Ana Sayfa Blog Sayfa 105

Kaldıraç Yayınevi’nden yeni kitap: Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim

Bu çalışma, günümüz tekelci kapitalizmi üzerine üçüncü çalışmamızdır. İlki, 2007 yılında basılmıştı: “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm”. İkincisi, daha yeni basıldı, 2020 basımıdır: “Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem” adını taşıyor. Bu çalışma ise sonuncusudur. Bu kitap daha çok, emperyalist paylaşım savaşımının hızlandığı, özellikle Suriye savaşındaki gelişmelerin ardından ya da bu sürecin içinde kaleme alındı.

Suriye savaşı, emperyalizm üzerine bir kere tartışmayı güncellemiştir. Üçüncü Paylaşım Savaşı, bize önceki paylaşım savaşları konusunda bilgilerimizi tazeleme zorunluluğu getirmektedir.

Eser Adı: Emperyalizm, Paylaşım Savaşımı ve Devrim
Yazar: Deniz Adalı

Kitabın genel anlamda türü: Tarih-Siyaset-Felsefe

Cilt Bilgisi: 250 gr Amerikan Bristol karton kapak
Kağıt Bilgisi: 60 gr Enzo Creamy kitap kağıdı
Sayfa Sayısı: 304
Kitap Boyutları: 13,5*21

ISBN No: 978-605-5172-13-8

Doğan Hızlan vesilesiyle eleştiri ve yazmak üstüne

“Tarihsel koşullar en güçlü
bireylerden daha güçlüdür.”
[1]

Papyon takan, gömleklerini hazır almayıp diktiren, ceketinin iç cebinde köstek taşıyan sanat insanı” Doğan Hızlan vesilesiyle değinmek istediklerim var; ancak önce Georgiy V. Plehanov’dan birkaç saptamanın altını çizelim:

“Gerek sanat gerekse edebiyatta, belirli bir akımın derinliğini, hangi sınıf ve katmanların zevklerini dile getirdiği ve bu sınıf ya da katmanın oynadığı toplumsal rol belirler… Her şey toplumsal gelişmenin akışına ve toplumsal güçler ilişkisine bağlıdır…”[2]

“Bir eseri yargılarken, onu çağının şartları içine yerleştirmeli ve aceleye getirilmiş genellemelerden kaçınmalıyız…”[3]

“Gerçekten felsefi olan bir eleştiri, aynı zamanda, gerçekten kavgacı bir eleştiridir…”[4]

* * * * *

Eleştirmendir Doğan Hızlan ya da çoğunlukla böyle anılır.

Pertevniyal mezunudur, hukuk öğrenimini yarıda bırakmıştır.

İlk yazısı 1954’te ‘Yeni Edebiyat’ dergisinde çıkan Doğan Hızlan, çeşitli edebiyat dergilerini ve farklı gazetelerin sanat sayfalarını yönetti. Bunun yanı sıra birçok gazete ve dergide eleştiriler yayımladı.

İlk kitabının yayın tarihi 1983’tü. Kitap yayınlatmakta çok geç kalmış. 46 yaşında kitaplı olmuştu. İlk yazıdan ilk kitaba geçen yaklaşık 30 yıllık sürede, eleştiriler, kitap tanıtma yazıları, edebiyat-sanat dergileri ve yayınevi editörlükleri, günlük gazetelerde sanat sayfası yöneticiliği, televizyonda edebiyat programları, belgeseller, gazetecilik, gazete yöneticiliği var. Çoğu zaman birden fazla işi aynı zamanda yapmıştı.

Örneğin ‘Yeni Edebiyat’ dergisini 1969-1976; ‘Yeni Gazete’nin haftalık sayfasını ise 1970-1971 kesitinde yönetmişti. Yayınevlerinde redaktörlük ve danışmanlık yapıp; 1980’den başlayarak ‘Gösteri Dergisi’ni yönetmişti. Ayrıca 27 Mayıs ile “atandığı” Türk Dil Kurumu’nda, 12 Eylül 1980’e kadar, 20 yıl görev üstlenmişti.

* * * * *

‘Gerçekçilik Yolunda’ (1989); ‘Yazınsal Gerçekçiliğin Boyutları’ (1995); ‘Saklı Su’ (1996); ‘Güncelin Çağrısı’ (1997); ‘Işık Ol’ (1998); ‘Söz Uçları’ (1998); ‘Edebiyatımızın Yol Haritası’ (2000); ‘Mavi Bereli’ (2001); ‘Şiir Çilingiri’ (2001); ‘Düzyazı Ayracı’ (2001); ‘Aynanın Arkası’ (2002); ‘Edebiyat Dönencesi’ (2003); ‘Celile’de Kuşlar Ölüyor’ (2003); ‘Babil’e Yolculuk’ (2003); ‘Yalnızlık Kahvesi’ (2003); ‘Günün Gölgedeki İzi’ (2004); ‘Küllenen Her Şey’ (2005); ‘Aşk Hayatı Gölgeler’ (2005); ‘Susan Bir Yerin Dili’ (2006); ‘Çalıntı Kitap Deposu’ (2007) gibi yapıtlarda imzası olan Doğan Hızlan’ın aslî niteliği eleştirmenliğidir…

“Bilim adamlarının, psikologların, müzikçilerin denemelerini, edebiyatçılarınkinden daha çok severim bazen. Çünkü yazısız bir alanda söylediklerinden, yazdıklarından çok daha fazlasını burada bulurum. Bir icadın, bir bestenin öyküsü, aslının açıklayıcısıdır. Edebiyatı tür çekmecelerinin içine hapsetmenin anlamı var mı?” vurgusuyla ekler o:

“Kuşaklar hem kendi dünyasını kurar, hem de başka dünyaları gözden geçirir… Sağın içinde de çok sevdiğim, övdüğüm edebiyatçılar var…”[5]

“Ben Anglosakson eleştirisini çok seviyorum. Uygulamalı, didaktik; ve saplantılı olmayan bir eleştiri…

“Edebî yargılarımı, değerlendirmelerimi siyasal eğilimle gölgelemekten hep çekindim. Bu, kaale almadım demek değil. Kişilere göre değişen bir yaklaşım…

“Eleştirmenin görevi, göze ilişmeyen, gözden kaçan tabiî önemliyse okurun gözüne onu ulaştırmak. Çünkü asıl çizginin çizdiğini biz takip etmeliyiz. O çizgi zaman zaman yere düşebilir, kopabilir. Koptuğu zaman bağlayacağız, yere düştüğü zaman kaldıracağız. Eleştirinin ve eleştirmenin işlevi ve görevi bence bu…”[6]

“Yüzyıl kalmayacak bir kitap (roman) için neden yüz sayfa yazalım ki?.. Türkiye’de eleştiri yok, bir roman hakkında yüzyıl kalacak yüz sayfa yazılmış bir eleştiri yazısı var mı?”[7]

* * * * *

Üretken ve tanınmış birisi (“star” da denilebilir!) olan Doğan Hızlan hakkında rivayet muhteliftir.

Mesela o; “Bütün zamanların onur yazarı”[8] olmaktan “Edebiyatın Cumhurbaşkan”lığına kadar bir çok -abartılı- payeyle taltif edilmiştir.

İşte bunlardan birkaçı!

i) “Erdal Öz, Doğan Hızlan’ı ‘Edebiyatın Cumhurbaşkanı’ olarak nitelendirmişti. Gerçekten de bir cumhurbaşkanı seçmemiz gerekseydi onu seçerdik. Çünkü onda bir cumhurbaşkanında aradığımız tüm özellikleri görüyoruz… Doğan Hızlan’ın hemen hiç değişmeyen temel özellikleri var. ‘Mavi Bereli’[9] adlı kitabının girişinde, ‘Mavi Bereli’ olmanın koşullarını anlatırken bu özelliklerini şöyle sıralıyor; nesnellik, duygularını gizlemek, mantıklılık, tarafsızlık, iyiden, zevkliden, kaliteliden yana olmak, tartışmaya girmemek, polemikten kaçınmak… Tabii ki kendisi hakkında alçakgönüllülük gösteriyor… Sloganı, ‘İyiden, güzelden yana taraftar olmak’. Sadece bu koşulla taraf olmayı kabullenebiliyor,”[10] der Metin Celal!

ii) “Onu birçok yanıyla kutlamak gerekir. Edebiyatçılığıyla, yazarlığıyla, eleştirmenliğiyle… Bence, kitaplarında kendini gösteren filozofluğuyla da… Doğan Hızlan, aynı zamanda gazetecidir ve gazetecilikte, büyük bir değişimin öncüsüdür,”[11] der Altan Öymen!

iii) “Bilincine çoğu kez geç varılan gerçeklerden biri: Belki de artık tam olarak hatırlayamadığımız kadar uzun bir zamandan bu yana yaşamımızda olan bir insan. Sonra, bir vesileyle o ‘uzun bir zamandan bu yana’nın dökümünü yaptığımızda, karşılaştığımız gerçek: O insanla geçen yıllar, meğer yaşamımızın da en uzun bölümüymüş,”[12] der Ahmet Cemal!

iv) “Edebiyatın taşıyıcı rolüne inanırım… İyi insanların iyi atlarına binerek gittiklerini gördüm. Kuşkusuz kalanlar vardı. Bunların sayısı da öyle çok değildir. Benim için, Doğan Hızlan, işte o kalanlardan biri. Üstelik taşıyıcı, bağlayıcı bir simge. Kültür insanı kimliğinin altında barındırdığı bir duruş, zarafet, insan sarrafı örneğidir… Eğer ‘feyiz almak’ deyiminin bugün hâlen bir anlamı varsa; Hızlan, geçtiği yerlerde edindiği birikimini yazıda taçlandırırken çevresindekilere de yansıtmıştır bunu. Onun yakınında durmak, dahası, dostu olabilecek ‘dar alan’a adım atabilmek belki de usta-çırak ilişkisinin bir yansıması olarak çıkar karşımıza. Hızlan’ın benim için ayırıcı, bağlayıcı yanlarından biri de budur… Edebiyat için doğmuş, deneme yazmak için kitaplar adasına gömülmüş; ama müzikle iç içeliği kendi vazgeçilmezliği bilmiş biridir Hızlan,”[13] der Feridun Andaç!

v) “Doğan Hızlan için ‘estet’ sıfatını ilk kullanan ben değilim. Ancak, onu tek sıfatla anlatmak gerektiğinde bundan uygununu bulmak zor. Tüm çağrışımlarıyla estet: Daha çok batı toplumlarının ‘yüksek sınıflar’ına ait gelenekler çerçevesinde yer alıyor bu çağrışımlar: Aristokrat ya da burjuva ‘gusto’sunu yönlendiren, hem sanatın hem de gündelik yaşamın incelikleri konusunda beğenisine güvenilen, siyasal ya da toplumsal otoritelerle kolay kolay çatışmayan, ama onlarla arasında belirli bir mesafeyi de hep koruyan saygın kişi. Doğan Hızlan, tam böyle bir sima; bunun İstanbullusu ve geniş okur kitlelerine açılmışı. İstanbul’un Avrupalılığını tescil ettirmek gerekse başvurulacak imgelerden biri: Estettir ve taklit değildir,”[14] der Necmiye Alpay!

vi) “Doğan Hızlan, yazılarını, eleştiriden çok, ‘deneme-eleştiri’ diye nitelendiren bir eleştirmenler kuşağındandır. Memet Fuat da, Mehmet H. Doğan da böyle nitelemişler idi yazılarını. Bu anlayış, onların, büyük yapıtlar döneminin eleştirmenleri olmalarından kaynaklandığı gibi, kendilerini izlenimci eleştiri anlayışı içinde görmelerinden de kaynaklanıyordu. İzlenimin ifadesi, eleştiriden çok denemeye yakındır çünkü… Doğan Hızlan, eleştirinin asal işlev mekânının, edebiyatın burç noktası olduğuna daima dikkat çeken bir eleştirmen olagelmiştir. Burç noktası derken kastettiğim, edebiyatın ileriye doğru hamle içinde olduğu, varolma atılımını denediği, edebiyattaki gelişimin şimdiki zaman noktasını kastediyorum,”[15] der Yücel Kayıran!

vii) “Doğan Hızlan’ı okurken insan bir kez daha anlıyor ki edebiyata değişik kültür düzencelerinden bakmak gerekir,”[16] der Mustafa Şerif Onaran!

Vb.leri, vd.leri… Bunların çoğu mübalâa sanatının örnekleridir; olsa olsa!

* * * * *

Hatırlanması gereken başka şeyler de söz konusudur.

Hatırlar mısınız? O, çalıştığı ‘Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün damadı Ercan Saatçi’ye “Türkiye’nin en iyi sanatçısı” sıfatını yakıştırmıştı!

Yalçın Küçük’ün, “Edebiyat zekâsı yoktur. Okumuştur; ama ne adam gibi eleştirmendir ne de yazar. Bir muammadır,” diye tanımladığı Doğan Hızlan, Fethi Naci’nin ardından “Marksistti ama estetik duygusundan yoksun değildi,” diyerek, ideolojisi olanın estetik duygusu olamayacağını ima edendi!

“Sanatta Star Sistemi”ndendi; onun açılışına gittiği sergiyi daha çok kişi ziyaret eder; bahsini geçirdiği opera ya da bale temsilinin biletleri tükenirdi!

Ya da bir etkinliğe katılması için sayısız telefon gelir, çünkü bazen şöyle bir görünmesi bile o etkinliğin prestijini arttırırdı. Bu yüzden de bütün kitap fuarları onu isterdi; tüm edebiyat yarışmaları da onu jüri yapardı.

Sanat alanındaki “bilirkişi”ydi de; bin bir zorlukla sanat üretmeye çalışanları, hiç bilmiyormuş gibi davranırdı; “Bir heykele ucube,” denildiğinden habersizmiş gibi susmuştu; hep bir şeyleri tek yanlı ve eksik görürdü. Ancak 2015 Temmuzu’ndaki yazısında “Cumartesi Anneleri”nden söz edebilmişti!

2011’in Aralık’ında Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’ne layık görüldü Doğan Hızlan “eleştiri dalında”; Cumhurbaşkanı Gül, ona ödülünü verirken ona “Edebiyatın Profesörü” denildiğini, kültür faaliyetlerini detaylı biçimde takip ettiğini, eleştirerek onları güçlendirdiğini ve bunun kültür ve sanat hayatının daha da zenginleşmesini sağladığını belirtmişti…[17]

2013 yılında T24’te, “Edebiyatın Doğan Hızlan’ıydı… biat’ın da Doğan Hızlan’ı oldu,”[18] denen onun hakkında; “Aydın Doğan adına tetikçilik yaptığı”ndan söz edilirdi; 2016’da Dolmabahçe’deki yandaş “sanatçılar” toplantısına katılmışlığını unutmadan![19]

Katıldığı konserlerin ikinci yarısında çıkan eleştirmen ya da “eleştirmeyen bir eleştirmen”di; bir nevî Hıncal Uluç’tu…

‘Picus Dergisi’nin Temmuz 2005 nüshasında Alev Alatlı, Doğan Hızlan için “Hilmi Yavuz’la birlikte kendilerini klonlamışlardır. Bu yüzden yapıştıkları iktidar koltuğundan ölseler bile vazgeçmeyeceklerdir,” deyip eklemişti: “Bunlar, artık klasikleşmiş isimler dışında kimse için eleştiri yazısı yazmaya cesaret edemez, çünkü yazmaya kalkarlarsa ne kadar yetersiz oldukları ortaya çıkar. Bundan korkuyorlar.”

Veya onun referansıyla bir kitap yok satardı.

Her türlü edebiyat ödülünde seçici kurulda yer alan bir isimdir. Oysa bir yıl içinde beş tane seçici kurulda yer alsa, yaklaşık 600 tane kitap okuması gerekirdi ki, bu da eşyanın tabiatına aykırı bir durumdu. O hâlde basit bir çıkarımla okumadan, iltimasla ödül dağıtanlardandır diyebiliriz.

Bu noktada sözü Taylan Kara’ya bırakalım:

“Türkiye’deki ‘edebiyat piyasası’, üç beş kişinin mutlak hâkimiyeti altındadır. Ödüller veren, şair ve yazarları öne çıkaran, kısacası ‘edebiyat piyasası’nı belirleyen insan sayısı, parmakla sayılacak kadar azdır.

“2013’te verilen 23 edebiyat ödülünde, birden fazla jüri üyeliği yapmış isimdir. (Doğan Hızlan: 12 kez)

“Aydın Doğan ödülü 1997’de roman, 2000’de şiir, 2012’de öykü dalında verilmiştir. Hepsinin seçici kurulunda Doğan Hızlan vardır.

“Aydın Doğan ödülü, arkeoloji, kent mimarisi, resim, moda tasarımı, heykel, tiyatro, sinema, Türk halk müziği, fotoğraf dalında verildiği yılların tamamında seçici kurulda yine Doğan Hızlan bulunmaktadır.”

Dedik ya: “Sanatta Star Sistemi”ndendi; “köşesini tutmuş ekmeğine bakan”dı o…

* * * * *

O ve benzerleri mübalâğalarla “göklere çıkarılır”ken; Nurullah Ataç, Fethi Naci gibi “efsane eleştirmen”[20] payesini hak edenler göz ardı ediliyordu!

Hatırlanırsa coğrafyamız “Tarihinin önemli bir toplumsal dönemecine denk düşen 1950’lerde ürün vermeye başlayan edebiyat, bu dönemde ‘resmi ideoloji’ye de fazla kapılanmadan, kendi piyasasını kurabilmişti… Ürünlerin bu kadar ‘bereketli’ olduğu bir ortamda, edebiyat eleştirisinin de lojistik destek sağlamak amacıyla ‘hazır ve nazır’ olması, doğaldır. Nurullah Ataç’ın ‘izlenimci’ eleştirisi, biraz ‘sosyolojik’ biçimde olsa da, bu dönemde aşılır olmuştur. Ancak o alanda da ciddi engellemeler vardı. Sözgelimi, dönemin ‘kötü baskılı’ kitaplarından biri, Fethi Naci’nin kendi imkânlarıyla yayımlayabildiği, ‘İnsan Tükenmez’ adlı yazılar toplamı, çıkar çıkmaz toplatılmış, soruşturma konusu olmuştu. Fethi Naci, ancak 1960 sonrası okunur olan yazılarıyla eleştirideki ağırlıklı yerini edinebildi. Bu kuşağın, kültür hayatında iz bırakmış en önemli adlarından birisiydi… Gerek modernist edebiyatın, gerek sosyalist edebiyatın, ayrıca çeviri edebiyatının ‘nitelikli’ hâle gelmesinde payı büyüktü.”[21]

O; 15 yaşındayken Charles Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri”ni alabilmek için paltosunu satandı…

1951’de tutuklanır ilk kez. ‘İstanbul Yüksek Tahsil Derneği’nin tüm kurucuları ve yönetim kurulu üyelerini 141. maddeden içeri almışlardı. Şöyle anlatırdı o günleri: “Asıl amaç belliydi: özgürlük savaşçısı olarak iktidara gelen demokrat parti, özgürlükleri daha da kısmak, 141. 142. maddeleri daha da ağırlaştırmak için, atmosfer hazırlamak üzere tutuklatmıştı bizi… Yaşamımda rastlantıların büyük yeri vardır. O tutuklama olmasaydı Anadolu’nun bir köşesinde ya muhasebeci, ya personel müdürü olacaktım; oysa o tutuklamadan sonra beni işten attılar, bir daha da aramadılar. Ben de iktisatçı olamadım, eleştirmen oldum!”

1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne üye olan Fethi Naci, ‘Vatan Gazetesi’nde ve ‘Sosyal Adalet Dergisi’nde yazılar kaleme aldı. Partiyle ilişkisi kesildikten sonra yazılarını ‘Yön’ de ve bir süre yönetiminde yer aldığı ‘Ant Dergisi’nde sürdürdü.

Mesela eleştirmen, aynı zamanda yayıncılık ve sendikalarda işçi öğretmenliği yapan Fethi Naci…

Yapıtıyla toplumcu sanatın ilkelerini koymaya çalışan ve bilimsel bir tutumu benimseyen bir eleştirmen olarak tanındı. Edebiyat merakı içinde yürütülmüş bir iktisat öğreniminin sağladığı iki yanlı gözlemin avantajları ilk yapıtlarında belirgin olarak görülmektedir. Güvenilir yargıları, dikkatli inceleyiciliği, bireşimci kültürü ve tutarlı dünya görüşüyle öne çıkan bir eleştirmen olarak değerlendirildi.

Yazınımız Fethi Naci’ye çok şey borçludur; hem yazar-eleştirmen hem de yayıncı olarak. Renkli kişiliği de cabasıdır…

Kültürlüydü, bilgiliydi, çok okur, okudukları arasında anlamlı bağlantılar kurar ve benzerleri…

Edebiyat âleminde eleştiri/tahlil gibi dallarda Fethi Naci, birçok insanın bir “école” olarak kabul edeceği bir kişiydi. Ama kimseye “pir” olmak için de bir hevesi, çabası görülmedi…

Gerçek Yayınevi’ni kurmuş, birbirinden değerli yapıtları kazandırmıştı…

Marksist dünya görüşüne sahipti; sosyalist bir insandı…

Doğan Hızlan yaygaraları arasından onları hatırlayan var mı hâlâ?

Ya da Füsun Akatlı’yı, Bedrettin Cömert’i?

Hatırlayan var mı? Füsun Akatlı, ne yazsa iyi yazardı, onu kalıcı kılan aydınlık fikir dünyası kadar dilinin, anlatımının güzelliği, yazılarının “kalitesi”dir. Denemeci ve eleştirmen olarak bilinir. Bir yazısında denemeciliğe eleştiriden iki yıl önce başladığını belirtir.

Akatlı’nın denemeciliğini, Nusret Hızır’dan onun yaptığı bir alıntıyla tanımlayabiliriz: “Deneme, konusunu derinliğine kavramak ya da tüketmek savında bulunmayan, ama dizgesiz biçimde, çoğu kez söylediklerini önemsemiyormuş gibi davranarak yeni katkıda bulunan bir yazın türüdür denebilir.”

Akatlı’nın bir eleştiri yöntemi varsa, her yapıtı ayrı ele almayı yeğlemesidir. “Eserin bağımsız ve tek başına varlığı”nı, “tek tek yapıtların biricikliğini ve bütünlüğünü” görebilmesi onu tek kitap değerlendirmeleri bakımından doruğa taşımıştır. Piyasa kaygısı taşımadan, neyse fikri onu çekinmeden yazardı o![22]

Sonra da; “Bir yazıyı bütünlüğü içinde anlama alışkanlığını edinemedik biz daha. Yazarına veya yazıda adı geçen kişilere karşı olan sevgimiz ve tepkimiz; yazıyı daha tümden okumadan, okumuş olsak bile anlamak için gerekli çabayı harcamadan, o yazıyı övmemiz veya yermemiz için yeterli oluyor,” diyen Bedrettin Cömert…

O, eleştirinin eleştirisine yeni kavramlar kattı, “elden düşme duyguculuk”la, edebiyatta ve sanattaki yanlış devrimcilikle, ada sığınma hastalığıyla ve edebiyatımızdaki kooperatifçilikle ömrünün yettiği kadar mücadele etti.

Cömert’e göre, birçok eleştirmen, kitap tellalıdır. Okurla yazar arasında iletişim kanalı olan kitap tanıtıcılığı görevini bile yapamamaktadırlar. Kitap tellalı olan eleştirmenlere itiraz eden onun için Özdemir İnce, “Benim umudumdu” diye yazmıştı.

Bedrettin Cömert, keskin eleştirel gözü ve çalışkanlığıyla edebiyat eleştirimizi “kitap tellallığından” da, “kooperatifçilikten” de, piyasaya göbekten bağlı eleştirmenlerden de koparabilecek yetkinlikteydi. Onun katledilmesiyle, Türkçe edebiyat eleştirisi çağına beş kala durdu.[23]

* * * * *

O hâlde Doğan Hızlan vesilesiyle, bir kez daha eleştiri ile yazmak eylemi üzerine kafa yormak gerek!

“Yazmak” deyince bir parantez açarak ilerleyelim; ‘Liberation’un 1985’teki bir nüshasında yayınlanan ankette kimi yazarlar, “Neden yazdıkları” sorusunu şöyle yanıtlamışlardı.

Milan Kundera (1929, Çek): “Yazmak benim için herkesin söylediğinin tersini söyleme zevkidir. Yani herkese karşın tek başına haykırmanın direnci…”

Heinrich Böll (1917-1985, Alman, 1972 Nobel Armağanı): “Yazmak benim için yaratmaktır.”

Günter Grass (1927-2015, Alman): “Yazıyorum, çünkü başka şey yapamam.”

Ba Jin (1904-2005, Çinli): “İnsanın edebiyata ihtiyacı vardır. İnsan kafasında biriken çöpleri temizlemek ister. Ben kafamda birikenleri temizlemek, çevremi ve yaşamı değiştirmek için yazıyorum. Hiçbir zaman yaşamla alay etmedim. Yapıtlarımla savaş verdim.”

José Saramago (1922-2010, Portekiz Komünist Partisi üyesi): “Ölümü geciktirmek ve yaşamı uzatmak için yazıyorum.”

Georges Simenon (1903-1989, Belçikalı): “Yazmazsam rahatsız oluyorum.”

Nicolas Guillen (1902-1989, Küba Komünist Partisi yöneticilerinden, Yazarlar Birliği Başkanı, Lenin Barış Ödülü almış Kübalı yazar): “Düşmanlarımı ateşle susturamıyorum. Bunun için de yazıyorum.”

Jorge Amado (1912-2001, Brezilyalı): “Yazmadan duramam. Halkın üzerinde bir etki yaratmak istiyorum. Daha iyi bir yaşam düzenine ulaşmak için yazıyorum. Askeri diktatörlüklere karşı koymak için yazıyorum.”

Salman Rushdie (1947, Hintli yazar): “Yazıyorum, çünkü yaratmayı seviyorum… Yazıyorum, çünkü yazmadan nasıl yaşayabileceğimi henüz keşfedemedim. Yazarken dünyayla hesaplaşıyorum. Ben bir göçmenim, yazarken kendi dünyamı yaratıyorum.”

Silvina Ocampo (1903-1993, Arjantinli): “Başkalarının neleri seçmeleri gerektiğini göstermek için yazıyorum. Dünyadaki önemli olayları yani dostluğu, aşkı, sanatı ve siyasal olayları vurgulamak için. Kâğıtlarda bizden bir şeyler kalsın istiyorum.”

Necib Mahfuz (1911-2006, Mısırlı): “Yaşamakla yazmak aynı şey.”

Tevfik Al-Hâkim (1898-1987, Mısırlı): “Okuyucuyu düşündürmek için yazıyorum.”[24]

Bunlara bir de Elias Canetti’nin şu satırları eklenmeli: “Bir yazar ya özgündür ya da yazar değildir. Yazar, derin ve yalın bir biçimde, bizim onun kötü alışkanlığı diye adlandırdığımız yanı aracılığıyla özgün olur. O denli özgündür ki, kendinin böyle olduğunun bilincine varmaz bile. Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılmaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerinde yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.

“Yazar eğer bu dünya üzerine değer taşıyan bir şeyler söylemek istiyorsa, dünyayı kendisinden uzaklaştıramaz ve ondan kaçamaz. Tüm amaçlara ve planlamalara karşın, günümüzde her zaman olduğundan daha çok kaostur bu dünya, çünkü kendi kendini ortadan kaldıracağı noktaya doğru artan bir hızla ilerlemektedir; yazar dünyayı okur için sansürden geçirerek, düzeltip pisliklerinden arındırarak değil, olduğu gibi kendi içinde taşımak zorundadır. Ama kendini de kaosa kaptırmamalıdır; edindiği deneyimden yola çıkarak bu kaosla savaşmalı ve kaosun karşısına içindeki umut çağlayanını çıkarmalıdır.”[25]

* * * * *

Devam edersek: Kapitalizmin “sürdürülemez” niteliğiyle topyekûn bir yıkıma dönüştüğü koordinatlarda yazmak eyleminin insan(lık)ın kurtuluş, eşitlik ve özgürleşme mücadelesinin önemli bir mevzisi olduğundan kimsenin şüphesi olmamalı.

Evet tarihi serüveninde insan(lık)ın yaşadıklarından ders almasını öğütleyen yazın eylemi, bin yılları aşarak bugünlere uzanan bir umut çığlığıdır.

Aristophanes’in tiyatro tarihinin ilk savaş karşıtı oyunlarından ‘Lysistrata (Kadınlar I-ıh Derse)’ ile ‘Barış’, Homeros’un ‘İlyada’, Euripides’in ‘Troyalı Kadınlar’, Vergilius’un ‘Aeneis’, Firdevsi’nin ‘Şehname’, Dante’nin ‘İlahi Komedya’, William Shakespeare’in ‘V. Henry’ gibi yapıtları hâlâ güncelliği korur, yolumuzu aydınlatır.

Elbette bu kadar değil; bu işin bir yanıdır; ötekine gelince: “Yazı boyun eğdirmek içindir” der ve ekler Rahmi Öğdül:

“Felix Guattari, günümüzde de iktidarın yazıyla ilişkili boyun eğdirme yönteminden söz ediyor: ‘Bugün kapitalist iktidar, polis ya da açık fiziksel baskı kullanımından daha çok, semiyotik boyun eğdirmeyle iş görüyor.’ Semiyotik boyun eğdirme, göstergelerin gömülü olduğu bir metne göre işliyor; düşüncelerimizi ve davranışlarımızı belirleyen bu metindir. Gündelik hayatta kullandığınız semiyotik tarzları, jestleri bu yazı yasasına uydurmak zorundasınız. Aksi takdirde kendinizi özel kurumlarda bulabilirsiniz. İçine gömülü olduğumuz metni ihlâl edenlere deli, sarhoş, anormal, meczup deniliyor.

“Yazı iktidarın icat ettiği en erken dispozitiflerden biri. Michel Foucault’nun dispozitif kavramını Giorgio Agamben şöyle açıklıyor: ‘Yaşayan varlıkları yakalama, yönlendirme, belirleme, önleme, modelleme, denetleme; bu varlıkların beden diline, davranışlarına, fikir ve söylemlerine dayanak teşkil etme yetisi olan her şey.’[26] Bir yakalama aygıtı olarak yazı, capcanlı sözü işaretlerden oluşan bir soyutlama sistemine dönüştürmüştür.

“Devlet, yeryüzünde dolaşan sözü surların içine kapatmış ve sözün yaşamla bağlantısını koparmıştır. Varlıkların envanterini çıkarma yöntemi olarak yazı, bürokratik bir tekniktir. Kabul edelim; yazının içine gömülü hâlde yaşıyoruz, yazıyor ve yazılanları okuyoruz. Ve durmadan yakalanıyoruz. Bir kaçış mutlaka olmalı, yazıyla birlikte kaçış. Yazıyı kaçırıp açık havaya çıkarmalı. Yazıya, göçebelerin kasırga gibi esen soluklarını bulaştırmalıyız:

“‘Yazmak, asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesidir. Bir süreçtir, diğer bir deyişle, yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kat eden bir yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz’[27]…”[28]

Yani “Yazı, olmuş, olmakta ve olacak olanı birbirine bağlayan sokaklardır; yazdıkça kendimizi var edebilmemiz ondan. Hayata yazının ipliğiyle bağlıyız. Yazıyla ilişkimiz koptuğunda hayatla da bağımız kopuyor. Yazı belleği, şimdiyi ve geleceği birbirine bağlıyor. Bir yılan gibi; yazı sokaklarda dolaşıyor, kentin kıvrımlarını açıp farkı açığa çıkarıyor. Yazı, kıvrımlı kent sokaklarında dolaştıkça kabuk değiştirir. Ama yazar kimliğine sığınanları üsluplarından, değişmeyen süslü kabuklarından tanıyabilirsiniz. Oysa ‘üslup kimilerinin sandığı gibi bir süsleme değildir; … üslup -tıpkı ressamlar için renk gibi- bakışın bir niteliğidir… başkalarının görmediği özel bir evrenin açığa çıkışıdır…’[29] Yeryüzü, evrenler çokluğu. Evrenler açığa çıktıkça üsluplar da, kimlikler de değişir. Yazı içinde saklanacak bir yurt değil, aksine bir geçittir, evrenlerin içinden geçiyor. Yürümek, yeryüzüne yazı yazmaktır, yazdıkça var olabilmek. İktidarın bizleri kapattığı yurtlardan sokaklara çıkmak. Sokaklar, ayrıştırılmış yurtları birbirine bağlıyor. Ve tüm sokaklar sonunda denizlere çıkıyor.”[30]

* * * * *

İnsan aklının ürettiği, zamanı aşarak bugüne uzanan birikimin yazın eylemi tarihe ayna tutar.

Ve o, insan(lık)a insanı tanıttığı için hâlâ günceldir.

Söz konusu güncellik, pozitif (ve elbette negatif) özellikleriyle insan(lık) tarihinin eleştirel hazinesi, ezilenlerin sesi soluğuyken; durmadan değerlendirilip, tanzim ve tasnif edilmelidir; Georgiy V. Plehanov’ın altını çizdiği üzere…

5 Haziran 2020, İstanbul.


[1]    Georgiy V. Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, çev: Nahide Özkan, Yazılama Yay., 2014.

[2]    yage.

[3]    Georgiy V. Plehanov-Jean Freville, Sosyalist Gözle Sanat ve Toplum, çev: Asım Bezirci, May Yay., 1968, s. 66.

[4]    Georgiy V. Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, çev: Nahide Özkan, Yazılama Yay., 2014, s. 76.

[5]    Osman Çutsay, “Doğan Hızlan, Ben Sanatçıyı Koruyorum, Evet!”, Cumhuriyet Kitap, No: 1086, 9 Aralık 2010, s. 15-17.

[6]    Necmiye Alpay, “Doğan Hızlan: Bir Estet”, Radikal Kitap, Yıl: 6, No: 341, 28 Eylül 2007, s. 10-11.

[7]    Doğan Hızlan, Edebiyatımıza Dipnotlar, Yapı Kredi Yay., 2010.

[8]    Melisa Gürpınar, “Doğan Hızlan 70 Yaşında: Bütün Zamanların Onur Yazarı”, Varlık Dergisi, No: 12, Aralık 2006, s. 32-33.

[9]    Doğan Hızlan, Mavi Bereli, Yapı Kredi Yay., 2001.

[10]  Metin Celal, “Edebiyatın Cumhurbaşkanı”, Cumhuriyet Kitap, No:872, 2 Kasım 2006, s. 12.

[11]  Altan Öymen, “Edebiyat Adına ‘Feth’e Çıkmış Bir Kahraman: Doğan Hızlan”, Radikal, 5 Kasım 2006, s. 9.

[12]  Ahmet Cemal, “Doğan Hızlan’lı Yıllarım…”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2006, s. 14.

[13]  Feridun Andaç, “Dönencesi Edebiyat…”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2006, s. 15.

[14]  Necmiye Alpay, “Doğan Hızlan: Bir Estet”, Radikal Kitap, Yıl: 6, No: 341, 28 Eylül 2007, s. 10-11.

[15]  Yücel Kayıran, “Yazınsal Hedonizm”, Radikal Kitap, Yıl: 9, No: 503, 6 Kasım 2010, s. 16.

[16]  Mustafa Şerif Onaran, “Edebiyatımızın Cumhurbaşkanı: Doğan Hızlan”, Cumhuriyet Kitap, No: 913, 16 Ağustos 2007, s. 22.

[17]  Emre Kongar, “Bilsay Kuruç, Doğan Hızlan ve…”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2011, s. 3.

[18]  http://t24.com.tr/yazı/mabeyn-katibi/6339

[19]  http://siyasihaber2.org/

[20]  M. Sadık Aslankara, “Fethi Naci’siz Geçen On Yılın Ardından”, Cumhuriyet Kitap, No: 1484, 26 Temmuz 2018, s. 14.

[21]  Tahir Abacı, “Edebiyatta 1950 Kuşağı”, Cumhuriyet Kitap, No: 1521, 11 Nisan 2019, s. 8.

[22]  Oğuz Demiralp, “Füsun Akatlı…”, Cumhuriyet Kitap, No: 1577, 7 Mayıs 2020, s. 3.

[23]  Ayşegül Tözeren, “Edebiyatımızın Eleştiri Kalbi: Bedrettin Cömert”, Evrensel, 11 Temmuz 2018, s. 12.

[24]  Hıfzı Topuz, “Yazmasalar Olmaz mıydı?”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2020, s. 2.

[25]  Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev: Gürsel Aytaç, Payel Yay., 2007.

[26]  Giorgio Agamben, Dispozitif Nedir?, Monokl Yay., 2012.

[27]  Gilles Deleuze, Kritik ve Klinik, çev: İnci Uysal, Norgunk Yay., 2013.

[28]  Rahmi Öğdül, “Yazı Boyun Eğdirmek İçindir”, Birgün, 4 Ekim 2019, s. 15.

[29]  Marcel Proust, Edebiyat ve Sanat Yazıları, çev: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yay., 2015.

[30]  Rahmi Öğdül, “Yürümek, Yazmaktır ya da Tam Tersi”, Birgün, 10 Ocak 2020, s. 15.

Kadınlar “savaş ganimeti” mi?

“Özgürlük hiçbir zaman verili değildir,
her zaman tehdit altındadır.
Mutlak belirlilik, her defasında da,
özgürlük yoksunluğudur.”
[1]

Tesadüf olamaz… Önce muhalif kadın gazetecileri, CHP’li kadın siyasetçileri vb. aralarında “paylaştılar”! İslâmî savaş kurallarına göre öyledir ya: Düşmanın kadınları “savaş ganimeti” sayılır ve evli olanlar dâhil, Müslüman savaşçıya helâldir!

Değil mi ki Kur’an’ın Nisa suresinin 24. ayeti evli kadınlarla evlenmeyi yasaklarken cariyeleri bundan muaf tutmakta… Hele ki bu ayetin Huneyn seferinden galip çıkan Muhammed Peygamber yandaşlarının esir düşen evli kadınları ne yapacaklarını tartışırken nüzul olduğu düşünülünce…[2]

Referansları “Kara Kaplı” olunca, kim tutar ki onları! Ne de olsa, kendi anlam dünyalarında, kendi “hakikât rejim”lerinde, kendi sanrılı “gerçeklik” algılarında bir “gaza”dan, müşriklere, münafıklara, giderek “kâfirlere” karşı yürüttükleri bir gazadan galip çıkmışlar; “laikler”in bütün kalelerini bir bir düşürmüşler; sancaklarını diyar-ı küffarın bağrına dikmişler ve ülkeyi (yeniden) İslâmlaştırma savaşımında büyük merhaleler kat etmişlerdi.

Bunları yaparken dünyalıklarını da fena sayılmayacak miktarlarda doğrultmuşlardı üstelik; ülkenin politik, ekonomik, toplumsal kültürel yaşamında, bütün kritik kurumlarında, ana akım medyada, sosyal medyada onlar vardı. On beş yıl önce Anadolu’nun ücra bir kasabasında züccaciyecilik yapan biri, bugün ‘Forbes’un en zenginler sıralamasında yer alıyor!

Bir diğeri odacılıktan daire müdürlüğüne baş döndürücü bir hızla yükseliyor, bir başkası hiç ilgisi olmadığı alanlarda üç-dört müsteşarlık maaşını cebe indiriyor!

Öteki de lisansüstü öğrenimini iki-üç yılda tamamlamayıp doğrudan üniversitede öğretim kadrosuna atanıyordu!

TV ekranlarından silahlı olduklarını göğüslerini gere gere pervasızca teşhir edecek, sosyal medyadan ellerinde tam otomatikli fotoğraflarını paylaşacak kıvama gelmişlerdi…

Yine de kendilerinden tam emin oldukları söylenemez. En küçük bir kıpırtıda, en duyulmaz bir fısıltıda bütün sinirleri ayağa kalkıyor, teyakkuza geçiyorlar. “Karşı” tarafın söz söylemesine tahammülleri yok, paranoyak iç dünyalarında bir basın açıklamasını “darbe” girişimine, ekonominin kötü gittiğine dair bir eleştiri “bizi yıkmak isteyen dış güçler”e, en tenha protesto gösterisini “Soros’çu komplo”ya mal etmekte üstlerine yok. Ya da iktidarlarını ancak bir “korku krallığı” yaratarak sürdürebileceklerinin bilincindeler. “Cumhurbaşkanı’na hakaret”ten içeri atılma yaşı 14-15’lere düştü.

Nedeni ne olursa olsun, hedeflerinde öncelikle kadınlar var. En az Haziran 2013’ten bu yana… Ama örnekler için o tarihlere dek gitmeye gerek yok: Aktroller’in loş dünyalarında küçük bir gezinti, yetiyor!

Dediğim gibi, muhalif kadın siyasetçi ve gazetecileri aralarında paylaşanlar mı istersiniz?!

Dilek Demirtaş için yakası açılmadık tweet’ler atanlar mı?!

Pınar Aydınlar’ı (ve çocuklarını) sosyal medyadan tehdit eden çakma “özel harekâtçılar” mı?!

Gülfer Akkaya’ya musallat olanlar mı?!

Ya da hırsız gibi Eren Keskin’in evine girip tehdit mesajı bırakanlar mı?!

Kadınların dik duruşundan, bağımsız irade ve kişilikleriyle davranmasından, mücadele etmesinden hiç mi hiç haz etmiyorlar. En “light”ından en “radikal”ine: polis panzerinin üzerine çıkan kadın eylemciden “Kız mıdır, kadın mıdır” diye söz edeninden, “kadının fıtratında kölelik var,” diyenine… 

Bir IŞİD’li için en büyük kâbusun bir kadın direnişçinin elinden ölmek olduğu; böyle bir durumda “şehit” sayılmayıp, “cennete gidemeyeceği”ni düşündüğü[3] göz önünde bulundurulduğunda; kendi yaşamı konusunda kendi başına karar verebilen, itiraz eden, başkaldıran kadınların siyasal İslâmcı zihniyette nasıl bir “kara delik” oluşturduğunu kavramak kolaylaşır.

İşin ilginç (ama tiksindirici bir ilginçlik bu) yanı, itiraz eden, başkaldıran, dik duruşlu bir kadın gördüklerinde akıllarına ilk gelen “silah”ın, cinsel organları olması…

Erkek muhaliflere yaptıkları gibi “asarız, keseriz, hapse atarız, süründürürüz vb.”ne müracaat etmiyorlar, örneğin…

İktidarlarına karşı sesini yükselten kadınlar karşısında tek meydan okumaları, onları tacizle, tecavüzle tehdit etmek…

Karşısındakini “denk” saymayan, aşağılayıcı, küçümseyici, şişkin eril ego’dan kaynaklanan bir tehdit… 

Ama derinliklerine gittiğinizde bir korkuyu,  bir fobiyi de açığa vurmuyor değil. Neval Saadavi’nin, Fatima Mernissi’nin (Fatna Ait Sabah) yapıtlarında[4] çarpıcı bir biçimde analiz ettikleri fobi: Kadın cinselliğinden, ona yenik ya da küçük düşmekten, kendi yetersizliklerinden duyulan ölesiye korku; şişirilmiş “eril imge”nin hakkını verememek kaygısı…

Bu “kompleks”in adını koymayı psikanalistlere bırakıp devam edelim: Siyasal İslâm’ın duygusal karmaşasındaki bu korku ve kaygılar gündelik, kamusal yaşamımıza damgasını vurur hâle geldikçe, yaşam bizler için daha çekilmezleşiyor.

Kadınları mecbur kalmadıkça çalışmamaları gereken, çalıştıklarında da ancak ucuz emek deposu olarak gören, ama esas işlevleri çocuk doğurmak, onları yetiştirmek, kocaya hizmet olan dört duvar arası varlıkları olarak kodlayan ezber, bağımsız kişiliğini ve itiraz hakkını korumada ısrarcı kadınlarla karşılaştığında bozuluyor. Bozuldukça da bildiği tek savaş kalıbına sığınıyor: “cihad”.

“Biz”in “ötekiler”e karşı topyekûn savaşının kurallarını belirleyen yegâne “arketip”. Tasarruflarına ilişkin her türlü eleştiriyi bu “arketip”in kalıplarına itmelerinin nedeni bu: 8 Mart’taki gece yürüyüşünde ıslıklı protesto gerçekleştiren kadınları “ezanı ıslıkladılar” diye “şeytanlaştırmaları”, örneğin…

İçinde olduğumuz mücadele eğer “biz” Müslümanların “müşrikler”e karşı savaşıysa ve nihai hedefimiz bu ülkede yeniden İslâm’ın hükümranlığını sağlamak ise, o zaman her kazanımımızı bir mevzi, her “yendiğimiz”i savaş esiri olarak görebiliriz, “Kara Kaplı”ya göre. Dikkat, “yurttaş” değil, “savaş esiri”.

Nihayetinde “yurttaş”ın Anayasa vb. ile güvence altına alınmış “haklar”ı vardır, değil mi? Oysa “savaş esiri”ni dilediğinizce hapse atabilir, yargı önüne çıkarmadan yıllarca içeride tutabilir, itiraz etmeye, örneğin “protesto gösterisi” yapmaya kalktığında yerlerde sürükleyebilir, kolunu-kafasını kırabilir, hatta kaybedebilirsiniz…

Ve kadınları… Onlar her türlü hizmetinize amade cariyelerdir. IŞİD’in köle pazarındaymış gibi aralarından bazılarını kendinize ayırabilir, içlerinden serkeş olanları en azından kuytu fantezilerinizde tecavüzle cezalandırabilir, fütursuzca mahremiyetlerine dalarak tehdit mesajları bırakabilirsiniz…

Böylelikle, çizgi-dışına çıkmaya cüret eden bütün kadınlara gözdağı verirken, bilinçleri “eh, dayak yediyse hak etmiştir; tacize, tecavüze uğradıysa kuyruk sallamıştır; güvenlik güçleri tarafından sokaklarda sürüklendiyse dizini kırıp evinde otursaydı” vasatındaki sıradan yığınların  “sağduyusu”nu İslâmî referans çerçevesine oturtabilirsiniz.

“Muhafazakârlık” bir dünya trendi; köktendinci fantezilerden beslenen bir taassup iklimi, tüm coğrafyaları teslim alma uğraşında. Kapitalizm, batmakta olan gemisini kurtarabilmek adına, “siyasal doğruluk”u, “elitizm”i, “feminizm”i, “çokkültürcülük”ü, “hoşgörü”yü, velhasıl neoliberal yağmacılığını süslemek için kullandığı bütün safraları denize atmaya hazır olduğunu belli etti…

Bu yeni yönelişin hedefine oturtulan kadınlar, ister istemez, bir “varlık-yokluk mücadelesi” hâline gelen bir karşı-duruşun ön saflarına doğru çekiliyorlar. Bugün kapitalizme olduğu kadar, topyekûn gericiliğe karşı da yürütülen mücadelelere damgalarını vuruyorlar.

Telâşları, korkuları bundandır… o

20 Haziran 2020, İstanbul.


[1]    Theodor W. Adorno.

[2]    “4168-) Ebu Sa’id radıyallahu anh anlatıyor: ‘Resûlullah aleyhissalatu vesselam Huneyn seferi sırasında Evtas’a bir ordu gönderdi. Ordu düşmanla karşılaştı ve çarpıştılar. Müslüman askerler onlara galebe çaldı, bir miktar kadını da esir etti. Resûlullah aleyhissalatu vesselam’ın Ashabından bir kısımları, ele geçirilen cariyelere teması, müşrik kocaları sebebiyle sanki günah addettiler. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah şu ayeti inzal buyurdu. (Mealen): ‘Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Maliki bulunduğunuz cariyeler müstesna…’ (Nisa 24). Yani ‘bunlar (esir aldıklarınız) iddetlerini doldurunca size helaldır.’” (Kaynak: Müslim, Rada’ 33, (1456); Tirmizi, Nikah 36, (1132); Ebu Davud, Nikah 45, (2155, 2157) Nesai, Nikah 59, (6, 110).)… https://hadisci.com/tirmizi-hadisleri-sayfa-85

[3]    “IŞİD’linin PKK’li Kadın Korkusu”, Birgün, 19 Ağustos 2014… https://www.birgun.net/haber/isid-in-pkk-li-kadin-korkusu-67380

[4]    Neval El Saadavi, Havva’nın Örtülü Yüzü, çev: Sibel Özbudun, Anahtar Kitaplar, İstanbul (1991); Fatna Ait Sabah (Fatima Mernissi), La femme dans l’inconscient musulmane, Editions Le Sycomore, Paris (1982).

Kılıçdaroğlu öğreniyor; Bir: Erken seçim, İki: “Bizi sokağa çekmek istiyorlar”

CHP toplumsal muhalefeti kontrol etmek istiyor. Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen, AK Parti’ye-MHP’ye emanettir. Yani DİSK ve KESK? İşte onları da CHP kontrol etmek üzere kollarına almak, orada sıkı sıkıya tutmak istiyor.

İktidar saldırıyor. Saray Rejimi saldırıyor. CHP, sanki bir bilgi almış gibi, “geri çekilin” diyerek korkuyu artırıyor. Bir muhalefet partisi, hiç utanmadan “bizi sokağa çekmek istiyorlar” diyor. Oysa bizzat Kılıçdaroğlu, bizzat CHP, halkı, işçi ve emekçileri sessizliğe mahkûm etmek, saldırılar karşısında sinmeye razı etmek istiyor. Biri saldırgandır, diğer koruyucu adı altında “hapishane” müdürüdür.

Diyelim ki CHP sokağa çıksa, ne olacak? Kılıçdaroğlu’nun elinde bir istihbarat bilgisi mi var? Sokağa çıkınca, Saray Rejimi, devlet, TOMA’larla mı saldıracak? Bunu yaptı, yapıyor ve biliyoruz. Diyelim ki devlet, sokakta adam mı öldürecek? Bunu her gün yapıyor ve biliyoruz. Diyelim ki, insanları biber gazına mı boğacak? Bunu her zaman yapıyor ve biliyoruz.

CHP liderini “sokağa çekmek” ne anlama gelir ki? Sanki CHP lideri, sokaklarda açıkça direnecek mi? Sanki bugüne kadar hiçbir yerde direnişe geçtiler mi ki? 7 Haziran’da seçimleri kaybettiler ve CHP’ye hükümet kurma denemesi için bile yetki vermediler. CHP, bir şey mi yaptı? Mesela Kılıçdaroğlu, sokağa mı çıktı?

Gezi’ye sahip çıkıyorlarmış gibi konuşuyorlar. Oysa Gezi günlerinde CHP genel merkezinin sesi bile çıkmıyordu. CHP Gezi’den, Gezi’ye katılanlardan oy almak istiyor. Ama Gezi’yi savunmaya yürekleri yetmiyor.

Normalde, TC Anayasası’nı elinize alıp bakarsanız, gösteri ve yürüyüş hakkını açıkça tanımaktadır. Ama CHP, sokağa çıkmaktan o kadar korkmakta ve kitleleri korkutmaktadır ki, şimdi bir basın açıklamasını bile yaparken polis saldırıyor. CHP lideri, “bizi sokağa çekmek istiyorlar”, bu hataya düşmeyeceğiz derken, aslında sokağa çıkmanın “anayasal” bir hak olduğunu bilmiyor mu? Yoksa, “sokağa çıkmak” CHP liderine göre suç mudur?

Bizce, CHP lideri, evinin balkonuna bile çıkmamalıdır. Belki de “onu balkona çıkmaya zorluyor” olabilirler.

CHP lideri, mesela açıkça Cumartesi Anneleri’nin eylemine gidip, bizzat onlarla oturarak destek versin. Olmaz mı? Bu eylemler, yasalara bakılırsa “suç” değildir. CHP lideri, ne Gezi’ye gelebilirdi, ne de Cumartesi Anneleri’nin eylemine gidip açıkça destek verebilir. Ancak, bunlara niye saldırıyorsunuz, der. Biri saldırır, öbürü saldırıyı eleştirir. Böylece, iki işi de onlar yapar ve halk, sistemden umudunu kesmemiş olur. Oynadıkları tiyatro budur.

Saray saldırı ile korkusunu halka yaymaya çalışıyor.

CHP, Saray’ın destekçisi olarak bu korkuyu büyütmek için her şeyi yapıyor.

Erken seçim tartışması da öyledir. Ortada erken seçim durumu yoktur. AK Parti, Erdoğan oy kaybetmektedir ve seçim ile ilgili değildir. Ama CHP lideri, sanki bir “derin bilgi” sahibi imiş gibi, Deva ve Gelecek Partilerine milletvekili verebilme olasılığından söz etmektedir. Böylece, seçim yasalarına ilişkin düzenlemenin fitilini bizzat CHP yakmaktadır.

Peki neden?

Çünkü CHP, seçim işini sevmektedir. Seçim ihtimali var diyerek, (a) kendi içindeki kaynamayı yatıştırmak istiyor. CHP tabanının CHP’den kopup sola açılmasını önlemek istiyor, (b) toplumsal muhalefeti, mücadeleden alıkoymak istiyor. Seçim var duygusu içinde, halkın kendi yolunu bulmasını, aramasını engellemek istiyor.

Bir, Türkiye’de seçim, bizzat Saray Rejimi, bizzat devlet tarafından, bizzat Kılıçdaroğlu’nun bağlı olduğu devlet tarafından, ortadan kaldırılmıştır.

Kürtler, her seçimde belediyeleri kazanıyor. Her seçim sonrasında, Saray, devlet, açıkça bu belediyelere kayyum atıyor ve geri alıyor. Sandıkta hileler yapılıyor, mühürsüz zarflar vb. ortaya atılıyor. Sizce ülkemizde seçimin bir anlamı var mıdır? Seçil, yerine kayyum atansın, tekrar seçil, tekrar kayyum atansın.

Ve CHP lideri hiçbir biçimde “sokağa çekilemiyor”. CHP, her türlü aldatmacada, halka “evde kal Türkiye” diye sesleniyor. Gören de der ki, bir süper Kılıçdaroğlu gelip, herkesi kurtaracak. Ama millet, sürekli Kılıçdaroğlu’nu evde bekliyor. 7 Haziran seçimlerinde, hükümeti kurma hakkı kendine verilmediği hâlde, “sokağa çıkıp” bir tur atamıyor. Özgür Özel’i, “Saray Rejimi” sözünü kullandığı için en başta Kılıçdaroğlu uyarıyor, azarlıyor.

Yakında, “bizi muhalefet yapmaya zorluyorlar” diyecektir. Belki de arka planda bunu da söylüyordur. Parti diye bir örgütleri kalmamıştır. Kendi partisinden korkmaktadır.

Arkada, sürekli “devleti kurtarmak”tan söz ediyor. Hangi devleti? Sizin devlet dediğiniz, bugün Saray Rejimi ile iç içe geçmiş bir makina değil midir? Hangi devleti kurtaracaksınız?

Parlamento yoktur, işlevsizdir. Sadece dışarıya karşı “parlamento var” görüntüsü vermek için kullanılmaktadır. CHP, parlamentonun işe yaradığını anlatmaktadır. Arka planda ise ne yapalım, millet onları seçti, demektedir. Bu korkak ve ikiyüzlü politika, işçi ve emekçileri bir kere daha aldatmak içindir.

Saray saldırıyor, CHP korkunun yayılması için her şeyi yapıyor.

DİSK ve KESK’i, Odaları, Baroları, kitle örgütlerini hep devlet çizgisinde tutabilmek için CHP, görevli bir mekanizmadır. CHP’nin görevi, var olan kitle örgütlerinin devrimcileşmesini önlemektir. Bu örgütlerde var olan bazı insanlar, aslında CHP eli ile bir işler yapılabileceğini düşünmektedirler. Oysa CHP, devletin partisidir. Ve CHP yönetimi, CHP’yi solun gelişinden kurtarmanın mekanizmalarına her zaman sahiptir.

Kayyumlara karşı bir CHP mitingi gördünüz mü? Hayır. Bunu yaparlarsa “CHP, HDP’nin dostu” derler diye korkmaktadır. Ama parlamentoda “dokunulmazlıklar” kaldırılırken AK Parti dostu olarak görünmekten çekinmemektedir. Milliyetçilik nutukları atarken MHP’nin dostu olarak görünmekten çekinmemektedir. Sokağa çıkmamayı savunurken, sokakları kötü yerler olarak ilan ederken, AK Parti destekçisi, Saray yandaşı olarak görülmekten çekinmiyor.

CHP’nin politik duruşu, Saray’ın çürümüş, kokuşmuş, saldırgan tutumunun örtülmesi, meşru hâle getirilmesi şeklinde özetlenebilir.

CHP, halkı bastırmanın, halkı sessizliğe mahkûm etmenin, halkı eli kolu bağlı hâle getirmenin görevlisidir.

CHP içinde sol politika yapmak, CHP içinde kalarak onun dönüşeceğini düşünmek saflık değilse, açıkça halka ihanettir, korkaklıktır.

Meclisin en büyük üçüncü partisi olan HDP’ye karşı girişilen saldırılar karşısında sessiz kalmak, tarihin tanıdığı en korkak “demokratlık” değilse, Saray destekçiliğidir. CHP, işçi ve emekçilerin, kadınların, gençlerin tek bir hakkını bile savunmaktan geri durmaktadır. Halkın gelişecek tepkilerini önlemek için, var gücü ile çalışmaktadır.

TV kanalları aracılığı ile yeniden halkın karşısına çıkan Muharrem İnce ne kadar utanmaz ise, Kılıçdaroğlu da o kadar utanmazdır. Bunlar, devlet elden gidiyor korkusu ile, toplumu hareketsiz kılmaya, adaletsizliğe, baskılara boyun eğmeye davet etmektedirler.

Kılıçdaroğlu, halkı denetim altında tutmanın siyasal yollarını öğreniyor. Seçim tartışmaları ile, “sokağa çıkma” korkusunun pompalanması aynı zamanda gerçekleşiyor. Saray’dan gelen baskı ve şiddet arttıkça, bu çağrılar, halkın elini konunu bağlamayı hedefliyor. CHP, tabanını tutmanın yollarını arıyor.

Saray Rejimi ömrünü sürdürmek için baskıya sarıldıkça, CHP lideri seçim hayallerini pompalamaya, halkı “korkunun” ciddiyetine inandırmaya çalışıyor. Kılıçdaroğlu, çeteciliği öğreniyor. Bu konuda Saray’ın, AK Parti’nin, MHP’nin deneyimlerini özümsemeye çalışıyor.

Ülkemizde, parlamento bitmiştir. İşlevsizdir. Sadece Batı için “demokrasi numunesi” olarak orada tutulmaktadır.

Tüm burjuva partiler bitmiştir. Hepsi birer MİT partisidir.

CHP tümü ile gelişecek halk muhalefetini, gelişecek olan kitle eylemlerini durdurmakla görevlidir. Kılıçdaroğlu’nun her tutumunda bu açıkça görülmektedir.

Muhalefete bakın, sokağa çıkmayı suç görüyor.

Böyle Saray’a, böyle muhalefet.

Saray Rejimi, yönetim krizi ve CHP

Pandemi süreci boyunca, Erdoğan’ın, kameralar önüne çıkıp, kalabalıklar olmadan, sanki kalabalık varmış gibi konuşmalarına şahit olduk. Bir çeşit oyun gibidir. Erdoğan kürsüde, bir yerlerde, okuyacağı ekran önünde, yazılar ekrandan geçerken kaymakta olan dikkati ve en sonunda, karşısında oturmuş birkaç kişinin bitti der gibi ayağa kalkmaları, ekrana giren kafaların arkadan görüntüsü. Erdoğan, başı ile “tamam mı” diyor ve karşıdan “tamam” onayı geliyor.

Sanki, bu salgın dönemi, bazı şeylerin perdesini daha fazla indirdi gibi. Aslında iktidarın, ülkemizde devletin tüm gerçek yüzü her geçen gün ortaya çıkmaktadır zaten. Bu eğilim vardı. Ama “allahın lütfu” olarak pandemi, bu süreci hızlandırmışa benzer.

Erdoğan, Abdülhamid Han ile yeni model Atatürk olma arasında gidip gelirken, pandemi süreci, onun ve Saray Rejimi’nin çapı hakkında epeyce bilgi sundu.

Öyle anlaşılıyor, çevresindekiler ona, her gün, bir konuşma yapmasını öğütlemişler. Belediyeler “yardım” için para mı topluyor? İçişleri Bakanı’nın söyledikleri bir şey ifade etmez. “Efendim siz konuşmalısınız” deniyor olmalıdır. Erdoğan çıkıp, “paralel devlete izin vermeyiz” diyor. Peki ya Antep belediyesi diye soran olursa? Böyle soru soran olursa, o konuya da başka bir zaman yanıt verilir. Medya ne güne duruyor, bu soruları da yazmazlar, olur biter.

Acaba, üniversite sınavı ne zaman yapılmalıdır? Bu konuda açıklama yapacak olan kişi, elbette Erdoğan’dır. Turizm şirketleri Erdoğan’a başvurmakta, Abdülhamid Han’dan yardım ister gibi tutum takınmaktadırlar, onu övmekte, yıkama-yağlama yapmaktadırlar. Bir de biraz komisyon verildi mi, iş tamamdır. Ve sonunda Erdoğan çıkıp, “üniversite sınavları şu gündür, tamam” cinsinden kararını açıklamaktadır. Siyasal iktidar, Saray Rejimi, tüm uzmanları ile, sınavın ne zaman yapılabileceğine bir kerede karar verememektedir.

Maskeler nasıl dağıtılacak? Elbette bu konuda açıklama yapması gereken yine Erdoğan’dır. Çünkü, millet “Erdoğan’ı sevmekte, onu ekranlarda görmek istemekte”dir. Erdoğan çıkıp, maske dağıtımı konusunda “dağıtmaya başladık, başlıyoruz, başlayacağız” gibi cümleler kurmaktadır. Ve kendisini dinleyen, konuşmanın sonunda arkadan görüntüsü ortaya çıkan birkaç kafaya, çaktırmadan bakmakta, “oldu mu” diye işaret dili ile sormaktadır. “Oldu efendim, olmadı ise de oldu” yanıtı dışında bir yol yoktur.

Mesela 65 yaş üstü sokağa çıkmasın demek yetmez. Tamam böyle bir karar verilmiştir ama buna uyulup uyulmayacağı bir sorudur. “Efendim siz konuşursanız, siz söylerseniz, halk buna uyar.” Ve tabii ki, “şahsım” olarak gereği yapılır ve Erdoğan, “şahsı” olarak kameraların karşısına çıkar 65 yaş üstü evde kalacak der.

Mesela, hafta sonu sokağa çıkılacak mı, yoksa çıkılmayacak mı? Erdoğan bu konuya değinmeyi unutmuş ya da Erdoğan’ın metnini yazan her kimse bilerek yazmamış vb. olabilir. Bu durumda İçişleri Bakanı, sokağa çıkma yasağı var, diye açıklama yapar. Demek, o arada hiç kimse Erdoğan’a soramaz. Zira halktan gelen sorular, gece gelmiştir ve sonunda Erdoğan eğer uykuda ise, müsait değil ise, ona sorulamaz. İçişleri Bakanı sokağa çıkma yasağını açıklar. Ama sabah olur, bu kez elinden oyuncakları alınmış olan Erdoğan, bu açıklamayı kabul etmez. Öyle ya, “onun lafının üstüne laf” edilemez. Kameraların karşısına çıkmasını beklerdik ama olmadı, kendisi uygun değildi belki de. O da tweet attı. Tweet atma işi sadece Trump arkadaşına mı aittir? O da tweet atabilir. Ve hafta sonu sokağa çıkma yasağına “gönlü elvermediğini” bildirdi. Gördünüz mü, onun bir iradesi var. Bu irade açık olarak, ortaya konmaktadır. Kararları kim vermektedir, Erdoğan vermektedir. Herkes bunu anlamış olmalıdır. Maske sürecinde, sokağa çıkma yasaklarında, sınav tarihleri konusunda esas karar vericinin kim olduğu, herkese, dosta düşmana gösterilmiştir.

Hele ki, İzmir’de camilerden devrimci marş okunması olayında, Erdoğan elbette devrede olacaktır. Ya Adana’da valiliğin yardım dağıtım organizasyonu için soru soran CHP’li genç meselesinde, elbette devrede olmalıdır. Bunda hiç şüphe yoktur, yoksa savcılardan biri çıkar ve “istenmeyen bir karar” verebilir. Bu durumlarda devrede olması tam da gereklidir. Abdülhamid Han da böyle yapmaz mıydı, ya Mustafa Kemal, hiç böylesi olaylara müsaade etmiş midir? Öyle ise, mutlaka Erdoğan’ın konuya müdahil olması gerekir. Zaten, başka türlü de canı sıkılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı-Başbakanlık-AK Parti Başkanlığı makamı (üçü bir makam olmak koşulu ile) boş durulacak, yan gelip yatılacak yer midir? Ona karışma, buna karışma, hiç olur mu?

Elbette, farkındasınız, bu örnekleri bilerek ve isteyerek çoğalttım. Dahası var, ama bu kadarı şimdilik yeterli olmalıdır. Örneklere devam etsek, konumuza dönemeyeceğiz.

Soru şudur: Sizce bu “tek adam rejimi” midir?

Yukarıda söylediklerimizden hareketle, bu sorunun şaka olduğunu düşünmeyin. Hayır, şaka değil.

Ne kadar gereksiz şey varsa, Erdoğan o konularda konuşmaktadır. Ne kadar gereksiz şey varsa, Saray basını bunları öne çıkartmakta, Erdoğan da bu konuda açıklamalar yapmaktadır. Elbette bunları zevkle yapmaktadır. Yani kimse ona bunları zorla yaptırmıyor.

Ama ne zaman ciddi bir konu ortaya atılacaksa, bu kez Bahçeli devreye girmektedir. Bahçeli, “meclis bekleme yeri değildir” demektedir. Böylece milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürülmesi için bir başlangıç işareti vermektedir.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, durup dururken, Deva ve Gelecek Partilerine milletvekili verebileceğini söylemektedir. Ve bunun ardından, hep birlikte bir yeni tartışma süreci başlatılmaktadır. Seçim kanununun meclise gelmesi süreci açılmaktadır.

Saray Rejimi nedir? Bu konuda kafalarımızın net olması gerekir.

1- Biz bu devlete, “tekelci polis devleti” diyoruz ve tekelci çağda, burjuva devletin, tüm kapitalist ülkelerde değiştiğini, burjuva devletin (siz burjuva demokrasisi de diyebilirsiniz) faşizmin tüm dişlilerini içerecek tarzda, bir iç savaş örgütü olarak örgütlendiğini anlatır. Burada tekelcilik olmadan salt “polis devleti” demeyi doğru bulmayız. Devlet, bir sınıfın diktatörlüğüdür. Tekeller çağında, bu sınıf, burjuvazinin tekeller azınlığıdır. Polis vurgusu ise, devletin, iç savaşa göre örgütlenmiş bir mekanizma olarak öne çıktığının göstergesi olarak ele alınabilir. Daha geniş bir perspektiften, devlet, sınıf savaşımlarına (dünyadaki sınıf savaşımlarına) göre organize olmaktadır. Kapitalist sistemin 1900’lerin başlarında netleşen yeni niteliği, tekelci kapitalizm (ve elbette dünya kapitalist sistemi içinde emperyalizm) ve 1917 Ekim Devrimi’nin zaferi ve onu izleyen birçok devrimin yenilgisi süreçleri, kapitalist devlette değişimlere yol açmıştır. Faşizm, bunun ilk biçimidir ve tekelci polis devleti, bunun oturmuş hâlidir.

Elbette, her ülkedeki devlet arasında farklılık vardır. Elbette, emperyalist ülkelerde devlet, daha farklı dış görevler de üstlenir.

2- Ülkemizde, 12 Eylül rejimi ile oluşan devlet tam da tekelci polis devletidir. Tekellerin ağırlığı (elbette sömürge bir ülkede bu ancak uluslararası tekeller ile birlikte olur), sınıf savaşımının gereklerine göre örgütlenmiş bir iç savaş makinası, diğer ayrıntılarla birlikte (Bakınız, Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi, İkinci Baskı 1994) bu devlet yapısında vardır.

Ancak, 2015 yılından bu yana, Erdoğan iktidarı döneminde, yeni bir “rejim” oluşmaya başlamıştır. Saray Rejimi, tam da bunun için söylenmektedir. Saray Rejimi, “yağma-rant-savaş ekonomisi” üzerine kuruludur ve (a) Suriye savaşı ve daha genelde emperyalistler arasındaki yeni paylaşım savaşımı, (b) Kürtlere karşı savaş ve Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan direnişe karşı savaş süreçleri altında şekillenmektedir. Devletteki çeteleşme, hem içeride süren savaşın, hem dışarıda süren savaşın, hem de emperyalist güçlerin kendi güçlerini artırma savaşımının, içerdeki rant-yağma ve savaş ekonomisinden beslenenlerin rekabetinin sonucudur.

2015 bu açıdan önemli bir dönüm noktasıdır. Haziran 2015’te, aslında AK Parti iktidarı kaybetmişti. Bu durumu gören Erdoğan, ayakta kalabilmek için saldırıya geçmiştir. ABD, bu durumu fırsat olarak değerlendirip, Erdoğan’a uygun işler vermiştir. Ve bugünkü Saray Rejimi, bu süreçlerin sonucudur.

Saray Rejimi, en başta, parlamentoyu yok etmiştir. Burada bir nefes alalım. Parlamentonun var olması, “demokrasi” değil idi. Ama yine de parlamento, dün, bazı işlevlere sahip idi. Bugün ise, parlamento tamamen bir tiyatro sahnesidir. Seyircisi az, ucuz oyunların sergilendiği bir tiyatro sahnesi. HDP’li iki milletvekilinin vekilliğini düşürmek için, Enis Berberoğlu’nu buraya eklemek, bunun için 65 yaş meselesini bekleyip, hapis yatmamasını sağlamak, bu yolla CHP’den gelecek bir tepkiyi yok etmek, dışarıya da “bakın biz sadece HDP’ye saldırmıyoruz, kim suçlu ise ona saldırıyoruz, bizde kanun ve nizam var” demek, tüm bunları ayarlamak, aslında Bahçeli de içinde, Perinçek de içinde, Ergenekon da içinde, Erdoğan da içinde, hepsinin “senaryo” yazarlığının çapını ortaya koymaktadır. Gerçekte, parlamento sadece bir süstür, dünyaya “parlamentomuz” var demek için orada tutulmaktadır. İşlevsizdir.

Saray Rejimi, tüm siyasal partileri yok etmiştir. AK Parti diye bir parti yoktur. Erdoğan ve etrafında çeteler vardır. Bu çetelerin her birinin içinde, ABD, İngiltere, İsrail, Almanya, Fransa çeteleri de vardır. Bu aynı şey, Saray’ı etkileme olanağı olan gruplar arasında da geçerlidir.

MHP diye bir parti yoktur. Bu partinin tek bir parti faaliyeti bile yoktur. Bahçeli bir açıdan Erdoğan’a sığınmış, diğer bakış açısından ise Erdoğan’ı kendine sığınmaya ikna etmiş durumdadır. Kimin kime sığındığından ayrı bir konu olarak MHP diye bir parti yoktur. Birden fazla çete olmak üzere, MHP çeteleri vardır.

Şimdi aynı süreç, CHP için işlemektedir. CHP, henüz MHP ve AK Parti kadar “tüketilmiş” değildir.

Ama Saray Rejimi denildi mi, sadece AK Parti’den, sadece Erdoğan’dan söz etmiyoruz. MHP, açıktan bu yapının içindedir. CHP, “özel görevli olarak” Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Şimdi, ilk baştaki uzun örnekleri hatırlayalım. Şu soruyu sorabilir miyiz: CHP, hangi ciddi konuda muhalefet yapmaktadır? Hiçbir ciddi konuda. Ne kadar eften püften mesele varsa, CHP bu konularda “muhaliftir”, yani “muhalefet” rolünü oynamaktadır. Konular ne kadar eften püften ise, CHP bu konularda o kadar “sert” bir tutum almaktadır. Ama herhangi bir ciddi konu gündeme gelirse, işte o zaman sessizliğe bürünmekte, üç maymunu oynamaktadır.

Meclisteki milletvekilliği meselesini ele alalım. Aslında, saldırı HDP’ye dönüktür. Berberoğlu, bu saldırının içine bilerek konulmuştur. Berberoğlu, saldırının sadece HDP’ye olduğunu saklamak içindir.

Peki bu saldırının amacı nedir? Bu saldırı, aslında kayyum saldırısının bir devamıdır. Ve kimse kusura bakmasın, kayyum saldırıları daha ciddi saldırılardır. Milletvekilliğinin düşürülmesi saldırısı, ancak AB’nin dikkat edeceği tarzda bir saldırıdır. Yoksa kayyum saldırıları çok daha ciddidir. Milletvekilliğinin düşürülmesi saldırılarını protesto etmeyelim, bunlara ses çıkarmayalım anlamında, elbette konuşmuyoruz. Bu bizim için elbette mümkün değil. Ama milletvekilliklerinin düşürülmesi “demokrasiye darbe” ise, bu darbenin kayyumlar ile çok daha önce yapıldığını bilmemiz, hatırlamamız gerekir.

Saray Rejimi’ni doğru anlamak gerekir.

Ortada bir “demokrasi” yoktur. Bu durum böyle olduğu için, demokrasi olmadığı için, parlamento olmadığı için, milletvekilliğinin düşürülmesine, kayyum saldırılarının devamı olarak bakmak gerekir.

Saray Rejimi, öyle anlaşılıyor ki, HDP içinde uzlaşmacı bir kanat aramaktadır. Bulursa bu kanadı öne çıkarmak isteğindedir. Bu nedenle, Demirtaş sürecinden başlayarak, HDP içinde etkin bazı kadroları etkisiz hâle getirmek istemektedir. HDP içinde mücadeleden yana unsurları eleyerek, onların yerine uzlaşmacı unsurları, Barzani hareketine sıcak bakacak unsurları etkili kılmak istiyorlar. Milletvekilliklerinin düşürülmesi ve kayyum politikası, tam da böyle bir anlamda, mücadelenin bastırılması, uzlaşmacı bir siyasetin önünün açılması amacını gütmektedir.

Saldırı, esas olarak HDP’ye dönüktür ve seçim yatırımları ile ilgisi olduğu sanılmamalıdır. Ortada bir seçim sürecinin olduğu fikri, CHP lideri tarafından yaratılmış bir görüntüdür. CHP lideri, kendi içindeki kaynamayı, arayışı durdurmak için, “yarın seçim varmış” gibi yapmaktadır.

HDP’ye dönük bu saldırının bir parçası, bizzat Kılıçdaroğlu’dur. Enis Berberoğlu, bunu gizlemeye de yarayacaktır.

Biz aynı şekilde, Saray Rejimi’nin bir “tek adam rejimi” olduğunu da düşünmüyoruz. Her kararı Erdoğan’ın verdiği görüntüsü, buna dayalı olarak bu rejime “tek adam rejimi” demek, aslında işin gerçeğini maskelemek olur. “Efendim bu rejimden TÜSİAD da rahatsızdır” sözleri, yerinde kullanılmamaktadır. Elbette TÜSİAD rahatsızdır. Ama onların kârlarındaki artışlar, yaşam biçimleri konusundaki rahatsızlıklarını giderecek boyuttadır. Bu nedenle TÜSİAD rahatsız değildir demek, daha yerinde olmaz mı? Ve bizim cephenin, tekelci kapitalizmi anlayan her Marksist’in iyi bildiği gibi, bir tekel ile iktidar arasında imiş gibi görülen kavga, aslında tekelci gruplar arasındaki kavganın yansımasıdır. Burada, bugün ülkemizde, bu tekelci gruplar arasındaki kavgaya, uluslararası tekeller (UAT) arasındaki kavgayı, yani paylaşım savaşımını da eklememiz gerekir. Yoksa Saray Rejimi, tekellerin arayıp da bulmakta zorlanacakları bir ortam sağlamakta, kârlarına kâr katılmaktadır. Onların rahatsızlığı, başka grup ve çetelere dağıtılan paralardan kendilerine az bir pay düşmesidir.

Saray Rejimi, anayasanın rafa kaldırıldığı, kanunların anlamını yitirdiği bir rejimdir. Bunu keyfîlik olarak açıklamak yerine, bunu, devletin yönetememesi olarak ele almak daha doğrudur. Bu, devletin bir baskı aygıtı olarak çıplak hâle gelmesidir. Bu keyfîlik, yönetme zorluğunu aşmak için gelişmektedir. Bu keyfîlik, emperyalistler arası paylaşım savaşının etkileri altında, tüm kurumların çeteleşmiş olmasının sonucudur. Bu keyfîlik, yağma-rant ve savaş ekonomisini devam ettirebilmek için uygulanan politikaları sürdürme zorluğunun sonucudur.

Bu, Saray Rejimi’dir.

Erdoğan ve Saray, iktidarı sürdürmek için, bir yandan ABD’nin bölgedeki tetikçisi olmayı kabul etmiştir. Kaderlerini Trump’ın seçilmesine bağlamışlardır. Ve Erdoğan-Trump “dostluğu”, son derece açık bir ilişkidir, Erdoğan, Trump’ın sözünden çıkmamak koşulu ile iktidarını sürdürme şansına sahiptir. Belli bir süre. TC devletinin birçok kurumu, ABD’nin bölgesel komitesi, yerel gücü olarak işlev görmektedir.

ABD’den onay almış iken, hazır ABD adına yapacak birkaç işi var iken, TC devleti, Saray Rejimi’nin ömrünü uzatmaya, bu yolla devleti kurtarmaya çalışmaktadır. CHP bu sürecin bir parçasıdır.

Saray saldırıyor. CHP ise “bizi sokağa çekmek istiyorlar” diyerek Saray’a yardım ediyor. Saray, kendi korkuları nedeni ile azgınca saldırıyor. Bir kadın çıkıyor “hevesimiz kursağımızda kaldı, elimde liste var, bizim aile 50 kişiyi götürür” diye konuşuyor. Diyelim ki, eşi Saray’a yaranmak ve İsrail adına yakında iş tutmak için uğraşıyor. Peki, Erdoğan buna neden izin veriyor? Çünkü, kendi korkularını halka bulaştırmak istiyorlar. Bu nedenle, Fatih diye birisi çıkıp, “karılarınızı kızlarınızı bizden nasıl koruyacaksınız” diye tehdit savuruyor. İktidarın bitmişliğinin kanıtlarıdır bunlar. CHP, bu korkunun daha da etkili olması için çalışmaktadır: Bizi sokağa çekmek istiyorlar demek tam da budur. Sokağa çıkma eğiliminde olanları korkutmak içindir. Dahası sokağa çıkmayı bir hak olmaktan çıkartıp, bir “suç” olarak ilan etme girişimidir.

Düşünün, burjuva anlamda da olsa bir muhalif parti, sokak mitinglerinden, protesto gösterilerinden vb. neden korkar? Senin zaten sokağa çıkıyor olman gerekmez mi?

Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’nin dıştan destekçisidir. İçten, eklenmiş destekçi MHP’dir, Perinçek’tir, daha başkalarıdır. Ama CHP, dışarıdan destekçidir. Zira, onun görevi, gelişmekte olan toplumsal muhalefeti durdurmaktır.

Tam bu nedenle, bakmamız gereken yer burasıdır.

Biz devrimci işçiler, biz devrimciler, gözümüzü gelişen direnişe dikmek zorundayız. Ayağımızı yere sağlam basmalıyız. Direniş, adım adım, yerellerden gelişmektedir. Büyük kitlesel eylemlerin olmaması, direnişin önemini küçümsememize yol açmamalıdır. Tersine, sağlam ve adım adım gelişen direniş, çok daha sarsıcı, çok daha etkili olacaktır.

Biz Erdoğan iktidarının sonunu tartışmıyoruz. O zaten gelmiştir ve fazladan orada tutulmaktadır. Biz Saray Rejimi’nin de artık ömrünü tamamladığı görüşündeyiz. Bahçeli’nin bu değirmene su taşıma girişimleri, Kürtler içinden uzlaşmacı unsurların toparlanması için geliştirilen şiddetli saldırılar, Batı’da Gezi Direnişi’nin etkilerine karşı azgınca saldırılar, Saray Rejimi’nin ömrünü uzatamayacaktır. Mesele, Erdoğan ve Saray Rejimi’ni alaşağı etmekle yetinmeyecek, sosyalist bir iktidarı kurmaya yönelecek bir devrimci direniş geliştirme meselesidir.

Tüm enerjimizi, tüm dikkatimizi, gelişmekte olan direnişe vermeliyiz, kadınların, gençlerin, işçilerin, halkların geliştirdiği direniş, gerçek çıkış yolunun temelidir, toplumsal kurtuluşun tek yoludur.

Kaldıraç Yayınevi’nden yeni kitap: Saray Rejimi

Bu çalışma, Kaldıraç dergisinde çıkmış, çıktığı dönemin ruhunu taşıyan devleti konu alan yazılardan oluşmaktadır. Yazılar, sadece o dönemin ruhunu taşımıyorlar, aynı zamanda, yakın geleceğe ilişkin devrim ve işçi sınıfı cephesinden bazı öngörüleri de içeriyorlar. Olması gerektiği gibi.

Yazılar 2015 dönemindenden başlıyor.

Bu dönem, Suriye Savaşında, ABD cephesinin, Türkiye’nin de içinde yer aldığı ABD cephesinin, savaşı kaybetme eğilimlerinin açığa çıktığı bir dönemdir. Bu yenilgi süreci, Suriye’yi Afganistan’a çevirmeye çalışanların, ister istemez Türkiye’yi de Pakistan’laştırmaya başladıkları bir dönemdir. Suriye savaşı,

IŞİD çeteleri eli ile başka bir evreye çevrildiği andan itibaren, Türkiye’de büyük yansımalara yol açtı. Sadece mülteci meselesinden söz etmek yanlış olur. TC devleti, IŞİD çetelerini çok “sevdi” ve onları sadece Suriye’de toprak işgal etmek için değil, aynı zamanda içerde Kürt devrimine karşı ve Gezi Direnişi ile öne çıkan toplumsal direnişe karşı da kullanmaya başladı.

Bizim analizimize göre, dünya çapında bir paylaşım savaşımı var ve bu savaşım, Ekim Devriminin ülkesi SSCB çözüldükten sonra, hızla su üstüne çıkmaya başladı. Bu paylaşım savaşımında 5 emperyalist gücü iyice seçebilir durumdayız: ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya. Bu beş emperyalist gücün etrafında elbette başkaları da var. Cepheler, her paylaşım savaşımı öncesinde olduğu gibi, her gün yeniden kuruluyor. Ama ABD’nin cephesi daha kararlıdır. TC devleti, siyasal olarak ABD’nin, ekonomik olarak ise AB’nin sömürgesi olan bir “ortaklaşa sömürge” şeklinde, komünizme karşı bir ileri karakol olarak organize edilmişti. Şimdi, bu son 30 yıldır, Türkiye’nin de kimin elinde kalacağı sorusu ortadadır. Gelişmelere bu cepheden bakınca, çeteleşmenin çok daha derin olduğunu, IŞİD ve diğer İslamî çetelerin bu sürecin arkasından geldiğini söylememiz mümkündür. İşte tüm bu süreci, daha sürecin ilk başlarından itibaren ele alan yazıları, onlara dokunmadan , olduğu gibi kitaplaştırarak yayınlamaya karar verdik.

Eser Adı: Saray Rejimi
Yazar Adı: Aysun Sadıkoğlu/ Deniz Adalı/
Fikret Soydan/ Sibel Özbudun/ Temel Demirer
Derleyen: Ülkü Gündoğdu
Kitabın genel anlamda türü: Tarih-Siyaset-Felsefe
Kapak Tasarımı: İdil Özkurşun
Cilt Bilgisi: 250 gr Amerikan Bristol karton kapak
Kağıt Bilgisi: 60 gr Enzo Creamy kitap kağıdı
Sayfa Sayısı: 344
Kitap Boyutları: 13,5*21
ISBN No: 978-605-5172-12-1
Etiket Fiyatı: 25 TL (KDV dahil)
Çıkış tarihi : 1. baskı: Temmuz 2020 (1000 adet)

Sahi, yağmacı kimdir?

George Floyd, Minnesotalı bir siyahtır. ABD’li bir polisin, boğazına basan dizleri altında, “nefes alamıyorum” diyerek öldürülmüştür. Herkesin gözü önünde öldürülmüştür. Takip eden günlerde, “Adalet yoksa barış da yok”, “Nefes alamıyorum”, “Siyahların yaşamı değerlidir” sloganları ile yüzbinlerce insan sokaklara çıktı. Protestolar, ilk günlerde ABD’nin 16 eyaletinde, 25 şehrine yayıldı. Çoğunluğu siyah olsa da, protestocuların arasında hatırı sayılır beyaz da katılmaya başladı. Bu, ırkçı politikalara duyulan tepki açısından oldukça önemli.

Irkçılık, ABD tarihinde, yerleşiktir. Kanımca, bunun kökeni, “Amerika’nın keşfi” denilen süreçlerden geliyor. Onca Kızılderiliyi katlederek, soykırımla egemenliğini kurmuş olan Beyaz Adam, kuşku yok ki, bu ırkçılığı sürekli beslemiştir. Bu nedenle olsa gerek, hiçbir zaman ABD tarihinde, George Floyd olayı gibi ırkçı ve polis eliyle yapılmış saldırılar durmamıştır. 2011’de bir başkası vardı. 2014’te Eric Garner öldürülmüştü ve aşağı yukarı aynı biçimde. Eric Garner’in annesi en son Floyd’un ölümünün ardından şöyle diyordu: “Mahallelerimize gelmeyi ve acımasızlaşmayı, terörize etmeyi, öldürmeyi bırakmadılar.” Bu açıklama, olayın nasıl bir süreklilik içerdiğini gösteriyor.

Obama, bir siyah lider olarak ABD’nin başkanı oldu ama, hep birlikte gördük ki, onun kafasının içi çoktan beyazlatılmıştı.

Bu, sadece ırkçı bir saldırı da değildir. Evet ırkçıdır ama aynı zamanda işçi sınıfına, Amerikan işçilerine dönük de bir saldırıdır.

ABD, Covid-19 pandemisinin oldukça etkili olduğu alanlardan biridir. Trump, başlangıçta, alaycı bir bilmişlikle adına “Çin virüsü” diyordu ve ABD’li şirketleri, Çin’deki yatırımlarını Amerika’ya, ülkeye taşımalarını söylüyordu. “Amerika first” politikasının bir gereği olsa gerek. Ve salgın gelip de ABD’de son derece etkili olmaya başladığında ise, “Her savaşta kayıplar olur, ölenler savaş kayıplarıdır” türünden bir açıklama yapıyordu.

Biliyoruz ki, bu kayıpların büyük çoğunluğu Afrika kökenliler, Latin kökenlilerdir. Yani, virüs, bulaşırken “eşitlikçi” olsa da, öldürürken pek de “eşitlikçi” değil. Amerikalı sağlık çalışanları, siyah hastaların hızla fişlerinin çekildiğini ifade ediyorlar.

Olaylar patlayıp, protestolar sokaklara yansıdığında, Trump, hemen ABD askerî güçlerini müdahaleye çağırdı. Ulusal muhafızların yanı sıra ordunun devreye girmesini istedi. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda onunla aynı fikirde olmayanlar da vardı. Trump, olayı, Erdoğanvari bir “allahın lütfu”na dönüştürmek istedi. Kilisenin önüne gitti ve orada İncil ile fotoğraflar çektirdi. Türkiye’de, Erdoğan’a bir mitingde Kur’an ile konuştuktan sonra “bu ayıptır” türünden açıklama yapan bir cami imamı bulunmuyor. Ama ABD’de, kilisenin yetkilisi, bunu onaylamadığını ifade etmekte tereddüt etmedi.

Birçok eyalette, eylemciler ile polis çatıştı. Ve sonunda, birçok yerde polis, “eylemcilerin karşısında diz çökerek”, çatışmaları azaltmaya çalıştı. Büyüyen öfkenin önünde durmak o kadar da kolay değildi. Ve göstericiler, eylemlerinde, Seattle eylemlerinden farklı olarak daha organize olmuşlardı.

Olaylar sırasında “yağmalama” eylemlerinden de söz edildi. Birçok yerde göstericiler, polis şiddetine karşı direnirken, birçok binaya yöneldiler. ABD basını, hemen buradan hareketle “yağmacılar” saldırısı ile Trump’ın peşine takıldı.

Ülkemizde de Saray basını, aynı şeyi yaptı.

Sanki, Trump’ı savunmak ile Gezi Direnişi’ni suçlu ilan etmek birleştirildi. Trump, Saray medyasının gözde adamı, göstericiler ise yağmacılar olarak ilan edildi. Trump’a verilen destek, sanki, ülkemizdeki ırkçı saldırılar için bir şans olarak ele alındı. Böylece, sınıf kardeşliği, tam olarak ortaya konmuş oldu.

Tüm dünyadan, şu ya da bu dozda Trump’a eleştiriler gelirken, ABD’nin 53. eyaleti olarak Türkiye, Trump’ın yanında yer aldı.

Yağmacılar, diye başlayan aşağılama cümleleri, Trump’ın politikalarına destek olduğu kadar, AK Partili hükümetlerin politikalarına da destek olarak devşirilmek istendi. Zira, tam da bugünlerde Saray’ın ömrünü uzatmak için, her türlü desteğe ihtiyaç olduğu açık. Saray medyası, kendi suçlarını örtmek için, ABD devletinin, Trump’ın saldırgan ve ırkçı politikalarını alkışladı.

Sahi, yağmacı kimdir?

CNBC kanalı, ABD’li milyarderlerin, 15 Mart-15 Mayıs arasındaki 2 aylık salgın döneminde zenginliklerine 434 milyar dolar kattığını açıklamıştı. Sizce gerçekten yağmacı kimdir? Amerikan devletinin 2.2 trilyon dolarlık pandemi teşvikini alıp yağmalayanlar mı yağmacıdır, yoksa işçilerin, siyahların marketlerden malları alması mı yağmacılıktır?

Bizden örnek verelim: Kaz Dağlarını altın madeni için imha edenler mi yağmacıdır, yoksa bir mağazadan giysi alanlar mı? Ormanlarımızı yok edip, buralara dev inşaat alanları yaratanlar yağmacı değilse nedir? Salda gölüne, pandemi sırasında saldıranlar mı yağmacıdır, yoksa hakkını almak için sokaklara dökülen işçiler mi?

Sahi kimdir yağmacı?

Derelerimizi akmaz hâle getirenler mi, kârları için doğayı yağmalayanlar mıdır yağmacı, yoksa onlara karşı direnenler mi?

Maske dağıtım işini Menzil tarikatına verip, milleti maskesiz bırakanlar mıdır yağmacı, yoksa diyelim ki, maskesiz kaldığı için bir depodan maskeleri açıkça alıp halka dağıtanlar mı?

Ekmek çalmak hırsızlıktır. Ama tekellerin, şirketlerin, milyarlarca para çalması, “kamu teşvik politikası”dır. Bankanın camlarını indirenler yağmacıdır, ama gece yarısı bir devlet bankasından, yarı fiyatına dolar satmak yağmacılık değil midir? Hangisi yağmacılıktır? Bankanın camının indirilmesi “ulusal ekonomiye” katkı bile sayılabilir, zira cam kırıldığı için camcı iş yapacak, o camcı aldığı para ile ekmek ve elbise alacak, elbiseci ve ekmekçinin işleri açılacak, elbise satan mağazanın sahibi tatile gidecek, turizm canlanacak vb. Oysa gece yarısı bankadan 5 milyar dolar alan beş şirket, bununla Saray’a ve Bilal’e rüşvet verecek, Bilal bu para ile, silahlı adamlar tutacak ya da parayı bir adaya kaçıracak. Görüldüğü gibi, cam kırılınca, tabana yayılan bir ekonomik faaliyet ortaya çıkarken, bankadan rüşvet olayı devreye girince, tabana yansımayan, ülke dışına kaçan bir kaynak israfı gerçekleşmektedir. Gördünüz mü, ne kadar ciddiyetle açıkladık. Sizce yağmacı kimdir?

Ülkenin kaynaklarını tekellere “kamu politikaları”, “teşvik paketleri” vb. adlarla aktaranlar mı yağmacıdır, bir gösteride mağazaya girip mont alanlar mı yağmacıdır?

Sizce pandemi sürecinde, maskeden, ilaçlardan, test kitlerinden, kolonyadan, dezenfektandan vurgun vuranlar mı yağmacıdır? Öyle ise, buyursunlar, onlara karşı “yağmacılık” suçundan işlem yapsınlar.

Özel mülkiyet, hırsızlığın yasal hâlidir. Yasa ile, herkesin olan Kaz Dağlarını yerli ve yabancı şirketlere, komisyon karşılığı açmak, yağmacılıktır. Bu yağmayı, halk yapamaz, yapmaz. Salda gölünü, bugüne kadar halk yağmalamadı. Bugün sermaye, toplumsal servetin özel mülk hâlindeki varlığı olarak sermaye, insanların cansız emeğinin özel mülkiyet hâline getirilmiş hâli olarak sermaye, Salda gölüne saldırmaktadır.

Ülkenin, hem cumhurbaşkanı, hem başbakanı, hem her bakanı olan Erdoğan, rant üretmek benim görevim, dediğinde yağmacılıktan hakkında soruşturma mı açılmıştır?

Sahi yağmacı kimdir?

Dünya kaynaklarını kârları için yağmalayanlar mı, buna uygun yasalar yapanlar mı yağmacıdır, yoksa baklavacıdan baklava çalan çocuklar mı yağmacıdır?

Amerikan kıtasında, yerlileri öldürerek, topraklarına el koyanlar mı yağmacıdır, altın madenlerini yağmalayanlar mı yağmacıdır, yoksa New York’ta bir mağazadan elbise alanlar mı yağmacıdır?

Hindistan’a leş kargaları gibi üşüşüp, her şeyi alıp evlerine götürenler mi yağmacıdır, yoksa karnını doyurmak için zenginin ambarından çalan köleler mi?

Eğer Amerika’daki göstericiler yağmacı ise, bunu kimden öğrenmişlerdir? Sizin kanunlarınızdan değil mi, sizin teşvik paketlerinizden değil mi, sizin hırsızlıklarınızdan değil mi, sizin kamu kaynaklarını çalmanızdan değil mi? Ve bunlar karşılaştırılabilir mi? Biri eskiyen ayakkabısının yerine yenisini alıyor ve eskisini de mağazada bırakıyor, diğeri ise, hiçbir insanî ihtiyacı olmadığı hâlde altın elde etmek için Kaz Dağlarını yağmalıyor. Hangisi yağmacıdır?

Kâr için, Karadeniz’de kış günü orman yangını çıkartıp oradan rant peşinde koşanlar mı yağmacıdır, yoksa bir düzlüğe kulübesini yapan mı yağmacıdır? Saraylar inşa etmek için Marmaris’in en güzel koylarını, yasaları değiştirerek parselleyenler mi yağmacıdır, yoksa iki göz evinde hayatta kalabilmek için elektriksiz, susuz yaşamaya çalışanlar mı yağmacıdır?

Yağmacılar, başka ülkelerdeki yağmacıları iyi bilirler. Onlar her ortamda, her gelişmede birbirlerini örnek alırlar. Bu nedenle, Amerika’da başlayan gösterilere bu gözle bakarlar. Gezi onların kimyasını o kadar bozmuştur ki, kendilerini haklı çıkarmak için, dünyadaki her haksızlığı desteklemektedirler.

Amerikan demokrasisine methiyeler düzenler, şimdi, ırkçı arka planı yakından görmeyi de reddetmektedirler. Irak’ta yüzbinlerce çocuğu katleden Amerikan askerî gücü, şimdi kendi ülkesinde, işçi ve emekçilere saldırı için devrededir. Hong Kong’da protestoculara “destek” mesajları yollayanlar, şimdi kendi ülkelerindeki baştan aşağıya haklı protestolara karşı, askerî güç kullanmaktadırlar. İşte modern burjuva devlet tam da budur.

Amerikan egemenleri, hemen Trump’ın arkasında sıraya dizilmektedir. Tıpkı Gezi Direnişi karşısında, Kürt direnişi karşısında egemen sınıfın, Saray Rejimi’nin arkasında saf tutması gibi.

Devletin “Gezi” kâbusu

Yassıada, adını nereden alır bilmiyorum, ama Menderes ile bağını biliyoruz. Menderes ve arkadaşları, Yassıada’da yargılandılar. Erdoğan, bu adada bir konuşma yaptı. Ada’da yapılmış olan Menderes anısına bir takım yapıların açılışını yaptı.

Menderes, 1950’li yıllarda, 10 yıl iktidarda kaldı. Bu 10 yıl, Türkiye’de bir dönüşüm dönemidir. NATO kuruldu ve Menderes ülkemizi NATO’ya sokmak için, binlerce askerin öldüğü Kore savaşına, ABD cephesine asker göndermiştir. Türkiye burjuvazisini sosyalizm, komünizm korkusu o kadar sarmıştı ki, NATO’ya girebilmek için, asker gönderilmesine onay verdiler.

Erdoğan ve Damat Berat, IMF’yi sevmezler. Ama Menderes, hem IMF politikalarına, hem de ondan daha ilerisi NATO’nun içinde olmaya onay vermiştir. IMF, Dünya Bankası, NATO, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD hegemonyasında kurulan yeni kapitalist dünya düzeninin aynı amacı güden kurumlarıdır. NATO deyip geçmeyin, kontr-gerillanın, Ergenekon gibi yapıların vb. kuruluşunu bu NATO sonrası sürece, en çok da Menderes dönemine borçluyuz. Bunları anlamak için, sadece Sabri Yirmibeşoğlu’nun anılarını, özellikle de 6-7 Eylül olaylarına ilişkin olanlarını okumanız yeterlidir.

Menderes iktidarı, o dönem, ABD ne derse onu yapmaya karar vermiştir. Ve Türkiye, bir küçük Amerika olmaya çok hevesli idi. Menderes açıkça bunu dile getirmekten de geri durmamış bir liderdir.

Özal ve bugün Erdoğan, Menderes’in yolundan gittiklerini ilan etmektedirler. Erdoğan, bugün Menderes’e çok ihtiyaç duyuyor olmalıdır. Kendi sonunun gelmekte olduğu bilinci ile, yeri geliyor Menderes’e, yeri geliyor Abdülhamid’e sarılıyor. Yassıada hamlesi de öyle olmalıdır.

Kendisi için, takip ettiği lider olarak öne çıkardıkları Menderes’in anısına, Ada’yı düzenlemişlerdir. Adı Yassı olan ada, beton yığınları altında yamyassı olmuştur. Bundan sonra, üzerinden inşaat çeteleri geçti anlamında “Yamyassı Ada” olarak anılabilir. Erdoğan, komisyoncudur ve görevi “rant yaratmaktır”. Kabul. Bu inşaattan Bilal %20 almış olsun. O da kabul. Ama insan, sevgi ile andığı birisi adına, beton yığınlarından ibaret bir ada süslemesi yapar mı?

İnsan sevmek, daha çok aklı, duyguları, davranışı sevmektir. Bunları sevmeden güzellik olamaz. Ama, bunlarda sevgi, yeşil renkteki dolarlar ve bu dolarların kaynağı olan rantlar üzerine kuruludur. Ne yapalım, durum bu.

İşte Erdoğan, hem Cumhurbaşkanı, hem Başbakan, hem de AK Parti Başkanı olarak, kendisi için “kutsal” bir görevi yerine getirirken, akşam rüyasında gördüklerinden mi kaynaklıdır bilinmez, Gezi Direnişi’ni hatırladı.

Ve bu durum çok sık oluyor. En çok konuşan olduğu için, en başta Erdoğan, ama aslında tüm Saray, sürekli olarak Gezi kâbusu ile yaşıyor. Uyuduklarında, ertesi sabaha, 2013 yılının 30 Mayıs’ının yaşanmamış olmasını diliyorlar. Dua ediyor olmalıdırlar; “Allah o günleri bir daha göstermesin” diye. Dua tamam da, yaşanmış olan bir türlü unutulmuyor.

Aslında Diyanet İşleri Başkanı bu konuda bir şeyler yapmalıdır. Mesela, 30 Mayıs 2013 ve sonrasında başlayan olayların, ortaya çıkan havanın, tüm insanların kafasından, her ihtimale karşı kalplerinden de silinmesini niyaz edebilir. Değil mi ki, o, seçilmiş bir liderin, seçilmiş bir şeyhülislamı gibidir. Abdülhamid Han ve şeyhülislam arasındaki bağın gücüne sahip değiller midir? Öyle ise, bu kâbuslara son verecek bir şey yapabilirler.

Adam o kadar kötü kâbuslar görmektedir ki, gün gelir, allaha isyan eder, “benim bu kâbusları görmeme neden izin veriyorsun ey resulullah” der. Ama kâbuslar hep devam eder. Hocalara danışır, söylenenleri yapar ama kâbuslar bir türlü bitmez. Hiçbir ilaç deva olmaz. En son çara olarak ulu bir hocaya gider. Hocaya anlatır neler yaşadığını, Hoca sorar, o anlatır. Sonunda, “hoca efendi, böyle yaşanamaz” der. Hoca da, “haklısın” der.

Bu Saray Rejimi, bu iktidar, bu kâbuslarla yaşayamaz.

Erdoğan, Gezi döneminde, “bunlar aralarında parayı da kaldırmışlar” diyordu. Şaşkın idi. Halkın %50’sini evde tutmakta zorlandığını söylüyordu. Emirleri ben verdim dediği polisler için, sonrasında Feto’cü diyordu. Palalıları devreye sokuyor, sokak aralarında Ali İsmail’i öldürüyorlardı. Muktedir, hâlâ o olayın görüntü kayıtlarını vermeyi sağlayamamıştır. Sanırız polis teşkilâtına sözü bu kadar geçmiyor. Ali İsmail’in öldürülmesinin görüntüleri hâlâ ortada yok. Ethem Sarısülük’ü öldüren polis, 15.200 TL para cezası almıştır, hepsi budur. Berkin Elvan’ın annesini, bizzat yuhalatmışlardır.

Gezi, iktidarın bir kâbusudur, öyle olmaya da devam edecek. Hocanın onayladığı gibi, “böyle yaşanmaz” diyen hastanın onaylanması da yetmez. Bizzat Gezi, sizin kâbusunuz, iktidarın alınmasına vardığı zaman, sizler iktidarınızı kaybettiğiniz, bu ülkede sosyalizm kurulduğu zaman bu kâbustan kurtulacaksınız. Zira, o zaman sizin korkularınız gerçek olacak, sizi bu korkulardan, devrimci işçiler, nasırlı elleri ile kurtaracak. Tedavi budur çünkü.

Gezi, bir toplumsal patlamadır. Planlı bir eylem değildir. Planlı bir eylem olmuş olsa idi, bunda bir sorun da olmazdı. Biz planlı bir eylem olmasını isterdik. O zaman zafere gidebilme şansı olurdu. Ama bazı liberal solcularımız, Gezi’yi savunurken, onun planlı bir eylem olmadığını, dolayısıyla örgütlü olmadığını, bu durumda da “suç unsuru” içermediğini anlatıyorlar. Gezi elbette bir suç değildir. Olaylara, mücadeleye, devletin bakış açısı ile bakıp, “suçlu” aramak, bu liberallerden çok devletin işidir, zaten onu da yapıyor. Sizin aklınızla da hareket etmeyecektir. Gezi Direnişi’ni savunuyorum derken, alttan alta, direnişleri suç olarak ilan etmeyi kabul etmiyoruz. Siz iktidara yaranmak istiyorsanız, başka yollar arayın.

Gezi Direnişi, örgütsüz bir sosyal patlamadır. Kendiliğinden eylemdir. Biz bunu bir gerçeklik, bir durum olarak ortaya koyar ve kabul ederiz. Yoksa, kendiliğinden eylemleri, planlı eylemlere tercih ettiğimiz için bunu söylemeyiz. Siz solculukla liberalliği birbirine karıştırmışsınız; bu kendiliğinden eylemlerde “örgüt” olmadığı için bunların “suç unsuru” içermediğini, eğer kendiliğinden değil de planlı olsa idi “suç olacağını” söylemeye çalışıyorsunuz ve bunu iktidardan korkularınız nedeni ile yapıyorsunuz.

Bu solcu liberallere, bir sır vermek istiyoruz. Bu sır, uzun sınıfsal mücadele tarihi içinden gelmektedir. Mesela Hitler’in saldırılarına bakın, aynı yöntem vardır. Önce, en çok korkanları sindirmek için saldırırsınız. Devletler böyle yaparlar. Gezi’ye saldırırken, aslında siz “okumuş yazmış” olanları, bir türlü gerçek bir aydın-entelektüel olamamış olanları hedef alıyorlar, sizleri korkutmak istiyorlar.

Siz, okumuş yazmış takımı olarak, devlet ile işçi sınıfı arasında, işçi ve emekçileri “yasalara uymaya davet eden” akıl verenler konumunu elde etmek istiyorsunuz. İşçilerin, emekçilerin “iş verenleri” var, “akıl verenler”e ise epeydir ihtiyaçları yoktur. Holdingler, tekeller, kendi bütçeleri içinde, “diplomasi” alanı için bütçe koyarlar, devletler gibi, sendikal mücadeleyi önlemek için bütçe koyarlar, devletler gibi. İşte bu “akıl veren” okumuş yazmışların bütçesi, bu bütçelerden gelmektedir.

Gezi Direnişi, sadece mevcut duruma bir itiraz değildi. 20 günlük süre sonunda, alternatif yaşamın, “paranın aşıldığı” yaşamın ipuçlarını, Erdoğan’ı korkutacak düzeyde geliştirmeye başlamıştı. Gezi Direnişi, giderek örgütlü bir hâl alıyordu ve insanların her şeyi sorgulamasını başlatıyordu, evde tutamadığı %50 de dahil olmak üzere. Gezi’ye bu nedenle saldırdılar. Onca kan, onca yaralama, onca devlet terörü bu yüzdendir.

Gezi, devletin tüm kurumlarını deşifre etmeye başlamıştı. TV kanalları bir bir foyası ortaya çıkmış hâle geldiler. Bugün, dünün gözde gazeteleri, hiç satılmaz hâle gelmiş ise, bunda Gezi’nin payı vardır. Gezi, Anadolu Sosyalist Devrimi’nin, Taksim’den göz kırpması idi. Gezi, gençliğin, 12 Eylül rejimi ile hesaplaşmaya kalkması idi. Gezi, gençliğin, eski tüfek solcuların temiz olanları ile bir yeniden kaynaşması idi. Gezi, örgüt arayışının, bu yaşanılamaz sistemi yıkmak üzere örgütlü bir mücadele arayışının ilk kitlesel adımıdır.

Suç ve suçlu nereden baktığınıza göre değişir.

Bugün, vergisini kaçırmayı yasal kılıflara uydurabilen suçsuzdur ve başarılıdır, ama bizim mahalle terzisi, faturasız dikiş yaptığı için suçludur, öyle mi? Sınıfta kopya çekerken yakalanan öğrenci suçludur, ama devlet eli ile organize soruların çalınmasını yönetenler suçsuz öyle mi? Bir fırından ekmek çalan 12 yaşındaki çocuk suçlu, ama bir bankayı devlet olanakları ile soyup soğana çeviren suçsuzdur öyle mi? Gezi bir başlangıçtır, daha da ileri gitmelidir diyen suçlu, ama Gezi’deki insanlara TOMA’larla saldıranlar, öldürenler “kanunu uygulamakla görevli oldukları için” suçsuz öyle mi? Bugün, mahallesinde çöp atmak için dışarıya çıkan suçlu, ama onu evire çevire döven ve gücünü kanunlardan alan bekçi suçsuz öyle mi?

Peki madem böyle, neden Saray Rejimi’ni eleştiriyorsunuz? Onlar da gücünü iktidar olmaktan alıyorlar. Ben kanununum diyor adam ve bir kararname ile her şeyi yasal hâle getirebiliyor.

Kim, kime göre suçlu?

Bize göre, hırsızlık, özel mülkiyetle başlar ve özel mülkiyet suçtur. Özel mülkiyet, toplumun ortak zenginliğine el koymaktır. Özel mülkiyet, fabrikalarda işçilerin kanlarını emmektir. Bu suçtur. Bu özel mülkiyet olmamış olsa, doğa böylesine yağmalanmazdı. Bu özel mülkiyet olmamış olsa, birisi çıkıp kızların 3-6 yaşında evlenebileceğine hükmetme hakkını kendinde bulmazdı, çünkü hiçbir erkek eşini ve çocuklarını malı olarak göremezdi. Özel mülkiyet olmamış olsa, kimse bacağı gözüken bir kadına “orospu”, göğüs kıllarını gösteren bir erkeğe de “aslan parçası” demezdi. Özel mülkiyeti koruyan her yasa, suçu koruyan bir yasadır.

Şimdi, kim suçludur?

Gezi Direnişi, siz okur-yazar arkadaşımızı alıp içine, 10-15 gün nefes alabilir hâle getirdi ise, insanî yönlerinizi size hatırlattı ise, siz ona sadık kalmayı görev edinmelisiniz. Ömrünüzde kaç kere Gezi Direnişi görebilirsiniz? Onun ruhunda isyan vardır, efendilerinize, Saray’a, “biz aslında suçlu değiliz” demek yoktur. Gazın o kadar çok atıldığı bir ortamda, caddenin ortasına çıkıp “sık sık” diye bağıran, aslında Ahmet ya da Ayşe değil, insanlıktır, binlerce yıldır bu topraklarda ezilen, sömürülen, aşağılanan, insan yerine konulmayan insanlık.

Ne yasasından söz ediyorsunuz?

Yasalardan söz etme görevini Kılıçdaroğlu’na bırakın. Zaten görevini son derece etkili bir biçimde yapmaktadır. Olmayan yasalara uymaya kimseyi çağırmayın. İktidarın her gün değiştirdiği yasaları, her gün ayaklar altına aldığı yasaları, “kutsal” diye işçi ve emekçilerin önlerine sunmayın. Sunmayın, çünkü en başta siz arada kalanlar sıkışırsınız.

İçişleri Bakanı, hangi yasalarla bağlıdır? Bunu anlatın. Bize nasihat vereceğinize, aklınızı burası için zorlayın. Belki insan yanınız gelişir. İzmir’de camilerden Çav Bella marşı çalınınca, devlet yetkilileri, “provokatörü bulacağız ve ona zorla ezan dinleteceğiz” dedi. Bunu haber yapın. Ezan dinletmek bir işkence, bir ceza olarak bizzat devlet yetkililerince açıklanmıştır. Böylesi bir ceza, acaba Feyzioğlu tarafından “terörist şarkılar” için mi ceza kanununa eklenmektedir?

Saray Rejimi’ne karşı mücadele edemeyen okumuş yazmış kalemlerin, karşımıza “aydın”, “kanaat önderi” pozlarında çıkıp, aslında “Gezi masumdu” demelerine, ne bizim, ne sizin bir rastlantı ile parçası olduğunuz Gezi’nin ihtiyacı vardır. Gezi, hangi mahkemede yargılanırsa yargılansın, kendini savunma olanaklarına ve becerisine sahiptir. Önemli olan sizin kendinizi doğru ve dürüst bir biçimde savunma yolunu tutmanızdır. Devletin suçladığı, suçlu ilan ettiklerini suçlayarak Gezi’yi aklamış olmazsınız. Buna da ihtiyacımız yok. O “akıl sadakalarınızı”, buyurun, iktidara destek vermek için, açık ve net bir tutumla Saray’a sunun.

Gezi kendi yolunda devam eden bir direniştir. Bu direniş, her gün Taksim meydanında çadır kurmaz. Bu direniş, orada 20 gün tutunmasını bildi. Bu kadarı başlangıç olarak yeterlidir. Şimdi, köstebek gibi yerin altını kazmakta olan direniş, bu kez daha güçlü gelmek üzere hazırlanmaktadır. Ülkenin her yanında, her fabrikada, her okulda, küçük büyük direnişler yükselmektedir. Okur-yazar takımı, biraz dürüst ise, bu direnişlere, bizzat destek vermelidir. Yani, devletin suç ilan ettiği hakkını arama eylemlerini, nefes alma eylemlerini övmeye başlamalısınız.

Oyunu bir ton kömüre satmış olan adam ile kıyaslandığında, kalemini 100 dolara satmış korkak okur-yazar, bin kat daha iğrençtir. Biri zalime boyun eğmektedir, diğeri zalim için kalemini oynatmaktadır.

Amerika’daki eylemcilere yağmacı demek kolaydır, ama buyurun, esas yağmacılara, Rockefeller ve Rothschild ailelerine, Microsoft’un ve Google’ın patronlarına yağmacı demekle işe başlayın. Ekmek çalan çocuğu suçlu ilan etmeden önce, kamu kaynaklarını hortumlayanların tek tek isimlerini, her gün köşelerinize taşıyın.

Gezi, gerçek dostlukları, mücadele arkadaşlığını, yoldaşlığı öğrenme okuludur. Gezi’nin sahte dostlara ne ihtiyacı vardır, ne de onlara vereceği bir prim vardır. TV ekranlarında penguen yayınlayanlar, bu sahte okur-yazar dostlardan daha “dürüst”türler. Gerçeği söylemekten “korkuyorum” demek, gerçeği çarpıtmaktan daha dürüstçedir.

Gezi, bu ülkenin egemenlerinin, uyanıp da kurtulmak istedikleri bir kâbustur. Bunu sınıfsal çıkarları ve konumu nedeni ile Erdoğan, son derece iyi hissetmektedir. Tüm devlet bürokrasisi, hizmetinde olduğu tekeller ve uluslararası tekeller adına, bunun anlamını çok iyi kavramaktadır. Bu nedenle, hiç yeri ve zamanı olmasa da Gezi’den söz etmekte, ona saldırmaktadırlar. Kendi korkularını, halka bulaştırmak istiyorlar. Bu konuda Erdoğan ne kadar görevli ise, Kılıçdaroğlu da o kadar görevlidir.

Evet bu, egemen sınıfların ortak kâbusudur. Zordur, çekilir bir şey değildir. Biz işçiler, biz devrimciler, bu kâbustan sizi kurtarmak için, iktidarınızı alaşağı edeceğiz ve sosyalist bir ülkeyi kuracağız.

Tüm ülkede bir hayalet dolaşmaktadır. Bu hayalet, devrim hayaletidir. Açlığın, işsizliğin, yokluğun, yoksulluğun kol gezdiği işçi sınıfı saflarında bu devrim hayaleti vücut bulmaktadır, gelişmektedir: Adım adım, santim santim, inatla ve umutla. Bunun uzun ve zorlu bir mücadele olduğu açıktır.

Direniş öğretir, örgütlü güç kazandırır

“…Vazgeçmek de yol, seçmek de bir yol.
Muğlak dönemde bir mucize,
Sağlam bedende kanser gibi,
Alışmak da yol, savaşmak da yol!…”

Saray Rejimi’nin Avukatlık Kanunu’nda ve baroların seçim sistemine yönelik saldırısında son perdeye giriliyor.

Baro Başkanları’nın 19 Haziran’da başlattığı yürüyüşün üzerinden henüz 20 gün geçmiş olmasına rağmen bu zaman zarfında memleketin her bir köşesinde onlarca eylemle binlerce avukat sokaklardaydı, kıymetlidir.

27 saat barikat başında irade savaşında yekpâre durmak, “Saray Soytarısı” Feyzioğlu’na sırtını dönmek, kurulan kürsülerden “Vazgeçmeyeceğiz, Teslim Olmayacağız, Biat Etmeyeceğiz” çağrısı, memleketin başkentinde çok geri biçimlerde de olsa sürekli eylemlilik, kıymetlidir.

Söz meşhurdur; “Savaş senin ilgini çekmiyor olabilir ancak sen savaşın ilgisini çekiyorsun”, 20 gün önce herhangi bir Baro Başkanı’na sorulsa idi, Saray Rejimi’nin “balta sapı” Feyzioğlu için hepsi “yüzüne bakılmayacak adam” derdi.

Ama 20 günde sorular değişmiştir.

Çoklu Baro Sistemi ile neyin hedeflendiği az çok herkesin bilgisi dahilindedir ancak altını çizmekte yarar var. Bu düzenleme ile Barolar (bundan sonra da Odalar denebilir), açıktan Saray’a bağlanacaktır. “İliksiz cübbeler” fiili bir şekilde kareli cekete dönüşecektir. Yetmez, her çetenin bir barosu olacaktır. Hayat bu ya, bundan sonra Baro seçimlerinin sonuçlarını Feyzioğlu, Anadolu Ajansı’ndan ilan edebilecektir.

Saray kendisinin karşısında herkesin eğilmesini istiyor ama korkuyor. Korkusuna rağmen saldırıyı kesmemesinin sebepleri vardır. Bugüne kadar nereye saldırdılarsa, kitlesel direniş yeterli düzeyde olmadı. Açıktan İş Kanunu’nu değiştirdiler ve ücretsiz izin hakkı yarattılar, işverene ödül verdiler. İşçiler ayağa kalkmadı. Aynı şekilde, Odalar ve Barolara saldırma cesareti buluyorlar. Nasılsa, bir kitlesel direniş gelmeyeceğini düşünüyorlar. Ayrıca hem Barolarda hem de Odalarda, kendilerine bağlı bir ekip gücüne ulaştıklarını, hem Baroların ve hem de Odaların, Saray Rejimi’nden korktuğunu düşünüyorlar.

Bu nedenle, bu saldırıyı ciddiye almak gerekir.

Eğer çok güçlü olsalardı, emin olun, hiçbir şeyi değiştirmezlerdi ve biraz baskı, biraz hile ile buraları kendilerinin arka bahçesine çevirirlerdi. Demek bu kadar güçleri yok ki, “yasa yapmak” ile uğraşıyorlar.

Eğer yeterince güçlü olsalardı, Feyzioğlu’nu nasıl hizaya getirdilerse, aynı biçimde Baroları kendileri alırlardı. Biraz hile, biraz baskı, biraz para vb. bu işe yeterdi. Ama o kadar güçlü değiller.

Korkuyorlar. Tek umutları, toplumun da onlardan korkmasıdır.

Odalar ve Barolar, kendilerine şu soruyu sormalıdır: Korktuğumuzu anladıkları için mi bizi “uslandırmaya” çalışıyorlar?

Bu soru sorulmadan, açık ve cesurca bir mücadeleye hazırlanılamaz.

Açık ve cesurca bir mücadeleye hazırlanmadan, bu saldırı geri püskürtülemez.

“Marjinal değil avukatız”, “Aramızda korkanlar var yürümeyelim, oturalım”, “Gözaltına alınırsak soruşturma açılır” kaygıları artık geçersizdir.

Bu yasa geçtikten sonra neyin “savunma”sını yapmak için avukatlık yapılacaktır, açılan her soruşturma madalya görülmelidir. Korku insana dairdir, ancak kulaklar polis anonsları yerine hemen barikatın ardında duran genç-yaşlı avukatların “yürüyelim” sloganlarına dikkat kesilirse korku aşılır. Ve faydası yok; Saray Rejimi’nden taraf değilseniz, marjinalsiniz.

Saldıran, açıkça saldırmaktadır. Hiçbir tereddüt göstermeden saldırmaktadır. Ve açıktan ve kararlı bir direniş ortaya konmalıdır. Geriye gidecek yer yoktur, geri adım atılacak alan kalmamıştır.

Bugün direnmeyeceksek, ne zaman direneceğiz?

Evet direniş, öğretir. Evet direniş, yeni sorular doğurur. Evet direniş, samimi cevaplar ister.

Ve hele cevap vermeye başlayın, tüm renkler gözünüze daha bir güzel gelmeye başlar.

Saldırı topyekûndur; “iliksiz cübbelilerin” yanına beyaz önlüklüler, stetoskoplular, sarı baretliler, mavi tulumlular, eli süpürgeliler, sırt çantalılar vb. gelmediği sürece de boşa çıkarılması pek mümkün değildir.

Bugün yanlarına çağırmadıkları bir mühendis, yarın bir imar planını onaylamadı diye yargılandığında, onu savunmayacaklar mıdır?

Hiçbir pazarlığın barikatları aşmadığını görmek için daha kaç pazarlık yapılacaktır?

Tutumların netliği ile eylemlere katılım sayısı, coşku arasındaki bağı görmemek için başka taraflara mı kafalar çevrilecektir?

Evet her direniş zaferle sonuçlanmaz, ancak her direniş öğretir ve zafer ancak direnenlerin olur.

Adım atıldıktan sonra, yolda yürünüyor olduktan sonra; hiçbir şey için geç değildir.

“Bizi sokağa çekmek istiyorlar”cı muhalefet dönemi bitmiştir, onuruna sahip çıkmak isteyen herkesin yüzünü, omzunu, sesini mücadeleye katmaktan başka bir yolu yoktur.

Örgütlü güç kazandırır. Ve bundan salt “meslek örgütleri” anlanmamalıdır.

Görmek isteyen için gerek son 20 günde, gerek daha öncesinde çokça örnek vardır.

Kıdem tazminatı

Saray Rejimi, kuşku yok ki, tekelci sermayenin hizmetindedir. Saray Rejimi, para babalarının hizmetindedir. Saray Rejimi, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” üzerinde yükselmiştir. Para babalarının, burjuvazinin, tekelci sermayenin çıkarları, Erdoğan için her şeyin önündedir. Erdoğan, açık ve net olarak, işçi sınıfına, emeğe, emekçilere karşı olduğunu her fırsatta açıklamaktan geri durmamaktadır.

Erdoğan iktidarı tapulu malı hâline getirmiştir. Ama yine de sallanmaktadır. Saray Rejimi, ömrünü sürdürmek için, daha fazla saldırganlaşmaktadır. Hem hukuku tanımaz hâldedirler, hem yalanın haddi hesabı yoktur, hem de karanlığın her türünden medet ummaktadırlar. Bu yolla ömürlerini uzatmaya çalışmaktadırlar.

Saray Rejimi, dışarıda ABD’ye, uluslararası tekellere ve içeride ise para babalarına dayanmaktadır. Bu nedenle, bugünlerde, tüm Saray basını, kalmayan etkileri ile, Amerikan halkının direnişine karşı Trump’ı savunmaktadırlar.

Ülke, hem siyasal, hem de ekonomik bir kriz yaşamaktadır. Siyasal krizi çözmek için, Saray Rejimi, daha fazla baskıyı devreye sokmakta, Kürt hareketine karşı azgınca saldırmakta, işçi hareketine karşı amansızca saldırmakta, sürekli Gezi hayaleti ile boğuşmaktadır. Çareyi, daha çok baskı, daha çok yalan, daha çok terörde aramaktadırlar.

Ekonomik krize karşı ise, sürekli yağma, rant ve savaş ekonomisini pompalamaktadırlar. Erdoğan, özel olarak Saray etrafındaki müteahhitleri beslemek, onlarla kader birliğini sürdürmek için, devleti yağmalayarak onlara paralar aktarmaktadır. Kamunun, doğanın, ülkenin kaynaklarının yağmalanması son hızla sürdürülmektedir. Ama aynı zamanda, tüm tekelleri besleyecek ve krizin tüm faturasını işçi ve emekçilere yükleyecek şekilde tüm tekelleri, tüm para babalarını besleyecek önlemler almaktadırlar. Vergiler, fiyat artışları, para transferleri hep bunun içindir. Savaş ekonomisi, rant ve yağma, tekelleri, para babalarını doyurmamaktadır.

İşçilerin ücretleri sürekli düşmektedir. İşçilerin yaşamları sürekli zorlaşmaktadır. Açlık, çalışan her işçinin günlük sorunu haline gelmiştir. Her işçi borçludur. Açlık ve borçlu olma hâli, işçiler için yaşamı çekilmez hâle getirmektedir.

İşsizlik, TÜİK rakamlarına göre azalmıştır. Yalan söyleme konusunda hiçbir sınır tanımıyorlar. O kadar komiktir ki, dün biz “bunlar yalan” diyorduk, şimdi herkes bu yalanlara gülmektedir. Artık, yalanlar da işe yaramıyor. Tıpkı Saray basını gibi, yalanları da etkisini kaybediyor, kaybedecek. Elazığ Eti Gümüş AŞ’den 130 işçi, 16 Haziran 2020’de, bir mesajla işlerinden atıldıklarını öğrendiler. Ama işsizlik, maşallah, düşmektedir. Damat-TÜİK çetesi, işsizliği düşürmektedir. Tıpkı Covid-19 hasta sayıları gibi, işsizlik sayıları da, bir merkezden açıklanmaktadır.

İşte iktidar, bu koşullarda, yeniden “kıdem tazminatı”na göz dikmiştir. Yağmalayacak alanlar arıyorlar.

Bu ülkede herkesten alınan deprem vergileri koydular. Peki deprem fonundaki paralar ne oldu? Elbette buharlaştı.

Bu ülkede işsizlik fonu var. İşsizlik için, işçilerin maaşlarından kesilen paralar, bu fonda toplanmaktadır. İşsizlik fonu, kâğıt üzerinde 130 milyar TL’ye sahip. Peki para nerede? Para elbette buharlaştı, yağmalandı, tekellere, şirketlere aktarıldı. Daha çok da Saray yanlısı şirketlere.

Şimdi yeniden işçilerin “kıdem tazminatı”na saldırıyorlar.

DİSK Başkanı Çerkezoğlu, Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk’a bir mektup yazarak, DİSK’in toplantı süreçlerine katılmamasını eleştirmiş ve Kıdem Tazminatı Yasası’nın, “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” (TES)’nin karşısında olduklarını, 200 bin işçiyi temsil eden DİSK’in üçlü görüşmelere katılmamasının yasal olmadığını bildirmiştir.

Türk-İş Başkanlar Kurulu toplanmış ve “kıdem tazminatına” dokunulması hâlinde genel grev ile yanıt vereceklerini söylemiştir.

Türk-İş, işçilerin çalıştıkları her yıl için 30 günlük kıdem tazminatı hakkının 18 güne indirildiğini, işçilerin maaşından da bunun için ilave bir kesinti yapılacağını söyleyerek buna karşı olduklarını söylemiştir.

Türk-İş Başkanı, bu yasa geçtikten sonra, “sendikaya ne gerek var, sendikacıya ne gerek var, sendikaları da kapatın” vurgusu yapmıştır.

İşte Türk-İş Başkanı, şimdi, işin püf noktasına gelmiştir. Türk-İş Başkanı demek istiyor ki; işçilere maaş zammı için, istediğinizi yaptık. Bize ihtiyacınız vardı. Kameralar karşısında mikrofonlar açık kalmışken bunu bakana ifade ettiğimizi herkes duydu. Ama siz kıdem tazminatına dokunursanız, biz bunu nasıl idare edebiliriz?

Demek ki, Türk-İş, mecburen direnmek zorunda kalacağız, diyor.

Demek ki, Türk-İş, o zaman bize verdiğiniz görevi, işçileri denetleme, kontrol etme, düzene bağlama görevini nasıl yerine getirebiliriz, demek istiyor.

Demek ki, Türk-İş Başkanı, aslında bir işçi sendikası olmadığını, bir devlet-patron sendikası olduğunu itiraf ediyor.

Sendika mafyası, kendi geleceğinin derdine düşmüştür. Bize ihtiyacınız kalmayacak, bizi de bir kenara atacaksınız, demek istiyor. Türk-İş Başkanı, “dostlarına” sesleniyor, bizi kenara atmayın, diyor.

Meselenin özü şudur: Siz, bunca yıldır, işçilerin en küçük hakkına saldırıldığında tepki vermezseniz, siz bugüne kadar işçilere baskılar arttığında sesinizi çıkarmazsanız, elbette daha büyük saldırılar da gelecektir.

Bu saldırı, Saray Rejimi’nden geliyor. Saldırı, işçi sınıfına dönük bir saldırıdır. Saldırı, işçilerin hem maaşlarından kesinti yapmak amacını güdüyor, hem de bu fonda birikecek paraları iç etmek için, devlete olanaklar veriyor. Sadece işçilerin kıdem tazminatları 12 gün azalıp, yıllık 30 günden yıllık 18 güne inmiyor, daha fazlası var. İşçiler, bu tazminatlarını acaba alabilecekler mi? Kesinlikle alamayacaklar. Nasıl ki, bugün işsiz kalanlar işsizlik parası alamıyor, nasıl ki bugün işsizlik fonunda 130 milyar olduğu hâlde, işçiler ücretsiz izne çıkarılıyorsa, benzer biçimde kıdem tazminatlarının toplandığı fon da yağmalanacaktır. Yani, işçilerin kıdem tazminatları, para babalarına, Saray’ın yandaşlarına fon olarak aktarılacaktır.

Devletin bu yeni saldırıyı gündeme getirmesinin nedeni açık olarak krizin faturasını işçilerin, emekçilerin üzerine yıkmaktır. Ama bu saldırıya cesaret etmelerinin nedeni, sendikaların bugüne kadarki tutumudur. Devlete yaranarak, devlete sığınarak işçi hakları korunamaz. Sendikalar, açık olarak, devlet-patron ekseni içinde birer mafya organizasyonuna dönüştürülmüştür. Bir işyerinde sendikal çalışma yapanları, önce sendika ihbar etmekte, patron işten atmakta, direnme devam ederse devlet tutuklamaktadır. Bu durum, sendikaların ne işe yaradığını açık olarak göstermektedir. Birkaç sendika dışında tüm sendikalar, bu sendika mafyasının denetimi altındadır ve işçilerin haklarını korumak için değil, satmak için iş görmektedirler.

Dün, ücretsiz izin meselesi çıktığında şalterleri indirmediniz.

Dün, pandemi koşullarında işçiler çalıştırıldığında şalterleri indirmediniz.

Dün, ücretleriniz enflasyonun kat be kat altında kaldığında şalterleri indirmediniz.

Dün, işçilerin sosyal haklarına saldırıldığında şalterleri indirmediniz.

Dün, AK Parti mitinglerine zorunlu işçi katılımı uygulamaları devreye sokulduğunda sesinizi çıkarmadınız.

Dün, Gezi’de gençlere saldırıldığında, TOMA’lar halkın üzerine sürüldüğünde şalterleri indirmediniz.

Dün 1 Mayıs’lar yasaklandığında, Taksim 1 Mayıs’lara kapatıldığında, işçilere terörist, çapulcu diye bağırıldığında sesinizi çıkarmadınız.

Dün, bir işçi direnişi başladığında, destek için işçileri sokaklara çıkarmadınız.

Demiryolu kazaları yaşandığında sesinizi çıkarmadınız.

Sağlık emekçileri açıkça virüse açık hâlde, ölümle yüz yüze çalışmaya mahkûm edildiklerinde sesinizi çıkarmadınız.

Bu noktaya adım adım gelindi. Siz 12 Eylül hukukuna direnmediniz. Siz, sendika mafyası 12 Eylül’ün sonucusunuz, yerinizi, mevkiinizi 12 Eylül’e borçlusunuz.

Kısacası, direniş için seçtiğiniz noktayı çok geride tuttunuz. Barikatınızı, en son noktaya kurdunuz. Ve şimdi utanmadan direnişten söz ediyorsunuz.

Türk-İş ne zaman genel grev kararı almıştır? Hiçbir zaman.

Türk-İş Başkanı, işçilerin diğer sendikaları, devrimcileri dinlememeleri için, kendilerini dinlemeleri için “genel grev”den söz ediyor.

Türk-İş Başkanı genel grev dedi mi, bunu yapmak için değil, genel grevi öldürmek için, genel grevi engellemek için genel grevden söz eder. Alışkanlıkları budur. Klasik numaraları budur. Sen, mikrofonu aç da, Bakan ile arkadan neler konuştuğunuzu herkes duysun.

Tüm işçiler, şimdi direniş zamanıdır!

Zaten var olan direnişi, Gezi ile başlayan direnişi, daha da büyütme zamanıdır.

Direnişi, tüm topluma yayma ve direnişi büyütme zamanıdır.

Şimdi, birleşik emek cephesi ile, genel direnişe, genel greve doğru örgütlenme zamanıdır.

Genel grev, genel direniş demek yetmez. Hemen, bulunduğumuz fabrikalarda, işyeri komiteleri, işyeri kurultayları örgütleme zamanıdır. Birleşik İşçi Kurultayı’na katılmanın, bunu örgütlemenin zamanıdır. İşçiler, ancak ve ancak örgütlü ise, bu mücadelede kazanabilirler.

Sendika başkanlarının sözleri ile değil, alttan gelen bir dalga ile grevi örgütlemenin zamanıdır.

İşçiler, tüm toplumu, kendi mücadelelerine katılmaya davet etmelidirler. Aynı şekilde de işçiler, mühendis odalarının, Baroların direnişlerine destek vermelidirler. Şimdi, topyekûn bir direnişin tam zamanıdır.

Birleşik emek cephesi ile genel greve!

Genel grev, genel direniş için örgütlen! oSaray Rejimi, kuşku yok ki, tekelci sermayenin hizmetindedir. Saray Rejimi, para babalarının hizmetindedir. Saray Rejimi, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” üzerinde yükselmiştir. Para babalarının, burjuvazinin, tekelci sermayenin çıkarları, Erdoğan için her şeyin önündedir. Erdoğan, açık ve net olarak, işçi sınıfına, emeğe, emekçilere karşı olduğunu her fırsatta açıklamaktan geri durmamaktadır.

Erdoğan iktidarı tapulu malı hâline getirmiştir. Ama yine de sallanmaktadır. Saray Rejimi, ömrünü sürdürmek için, daha fazla saldırganlaşmaktadır. Hem hukuku tanımaz hâldedirler, hem yalanın haddi hesabı yoktur, hem de karanlığın her türünden medet ummaktadırlar. Bu yolla ömürlerini uzatmaya çalışmaktadırlar.

Saray Rejimi, dışarıda ABD’ye, uluslararası tekellere ve içeride ise para babalarına dayanmaktadır. Bu nedenle, bugünlerde, tüm Saray basını, kalmayan etkileri ile, Amerikan halkının direnişine karşı Trump’ı savunmaktadırlar.

Ülke, hem siyasal, hem de ekonomik bir kriz yaşamaktadır. Siyasal krizi çözmek için, Saray Rejimi, daha fazla baskıyı devreye sokmakta, Kürt hareketine karşı azgınca saldırmakta, işçi hareketine karşı amansızca saldırmakta, sürekli Gezi hayaleti ile boğuşmaktadır. Çareyi, daha çok baskı, daha çok yalan, daha çok terörde aramaktadırlar.

Ekonomik krize karşı ise, sürekli yağma, rant ve savaş ekonomisini pompalamaktadırlar. Erdoğan, özel olarak Saray etrafındaki müteahhitleri beslemek, onlarla kader birliğini sürdürmek için, devleti yağmalayarak onlara paralar aktarmaktadır. Kamunun, doğanın, ülkenin kaynaklarının yağmalanması son hızla sürdürülmektedir. Ama aynı zamanda, tüm tekelleri besleyecek ve krizin tüm faturasını işçi ve emekçilere yükleyecek şekilde tüm tekelleri, tüm para babalarını besleyecek önlemler almaktadırlar. Vergiler, fiyat artışları, para transferleri hep bunun içindir. Savaş ekonomisi, rant ve yağma, tekelleri, para babalarını doyurmamaktadır.

İşçilerin ücretleri sürekli düşmektedir. İşçilerin yaşamları sürekli zorlaşmaktadır. Açlık, çalışan her işçinin günlük sorunu haline gelmiştir. Her işçi borçludur. Açlık ve borçlu olma hâli, işçiler için yaşamı çekilmez hâle getirmektedir.

İşsizlik, TÜİK rakamlarına göre azalmıştır. Yalan söyleme konusunda hiçbir sınır tanımıyorlar. O kadar komiktir ki, dün biz “bunlar yalan” diyorduk, şimdi herkes bu yalanlara gülmektedir. Artık, yalanlar da işe yaramıyor. Tıpkı Saray basını gibi, yalanları da etkisini kaybediyor, kaybedecek. Elazığ Eti Gümüş AŞ’den 130 işçi, 16 Haziran 2020’de, bir mesajla işlerinden atıldıklarını öğrendiler. Ama işsizlik, maşallah, düşmektedir. Damat-TÜİK çetesi, işsizliği düşürmektedir. Tıpkı Covid-19 hasta sayıları gibi, işsizlik sayıları da, bir merkezden açıklanmaktadır.

İşte iktidar, bu koşullarda, yeniden “kıdem tazminatı”na göz dikmiştir. Yağmalayacak alanlar arıyorlar.

Bu ülkede herkesten alınan deprem vergileri koydular. Peki deprem fonundaki paralar ne oldu? Elbette buharlaştı.

Bu ülkede işsizlik fonu var. İşsizlik için, işçilerin maaşlarından kesilen paralar, bu fonda toplanmaktadır. İşsizlik fonu, kâğıt üzerinde 130 milyar TL’ye sahip. Peki para nerede? Para elbette buharlaştı, yağmalandı, tekellere, şirketlere aktarıldı. Daha çok da Saray yanlısı şirketlere.

Şimdi yeniden işçilerin “kıdem tazminatı”na saldırıyorlar.

DİSK Başkanı Çerkezoğlu, Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk’a bir mektup yazarak, DİSK’in toplantı süreçlerine katılmamasını eleştirmiş ve Kıdem Tazminatı Yasası’nın, “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” (TES)’nin karşısında olduklarını, 200 bin işçiyi temsil eden DİSK’in üçlü görüşmelere katılmamasının yasal olmadığını bildirmiştir.

Türk-İş Başkanlar Kurulu toplanmış ve “kıdem tazminatına” dokunulması hâlinde genel grev ile yanıt vereceklerini söylemiştir.

Türk-İş, işçilerin çalıştıkları her yıl için 30 günlük kıdem tazminatı hakkının 18 güne indirildiğini, işçilerin maaşından da bunun için ilave bir kesinti yapılacağını söyleyerek buna karşı olduklarını söylemiştir.

Türk-İş Başkanı, bu yasa geçtikten sonra, “sendikaya ne gerek var, sendikacıya ne gerek var, sendikaları da kapatın” vurgusu yapmıştır.

İşte Türk-İş Başkanı, şimdi, işin püf noktasına gelmiştir. Türk-İş Başkanı demek istiyor ki; işçilere maaş zammı için, istediğinizi yaptık. Bize ihtiyacınız vardı. Kameralar karşısında mikrofonlar açık kalmışken bunu bakana ifade ettiğimizi herkes duydu. Ama siz kıdem tazminatına dokunursanız, biz bunu nasıl idare edebiliriz?

Demek ki, Türk-İş, mecburen direnmek zorunda kalacağız, diyor.

Demek ki, Türk-İş, o zaman bize verdiğiniz görevi, işçileri denetleme, kontrol etme, düzene bağlama görevini nasıl yerine getirebiliriz, demek istiyor.

Demek ki, Türk-İş Başkanı, aslında bir işçi sendikası olmadığını, bir devlet-patron sendikası olduğunu itiraf ediyor.

Sendika mafyası, kendi geleceğinin derdine düşmüştür. Bize ihtiyacınız kalmayacak, bizi de bir kenara atacaksınız, demek istiyor. Türk-İş Başkanı, “dostlarına” sesleniyor, bizi kenara atmayın, diyor.

Meselenin özü şudur: Siz, bunca yıldır, işçilerin en küçük hakkına saldırıldığında tepki vermezseniz, siz bugüne kadar işçilere baskılar arttığında sesinizi çıkarmazsanız, elbette daha büyük saldırılar da gelecektir.

Bu saldırı, Saray Rejimi’nden geliyor. Saldırı, işçi sınıfına dönük bir saldırıdır. Saldırı, işçilerin hem maaşlarından kesinti yapmak amacını güdüyor, hem de bu fonda birikecek paraları iç etmek için, devlete olanaklar veriyor. Sadece işçilerin kıdem tazminatları 12 gün azalıp, yıllık 30 günden yıllık 18 güne inmiyor, daha fazlası var. İşçiler, bu tazminatlarını acaba alabilecekler mi? Kesinlikle alamayacaklar. Nasıl ki, bugün işsiz kalanlar işsizlik parası alamıyor, nasıl ki bugün işsizlik fonunda 130 milyar olduğu hâlde, işçiler ücretsiz izne çıkarılıyorsa, benzer biçimde kıdem tazminatlarının toplandığı fon da yağmalanacaktır. Yani, işçilerin kıdem tazminatları, para babalarına, Saray’ın yandaşlarına fon olarak aktarılacaktır.

Devletin bu yeni saldırıyı gündeme getirmesinin nedeni açık olarak krizin faturasını işçilerin, emekçilerin üzerine yıkmaktır. Ama bu saldırıya cesaret etmelerinin nedeni, sendikaların bugüne kadarki tutumudur. Devlete yaranarak, devlete sığınarak işçi hakları korunamaz. Sendikalar, açık olarak, devlet-patron ekseni içinde birer mafya organizasyonuna dönüştürülmüştür. Bir işyerinde sendikal çalışma yapanları, önce sendika ihbar etmekte, patron işten atmakta, direnme devam ederse devlet tutuklamaktadır. Bu durum, sendikaların ne işe yaradığını açık olarak göstermektedir. Birkaç sendika dışında tüm sendikalar, bu sendika mafyasının denetimi altındadır ve işçilerin haklarını korumak için değil, satmak için iş görmektedirler.

Dün, ücretsiz izin meselesi çıktığında şalterleri indirmediniz.

Dün, pandemi koşullarında işçiler çalıştırıldığında şalterleri indirmediniz.

Dün, ücretleriniz enflasyonun kat be kat altında kaldığında şalterleri indirmediniz.

Dün, işçilerin sosyal haklarına saldırıldığında şalterleri indirmediniz.

Dün, AK Parti mitinglerine zorunlu işçi katılımı uygulamaları devreye sokulduğunda sesinizi çıkarmadınız.

Dün, Gezi’de gençlere saldırıldığında, TOMA’lar halkın üzerine sürüldüğünde şalterleri indirmediniz.

Dün 1 Mayıs’lar yasaklandığında, Taksim 1 Mayıs’lara kapatıldığında, işçilere terörist, çapulcu diye bağırıldığında sesinizi çıkarmadınız.

Dün, bir işçi direnişi başladığında, destek için işçileri sokaklara çıkarmadınız.

Demiryolu kazaları yaşandığında sesinizi çıkarmadınız.

Sağlık emekçileri açıkça virüse açık hâlde, ölümle yüz yüze çalışmaya mahkûm edildiklerinde sesinizi çıkarmadınız.

Bu noktaya adım adım gelindi. Siz 12 Eylül hukukuna direnmediniz. Siz, sendika mafyası 12 Eylül’ün sonucusunuz, yerinizi, mevkiinizi 12 Eylül’e borçlusunuz.

Kısacası, direniş için seçtiğiniz noktayı çok geride tuttunuz. Barikatınızı, en son noktaya kurdunuz. Ve şimdi utanmadan direnişten söz ediyorsunuz.

Türk-İş ne zaman genel grev kararı almıştır? Hiçbir zaman.

Türk-İş Başkanı, işçilerin diğer sendikaları, devrimcileri dinlememeleri için, kendilerini dinlemeleri için “genel grev”den söz ediyor.

Türk-İş Başkanı genel grev dedi mi, bunu yapmak için değil, genel grevi öldürmek için, genel grevi engellemek için genel grevden söz eder. Alışkanlıkları budur. Klasik numaraları budur. Sen, mikrofonu aç da, Bakan ile arkadan neler konuştuğunuzu herkes duysun.

Tüm işçiler, şimdi direniş zamanıdır!

Zaten var olan direnişi, Gezi ile başlayan direnişi, daha da büyütme zamanıdır.

Direnişi, tüm topluma yayma ve direnişi büyütme zamanıdır.

Şimdi, birleşik emek cephesi ile, genel direnişe, genel greve doğru örgütlenme zamanıdır.

Genel grev, genel direniş demek yetmez. Hemen, bulunduğumuz fabrikalarda, işyeri komiteleri, işyeri kurultayları örgütleme zamanıdır. Birleşik İşçi Kurultayı’na katılmanın, bunu örgütlemenin zamanıdır. İşçiler, ancak ve ancak örgütlü ise, bu mücadelede kazanabilirler.

Sendika başkanlarının sözleri ile değil, alttan gelen bir dalga ile grevi örgütlemenin zamanıdır.

İşçiler, tüm toplumu, kendi mücadelelerine katılmaya davet etmelidirler. Aynı şekilde de işçiler, mühendis odalarının, Baroların direnişlerine destek vermelidirler. Şimdi, topyekûn bir direnişin tam zamanıdır.

Birleşik emek cephesi ile genel greve!

Genel grev, genel direniş için örgütlen!