Ana Sayfa Blog Sayfa 103

TTB’ye saldırı, gerçeklere duydukları korkudandır

Dün, “İpler bizim elimizde değil” diyen “Bilim Kurulu”yla yapılan iki buçuk saatlik bir toplantının ardından, “Salgına karşı başladığımızdan daha zor durumdayız” açıklaması yapıldı. Veri açıklamakta AA tarafından mı eğitildiler bilinmez, aç-kapa musluktan farkı olmayan bir dizi verinin dışında günlerdir “Yönetemiyorsunuz, tükeniyoruz” diyen sağlık çalışanlarının taleplerine tek kelime edilmedi. Dahası açlık ve virüs arasında amansız bir seçime itilen milyonlara “kendinizi virüse maruz bırakıyorsunuz” denildi.

Saray Rejimi böyle işliyor. Tüm konuların içinde, gerçeği gizlemek en önemli konu olmuştur. Doğu Akdeniz’de ABD planları mı uygulanacaktır “Mavi Vatan” denmelidir, gerekirse bir gemi batırılmalı ya da uçak düşürülmelidir. Yasalar uygulanmak zorunda değil ama ola ki uygulanmasını isteyenler mi vardır, o zaman “barolar demokrasiye karşı” denmelidir, gerekirse bölünmeli, kapatılmalıdır. Var olan ekonomik kriz salgından kaynaklı daha mı görünür olmuştur, “bizi sokaklara çekmek istiyorlar” denmelidir, gerekirse çarkları döndürmek dışında sokağa çıkmak yasaklanmalıdır.

Konu gerçeği saklamak olunca, gerçeğin kırıntısına dahi tahammül edilemez. Sürecin başından bu yana elbet gerçek veriler TTB’nin de elinde vardır. Kendi akrabalarına bile konuşmaları yasaklanan, en ufak bir bilgide soruşturma tehdidi yiyen binlerce sağlık çalışanı, genel tabloyu birebir bilmese de kendi yaşadıklarından açıklananın gerçek olmadığının bilincindedir ve bu veriler tüm hastanelerden TTB’ye de akmaktadır. Virüsten dünyada sağlık emekçilerinin en çok etkilendiği yer Türkiye olmuştur. Sağlık emekçileri 3’er 5’er değil, yüzler binler halinde virüse yakalanmaktadır. Karantinaya alınan sağlık emekçilerinin ücretleri kesilmekte, virüs bir meslek hastalığı olarak geçmemekte, herhangi bir çalışma saati kuralına uyulmamaktadır. Mızrak çuvalda o kadar pervasızlaşmıştır ki, sağlık emekçileri artık “Yönetemiyorsunuz, tükeniyoruz” demiştir. Gerçeğin kırıntıları bile ortaya serpildiğinde Saray Rejimi devreye girmiştir.

Parti olarak bir vasfı olmayan, çetelerden ibaret MHP’nin başkanı Bahçeli, her kritik gündem ortaya atılacağında devreye girdiği gibi; bu kez de TTB’yi ve sağlık emekçilerini tehdit etmektedir.

Sermaye sahiplerinin vergi borçlarının silindiği, teşviklerin cebe indirildiği, VIP hastanelerin tahsis edildiği, sağlık bakanının Twitter’dan süreç yönettiği bu dönemde; birçok hastaneden sağlık çalışanlarının ölüm haberleri gelmekte, test sonucu pozitif çıkanlar hastanelerden evlere toplu taşıma araçları gönderilmektedir.  

Saray, maske dağıtımı, test kitleri üzerinden tarikatlara rant peşkeş çekerken; insanlar pandemiden kaynaklı ölmekte ve krizden kaynaklı işlerini kaybetmekte, ağır yaşam koşulları altında hayatta kalmaya çalışmaktadır. Pandemi sürecinde; sağlıklı ve güvenceli çalışma koşulları yaratılması bir kenara ücretsiz izin yasalaşmış, işten çıkarmalar ve esnek çalışma modelleri yaygınlaştırılmıştır. Çarklar dönmekte ve işçiler ölmektedir. 

Bir insanın tedavisinin yapılmasını, bir müşteri mantığı ile araba tamiri ile kıyaslarsanız, göreceksiniz ki, arabalara daha büyük bir ciddiyetle servis verilmektedir. Arabaların yedek parçaları için araba hırsızlığı ne kadar yaygın ise, insan organlarının kaçakçılığı da o kadar yaygındır. İnsana, hastaya, “müşteri”, “mal” olarak bakmanın sonucu budur.

Bu, kapitalist mantığın, pazar ekonomisinin, tekelci hakimiyet ilişkilerinin kaçınılmaz sonucudur.

Bu nedenle, sağlıkla ilgili tüm süreçler, hastaneler, ilaç üretimi, ilaç tedariki, medikal araç ve gereçler kamulaştırılmalıdır. Bu kamu sağlığı açısından zorunludur. Toplum sağlığı olmadan, bireysel sağlık, ancak izole hayatlarla mümkün olabilir. Bill Gates’in, Eczacıbaşı’nın, Saray erkanının izole hayatları ile sıradan insanların izole hayatları aynı şey değildir.

Egemenler yönetememekte ve tüm bunlarla birlikte topyekûn saldırmaktadır.

Bu saldırılar aynı zamanda korkularının göstergesidir. 

Gerçek bilginin halka ulaştırılması, sürecin tüm açıklığıyla ele alınması ve incelenmesi, alınması gereken önlemlerin doğrudan hayata geçirilmesi, açığa çıkan ihtiyaçların koordineli bir şekilde dayanışmayla karşılanması için bir araya gelelim.

Yönetenlerin eskisi gibi yönetemiyor olması yetmez; yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemiyor olması gerekir. 

TTB artık, hastanelerde yaşadığı tüm tabloları halka açmalıdır. Belediyeler, önceki yıllarla bile karşılaştırsa virüs yüzünden ölümlerin verisini çok kolay çıkarabilmektedir, kaldı ki virüs yüzünden ölenlerin bilgisi onlara akmaktadır, “halk için belediyecilik” bir espriden ziyade halka gerçekleri vererek yapılabilir. Sendikalar virüsün işçi havzalarındaki yükselişini görmekle kalmamalı, halkla paylaşmalıdır. Online ya da Hibrit sistem olması fark etmez, Eğitim-Sen eğitim sistemindeki rezalet tablosunun gerçeklerini duyurmalıdır.

İster kabul edelim ister etmeyelim iş başa düşmüştür. Bu sorumluluğu üstelenmemiz gerekmektedir. Yaşamak ve yaşatmak için Türk Tabipler Birliği, sendikalar, meslek odaları, siyasi partiler ve örgütler, belediyeler, demokratik kitle örgütleri, dayanışma ağları, çözümü de biz birlikte bulabiliriz diyen bütün örgütlenmelerin bir araya gelerek bir kriz koordinasyon merkezi oluşturması elzemdir.

 “Gerçeği görebilmek, güç;
 Gerçeği kabullenebilmek, cesaret;
 Gerçeği değiştirmek, irade ister. “

Örgütlenmek, bu iradenin kendisidir. Susmanın ve eylemsizliğin bir sonu yoktur.

Saray’ın Kalın’lı-İnce’li hâlleri

Konumuz Muharrem İnce’dir. Aslında, kendisi bir konu olarak, Saray Rejimi tarafından masaya sürülmüştür. Böyle olunca, bir “konu” hâline geliyor.

Ya Saray Rejimi, halkın zekâsını, olduğundan çok ama çok daha küçük görüyor, ki mümkündür, bu kadar ölçüsüz davranmaları bunun işaretidir ya da malzemeleri tükenmiştir ve artık en ucuzundan tiyatrolarla, en pespaye aktörlerle yetinmek zorundadırlar.

Bas doları, al senaryoyu. Reklamcılık böyle işliyor. Sen parayı basacaksın, reklam ajansları sana hemen “çare” üretecek. Ama sen iyi durumda değil isen, en kalitesiz senaryoyu, en müthiş senaryo olarak satın almak zorundasın. Kaldı ki, daha iyisi yok.

Muharrem İnce operasyonu, bu tarz ucuz bir senaryodur ve oldukça hızlı bir biçimde sahneye konulmuştur.

İnce, “ihtirası yüksek” bir adam gibi konuşuyor. Ama ihtirası seçilme ihtirası değildir. İhtirası, kendini kurtarma ihtirasıdır. Görev almıştır, dün de yani 2018’de de ve bugün de. 2018’de, “seçilmeme ihtirası” vardı. Şimdi, bu seçilmeme hâlini, CHP parti yönetimine atmaktadır. Zira “devleti korumak” adı altında kendi kadrolarını sessizliğe alıştıran ve bunu eylem olarak sunan bir CHP var. Bu yolla zor duruma düşmesi bekleniyor. Oysa İnce’nin 2018 cumhurbaşkanlığı seçim pratiği, bunu imkânsız kılmaktadır.

İnce, kullanılmış bir alettir ve bir kullanımlıktır. Bunu belki kendisi fark etmemiştir, belki artık Saray, bu kadar düşmüştür.

İnce kullanıldı ve Erdoğan’ın şartlı seçilmesi sağlanmıştır. Bu işin içinde CHP yönetiminin de olması, İnce’yi aklamaz. Tersine, İnce, ister CHP yönetimini dinlemiş olsun, isterse Saray’ın istediğini yapmış olsun, burjuva anlamda dahi rezilce bir tutum sergilemiştir.

Seçim akşamı, İnce, ortadan kaybolmuştur. Yetmez, açıklama yapmamıştır. Yetmez, tersine açıklama yapmış ve Erdoğan’ı, erken saatte kutlamıştır. Örnek olsun, İnce anlasın diye söylüyorum, İmamoğlu İstanbul seçimlerinde, Binali Yıldırım “kazandım” dediğinde kendisini kutlamamıştır, tersine itiraz etmiştir, hemen açıklama yapmış, “sandıkları terketmeyin” demiştir.

İnce diyor ki, CHP yönetimi birçok sandığı boş bırakmıştır. Kabul edelim öyledir. Mutlaka CHP yönetimi de bunu yapmıştır. Peki ama İnce, erken saatlerde Erdoğan’ı kutladığında, sandık başlarında adam kalması mümkün müdür? Bunu hiç aklına getirmedi mi?

İnce, Erdoğan gibi, “kandırıldım” demektedir. İyi ama, Erdoğan’ın Gülen hareketi tarafından kandırılmış olması hâli gibi midir bu “kandırılma”?

İnce “CHP iktidar istemiyor” diyor. Mutlaka doğrudur. Aldıkları emirleri açıklarsa, biz de öğrenmiş oluruz. Ama bir yanlışı var, diyor ki, “eğer iktidar istese idi Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı adayı olurdu.” Düşünsel fukaralık, işte böyle bir şeydir. Belki de Kılıçdaroğlu’nun yaptığı tek “olumlu” gibi olan şeydir, o da Muharrem-Saray hattına ters geliyor. Oysa AK Parti ve MHP dışındaki partiler, artık “cumhurbaşkanlığı sistemi” denilen sistemi değiştirmek, kendi ifadeleri ile “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e dönmek istiyorlar. İnce de aday olduğu dönemin başında bunu söylüyordu. Sonraları, “işler iyi gidiyor galiba” diye düşünmüş olmalı, en az 2,5 yıl lazım diye tutturmuştu. Demek, İnce, sahnenin bu ilk evresinde, “Cumhur İttifakı”na tam ihlal etmemiş gibi görünmek istiyor. Ama cumhurbaşkanlığında aradığı şey, aslında Erdoğan’dan farklı değil.

İnce diyor ki, yerel seçimleri kazanmasına katkısı olan HDP’ye CHP yönetimi teşekkür etmemiştir. İyi ama, kendisi teşekkür etmiş miydi? CHP yönetiminin HDP ile birlikte görünmeme isteği, sokaklara çıkmayı frenleme isteği, eylemsizliği eleştiriliyorsa, İnce’den eylem gelecek demektir. Mesela, HDP milletvekillerinin milletvekilliğinin düşürülmesi karşısında, “açlık grevine” yatsa olmaz mı ya da mesela kayyum atamalarına karşı Van’dan Ankara’ya bir yürüyüş başlatsa olmaz mı?

Evet CHP, kesinlikle Saray’ın destekçisidir. Ama aynı zamanda Erdoğan sonrasına hazırlanmaktadır. Oysa İnce, Saray’ın bizzat planıdır ve Erdoğan’ın Saray Rejimi’nin devamı için sahne almaktadır.

İnce, acaba bir fikre sahip midir? Bir programı var mıdır?

İnce acaba, seçim akşamı saklandığı hâlde, yeniden sahne alabildiğine göre, utanma duygusuna sahip midir?

Seçim gecesi tehdit edildiği, bu nedenle konuşamadığı ifade ediliyordu. Buyursun İnce, kendisini tehdit edenlerin ne ile tehdit ettiğini açıklasın. Kendi seçmeninin karşısına çıkamayan bir adam, nasıl olur da, yeniden aday olmak için bir sahne doldurma hamlesi yapabilir?

İnce, seçim meydanlarında kitlelere, mesela ne söylemiştir? Söylediklerinin içinde bir tek fikir, bir tek sol eğilimli öneri var mıdır?

İnce ucuz kahramandır ve Erdoğan’ın Saray Rejimi, ucuza kapattıklarını çok seviyor. Sahneye, hiç fazla masraflı adam çıkartmıyor. Günü kurtaracak adamlar çıkartıyor. Çünkü, fazla masraflı aktörleri, kendisinin yerini alma ihtimali olabilir diye, riskli buluyor.

Saray, İnce’yi ucuza kapatmıştır.

Erdoğan’ın yanında bir “Kalın” vardı. Anlaşılan o ki, bir de “İnce” gerekiyor. Enstrümanın kalın ve ince telleri ile ahenk arama peşindedir. Ama ne yazık, İnce, tek kullanımlık bir malzemedir. Onu o hâle getiren de bizzat sistemin kendisidir.

Öyle anlaşılıyor İnce, bağlı olduğu devlet organları tarafından kandırılmıştır.

Dahası CHP veya Millet İttifakı’nı etkileyeceği bile tartışmalıdır.

Bazı CHP doğrularını dile getirmesi bile, çapsız, kapsamsız, yüzeyseldir. Fizik öğretmeni imiş, ama ne doğrular konusunda bir bilgisi var, ne de kuvvet hakkında. Köylü kurnazlığı ile fizik öğretmenliği yapılamaz, olsa olsa dershanecilik yapılabilir.

Erdoğan’ın sazında ince tel olma ihtimali de yoktur.

Kalın, tek kullanımlık bir tele benzemiyor, daha yıpranmamıştır. İnce, bir kullanımda yıpranmış, parçalanmış bir teldir, bu telden ses de çıkmaz.

Erdoğan, Bahçeli’nin desteği ile daha fazla gidemeyeceğini görüyor. Biliyor ki, kendi iktidarının da sonu gelmektedir. Bizce çoktan gelmiştir ve uzatmaları oynamak için, hem içeride, hem dışarıda savaşa yaslanıyor.

Peki İnce, Erdoğan’ı kurtarmaya yeter mi?

Hiçbir işe yaramama ihtimali çok daha fazladır.

İnce, daveti, görevlendirmeyi çok sever. Çizdiği tablo budur. Hele ki, kendisinin masrafının olmayacağı davetlerden çok fazla hoşlandığı görülmektedir. O kadar ki, gözleri kamaştığı, aklı havaya kalktığı, gerçeklikten kopma modasına uyduğu için, davetin bir “onur” olmadığını bile görememektedir. Hoş, onur ile sosyal veya fiziksel bir bağı olmadığını da bizzat kendisi ortaya koymuştur.

Saray, “bize bir İnce lazım” diye tutturmuş olmalıdır. İnce davet edilmiştir. Sahneye çıkma hâli, ona yetmektedir.

Bu, oyunun ilk perdesidir. Saray’ı o kadar hafife almamak gerek. Oyunun ikinci perdesinde, “İnce’den inciler” başlıklı, itiraflar ortaya konacaktır. Saray Rejimi, itirafçıları çok sever. İnce “gizli tanık” olamayacaktır, ama açık bir itirafçılık yakışır, yolda olmalıdır. Ardından bir biat gelmelidir. Tıpkı Bahçeli gibi, bu kez CHP’den bir “gizli” başkan yardımcısı gereklidir. Dünya nezdinde Başkan Yardımcısı Fuat Oktay’dır, ama iç işlerinde iki başkan yardımcısı iyi olur, Bahçeli ile İnce.

Erdoğan, cumhurbaşkanlığı sisteminin tartışmaya açık olduğunu söylemektedir. “Biz her şeye açığız”, bir umutsuzluk hâlinin itirafıdır. Akşener’e bu nedenle davetler gitmektedir. İnce’ye işaret yetiyor.

Bu, çürüme hâlidir. Çürüme, sadece iktidara ait bir şey değildir, “muhalefet” de çürümüştür. Bu, çeteleşme hâlidir, çeteleşme sadece Saray Rejimi’nin muktedirlerine ait bir hâl değildir, aynı zamanda tüm burjuva muhalefete sirayet etmiş bir süreçtir.

“Biz uçuyoruz”, “Hem de buzdolabımız var”

Bugünlerde ülkemizde yaşananlar, biraz düşünen herkes için, traji-komik niteliktedir. İnsan, bir olay karşısında, gülmekten kendini alamıyor ama olay aslında trajiktir. Mutlaka o olay nedeni ile canı yanan ve “ağlayan” vardır. Ama birçok kişi, kendini gülmekten alamıyor. Belki de, artık akıl ve izanın bir anlamı kalmamış olmasındandır. Belki de, bu hâl, delirmeden önceki insan hâlidir; derler ki, delirmeden önce insanda bir gülme hâli oluşurmuş.

Mesela ekonomik kriz, pandemi ve bu ikisinin bileşimi, bu durum karşısında Muktedir ve Saray erkanının, Saray basınının vb. tutum ve davranışları ayrı ayrı traji-komiktir. Bir yandan insanlar pandemi nedeni ile ölüyor, kriz nedeni ile işlerini kaybediyor, ağır yaşam koşulları altında hayatta kalmaya çalışıyor, ama diğer yandan yaşananlar karşısındaki tutum, hayret verici, ibretlik sahneler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Mesela maske meselesini ele alın. Ülkede maske “dağıtıyoruz, dağıtacağız” diyen “Şahsım”, sizce bir talk-showcu olarak Cem Yılmaz’ın (Cem Yılmaz bizi bağışlasın) işine mi soyunmuştur? Belki de öyledir. Şahsım, bay %10 olarak da tanınır ve Cem Yılmaz’ın işinden eğer %10 Bilal’in vakıflarına gitmiyorsa, o işe de el atabilir. Bir ülkenin cumhurbaşkanı olmayı çoktan aşmış, bölge ve dünya “lideri” olduğu kesinleşmiş, hatta ve hatta kutsal bir kişi olduğu yolunda hayli söylentiler yayılmış olan bir kişi, nasıl olur da, maske meselesi ile kendini bu kadar gülünç duruma sokar ve bundan da utanç duymaz?

Mesela Muktedir, üniversite sınavlarını habire ertelemişken, tutup da, “ustalık dönemi” danışmanları ile birlikte YouTube’da, öğrencilerin karşısına çıkarken, kendisinin protesto edileceğini düşünmez. Gelen protesto mesajları karşısında “yorum”ları kapattıklarına göre, bu protestoyu beklemiyor, asrın liderinin üniversitelilerce sevgi ile kabul edileceğini sanıyor olduklarını kabul edebiliriz. Sizce bu hâl, komik değil mi? Peki, bu durumda Cem Yılmaz nasıl talk-show yapabilir ki?

İşte “Şahsım”, doların yükselmesi 7,30’lara ulaşması karşısında, Kurban Bayramı’nın ardından, ekonominin çok da iyi olduğunu anlatmak için, “biz uçuyoruz ama bazıları bunu görmüyor” diye bir konuşma yapmıştır.

Damat, Hazine Bakanı, “yanıtlarını sorulayan Ahmet Hakan”a, sen maaşını dolarla mı alıyorsun diye sormuştur. Program, Ahmet Hakan’ın, Bakan Damat’ın “yanıtlarını sorulaması” üzerine kurulmuş olduğu için, Ahmet Hakan, aslında aldığı dolarları düşünerek şaşırmıştır.

Sizce bu ikili, “Şahsım ve Damat”, bunları kendileri mi söylüyor, yoksa “söyleten” mi var?

Acaba “biz uçuyoruz” ama bunu kimse görmüyor dediğiniz zaman, buzdolabı ile bunun bağını kurabilmeniz büyük bir marifet midir? Bu işte derin bir zekâ, bizim anlamakta zorlanacağımız bir “derin” bilgi birikimi mi var? Yoksa, tüm bunları düşünmek yerine, beynimizin otomatik olarak devreye girmesine müsaade edip, kahkaha atmamızı sağlamasına izin mi vermeliyiz?

“Şahsım”, acaba, hangi durumlarda uçmaktadır?

Uçmak, oldukça imrenilecek bir eylemdir. Acaba, Ayasofya’yı camiye çevirmiş bir lider olarak Erdoğan, bazı saatlerde uçmakta mıdır? Eğer öyle ise, “uçmak” sözcüğü uçak ile gitmek anlamına da gelmiyorsa, nasıl gerçekleştirilmektedir? Mesela belli saatlerde, Galata Kulesi’nden Haliç’e kanatlanmak bunun içinde midir? Eğer öyle ise, saygı duyulacak bir eylemdir. Zira, Tophane’nin karanlık sokaklarında eroin ile uçmak eylemi ile tam zıt bir eylemdir.

Kimsenin görmemesi ise, bu uçma eyleminin “tanrısal”, “ilahi” bir eylem olduğu anlamına mı gelmektedir? Öyle ise, “gaipten haber verme” hâli de yakında ortaya çıkacaktır. Ne diyelim hayırlara vesile olsun!

Damat’ın maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz sorusu ise, aslında, 5-8 yaş arasındaki çocukların zekâ düzeyine işarettir. Damat, yaşına uygun bir zekâ düzeyini yansıtmıyor. Ya çok altındadır ya da bizim anlayamayacağımız kadar üstündedir. Damat, seyirciye diyor ki, sen maaşını dolarla almıyorsan, dolardan, doların artmasından sana ne? Oysa doğrusu, ülkemizde maaşını dolarla alan var ise, o kişi doların yükselmesinden olumsuz anlamda etkilenmez. Dolar ve enflasyon, aynı oranda yükselmiş ise, ki çoğunlukla dolar daha fazla artar, kişinin yaşam standartları bu durumdan etkilenmez. Ama eğer siz TL ile maaş alıyorsanız, maaşınız her dolar yükselişinde, biraz daha düşer ve hayat pahalılığı, sizin alım gücünüzü sürekli düşürür. Bunun için, asgarî ücretin kaç dolar ettiği bir ölçüm metodudur ya da asgarî ücretin kaç kilo et, kaç simit, kaç yumurta, kaç bira ettiği hesaplanarak gerçek durum için ölçüler aranır. Ama Bakan Damat, öyle bir zekâya sahiptir ki, “maaşın dolarla değil ise, doların yükselmesi karşısında sevinemezsin” demeye çalışıyor. Kendisi öyle yapıyor olmalıdır.

“Şahsım”, ne kadar şahsım ise, Damat da, o kadar kendi serveti ile ilgilidir. Hazineyi, kendi servetini artırmanın aracı olarak ele almaktadır. Bu durumda, dolar yükseldiğinde, “ülkenin hâli” diye bir dertten çok, mevcut dolarlarının karşılığının artması nedeni ile sevinç duymaktadır. Yüzündeki anlamsız gülme, aslında doların verdiği gıdıklanma hissinin dışa vurumudur.

Hem Şahsım, hem de Damat, aslında hiç ciddiye almadıkları halkın karşısında, değişik ruh hâlleri ile konuşmaktadırlar. Bu ruh hâlini anlatmak için halk arasında, “acaba ne içiyorlar” diye sorular sorulması, tam da yerinde olmalıdır.

Uçmamızın kanıtı, “buzdolabı satışları”dır. 2002’de onlar iktidara geldiklerinde, 1 milyonu biraz geçmekte olan buzdolabı satışlarının, bugün 2 milyon olduğunu söylemektedirler. O kadar özensizdirler ki, 1.750 bin buzdolabı satışı olduğunu beyaz eşyacılar derneğinden bile almamaktadırlar. 2002’de kaç aile vardı, bugün kaç aile var? 2002 yılında kaç aile büyük aile olarak yaşamakta idi, bugün kaç aile öyledir? Bu sorular bile fazladır. Başka ülkeler, başka araçlarla uçmakta iken, Türkiye ekonomisinin buzdolabı ile uçması ilgi çekici bir İslamcı-Türk icadı olmalıdır.

Ülkenin toplam borcu, 431 milyar dolardır. Borç yiğidin kamçısı olduğuna göre, bir şiddetli uçma hâline işaret olabilir.

165 milyar dolar, yıl sonuna kadar ödenmesi gereken borçtur ve buna cari açık eklenirse 190 milyar doları geçeceği tahmin edilmektedir. Bu durum, aşağıya doğru bir uçma hâlidir.

İnsanların kredi kartı borçları, bireysel kredi borçları, şirketlerin ticari kredi borçları tavan yapmıştır ve bu da batağa doğru uçma hâlidir.

Pazarda alışveriş yaparken insanların filelerinin yarısı uçmuştur, ceplerindeki paralarının yarısı uçmuş buharlaşmıştır. Bu fakirleşme, yeni zenginler yaratmak demek olduğuna göre, bir başka uçma hâlidir. Bir avuç azınlık yukarı doğru, dolarlarına dolar, servetlerine servet katarak uçmaktadır, milyonlarca insan ise yokluk, yoksulluk ve açlığa mahkûm durumdadır.

İşsizlik, %30’lara dayanmıştır. Ama TÜİK istatistikleri, çalışan sayısı artmadığı halde, çalışan sayısı 2 milyon 411 bin azaldığı hâlde, işsizliğin düştüğünü göstermektedir. Bu, gerçekliğini kaybetme anlamında bir uçma hâlidir.

Toplam çalışanların %30’u, TÜİK istatistiklerine göre kayıtdışı, yani sosyal güvenceden yoksun olarak çalışmaktadır. Bu, uçmak değil ise nedir?

Türk Telekom, yaklaşık 10 milyar dolarlık bir dolandırıcılık rakamı ile özelleştirilmiş, sonuçta da üç bankaya devredilmiştir. Bu yağma, bir uçma hâlinin göstergesi olarak ele alınabilir, kuşkusuz.

Tekel, 300 milyona özelleştirilmiştir. Ardından Tekel’i alanlar 900 milyona satmıştır ve onlar da 2 milyara satmıştır. Bu, aslında bazı zenginlerin yağmalamaktan uçma hâli yaşadıklarının kanıtıdır.

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi olayı, bir başka yağma olayıdır ve birilerini uçurduğu konusunda şüpheye yer yoktur.

SEKA, kâğıt fabrikaları, öyle özelleştirilmişlerdir ki, tam bir uçma hâline, yağmaya örnek olarak gösterilebilir.

TÜPRAŞ, benzer bir başka yağmalama, bir başka uçma hâli örneğidir.

Maden ocakları, HES projeleri, otoyollar, dolarla fiyatlanmış ve geçiş garantisi verilmiş köprüler, birer uçma hâli göstergesidir. Mesela Damat bilir mi bilmiyoruz, o dolar kuru yükseldikçe, borçlar yükseldiği gibi, köprülerden vb. kazanan firmaların gelirleri de uçmaktadır.

Merkez Bankası’nın hâli de bir uçma hâlidir. Merkez Bankası (MB)’nın döviz rezervleri, doları bir düzeyde tutmak için harcanmış ve bugün -32 milyar dolar düzeyindedir. Eksi (-) rezerv ne demektir? Bankalara dolar hesabı açmış olanların açtıkları hesapların belli bir oranını, bankalar MB’na karşılık olarak yatırmak zorundadır. Diyelim ki, 1000 dolar hesabı olan bir kişinin 1000 doları karşılığında ilgili banka, MB’na, 220 dolar yatırır. İşte eksi 32 milyar dolar rezerv dediğimiz zaman, bu karşılıkların harcanmış olduğu söylenmiş olur. Yani, MB’da rezerv olarak dolar yok, hatta 32 milyar dolar da fazladan harcanmış demektir. Biz MB’nı soysak, bu suç olmaktadır, ama mevcut Saray Rejimi, MB’nı soymuştur.

Doları bir seviyede tutmak için, MB, kamu bankaları aracılığı ile piyasaya dolar satmıştır. Bu bankalar, aslında kendilerinin olmayan bir parayı vermişlerdir ve kamu bankalarının dolar açığı da 11 milyar dolardır.

İşsizlik fonu yağmalanmıştır. 110 milyar tekellere, Saray Rejimi’nin desteklediği bir gruba aktarılmıştır.

“Rant, yağma ve savaş ekonomisi”, tam anlamı ile iflas etmiştir. Ve bu elbette ki bir uçma hâli olarak değerlendirilebilir.

Ülkenin tarımı yok edilmiş, uçurulmuş, uluslararası tekellerin çiftliğine çevrilmiştir. Ülkenin eğitim sistemi çökmüştür. Ülkenin sağlık sistemi çökmüştür.

Bu örnekler uzatılabilir.

Şimdi, Şahsım ve Damat, sizce gerçeklikle bağlantılı mıdır? Gerçeklikle bağı olmayanlar, kelimenin mecaz anlamında “uçma” hâlindedir. Onlar sadece kendi aile “gerçekliğine” bağlıdırlar ve bunun dışında gerçeklikle bağları kopmuş durumdadır. Bu nedenle, bir “uçma” hâli ortaya çıkmıştır. Ama bu uçma hâlinin buzdolabı ile bağlantısı, epeyce bir “derin” konu olduğundan, kimse kendini gülmekten alamamaktadır.

Makarayı geri sarmak ya da gerçeklikten kopma hâli

Evet, bir yanda Aya Sofya meselesi var, bir yanda Libya, bir yanda Suriye savaşları. Bir yanda Yunanistan ile Meis adası etrafında “it dalaşı” var, diğer yanda Azeri-Ermeni sınırında Ankara çeteleri ile savaş kundakçılığı var.

Dahası var: Bir yanda maske dağıtamayan bir Saray Rejimi var, diğer yandan ise Türkiye olarak “uçuşa geçtiğimizi” ilan eden bir siyasi lider var. Uçuşa geçtik ama kimse bunu görmüyor diye düşünmek, muhtemelen Ayasofya’yı “fethetme” girişiminin yarattığı “ruhsal hava”nın sonucudur. Ne de olsa Ayasofya kutsal bir yerdir ve onu “fetheden”in görünmez uçuşlar yapması bu kutsallığın sonuçlarından biri olmalıdır. Buna inanabiliriz. Ama bunun “buzdolabı” ile bağını kurmamız biraz zor olsa gerek. Kafası karışmış Reis’in. Öyle ya, madem uçuşa geçmişiz, Ayasofya etkisi ile de görünmez bir uçuş olmuş bu, hadi ağzını tutamayıp bu görünmez uçuşu da ilan ediyorsun, bari, uçuşu buzdolabı ile süsleme. Mesela SİHA’lardan söz et, ki damatlardan biri sevinsin ya da döviz kurları ile uçtuğumuzu söyle, ki diğer damat sevinsin. Uçuş sırasında “tarihî eser”lerin de uçtuğunu söyle, ki Bilal’e bir destek ver. Ama buzdolabı ve uçuş bağlantısı, olasıdır ki Vestel’in bir komplosudur.

Ayasofya’yı “fethetmenin” sarhoşluğu ile, yalan söyleme ihtiyacının garip bileşimi, işte böylesi “uçuş” hâlleri yaratmaktadır.

Bu “uçuş hâli” sadece Erdoğan’a ait değildir. Bu aslında tüm iktidar seçkinlerinin, Saray elitlerinin ortak ruh hâlidir. Her olayda, her vakitte yeni bir kişiliğe bürünmelerinin nedeni, kişilik parçalanması yaşamalarının nedeni, tükeniştir. Elitlerdeki “zevk ve sefa” ile, baskı ve şiddetin tırmandırılması, karanlık ve yalanın öne çıkarılması atbaşı gitmektedir. Tüm çöküş dönemleri böyledir. Egemenlerin yönetememe hâli, kendini bir tarz dışa vurmak zorundadır. Bizde, bugün tüm devlet seçkinlerinde ortaya çıkan bu çoklu kişilik hâli (bozukluğu), elbette bazı tarihsel ve toplumsal temellere sahiptir.

Bir yandan maske dağıtamayan bir Saray Rejimi, nasıl oluyor da, maske dağıtımı için ABD’ye uçak göndererek şov yapmaktadır? Maske dağıtamayan bir “lider”, kendisi “rezil” edildiği hâlde, nasıl olur da, bu oyuna katılabiliyor? Erdoğan, maskeyi bedava vermekten söz ediyordu. Satılmasını yasakladı. Ama ortaya çıkan “maskaralık”a da razı oldu. Ne için? Menzil tarikatı maskeden para kazansın diye mi, Erdoğan ailesi buradan %10 komisyon alsın diye mi? Akşamdan, “maske” dağıtan kahraman kimliğindekiler, gündüz maskeden ceplerini dolduran kişilere dönüşüyor.

Katar’da ülke topraklarını pazarlayan adam, telefonun bu ucunda Trump’ın tetikçisi, kapı arkasında İsrail yanlısı, sahnede nutuk atan Müslüman, Ayasofya’da fetihçi, Libya’da petrolcü, uluslararası tekeller karşısında bay %10.

Gün ağardığında işadamı, saat 10’da rantiyeci çakal, öğlen saatinde Osmanlıcı, öğleden sonra Amerikan yaveri, ikindi saatinde yerli ve millici, akşam üzeri din tüccarı, yatsıdan önce harem hovardası, gece yatarken tövbekâr Müslüman.

Güne başlarken Batıcı, öğlen yerli ve millici, akşam saatinde İslamcı destekçisi.

Ofisinde Türk-İslam sentezci, yerlici ve millici, komuta sırasında NATO emireri, siyaset konuşurken Saray’a küfürler düzen cumhuriyetçi, şirketinin muhasebesine bakarken Saray yanlısı, ekranlarda Erdoğan yanlısı, dost sohbetlerinde “gitse de kurtulsak”çı, Erdoğan’ın huzurunda el pençe divan, Erdoğan’ın arkasında iflah olmaz bir küfürbaz.

Günde beş vakit yalancı, 365 gün şakşakçı, her ibadetinde yağcı.

Akşam yemeğinde cumhuriyetçi, sabah selâmlığında Osmanlıcı, Hakkari’de Kürt düşmanı katliamcı, TV ekranlarında “Kürt kardeşim” dizelerini güzelleyen edebiyatçı.

Namı ulusalcı, işi yağmacı, rantçı ve savaş kundakçısı.

Her ciddi konuda Saray destekçisi, her boş konuda Erdoğan karşıtı.

Güneşin altında Saray’a övgüler, gece karanlığında sövgüler dizen adem.

Amerikan şemsiyesi altında Suriye’de işgalci, Libya’da fırsatçı, Putin’in karşısında süt dökmüş kedi, arkasında Azeri-Ermeni savaşının kundakçısı.

Akşam yatarken bir fani adem, sabah kalktığında SultanHamit, öğlen yemeğinde yerli ve milli, öğleden sonra ülkesini satan emlakçı.

Ve en önemlisi, bu değişik karakterler, her vakit ve her olayda farklı kişilikler, tüm iktidar elitlerine özgü olmakla kalmıyor, aynı zamanda, “normal” karşılanıyor. Kimse, bu içinden geçilen tarihsel koşullarda, iktidar elitlerinde “bel kemiği” aramıyor. Amerikalı ise, en çok, belkemiği hiç olmayanı seviyor.

Osmanlı’nın çözülüş yıllarına dönmeliyiz.

Osmanlı’nın çözülüşü dediğimizde, çok eskiye gitmemiz gerekir. Zira Kanuni bir zirve idiyse, aslında feodalizmin kapitalizme dönüştüğü bir dünya içinde feodal Osmanlı hanedanının zirvesi idi. Yani, Osmanlı’da “muhteşem yüzyıl” yaşanırken, gerçekte Osmanlı çöküşe girmişti. Dünyada, kapitalizm boy vermekteydi.

Ama biz bu yıllarda başlayan çözülüşe değil, 1800’lerdekine bakmak istiyoruz. Oraya dönmemiz gerekiyor. Olayları anlamak için, bir miktar olsun bu tarihe bakmalıyız.

Osmanlı’nın son yılları ile TC devletinin kuruluşu arasındaki dönemde, üç akım ortaya çıkıyor. Her biri, devleti korumayı hedefleyen bu üç akım; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük’tür. Tarihsel sırası da böyledir. Akçuralı Yusuf’un, “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi de aslında, devletin, bu üç akımı kullanması üzerine kuruludur.

Bu üç akım, tarihsel sırası itibari ile “devletçi” geleneğin ne derece güçlü olduğunu da göstermektedir. 1850’lerde, artık, “ulus devlet” denilen şey zirve yapmakta idi. Osmanlı, her açıdan çözülmeye başlamıştı. Gaza ve ganimete dayalı genişleme siyaseti, devasa imparatorluk için, aslında 1500’lerde bile son noktasına gelmişti. Ama zirvedekiler, “muhteşem yüzyıl” yaşamayı sürdürdüler ve gaza ve ganimet savaşının ulaştığı fiziksel sınırları nedeni ile bile olsa sürdürülemez olduğunu göremediler. Böyle olunca, Osmanlı ordusu, içeride yağmacıya dönüştü. En çok Viyana savaşının dönüş yolunda, eli boş dönerken, Balkanlar’ı yağmalamakla işe başladı.

Osmanlıcılık, imparatorluğu, “ulus devlet” eğilimine uygun olarak modernleştirmeyi hedefliyordu. Osmanlıcılık, bu devlete gereken “ulus” ya da “millet”i, Osmanlıcılık adı altında yaratma girişimi idi. Osman soyu için bunun ne kadar önemli olduğu ayrı bir konu. Ama Osmanlıcık akımının ömrü uzun olmadı.

Osmanlıcılık, imparatorluğun değişik din ve milletlerden oluşuyor olması nedeni ile, bir “bağlayıcı” kimlik, bir “üst kimlik” olarak düşünülüyordu. İçinde farklı dinler, Müslüman, Hıristiyan vb. de vardı, değişik kimlikler de vardı. Zira Osmanlı da öyle bir imparatorluk idi. Zorunlu din değiştirme politikaları, Yavuz başta olmak üzere içerideki katliamları olsa da, nihayetinde 1800’lerin başında Osmanlı, farklı dinlerden, farklı halklardan insanları imparatorluk sınırları içinde tutmaktaydı.

Elbette bu dönem, Osmanlı’nın bölüşüm meselesinin Batılı güçlerce masaya yatırıldığı dönemlerdir. 1800’lere gelindiğinde, Osmanlı ekonomisi çoktan çökme aşamasına gelmişti. Sadece, o dönemler, Osmanlı, bugünkü Türkiye gibi bir sömürge değildi. Sömürgeleşme sürecinde idi diyebiliriz. Ama bu iki durum arasında farklılıklar var. Osmanlı, teorik olarak sömürge hâline gelmekten kurtulma olanağına sahip idi, TC devleti ise artık bir sömürgedir, sömürgeler, ancak sosyalist bir başkaldırı ile bağımsız hâle gelebilirler.

Osmanlıcılık, bir yandan, sömürgeci güçlerin taleplerinin bir bölümü ile de çakışan bir “reform”lar anlamına da gelmekte idi. Ama Osmanlıcılık, gerçekte, Osmanlı devletinin ayakta tutulmasını içeriyordu. Elbette biraz geç kalmışlardı. Kapitalistleşme çok hızla yol almıştı ve Osmanlı “muhteşem yüzyıl”ını yaşarken, Batı’da, sanayi devriminin temelleri atılıyordu. Bu dinamikten yoksun olarak Osmanlı, Batı’nın taklidine eğilimli idi.

Osmanlıcılık, imparatorluğun Batı bölümlerinde, Balkanlar’da ortaya çıkan kayıplarından sonra, anlamını hızla yitirmeye başladı. Zira, çok dinlilik için meseleye bakılırsa, Balkanlar, ağırlıklı Hıristiyan nüfusun kaybı demek idi. Geriye, Ermeniler ve Rumlar kalmakta idi. Zaten uzun dönemdir Anadolu’da, Karadeniz’de din değiştirme süreçleri işlemekteydi.

İşte Balkanlar’ın kaybının ardından, Osmanlıcılık ile devleti kurtarma artık olanaklı olmaktan çıkıyordu. Hem bu arada, emperyalist güçlerin Osmanlı hasta adamını paylaşma planları da ilerliyordu.

Osmanlı devletini korumak için, bu kez birleştirici kimlik, “İslamcılık” olarak ortaya çıkmaya başladı. Abdülhamid, bu dönemin simge ismidir. Kendisinin ne kadar İslamcı olduğu ayrı bir konu. Ama İslam’ı kullanmak onun döneminde kök saldı. Osmanlıcılık, daha çok devlete bağlı “aydın”ların veya bazı önemli kadroların fikrî savunusu iken, mesela Selim buna destek veren bir padişah idi, İslamcılık ise “daha Saray”dan gelen bir akım oldu. Balkanlar’ı kaybeden Osmanlı, içerideki Rum, Ermeni, Süryani vb. Hıristiyanları önemsiz saymaya başladı. İslamcılık, işte tam da bu noktada öne çıkarken, Yahudi sermayesinin de Saray’a yaklaşmasına olanak tanıdı.

Galiba bugün de böyledir: Ne zaman İslamcılık öne çıkıyorsa, o aynı dönemde İsrail’in ülkedeki ticari vb. etkinliği artmaktadır. Erbakan döneminde de, AK Parti döneminde de İsrail’e verilen ihaleler artmıştır.

Konumuza dönersek, İslamcılık, elbette daha despotik idi. Çünkü, imparatorluk Balkanlar’ı kaybediyordu ve bu kaybı durdurmak için, Abdülhamid despotizmi, içeride baskı zorunlu idi. Ayrıca “İslamcılık”, hilafet vb. gibi yetkilerin de kullanılmasını gerektiriyordu. İslamcılık, tıpkı Osmanlıcılık gibi “devletin savunması” üzerine kurulu idi. Ama İslamcılık, daha açık bir savunma stratejisinin ya da aynı anlama gelmek üzere çöküş ve sömürgeleşme sürecinin daha ileri aşamasının ifadesidir. Zira, İslamcılık, Mısır başta olmak üzere İslam coğrafyasında, imparatorluktan kopuşların başladığı döneme denk düşmektedir. Balkanlar’ın kopuşu gerçekleştikten sonra, İslam coğrafyasındaki kopuşları önlemek için, “İslamcılık” devreye sokulmuştur. Bu durumda, Abdülhamid’in daha çok İslamcı görünmesi zorunludur. Bu ise, içeride, Müslüman olmayan halklara karşı daha özel bir baskı anlamına kendiliğinden gelmektedir.

Osmanlıcılıkta, imparatorluk, çok dinli ve çok milletli bir devlet olarak düşünülmekte idi. Abdülhamid döneminde, İslamcılık ile birlikte, tek dinli çok milletli bir imparatorluk arayışı vardır.

Demek ki, sömürgeleşme sürecinde imparatorlukta, bir tarihsel sıra ile ortaya çıkan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük (Üç Tarz-ı Siyaset’teki üçlü) akımlarının her yeni ortaya çıkanı daha despotiktir. Bu akımların, devleti kurtarma refleksi ile bağının da sonucudur.

Bu baskının çözüm olmadığının en büyük kanıtı ise Abdülhamid döneminin bizzat kendisidir. Meşrutiyet, Abdülhamid’in isteyerek yaptığı bir şey midir? Değil ise, ünlü “istibdat” döneminin işe yaramadığının somut kanıtı değil midir?

Mısır dahil, Orta Asya ve Afrika toprakları, Müslüman halkların yaşadığı coğrafyalar, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmayı başardıktan sonra, Osmanlı devletini ayakta tutmak için, artık, İslamcılık da çok işe yaramaz duruma düştü. Halife Osmanlı’dadır ama halifeyi dinleyen yok. Bu durumda İslamcılığın sonuna gelinmiş mi oldu? Bir anlamda evet, ama sadece bir anlamda.

Türkçülük, Osmanlı’dan arda kalan topraklarda, emperyalizme bağımlı bir sömürge ülkeye razı olmak demektir. Geride kalan topraklarda, “Türk unsurunun hakim kılınmasına” diye hükmeden Wilson Prensipleri, tam da bunu ifade eder. Soykırım, bu açıdan, Osmanlı’nın hem İslamcı, hem de Türkçü akımlarının ürünüdür.

Türkçülük, İslamcılık gibi despotik olmak zorundadır. Sömürgeleşmekte olan bir ülkeyi, “kurtuluş savaşı” dediğimiz anti-emperyalist savaş süreci içinde kontrol altına almak, egemen sınıfların ve onların efendisi olan emperyalist babalarının temel işidir ve bu baskısız olmaz. Bu nedenle, katliamlar birbirini izlemiştir. 1900’lerin başından sonra hızlanmış bu katliamlar, aslında, “devlete bir millet yaratmak” diye Ziya Gökalp’in satırlarına yansıyan politikanın ürünüdür.

Şimdi, bugünlerde, Türkçülük, Türk-İslam sentezi, İslamcılık, Osmanlıcılık kavramlarını daha sık duyuyoruz.

Sanki, tarih geriye sarılmış gibidir. Film geri sarıldıkça, makara geri sarıldıkça, bu akımlar da yeniden, ama eski hâllerinden epeyce farklı olarak önümüze çıkmaktadır.

Türkçülük, tüm dünyanın Türk ırkından ürediği, tüm dillerin Türkçeden geldiği gibi gülünç iddalara kadar vardırılmıştı. Düşmanlarına meydan okuyan Türk tüm dünyaya bedel iken, aslında dünyada da Türk’ten gayrı ırk olmadığını ifade etmekteydiler. Türk, aslında yine Türk’e bedel olmaktadır. Tüm diller Türkçeden üremişti ama yine de yabancı dil öğrenmemiz gerekiyordu.

“Bu devlet için bir ulus yaratmak” üzere biçilen elbise, hep olağanüstü hâl dönemleri ile yaşamak demek oldu. Başkası da pek mümkün değildir.

Bir yandan sömürgeleşirken, diğer yandan “bir Türk dünyaya bedeldir” gibi abartılar üretiliyordu. Geniş bir coğrafyada egemen olan Osmanlı yerine, oradan kalan topraklarda, daha çok da Ekim Devrimi sayesinde, kurulan bir devlet, dünyaya bedel bireylere sahip oluyordu. Ekim Devrimi’nin yardımları ile emperyalist işgale karşı savaşmış bir ülkenin devleti, “anti-komünist” mücadeleyi ve emperyalist güçlere ileri bir karakol olmayı varlığının temeli hâline getiriyordu. Halklar mozaiği olan bir coğrafyada, halkların inkârına dayanmayı varlık temeli varsayan bir sömürge devlet organize edilmişti.

Osmanlı’nın son dönemlerinde gerçeği gizlemek, iktidar seçkinlerinin temel yaklaşımı idi. Gerçeği örterek iş yapıyorlardı. Gerçekliği biliyorlardı, ama gizlemeyi seçerek ayakta duruyorlardı.

Cumhuriyetin bugünkü döneminde, Saray Rejimi’nin elitleri, gerçeklikten tümden kopmuşlardır. Gerçeklikten kopma hâli, TC devletinin çözülüş hâlinin yansımasıdır.

TC devletinin Türkçülüğünün, İslamcılığı tekrar bulması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşir. Sovyetler’in faşizmi yenmesi ve Avrupa’dan esen “demokrasi” rüzgârları, emperyalist dünyanın “komünizme karşı” kenetlenmesi ile karşılandı. Emperyalist dünya, ABD hegemonyası altında örgütlenmeye başladı. Türkiye, bu noktadan sonra, Sovyetler’e karşı ileri karakol özelliğini daha da artırdı. ABD, siyasal olarak TC devletini sömürgesi, kendi uzantısı olarak örgütledi. Bu Batı’nın ortak onayı ile gerçekleşti. Ekonomik olarak AB’ye, siyasal olarak ABD’ye bağlı bir Türkiye, 7 kocalı hürmüz gibi kontrol altına alınmıştı. NATO mekanizmaları, tüm sistemin odağına oturtuldu. Bu durum, daha kanlı, daha baskıcı bir süreci örgütlemek üzere, 1970 sonrasında daha da netlik kazandı.

1950’li yıllarda, Türkçülük ile kenara itilmiş olan İslamcılık, yeniden ortaya çıkmaya başladı. Gerçekte, Türkçülük, İslamcılık karşıtı bir konumda hiç olmadı. Sadece, dünya konjonktürüne göre İslam’ın kullanılması söz konusu oldu.

Ama TC devleti içinde her zaman, efendileri tarafından kendisi değil de bir başkası seçildiği için rahatsız olan ve bunu kişisel tepkilerle dışa vuran “unelected” seçkinler var olmuştur. Bunların arasındaki sürtüşmeler, gerçekte, zaman zaman ağır intikam hamleleri boyutlarına da varmıştır. Ama ne zaman? Ancak NATO mekanizması bunu istediği zaman. Yani TC devlet elitleri, hiçbir zaman cesur olmamışlardır. Halka karşı zorbalıkta, efendilerinin emirlerini uygulamada cesur, ama onun dışında hep emireri olarak tutum almışlardır. Aynı anlama gelmek üzere, hiçbir zaman kişilikleri olmamıştır.

Bu durumu, Balyoz vb. operasyonlar sırasında çok net görebiliyoruz. ABD emri ile başlatılan tasfiyeye karşı, tek bir direniş olmamıştır. Yarın da Erdoğan ve onunla iş tutan İslamcılar tasfiye edileceklerinde, aynı tutumu alacakları kesindir. ABD emperyalizmi, kişilik sahibi olanları sevmez. Osmanlı’nın sonunda, henüz sömürgeleşmemiş olduğu için, kişilik sahibi tipolojiler vardır. Bunların iyi şeyler yaptıkları anlamında değil, ama efendilerinin sözlerini, yeri geldiğinde dinlemedikleri anlamında. Cumhuriyetin bugününde, böyle bir durum yoktur.

NATO, kişiliği dümdüz etme mekanizmasıdır. Batı’ya hayranlık ile bu dümdüz etme mekanizması arasında da bağ vardır.

1950’lerden sonra başlayan yeni süreç, ABD hegemonyası altında, ortaklaşa sömürge olarak örgütlenen Türkiye, Sovyetler’e karşı geliştirilen “yeşil kuşak” projesinin parçası oldu. 1960’larda bu proje geliştirildi ve 1970 ve hele 1980 sonrasında tam olarak Türkiye sahasında kendini gösterdi.

Türkeş’in Türk-İslam sentezi, aslında, faşist çete örgütlenmelerinin de ideolojik temelini oluşturmaktaydı.

Sovyetler çözüldükten sonra, Türkçülük öne çıktı ve aynı hızla, hiçbir içeriğe sahip olmadığı da anlaşıldı. Kolpacılık, bu toprakların egemenlerinin kişiliklerinin bir parçasıdır. Atıp tutmayı, kahraman edaları ile dolaşmayı, mafyatik-çeteci bıçkınlıkla davranmayı çok severler. Bu hem imparatorluktan sömürgeye dönüşmenin yarasıdır, hem de ABD’li efendilerinin kullanmayı çok sevdikleri bir “kültürel” yöndür.

Türkî cumhuriyetler, birkaç yılda, Türk devleti adına gelenleri kovmakla kalmadılar, aralarındaki bağları da minimize ettiler. Bir Azerbaycan hariç. Şimdi TC devleti, Azerbaycan üzerinden Türk dünyasını yönetebilir miyim diye planlar kurmaktadır. Birçok uzman, bu Azeri-Türkiye ilişkilerinin aslında Rusya’nın Türkiye’yi kontrol etmesine yardımcı olduğunu söylemektedir. Ardından, daha koyu bir İslamcılık ortaya çıkmaya başladı. Ne zaman ABD İslam’a gerek duydu, Türkiye’de İslamcılık, ne zaman Türkçülüğe gerek duydu, Türkiye’de Türkçülük öne çıkmıştır. Zaten bu durumun kendisi bir “kişilik bozukluğu” yaratıyordur.

ABD, Ortadoğu’da eski Yeşil Kuşak projesindeki İslamcı çeteleri kullanmaya karar verdiğinde, TC devletinin İslamcı tarikatlarla, İslamcı örgütlerle ilişkileri gelişti. İhvan, yani Müslüman Kardeşler örgütünün bir uzantısı olarak AK Parti iktidarı organize edildi. ABD örgütlenmesinin önemli bir ayağı olan Gülen cemaati, tam kadro bu projenin içinde yer aldı ve adına, Graham Fuller “Yeni Türkiye” dedi.

Sivas katliamından IŞİD çeteleri ile Suriye’de iş tutmaya giden süreç böyledir.

Ama kızışan ve artık su üstüne çıkan emperyalist paylaşım savaşımı (ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa başta olmak üzere emperyalist güçler arasında dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı) Türkiye’nin içinde de kendi uzantılarını örgütlüyor. Bu nedenle ne yekpare Türkçüsü var, ne yekpare İslamcısı var. Eğer yekpare bir şey aranıyorsa, yekpare hırsızı var, yekpare yağmacısı var, yekpare savaş kundakçısı var, yekpare katliamcısı var.

Başka bir ifade ile söyleyecek olursak, artık AK Parti içinde de, CHP içinde de, devletin her kurumunda da, MHP’de de, İslamcıların içinde de, tarikatlarda da, Türkçülerin içinde de, bu beş emperyalist gücün uzantıları var. Hatta dahası, sabah İslamcı olmak fayda getiriyorsa hepsi İslamcı, öğlen Atatürkçü olmaları gerekiyorsa hepsi Atatürkçüdür. Salonda Putin dostu olmaları gerekiyorsa Putin dostu, avluda İngiliz dostu, tuvalette İsrail dostu, balkonda Fransız dostu, ama yatak odasında Amerikan dostu olurlar. Ama yekpare olarak hepsi rantçıdır, hepsi katliamcıdır, hepsi hırsızdır, hepsi savaş kundakçısı, hepsi efendilerinin hizmetkârlarıdır. Eee, bu kadar belkemiği de bunlar için yeterlidir.

Bugünlerde, Ortadoğu’daki gelişmeler, Türk-İslam sentezinde değişikliklere yol açmış görünüyor.

İçeride “yerli ve milli”, aslında Türk-İslam sentezinden geri çekilmek demektir. Tükenişin ifadesidir. İçeride kullanmadıkları hiçbir şey kalmadı ve hepsi tükenmektedir. Dışarıda ise “İslam” daha fazla öne çıkmaktadır.

Kürtlere “İslam kardeşliği” elbisesi altında Türkçülük yeniden dayatılmaktadır. Doğrusu bunu hazır lokma olarak kapmaya hevesli Kürtler de vardır. İslam kardeşliği, bilinmez düşmanlara karşı ortak savaş talebinin de temelidir. İster “ortak düşmana karşı” savaş talebi olsun, ister bir “İslam ümmeti” altında Türk unsurunun egemenliğine razı etmek olarak olsun, bu yaklaşımlar, nispeten yeni sayılabilir.

Suriye ve Libya sahasında, savaşı kışkırtmak için girişilen oyunun bir yönü, elbette Saray Rejimi’nin devamı isteğidir. Hatta Erdoğan, çok istediği Saray Rejimi’ni de bırakarak iktidarda kalmaya razı bile olacak gibidir. Ama bu savaş naralarının, biraz da Osmanlıcılık hayalleri ile beslenmekte olduğu açık değil mi?

Makara tersine sarıldıkça, Osmanlıcılık yeniden öne çıkıyor. Fakat bu kez Osmanlıcılık “reformlar” içermiyor. Bu kez Osmanlıcılık, tersine adımlar içeriyor. Ayasofya, Libya, Suriye, Meis adası etrafındaki olaylar, Azerbaycan-Ermenistan sınırındaki komplolar, ABD adına tetikçiliğin ileri düzeye taşınması demek oluyor. Bunu Osmanlıcılık ile beslemek, savaşçı politikalar için uygun bulunuyor olmalı.

Böylece, her birinden bir parça ile, Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük sık sık yer değiştiriyor. Kürtlere, İslam kardeşliği önerildiğinde, ardından, Osmanlı milletler topluluğu için sayfalar açılıyor. Büyük oynayan Türkiye izlenimi veriliyor. Maske dağıtamayan, ama uçan Türkiye. Belki siz görmüyorsunuz ama, bu sizin biraz da kör olmanızdan, çünkü çok da Kürtçü olmuşsunuz. Allah yolundan çıkmışsınız. Biz Malazgirt’e geldiğimizde Türk ve Kürt kardeşliğini, allahın emri ile yerine getirmedik mi?

Oysa olay açık ve nettir. TC devleti çözülmektedir.

TC devleti, dünden gelen “ortaklaşa sömürge”, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımında paylaşılmak üzere masadadır. TC devleti, Saray Rejimi eli ile tüm gücü ile ABD adına tetikçilik yapmaya karar vermiştir. Erdoğan, bu yolla, kendi geleceğinin peşindedir. ABD, tüm bölgede TC devletini bir savaş kundakçısı, bir tetikçi olarak kullanmaktadır. Tüm bu süreçler, başka süreçlerle de birleşerek, içeride TC devletinin yönetememe sorununu oluşturmaktadır.

Tüm bölgeyi saran bu paylaşım savaşımında oyuncu olmak, oyuncu olana bir şey kazandırmaz. Tersine, tüm bölgeyi saracak olan devrimci sosyalizm için savaşçı olmak gereklidir. Evet, devrimci sosyalizm için savaşmak, bugün bölgemizde, kolay zafer arayanların seçeneği değildir. Bahisçilerin yatırım yapacağı bir seçenek gibi de görünmemektedir. Ama, biz kumarbaz değiliz, biz insanız, devrimciyiz. Gerçek budur; bu topraklarda savaşı, kanı, baskıyı ve zulmü yok edecek tek şey, tüm bölgeyi saracak olan sosyalist devrimdir. Tek seçenek budur.

Rumlara dair tarih (b)ilgisi

“Kendimi saklayarak yaşadım aranızda
Hiçbir zaman bulamayacağınız mezarlar kazdım
İçlerine hayatımı gömdüğüm
Oysa adlarımız vardı bizim
Daha içten, daha derin ve daha gerçek
O adlar ki kanımdır benim senin için ise toz.”[1]

Ayasofya’yı, “yeniden fethe”derek “büyük zafer”den söz edenler, “Zifiri Karanlık”[2] olarak betimlenen 6-7 Eylül 1955’in mirasçılarıdırlar.[3]

“Postmodern Helen saldırısı”[4] türünden ucuz teranelere sarılan söz konusu zihniyet; aynı zamanda 1922’de İzmir’i yakıp -yaktıkları hâlde kabullenmeyerek- “Gavur İzmir” tiradından geri adım atmayanlardır.

Coğrafyamızın otokton etnisitelerini, “Türkiye Türktür, Türk kalacaktır” haykırışıyla ötekileştiren söz konusu zihniyetin unutup/unutturmaya çalıştığı ilk şey; onların tarih ve mezarlarının bu topraklarda olduğudur.

ÖTEKİLEŞTİRİLEN BİZİMKİLER

“Nasıl” mı?

Herkül Millas’ın, ‘Aile Mezarlığı’ başlıklı romanında İstanbul’da yaşayan Rum toplumunun seksen yıldaki değişimi tarihsel olaylarla bağı içinde anlatılırken; Beyoğlu’nda kürkçü ustası olan Adonis, 1936’da Atina’ya göç edince bir “aile mezarı” gereğinden söz etmeye başlar: “Mezar, var olduğumuzun kanıtıdır. Biz neyiz? Rum mu? Yunan mı? Vatanımız neresidir? Ya topraklarımız? İşte bu sorulara bir cevaptır aile mezarı.”[5] “Vatan ne taşınabilir bir şeydir ne de yeniden kurulabilir. Atina’da bir mezar, belli bir yaştan sonra aldığımız bir yazlık ev gibidir. Baba evi başkadır.”[6]

Evet bu topraklar onların “Ana/Baba evi”dir…

Bir an düşünün biz “Başıbozuk” diyoruz, onlar “Basibozukis”. Biz “Poğaça” diyoruz, onlar “Bugaça”.

Biz “Cüce” diyoruz, onlar “Cuces”. Biz “Çorap” diyoruz, onlar “Çorapi”.

Biz “Dert” diyoruz, onlar “Derti”. Biz “Dünya” diyoruz, onlar “Dunyas”.

Biz “Fidan” diyoruz, onlar “Fidani”.

Biz “Hanım” diyoruz, onlar “Hanumisa”.

Biz “Hayvan” diyoruz, onlar “Hayvani”. Biz “Hoca” diyoruz, onlar “Hocas”. Biz “Huzur” diyoruz, onlar “Huzuri”.

Biz “İnat” diyoruz, onlar “İnati”. Biz “İnsaf” diyoruz, onlar “İnsafi”.

Biz “Kavgacı” diyoruz, onlar “Kavgacis”. Biz “Kocaman” diyoruz, onlar “Kocam”.

Biz “Leş” diyoruz, onlar “Leços”.

Biz “Mahalle” diyoruz, onlar “Mahalas”. Biz “Mahmur” diyoruz, onlar “Mahmuris”. Biz “Manita” diyoruz, onlar “Maniça”. Biz “Menekşe” diyoruz, onlar “Menekses”.

Biz “Nalet” diyoruz, onlar “Naletis”. Biz “Nine” diyoruz, onlar “Nene”.

Biz “Paçavra” diyoruz, onlar “Paçavura”. Biz “Pazarlık” diyoruz, onlar “Pazarya”.

Biz “Peşkeş” diyoruz, onlar “Peskezi”. Biz “Rahat” diyoruz, onlar “Rahatlidikos”. Biz “Saz” diyoruz, onlar “Sazi”. Biz “Sersem” diyoruz, onlar “Sersemis”. Biz “Sınır” diyoruz, onlar “Sinoro”.

Biz “Sürtük” diyoruz, onlar “Surtikis”. Biz “Şaşmak” diyoruz, onlar “Sastizo”. Biz “Şarlatanlık” diyoruz, onlar “Çarlatanya”.

Biz “Tuğla” diyoruz, onlar “Tuvlo”. Biz “Tüfek” diyoruz, onlar “Tufeki”.

Biz “Urgan” diyoruz, onlar “Organi”. Biz “Üslup” diyoruz, onlar “Sulupi”.

Biz “Yavuklu” diyoruz, onlar “Yavuklis”. Biz “Zülüf” diyoruz, onlar “Çulufi”.

Biz “Yangın diyoruz, onlar “Yangini”.

Biz “Ah!” diyoruz, onlar “Ahti!”[7]

Dahası da var! Ancak bu denli iç içe olmak onları ötekileştirmeyi engellememiş…

ACININ TARİHİ

“İyi de neden?” sorusunun geriye dönük çeşitli kilometre taşları var.

Dido Sotiriyu’nun, “Gene başladı işte felaket hikâyeleri. Burgu gibi gelip saplanırlar adamın kulaklarına! Bir bunağın kafasındaki çınlayan hayali çığlıklar gibi…”

“Ve sen Kör Mehmed’in damadı! Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme! Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum. Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler! Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendini! Anayurduma selam söyle benden Kör Mehmed’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya!

“Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin!”

“Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin!”[8] satırlarındaki trajedi(ler) bir ara uğrak…

Bunun da -saklanan- Celal Bayar’lı, İT (İttihat ve Terakki)’li öncesi var ki, o da şöyle:

İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra Hıristiyan unsurların yok edilmesine, servetlerinin her türlü yolla Türklerin eline geçmesinin sağlanmasına karar verildi. Bu hedefe ilişkin sistematik plan 10 yıllık sürede, kesintisiz, duruma göre bazen sıkı ve şiddetli, bazen gevşek uygulanacaktı. 1913 sonbaharına doğru siyah kalpaklı, kadife pantolonlu fedailer örgütlenmeye başlamıştı. Bir taraftan eylemci bir silahlı güç organize edilirken diğer taraftan yoğun bir propagandayla halk hazır hâle getiriliyordu.

Gazeteciler okurları tahrik edici yazılar kaleme alıyor, halk fanatikleştirilmeye çalışılıyordu. Pan-İslâmist Derneği’nin üyesi Hüseyin Kazım şunları yazıyordu. “Aramızda böyle imansızların varlığı bizim için bir yara olup, dinimiz için bir küfürdür. Bunlara karşı her ilişki bizim için bir leke olup, her türlü bağlantı ruhsal beladır… Bizim için her Hıristiyan işgal ettiği makam ne olursa olsun, sırf Hıristiyan olduğu için kör olup, insanlık haysiyetinden yoksundur.”

Başta Rumlar olmak üzere halkta Hıristiyan nefreti uyandırmak için her şey yapılıyordu. Türk halkının bu unsurlar var oldukça fakir kalacağı, Müslümanların hayatlarından ve şereflerinden emin olamayacakları, devletin tehlikeye maruz kaldığı belirtiliyordu. Elden çıkan iller haritalarda siyah renkte gösterilerek, intikam sözcükleriyle okul duvarlarına asılıyor, hatipler ve propagandacılar intikam ve nefret söylemleriyle ülkenin değişik bölgelerinde görev yapıyorlardı.[9]

İT patentli milliyetçi şiddet hareketleri devreye girerken 1912 yılında Anadolu’da toplam 1.254.333 Rum yaşıyordu. En yoğun oldukları bölgeler ise Aydın, Trabzon, Konya, Balıkesir idi. Trakya’da ise 261.477 Rum vardı.

Yine 1917 İstanbulu’nda 1 milyon 350 bin nüfus varken; bunun 400 bini Rum 500 bini Müslüman, geri kalanı da diğer azınlıklardan oluşuyordu. Lozan Antlaşması’nda sonra Rum’ların nüfusu 110 bine düştü.

Bu dramatik (ve travmatik) bir hâldi ve Osmanlı’dan TC’ye dek Hıristiyan ahâliye yönelik devlet politika ve uygulamalarının ürünüydü.

Osmanlı İmparatorluğu’nun iskân ve sürgün politikalarının en önemli özelliği etnik ve dinsel nüfus yoğunlaşmalarını karıştırarak önlemekti. Toprak kayıplarının başladığı dönemlerde ordunun terk ettiği yerlerdeki Müslüman ve Türk nüfus da geri çekilmiş böylece sürekli bir muhaceret sorunu yaşanmıştı. Özellikle Rus Çarlığı’nın yayılma ve çekilme politikaları Osmanlı ile benzerlik taşıdığından savaşlar sonucu karşılıklı göçler yaşanıyordu. Mesela 1783’te Kırım’ın işgali sonucu, Tatar Müslümanlar kitlesel olarak Osmanlı topraklarına göç ediyorlardı. Balkanlar’dan Kafkaslar’a kadar Ruslara karşı alınan her yenilgi İmparatorluğa göç eden Müslüman nüfusu artırmaktaydı. Abdülhamit, bu artıştan memnundu. Ruslar açısından ise bu durum boşalan yerlere Hıristiyan nüfus iskân edilmesi fırsatı yaratmıştı. Nitekim Osmanlı tebaası Rum ve Ermenilerin bu yerlere göç etmesi teşvik edildi.

10 Temmuz 1908’de Abdülhamit’in Anayasa’yı ilan etmesi mutlakıyetin ağır baskısından kurtulan Hıristiyan halkı başlangıçta sevindirmişti. Ancak çok geçmeden “Girit’i Birleştirme” girişimleri nedeniyle İstanbul, İzmir ve Selanik’teki Rumlara karşı yağma ve tehcir hareketleri başladı. İT, eğitimden ticarete Türkleştirme ve Müslümanlaştırmayı hedefliyor, Almanya’nın çıkarları ve yönlendirmeleriyle İmparatorluğun can damarları kesiliyordu.

Rıza Nur hatıratında Topal Osman ile yaptığı bir konuşmayı şöyle anlatmakta. “… ‘Ağa Pontusu iyi temizle’ dedim ‘temizliyorum’ dedi. ‘Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma’ dedim. ‘Öyle yapıyorum ama, kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum’ dedi. ‘Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler’ dedim. ‘Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim’ dedi.” Topal Osman fiilî Giresun Belediye Başkanlığı (daha sonra cumhurbaşkanlığı muhafız alay komutanı), Rıza Nur ise Osmanlı Meclisi’nde milletvekilliği yaptı (daha sonra milletvekili ve bakan). Doğu Karadeniz’de birkaç kilise dışında Rumlara ait hiçbir şey bırakılmadı. Aynı uygulamalar Ermenilerin yoğun yaşadıkları bölgelerde de yapıldı, böylece kültürel izler de yok edildi.

Avukat ve şair olan Mikail Argirapulos, 4 Eylül 1908’de İzmir Bornova’da bir İngiliz malikânesinde İT’nin önemli temsilcilerinden biri olan Dr. Nâzım Bey ile dünyanın ilgisini çeken bir söyleşi yapıyordu. Dr. Nâzım, örgütün Elen varlığına nasıl baktığını ve politikasının ne olacağını şu sözlerle anlatıyordu. “Bugün Anadolu’da Elen olarak 3.000.000 kişiyi bulduğunuz tahmin ediliyor. Göründüğü gibi azınlıkta bulunuyorsunuz, buna rağmen taleplerde bulunarak, büyük kargaşa kopararak hareket ediyorsunuz. Yarınlarda, başka ve size bahsettiğim nedenlerden dolayı gittikçe azınlığa düşeceksiniz.

Lütfen bunu iyice dinleyiniz: Var olan çoğunluk zirveye ulaşacak. İlk şık olarak: Gereksiz savaş hazırlıkları dışında sükûnet ve nizam hüküm süreceği için doğumlar çoğalacak. İkinci şık olarak: Şimdi İmparatorluğun sınırları dışında bulunan milyonlarca Türklerden büyük bir çoğunluk tabii veya başka yollardan bu topraklara akın edecek. Gelişmeleri seyredin; bugünkü şövenistlerin kaderini tahmin etmeniz için sizi yalnız bırakıyorum.”

Söyleşiyi izleyen gazeteci Mihail Rodas, söyleşiden sonraki duygu ve düşüncelerini şöyle anlatıyor. “Akşam karanlığı salonun içine sessizce çökmüştü ve çehreler artık zorlukla seçiliyordu. Yorulmayan konuşmacımıza parlak fikirlerini samimiyetle açıkladığı için ona teşekkür ettik ve dışarı çıktık. Rum çocukları, yolda karınca kümeleri gibi toplanarak oynamaya devam ediyorlardı. Kendime hâkim olamayarak belirsiz olan yarınları düşünmeye başlıyordum… 1914’te neler mi oldu? Nâzım Bey’in 1908 sonbaharında İzmir’de söyledikleri gerçekleşti.”[10]

Özetle İT politikalarıyla Ege, Trakya ve Karadeniz’den 1.200.000 Rum gönderilmiş oldu. Daha önce gidenlerle bu rakam 1.500.000 insan demekti. Kuşkusuz bunun içinde ölenler de vardı. 1.500.000 Ermeni’yi de katarsak 3.000.000 insan ülkeden silinmiş oluyordu. İnsanî dramların yanı sıra, bu nitelikli insan kaybı ülke ekonomisinin ve sosyal hayatının da çöküşü demekti. Kuşkusuz bu aynı zamanda bir medeniyet kaybıydı.

SERMAYE GASPININ VAHŞETİ

Tüm bunların nihaî amacı ise, sermayenin Türkleştirilmesi idi!

Bilindiği üzere İT, Anadolu ve Doğu Trakya’da Türkleştirme-Müslümanlaştırma politikalarıyla etnik ve dinsel temizliğe girişti. Ermenilerin yanında Rumlar da tehcir ve mübadele yoluyla hızlı bir etnik arındırmaya tabi tutuldu. 1911-1914, 1916 Rum tehciri, 1919-1923 Rum tehcir ve mübadeleleri etnik arındırma olarak gerçekleşti. İttihatçı Halil Menteşe bu arındırmanın nasıl yapılacağını şöyle anlatıyor: “Talat Bey, Balkan Harbinde hıyanetleri tebarüz eden anasırdan memleketi temizlemeyi ön safa koymuştu. Fakat bunu yapmak çok ihtiyat isteyen bir işti. Alınan tedbir şu oldu. Valiler ve diğer memurin resmen bu işe müdahale eder görünmeyecek. Cemiyetin teşkilâtı (Teşkilât-ı Mahsusa) işleri idare edecek. Rumlar ürkütülecek.” Bu anlatımdan sonra bütün yaşananlar eşkıya eliyle ürkütüp kaçırma yönteminin devletin kodlarına işlediğini göstermekte.

1910’dan itibaren İmparatorlukta Rum mallarını almama ve Rum tüccarları ezme eylemleri başlatıldı. Nefret en yüksek noktaya gelmişti. Görünürdeki neden Girit’in Yunanistan’la birleşmesiydi. Bu ortamda “Gâvur” diye nitelenen İzmir’in camilerinde hocalar Hıristiyan ahâliden mal alınmasını engellemek yönünde vaaz vermeye başladılar.

İT, 1913 yılı Ekim ayında Balkan Savaşı hezimeti nedeniyle Almanya’ya yaklaşıyor, yaptığı gizli anlaşma sonucu Osmanlı askerî ve sivil bürokrasisini Alman görevlilerin emrine sokuyordu. Almanya, ekonomik faaliyetlerinin ve bölgede yayılmasının önünde engel gördüğü, sermaye birikimine sahip Rumların ve Ermenilerin bertaraf edilmesini istiyordu. Bu istek etnik ve dinsel homojenleştirme politikası güden İT’nin Türk-Müslüman örgütlenmesi hedefine uyuyordu. Bunun sonucu Ege’de, Orta Anadolu’da ve Pontus kökenli Doğu Karadeniz’de Rumlara karşı sindirme, tenkil, zorunlu iskân ve baskıyla kaçırma politikaları uygulanmaya başlıyordu.

Rumlar orduda amele taburlarına alınıp, savaş alanlarında yol yapımında kullanıldılar. Çok sayıda Rum soğuk ve açlık nedeniyle öldü. Rum erkekleri dövülüp, işkence görürken büyük çapta yağmalar yapıldı. İttihatçı hükümet, yabancı müdahaleleri körükleyen Rum sorununu Batı Anadolu’dan Rumları uzaklaştırıp yerlerine Rumeli göçmenlerini yerleştirerek temelden çözmek istemiştir. Mesela Rum kasabası olan Ayvalık’taki araziler ve evler, Bosna’dan gelen göçmenlere verildi. Batı Anadolu Rumlarına karşı girişilen misilleme 1914 ilkbaharında genelleşti, Rumlar yaşadıkları topraklardan uzaklaştırılıp mallarına el konuldu. Bütün operasyonlar Osmanlı jandarmasını yöneten Teşkilât-ı Mahsusa çeteleri tarafından yürütüldü. Bu tehcir uygulamaları Ermenilere uygulanacak zulmün habercisiydi.

Kilise ve cemaat kayıtlarına göre kıyıma uğrayan Pontus Rumlarına ilişkin genel tablo vahim gözükmekte. Amasya, Niksar, Trabzon, Tokat, Maçka, Şebinkârahisar’da 815 yerleşim birimi yok edilir, 1134 kilise ve 960 okul soygunlar sonucu boşaltılarak yakılır, binlerce insan çeşitli şekillerde öldürülür ya da sürgüne gönderilir.

1915 Ermeni tehcirinden sonra 1916’da ikinci Rum tehciri gelir. Bergama, Dikili ve Ayvalık boşaltılarak Müslüman göçmenlere tahsis edilir. İttihatçı Kuşçubaşı Eşref, Ege bölgesindeki Rum ve Ermeni nüfusun sürgününde önemli rol oynar. Üretim ve ticaret hayatında Rum ve Ermeni işadamlarının yerine Türk-Müslüman işadamları geçmeye başlar.

1919-1922 yılları arasında her iki tarafın çeteleri birbirleriyle savaşırlar. 9 Eylül 1922 günü Türk ordusu İzmir’e girince “gâvur” olarak nitelenen insanların evleri, işyerleri yağmalanır. İlk gün Müslüman olmayan ahâliden insanlar öldürülür. Binlercesi deniz yoluyla gönderilir. 13 Eylül’de Sakallı Nurettin Paşa Rum ve Ermenilerin oturdukları semtleri ateşe verdirir. İzmir yakılıp yıkılırken Anadolu Rumları da göçmeye başlar. Lozan Antlaşması’yla gelen ve 1922-1924 yılları arasında uygulanan mübadele ise insan trajedileri barındıran zorunlu bir sürgündü.[11]

Sözünü ettiğimiz kırıma ilişkin olarak Falih Rıfkı Atay’ın ‘Çankaya’ başlıklı yapıtında birçok çarpıcı bölümler vardır. Bunların en etkileyicilerinden birisi de şudur: “Rum halk köklerine kadar sökülüp atılmakta idi. Onlarla beraber İzmir’in, bütün batı Anadolu’nun her türlü ekonomisini de köklerinden söküp atıyorduk. Bir merkezde kasabalılar bize gelmişler: ‘Arabamızı tamir ettiremiyoruz, giden Hıristiyanlardan sanat sahibi olanları geri göndertseniz…’ demişlerdi. Yanmamış yerlerde çarşılar kapalı idi. Ticaret ve iyi tarım onların elinde olduğundan, Türkler alışmadıkları bir hayat tarzını yeni baştan kurmaya mahkûm idiler. Bu yeni hayat, yangın yerlerinde külden ve sıfırdan, ateş görmeyen yerlerde kapalı ve boş dükkânın açılmasından başlayacaktı.”[12]

Evet, ticaret, tarım ve sanatta ağırlık Hıristiyanların elindeydi. 1908 Devrimi sonrasında siyasal iktidarı hızla eline geçirmiş olan İT Cemiyeti’nin en önemli politikalarından biri, “millî iktisat” anlayışı çerçevesinde Anadolu’da Müslüman bir burjuvazinin oluşturulmasıydı. İttihat Terakki bunun için çeşitli tedbirler almış, Teşvik-i Sanayi Kanun-u Muvakkatı çıkarılmış, kooperatifçilik özendirilmiş, ulusal bir bankanın kuruluşu sağlanmıştı. Ancak tedbirler sadece bunlarla sınırlı değildi; Anadolu’nun Hıristiyan halklarının imhası da detaylı bir şekilde planlanmış, Ermeni halkı neredeyse son ferdine kadar yok edilmiş, Rum, Pontus, Süryanî, Nasturî halkları ağır bir soykırıma tâbi tutulmuş, bunlardan ele geçirilen taşınır ve taşınmaz servetler Müslümanlara aktarılarak “millî burjuvazinin” oluşturulması desteklenmişti…

Ankara’da millî burjuvazi oluşturulması yolunda girişimler 1913 yılında başlatılmış, Ankara Vilayet Genel Meclisi’ne sunulan ve Dersaadet Ticaret Odası Gazetesi’nin 3 Ağustos 1329 [16 Ağustos 1913] tarihli nüshasında yayımlanan bir takrirde; ulusların gerçek kuvvetlerinin iktisadiyat ile ölçülebileceği belirtilmiş ve Ankara’da bir iplik fabrikasının kurulması için gereken desteğin verilmesi istenmişti. Bu takrire verilen yanıt yine aynı tarihli gazetede yayımlanmıştı…

Büyük Millet Meclisi’nin 1 Ocak 1337 [1921] tarihli oturumunda subay ve memurların elbiselerinin yerli kumaştan dikilmesi hususunda verilen kanun teklifinin görüşülmesi sırasında söz alan Karesi (Balıkesir) Milletvekili Hasan Basri [Çantay] şunları söylemişti: “Bilhassa mensucat şirketlerini daha fazla himaye etmeliyiz. Meselâ Ankara’da da bir millî mensucat şirketi vardır ki, topallıktan hâlâ kurtulamıyor. Geçenlerde ziyarete gittim. Bakdım ki, tezgâh başında bulunan ustaların hepsi Hıristiyandır. Ankara’da çıkan bir takım örmeler var, bir takım güzel şeyler yapılıyor. Fakat bunların hepsi maalesef Hıristiyan elindedir. Müslümanlar şimdiye kadar Ankara’nın kıymetini daha ziyade artıran, mesela ‘sof’ işleri vardır ki; bu işlerde bile Müslümanlar kendi haklarını, kendi kârlarını Hıristiyanlara kaptırmışlardır. Softan sonra diğer iş ve işletmelerden Hıristiyanlar Müslümanlara nispeten çok fazla temettü ile para kazanıyorlar. Bu, Ankara için zuldür ve ayıptır. Kanun yapmaktan ziyade bilhassa memleket münevveranının millî cemiyetler ve millî şirketler ile mensucat ve mamulâtı dahiliyemizin terakkisine çalışması lâzımdır.”[13]

Nihayetinde Anadolu’da Hıristiyanların ortadan kaldırılması, üretim ve pazarlama zincirine ağır bir darbe vurdu. Hammadde, işleme ve satış arasındaki halkalar koparak yok oldu, ekonomi pek çok yerde çökme noktasına geldi.[14]

Ama… Sermaye de Türkleştirilmiş oldu!

Bilmeyen var mı? 1914’teki Rum ve 1915’teki Ermeni katliamı ile Anadolu’daki belli başlı aileler soykırıma uğrayanlar ve zorla göç ettirilenlerden kalan mülke kolay yoldan konmuşlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki özel sermaye, Selanik’ten göç edenler (Bezmen, Titiz, Yalman vb.) tarafından oluşturuldu. Sonraları Türkiye’de öne çıkan büyük sermaye gruplarının bazılarının kökenleri Cumhuriyetin ilk yıllarına dek uzanmaktadır. İş Bankası bu dönemde en hızlı gelişimi sergilemiş ve sonraki dönemlerde de büyümesini sürdürmüştü. Bunun dışında Koç, Sabancı, Çukurova gibi büyük grupların kurucuları 1920’lerde iş dünyasında henüz ilk adımlarını atıyorlardı…

1940’lı yıllarda atölye ölçeğinde imalata başlayan Akkök (iplik ve dokuma), Eczacıbaşı (ilaç ve seramik fincan), Yaşar (boya), Ülker (bisküvi) gibi gruplar, 1950’li yıllarda bu faaliyetlerini tipik olarak TSKB kredileri ile fabrika ölçeğine taşıdılar. Türk Traktör’ün Türk sermayedarı Vehbi Koç oldu. 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül olayları da Rum ve Ermeni mallarına el konulması da belirli bir zengin kesim yarattı.

Erdoğan Demirören, Beyoğlu’ndaki Rum menkullerini ele geçirenlerin başında idi. Bundan sonra iktidarla işbirliği yapan aileler İnönü ve Menderes zamanında ihaleler alarak zengin oldular.[15]

“VARLIK VERGİSİ” ZORBALIĞI

11 Kasım 1942’de TBMM’de kabul edilen dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu tarafından, “Bize iktisadi istiklalimizi kazandıracak bir fırsat”, bir “ihtilal kanunu” olarak sunulan[16] Varlık Vergisi Kanunu, yine onun ifadesiyle, “Piyasamıza hâkim olan gayri Türk unsurları bu sayede bertaraf ederek Türk piyasasını Türk tüccarlarının ve Türklerin eline” vermeyi amaçlıyordu. Bu güzergâhta yapılan, “Gayrimenkullere tarh edilecek (kesilecek) vergilerin ancak dörtte birinin Türklere” kesileceğini ilan eden[17] zorbalıktan başka bir şey değildi.

1941’de Türkiye-Almanya Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın imzalanması Varlık Vergisi’nin çıkarılmasında etkili olurken; bu ırkçı uygulama Türkiye’de 1942-1944 yılları arasında esnaf ve üreticilerden alınan olağanüstü servet vergisinin adıydı. Vergi borçlarını geciktiren mülk sahiplerinin servetlerini vergilendirmek için yürürlüğe giren kanun hükmüydü(!). Ama bu, Türk mülk sahipleri için geçerli değildi. Vergi borçlarını geciktiren Rumlar, Yahudiler, Süryanîler ve Ermeniler için yürürlüğe konuldu ve 1.5 yıl sonra da kaldırıldı.

Gayrımüslim kitlenin hedef alındığı uygulamayla, vergisini ödeyemeyenlerin fabrikaları, malları, dükkânları, evleri yok pahasına satılarak tahsil edilirken; vergi borçlarını geciktiren gayrımüslimler de Aşkale çalışma kampına sürüldü.

Dönemin CHP erkânından Suat Hayri Ürgüplü’nün, “Gerçi koyduğumuz rakamların tamamını alamadık ama yine de Hazineye büyük gelir sağlanmış oldu. Yaklaşık 465 milyon liralık vergi konulmasına karşılık 315 milyon lira toplanabildi. Bunun 221 milyonu İstanbul’dan sağlandı. Maaşlar ödenebildi. Bazı zorunlu hizmetler gerçekleştirilebildi,” diye izah ettiği uygulamayla 2.057 Yahudi, Rum, Ermeni tüccar ve patron Aşkale’ye sürülmüşlerdi. Devlet zorbalığıyla haczedilen azınlık malları yok pahasına Türklere devredilmişti.

Özetle Varlık Vergisi coğrafyamızda azınlıklara yönelik birer ekonomi terörü olarak tarihe geçmiştir, Türk(iye) burjuvazisinin gayrimüslim olmayan unsurlarının da dolaylı katkısıyla…

Dönemi aklamak için verginin ırk ve din ayrımı yapmadan herkese uygulandığı yalanı söylense de bunun doğru olmadığı, hem yasanın uygulamalarıyla hem de dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun partisinin grubunda yaptığı şu açıklamalarıyla sabittir: “Bu kanun, bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz. Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları hâlde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.”

Müslüman Türk iş sahipleri için ödenmesi gereken vergi yüzde 4.94 gibi gayet makul iken, Ermeni vatandaşlar için yüzde 232, Yahudiler için yüzde 179, Rumlar için ise yüzde 156 gibi ödenebilmesi imkânsız boyutlardaydı.

Görüldüğü üzere Varlık Vergisi, ülkedeki dini-dili-ırkı farklı azınlıkları Türk saymayan, milli burjuvaziden sadece Müslüman Türkleri anlayan zihniyetin sözde ekonomiyi millileştirme politikasıydı. Millileştirmeden anladıkları ise azınlıkların mallarına el koyup onları egemen ulus burjuvazisine peşkeş çekmekti. Bu politikanın devamı pratiğe 6-7 Eylül kalkışmasıyla geçti. O günlerde bu trajediyi yaşayanlardan bazıları olayları şöyle aktarıyor:

Anastasiu İ. Antoniadis: “Babam İsaak, un ticaretiyle uğraşıyordu. 1943’te 100 bin lira Varlık Vergisi tarh edildi. Bu miktar elinde olmadığından ve herhangi bir gayrimenkulü olmadığından 6 Ağustos 1943 tarihinde, 68 yaşında tutuklandı ve Sivrihisar’a gönderildi. Orada, 24 gün sonra soğuktan çadırın içinde öldü. Yanına içine ismini yazdıkları kâğıdı koydukları bir de şişe gömmüşler, eğer mezardan çıkarırlarsa tanınabilsin diye.”

Ishak Terragano: ‘Küçük bir aktar dükkânımız vardı zaten kıt kanaat geçiniyorduk. Varlık vergisi çıkınca bize tam 120 bin lira vergi kesildi ödememiz mümkün değildi zaten toplasanız yıllık kazancımız 8 bin lirayı geçmiyordu. Sonuçta ödeyemedik 68 yaşındaki kalp hastası olan babam Aşkale’ye sürüldü çok geçmeden bu acıya dayanamayıp kalp krizinden öldü.”[18]

Ayrıca İshak Alaton da, “O dönem haciz memurları evimizdeki her şeyi sattılar. Mutfaktaki tencereleri bile. Babam buradan (Haydarpaşa Garı) vergisini ödeyemediği için zorla çalıştırılmak için Aşkale’ye gönderilmişti. Gittiğinde saçları simsiyahtı. Bir yıl sonra döndüğünde saçları bembeyaz olmuştu,” derken; Rumca yayınlanan ‘Apoyevmatini’ Gazetesinin sorumlu müdürü Mihail Vasiliadis de, şunları anlattı: “Evimize haciz memurları geldiğinde 3.5 yaşındaydım. Yaşadığım korku ve travmadan dolayı evimizin haczedildiği günü tüm detaylarıyla hatırlıyorum. Babam yatalak olmasına rağmen altındaki karyolayı bile haczettiler. Yasaya göre sadece işyerlerinin kapısı mühürlenebiliyordu. Diş hekimi olan babam evimizin bir odasını muayenehane olarak kullanıyordu. Haciz memuru evdeki bütün eşyaları bu odaya doldurup mühürledi. Oyuncak atımı aldıkları için ağladım ve bir hamal mührü açıp atı alarak bana verdi. Arkamdan gelen bir el kucağımdaki oyuncak atı hızla çekerek aldı ve odanın içine fırlatıp tekrar kapıyı mühürledi. Bu büyük bir gaddarlıktır. O anı unutamıyorum.”[19]

1955’İN 6-7 EYLÜL’Ü!

Sermaye böylece Türkleştirilmiş ol(uyor)du ki, söz konusu güzergâhta dev bir adım 1955’in 6-7 Eylül’ünde atıldı.

Max Horkheimer’ın, “Akıl kavramı ne kadar güçten düşerse, ideolojik manipülasyona, hatta en kaba yalanların yayılmasına o kadar elverişli duruma gelir,” saptamasıyla da nitelenmesi mümkün olan 1955’in 6-7 Eylül’ünde başta İstanbul olmak üzere, İzmir ve Adalar’da Rumlara ve diğer gayrimüslimlere karşı büyük bir linç ve yağma hareketi gerçekleşti. İki gün boyunca devam eden olaylarda birçok gayrimüslim yaralanırken, yaşamını yitirenler oldu. Maddi hasar ise çok büyük boyutlardaydı. Kalabalık güruhun önüne çıkan tüm dükkânlar, kiliseler yağmalanmıştı. Devletin kolluk kuvvetleri önceden haberdar oldukları hâlde herhangi bir müdahalede bulunmadan olayları izlemekle yetindiler. Olayların ardından birçok Rum ve gayrimüslim, sahip oldukları her şeyi geride bırakarak yaşadıkları alanları terk etmek zorunda kaldılar. Olayların tarihsel gelişimi, eski despotik devlet geleneği üzerinde yükselen yapının yeni sahiplerinin sınıfsal ihtiyaçlarıyla örtüşmekteydi.

Kapitalist üretim ilişkilerinin yeni yeni nüfuz etmeye başladığı Osmanlı devletinin son dönemine kadar, ticaret, ağırlıklı olarak gayrimüslim tebaanın eliyle yürüyordu. Bu olgu TC’nin kuruluş yıllarında da sürecekti. Lozan Konferansıyla “azınlık” statüsü verilen Rumlara ve diğer gayrimüslimlere, yeni gelişmekte olan Türk burjuvazisi bir taraftan gıpta bir taraftan da açgözlü bir kinle bakıyordu. Bu “azınlıklar”ın burjuva kesimlerinin sahip olduğu servet ve mülkiyete çeşitli biçimlerde el koyma girişimleri en açık ifadesini aslında daha II. Dünya Savaşı sırasında yürürlüğe konulan Varlık Vergisi ile bulmuştu.

TC devletinin kuruluşundan itibaren siyasal yaşama damgasını vuracak olan kesim Osmanlı’dan sarkan sivil-asker bürokrasi olacaktı. Burjuvalaşma öncelikli olarak bu bürokratik elit kesimde ve onun eliyle gerçekleşecekti. Bir taraftan M. Kemal, Türk burjuvazisine “zenginleşin” diye seslenirken, öte taraftan, kimi uygulamalarla gayrimüslimlerin elinde yoğunlaşan sermayenin, Türk burjuvazisine akışı amaçlanıyordu. Bu tarihlerde, İT çizgisinin takipçisi olan CHP tarafından hazırlanan “Azınlıklar Raporu”nun Rumlarla ilgili bölümünde şu ifadeler yer almaktaydı: “Anadolu’da bugün Rum yok denecek kadar azdır. Hiçbir yerde ilerde bir tehlike teşkil edecek durumda değildir. Binaenaleyh Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur. Bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin (500.) yıl dönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hâle getirmektir.”[20]

Türk egemenlerinin bu hedeflerine iki yıl gecikmeyle de olsa ulaşmalarına vesile olan, 6-7 Eylül Olaylarıdır. Osmanlı’nın son döneminde İT iktidarının, devleti kurtarmanın temel bir yönü olarak, milli bir burjuvazi yaratmayı kendine hedef koyması, azınlıkların mülksüzleştirilmeleri yolunda önemli bir dönemeç noktasıydı. Aynı amaçla 1915’te gerçekleştirilen Ermeni Soykırımı ile 1924’teki nüfus mübadelesi, bu İT misyonunu tamamlamak için yeterli olmamıştı. Ardından 1942-44 arasında getirilen Varlık Vergisi de, çok önemli bir adım teşkil etmekle birlikte kâfi görülmedi. Osmanlı’nın son döneminden bu mirası devralan yeni Türk devletinde, 6-7 Eylül Olayları Türk burjuvazisinin amacına ulaşmasında yeni dönemeç noktasını oluşturdu…

Olayların bilançosu çok ağır oldu. 7 Eylül’de İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğinde, ardında pek çok yaralı bırakmıştı ve maddi hasar çok ağırdı. Mahkeme kayıtlarına dayandırılarak verilen sayılara göre, 4214 ev, aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar sırasında tecavüz olayları da yaşanmıştı. İzmir’de ise 14 ev, 6 dükkân, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, Fuar’daki Yunan pavyonu ve İngiliz Kültürevi tahrip edildi. Dönemin İzmir gazeteleri 7 kişinin ağır, 50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazıyordu.

İzmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa istasyonuna geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı (örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111 kişi).

Kaynaklara göre, olaylardan sonra İstanbul’da 5104, İzmir’de 424, Ankara’da ise 171 kişi tutuklanmıştı. Ne var ki bunların çok büyük bir kısmı bir süre sonra serbest bırakıldı ve ceza alanlar küçük bir azınlığı oluşturdu.

Olayların hemen ardından basında önce, “halkın duygusal tepkisi”, “milli galeyan” gibi ifadeler yer alırken kısa bir süre sonra ağız değiştirilerek, hiçbir delile dayanmadan “komünistler” günah keçisi ilan edildi. Emniyetteki dosyada adı yer alan elli solcu aydın tutuklandı. Aceleyle hazırlanmış suçlular listesinde çok önceden ölmüş olanlar ve askerliğini yapmakta olanlar da vardı! Aydınlar 5 ay cezaevinde tutulduktan sonra beraat ettiler.

Sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz, tutuklanan solculara ne yapılacağı sorulduğunda “İstanbul’u yaktıran o heriflerdir. Hepsine müstahak oldukları cezayı verdireceğim. 10-15’ini sallandıracağım, geri kalanını da 25’er, 30’ar yılla zindanda çürüteceğim” yanıtını vermişti. Aknoz’un talimatına göre, olayların “komünistler dışında” birileri tarafından yapıldığını yazan gazeteler kapatılacaktı. Ancak olayların sorumluluğunu solculara yıkma fikrini danışmak üzere ABD’den getirtilen uzman, yaptığı araştırmadan sonra “komünist parmağı” görüşünü doğrulamayacak, bu kadar güçlü olmaları durumunda komünistlerin etrafı tahrip edeceklerine ihtilal yapmayı yeğleyeceklerini söyleyecekti.[21]

Toparlarsak: Yılmaz Karakoyunlu’nun, “Demokrat Parti’nin uluslararası siyaset planlamasındaki beceriksizliğinin yarattığı bir tür devlet kabadayılığı olarak tesirini sürdürecekti,”[22] notunu düştüğü 6-7 Eylül 1955 Pogromu temelde azınlık toplumlarını iç düşman gören bir siyaset zincirinin önemli bir halkasını oluşturmaktaydı. Hükümetler 1955-2003 yıllarını kapsayan dönemde, Türkiye’de yaşayan Rum toplumuna yönelik kısıtlama ve baskı önlemlerine devam ederek meşru hukuka dayalı hak ve özgürlük taleplerini gözardı ettiler. Bu siyasi programın İT zihniyetinin devamı olduğu ve Müslüman olmayan halkın vatandaş değil, doğduğu topraklarda yabancı olarak algılanmasından ortaya çıktığı açık. Müslüman olmayan halka karşı güdülen politikalar bilhassa 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yoğunlaştı ve 1962 yılında İsmet İnönü’nün başbakanlığından itibaren 2003 yılına kadar aktif olan Azınlıklar Tali Komisyonu koordinasyonu altında yürütüldü. 1964 sürgünü ve Gökçeada-Bozcaada’nın Rumsuzlaştırılması bu sürecin önemli aşamalarıydı… İstanbul Rum Toplumu’nun yüzde 98 oranındaki çok büyük bir bölümü yurtlarından uzakta yaşamak zorunda bırakılmışlardı.[23]

Tarihin iki kara günü olarak anılan 6-7 Eylül’e ilişkin olarak uzun ve ayrıntılı bir açıklama yerine, o kesitte Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan, 1988-1990 yılları arasında MGK Genel Sekreterliği yapan General Sabri Yirmibeşoğlu’nun, “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı,” sözlerini aktaralım.

General Yirmibeşoğlu’nun sözleri (itirafı) ek bir açıklamaya gerek bırakmayacak kadar net: 6-7 Eylül bir devlet harekâtıydı. Öyle “milli hisleri kabarıvermiş” bazı vatandaşların daha sonra yağmacılığa dönüşen kontrol dışı eylemleri filan değil. Dahası 30 Ocak 1923’te imzalanan “Mübadele Protokolü” uyarınca İstanbul dışında yaşayan bütün Rumlar Yunanistan’a gönderilmiş, yani Anadolu’da Rum kalmamışken 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’un yanı sıra İzmir, Adana, Trabzon, Mardin gibi illerde Yahudilere, Ermenilere ve Süryanîlere karşı eylemler düzenlendi. Örneğin Mardin sokaklarında Ermeniler için “Ya Bedros’un karısı ya Kıbrıs’ın yarısı”, Süryanîler için “Ya Butros’un karısı ya Kıbrıs’ın yarısı” gibi ırkçı ve nefret suçunun daniskasını oluşturan sloganlar eşliğinde boynuna haç ve çan takılmış bir eşek dolaştırıldı ve kentteki Süryanî ve kılıç artığı Ermeni çocuklara o çan sille tokat çaldırıldı…

6-7 Eylül üstüne söylenmedik az söz, yazılmadık az değerlendirme kaldı. Ancak pek konuşulmayan bir yöne dikkat çekmeli. 1915’te Ermenilerin “Büyük Felaket”, Diayaspora Ermenilerinin “Soykırım”, Türkiye’nin resmî tezinde “tehcir” denen olayda Anadolu’nun kadim kavimlerinden Ermeniler bu topraklardan adeta kazındılar.

1934’ün Haziran sonu, Temmuz başları arasında Trakya’nın hemen her kentinde, kasabasında kışkırtılmış kitleler Yahudilere saldırdı. 15 bin Yahudi apar topar ve tek bir bavulla Türkiye’yi terk etti.

Kasım 1942’de Varlık Vergisi yasalaştı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrimüslimdi. Vergi, gayrımüslim tüccarlara sermayelerinin kat be kat üstü oranında uygulandı.

1955’te 6-7 Eylül yaşandı. Binlerce Rum Türkiye’yi terk etti.

1964’te Kıbrıs ile ilgili gerginlik yaşandı. Savaşın sınırından dönüldü. Ancak 1930’da Mustafa Kemal ile Venizelos arasında imzalanan anlaşma tek taraflı olarak iptal edildi ve İstanbul’da yaşayan Yunanistan uyruklu Rumlar bir gecede ve yanlarına sadece tek bir bavul ve 200 lira almalarına izin verilerek sınırdışı edildi.

Şimdi soralım: 1915’te Anadolu’nun Ermenilerden “temizlenmesi” ile başlayan ta 1974 Kıbrıs çıkartmasına kadar süren sistematik gayrımüslim “temizliği” ile varılmak istenen sonuç nedir?

Ermeniler, Yahudiler, Rumlar Türkiye’den çekip gitmeye zorlandılar, onlar da çekip gittiler.

Peki onların mülkleri ne oldu? Tarlaları, evleri, işyerleri, sermayeleri ne oldu? Onlar da birlikte çekip gidemeyeceklerine göre birilerinin eline geçti.

Peki kimin?

“Bugün Türkiye’nin anlı şanlı, saygın sermaye gruplarından bazılarının kökeninde el konmuş Ermeni metrukesi ve ölü fiyatına kapatılan Rum mülkleri var” desek cevap ne olur?[24]

TEKRARLANAN TARİH!

Bu coğrafyada tarih -ne yazıktır ki!- kendini tekrarlayıp duruyor…

1912’de Rumlar Ege’den sürülmüştü. 1914 Kasımı’nda cihat ilan edildiğinde de, İstanbul sokaklarında neler olmamıştı ki? Arkasından daha beteri geldi…

1955 Eylülü’nde ise gerçek bir “eylemciye” bile ihtiyaç yoktu. Bir MİT ajanı Selanik’teki Atatürk evine sözde bomba koydu.

Tarih ile yüzleşmeyi beceremeyen Türkiye, neredeyse her ay yeni bir kıyımın anısının yükünü yurttaşlarının sırtına bindiriyor.

Bırakın 1915’i, 1938’i bir yana, yakın tarih bile kıyım tarihleri ile dolu. 1949’da bile çark dönmeye devam etmiş. 33 Kurşun olayı ile.

Eylül gelince 1955 İstanbul Pogromu, Temmuz gelince Sivas katliamı, 16 Mart İstanbul Üniversitesi katliamı, Bahçelievler kıyımı, 1978 Maraş kıyımı, aralık ayında “hayata dönüş” diye etiketlenen cezaevleri toplu kıyımı…

Bu döngü, “Kızıl Sultan” Abdülhamit tarafından 1895-1896 yılında Ermeni toplumuna yönelik hemen her kentte düzenlenen pogromlarla başladı.

Ve bu hortlak, daha sonra da Kürtleri yeniden hedef aldı,[25] alıyor da…

Tam da bu noktada Theodor Adorno’nun “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” aforizmasını hatırlamak gerekiyorken; söz konusu “yanlış hayat” resmî ideolojidir.

Onun zeminini kavramak için, milli eğitim müfredatı uyarınca 1915’te Çanakkale’de başlayarak 1923’te Lozan Antlaşması ile teleolojik serüvenini tamamlayan “milli destanın” neleri anlatı dışı bıraktığı sorusunu sormak gerekiyor. “Yedi düvelle savaş” iddiasına paralel olarak gerçekleşmiş bir başka “savaş”. Üzerine konuşulması bugün de “suç” sayılan bir “milli mücadele”. Devlet-i Âli ile Osmanlı bakiyesi millet-i hâkimenin el ele vererek sahneledikleri bu “destan” sonucunda Anadolu nüfusunun yaklaşık üçte biri yok edilmiştir. Hemen akabinde Topal Osman-Mustafa Kemal buluşması gerçekleşecek, o tarih ile 1923 arasında, Osmanlı tebaası 300 bin Pontus öldürülecek ve bütün varlıklarına el konulacaktır. Karadeniz bölgesinde bu sistematik katliamdan sağ kalan Hıristiyan nüfus, 1923-1924 mübadelesi sırasında Yunanistan’a gönderilecektir.

Sonuçta, 1915’te “Medz Yeghern” ile başlayan hamle tamamlanmış, Türkiye coğrafyası milli vakanüvis Falih Rıfkı Atay’ın sözleriyle “som bir Müslüman vatanı” hâline getirilmiştir. Bu sistematik “temizlik” içinde hayatta kalma umuduyla Müslümanlığı kabul eden aileler ise devlet tarafından kodlanarak kayıt altına alınmış olup hâlen de “hakiki Türk değil, kanun Türkleri” olarak fişlenmektedir. Devlet bu kayıtları tutmaktadır ama kaydını tuttuğu yurttaşlara kendi dillerinde konuşmayı “vatandaş Türkçe konuş” kampanyası ile yasaklamış, hatta 1934’te çıkarılan bir yasa ile “yan, of, ef, viç, is, dis, pulos, aki, zade, mahdumu, veled ve bin” heceleriyle biten soyadlarının da değiştirilmesine hükmetmiştir. Böylelikle, yüzeyde herkes “Türk” olacak fakat aynı zamanda “derin devlet” kayıtlarında “Türk-olmayan” olarak kodlanacaktır.

Bu karanlık anlatı içinde işlevini sürekli farklı “unsurlar” karşısında yenileyerek “beka mücadelesi” veren bir “derin devlet” yapısı giderek daha da mükemmelleşecektir. Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı, Dersim, Trakya, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 Pogromu, 1964 Pogrom ve sürgünü, sol entelektüelleri ve eylemcileri hedef alan siyasal cinayetler, Malatya, Çorum ve Maraş katliamları, Sivas katliamı, Hrant Dink cinayeti, Kürt siyasal kimliğine yürütülen sistematik savaş.

Bu “beka savaşı” zemini üzerinde ne Ekrem İmamoğlu’na “Gerçek soyadını açıkla” çağrısı yapan AKP’liye ne de belediye binasına Dersim tabelası asılmasına karşı mahkemeye başvuran Atatürkçü Düşünce Derneği ileri gelen şahsiyetine şaşırmak mümkün değil. Adorno’nun doğru yaşanması mümkün olmayan “yanlış hayat” nitelemesini çağrıştıran… tam da o “derin” zemin olsa gerek![26]

BUGÜN (MÜ?)!

Tüm bunlarla birlikte Ayasofya “yeniden fethe”dilirken; ya bugün mü?

2015 yılında Ortadoğu’da 7 bine yakın Hıristiyan katledildi. Bu katledilmelerin tamamına yakını dinî nefretle ilgiliydi. Ortadoğu’da bu nefreti körükleyen merkezler var ve kitleleri üzerinde de çok etkililer.

‘Open Doors’, Hıristiyanların dünya çapındaki durumuna ilişkin 2014 raporunda Hıristiyanlara baskı yapan 50 ülkeyi açıklamıştı. Türkiye 41. sıradaydı…

10 yılda Irak’ta yaşayan 1.5 milyon Hıristiyan’ın üçte ikisine yakını evlerinden ayrıldı örneğin. Irak’ta Hıristiyanların sayısı 1.4 milyondan 275 binin altına düştü. Hıristiyanların nüfusunun artış gösterdiği tek Ortadoğu ülkesi ise İsrail, 1948 yılında sayıları 34 bin olan Hıristiyanların nüfusu bugün 140 bin civarında.

Türkiye’deki nefret cinayetinin en çarpıcı örneği Hrant Dink oldu. Katolik Santa Maria Kilisesi’nin İtalyan rahibi Andrea Santoro da 5 Şubat 2006 tarihinde Trabzon’da bir fanatik İslâmcı tarafından öldürülmüştü.

Malatya’da 18 Nisan 2007’de İncil basımı yapan Zirve Yayınevi’nde çalışan Alman uyruklu Tilman Ekkehart Geske ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Necati Aydın ile Uğur Yüksel adlı Hıristiyanların boğazları kesilerek katledildi.

Anadolu Katolik Kilisesi Episkoposu Luigi Padovese de 2009’da Hatay’ın İskenderun ilçesindeki evinin bahçesinde bıçaklanarak öldürüldü.[27]

Türkiye genelindeki 17 Protestan kilisesine yönelik tehdit içeren mesajlar sonrası kilise önderleri yargıya başvururken; Protestan Kiliseleri Derneği Genel Sekreteri Umut Şahin, “Tehditler nedeniyle tedirginiz,”[28] derken; Recep Tayyip Erdoğan Ortodoks Kilisesi açıp, “Çoklukta birlik” mesajı verse de, Türkiye’deki Protestanlar, saldırı altındaydı…

2007’den beri Türkiye’deki Protestan toplumuna yönelik izleme raporları yayımlayan Protestan Kiliseleri Derneği’nin 2017 raporu, Protestanlara yönelik tehdit, baskı ve hak ihlâllerinin artarak sürdüğünü gösterdi. Raporda özellikle İzmir, Balıkesir, Samsun ve Van’da kiliseleri terör örgütleri veya bazı yabancı ülkeler ile ilişkili gösteren, toplumu kışkırtan yayınlar gözlendi. Tekzip talepleri mahkemelerce basın özgürlüğü gerekçesi ile reddedildi. Kışkırtıcı haberlerin yapıldığı yerlerde kiliselere saldırılarda ve idari yaptırımlarda artış gözlendi.

Ölüm tehditleri, fiziksel saldırılar: Mart 2017’de Ankara’da Hıristiyan içerikli yayınlar yapan Radyo Shema’ya tehdit içerikli mektup gönderildi. Temmuz’da İzmir Yeni Doğuş Kilisesi’nin önünde İncil yakıldı, yakılan İncil kilisenin kapısının önüne bırakıldı. Kamera arızalı olduğu için failler belirlenemedi. Kasım 2017’de Bahçelievler Lütuf Kilisesi’nin tabelası çalındı.

Balıkesir Kilisesi’ne saldırı durdurulamıyor: 2017 yılının Temmuz, Ağustos ve Aralık aylarında Balıkesir Kilisesi’ne yönelik 3 ayrı olay yaşandı. Kilisenin duvarlarına İslâm dini içerikli slogan yazıldı. Daha önce de aynı kilisenin kapısına “Türk İslâm Birliği” yazılı bir kâğıt asılmıştı. Daha sonra kilisenin tabelası sökülmek istendi. Son olarak da Kilise’nin kapısının altından kilise önderi ve bir kilise görevlisinin isminin yazılı olduğu ölüm tehdidi içerikli bir kâğıt bırakıldı. Ayrıca, ölümle tehdit edilen kilise görevlisinin evinin camları kırıldı.

Noel’de kamu destekli nefret iklimi: Daha önceki yıllarda olduğu gibi 2017 Noel (Doğuş) Bayramı ve yılbaşı döneminde, Noel ve yılbaşı kutlama karşıtı kampanyalar yapıldı. Sokaklarda afişler asıldı, broşürler dağıtıldı. Bazı kamu kurum ve kuruluşlarının bu kampanyalara katılması, yoğun bir nefret iklimine yol açtı, kutlamalar sırasında tedirginlik yaşandı.

‘İncil bulundurmak’ suçu: İstanbul Yeşil Çayır Kardeşliği isminde faaliyet sürdüren Kilise Derneği’ne Dernekler Müdürlüğü’nce denetim sonucunda, “Pazar günleri ibadet toplantıları yaptığı, dernek merkezinde Türkçe, Korece İnciller bulunduğu vb. nedenlerle bu faaliyetlerin durdurulması, aksi takdirde derneğin faaliyetten men edileceği” içerikli resmî yazı tebliğ edildi. Süreç devam ediyor.

Belediyelerin ‘Kilise’ sorunu: Ağustos 2017’de İstanbul Bahçelievler Lütuf Kilisesi’nin kiraladığı toplantı salonu gerekçe gösterilmeden, tutanaksız şekilde mühürlendi. Belediye yetkilileri, sözlü olarak, “kilise veya kilise derneğine müsaade etmeyeceklerini, mührün kilise kurma amacından vazgeçilirse kaldırılacağını” bildirdi. Mühür bir ay kaldı. Mal sahibini mağdur etmemek amacıyla salonun kilise toplantı yeri olmayacağı beyan edildi, mühür kaldırıldı. Eylül 2017’de İsevi Topluluklar Derneği’ne bağlı İzmir’deki Çiğli Kilisesi’nin tabelası, “kilise” yazması nedeniyle Çiğli Belediyesi tarafından söküldü. Kilise mühürlenip kapatıldı. Kilise, tabelanın indirilmesiyle yeniden açıldı. İzmir Karataş Kilisesi de Konak Belediyesi tarafından kapatılmak istendi, ‘kilise’ tabelasının indirilmesi ile sorun ortadan kalktı.

Sur Kilisesi’ne kamulaştırma: Diyarbakır Protestan Kilisesi, Diyarbakır Sur ilçesinde bulunan diğer kiliseler ve ayrıca 6 bin 300 parsel Bakanlar Kurulu kararı ile kamulaştırıldı. Kamulaştırma, Danıştay’dan dönse de, kilisenin müştemilatını ve bahçesini oluşturan 3 parselin yürütmesinin durdurulması talebini ise reddetti.

Sınır dışı edildiler: İstanbul, Mersin, Trabzon, İzmir, Erzurum, Bursa gibi kentlerde birçok yabancı uyruklu Protestan toplumu üyesi sınır dışı edildi veya oturma izinleri yenilenmeyerek 10 gün içinde ülkeyi terk etmeleri istendi.[29]

VE…

Hâl bu ve daha da fazlasıyken; Hrant Dink’in, “Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır”; Jean Baudrillard’ın, “Herkes ötekinin her şeyi olmak istiyor. Çünkü asıl soru derinlerde: Ben kendim için ne ifade ediyorum?” saptamalarını anımsayıp/anımsatmakta çok büyük yarar var…

Çünkü “Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, farklı tetikçileri kullansalar da, tarihleri farklı farklı da olsa, zihniyet aynı Türk-İslâm Sentezci, ırkçı, faşist, militarist ve sömürgeci zihniyettir.”[30]

Bu tarih ters yüz edilip, değiştirilmelidir!

Hem de Panait Istrati’nin, “Zorbalara dünyayı avuçlarında tutma gücünü veren şey herhangi bir ahlâki değer ölçüsü değil, ezilenlerin korkaklığıdır,” uyarısındaki üzere… o

2 Ağustos 2020, Çeşme Köyü. Sibel Özbudun, Temel Demirer.


[1]    Leonard Cohen, Nevermind.

[2]    Mehmet Keskin, “Zifiri Karanlıkta 6-7 Eylül”, Cumhuriyet, 8 Eylül 2015, s. 19.

[3]    Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, çev: Bahar Şahin, İletişim Yay., 7. Baskı, 2017.

[4]    Hüseyin Özbek, “19 Mayıs 1919 Üzerinden Postmodern Helen Saldırısı”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2020, s. 11.

[5]    Herkül Milas, Aile Mezarlığı, Doğan Kitap, 2020, s. 39.

[6]    yage, s. 44-45.

[7]    Mine Söğüt, “Biz ‘Ah!’ Diyoruz, Onlar ‘Ahti!’…”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2018, s. 9.

[8]    Dido Sotiriyu, Benden Selam Söyle Anadolu’ya, çev: Atilla Tokatlı, Can Yay., 16. Baskı, 2014.

[9]    Ümit Kardaş, “Türkler- Hıristiyanlar- Araplar”, Taraf, 28 Kasım 2015… http://www.taraf.com.tr/turkler-hiristiyanlar-araplar/

[10]  Ümit Kardaş, “Rumlar”, Taraf, 8 Eylül 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/rumlar/

[11]  Ümit Kardaş, “Rumlar (2)”, Taraf, 12 Eylül 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/rumlar-2/

[12]  Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Dünya Yay., 1961.

[13]  TBMM, 1337, s. 106.

[14]  Atilla Dirim, “Ankara’da Bir Fabrika: Maalesef Hıristiyan Elinde”, 30 Ekim 2017… https://marksist.org/icerik/Teori/8198/Ankarada-bir-fabrika-Maalesef-Hristiyan-elinde

[15]  Sait Yılmaz, “Koç ve Sabancı: 1915’ten Türkiye’de Kim Nasıl Zengin Oldu?”, 1 Ekim 2013… https://www.avrupademokrat.com/koc-ve-sabanci-1915ten-turkiyede-kim-nasil-zengin-oldu

[16]  Ayhan Aktar, Yorgo Hacıdimitriadis’in Aşkale-Erzurum Günlüğü (1943), İletişim Yay., 2011, s. 106

[17]  yage, s. 107.

[18]  Melisa Kohen, “Varlık Vergisi Trajedisi ve Yarım Kalan Bir Aşkın Hikâyesi…”, Sol, 11 Kasım 2013, s. 6.

[19]  Selçuk Yaşar, “Varlık Vergisi İçin Özür Dileyin”, Hürriyet, 12 Kasım 2011, s. 22.

[20]  Aktaran: Faik Bulut, Kürt Sorununa Çözüm Arayışları, Ozan Yay., 1998, s. 178. Bu raporun kapsamlı bir değerlendirmesi için bkz. Rıdvan Akar, “Bir Resmi Metinden Planlı Türkleştirme Dönemi”, Birikim, No: 110 (1998), s. 68-75.

[21]  Cem Keskin, “6-7 Eylül Olayları: Azınlıkları Tasfiye Hareketi”, 7 Eylül 2005… https://marksist.net/GUN/6-7.htm

[22]  Yılmaz Karakoyunlu, “Derin Devletin Bir Tertibiydi”, Milliyet, 11 Şubat 2013, s. 14.

[23]  Ümit Kardaş, “Rumlar (6)”, Taraf, 26 Eylül 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/rumlar-6/

[24]  Aydın Engin, “Anadolu’nun ve İlle de Sermayenin Türkleştirilmesi”, Cumhuriyet, 8 Eylül 2014, s. 5.

[25]  Ragıp Zarakolu, “Bitmeyen Eylül”, Gündem, 28 Eylül 2015, s. 14.

[26]  Zafer Yörük, “… ‘Derin’ Samsun: Sekiz Öfkeli Adam”, Yeni Yaşam, 26 Mayıs 2019, s. 7.

[27]  Mustafa Erdemol, “Hıristiyan Domateslere Ölüm”, Birgün, 27 Eylül 2016, s. 5.

[28]  Çiğdem Yılmaz, “Protestan Camiasında ‘Tehdit Mesajı’ Paniği”, Milliyet, 10 Eylül 2015, s. 20.

[29]  Sinan Tartanoğlu, “Tehdit Altında Yaşıyorlar”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2018, s. 12.

[30]  Eren Keskin, “6-7 Eylül 1955”, Yeni Yaşam, 4 Eylül 2019, s. 5.

ABD tetikçiliği: Türk dış politikası

Amerikalı olmak isteği, tüm sağ siyasetin, tüm devlet eksenli siyasetin gizli veya açık hedefidir. 1950’lerde Menderes NATO’ya girerken, ABD’nin kendisine koştuğu, Kore’ye asker göndermek gibi şartları hiç ağır görmüyordu ve ülke içinde “küçük Amerika” olmak hayali ile dolaşıyordu.

Acaba, Erdoğan’ın, “Green Kart”ı var mıdır? Amerika’da oturum izni var mıdır? Sadece büyük oğlu mu ABD’de oturum hakkına sahiptir? Bu soruları, bir bilgi üzerine sormuyorum. Dahası, amacım Erdoğan’ın ABD’ye kaçacağı izlenimini vermek de değil. Ama bu kadar Amerikan hayranı, bu kadar Amerikan devletinin emireri olunca, en tepedekilerin dahi Amerika’da yaşama belgelerini hazır etmek isteyeceklerini düşündürmek istiyorum. Hepsi, bizim Anadolu Sosyalist Devrimimizin ardından, başarabilirlerse, tam takım ABD’ye gidecekler ve orada, “Amerika’daki Türk hükümeti” diye bir çalışma başlatacaklardır.

Aslında bu, ABD sevgisi değildir. Köleliğidir. TC yöneticileri, bugün ve dün, hep Amerikan hayranı olmuşlardır. NATO’dan bu yana bunu rahatlıkla izliyoruz ama mutlaka eskisi olmalıdır. NATO, tüm bu “sevgi”yi, sistematize etmiştir. Artık, ABD yönetimini “sevmeyen”, “biat etmeyen”, yönetici olamıyor. Orduda da böyledir. ABD “sevgisi” sistematize edilmemiş hiçbir general, istediği yere gelemez, hiçbir bürokrat, belki gözden kaçan olabilir, yükselemez, hiçbir siyasi lider iktidara gelemez vb.

AK Parti iktidarında bu durum değişmiştir. Artık, ABD’ye biat etme mekanizması ilerlemiş, TC devletinin dış politikası, ABD tetikçiliğine yükselmiş, “en kıymetli ihraç malınız askerinizdir” sözüne uygun bir organizasyon ve sistem kurulmuştur. Artık, ordu için mesela “kurmay”lara ihtiyaç yoktur, mesela bilişim sektörü için “bağımsız uzmanlara” ihtiyaç yoktur, mesela NATO yolları yapılacaksa, o yolları yapan inşaat firmalarının “planlarına” ihtiyaç yoktur. İşte aynı biçimde dış politikada da “bilgili”, “uzman” diplomatlara ihtiyaç yoktur.

Eskiden de, dış politikanın kurmayları ABD çıkarlarına karşı iş yapmazlardı. Yine ABD ve NATO’ya hizmet ederlerdi. Ama Erdoğan’ın “monşerler” dedikleri bu kadro, NATO çıkarlarına hizmet etse de, bilgili idi. Çünkü, o zaman TC devletinin formatlanmış bir dış politikası vardı. Elbette bu politika da ABD ve NATO çerçevesinin içinde kalıyordu. Oysa AK Parti, bu kadroları tasfiye emri aldı. Kendisi tasfiye etmedi, kendisine tasfiye ettirildi. Erdoğan ve şürekası, %10 komisyonları dışında, hiçbir kararı ABD’den bağımsız almamışlardır, alamazlar. Buna Ayasofya’yı da dahil edebilirsiniz, buna YouTube kanalında üniversiteli gençlere konuşma girişimini de ekleyebilirsiniz, “uçuyoruz ama kimse görmüyor” açıklamasını da. Tasfiye kararları, ABD emridir. Tasfiye edilenler, dün ABD’nin ve NATO’nun emirlerini yerine getirenlerdi, ama tek kusurları “uzmanlıkları” vardı. Yeni dönemde ABD, TC devletinin hiçbir yerinde, “uzman” kadrolar istemiyor ve bu AK Parti’nin İhvancı politikalarına son derece uygundur.

Fethullah Gülen’in ekibinin güç kaybetmesi ve FETÖ olarak isimlendirilmesi de bunun içindedir. Gülen ve Erdoğan, iç içedir. Ama Gülen’de teşkilât vardır, bir “uzmanlık” vardır. Bu uzmanlık, her zaman ABD isteklerine göre kullanılmayabilirdi. TC devleti, eskisi gibi, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak, “ortaklaşa sömürge” olarak kalamaz. Bu durumda, siyasal alanı elinde tutan NATO’nun beyni ABD ile, ekonomik alanı elinde tutan Almanya, Fransa, İngiltere, yani AB arasında bir çatışma olduğu sır değildir. Öyle ise, bu paylaşım savaşımında, artık bir adet FETÖ yoktur. İngiltere’nin FETÖ’sü, ABD’den ayrıdır, İsrail’in, Almanya’nın, Fransa’nın, en azından bu beş gücün ayrı ayrı FETÖ’sü olduğu kesindir. AK Parti için de böyledir, en az 5 adet AK Parti var idi, artık, AK Parti diye bir şey yoktur. İşte FETÖ tasfiyesine bu gözle bakmak gerekir. Uzmanlaşmış bazı kadrolar, eski uzmanları tasfiye ettikten sonra, orada durmamalıdırlar ve yeni bir tasfiye devreye sokulmuştur.

AK Parti dönemi, tam bir fakirleşme dönemidir. Sadece özelleştirmeler vb. yolu ile devletin yağmalanmasından söz etmiyoruz. Aynı zamanda devlet bürokrasisinin uzmanlıktan arındırılması sürecidir bu. Buna da fakirleşme diyebilirsiniz. Artık, ordunun “kurmay”a ihtiyacı yoktur. ABD emrinde tetikçilik yapacak bir ordunun, akla ihtiyacı olmaz. Bu fakirleşme, kültürel alanda da vardır. Hayatın her alanındadır. Yoksa Erdoğan nasıl olur da “uçuyoruz kimse görmüyor” diyebilir. Erdoğan ve çevresinin, duyma, görme, algılama yetenekleri sınırlandırılmıştır. Sadece paranın kokusunu alabiliyorlar. Yer ve mekân algıları yoktur, sadece rantın ve yağmanın yerini bilebiliyorlar, navigasyonları o kadar gösteriyor. Sadece ABD emirlerini alabiliyorlar. Başka bir alma kapasiteleri yoktur. Sadece Rusya’dan geleni ABD’ye aktarıyorlar, onu yaparken de yalanlarını eksik etmiyorlar ve sadece ABD emirlerini iş olarak ele alabiliyorlar. Tüm organizasyon yetenekleri budur. Bu durumu anlayabilirseniz, neden maske dağıtamadıklarını da anlayabilirsiniz.

Saray Rejimi, kendine verilen alanda, %10 ile motive olan bir emirerleri grubu gibidir. İçeride baskıyı artırmak dışında sağ kalamayacaklarını düşünüyorlar. Ömürlerini uzatmaları buna bağlıdır. Dışarıda da savaş çığırtkanlığı, gerginlik ve saldırganlık, onlara gelen emirdir ve bu da iktidarlarını uzatmak için bir şans olarak görünmektedir.

TC devletinin dış politikası, ABD dış politika ofislerinin, alt düzey bir departmanıdır ve başındakinin Dış İşleri Bakanı unvanlı kişi olmadığı da kesindir.

Akdeniz’deki gelişmelere bu gözle bakmak gerekir.

TC devleti, sadece ve sadece ABD’nin söylediği, emrettiği şeyleri yapmaktadır. Bunları yaparken, bir Türk tarzı içine katma ihtimalleri, ancak ABD’nin sessiz onayı ile mümkündür. Tüm özerklikleri bu kadardır.

Akdeniz meselesinin bir yanında Suriye, Lübnan ve İsrail açıklarında var olan gaz yatakları vardır. İsrail, Suriye savaşını da fırsat bilerek (Suriye savaşını neden uzatmak istediklerinin anahtarı buradadır. TC devleti, Suriye savaşını uzatmak için, ABD emirleri ile hareket etmektedir. Ve bölgede işgal ettikleri yerlerin anlamı da budur), bu gaz ve enerji yataklarına el koymaya çalışmaktadır. Bu enerjinin buradan Avrupa’ya taşınması meselesi vardır. Kıbrıs, bu nedenle tartışmanın içindedir. Mısır da.

Normalde TC devleti, konu ile ilgili, Suriye, Lübnan, Mısır ile bir anlaşma yoluna gidebilirdi. Buna İsrail’i de ekleyebilirlerdi. Türkiye ve Suriye anlaşması gerçekleşmiş olsa idi, Türkiye, büyük bir olanak elde etmiş olacaktı. Ve ardından Yunanistan ve Kıbrıs ile anlaşmaları gerekirdi.

Ama bu olmuş olsa idi, bu kez İsrail’in etkinliği azalacak ya da ortadan kalkacaktı. Demek ki, Erdoğan ve TC devleti, İsrail etkinliği için çalışmaktadır. Ama İsrail ile Yunanistan ve Kıbrıs arasında anlaşmalar var ve TC devleti, Yunanistan’ı “düşman” ilan etmektedir. Yani, eğer Yunanistan ve Türkiye, iki karşıt uçta ise, bu durumda İsrail de Türkiye ile karşıt kutupta demektir. Görüntü budur ama aslında TC devleti ABD emirleri gereği, aslında attığı her adımda İsrail politikalarını desteklemektedir.

Şimdi, tekrar geri dönelim. Suriye savaşını kim uzatmaktadır? ABD uzatmak istiyor, İsrail uzatmak istiyor, İngiltere artık bu konuda çok da ısrarlı olmayabilir. Ama bu istekleri hayata geçirecekleri politikayı, sahaya TC devletini sürerek yapabiliyorlar. TC, bugün, işgal ettiği yerlerden çekilip bunları Suriye devletine bıraksa, İdlib’de desteklediği ve organize ettiği IŞİD çetelerini Suriye’ye teslim etse, Suriye savaşı sayfası kapanmış olur. Ama TC devleti, bunu yapamaz. Zira, ABD ve İsrail çıkarlarına terstir ve AK Parti iktidarının, “yeni Türkiye Cumhuriyeti”nin, ülke politikası yoktur. Hani deniyor ya, devlet içinde uzman kalmadı. Gerekli değildir. ABD ve İsrail’de uzman var, sahaya sürecek “Mehmet” eksik.

TC devleti, eğer Suriye savaşını uzatmamış olsa, bölgeden çekilse ve Suriye ile anlaşmış olsa, Suriye ile konuşma olanağı olacak. Bu kadarla kalmayacak, bölge ülkeleriyle de konuşma şansı olacak. Şimdi, Lübnan kendisini dinleyecek mi? Duyma ve görme yetenekleri olmayan bir kurukafalar iktidarının, kendini dinletebilmesi için “ölüm” saçıyor olması gerekir. İyi ama nereye kadar?

Aynı şekilde, TC devletinin İsrail ve Mısır ile diplomatik ilişkilerinin olmamasının nedeni de budur. İsrail eksenli enerji projesi tamamlandıktan sonra, TC devleti, ABD elçiliğinden gelecek yeni bir emirle, İsrail ve Mısır ile diplomatik ilişkiler kuracaktır.

Pentagon, TC devletine, Libya’daki Trablusgarp hükümeti ile bir “Mavi Vatan” propagandalı anlaşma yapmasını, Libya’ya dahil olmasını, oraya, tanesi 45 sentten asker göndermesini istemiştir. Saray Rejimi, bunu çok sever. Zira Suriye sahasına ilaveten bir yeni saha daha açılınca, içeride ömrü uzayacak, aldığı görevler nedeni ile ABD “ondan vazgeçemeyecek” diye düşünüyorlar. Çaresizlik kötü şeydir işte. Ne yapsınlar. Bu kadar “ufuk” ile, bu kadarını görebiliyorlar. ABD kendilerine ne kadar çok görev verirse, o kadar Saray Rejimi’ni, Erdoğan iktidarını desteklemek zorunda kalacak diye düşünüyorlar. Ne Saddam’a bakmışlar, ne diğer ABD uşaklarına. Hiçbir efendi, uşağa verdiği görevler nedeni ile onun yaşamasının garantisini ona vermiş olmaz. Her zaman efendiler, tüm işlerini uşaklara vermiştir ve her zaman o uşakların yenileri bulunmuştur. Eskilerinin nasıl gittiği ise bir ayrı hikâyedir.

Acınacak hâl bu demektir. Erdoğan, ABD’den gelecek emirler ne kadar çok ise, görevler ne kadar fazla ise, o kadar çok iktidarda kalacağını düşünüyor. Dış politikadan anladıkları budur. Fakirlik çekilir bir çile değildir, hele akıl fakirliği dayanılır bir şey değildir.

Peki ABD Akdeniz’de ne istiyor?

Biri, İsrail’in patronu olmaya çalıştığı, el koyduğu enerjinin nakli ve bunun ABD denetimde yapılmasını istiyor. Ama işin, herkesçe görünen ve önemsiz parçasıdır. Zira, zaten Avrupa, gaza çoktan ulaşmıştır ve belki de Libya, AB için daha iyi bir çözümdür.

Demek ki, Libya’daki savaşın, kimin iyi kimin kötü olduğundan bağımsız olarak uzatılması da bu nedenle ABD çıkarınadır. Burada da görevli tetikçi Türkiye’dir.

Esas olarak ABD, Akdeniz’in karışmasını, gerilmesini, gerginliğin tırmanmasını istiyor. Bu yolla, AB’yi meşgul ve rahatsız edecek, bu yolla Rusya’nın Akdeniz’deki etkisinin önüne geçmiş olacak. Esas hedef budur.

Böyle bakınca, Akdeniz’den bir büyük savaş çıkması zor görünmektedir.

Öyle ise ABD bu savaşı, Çin Denizi’ne mi taşıyacaktır? Çünkü, Rusya’yı Ukrayna ile meşgul etme politikaları yeniden öne çıktı. Dahası, Karadeniz’de NATO tatbikatları arttı. Akdeniz’de gerilim yükseliyor. Tüm bunlar, dikkatleri bu alanlara yoğunlaştıracak olan Rusya’nın, Çin ile işbirliği potansiyelini fiilî olarak düşürecek mi?

TC devletinin Azerbaycan ve Ermenistan sınırındaki provokasyonu da bu tabloya eklenmelidir. TC devleti, ABD emri ile, tüm Türk cumhuriyetlerinde harekete geçme isteğindedir. Öyle anlaşılıyor TC devleti, Rusya’ya karşı daha açık bir tutum içine girecektir.

TC devletinin ana sorunu, tüm bunları yaparken görmek istemediği, artık onlar görmez ve duymazdırlar, ABD’nin politikalarının eskisi gibi etkili olmadığıdır. ABD hegemonyası çözülmektedir. Belki bu nedenle TC devletine daha çok görevler vermektedirler. İyi ama, Suriye meselesi ortadadır.

TC devleti, Saray Rejimi, her alanda “zafer”ler görme isteğindedir. Akdeniz’de her gün zaferler kazanıyorlar. Suriye’de zafer üstüne zafer. Libya’da zaferler kazanıyorlar. Muharrem İnce ile zafer kazanıyorlar. Koronavirüse karşı, kendilerini en başarılı devlet ilan ediyorlar. O kadar çok zafere muhtaçtırlar ki, Cemil Bayık öldürüldü, diye manşetler atıyorlar. İçişleri Bakanı “bizim terörle mücadelemizi izlemeye devam edin” türünden arkası yarın dizisi mesajlarını veriyor. Ama sonra ortaya çıkıyor ki, TC devleti, Iraklı komutanları öldürmüş. Emin olun, ABD bu Iraklı komutanların öldürülmesini istemiştir.

Gerçeklikten kopmuş Saray Rejimi, kendini ayakta tutabilmek için, her türlü yalanla kol kola, her türlü karanlıkla iç içe, her türlü savaş kundakçılığı ile yan yana olmaktan başka çare göremiyor.

Şimdi Yunanistan ile savaşa yaklaşıp teğet geçerek tansiyon yükseltmeye çalışıyorlar. Her hamleleri, en büyüğünden en küçüğüne ABD emri ile hayata geçmektedir.

Bu gerilimin artık Saray Rejimi’ne ömür taşıyacağı da şüphelidir.

Akdeniz’i, Ege’yi, Karadeniz’i gerilim ve savaş kundakçılığı alanları hâline getirmek, içinde yaşadığın coğrafyayı zehirlemektir. Tüm savaşçı güçleri bölgeye davet etmektir. Fransız gemileri harekete geçmiştir bile. Karadeniz’de ABD, İngiliz gemileri, en başta Türkiye için tehdittir. En başta Türkiye’nin bölge ülkeleri ile gerilimini yükseltmektedir.

Çözüm: Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, bugünlerde, ayakta durabilmek için çok farklı yollar denemektedir. Aslında hiçbiri de yeni değildir. Ama “yeni” diye sahaya sunulan, tedavüle konulan metotlara bakınca, Saray Rejimi’nin çok da zor durumda olduğunu anlamak zor değil. Aya Sofia’nın camileştirilmesi, Karia Müzesi’nin cami yapılıp Diyanet İşleri’ne devri, Diyanet İşleri Başkanı’nın şeyhülislam rolündeki ucuz oyunculuğu ile kılıç sahnelerinde poz vermesi, Akdeniz’de her gün zafer kazanmış ordumuzun Saray basınında boy vermesi, Karadeniz’de gaz bulduk müjdesi ile ortaya konan ucuzluk, aslında Saray Rejimi’nin çok da “iyi” günler geçirmediğini göstermektedir.

Ve hiçbiri, bu hamlelerin hiçbir tanesi, Erdoğan’a yeni oy akıtmıyor, prestijini “dünya lideri” olmanın daha da “ileri”sine taşımıyor, hatta dibi delik bir kap gibi sürekli oy kaybetmesini de durdurmaya yetmiyor. “Şahsım” uçmakla meşguldür ve buzdolapları da bunun en somut kanıtıdır.

Artık, hiçbir yalan işe yaramıyor.

Artık, hiçbir abartı Erdoğan’ı “daha önce çıkarıldığı” tahttan daha yukarı çıkaramıyor.

Artık, hiçbir manevra ve hamle, komik duruma düşmelerine engel olamıyor.

Erdoğan “uçuyoruz” diye buyuruyor. “Müjde” haberleri için, gün ve saat veriyor, ama yine de imajı düzelmiyor, rüzgâr kendinden yana esmiyor.

Artık, mızrak çuvala sığmıyor.

Artık, devlet terörü, Saray Rejimi’nin saldırıları işe yaramıyor.

Artık, korku ile yönetme işinin sınırına gelinmiştir.

Artık, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” ile devam etmek mümkün değildir.

Artık, ABD tetikçisi olarak davranmanın sınırları ortaya çıkmaya başlamış, TC devletinin “dış politika” dediği şey yerle bir olmuştur.

Daha 2 yıl önce, “cumhurbaşkanlığı” sistemi ile Türkiye’nin uçacağını söylüyorlardı. Şimdi, Erdoğan, “aslında biz uçuyoruz ama kimse görmüyor” dedikten bir gün sonra, “bu sistem ile devam etmek zorunda değiliz, değiştirebiliriz” demekten geri durmuyor.

Sanki bugün, Bahçeli, başkanlık sistemini, Erdoğan’dan fazla savunur durumdadır. Sanki, Erdoğan, “ben başta olayım da” neyi isterseniz değiştiririz diyor. Sanki, Kılıçdaroğlu ve Akşener, Erdoğan’ı “anlama” derdine sahiptirler.

Herkes, Saray Rejimi’nin ve TC devletinin bugünkü durumu üzerine tartışmaktadır. Sanki Erdoğan ve çevresi, Abdülhamid’e öykünüp, o role büründükçe, birileri de İttihat Terakki rolüne bürünmek için uğraşmaktadır. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük arasında ciddiyetini kaybetmiş arayışlar, aslında TC devletinin çözülmesinin ifadeleridir. Abdülhamid’den önce Osmanlıcılık, çok dinli, çok milletli bir imparatorluk kurtarma planı idi. Sömürgeleşmekte olan, paylaşım masasına yatırılmış olan Osmanlı’nın arayışının ifadesi idi. Abdülhamid, tek dinli sisteme geçmeyi daha uygun gördü. Farklı milletler ise, nasıl olsa “İslam” ile bir arada tutulabilirdi, görüşündeydi. Ama uzun sürmedi. Ne o farklı milletlere güvendi, ne de İslam’a.

Şimdi, sömürge bir ülkedeyiz. TC devleti, siyasal olarak ABD denetimindedir. NATO mekanizmaları, yakın döneme kadar bu iş için, bu denetim için en önemli mekanizmalar idi. Hâlâ da önemlidir. Ama ABD, Gülen hareketi, ılımlı İslam ve AK Parti ile birlikte, bu NATO mekanizmaları içinde kendi gücünü pekiştirecek adımlar attı. Hem Gülen hareketi ABD imalatıdır, hem de AK Parti ve Erdoğan’ın çevresi.

ABD, ekonomisinde AB ağırlığı olan Türkiye’yi, kendisi için tetikçilikle görevlendirmiş durumdadır. Bu görevlendirme: a- Türkiye AB’nin mi, ABD’nin mi sömürgesi olacak sorusuna verilen bir ABD yanıtıdır. ABD, bu tetikçilik görevlendirmesi ile, “Türkiye benim olmayacaksa kimsenin de olmayacak” demek istemektedir. b- İşler sürece bırakılırsa, ABD, Türkiye üzerindeki denetimini Almanya ve AB’ye kaybedeceğini görmektedir.

Tetikçilik görevlendirmesi tam da budur.

Aynı zamanda ABD’nin bölgemizde kirli işleri yaptırmasının en ucuz yoludur “tetikçilik”. Bu işin ABD’ye maliyeti düşüktür.

TC devleti, hem emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı nedeni ile çeteleşmektedir, hem de içeride devletin çözülmesine bağlı olarak çeteleşmektedir. Gülen hareketinin kaç türü vardır? Almanya’nın Gülen’i, İngiltere’nin Gülen’i, Fransa’nın Gülen’i, İsrail’in Gülen’i, ABD’nin Gülen’i olduğunu artık biliyoruz. AK Parti için de bu geçerlidir, mesela enerji bakanlığı için de bu geçerlidir. Yani devletin her kurumunda, her alanda bu çeteler kendileri adına iş yapmaktadır. Dahası, buna içerideki tekellerin ve güç odaklarının da eklenmesi gerekir.

İşte Erdoğan, “değişmesi gereken bir şey varsa değiştirelim” gibi sözleri, tam da bu ortamda, iktidarda kalma süresini uzatmak için söylemektedir.

CHP, “aman devlete zeval gelmesin” düşüncesi ile, kitleleri “sokaktan uzak tutmak” görevi ile görevlendirilmiştir.

Kısacası, egemen sınıfları “devleti kurtarma” korkusu sarmıştır.

Erdoğan, kendini kurtarma peşindedir.

Hemen hemen hepsi, bu işin böyle süremeyeceği fikrindedir. “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen, ama hiç kimsenin tanımadığı bir sistem var ortada. Erdoğan, sistemi tanımıyor ve kendisine “başkan” veya “sultan” denilmesini istiyor. İslamcılar tanımıyor, Erdoğan’a Abdülhamid diyorlar, Bahçeli tanımıyor “Sultan”a emirler yağdırıyor, işlerine karışıyor. Diyanet İşleri tanımıyor, bizzat kendisi şeyhülislam olarak davranıyor. Akar tanımıyor, bizzat gücün merkezinin kendisi olduğunu ilan ediyor. Damat, Erdoğan’ı, “kayınpederi” olarak tanımakla yetiniyor. Soylu tanımıyor, kendisini esas yöneten olarak ortaya koyuyor. Tarikatlar, kendilerine verilen mali desteğe bağlı olarak tepki koyuyorlar. Saray Rejimi’nin etrafındaki iş dünyası, her gün nakit akışı sürecek tarzda bir “tanıma” ilişkisi içindedirler.

Saray Rejimi de açıkça, anayasayı askıya almıştır.

TC devletinin uzmanları, Erdoğan’ın çoktan iktidardaki ömrünü tamamladığı fikrindedir. Erdoğan da bunun farkındadır.

Erdoğan iktidarı bitmiştir, ABD emri ile ömrü uzatılmaktadır.

Ama dahası var.

Artık, Saray Rejimi de yolun sonuna gelmiştir.

Erdoğan ve Saray Rejimi, ABD’nin savaş manevralarının geçici ihtiyaçlarına bağlı olarak ayakta durmaktadır. Bu durum, geçicidir. Erdoğan artık iş görebilecek bir araç değildir, Saray Rejimi, büyük bir korku ile sallanmaktadır.


İşte, “güçlendirilmiş parlamenter demokrasi” vurguları, artık Erdoğan’ı kurtarmak için değil, artık Saray Rejimi’ni kurtarmak için değil, TC devletindeki çözülmeyi durdurmak için dillendirilmektedir.

“Güçlendirilmiş parlamenter demokrasi” bayrağı ile, tüm devlet elitleri, tüm egemen sınıflar, tüm devlet içinde etkili çeteler arasında bir anlaşma yapılmak istenmektedir. Bu bir “cephe”nin alternatifidir. Bu cephe, daha çok Millet İttifakı diye bilinen CHP-İyi Parti ve diğerlerinin yer aldığı bir cephedir. Bu cephe, elbette devletin içinden de, devlet çarkından da desteğe sahiptir, egemen sınıfın temsilcilerinden de.

Doğrusu paylaşım masasında olan bir ülke olarak Türkiye’de, Erdoğan’ın rejiminin mi, yoksa “güçlendirilmiş parlamenter sistem”in mi olduğu, emperyalist güçlerin çok da umurunda değildir. Almanya, ABD, Fransa, İngiltere, Japonya için mesele, paylaşılacak bu coğrafyada paylarını artırmaktır. Paylaşım bittikten sonra, “sürdürülebilir” bir iktidar ve yönetim modeli geliştirebilirler.

Ama, paylaşımdan pay almak, payını yükseltmek anlamında, bu tartışma, onlar için önemlidir. Eğer Almanya, mesela Erdoğan’ın düşmesi hâlinde, kendine yakın kadroların iş tutabileceği ve iktidarı eline alabileceğini görürse, elbette Erdoğan’a karşı tutum alır. Bu mesela Almanya anlamında verdiğimiz bir örnektir. Aslında tüm emperyalist güçler için de geçerlidir.

İktidar içindeki kavganın daha çok “yerel” görünmesinin ana nedeni, bu emperyalist güçlerin, dünya çapında süren paylaşım savaşımının durumudur. Henüz Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere açıktan ABD karşısında silahlı bir çatışmaya girmek istemiyorlar.

Belki, son İran meselesi bu açıdan, dünden farklı bir tablonun işareti olabilir. İran’a ambargo konusunda devreye giren Trump, alışılmış olduğu üzere, Rusya tarafından veto edildi, Çin tarafından veto edildi. Ama bu ikisi, İran’a karşı ambargo kararlarını veto edebilir ve bu beklenendir. Oysa bu kez, Almanya, Fransa ve İngiltere de bu ambargoya açıktan karşı çıkmıştır. Belki bu tutum, bu 4 emperyalist gücün, ABD’ye açıktan karşı çıkma süreçlerinde bir ilerleme olarak ele alınabilir. Ama yine de, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya’nın ABD karşısına açıktan askerî bir güçle çıkmaları, savaşın bugünkü aşamasında çok mümkün değil, buna daha zaman var.

Ama öyle anlaşılıyor ki, bu kez ABD toprakları, bu paylaşım savaşımından azade olmayacak. Savaş, ABD topraklarını da saracak. ABD’nin saldırgan tutumu, bunu giderek zorunlu hâle getirecek kadar nettir.

İşte bu emperyalist diğer güçler, Erdoğan’ın değişiminde çok aceleci değildirler. ABD, Erdoğan’ı bir tetikçi olarak kullanmakta acelecidir. En son, Saray Rejimi, açıkça “ABD emri ile hareket ettiklerini” ifade etmiştir. Libya’da işler çetinleştikçe, bunu açıkça dile getirmeleri, NATO içindeki çatlağın da kanıtıdır.


Sistemin değişimi yönünde irade beyan eden ikinci grup, “hilafet” istemektedir. Ayasofya cami ilan edilince, aslında bu kesimler, bu taleplerini daha doğrudan dile getirmeye başlamışlardır. Elbette bunlar da devlet içindeki çetelerle bağlantılıdır.

Erdoğan’ın Müslüman Kardeşler bağları, bu kesim için önemli bir dayanaktır. Müslüman Kardeşler, İhvan hareketi, Türkiye’nin İslam cumhuriyeti hâline gelmesi ve buradan sonra da “hilafet” ilan edilmesi ile uyumlu olabilir. Elbette, sıra hilafete gelince, işler değişecektir. Ama şu anda, bu görüşün dile getirilmesi boşuna değildir.

Erdoğan ailesinin akıl almaz servetinin, “ulvî” bir amaç için çalıp çırpmanın “sevap” gösterilmesi ile aklanabileceği gibi bir ihtimal, Erdoğan için bu gruplarla ilişkilerini sürdürmek için önemli bir etkendir.

Hilafet zayıf bir olasılık olsa da, Erdoğan’ın iktidarını sürdürmesinde önemli bir dayanak olabilir. Belki de Erdoğan, bu Müslüman Kardeşler bağlarını, yarın Trump’sız bir Amerika ile karşılaşırsa yaşayacağı zorluklara karşı bir güvence olarak düşünmektedir. Ama nasıl ki Gülen hareketi bir güvence değil idi, Müslüman Kardeşler de olamaz. Hepsi ABD emrindedir.

Bu açıdan “hilafet” daha çok ABD-İsrail hattına uygun bir dış desteğe sahip olabilir.

“Osmanlı”nın yeniden diriltilmesi hayali de bunun bir parçasıdır. Yine, ABD-İsrail hattına uygundur. Osmanlı hayali ile Suriye’de gerçekleştirilen işgal, Türkiye-Suriye ilişkilerini germekle kalmadı, İsrail için hayatı kolaylaştırdı. Dahası, bu çerçevenin devamı olarak Türkiye-Mısır ilişkilerindeki gerilim, İsrail için büyük olanaklar ve yeni harekât sahası anlamına gelmektedir. Hem tüm bunlar, ABD tetikçiliği işi için de önemli bir “maske” olarak iş görmektedir.

Tüm bu iki öneri ve bunun çeşitli versiyonları, aslında, şu kabul üzerine oturmaktadır: 1- Erdoğan iktidarının sonu gelmiştir. 2- Saray Rejimi’nin böyle sürmeyeceği kesindir. İşte bu koşullarda, mesele “devleti nasıl kurtarırız” meselesidir.

Yani, bunlar egemen sınıfların arayışıdır.

İşçi ve emekçilerin arayışı ise bambaşkadır. Ülkeyi kurtaracak, toplumu kurtaracak, emperyalist boyunduruğa son verecek, savaşa ve sömürüye son verecek, “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne son verecek, tüm bölgede barışı egemen kılacak, halkların birbirine kırdırılmasına son verecek yol, işçi sınıfının, devrimcilerin yoludur.

Bu “Birleşik Emek Cephesi”dir.

“Anadolu Devriminin Yolu” isimli broşür, ilk olarak 1997 yılında yayınlandı. Sanırım, okuyucu bu broşürü, 2008 baskısı olan ikinci baskısı olarak bulabilir. Bu broşürün 42 ve 43’üncü sayfalarında, Anadolu Devriminin Yolu anlatılırken, Birleşik Emek Cephesi üzerinde durulmaktadır.

İşte buradayız.

Birleşik Emek Cephesi, zaman zaman Kaldıraç sayfalarında yeniden gündeme getirilmiştir.

Bugün, işçi sınıfına, devrimci harekete, sola lazım olan işte budur: Birleşik Emek Cephesi.

Birleşik Emek Cephesi, en başta, farklı siyasal ve toplumsal hareketlerin varlıklarını, farklılıklarını kabul eder. Ama, işçi sınıfı cephesinden, iktidarı alma sürecine bir müdahaleyi içerir.

Bugün, Erdoğan’ın gitmesi yetmez, diyoruz. Tek başına Erdoğan karşıtlığı ile yetinmek, Erdoğan gitsin de ne olursa olsun fikrine yatmak, işçi ve emekçiler için bir kurtuluş değildir. İki nedenle; birincisi, gerçekten de mesele Erdoğan meselesi değil, bir sistem meselesi olduğu için, ikincisi ise Erdoğan’ın zaten çoktan iktidarını kaybetmiş, orada ABD tetikçiliği görevi ile durmakta olduğu için.

Dahası var. Sadece Saray Rejimi gitsin demek de yetmez. Saray Rejimi, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” üzerine yükselmektedir. İçeride ve dışarıda saldırganlığa, savaş çığırtkanlığına dayanmaktadır. Ülkenin içinde terör estirmektedir. Elbette bu rejimin, Saray’ın alaşağı edilmesi önemlidir. Ama bu, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ile “tek kişi iktidarı” arasında bir tercih yapma meselesi değildir. Değildir çünkü, işçi sınıfı, kendi iktidarı için savaşmadan, bu yoldan geçmeden “demokrasi” diye bir şey ortaya çıkmaz.

Erdoğan öncesi “demokrasi” değildi. Tersine, Saray Rejimi, aslında 12 Eylül’ün bir devamıdır. TC devleti, tekelci polis devletidir. Burada “demokrasi”, ancak en zenginler için, ancak tekeller için vardır. Halklar için, işçi ve emekçiler için demokrasi, ancak ve ancak işçi sınıfının iktidarı alması ile olanaklıdır.

Birleşik Emek Cephesi, işçi ve emekçilerin, her düzeyde ve her türden örgütlenmelerinin içinde yer alacağı, devrimci direnişin cephesidir. Birleşik Emek Cephesi, devrimcilerin, solun, işçilerin, pratik mücadele içinde savaş arkadaşlığını örmesi ve geliştirmesi demektir.

Birleşik Emek Cephesi, sisteme karşı gerçek işçi alternatifinin ortaya konmasıdır. Bu anlamda, stratejik önemdedir.

Birleşik Emek Cephesi, bugün, hayatın her alanında ortaya çıkan sorunlara karşı, işçi ve emekçilerin kendi iradelerini örgütlemelerinin yoludur. Her cepheden gelişen devlet saldırılarına karşı direnişin geliştirilmesinin yoludur.

Birleşik Emek Cephesi, “şahsım”ın iktidarına karşı bir başka burjuva alternatife razı olmamak da demektir.

Bugün, devlet cephesi ile, işçi ve emekçilerin, halkların cephesi iki ayrı kutup hâlindedir. İster doğanın yağmalanmasına karşı mücadeleyi ele alalım, ister kadına karşı şiddet ve ayrımcılığı ele alalım, ister savaş karşısında tutumu ele alalım, ister en sıradan demokratik hakların savunulmasını ele alalım, hayatın her alanında, devlet ile işçi ve emekçiler karşı karşıyadır. Diyelim ki, bir tren kazasında ölenlerin ardından kazada sorumluluğu olanları dava etmiş olun, isterseniz bir inşaatta ölen işçilerin haklarını savunmak isteyin, isterseniz madende ölenlerin aileleri ile dayanışmaya geçin, isterseniz Kaz Dağlarında yangınların nedenlerini araştırın vb. hemen göreceksiniz ki, karşınızda devlet var. Ve o devlet, Erdoğan’ı, Bahçeli’si ile olduğu kadar, Akşener’i, Kılıçdaroğlu ile de sizin karşınızdadır. İster Kürt sorunundan söz edin ister sağlık emekçilerinin sorunundan, ister eğitim hakkından söz edin ister Suriye’deki işgal politikasından, ister barıştan söz edin ister artan sömürüden, karşınızda tüm güçleri ile devleti bulacaksınız.

Birleşik Emek Cephesi, tüm bu alanlarda, devletin karşısında, işçi ve emekçilerin ortak mücadelesinin ifadesidir.

Elbette Birleşik Emek Cephesi’nin örülmesi, birkaç günün işi değildir.

Ama bugün artık, böylesi bir pratiğin gündeme alınması mümkündür ve gereklidir.

Yalan, yağma, yoksulluk kader değil

Saray gaz çıkarıyor, hem de naklen yayınla.

Saray “uçuyor”, hem de alemler arasında.

Yalan, hem yağmayı, hem yoksulluğu gizlemek içindir.

Yoksulluk ve yağma, birbirinden ayrılmaz ikilidir; ne kadar çok yağma, ne kadar vahşi bir sömürü sistemi varsa, o kadar derin bir yoksulluk ortaya çıkıyor, hem yoksulların sayısı artıyor, hem de yoksullukları tarifsiz düzeylere varıyor. Bu madalyonun diğer ucunda, cebini dolduranlar, ülkeyi, doğayı, kamu mallarını yağmalayanlar var. Onlar servetlerine servet katıyorlar. Çalıyorlar, çırpıyorlar, dolandırıyorlar.

Damat’ın başına oturduğu Hazine, akıl almaz ucuzluklarla, pervasızca yağmalanıyor. Erdoğan’ın serveti sürekli artıyor ve tüm bunları “İslam aşkı” ile yaptığı yalanını sürekli üfürüyor. İşte böyle uçuyorlar.

Yalan, en büyük silahlarıdır ve artık “marifet” gerektirmiyor.

Her yerde, her durumda, her an yalan söylüyorlar.

Her yalanları, bir öncekini boşa çıkarıyor, ama utanmıyorlar ve daha başka bir yalanı “tedavüle” sokuyorlar.

Ayasofya ile, “dinci” çeteleri etraflarında toplamaya çalışıyorlar. Olmuyor.

Kadına karşı şiddet konusunda bir adım demek olan “İstanbul Sözleşmesi’ne” bile karşı çıkıyorlar. Oysa kadına karşı şiddetin önlenmesi, daha kapsamlı bir iştir. Ama bu kadarına bile tahammülleri yok. AK Parti içindeki kadınları boyun eğdirmeye çalışıyorlar. Dün imzaladıkları bu sözleşmeyi bugün kaldırma girişimleri, tüm kadınların boyun eğmesini sağlamak içindir.

Artık, her adımları, tükenişi yansıtıyor.

Erdoğan bitmiştir, efendisi ABD’ye iktidar süresini uzatmak için yalvarıyor, tetikçilik yapıyor.

Saray Rejimi, çözülmüştür, lime lime dökülmektedir. Her olay, Saray Rejimi’nin vaktinin dolduğunun göstergesidir.

TC devleti çözülmektedir.

Egemenler, yönetemez durumdadır.

Bu nedenle, şiddet ve yalan, karanlıklarını sürekli kılmak için sarıldıkları silahlardır. Yalan ve şiddetsiz yaşayamıyorlar.

Kaçıncı keredir; petrol buluyorlar, gaz buluyorlar. Hiç utanmadan, “müjde”li yalanlar açıklıyorlar, bu arada ise borsadan vurgunlar vuruyorlar.

Karadeniz, her yıl olduğu gibi, bu yıl da sele teslim oluyor. Sel yıkıp geçiyor. Saray Rejimi, her seferinde, “son 20 yılın en büyük yağmuru” yalanını söylüyor. Son 20 yılın en büyük yağmuru, artık nakarat hâline gelmiş bir yalan kalıbıdır. Hemen buna sarılıyorlar.

Karadeniz sahil yolu yapıldı yapılalı, Karadeniz’in her ilçesi, her ili sele teslim oluyor. Her seferinde insanlar ölüyor. Buna “doğal felaket” diyorlar.

Doğal felaket değil, cinayettir, siyasal cinayettir.

Sel, yağmurun ürünü değildir, doğanın yağmalanmasının, katledilmesinin ürünüdür. HES’ler ile, sahil yolu ile tahrip edilen Karadeniz’in artık bir parçası olmuştur sel cinayetleri.

Nasıl ki kadın cinayetleri politiktir, sel felaketleri de politiktir. Pek yakında olduğu tartışılan büyük deprem de bir cinayet olacaktır.

Halkın gözünün içine bakarak, bu kadar fütursuzca söylenen bu yalanlar, aslında bu cinayetleri örtmek içindir.

Bu yalanları bu kadar rahat söyleyebilmelerinin nedeni, halkın örgütsüzlüğüdür.

Zayıf halk örgütlülüğü, onların çürümüş sisteminin ayakta durmasının nedenidir. Karanlıklarının uzun sürmesinin nedeni, kitlelerin, işçi ve emekçilerin devrime uzak duruyor olmasıdır.

Bu cinayetler, biz örgütsüz oldukça sürecektir.

Bu cinayetler, sen seyrettikçe işçi kardeşim, devam edecektir.

Bu yalan, biz gerçeği bir güç olarak örgütlemedikçe sürecektir.

Bu kokuşmuş sistem, bu lanetli düzen, işçi ve emekçiler devrim ve sosyalizm bayrağını kaldırmadığı sürece sürecektir.

Buna dayanarak söylüyoruz: Bu kader değildir. Sel kader değildir, iş cinayetleri kader değildir, kadın cinayetleri kader değildir, işsizlik kader değildir, açlıktan kıvranmak kader değildir, hastalıklar kader değildir, eğitimin paralı hâle getirilerek halkın müşteri yapılması kader değildir, yoksulluk kader değildir.

Bunları değiştirmek mümkündür.

Bunun yolu, örgütlenmekten geçmektedir.

Tüm işçi ve emekçilere çağrımızdır: Gelin birlikte Birleşik Emek Cephesi’ni örgütleyelim. Gelin, Birleşik Emek Cephesi’ne katılın.

Mesele, Erdoğan’ın gitmesi değil tek başına, daha fazlasını almalıyız, işçi ve emekçilerin iktidarını örmeliyiz. Erdoğan zaten gidicidir. Bununla yetinmemek, daha ilerisini almak, ancak örgütlülüğe bağlıdır.

Sendikalı işçi, sendikalarını Birleşik Emek Cephesi’ne katılmaya ikna et, zorla.

Sendikasız işçi, örgütlen, BİK saflarına katıl, bu yolla Birleşik Emek Cephesi’nin bir bileşeni ol.

Mühendis arkadaş, aklını, emeğini Birleşik Emek Cephesi için harekete geçir.

Avukat arkadaş, savunma alanı artık mahkemeler, salonlar değildir, hayatın her alanıdır. Savunacağın dünya, Birleşik Emek Cephesi’dir.

Sağlık çalışanı, hekim arkadaş, gel gücünü gücümüze kat, Birleşik Emek Cephesi ile, işçi ve emekçilerin bir parçası olarak hareket et, birikimini bu yola aktar.

HES’lere karşı direnenler, gelin, kendi örgütünüzle Birleşik Emek Cephesi’ne katılın.

Doğanın yağmalanmasına karşı direnen aktivist, gel gücünü, genel direnişin bir parçası yap, Birleşik Emek Cephesi’ne katıl.

Kadınlar, gençler, işsizler, köylüler, gelin gücünüzü, Birleşik Emek Cephesi’nin içinde örgütleyin.

Bu topyekûn saldırıya, bu yalan aymazlığına, bu karanlığa, bu kokuşmuşluğa karşı, genel direnişi örgütlemek üzere, haklarımızı mücadele ederek almak üzere örgütlenelim, Birleşik Emek Cephesi’nin bir parçası olalım.

İşyeri cinayetinde, trafik kazasında, egemenlerin çıkarları için savaş cephesinde, kadın cinayetinde, sel cinayetinde, sokak mafyalarının kurşunları ile, çocuk tacizleri ile ölmek kader değildir. Saray Rejimi’ne dur demek, bu burjuva egemenliği alaşağı etmek mümkündür.

Gelin kendi kaderimizi, kendi ellerimizle biz yazalım.

Yakınmak yok, seyretmek yok, susmak ve yutkunmak yok, unutmak ve affetmek yok, şimdi, mücadele etmenin zamanıdır.

Şimdi örgütlenmenin ve direnişi yaymanın zamanıdır.

Yaşasın Birleşik Emek Cephesi!

İşçi Gazetesi’nin 183’nci sayısı çıktı

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

Yaşam için ölenler ölümsüzdür

Ebru Timtik direnişinin 238. gününde ölümsüzleşti.

Emru Timtik ve Aytaç Ünsal baskı altında tanıklık yaptığını itiraf eden sahte tanığın ifadesine rağmen kendileri gibi bir çok ÇHDli avukatla birlikte ceza aldılar. Halkın, ezilenlerin haklarını ararken ve kendi yargılanma süreçlerinde de yargı sisteminin adil olmadığını, taraflı olduğunu ve ezenlerin tarafında olduğunu bildikleri halde adil yargılanmak talebiyle tüm hukuki yollara başvurdular.

Onlar haksızlıklara karşı susmama yolunu seçtiler.

Fakat sadece tek bir şey için direnmediler.

Bugün elindeki tüm yapıları ile saldırıya geçmiş bu sistem içinde, dünyada ve yaşadığımız coğrafyada her hangi bir haksızlığa direnen herhangi biri veya bir kesim sadece tek bir şey için direnmiş olmuyor, olmamalı.

Ebru ve Aytaç’ın direnişi sadece yargının taraflılığına karşı değil, kadın cinayetlerine, işçilerin gasp edilmek istenen haklarına, insanların göz göre göre sürü bağışıklığıyla ölüme terk edilmesine ve devam eden onlarca haksızlığa karşı da sürdürdükleri bir direnişti.

Tüm direnişler özünde birbiri ile bağlantılıdır.

Çünkü sistem ezenler ve ezilenler üzerine kurulmuştur.

Ezilenlerin cephesi birdir ve bugün zafere ulaşmak için birleşmelidir. Görünen o ki haksızlıklara boyun eğmemek en başta insan kalmanın, onurunu korumanın gereği ise direnişleri zafere ulaştırmak örgütlülüğü büyütmekle sağlanacaktır.

Bu inançla Ebru ve Aytaç nezdinde hapishanelerde direnen tutsaklara, kadın cinayetlerine karşı meydanları boş bırakmayan kadınlara, direnen işçilere, emekçilere, akdemisyenlere, sanatçılara, öğrencilere selam olsun diyoruz.

Selam olsun insanca ve onurlu bir yaşam uğruna düşene, dövüşene.

Selam olsun inancı uğruna ölümü yenenenlere.

Bizler bugün yaşamı uğrunda ölecek kadar çok seven ve bu ciddiyetle ele alan, Ebru için göz yaşı dökmuyor, onun haksızlıklara karşı onurlu duruşunu sahipleniyoruz.

Devrim Şehitleri Ölümsüzdür.