sendikaların %16-17’lerde bir artışa razı olacaklarını söylediklerini bildirmişlerdi. Yani işçiler, bu eylemlerde, bizim yoldaşlarımıza durumu değerlendirdiklerinde, sendikaların %16-17’ye razı oldukları yönündedir.

Ve nihayet, 28 Ocak gecesi, Özçelik-İş ve TMS, nedense “gece”, sözleşmeyi imzalamıştır. Neden “gece” bu imzalar atılıyor? Bu imza “töreninde” kimler var? Burada konuşulanların kayıtları acaba nerededir?

BMİS ise aynı şartlara, bu kez 2 Şubat günü imza atıyor.

Buna göre;

  • Sözleşmeler iki yıllık olmaya devam edecek
  • İşçiler ilk altı ayda %17, ikinci altı ayda %6, sonraki yıl her altı ayda enflasyon kadar artış alacaklar.
  • Sosyal haklara %20 artış sağlanmıştır.

İşte bu süreç üzerine bazı notlara ihtiyaç vardır.

1-

Denilebilir ki, işçiler, diğer sözleşmelere bakıldığında, fena olmayan bir artış elde etmişlerdir. Bunu söyleyen var. Bunu en başta işçi sendikacılığı yaptığını söyleyip de ifade edenler var. Bu ifadeler, aslında işçileri, toplu sözleşme sürecinde aza razı edenlerin, onları bir kere daha kandırma isteklerinin ürünüdür.

  • Diyorlar ki, işsizlik var. İşimizi mi kaybedecektik?

Bu aslında işçi sendikasının değil, patron sendikasının konuşma tarzı olabilir. Bir tehdittir. Eğer işçiler mücadele edecekse, elbette bazı şeyleri kaybetme riski vardır. Ama kazanmanın da başka yolu yoktur.

Ülkenin en dinamik sanayii, metal sanayiidir. Bu sanayi, büyük ölçüde yurtdışına çalışmaktadır. Kur farkı nedeni ile, zaten yurtdışı alıcılar için, daha büyük avantaj oluşmuş durumdadır. Bu durumda, direnilirse, işçilerin kazanma şansı çok yüksek idi. Çünkü, metal sanayiinin durması, Avrupa piyasalarını da etkileyecekti. Ve Avrupalı için, doların, euronun %40 yükseldiği şartlarda, %40’a kadar artış kabul edilebilirdir.

Ama, Özçelik-İş’i bir yana bırakırsak, TMS, zaten işçileri aza razı etme işi için görevlidir ve BMİS, bu tuzağa düşmüştür.

İşini kaybetme meselesine gelince, zaten metal iş kolu, elinden geldiği kadarı ile, ucuz işçi bulduğunda, tereddüt etmeden işçilerin işine son vermektedir. Bunun için sözleşmeye vb. de bakmamaktadırlar.

İşçilere, diğer sendikaların sözleşmelerine bakın, demek, akılsızlık değil ise, suçunu örtmeye çalışmaktan ibaret kurnazlıktır.

Eğer işçiler, en kötüye bakacak olsalar, asgarî ücretin 2324 TL olduğu bir ülkede, zam istememeleri, hatta kesintiyi kabul etmeleri gerekirdi. Ne kadar büyük utanmazlık, işçilere başka sözleşmelere bak diyebiliyorlar.

Eğer işçiler, kamuda verilen %6’ya bakacaklarsa, size ne gerek var? Siz, hemen sendikanızı kapatın. Hiç değilse, işçilerin aidatları boşa gitmesin. TMS yöneticileri, eğer ellerinden gelse, tıpkı Türk-İş Başkanı gibi, işçileri %6’ya razı ederdi. Elinden gelmedi. Buyurun, %6 isteyin de işçilerin size tepkisini görün.

İşte bu örnek de bize gösteriyor ki, TMS, özellikle TMS, işçileri en aza razı etmek için uğraşmıştır ve BMİS, onu takip etmiştir.

En kötüsüne bakarak, aldığımızı değerlendireceksek, ülkemizde toplu sözleşme yapamayan milyonlarca işçi olduğunu da bilmeliyiz. Bu durumda, isterse %1 alalım, “ne güzel, şükür ki, sözleşme yapabiliyoruz” mu diyeceğiz?

Sendikalar, sendika uzmanları, bu utanmazca değerlendirmeyi, MESS sözleşmesi için yapmaktadırlar. İşçiler, “artık bittik, daha fazla fakirleşemiyoruz” diyor, sendika uzmanları, utanmadan, diğerleri %30 kaybetti, biz %15 diye bizim sevinmemizi mi istiyor?

2-

Gerçeği bilmek işçilerin hakkıdır.

  • Bu sözleşme, geri bir sözleşmedir. Sözleşmede korunabilen tek şey var, o da iki yıllık toplu sözleşmedir. İki yıllık toplu sözleşme korunabilmiştir.
  • Ücret zammı düşüktür. Ülkemizde enflasyon, %50’lerdedir. Bu denli fiyat artışı olduğunu, her işçi, bizzat kendisi bilmekte, yaşamaktadır. Her ürünün fiyatına gelen zam ortadadır. Artık, yoksulluk ve açlık diz boyudur. O kadar ki, Diyanet İşleri Başkanı bile, pazara akşamları gidin diye öneriler sıralamaktadır.

Metal işçisi, %18,5 zam almıştır ve bu yaklaşık %30 fakirleşmektir. Evet, bazı işçiler %40 fakirleşmiştir, bazısı %50. Ama, biz biliyoruz ki, bu ülkede çok ama çok zenginleşenler de var. Bu enflasyonun, bu bunalımın, bu krizin sorumlusu biz değiliz. Biz, bu krizin mağdurlarıyız. Şimdi omuzlarımıza krizin yükü daha da fazla binmiştir.

İkinci yıl, “enflasyon farkı” almak, saçmadır.

Bu ülkede, ekonomi yönetimi, Saray Rejimi, devletin her kurumu, tüm basın yalan söylemektedir. Baştan aşağıya ülkeyi yönetenler yalan ve manipülasyona dayalı bir propaganda yürütmektedirler. Bu koşullardan, enflasyon rakamları da nasibini almaktadır.

Gelin, işverenler, enflasyon farkı kadar kâr etsinler?

Neden onlar, kârlarını hesaplarken, enflasyon ve kur değişimlerinden arındırma yapıyorlar? Neden bizim ücretlerimiz hep aşağıya doğru gidiyor?

Savaş, rant ve yağma ekonomisine dayalı Saray Rejimi, ne yapacak da enflasyonu düşürecek?

Şimdi, siz, MESS’in yerinde olsanız, enflasyon rakamlarını düşük gösteren Damat’ı çok ama çok sevmeye devam etmez misiniz?

Demek ki, ikinci yıl, işçiler daha da fakirleşecektir.

Öyle ise “krizin faturasını ödemeyeceğiz” diye bağıran metal işçisi, çoktan ödemeye başlamıştır. Çoktan zokayı yutmuştur.

3-

Sosyal haklar için elde edilen %20’lik artış, iki yılda, en az %50’lik bir azalışa denk gelecektir. %50 enflasyon ile zaten yarısını kaybetmiş olan sosyal haklar, %20 arttığında, gelecek iki yılın ancak enflasyonunu, onu da belki, kurtarabilir. Bu nedenle, en az %50’lik bir artış demektir. Ölçmek kolaydır, Ocak 2018’de, bu sosyal hakların tutarı ne ile, (metal eşyadan gidelim) kaç çamaşır makinası alınmaktadır ve iki yıl sonra, yani, Ocak 2022’de kaç tane alınacaktır? İşte bu hesabı tutmak isteyen herkes, kaybı da hesaplayabilir.

4-

Demek ki, toplu sözleşme, doğru bağlanmamıştır. İşçilerin kaybı büyüktür. Bunun çeşitli nedenleri olabilir. Sendikacılar, işçi dostları, devrimciler, bu durumu işçilere olduğu gibi anlatmalıdır. Eğer buna rağmen toplu sözleşmeyi bağlama nedenlerini açıklamak istiyorlarsa, hay hay, buyursunlar, ama gerçekleri anlatsınlar. Mesela korktuk diyebilirler ve bunu saygı ile karşılarız. Ama biz bir zafer kazandık diyemezler, başka sözleşmelere bakın, diyemezler.

BMİS yönetimi, işçilere; biz 10 bin kişiyiz, oysa diğer tarafta 120 bin kişi var, onların sendikaları daha büyük, bu nedenle, biz onların dediğine razı olduk, yoksa kayıplarımız şunlar şunlar olacaktı, diyebilir. Ama, “biz zafer kazandık” diyemez. Doğru değildir. Yalandır. Ve işçilerin içinde büyüyen rahatsızlık, öyle görmezden gelinecek rahatsızlık değildir.

İşçilere TMS ve Özçelik-İş rahatlıkla yalan söylemektedirler. Ve bu nedenle, onlar birer işçi sendikası değildir. TMS yönetimi, Türkiye sendikacılığının en etkili mafya örgütlenmesidir. TMS, bir işçi sendikası değildir, işçileri denetim altına almak üzere organize edilmiş, Maden-İş’in şanlı tarihini yok etmeyi hedefleyen, devlet ve işveren eli ile desteklenen, 12 Eylül sonrasında organize edilen bir sendikadır. Başında, sendika mafyası vardır. Sadece, sendika başkanının son 40 yıllık kendi ve ailesinin mal varlığı durumu göstermeye yetecektir. Kemal Türkler’i katleden eller, şimdi, TMS’de sendikacılık yapanların ağabeyleridir.

Onlar işçilere yalan söyleyebilirler.

Ama BMİS yalan söylememelidir.

İşçilerden gerçekleri gizlememelidir.

TMS ile, sendika mafyası ile işbirliği içine girmemelidir.

Onların metotlarını, BMİS’e sokmamalıdır.

BMİS, Maden-İş’in şanlı mücadele tarihine sahip çıkmalıdır.

Bunun için, işçilere açıkça sesleniyoruz, gelin örgütlenelim. Türk-Metal elindeki yerlerde de örgütlenelim. Gelin, BİK’e katılın. Gelin, gücümüze güç verin. Ancak o zaman metal fırtına, anlamlı bir fırtına olacaktır.

İşçiler gerçeği istiyorlar, durum ne kadar ağır olursa olsun, o ağırlığı ile gerçeği istiyorlar.

5-

Bize, sendikaya, toplu sözleşme sürecine “siyaset” karıştırmayın diye öğüt veren MESS, masaya geldiğinde, “ülkenin şartları” diye söz başlıyor.

Ülkenin şartları, ülkenin yönetenleri, egemenleri tarafından yaratılıyor. Bu, Saray Rejimi’nin olduğu kadar, burjuvaların da ortak suçudur. Bize “ülkenin şartları” diye siyaset yapanlar, bizim siyaset yapmamızı önleyemezler.

Evet ülkenin şartları açık.

Kriz var.

İşçilerin emekçilerin %50 daha yoksullaştığı koşullarda yaşıyoruz. Öyle ise hakkımızı almalıyız.

Ülkenin şartları açık, milyonlarca işçi ve emekçi örgütsüz ve güçsüz, burjuvalar, Saray Rejimi örgütlü ve polis, ordu gücü ile işçilere saldırıyor.

Öyle ise, güç olacağız, örgütleneceğiz.

Bize diyorlar ki, diğer işçilerin aldıklarına bir bakın ve hakkınıza razı olun.

Yanıtımız şudur: Diğer işçilerin aldıklarına bakıyoruz, görüyoruz ki, eğer sesimizi çıkarmazsak, yarın daha kötüsüne razı olacağız. Bu nedenle, diğer işçileri de örgütlemeye karar veriyoruz. Onlara, bu düşük ücrete razı olmayın, sizin aldığınız sadakayı bize gösterip, buna razı olun demelerine izin vermeyin.

6-

Toplu sözleşme sürecinde, Aralık ayından başlayarak, Türkiye’ye, Avrupa metal sektörünün, belki de sendikalarının ücretini ödediği, “uzmanlar” geldiler.

Bu arada Türk Metal, BMİS’in üye olduğu Avrupa Metal İşçileri Sendikası’na üye oldu. Böylece Türk Metal ile BMİS arasında centilmenlik ilişkileri gelişmeye başladı.

Uzmanlar, sendikaları, %18,5 zamma razı etmek için etkili bir çalışma yürüttüler.

Biz soruyoruz, BMİS’e, sektörün işçi sendikası adına en çok layık olan sendikasına soruyoruz:

  • Bu uzmanlar kimlerdir? Görevleri, unvanları nedir?
  • Bu uzmanların Türkiye’deki faaliyetleri gün be gün ne olmuştur?
  • Bu uzmanlar, ne kadar para aldılar ve paralarını kim, hangi kurum ödedi?
  • Bu uzmanların gelişini destekleyen Avrupalı metal işçileri sendikaları, Türkiye’deki grev kararlarını destekleyecekler midir? Bizim burada sürdürdüğümüz eylemlere destek vermek üzere, şalterleri indireceklerine söz verebilirler mi?

Bu soruların yanıtlarını bekliyoruz. Her gün, işçiler, bu konuda ne bilgi elde ediyorlarsa, İşçi Gazetesi bunları yayınlayacaktır. Bize gerçeğin kendisi lazım. Dürüst ve duyarlı sendikacıların, bunları kamuoyuna, işçilere açıklaması lazım. Biz İşçi Gazetesi ve Kaldıraç olarak, sayfalarımızı bu konuda konuşacak olanlara açıyoruz.

Bu sözleşme sürecini bu detayla incelemezsek, her rakamın üzerine işçi olarak parmağımızı basmazsak, faturasını ödemek ağır gelecektir.

Görülüyor ki, sermaye, dünya çapında örgütlüdür. Türkiye’de metal sektörü sözleşmesi, Avrupa burjuvazisini çok ama çok yakından ilgilendiriyor. Bunun için buraya uzmanlar gönderiliyor. Bizdeki bilgilere göre, çok yüksek paralar da verilmiştir.

Peki, ya biz işçilerin enternasyonal örgütlenmesi?

Biz, metal işçileri, Avrupa metal işçileri ile, sadece sendikalar aracılığı ile değil, her yolla ilişki geliştirmeliyiz.

Bize, bu toplu sözleşme süreci gösteriyor ki;

  • İşçiler, ülkenin durumuna, siyasete ilgisiz kalarak toplu sözleşme bile yapamazlar.
  • İşçiler, diğer sektörlerdeki işçilerle ortaklaşa, dayanışma içinde hareket etmeyi geliştirmelidirler. Bu, tüm sendikal alandan sendika mafyasının kovulması demektir. Bu mücadele verilmeden, işçi sınıfının sınıf olarak davranabilme olanağı olmayacaktır.
  • İşçiler devrimcileşmek zorundadırlar. Sadece sendikalarını geri alabilmek için değil, tüm sömürü çarkını anlamak için de devrimcileşmek zorundadırlar. İktidarı almak için de. Bu nedenle, işçileri, Kaldıraç hareketi saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.
  • İşçiler, sektörün gerçek durumunu analiz edecek, devrimci ve emekten yana bakışa sahip uzmanlarla çalışmak zorundadırlar. Kendi içlerinden uzmanlar yetiştirmek zorundadırlar.
  • İşçiler, sendikacılık yapıp da kendilerini işçiden, emekten yana tanıtanlardan, ilk iş olarak, ne kadar ağır olursa olsun, gerçeği duymak istediklerini beyan etmelidirler. Bu, her koşulda, her durumda geçerli bir tutumdur.
  • Sendikalar, eğer ülkenin içinden geçtiği, savaş, kriz koşullarını doğru analiz edebilselerdi, çok daha yüksek oranda zam aldıkları bir sözleşmeye imza atabilir ve bugün söyledikleri şeyi “doğru” hâle getirebilirlerdi: Zafer kazandık. Zafer kazandık, şimdi, bu sözleşme ile doğru değildir. Asla doğru değildir.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...