Ana Sayfa Blog Sayfa 103

Tarih işçi sınıfını iktidara çağırıyor

İşçi sınıfı tarihi birçok yenilgi ve zaferlerle doludur. En büyük zaferini 1917 büyük Ekim Devrimi ile kazanan dünya işçi sınıfı, en büyük yenilgisini de yine bu devrimin topraklarında yaşadı.

Anadolu toprakları da bu zaferlerden ve yenilgilerden payına düşeni elbette ki aldı.

15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişi, işçi sınıfının bu topraklardaki gücünü en net gösteren direniştir. Sendikaları olan DİSK’e sahip çıkmak, kapatılmasını engellemek için iki gün boyunca İstanbul’u zapt eden işçiler amaçlarına ulaşmış ve DİSK’ i kapatma hamlesi olan yasayı geri çektirmişlerdi. İşçi sınıfının örgütlü gücü kendini açığa çıkarmış ve zafer kazanmıştı.

Bizler bu gücü büyük madenci yürüyüşünde bir daha gördük, KESK’in kuruluş sürecinde bir daha gördük. Tekel direnişinde gördük biz bu gücü. Metal Fırtına’da, Flormar’da, 3. Havalimanı inşaatında; irili ufaklı birçok direnişte gördük, görmeye devam ediyoruz.

İşçi sınıfının varlığını sürdürmesi için kendinden başka hiçbir güce ihtiyacı yoktur. Dünyayı kendi elleriyle her gün yeniden ve yeniden yaratan bizlerin başka bir güce ihtiyacı olmadığını yaşadığımız Pandemi süreci bir kez daha gözler önüne serdi. Biz çalışmıyor isek, biz üretmiyor isek çarklar dönmez. Çarkları döndürenlerin bir avuç asalağa ihtiyacı yoktur.

Bugün ihtiyacımız olan tek şey örgütlenmektir; birlik olmak, kendi sınıfsal taleplerimiz etrafında kenetlenmektir. Önümüzde duran acil ihtiyaç, acil görev budur. Tıpkı 15-16 Haziran’da yaptığımız gibi sendikalarımıza sahip çıkarak, sendikalarımızın başına çöreklenmiş asalakları da bir kenara atarak örgütleneceğiz. Fabrika-fabrika, atelye-atelye, şantiye-şantiye örgütleneceğiz. Sabırla, inatla, kararlılıkla…

Madende göçük altında kalmamak için örgütleneceğiz. Tersanede kum torbası yerine konulup ölmemek için örgütleneceğiz. Hayatımız kopan bir halatla sönmesin diye, patronların kâr hırsı yüzünden virüsten ölmemek için örgütleneceğiz. Örgütleneceğiz ki; boşalan asansörden yere çakılıp yitmeyelim, yanan çadırlarda, konteynırlarda can vermeyelim, ezilmesin başımız, kolumuz pres altında. Örgütleneceğiz ki, içerden kilitlendiği için işçi servislerinde boğularak can vermeyelim…

Günde 8 saat yerine 16 saat çalışmamak için, açlık sınırının altında ücret almamak için, hastalık bulaşma riskinin had safhada olduğu zamanlarda dahi çalışmak zorunda kalmamak için, yıllarca maaşlarımızdan kesilen paraların hesabını sormak için örgütlenmekten başka çaremiz yok. Ancak örgütlü gücümüzü göstererek yok sayılmaktan kurtulabiliriz. Ancak örgütlü gücümüzle sesimizi duyurabiliriz.

Tarihimizden aldığımız dersle diyoruz ki; işçi sınıfının kendi kaderini eline alma zamanı çoktan gelmiştir. Üretmeyi bilenlerin yönetmeyi de bildiğini gösterme zamanı çoktan gelmiştir. Adeta dalga geçilerek yok sayılan milyonların var olduğunu gösterme zamanı çoktan gelmiştir.

Şimdi, ABD’de siyahi bir emekçinin polis tarafından boğazına basılarak katledilmesiyle başlayan ve ABD’nin tüm şehirlerinden dünyanın dört bir yanına yayılan, yok sayılan milyonların, “Nefes alamıyorum” çığlığı ve “Adalet yoksa barış da yok” öfkesi sokakları dolduruyor.

Sahneye çıkmanın, sokakları, meydanları 15-16 Haziran’da, Gezi’de olduğu gibi zaptetmenin zamanıdır.

İşçi sınıfının; “ben de varım” demesinin en net ifadesi ‘Genel Grev’dir. 15-16 Haziran ruhuyla geleceğini kurmanın bir adımı olarak, şimdi bir genel grev, genel direniş örgütlemeye girişmenin tam zamanıdır.

Açlığa, yoksulluğa, sefalete, yok sayılmaya karşı; barış, adalet ve özgürlük için genel grev, genel direniş!

Saray Rejimi; Odalar ve Barolara saldırı, Geri adım atacak yer kalmamıştır

Muktedirdir ama buna kendisi de inanmamaktadır.

Muktedirdir ama çok korkmaktadır.

Saray ve Saray Rejimi, her kademede korku içindedir.

Korku boylarını aşmıştır.

Bu nedenle, saldırmak ve şiddet dışında yol bilmiyorlar.

Saray Rejimi, tüm halka karşı bir devlet konumlanmasıdır. Devlet denilen aygıtın, makinanın tüm çirkin yüzü ile açık seçik hâle gelmesidir.

Saray Rejimi, bir çeteler ittifakıdır; inşaat çetesi, silah çetesi, ihale çetesi, medya çetesi, yargı çetesi, tarikat çetesi, uluslararası sermayenin her birine bağlı çeteler, turizm çetesi, AVM çetesi ve daha başkaları.

Biz söylüyoruz:

Bu ülkede parlamento yoktur. Parlamento, en iyi, gerçekten “tatilde” olduğu zaman çalışmaktadır. Parlamento, tehdit ve şantaj yeridir. Parlamento, Saray Rejimi’nin tiyatro sahnelerinden biridir. Parlamento, çeteler iktidarının at meydanına çıkarıp oyun sahnelediği yerdir. Parlamento, doğrudan baskı aygıtının uzantısıdır. Hiçbir parlamenterin, polis karşısında söz etme hakkı yoktur, ordu karşısında söz etme hakkı yoktur, çeteler karşısında konuşma hakkı yoktur.

Siyasi partiler bitmiştir. Bugün değil, uzun süredir bu böyledir. İlk biten ve görevini tamamlayan MHP’dir. MHP diye bir parti yoktur.

AK Parti diye bir parti yoktur. Kâğıt üstünde bile yoktur, değil ki fiiliyatta. AK Parti ve MHP, birbirine dolaşmış, çetelerle birbirine bağlanmış organizasyonlardır. Her ikisinde de çalışan tek bir organ yoktur. Bahçeli tarikatı ile Erdoğan tarikatıdırlar. Ve bu tarikatların gerçek şeyhleri, Erdoğan ve Bahçeli değildir. Onlar vitrindekilerdir. Şeyhler arkadadır ve emperyalist çetelere bağlıdırlar.

CHP diye bir parti yoktur. CHP ve İyi Parti, doğrudan Saray Rejimi’ne bağlıdırlar. Sadece onların görevi, “muhalefet” yapıyormuş gibi yapmaktır. Tiyatrodaki rolleri budur. Her ikisi de, “aman devlete zeval gelmesin” masalı ile, kendi kitlelerini tutmakta, politikasızlıklarını bununla örtmektedirler. Gerçekte, Saray Rejimi’ne karşı çıkmak, devlete karşı çıkmaktan geçmektedir. Saray Rejimi, devletin, tekelci polis devletinin “olağanüstü” görünümüdür. Devletin çeteleşmiş hâlidir, devletin emperyalist paylaşım savaşımına uygun olarak çeteleşmesinin yansımasıdır.

Bir maske dağıtamayan bir “devlet” olabilir mi? Evet oluyor.

Çünkü maskelerin Sağlık Bakanlığı’nda örgütlü Menzil tarikatından geçmesi gerekmektedir. Menzil, Bakan’dan öndedir, Erdoğan’dan önemlidir, Bahçeli’yi iplememektedir. Test kitlerini sadece tarikat tedarik edebilir. Tüm devlet organizasyonu, bu çetelere rant üretmek için vardır.

Bu, inşaat çetesinde de böyledir, futbol çetesinde de, silah çetesinde de vb. Tüm yaptıkları rant ile beslenmektedir. Basına bakmak yeterlidir.

Gazetecilik yapmak istediği için adı muhalife çıkan gazeteciler, kendilerini savunmak için, boşuna “gazetecilik ilkelerinden” dem vuruyorlar. Bu sadece, onların kendi korkuları nedeni ile gerçeği görmemelerinin sonucudur.

Basın, baskı aygıtının bir parçasıdır.

Hukuk, yargı sistemi, baskı aygıtının bir parçasıdır.

Saray Rejimi, tümü ile baskıya, ranta, yağmaya, savaş ekonomisine dayalı bir çeteler ittifakıdır.

Şimdi, bu rejimin en başındaki Muktedir, nasıl “maske nasıl dağıtılır” kararı veriyorsa, nasıl mahkeme görülür kararı veriyorsa, nasıl çocuk hakları nedir konusunda karar veriyorsa, nasıl sınav sistemi için karar veriyorsa, nasıl kadın hakları konusunda karar veriyorsa vb. aynı biçimde, yeni saldırılara hazırlanıyor.

Odalar ve Barolar, yeni hedeftir.

Ne istiyorlar?

Odalar ve Baroları, açıktan devlete bağlamak istiyorlar. Devlet memuru olmadan, öyle ceza almalarını, öyle “sorumluluk” almalarını istiyorlar. Odalar ve Baroları, açıktan yok etmek istiyorlar. Bunun için, Oda ve Baroları, kendi denetimlerine almak istiyorlar.

Yani, Odalar için çeteler kuracaklar. Yani, Barolar için çeteler kuracaklar.

Bir çete İnşaat Mühendisleri Odası’nı, bir başka çete Mimarlar Odası’nı, bir başka çete Ziraat Mühendisleri Odası’nı, bir başkası Makina Mühendisleri Odası’nı vb. yönetecek. Bir çete İstanbul Barosu’nu, bir çete Ankara Barosu’nu, bir başkası Diyarbakır Barosu’nu yönetecek. İşin özü budur.

Bunlar, doğrudan Saray’a bağlı olacak. Sınırsız güçle, karşı çıkanları susturacak.

Bundan böyle, Baro seçimlerini, Feyzioğlu’nun sesinden Anadolu Ajansı bildirecek.

Bundan böyle Tabipler Birliği’nin seçim sonuçlarını Anadolu Ajansı yayınlayacak.

Bundan böyle TMMOB’un seçim sonuçlarını, Anadolu Ajansı bildirecek.

Böylece, tüm Odalar, çetelerce ele geçirilecek.

Böylece, Odalardan aykırı ses çıkmayacak.

Nasıl ki, Hak-İş adlı sendika ile, sendikaları devlete daha sıkı bağladılar, nasıl ki Türk-İş’i bunun gereklerine göre ayarlıyorlar, DİSK’i de yok etmek için uğraşıyorlar, aynı süreci Odalarda gerçekleştirecekler.

Saray, karşısında herkesin eğilmesini istiyor.

Odaların tüm yasal haklarını yok edip, Odaları ekonomik olarak bütçesiz bırakmak istiyorlar.

Buna yelteniyorlar, çünkü;

1- Korkuyorlar. Her muhalif sesi, kendileri için tehdit olarak görüyorlar. Bu nedenle, Odalar ve Barolara saldırıyorlar.

2- Bugüne kadar, nereye saldırdılarsa, kitlesel direniş yeterli düzeyde olmadı. Açıktan, İş Kanunu’nu değiştirdiler ve ücretsiz izin hakkı yarattılar, işverene ödül verdiler. İşçiler ayağa kalkmadı. Aynı şekilde, Odalar ve Barolara saldırma cesareti buluyorlar. Nasılsa, bir kitlesel direniş gelmeyeceğini düşünüyorlar.

3- Hem Barolarda, hem de Odalarda, kendilerine bağlı bir ekip gücüne ulaştıklarını, hem Baroların ve hem de Odaların, Saray Rejimi’nden korktuğunu düşünüyorlar.

Ellerinde bu bilgiler vardır.

Bu nedenle, bu saldırıyı ciddiye almak gerekir.

Eğer çok güçlü olsalardı, emin olun, hiçbir şeyi değiştirmezlerdi ve biraz baskı, biraz hile ile buraları kendilerinin arka bahçesine çevirirlerdi. Demek bu kadar güçleri yok ki, “yasa yapmak” ile uğraşıyorlar.

Yoksa, gerçekte, Saray Rejimi için, hangi yasa önemlidir ki? İşlerine gelmedi mi, her türlü yasayı bir kenara atabiliyorlar. Seçim sistemini ele alın. Yasa mı dinliyorlar? İşçilere saldırırken yasa mı dinliyorlar?

Eğer yeterince güçlü olsalardı, Feyzioğlu’nu nasıl hizaya getirdilerse, aynı biçimde Baroları kendileri alırlardı. Biraz hile, biraz baskı, biraz para vb. bu işe yeterdi.

Ama o kadar güçlü değiller.

Korkuyorlar.

Tek umutları, toplumun da onlardan korkmasıdır.

Bu nedenle, kendi korkularını toplumun korkusu hâline getirmek için azgınca, hayasızca saldırıyorlar.

Şimdi, Baroları ve Odaları kendi denetimlerine almak için, korkuyu artıracaklar. Bu yetmez, her türlü şantajı devreye sokacaklar. Bu yetmez, rüşvet dağıtacaklar. Ve tüm bunların etkili olması için, bir zeminleri olduğunu düşünüyorlar.

Odalar ve Barolar, kendilerine şu soruyu sormalıdır: Korktuğumuzu anladıkları için mi bizi “uslandırmaya” çalışıyorlar?

Bu soru sorulmadan, açık ve cesurca bir mücadeleye hazırlanılamaz.

Açık ve cesurca bir mücadeleye hazırlanmadan, bu saldırı geri püskürtülemez.

Bir salgın döneminde, hastahane yönetimlerini eline almayan bir sağlık emekçisi, Saray Rejimi’nden gelecek saldırıya hazır olmalıdır.

Artık, yarım muhalefet olamaz.

Artık CHP tarzı muhalefet, devlete zeval gelmesin ama Erdoğan gitsin muhalefeti anlamsızdır. Artık, açık ve topyekûn bir savunma gereklidir.

İktidar, açıktan saldırı hedefine Odalar ve Baroları koymuştur.

1- Bu saldırıya karşı, “biz düşman değiliz” yalvarışları ile cevap verilemez. “Biz de devletin yanındayız” diyerek direniş gösterilemez. Saldıran, açıkça saldırmaktadır. Hiçbir tereddüt göstermeden saldırmaktadır. Ve açıktan ve kararlı bir direniş ortaya konmalıdır.

2- Bu sadece Odalara, sadece Barolara saldırı değildir. Bu işçi sınıfına, emekçilere bir saldırıdır. Bu, tüm toplumsal muhalefete karşı bir saldırıdır. Bu, gençlere; bu, kadınlara; bu, yaşama karşı bir saldırıdır.

Bu saldırı, rant-yağma-savaş ekonomisine dayanan Saray Rejimi’nin devamının sağlanması için bir saldırıdır.

Geriye doğru adım atacak yer kalmamıştır.

Korkularımızla yüzleşmenin zamanıdır.

Öyle yarım yamalak muhalefet yapılamaz.

CHP tarzı muhalefet yapılamaz.

“Basın ahlâkı” diyerek “ben suçsuzum” demek bir anlam ifade etmez.

Yasalar var, parlamento var diye kendimizi kandırmanın bir anlamı yoktur.

Açık ve net olarak Gezi Direnişi yolu göstermektedir.

Odalar ve Barolar, kendi içlerinde, sıkı bir örgütlenme çalışması başlatmalıdır. Bu örgütlenme, açık olarak durumu, tüm çıplak gerçekliği ile ortaya koymalıdır, bir direniş yolu belirlemeli ve sıkı bir örgütlenme oluşturmalıdır.

Tüm toplumu, bu mücadeleye çağırmalıdırlar.

Biz Kaldıraç Hareketi’nden sağlıkçılar, mühendisler, avukatlar, eczacılar bu yönde hareket edeceğiz.

Geriye gidecek yer yoktur, geri adım atılacak alan kalmamıştır.

Bugün direnmeyeceksek, ne zaman direneceğiz?

Şimdi, Saray Rejimi’ne karşı gelişen direnişi daha da fazla yaymanın, bu direnişi daha örgütlü hâle getirmenin zamanıdır.

Saray Rejimi yolun sonundadır. Bu nedenle saldırıyorlar.

Her direniş zaferle sonuçlanmaz, ama zafer mutlaka direnişle kazanılır.

Korkuyorlar, korkularını bulaştırmak istiyorlar…

29 Mayıs Cuma günü dergimiz okurlarından Ebru Esen’in sosyal medya hesabına “jitem.turkey” isimli instagram hesabından “ölüm seni bulacak Jitem” şeklinde ifadelerin yer aldığı ve öldürülmüş, ağzından kan akarken görüntülenmiş bir erkek fotoğrafı gönderilmiştir. 30 Mayıs tarihinde yine aynı hesaptan bir kez daha tacizde bulunulmuştur.

Okurumuz Ebru Esen’den önce, 24 Mayıs tarihinde yine jitem.turkey hesabından sanatçı Pınar Aydınlar’a ve çocuklarına karşı cinsel saldırı ve ölüm tehditlerinde bulunulmuştur. 28 Mayıs tarihinde gazeteci Emre Orman, 29 Mayıs tarihinde gazeteci Erk Acarer, 31 Mayıs tarihinde yazar Gülfer Akkaya aynı hesaptan ölüm tehditleri almıştır. Ölüm tehditlerini, Ankara’da gerçekleştirdiği eylemde teşhir eden Yüksel direnişçisi Nazan Bozkurt’a da açıklaması sonrası ölüm tehditlerinde bulunulmuştur.

14 Şubat tarihinde HDP Urfa Eşbaşkanı Emine Çetiner, Mart ayının ilk haftalarında yine HDP milletvekilleri Serpil Kemalbay, Murat Sarısaç, Hüseyin Kaçmaz, Habip Eksik, Nuran İmir, Semra Güzel, Murat Çepni ve Hasan Özgüneş’e jitem.turkey hesabından “ölüm seni bulacak jitem” şeklinde tehdit mesajları gönderilmişti.

Devrimcilerin, yurtseverlerin, aydınların hedef hâline getirilmesi, konunun münferit olmadığı gibi bu mesajları atanın da tek bir faili olmadığını, örgütlü ve sistematik bir şekilde bu saldırıların devam ettiğini göstermiştir.

90’lı yıllarda yaşanan ‘faili meçhul’ cinayetlerde sıkça anılan Jitem’in bugünkü ölüm tehditlerinde hesap ismi olarak kullanılması, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası başlatılan ‘beyaz toros’, ‘90’lı yıllar’ söylemlerinin devamıdır.

Devrimcilerin mezarlarına saldırılar düzenlenmesi, İbrahim Gökçek’in cenaze töreninde cemevine gaz bombalarıyla saldırmaları, canlı yayında ölüm listelerinden söz edenlerin sırtını sıvazlayıp, çürümüşlüklerini teşhir eden Taylan Kulaçoğlu’nun tutuklanması, Nusaybin’de çocukların polis tarafından ateş açarak kovalanması, Antakya ve İzmir’deki okurlarımıza muhbirlik dayatmasında bulunulması, HDP belediyelerine kayyumlar atanması, HDP’li vekillerin parti binalarından işkence ile gözaltına alınmaları, hepsi ama hepsi göstermektedir ki, Saray Rejimi’nin, egemenlerin yönetememe krizi derinleştikçe saldırılarının da tehditlerinin de dozunu arttırmaktadırlar. Saray Rejimi bir karanlık olmuş ve halkın üzerine yürümektedir. Diyaneti, polisi, ordusu, yargısı, basını hep birlikte halka saldırmaktadır.

Nafile bir çabadır…

Korkuyorlar, korkularını, emperyalist efendiler adına kâhyalık ettikleri bu topraklarda yağma, rant ve savaş üzerine kurdukları düzeni reddeden, direnen işçi-emekçilere, Kürt halkı başta olmak üzere halklara, kadınlara, aydınlara, gazetecilere bulaştırmak istiyorlar.

Tüm dünyada ve bu topraklarda işçi-emekçilerin, ezilen halkların isyanları, direnişleri hiç bitmedi. Bu yüzdendir hep ‘olağanüstü hâl’ ile yaşamaları, bu yüzdendir hep bir ‘beka’ kaygısı taşımaları…

Bize düşen ise, bu hayatı var eden ama yok sayılan milyarların insanca ve onuruyla yaşayacağı bir dünya için elimizden geleni ardımıza koymamaktır. Bu saldırılara karşı örgütlülüklerimizi daha da büyüterek direnmektir.

“hiçbir korkuya benzemez
halkını satanın korkusu.”

Biz Gezici’yiz, siz gidici!

Tarih, yazılabilen bir şeydir. Tarih, yaşanılan bir şeydir. Geçmişte kalmaz, yitip gitmez; bugünü anlamamızı ve yarını kurmamızı sağlar. Yaşanılan zamanın içinde insanların yaptıklarının basit bir toplamı değil; değişip, değiştirdikleri bir süreçtir. Siz hiç tarih yazdınız mı? Siz hiç tarihi bir anın içinde olduğunuzu hissettiniz mi?

31 Mayıs 2013, Gezi Direnişi, bizim yazdığımız tarihlerden biridir. İşçilerin, işsizlerin, kadınların, gençlerin, halkların yazdığı tarihtir. Üreten, yaşayan, canlı bir tarihtir. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünenlerin her şeyin değişebileceğini gördüğü bir tarihtir. Başta kendisi olmak üzere her şeyi değiştirdiği bir tarihtir.

Tarihimizde, kurulan mutfaklar, barikatlar; savunulan ağaçlar, yaşam tarzları; üretilen sanat, mizah; paranın hükmünü yitirdiği komün, dayanışma ruhu var. Bir de yarına gidenler; Berkin, Ethem, Ahmet, Medeni, Abdullah, Hasan Ferit, Mehmet, Ali İsmail var. Biz, bir araya geldiğimizde nasıl yaşayabildiğimizi ve yaşatabildiğimizi öğrendik.

Bugün salgından söz ederek ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ diyen egemenlere diyebiliriz ki biz bunu Gezi Direnişi’nin ilk günlerinde anlamıştık. Onların ‘yeni normal’ dediklerine biz diyoruz ki zaten asıl sorun bunca sömürünün, yağmanın, aşağılanmanın normal olmasıydı. Bu nedenle yenisiyle hiç ilgilenmiyoruz.

Bugün bir maske dağıtımını bile sağlayamayanların; bir yandan ‘evde kal’ çağrıları yapıp bir yandan milyonlarca üreteni çalışmak zorunda bırakanların; tacizcileri, tecavüzcüleri, uyuşturucu mafyalarını serbest bırakanların; halkın iradesiyle seçilen belediyelere kayyumlar atayanların; virüsü Allah’ın lütfu olarak görüp daha fazla rant elde etmeye çalışanların ‘artık hiç birşey eskisi gibi olmayacak’ demeleri de, ‘yeni normal’den bahsetmeleri de kendileri için sakıncalıdır.

Gelin, isterseniz biz çizelim yeni normali. Biz, milyonlar diyelim, ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ diye. İçinde, yazdığımız tarihten parçalar olsun. Normalleşme mi dediniz, tamam sınıfları, sınırları kaldıralım. Normal budur. İnsanın sömürülmeden doğayla uyum içinde yaşayabilmesidir.

Biz, tarihimizden öğreniyoruz. Biz, biriktiriyoruz.

Gezi, bugün kurulan dayanışma ağlarındadır. Gezi’de maskelerimizi takıp devlet şiddetine karşı nasıl harekete geçebildiysek; bugün salgında yine bize reva görülen ölüme karşı maskelerimizi takıp dayanışma ağlarıyla yaşamı örmeye çalışıyoruz. Gezi’de kurduğumuz ortak mutfaklar bugün evlerde pişen yemeği komşumuzla paylaşmak, imkanı olan koysun ihtiyacı olan alsın dolapları oldu. Gezi barikatlarında hiç tanımadığımız insanlara talcid sıkarken şimdi siperlikler yapıyoruz. Gezi revirindeki sağlık emekçileri de, bugün ölümü göze alarak çalışanlar olarak hala aramızdalar. Gezi’de binlerle birlikte söylediğimiz şarkıları, marşları şimdi balkonlarda komuşumuza da moral olsun diye daha da yüksek sesle söylüyoruz.

Ama bizim bir kusurumuz var. Biz hep zorda kalınca yaşamak ve yaşatmak için yan yana geliyoruz. Her yan yana geldiğimizde bir adım daha ileride olduğumuz doğrudur. Halbuki onlar hep bir aradadırlar. Yargıları, yasaları, polisleri, medyaları, şirketleri hep bir aradadır. Kendilerinden bilirler bir arada olmanın, örgütlü olmanın nasıl büyük bir güç olduğunu ve o nedenledir bize katiyetle örgütlenmenin kötü olduğunu söylemeleri ve örgütlenmeyi yasaklamaları.

Ne Gezi bitti, ne ekonomik kriz; ne dayanışma bitti, ne savaş politikaları; ne omuz omuza mücadelenin onuru bitti, ne de onların yağmaları…

İleriye bir adım daha atalım.

Biz, yazdığımız tarihten öğreniyoruz. Evet, bir daha aynı şekilde Gezi olmayacak. Ama biz bir kere gördük aşılmaz gözükenin aşıldığını, yapılamaz denilenin yapıldığını. Şimdi sokak sokak, fabrika fabrika, üniversite üniversite, insan insan örgütlenmenin zamanı. Yazdığımız tarihe sahip çıkma, onu ileriye taşıma zamanıdır. Sınıfsız, sınırsız ve özgür bir dünya kurma zamanıdır.

Bazı sloganlarımızı kullanmaya cüret edenlere bir sloganımızı hatırlatmak isteriz;

Biz Gezici’yiz Siz Gidici.

Emperyalizm, paylaşım savaşımı ve devrim

Biraz tarih:
Kapitalist gelişim üzerine

Krizler, acaba “kapitalizmi yıkar mı”?

Tahmin edeceğiniz gibi, bu soruya, hayır, diyeceğiz, hiçbir kriz, kapitalist sistemi, kendiliğinden yıkmaz. Elbette yıkılma ile yüz yüze getirir. Ama kapitalizm, bir mezar kazıcısına sahiptir. Bu mezar kazıcı, kapitalizmi yıkmakla görevli proletaryadır; dünya proletaryasıdır. Ve onun devrimci eylemi olmadan, kapitalizm, ne kadar derin olursa olsun, bir krizle ortadan kalkmaz.

2008 krizi, kapitalist sistemi sarstı. Bir anda, paralar, hisse senetleri, üzerine kumar oynanan kâğıtlar, hatta bina gibi duran varlıklar havaya uçtu. Daha önceki krizlerde, biz, kâğıtların, bonoların, hisse senetlerinin vb. havaya uçtuğunu, buharlaştığını görmüştük. Ama 2008 krizinde, bu kez, binalar da uçmaya başladı, buharlaşma her yanı sardı.

Böyle olunca, neoliberalizmin sonu mu sorusu, son derece haklı olarak gündeme geldi. Ama sadece bununla sınırlı kalmadı, pek çok ekonomist, pek çok “uzman”, acaba, sadece neoliberalizmin sonu değil de, kapitalizmin de sonu mu geldi, sorusunu sormaya başladı. SSCB çözüldüğünde “tarihin sonu” müjdesini verenler, bu kez, “sosyalizm bitmedi” demeye başladılar.

Tabii ki, bu mesele, bizi, kapitalizm üzerine daha geniş bir tartışmanın gerekliliğine itiyor. Aslında, 2007 yılında basılmış olan “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” (Kaldıraç Yayınevi) çalışması, birçok noktaya açıklık getiriyordu. Ama yine de güncel tartışmalar var.

Bu çalışmanın ortaya çıkış nedenlerinden biri, aslında bu kriz ve üzerine süren tartışmalardır.

İkincisi ise, emperyalistler arası dünyanın yeniden paylaşımı savaşımıdır. Bu paylaşım savaşı, bir yandan oldukça kızışıyor, sıcak biçimler alıyor. Dünyanın birçok noktasında ABD saldırganlığının önde olduğu savaş kundakçılığı gelişiyor. Bir yandan da paylaşım savaşımı, bizi geçmiştekilerine, Birinci Paylaşım Savaşımı’na götürüyor. Bu da “emperyalizm” üzerine tartışmaları yeniden güncelliyor.

Eğer bu çalışma için etken olan bazı diğer nedenleri gözardı edersek, ki edebiliriz, esas olarak bu iki nedenle, bu çalışma gündeme gelmiştir. Çünkü, aynı zamanda, yeni bir devrimci dalganın başlamasının öngünlerindeyiz. Marx’ın deyimi ile, devrim “köstebeği”, yeraltından epeyce tüneller kazmış gibiye benzemektedir. Öyle ise, bazı ideolojik bulanıklıkları da temizlemenin, bazı gölgeleme ve karartma çalışmalarına da yanıt vermenin zamanıdır.

Hazır yeri gelmişken ve “köstebek”ten söz etmişken, Negri’yi, ABD imparatorluğunu bize barış diye satmaya çalışan döneği öne alalım.

Marx, on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkan proleter mücadeleler dalgasının sürekliliğini bir köstebek ve yeraltındaki tüneller benzetmesi ile kavramaya çalışmıştı. Marx’ın köstebeği açık sınıf çatışmaları zamanında toprak üstüne çıkıyor ve sonra tekrar yeraltına çekiliyordu: ama orada kış uykusuna yatmıyor tünellerini kazıyor, zamanla bağını koparmıyor ve günü geldiğinde tarihi zorluyor (1830, 1848, 1870) ve tekrar yeryüzüne çıkıyordu. “İyi iş becerdin yaşlı köstebek.” Korkarım, Marx’ın yaşlı köstebeği artık öldü. Aslında, öyle geliyor ki, günümüzün imparatorluğa geçiş döneminde, köstebeğin kazdığı tünellerin yerini yılanın sonsuz kıvrılışları almıştır (A. Negri-M. Hardt, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, 5. Baskı, 2003, s. 81).

Negri, aslında, ABD emperyalizminin dünya “imparatorluğu” ilan etmek için kolları çoktan sıvadığı bir dönemde bu incilerini yazmıştır. “Demek ki, imparatorluğun kuruluşu proletarya enternasyonalizmine bir yanıttır” (age, s. 76) diyor Negri. Demek, kuruluş, artık “imparatorluk”tadır.

Bereket versin ki, 2000’lerden bugünlere geldiğimizde, 20 yılda, ABD’nin imparatorluk hayalleri geri düştü. Negri, bir imparatorluk yanlısıdır ve kendisine geçmiş olsun demek durumundayız. Ama Negri’nin görüşleri “yeni” bile sayılmazdı. Bu nedenle onlara modası geçti de demiyoruz. Bu görüşler, bir imparatorluğun, dünyayı yönetmesi durumunda gerçek barışın sağlanacağı düşüncesi, her zaman sınıf savaşımı içinde savunulagelmiştir.

Cecil Rhodes, Britanya’nın Güney Afrika’yı sömürgeleştirmesinde çok “hizmetleri” geçmiş bir isimdir. Kendisi, barışı şöyle savunuyor:

Dünyanın en büyük kısmının yasalarımız altına alınması her türlü savaşın sonu demektir (aktaran, Michel Beaud, Kapitalizmin Tarihi, çev. Fikret Başkaya, Dost Kitabevi Yayınları, 2003, s. 128).

Demek oluyor ki, Negri ve onunla aynı yoldan Marksizm’e saldıranlar, devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı cephede yer tutmaya çalışanlar, daha 1870’lerde, Bay Rhodes’in, onların hayalini gerçekleştirmekte olduğunu akıllarında tutmalıdırlar. Yılan, yeraltı tünellerinde “köstebek” avına çıkmadan, dünyanın her alanında sömürgeleştirme siyaseti ile meşgul idi. Hâlâ da öyledir.

Amerikan rüyası olan Dünya İmparatorluğu, eskiden İngiliz Rüyası idi ve büyük ölçüde de gerçekleşmiş idi. Toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk, bugün, dünyanın yeniden paylaşımı için süren savaşta oyunculardan biridir. Ve ne o zaman, ne bugün, barış gelmiş değildir.

Negri’nin proletarya enternasyonalizmini anlama tarzı ise, sömürgeci orduların “insanlık” denilen şeyi anlama tarzına benziyor.

Biz, yine de çıktığımız yola dönelim.

Biraz tarih gerekiyor. Kapitalizmin gelişim tarihi ile ilgili olmamız gerektiği kanısındayım. Belki de çalışma boyunca “tarih” bize hep gerekecek. Emperyalizmi tartışırken, paylaşım savaşımını tartışırken, yine tarihe bakmamız gerekecek. Öyle ya, bugün dünyayı paylaşmak isteyenler, sanki 1900’lerin başlarındaki duruma gönderme yapar gibiler.

1-

Kapitalizmin tarihini, bizce iki ana bölüme ayırmak faydalı olacaktır. Elbette anlamak ve anlatmak için. Yoksa bu tarihin kendisi bir “kesiklilik” içermez, bir bütündür.

Tekel, tekelci kapitalizm anlamında, bir yeni dönem olarak ele alınabilir. Tekelcilik, sistemin özünü değiştirmiyor. Sistem içinde olmak kaydı ile, ciddi değişimlerin oluşması demektir tekel. Bu nedenle tekelci kapitalizm, son derece önemli bir “aşama”dır.

Kapitalizmin tarihi, 16. yüzyıla kadar uzar.

Bu 16. yüzyıl (1500’lü yıllar) öncesinde, feodalizmin zirveye çıktığı birkaç yüzyıl vardır. Feodal sistem, dünyanın farklı yerlerinde farklı gelişme düzeyine sahip olsa da, esas olarak 13. yüzyıldan sonra, ağır işleyen bir çözülme dönemine girmiştir. Bu, neredeyse, Osmanlı’nın kuruluş dönemine denk gelmektedir. Osmanlı, “Müslüman Bizans” olarak ele alınabilir (bkz. Anadolu; Dün, Bugün, Yarın Tarih ve Devrim, D. Adalı, Kaldıraç Yayınevi, 1998). Osmanlı’nın öncesindeki Selçuklu da, feodal bir imparatorluktur.

Yine de kapitalizmin gelişimi 16. yüzyıldan başlatılabilir.

Feodal sistemin çözülüşü, serften artı emeğin sızdırılma biçimi olan rantın, kendi içinde evrilmesi ile gerçekleşiyor. Rant, önceleri aynî rant olarak efendinin, soylunun eline geçiyordu. Serf, üretilen üründen, kendini geçindirecek olanını ayırarak, kalanını toprak sahibine veriyordu. Ürünün aslan payını alan toprak sahibi, eğer ürün bir nedenle az olmuş ise, büyük kayıplara uğruyordu. Serf ise, çok çalışmak için bir nedene sahip değildi. Serf eğer kendine ait bir toprak parçasına sahip ise, bu durumda, kendi toprağında kendisi için, diyelim haftada bir gün çalışıyorsa, kalan zamanında bey için çalışıyordu. Bu durumda da kendisi için daha fazla ve daha yoğun çalışarak geçinmeye çalışıyordu. Oysa bey’in topraklarında aynı “özveri” ile çalışması mümkün değildi.

Aynî rant, bir süre sonra, nakdî ranta döndürüldü. Bey, artık, kendi payını nakit olarak alıyordu. Ticaretin ve kentlerin gelişmesi, parasal rant için olanakları artırıyordu. Rant ile yerel beyin vergi toplaması birbirinin içine girmişti. Bir de buna, yerel bey’in bağlı olduğu imparatorluğun vergileri eklenmekte idi. Merkezî devletin vergileri arttıkça, bu, yerel bey’in de vergilerini artırması anlamına geliyordu.

Ticaretin gelişimi, elbette, sömürgecilikle de birlikte ele alınmalıdır.

Bu arada, kölelik ilişkileri, hâlâ varlığını sürdürüyordu. Köle ticareti, belki de kendi zirvesini 1700’lü yıllarda, yani 18. yüzyılda gördü. Yani, köleci ilişkiler, feodalizmi bir yana bırakın, kapitalist dönemde de varlığını sürdürüyordu.

Burada bir not gereklidir.

Bize göre, sınıflı toplumların tümü, birbirinin sadece devamı değil, aynı zamanda, birbirinin kardeşidir. Bu nedenle, toplumsal tarihe, sınıflı toplumlar diye bakmak yerindedir. Köleci, feodal ve kapitalist toplumlar, sınıflı toplumlardır. Ve insan toplumunun başında var olan komünal tarz, ilkel de olsa, sınıfsız bir toplum idi. Sınıflı toplumun ilk olumsuzlanması sınıflı toplumun doğmasıdır ve bu köleci toplum oluyor. İkinci olumsuzlanması ise kapitalizmin yıkılıp komünizmin yani gelişmiş sınıfsız toplumun kurulması olacaktır.

Kapitalizmin doğuşunda, bir yandan ticaretin gelişimi, tüccar sermayesi, buna bağlı gelişen imalat sanayii, şehirleşme, aynı süreçte metanın ve paranın alanının genişlemesi (Feodalizmden kapitalizme geçiş süreci üzerine birçok kaynak var. Maurice Dobb’un, “Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler”, -Belge Yayınları, 1992- kitabına da bakılabilir. Ayrıca, ekonomi politik kitaplarında işin genel yönü üzerine de epeyce detay vardır. Kapital, elbette ana kaynaklardan biridir), diğer yandan ise sömürgecilik önemli bir rol oynamıştır. Bu açıdan da, denizcilik önemli bir role sahiptir. Denizcilik, sadece fetihlere olanak sağlamakla kalmadı, aynı zamanda ticarette ciddi bir sıçrama da yarattı. Tarımsal ürünlerin, madenlerin, hammaddelerin taşınmasını düşünürsek bu rolü anlamak zor olmaz.

Ama işin başında, ticaret daha mütevazi idi. Bir yandan üretim araçlarının (karasaban vb.) üretimi, diğer yandan ise mal ticareti, kentlerin etrafında yoğunlaşmakta idi. Bu aynı zamanda paranın daha da gelişmesi demektir.

İhtişama ve zenginliğe susamış hükümdarlar, üstünlük için savaşan devletler, zenginleşmeye özendirilmiş tacirler ve bankacılar: ticareti canlandıracak olan güçler, fetihler ve savaşlar, yağmayı sistemleştirip köle ticaretini düzenleyerek yersiz yurtsuzları, serserileri bir yere kapatıp çalışmaya zorladı.

Bu ikili dinamiğin kavşağındaysa, Batı tarihinde “büyük buluşlar” denen unsurlar yer alıyordu: 1487’de, Diaz, Ümit Burnu’nu dönmüş; 1492’de Kristof Kolomb Amerika’yı keşfetmiş; 1498’de de Vasco de Gama, Afrika’yı dolaşarak Hindistan’a ulaşmıştı. Devasa bir zenginlik avı -ticaret ve yağma- başlamıştı… (Beaud, age s. 19).

İşte bunlar, kapitalizmin şafağında oluyordu.

Kolomb, şöyle diyordu: “Altın dünyanın en mükemmel şeyidir. O kadar ki, ruhları cennete bile gönderebilir.” (Beaud, age s. 19). Nitekim gönderiyordu da. İspanyol devletinin desteği ile Kolomb’un kılıcının tadına bakan Amerikan yerlileri, hızla cennete gidiyordu. Sadece “düşman” oldukları için değil, daha çok yağma için çalıştırılmaları için. Kaldı ki “düşman” olduklarını bilmiyorlardı. Gelişimin “efendileri”nin Amerika’yı “keşfettik”lerinin de farkında değillerdi. Daha çok bir katliama tanık idiler. Bugün dahi, o günleri soykırım olarak anmaktadırlar.

Meksika nüfusu, 100 yıldan biraz fazla bir zaman içinde 25 milyondan 1,5 milyona indi. Peru’nun nüfusu %95 oranında azaldı. 1495-1503 arasında adalarda 3 milyon insan kayboldu.

Gelecek nesillerden kim buna inanabilir? Ben ki, bu satırların yazarı ve gözleriyle görmüş, her şeyden haberdar biri olarak, böyle bir şeyin mümkün olduğuna zorlukla inanabiliyorum (aktaran Beaud, age, s. 20).

Bol miktarda sermaye, mal gemiler ve silahlar: İşte ticaretin, icatların, fetihlerin hızlı gelişmesinin araçları (Beaud, age, s. 18).

Bu dönemin dünyasında İspanya önde idi. Henüz İspanya’nın, “barışı sağlamak” için Negri’den haberleri yoktu ve dünya imparatorluğu kurmaktan çok, kendileri gibi sömürgeci güçlerle birlikte yağmalanacak yeni yerler için yarış hâlinde idiler. Eğer o dönem bir Negri’leri olsa idi, onlara, dünya imparatoru olun önerisinde bulunmaktan önce, gelecekte bu sömürgelerinizi kaybetmek istemiyorsanız, yağmaladıklarınızla, manifaktürü geliştirin, sanayiye yönelin, demesi gerekirdi. Demeli idi, yoksa İngiltere’nin öne geçeceğini görmemiş olacaktı. Tıpkı şimdi, geleceğin sosyalizm ve sınıfsız toplum olduğunu görememesi gibi. Negri, belki de gelecekten korkmaktadır ve bu nedenle, köstebek dünyasına yılanları sokmayı öğütlemektedir. Oysa, daha açıktan, “sosyalizm bitmiştir, yaşasın imparatorluk” demiş olsa hiç değilse Kissinger gibi davranmış olurdu.

O günlerde, İspanya gibi, Portekiz, Hollanda bu yağmadan büyük paylar almakta idi. Doğrusu, Hollanda, daha hızla da ilerledi.

Değerli madenler Avrupa anakarasında ve İngiltere’de, ticareti sıçrattı. Birçok insan zorunlu merkezlerde zorla çalıştırıldı. Büyük şehirler böyle gelişmeye başladı. 16. yüzyıldaki kapitalist gelişme böylece hız almaya başladı.

Aynı dönem, Avrupa’da rönesansın köklerinin de geliştiği dönemdir.

İspanya, bir yandan Amerika’nın yağmasının sonuna gelinmesi, diğer yandan savaşlar nedeni ile, gücünü kaybetmeye başladı. Hollanda da tam bu arada yükselişini sürdürdü. İspanya ve Portekiz gerilerken, bu kez İngiltere, Hollanda, Fransa gelişmeye başladı. Ticaret sermayesi ve bankalar, 1602 yılında Hollanda’da, Doğu Hint Adaları Kumpanyası’nı kurdu.

Kumpanya, Hindistan ticaretinin tekelini denetliyordu. Şirket, sömürgelere mare clausum uyguluyordu. Başka bir ifadeyle, Hindistan’ı İngiliz, Fransız ve Portekizlilere yasaklayabiliyordu. Şirketin yetki alanında krala ait yetkileri kullanılabiliyor; yerlilerle anlaşma, savaş, barış yapabiliyor, vali tayin edebiliyor, cezai ve sivil yargı yetkisi kullanabiliyordu. Şirket 1670 yılına gelindiğinde Hindistan’da on-on iki bin kişilik bir kara ordusuna, kırk-altmış bin kişilik bir deniz kuvvetine sahipti ve her yıl Avrupa’ya on-on iki milyon mal taşınıyordu (aktaran Beaud, age s. 29). Tek başına Hollanda filosunun kullandığı gemi sayısı, 1614’te İspanyol, Fransız, İngiliz ve İskoç filoları toplamından daha fazlaydı (Breaud, age, s. 30).

Benzer bir durum İngiltere’de oluşmuştu. İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası, kraliçenin yasalarına dayanarak kuruluyordu. İngilizler, 17. yüzyıla gelindiğinde, İspanya, Hollanda, Fransa ile savaş tutuşabiliyordu. Yine de İngiltere’nin yüzyılı, 18. yüzyılın sonlarında başlar, desek yanlış olmaz. İngiltere’nin yükselişi, hem sömürgelerin yağması, hem de sanayinin gelişimi ile ele alınabilir.

Sömürgeleri ve oradan gelen “yağmayı” elde tutmak için, ticaret burjuvazisini destekleyen devletler, bunda tereddüt edemezdi. Savaşlar, sömürgelerin kaybedilmemesi içindi. İngiltere, İspanya ile 1702’de savaşa girdi ve bu savaş 11 yıl sürdü. İngiltere-Avusturya savaşı, 1739’da başladı ve 9 yıl sürdü.

1750’lere gelindiğinde, Hem İngiliz donanması, yani yağma araçlarının en önemlisi rakipsiz idi, hem de mesela Hollanda’da ticareti destekleyen devlet var iken, İngiltere’de sanayi, devletin desteğini almayı başarmıştı.

Bu ülkelerde, feodal devletlerin varlığı, bu ülkelerde devletin, bu yağma ve ticareti desteklemesinin önünde bir engel değil idi. Dahası, bizim “liberalizm” diye masamıza sunulan kapitalist sisteminin işleyişi, o günlerde büyük ölçüde açık ve netti.

İngiltere ve Fransa, giderek daha öne çıkıyordu. İlk geri düşenler ise İspanya ve Portekiz imparatorlukları oldu. İspanya’nın İngiltere ile sürdürdüğü 7 yıl savaşları olarak anılan savaşlar (1756’da başlayan), İngiltere’nin bu yükselişinin kendiliğinden olmadığının en somut kanıtıdır.

… İspanyol Savaşı sonrasında her yıl, esas olarak köle ticareti için, İngiltere’den Afrika’ya doğru yola çıkan gemilerin toplam tonajı, iki bin ile üç bin ton arasındaydı; Yedi Yıl Savaşları’ndan sonra on beş ile on dokuz bin ton arasında bir düzeye çıktı (E. J. Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, çev. Abdullah Ersoy, Dost Kitabevi Yayınları, 1998, s. 49).

Burada hem İngiltere’nin nasıl avantajlı hâle geldiğini görebiliyoruz, hem de, köle ticareti ve adeta sanayiye yağma yolu ile giren insan emeğinin nasıl “bedava”ya getirildiğini görebiliriz.

Bu arada ise, ana ülkelerde, İngiltere, Hollanda, Fransa gibi, üretim de gelişmeye başlamıştı. Üretim daha çok, bez, pamuklu dokuma, boyama, şeker üretimi, tütün ve kakao hazırlama vb. alanlarda gelişiyordu. Bunları, daha sonraları demir işleme, kömür üretimi izleyecekti.

Üretim geliştikçe, manifaktürün farklı biçimleri devreye girdi. Diyelim ki, bir ürünün parçalarının evlerde ayrı ayrı üretilerek birleştirilmesi verimi artırıyordu. Bunu, aynı yerde, işçilerin farklı parçaları üreterek birleştirmesi süreci izledi. Diyelim ki, bir kazağın, bir grup işçi sadece kollarını üretiyordu, bir başka grup ise gövdesini, bir başkası bir başka parçasını ve nihayet bir grup da birleştirme işini yapıyordu. Çok ucuza sömürgelerden getirilen hammadde, bu yolla işleniyordu.

Eğer Saksonya ve diğer Avrupa ülkeleri iyi çini yapabiliyorsa; eğer Valencia Pekin mallarını Çinlilerden daha iyi kalitede üretebiliyorsa; eğer İsviçre, Bengal’in muslinlerini taklit edebiliyorsa ve patiskalarını üretebiliyorsa; eğer İngiltere ve Fransa keten kumaş üzerine baskıyı çok zarif biçimde yapabiliyorsa; eğer daha önceleri bizde bilinmeyen birçok şey bugün en usta zanaatkârlarımız tarafından imal ediliyorsa, bu üstünlüklerin hepsini Hindistan’a borçlu değil miyiz? (aktaran Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, s. 49).

Ve unutmamak gerekir ki, yağma ile ya da yağmaya yakın “özel fiyat”larla elde edilen bu hammaddeler, oldukça fahiş fiyatlardan satılmak üzere üretiliyordu. Ve dahası, bu üretimde, büyük oranda, köle emeği de kullanılmaktaydı.

Ancak, manifaktür, sadece köle emeği ile işlemiyordu. Birçok köy, önceleri, boş zamanlarında imal ettikleri ve tüccara verdikleri malların imalatında giderek uzmanlaştı ve bu köyler giderek şehirler hâline de geldi. Dokumacılık ve örgücülük daha önde idi. Elbette, tüccar, manifaktür türü üretim için, daha fazla kente ihtiyaç duyuyordu. Böylece ilkel atölyelerle dolu kentler oluşmaya başladı. Tüccar, hammadde ve gerekli ise makinayı vererek (Makina genellikle kiralanıyordu. Mesela iplik tezgâhları gibi makinalar. Eğer bunlar kira almaksızın verilirse, bu durumda bakımı iyi yapılmıyor ve istenilen iş, istenilen sürede çıkmıyordu) bitmiş malı alıyordu. Bu mallar için, oldukça düşük olmak üzere bir ücret ödüyordu.

Bu durum, farklı “köy”lerde farklı alanda bir imalatın gelişiyor oluşu, parasal ilişkileri de oldukça yaygınlaştırıcı bir etkiye sahip idi. Bu da “pazar”ın gelişimi için önemli bir itki olmuştur.

Boş zamanlarında dokumak ile, sistematik olarak dokumak, farklı uzmanlık anlamına gelir. Bir işi sürekli yapmanın verdiği uzmanlık, işi daha çabuk yapabilme olanağı anlamına da gelmektedir. Doğal olarak bu durum, işi farklılaştırdı. Hem de bu arada, geçmişte köylü olan ama boş zamanlarında çalışan insanlar, şimdi ücretli işçi olmayı daha kolay kabul eder duruma gelmişti.

İş, parçalarına ayrıldı. Örgücü sadece kazağın kolunu örmeye başladı. Bunu organize eden ise, dünün tüccarı, yeni imalatçıdır.

Sürecin bir de, feodal soylunun, feodal sistemin egemenlerinin yeni sistemin egemenleri hâline dönüşüm süreci vardır.

Yağma ile gelen birçok madde, tarımsal yaşam da dâhil, her alanı parasal ilişkiler alanı içine sokuyordu. Köylülerin yaşamları da bu parasal ilişkiler ağı içinde, ciddi biçimde sarsılmakta idi. İmalatta çalışacak hâle gelmek, bir yandan da mülksüzleşmek demekti.

1600 Restorasyonu sonrasındaki yüzyıl içinde toprak mülkiyetinin, hem küçük mülk sahiplerinin hem de köylülüğün aleyhine gelişmesi ve toprakların az sayıdaki büyük toprak sahibinin elinde toplanması gerçekleşti. … Birkaç bin toprak sahibi, bunların topraklarını kiralayan onbinlerce kiracı çiftçi, bu kiracı çiftçilerin toprağı işlerken emeklerini kiraladığı ve zamanlarının büyük bölümünde emeklerini kiraya veren yüzbinlerce tarım işçisi, uşaklar ve çok küçük mülk sahipleri. Bu durum, önemli bir parasal gelir ve para karşılığında satış sistemi anlamına geliyordu (Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, s. 27-28).

Marx, bu süreci, sermaye birikimi sürecinin tümünü şöyle ifade eder: “Bu mülksüzleştirmenin tarihi, insanlık tarihine kan ve ateşle yazıldı.” 1600’lü yıllar, köylü isyanları ile doludur. 1649’da patlak veren bir hareketlilik, I. Charles’ın kellesine mal olmuştu. Bu, mülksüzleştirme ile bağlantılıdır. Aynı isyanlar, Fransa’da da vardır. Üstelik isyanlar, hem köylü hem de kent isyanları biçimindedir. 1622’de ayaklanan Diggers’lerin şunları söylediğini aktarıyor Beaud:

Siz zenginler, ağlayın zırlayın. Tanrı gelip, yaptığınız zulümlerden ötürü sizi cezalandıracak, başka insanların emeğiyle yaşıyorsunuz ama onlara yiyecek olarak sadece talaş veriyorsunuz ve kardeşlerinizden zorbalıkla yüklü kiralar ve vergiler alıyorsunuz. Bakalım bundan sonra ne yapacaksınız? Zira, bundan böyle halk sizin köleniz olmayacak, bunun için Tanrı’nın nuru onları aydınlatacaktır (aktaran Beaud, age, s. 37).

Sanıyorum ki, kapitalist imalathanelerin doğuşu konusunda gözümüzde epeyce şey canlanmıştır.

Manifaktür, kapitalist üretim sisteminin gelişimi açısından önemlidir. Burada daha detaylı bir işbölümü vardır. Gelişim yolu olarak manifaktür, iki farklı biçimde ortaya çıkıyor. İlkinde, zaten var olan küçük imalatçıdan ürününü alan tüccarın, zamanla, onun ürününün tek alıcısı hâline gelmesi, böylece, fiyat belirleme gücünü elde etmesi yolu ile, onu giderek bir işçi hâline getirmesidir. Burada giderek ya onu pazardan dışlar ya da kendine çalışan, giderek hammaddesini de kendisinin verdiği bir imalatçı hâline getirir. Ama talep artınca, bu kez, daha fazla üretici bulmak gerekecektir. Bunun yerine, tüccar, yeni imalatçı, makinalar alır ve bunları evlere kiraya verir. Sonra da, bu makinaları, bir araya, bir manifaktür atölyesine çevirir.

Manifaktür, işbölümüne dayalı bir işbirliği sistemidir. Makinalı üretim ise, işbölümünün de yeraldığı, ama artık “işbirliğinin”, deyim uygun düşerse, bant sistemi, yani makinalar tarafından belirlendiği bir sistemdir.

Elbette bu süreç, egemen sınıf içinde de ayrışmaya neden olmaktaydı. Burjuvazi yükselirken, devletin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Ama aynı zamanda, devletin yeniden örgütlenmesini talep ediyordu.

1691’de, Londra Belediye Başkanının ‘Ticaret Üzerine Konuşma’ denemesinden, Beaud şunları aktarıyor:

Ticaret açısından tüm dünya tek bir ulus, tek bir halktır ki, bunun içinde uluslar, bireyler konumundadır. (…) Ticarette ihraç edilen para ulusun zenginleşmesini sağlar. (…) Ticarete ya da kazanca ilişkin ya da bir çıkara karşı alınan her önlem kötü sonuç verir ve kamu yararını zedeler. (…) Ticarette fiyatların yasayla saptanması hiçbir şekilde kabul edilemez, zira fiyat düzeyi kendiliğinden belirlenir ve belirlenmelidir (aktaran Beaud, age, s. 41).

Bu sözleri 1691 yılında söylüyor Londra Belediye Başkanı. Ve doğrusu, bugünün liberallerine taş çıkartacak kadar nettir. Piyasa ekonomisi, daha o günlerde, kendini ifade etme olanaklarını bulmuştu. İşte devlet çarkının bu çerçevede değişimi, ama aynı zamanda sömürgeciliğin gelişimi için güçlenmesi gerekiyordu. Piyasaya müdahale etmemesi gereken devlet, sömürgelerden gelecek köleler ve yağmalanmış mallar için tüm askerî gücünü, deniz filosunu devreye sokmalı idi.

İşte modern dünyanın, kapitalist dünyanın egemen sınıfları ile onların devletleri arasındaki bağ, bu denli açıktır. Dün de açık idi, bugün de.

Sınıflı toplumların (köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum) kardeş oldukları gerçeği işte burada saklıdır. Bu sınıflı toplumların egemenleri de kardeştir. Kardeşler arası kavgaların şiddeti, büyük oranda mülkiyet ilişkilerine bağlıdır.

Aslında bu bağı, sadece biz görmüyoruz. Diyelim ki, herkes görüyor desek abartılı olmaz. Mesela Rousseau da görüyordu. Rousseau’nın “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni Üzerine Söyleşi” isimli eserini bir kere daha bulamadım. Ama Beaud, ondan son derece güzel bir bölüm aktarmış. Eser 1754’te yazılmıştır. Dinleyelim:

Bir toprak parçasını çitle çevirip burası bana aittir diyen ve buna inanacak sıradan insanlar bulan ilk kişi, uygar toplumun da ilk kurucusu olmuştur. Biri çıkıp da kazıkları söküp, sınırları ortadan kaldırıp, hemcinslerine, “Sakın ola ki bu yalancıyı dinlemeyin, eğer toprağın ve kazancın herkese ait olduğunu unutursanız, bu, sizin sonunuz olur,” diyebilseydi, insanlığı bunca cinayet, savaş, sefalet ve iğrençlikten kurtarmış olurdu. Açıkça görüldüğü gibi, iş o hale gelmiş durumda ki, artık eskisi gibi devam etmesi mümkün değil (aktaran Beaud, age. s. 69).

Beaud, bu satırların yazarının, Rousseau’nun, bu satırlardan sonra, özel mülkiyetin lağvedilmesini önermediğini, tersine, “mülkiyet hakkı yurttaşların sahip olduğu hakların en kutsal olanıdır” diye yazdığını belirtiyor.

Demek ki, kulağa hoş gelen sözler söylemek, yeterli olmuyor. Rousseau’nun yazdıkları elbette insanîdir, ama o kadar. Gerçeği yansıtmıyor. Karikatürize ediyor. Alkış alırlar ama doğru değildirler.

1- Aslında bir kişi, çitle toprak parçasını çevirip burası benim demedi. Tersine, insanoğlunun, kendi geçimini sağlayacak maddi malların üretimi başlangıçta ortaklaşa sürüyordu. İnsan toplulukları, birlikte komünal bir hayat yaşıyorlardı. Ama güçlükle ayakta duruyorlardı. Yani, doğadan “kopmakta” olan insan, aslında doğa karşısında henüz çok güçsüz idi. Ve ilk olarak, üretim araçlarının özel mülkiyete geçmesi, o ilk günahı başlatıyor. Bunun ardından toprağın mülk edinilmesi başlıyor.

2- Toprak parçasını çitle çeviren adam, kendine inanacak sıradan insanlar bulmuyor. Tersine devlet oluşuyor ve sıradan insan anlam değiştiriyor. O sıradan insan çiti söktüğünde, bu kez, karşısında silahlı adamları buluyor. Ve belki de o sıradan insan daha, henüz, köle olmamış ise. Yok köle olmuş ise, iş daha da ilerlemiş demektir.

3- Bir insan, çitle toprağı çevirmiyor. Aslında bir mülk sahipleri sınıfı toprağı çeviriyor. Toprak, “efendinin” oluyor. Ve çite de gerek duyduğunu hiç sanmıyorum, olsa olsa çit, 1700’lerin Avrupa’sında, yoksullardan evini korumak için saraylar inşa edememiş olanların işine yarar ya da tabu kadastro hizmetlerinin.

Mülkiyete karşı çıkmak için, bu karikatürlere gerek yok.

Sınıflı toplum, insanın cansız emeğini (daha önceki üretim sürecinde üretilmiş ve insan emeği mahsulü olan üretim araçları artık insanın cansız emeğidir) insanın canlı emeğinin karşısına, “sermaye” olarak çıkarıyor. Komünal yaşam olmuş olsa idi, ortakçı toplumda yaşansaydı, o cansız emek, işleri kolaylaştıran bir şeye dönüşecekti.

İlkel komünal toplumun, aynı zamanda ilk insan toplumu olduğunu da düşünmek gerekir. Bu komünal yaşam, aslında, “zorunluluğun” ürünü idi, bir seçimin değil. İnsanın kendi varlığını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu maddi malların üretimi, her şeyin önünde duruyordu.

İşte bunları düşününce, neden Rousseau’nun, bu güzel sözleri söylerken, hâlâ özel mülkiyetin kutsallığından söz ediyor olduğunu anlamak mümkün olur.

Ama Rousseau’nun bu naif sözleri, gerçekliğin çarpıtılmış bir hâlini verse de, özel mülkiyetin ne kadar “yok edici” ve köleleştirici olduğunu göstermesi bakımından işe yarayabilir. Bundan da emin olmamakla birlikte.

2-

Kapitalizmin doğuşu, aslında, 1615 vb. gibi bir tarih verilerek başlatılamaz. Kapitalizm, kardeş sınıflı toplum olan feodalizmin içinde doğar.

Dahası, kapitalizm, meta toplumudur. Meta ise, ilk olarak köleci toplumun şafağında doğmuştur. Mülkiyet, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet doğduğu andan başlayarak, “pazar için üretim”, yani satmak için üretim başlar. Bunun sınırlı olması ayrı bir konudur. Diyelim ki, kölenin ürettiği buğday, elbette köle sahibinin idi. Köle sahibi, bu buğdayı, kendisi için kullanıyor, kendisi için ihtiyaç duyduğu şekli ile paraya çeviriyor veya takas ediyordu. Ama küçük çaplı üreticiler, mallarını, pazar için üretiyordu. Bir orak üretmiş adam, bunu satmalı idi. Yoksa kendisi için belki bir ya da iki orak üretirdi. Oysa burada artık kendisi için orak üretmiyordu. Orağı alacak birisini bulmalı ve ondan aldığı para ile, kendi ihtiyaçlarını karşılamalı idi.

Meta üretimi, köleci toplumda vardır ama yeterince gelişmiş değildir. Tarih boyunca meta, gelişir, yaygınlaşır. Hem satılmak için üretim genişler, başka başka şeyleri kapsamaya başlar, hem de toplumun her alanını kapsamaya başlar.

Kapitalizm, insan emeğini metalaştırır ve bu noktadan sonra, meta ilişkileri toplumun her alanını kaplar. Bu nedenle, kapitalizm, aynı zamanda meta toplumudur.

Metanın tarihi, sınıflı toplumların birbirinin devamı ve kardeşi olduğunun en açık kanıtlarından biridir.

Diyelim ki, özel mülkiyete son vermek, aynı anlama gelmek üzere, “meta” üretimine son vermek ise, sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü, daha ilk günlerinden başlayarak, meta üretiminin ufkunu aşacak tarzda davranmak zorundadır. Evet, komünizme geçişe kadar, bazı alanlarda meta üretimi var olacaktır. Ama en başından meta üretim ufkunu aşmayı hedeflemek, bu alanlardaki meta üretiminin sınırlarını çizmeyi kolaylaştıracaktır.

Mesela günümüz dünyasında, paranın egemenlik alanını, bir devrim sonrasında kısıtlamak daha kolaydır. Teknik olarak bu Ekim Devrimi günlerine göre çok daha mümkündür. Diyelim ki, sütü, okulu, ulaşımı, sağlığı, kurşun kalemi, konutu ücretsiz yapmak gerçekleştiğinde, kişinin elindeki para miktarını plastik kartlar (kredi kartı vb.) üzerinden sınırlandırmak çok olanaklıdır.

Demek ki, kapitalizm, feodalizmin bağrında gelişiyor. Bu nedenle, işin gün be gün tarihini değil de, mantığını anlamak çok daha önemlidir. Ama bu mantığın anlaşılması, bu gözle tarihe yeniden bakmayı gerekli kılıyor.

Yukarıda, sömürgelerin ne işe yaradığını bu gözle görme olanağımız olmuş demektir. Bu noktadan sonra sanayi devrimine bakmamız mümkün olacaktır. Sanayi devrimi, kitlesel, büyük çaplı üretimin temelini atıyor.

Kapitalizmin tarihini, biz iki dönem olarak ele alabiliriz. O da, çok gerekli ise. Şunu demek istiyoruz, aslında bu bütünsel bir tarihtir. Fakat, tekelcilik burada bir yeni “aşama”dır. Tekel öncesi kapitalizm ve tekelci kapitalizm, doğru bir adlandırma olacaktır. “Serbest rekabetçi kapitalizm” kavramı bazı riskleri içeriyor. Birincisi, sanki kapitalizmin o döneminin daha “iyi” olduğu anlamına gelebilir. İkincisi, tekel denilen şeyi, kapitalizmin işleyişinin doğrudan sonucu, yasalarının kaçınılmaz sonucu olarak görmek yerine, onu, tekelciliği, kapitalizmin bir “ur”u olarak ele alan anlayışa kapıları açabiliyor, ki bu tamamen yanlıştır. Emperyalizm denilen şeyi kapitalizmden ayrı ele almak eğiliminin temelinde de bu vardır. “Güler yüzlü kapitalizm”, “refahçı kapitalizm” anlayışı, buralardan besleniyor.

Kapitalizm, görüldüğü gibi, en başından beri, “uluslararası” ve “ulusal” olanı yan yana barındırıyor.

Her zaman kapitalizm, bir dünya sistemidir. Ama bunu tamamladığı aşama, tekelci aşamadır. Burada tamamlama, dünyanın en geri ekonomilerine dahi girme anlamındadır, yoksa kendi gelişimini sürdürmenin sonu demek değildir.

Kölecilik de bir dünya sistemi idi. Feodalizm de. Ama bu üç sınıflı toplum içinde en çok dünya sistemi olmayı ileri götürmüş olanı, kapitalizmdir. O kadar ki, bugün, dünya kapitalist sisteminden (ve elbette emperyalizmden) söz etmeden, bir kapitalist ülkeyi ele almak, incelemek mümkün değildir. Bunu tarih açısından da ileri sürebiliriz, kapitalist bir ülkenin tarihini, dünya kapitalist sisteminden yalıtık şekilde ele almak ve incelemek mümkün değildir. Bu, tekel öncesi kapitalizmi de kapsar.

3-

Kapitalizmin şafağında, dünya büyük imparatorluklar ve sömürgeci güçler açısından şöyle görünüyordu. İngiltere, Hollanda, İspanya, Portekiz, Brezilya, Fransa daha aktif ve deniz güçleri ile, Rusya, Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Çin daha az aktif ve kara güçleri ile olmak üzere. Japonya ve Almanya’yı bunlara sonradan eklemek gerekiyor.

Oysa sanayi devriminin öngünlerinde, mesela 18. yüzyılda, yine daha detaylı olmak üzere 1750’lerde, durum değişmeye başlamıştı. Hollanda hâlâ vardı, Portekiz daha az miktarda, Brezilya silinmişti, ABD yeni bir güç olarak doğuyordu, Almanya yükselmekte idi. 19. yüzyılın sonlarında, Portekiz sömürgelerini neredeyse kaybetmiş, Avusturya-Macaristan yok olmaya yüz tutmuş, Çin ve Osmanlı paylaşım masasında bulunuyordu. Uzakta Japonya, Avrupa’da Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, diğer uçta ise ABD 20. yüzyıla savaşlarla giriyordu.

1750’ler, hem sömürgeciliğin hem de sanayi devriminin geliştiği bir dönem idi. Dönemin manzarasını, Beaud, şöyle çiziyor:

XIV. Louis tarafından sürdürülen savaşlar Fransa’yı güçsüz bıraktı. Buna karşılık, İngiltere, 1703 ve 1713 antlaşmalarından kârlı çıktı, söz konusu antlaşmalar ona Brezilya ve İspanyol imparatorluklarının pazarlarını açıyordu. Bu arada, büyük bir deniz üstünlüğü de sağladı.

Sömürgelerin yağmalanması ve sömürüsü yoğunlaştı. 1720-1780 aralığında İspanyol Amerikası’ndaki ve Brezilya’daki altın üretimi yılda ortalama yirmi tona ulaştı. Oysa geçen yüzyılda ortalama yıllık üretim on ton düzeyini hiç aşmamıştı. Zenci köle emeğine dayalı şeker üretimi de önemli bir zenginleşme kaynağıydı. İngilizler Barbados ve Jamaika’da, Fransızlar Saint-Domingue ve Guadeloupe’ta, Portekizliler de Brezilya’da şeker üretimine hız vermişlerdi. Köle ticareti de çok yüksek seviyelere ulaşmıştı: Yüzyılın tamamında yıllık ortalama elli beş bine çıkmıştı ve bu rakam XVI. yüzyılda yıllık ortalama iki bindi; bazı dönemlerde yılda yüz bine kadar yükseldiği olmuştu (Beaud, age, s. 54-55).

Bu köle ticareti, kölelerin neredeyse yok pahasına çalıştırılması, artı-değeri büyük ölçüde artırıyordu. Zenginleşmenin önünü açıyordu. Elbette karşısında yoksulluğu da artırarak.

Zira, bir halkın zenginliğini artırmanın sırrı, sefillerin sayısını artırmaktan başka bir şey değildir (aktaran Beaud, age, s. 72).

Sanayi devrimi, arkasına, sömürgelerin yağmalanmasını almıştı. Sömürgelerin yağmalanması, bir yandan, gemiciliğin gelişimi demek idi. Ama aynı zamanda, bu yağmanın gerekleri içinde, kömür, silah sanayiinin gelişimi de demek idi.

Bu aynı zamanda belli üretim dallarının gelişimi demekti, pamuklu dokuma gibi. Kimyanın sanayinin emrine girişinde bu dokuma ve boyama işinin ihtiyaçları önemli bir itki sağlamıştır. Buharlı makinalar devreye giriyordu. Bu elbette üretim organizasyonunda da değişiklikler anlamına gelecektir. Makina kullanan işçiler yeni bir çalışma “disiplinine” alışıyordu. Büyük iplik fabrikaları inşa ediliyordu. Küçük atölyelerde çalışmanın verdiği bazı “boşluklar” daha katı bir disiplinle dolduruluyordu. İşçiler, ileride Marx’ın yazacağı gibi, alet kullanmaktan, makinalara hizmet eder hâle geliyorlardı.

XVIII. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıktığını gördüğümüz “fabrikalar” sadece İngiltere’de değil, aynı zamanda Belçika’da, Fransa’da, İsviçre’de, Almanya’da, Birleşik Devletler’de yaygınlık kazanıyordu (Beaud, age, s. 106-107).

Öne çıkan sanayiler ise, tekstil, özellikle pamuklu dokuma, dökme demir, kömür üretimi ve demiryolu sanayileri idi. Demiryolu, 1900’lerin başına kadar, hızlı bir gelişim içinde oluyordu. Demiryolu, pazarı birleştiriyordu. Ürünün bir yerden başka bir yere naklini kolaylaştırıyor, pazarı büyütüyor ve bunu büyük ölçüde ekonomik hâle getiriyordu. Dört ülke; Almanya, İngiltere, ABD ve Fransa, dünya sanayi üretiminde çok ciddi bir yer tutuyordu

Pamuk ipliği İngiltere’de 1700’lerin ikinci yarısında gelişiyordu. Ama 1800’lerde bu 4 ülkede de epeyce bir yol almıştı. Aşağıdaki tablo, durumu anlamayı kolaylaştıracaktır.

Bu dört ülke, 1820’de dünya sanayi üretiminin %63’ünü, 1860’ta ise %66’sını üretmekte idi. Bu, bir yandan, eşitsiz ve bileşik gelişimi gösterir. Bunu bir yasa olarak ele alırsanız, ki öyledir, tekelleşmenin, aslında kapitalist gelişimin mantığında olması gerektiğini düşünebilirsiniz. Çalışmanın sonraki bölümlerinde bu konuya, tekelleşmeye daha detaylıca döneceğiz.

Birinin zenginleşmesi, milyonların fakirleşmesi ile birlikte gerçekleşir. Sömürgecilik varsa, sömürgeci ülkelerin olması gereklidir. Yoksa, bir ülkeye, mesela “az gelişmiş” demek, ancak derdinizi, meramınızı bir yere kadar anlatır.

Sanayileşme, nüfusun büyük bölümünün işçi hâline gelmesi demektir. İşçileşme, ya köyden göç etmek ya da küçük işletmesini, mesela mobilyacı ise onu kaybetmek anlamına gelmektedir. Kısacası işçileşmek, mülksüzleşmek de demektir.

Bunun için de örnekler bulmak mümkündür.

“1850’de Britanya’da kömür işçisi sayısı 200.000’i aşarken, 1880’de yarım milyona ve 1914’e gelindiğinde, yaklaşık üç bin madende 1,2 milyona…” ulaşmıştı (Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, s. 107).

Yine, Hobsbawm’dan, 1838’de dokuma fabrikası işçilerinin sadece %23’ünün yetişkin erkek olduğunu okuyabiliyoruz. Yani, daha o günlerden kapitalist makinalı üretim, çocuk ve kadın işçileri içine almaya başlamıştı. Çartist hareket, bu sanayileşmenin ilk dönemlerine denk gelmektedir.

Sanayi devriminin ikinci dalgası diye tarif edilen şeyin, 1840’larda başladığı, bazı kaynakların bunu 1850’ler olarak ele aldığı görülebilir.

Bu dönemde, artık, İngiltere’nin öne geçmeye başladığını söyleyebiliriz. Ünlü, İngiliz Yüzyılı sözü, daha çok 1800’lerin başından 1920’lere kadarki süreci kapsamaktadır.

İngiltere’nin sermaye ihracına ilişkin bazı veriler, Hobsbawm’ın Sanayi ve İmparatorluk çalışmasında mevcut. 1870’te dörtte biri ABD’de olmak üzere, İngiltere’nin 700 milyon pound’luk bir sermayesinin dış ülkelere yatırıldığını aktarıyor (age, s. 108). Bunun için yasal düzenlemeler de yapılmakta idi. 1873’te bu rakam 1 milyar pound’a ulaşmıştı.

Ortakların sorumluluğu sınırlı olan anonim şirketlerin kurulmasını mümkün kılan yeni yasalar, daha maceracı yatırımlar için teşvik edici oldu, çünkü böyle bir şirket iflas ettiğinde, hissedarlar tüm servetlerini değil, yalnızca yatırdıkları sermayeyi kaybediyorlardı (Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, s. 109).

Bu sermaye ihracı, sadece İngiltere’ye ait bir durum da değildi. Aslında İngiltere, bu açıdan da lider durumda idi. 1870’lere gelindiğinde, İngiltere’nin “imparatorluğu”ndan söz etmek mümkün idi. Ama henüz, ABD dönemindeki gibi, hegemonya kurabilmiş değildi. Kapitalist sistemin içinde, aynı dönemde birden fazla ülke emperyalist aşamaya evrilmekte idi.

Görmüş olduğumuz gibi, dışarıya yapılan yatırımlar esas olarak 1860’lar ile 1870’ler arasında, daha sonraları ise bunlardan elde edilen faiz ve temettü gelirlerinin yeniden yatırılmasıyla büyük bir hızla arttı. 1913’e gelindiğinde Fransa’nın, Almanya’nın, Belçika’nın, Hollanda’nın ve ABD’nin dışardaki toplam yatırımları 5.500 milyon sterlinden azken, Britanya’nın dışardaki yatırımları 4.000 milyon sterlini bulmuştu (Hobsbawm, Sanayi ve İmparatorluk, s. 139).

Bu döneme ilişkin İngiltere, Almanya ve Fransa’nın sermaye ihracı rakamları, Lenin’in, Emperyalizm çalışmasının “Sermaye İhracı” başlığı altında bulunabilir. Lenin, orada bu bilgileri 1914 yılına kadar verebiliyordu.

1870’lerin başındaki “Büyük Buhran”, İngiltere’nin göreli olarak gerilemesinin görüldüğü bir dönem olmaya başlamıştı. Ama bu durum, toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluğun dünyadaki etkisi altında pek de görülebilecek durumda değildi.

Artık, Almanya ve ABD, iki ayrı uçta yükselmekte idi.

Bu süreç aynı zamanda, bu ülkelerde sermayenin yoğunlaşmasının da açık olarak görüldüğü, daha büyük işletmelerin ortaya çıktığı süreçtir. 1900’lerin başında gelişmeler hızlanmıştır. Az sayıdaki büyük şirket, bu ülkelerin ve buradan da dünyanın önemli güçleri olarak öne çıkmaya başladı. Büyük çaplı işletme, daha büyük artı-değer anlamına gelmekte idi.

Bir yandan, birkaç ülke, dünyayı kendi aralarında bölüşüyordu, diğer yandan da bu ülkelerdeki gücü elinde tutan burjuvazinin büyük, tekelci kesimleri dünyayı paylaşmayı sürdürüyordu. Hem tekelleşme, hem de dünyanın yeniden paylaşımı aynı anda yükseliyordu. Lenin, Emperyalizm çalışmasında, dünyanın toprak olarak, büyük devletler arasındaki bölüşümünü rakamları ile aktarmıştır. 1914 yılı rakamları şöyle idi: İngiltere sömürgeleri 33,5 milyon km kare. İngiltere’nin “anavatan” büyüklüğü ise 0,3 milyon km kare idi. 33,5 milyon km kare, 1876 rakamının %50 üzerindedir. Rusya’nın 1876’da 17 milyon km kare iken, 1914’te 17,4 milyon km kareye çıkmıştır. Fransa 1876’da 0,9 iken 1914’te 10,6 milyon km kareye çıkmıştır. 1914’te Almanya’nın 2,9, ABD’nin 0,3, Japonya’nın 0,3 milyon km kare sömürgeye sahip olduğu görülüyordu. 134 milyon km kare olan dünya toprağının, bu 6 ülke tarafından sömürge hâline getirilmiş toprak parçası 65 milyon km kareyi buluyordu. Belçika ve Hollanda sömürgelerini de dahil edersek, dünyanın %50’den fazlası sömürgelerden oluşuyordu ve o dönem Osmanlı, Çin ve İran, yarı sömürge olarak adlandırılıyordu, bu rakamın dışında idi.

Uluslararası sermaye piyasasında da İngiltere ezici egemenliğini sürdürdü. 1914’te Fransa, Almanya, ABD, Belçika, Hollanda, İsviçre ve diğerleri, denizaşırı yatırımların yüzde 56’sını aralarında paylaşırken, İngiltere tek başına yüzde 44’ünü elinde tutuyordu (Hobsbawm, İmparatorluk Çağı, Dost Kitabevi Yayınları, 1987, s. 62).

Dünya sanayi üretiminde de birkaç ülkenin büyük bir ağırlığı söz konusu idi. Elbette burada öne çıkan ülkeler, İngiltere, Fransa, Almanya, ABD idi. Rusya ve Japonya onları takip eder durumda idi. 1870’te 4 ülke, İngiltere, ABD, Almanya ve Fransa, dünya sanayi üretiminin %78’ini, 1913’te ise %74’ünü karşılamaktaydı (bkz. Beaud, age, s. 160’taki tablo).

Öte yandan, bu ülkelerde de, büyük firmalar, büyük çaplı üretim ve sermayenin merkezîleşmesi hızlanmıştı. Fransa’da 1906’da çalışanların %10’u, 500’den fazla işçi çalıştıran işletmelerde çalışıyordu.

Tekellerin egemenliği konusunda, elbette Lenin’in Emperyalizm çalışmasına bakmak önemlidir. Her Marksist’in bu kitaba zaten bakacağı düşüncesi ile, daha başka verilere bakmaya çalışıyoruz. Biraz da tarihe bakmaya.

Uzun bir alıntı, büyük firmaların tekelci egemenliği konusunda bir fikir verecektir.

1908’de Birleşik Devletler’de ilk yedi tröst, 1638 şirkete sahip veya denetler durumdaydı. 1900’den sonra, tröstler tekstil üretiminin %50’sini, cam sanayiinin %54’ünü, kâğıt ve kitabın %60’ını, gıdanın %62’sini, ispirtonun %72’sini, demir dışı metallerin %77’sini, kimyanın %81’ini, demir ve çeliğin %84’ünü temsil ediyordu. J. P. Morgan ve E. H. Gray tarafından oluşturulup Carnegie çelik fabrikalarının da katılımıyla United States Steel Corporation ortaya çıktı. Rockefeller tarafından 1870’te kurulduğunda Amerikan petrolünün sadece %4’ünü rafine edebilen Standart Oil, 1879’da rafinerilerin %90’ını denetler durumdaydı. 1904’teyse, ulusal petrol ticaretinin %85’ini, ihracatın da %90’ını elinde tutuyordu. Almanya’da Krupp tarafından oluşturulan sanayi imparatorluğu 1873’te 7000 işçi çalıştırırken, 1913’te 78.000 işçiye yükselmişti. Elektrik enerjisi dalında AEG, baş döndürücü bir yoğunlaşma süreci sonucunda 1911’de 175 ila 200 şirketi denetliyor, 60.000 işçi çalıştırıyor, 1908’den beri bir başka Alman grubu olan Siemens’le işbirliği yaparak, Amerikan grubu General Electric’le dünya pazarını paylaşıyordu (kabaca, Avrupa AEG’nin, Kuzey Amerika da GE’nin etkinlik alanıydı). İngiltere’de durum bu kadar net olmasa da, söz konusu dönemde bankacılık sektöründe önemli bir yoğunlaşma gözleniyordu. 1880’de 250 özel banka varken bu sayı 1913’te 48’e düşmüştü; 1880’de 120 Joint-Stock Bank varken bu sayı 1913’te 43’e düşmüştü. Aynı şekilde Almanya’da da 1873 krizinde 70 banka iflas etmişti, 1890-1891 arasında bir kriz dalgası daha yaşandı ama 1901 krizi “gerçek bir temizlik krizi” oldu: Deutsche Bank 49 başka bankayı yuttu. Diskonto Bank da 28 bankayı… geriye beş-altı büyük banka kalmıştı. “Her büyük banka bir grup işletmenin finansal damarını oluşturuyor ve riski paylaşmak için de birkaç banka bir şirketi destekliyordu.” Birleşik Devletler’de de iki “finans imparatorluğu” ortaya çıkmıştı. Bunlardan birincisi Morgan’ın First National Bank’ı, General Electric, Rubber Trust, US Steel, Vanderbilt demiryolları ve birçok elektrik şirketinden oluşuyor, ikincisi de Rockefeller’in National City Bank’ıydı ki, Standart Oil, Tobacco, Ice Trust, Gould demiryolları ve telefon şirketlerini kapsıyordu (Beaud, age, s. 174-175).

Böylece, kapitalist gelişimin ikinci dönemi dediğimiz, tekelci dönemi başlamış oluyordu. Görüyoruz ki, kapitalizm sadece bir ülkede, diğer ülkelerden yalıtık tarzda gelişmiyor. Tersine, sömürgecilik, sanayi devriminin motoru işlevini görüyor. Yağma, sömürgecilik yolu ile, ciddi bir sermaye birikimi gerçekleşiyor. Bu, aynı zamanda, tüm yoksullukların da kaynağıdır. Bu, aynı zamanda doğanın yağmalanmasının kaynağıdır.

Bu gelişim içinde, tekelcilik öncesi dönemde de, sömürü sürekli artırılıyor. Sermaye, işçilerin kanını emen bir vampirdir sözü işte buradadır. İşçilerin sömürüsü ne oranda artarsa sermaye o oranda büyüyor. Büyük çaplı üretim, işte böyle doğuyor. İşçinin fabrika içinde denetimi böylece gelişiyor.

Makinalı üretim, işçinin giderek makinanın uzantısı hâline gelmesine neden oluyor. Kapitalist sömürü çarkı olmadan, işçinin, cansız insan emeği karşısında bu kadar küçültülmesi mümkün olmazdı. Makinalar, komünal bir toplumun elinde, işçinin daha az çalışması, daha çok özgürleşmesinin bir aracı olurdu. Kâr için üretim, her şeyi bu gözle ele alıyor ve buna göre dönüştürüyor, organize ediyor. Doğanın bu acımasızca yağması, kâr için üretimin sonucudur. Aynı anlama gelmek üzere, doğanın ve insanın kurtuluşu, bu özel mülkiyete, bu kâr için üretime son vermekten geçmektedir.

Geriye dönüp, kapitalizm olmasaydı diye nostaljik düşünmenin bir faydası yoktur. Mesele son derece açıktır, kapitalizm, dün de, bugün de insanlığın ve parçası olduğumuz doğanın yağması üzerine kuruludur. Kâr için üretim budur, meta üretimi budur. Bunun bir zenginlik olduğu da tartışılırdır.

Bu nedenle, bugün, tekeller dünyasında, tekellerin kasalarının içinde, onların laboratuvarlarında saklanmaktadır.

Saray’ın sıkışmışlığı, Aç tavuk kendini buğday ambarında görürmüş

Covid-19 salgını, Erdoğan ve Saray Rejimi için, yetmez, TC devleti için, bir “allahın lütfu” olarak ele alınmaktadır.

Saray Rejimi, şöyle düşünüyor, “kadir mevlam, karar verdi, bizi bu krizden, bu bitmişlik ve tükenmişlikten bu virüs sayesinde kurtaracak.”

Bunu eğer uydurma diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Böyle düşünenleri az değil.

Oturmuş, Erdoğan ve Saray Rejimi için planlar yapan “akıl hocaları”, ne olduğunu anlamadığımız “uzmanlar”, hep birlikte, bu sıkışmışlıktan bir çıkış yolu olarak Covid-19’u çok sevdiler.

Şu konuda yanılıyor olabiliriz, tüm Saray’ın, tüm devletin “uzman” kadroları, belki bunu “allahın” eli ile gelmiş olarak kabul etmemiş olabilir. Ama tümü, şu anda buna sarılmış durumdadır. İstisnası yok, tüm “uzmanlar”, aklını yitirmiş gibi, Covid-19 ile “çare bulundu” diye sevinmektedirler.

Bu yolla, Covid-19 salgını ile, krizin üzerinin örtüleceğini düşünüyorlar.

Bu yolla, Covid-19 salgını ile, Suriye’de İdlib’in işgalinin kalıcı olacağını düşünüyorlar.

Bu yolla, Covid-19 salgını ile, fırsat bulup, Kürt katliamı yapabileceklerini düşünüyorlar.

Bu yolla, ihaleleri hızla geçirme derdinde olmaları bunun göstergesidir.

Salda gölü operasyonu, bu mantığın, zihniyetin ürünüdür.

Kanal İstanbul projesinin ihalesinin araya sıkıştırılması, bunun içindir.

Çakıcı affı, bu sayede rahat hâllolur umudundadırlar.

Bu virüs salgını gölgesi altında, İdlib’e asker göndermektedirler, daha çok ve daha çok.

Yani, biz, bazı AK Parti’lilerin söylemlerine bakıp, “bak bunlar bunu allahın lütfu” olarak görüyorlar demiyoruz. Bizzat, Erdoğan’ın pratiği ve söylemleri, bizzat Saray Rejimi’nin uygulamaları, bizzat TC devletinin uygulamaları bunu göstermektedir.

O kadar “allahın lütfu”na odaklanmışlardır ki, sağlık çalışanlarını “feda” etmektedirler.

Saray Rejimi, açıktan, halka savaş açmıştır ve halkı ölümle yüz yüze bırakmaktadır.

İki kanıt yeterlidir.

1- İşçiye, yoksula düşen nedir? Çalışmak. Abdest öneriyorlar, kolonya öneriyorlar, dua öneriyorlar. Başka bir şey yoktur. Bunca ölüm, neredendir, kimdendir? İşçiler, emekçiler, yoksullar, kimsesizler ölmektedirler. TC devleti, açıkça, halkı, ölümle yüz yüze bırakmıştır.

Sağlık çalışanları, doktorlar, hemşireler, bu işin içindedirler. Açıkça valiler, sağlık çalışanlarını suçlu göstermektedir. Saray Rejimi, TC devleti, tam bir işçi, emekçi düşmanıdır. Tutumunu tereddüt etmeden böyle ortaya koymaktadır.

İngiliz devleti, yaşlıların ölümünü bir tür “avantaj” olarak ilan etmiştir. Bundan kimsenin şüphesi yoktur. Bu sayede yılda birkaç milyar sterlin kazançları olacaktır.

TC devleti ise, açıktan, işçileri, emekçileri, emeklileri, yoksulları “kurtulunması” gerekenler listesine almıştır. Ama unutuyorlar ki, bu sayı kalabalıktır, nüfusun %90’ıdır.

2- İkinci kanıt, açıkça yalan söylemeleridir. Sağlık Bakanlığı, Saray, bizzat Erdoğan, her gün halka yalanlar söylemektedir. Bu, düşmanca tutumdur ve halkı düşman ilan etmek demektir.

Saray Rejimi, her uygulamada, “rant, yağma ve savaş” ekonomisine güç vermeye çalışıyor. Tüm sağlık gereçleri, kendi kontrolleri altındadır.

– Maske üreten firmaların maskeleri satması mümkün değildir. Her maske üreten fabrikada, bir Saray Rejimi elemanı, vasıfsız, kimliksiz bir biçimde, tüm üretimin kime satılabileceğine karar vermektedir. Şu adama sat, şu kadar üret, fazlasını beklet, parasını verse de birine satma.

– Tüm gümrüklerde, gelen hijyen malzemesi, koruyucu maske vb. doğrudan Saray Rejimi uzantılarının denetimindedir.

– Test kitlerini üreten firmalar, bunları ucuz fiyattan devlete satmayı önermekte, ama bu istek geri çevrilmektedir. Tüm kitler, Menzil tarikatı tarafından devlete satılmaktadır. Sağlık Bakanlığı, belki Bakan hariç, Menzil tarikatının denetimindedir.

– Özel hastahaneler, kamulaştırılmamış, salgın için kullanıma açılmamıştır. Bu konuda karar alınmış olmasına rağmen, uygulama böyle değildir.

– Tabipler Birliği, hiçbir süreçte, aktif olarak sürecin içine sokulmamıştır.

– Bilim Kurulu, gerçeklerin gizlenmesine, yalan haberlere göz yummaktadır. Hiçbir tehdit, Bilim Kurulu’nun bu tutumunu bağışlatamaz. Açıkça halka söylenen yalanlar, Bilim Kurulu öne sürülerek sürdürülebilmektedir. Bilim Kurulu, Saray Rejimi’nin payandası olmuştur.

– Sağlık emekçileri, en önde, korumasız, güvencesiz, açgözlü ve yağmacı devlet yöneticilerinin korkaklığı altında ölüme sürülmüşlerdir. Sağlık emekçileri, seslerini yükseltmeli, yalanları ortaya sermeli, bu insanlık dışı Saray Rejimi uygulamalarını her fırsatta deşifre etmelidirler.

İşte size Saray Rejimi’nin Covid-19 uygulamaları:

– Kanal İstanbul ihalesi

– Valilerin iş bırakma eylemlerini yasaklamaları

– Salda gölü yağması

– Belediyelere kayyum atama

– Büyükşehir belediyelerinin yardım kampanyalarını engelleme

– Maskeyi, hijyenik malzemeleri karaborsaya sokma ve kendi kontrollerine alma

– Her türlü bilgiyi gizleme

– İşçilere, günlüğü 39 TL’den ücretsiz izin uygulamaları ile iş kanunu değiştirme

– İdlib’e asker sevkiyatı.

Saymaya gerek yok, bunlar, iflas etmiş, bitmiş, tükenmiş bir iktidarın, yönetemez hâldeki egemenlerin, Covid-19’dan medet umma uygulamalarıdır.

Ve tüm bunlardan sonra, Damat Hazineci, utanmadan %5 büyüyeceğiz diye fetva veriyor. Ülkenin her alanı “fetva”larla yönetiliyor. Damat’ın fetva verme tarzı biraz farklı da olsa, fetvaları her gün birbirini kovalıyor.

Erdoğan ise şöyle söylüyor:

“Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk defa, küresel düzeydeki bir yeniden yapılanma sürecinin merkezinde yer alma fırsatını elde etmiştir.”

İşte, bize, aç tavuk kendini nerede görür sözlerini hatırlatan da, bu açıklamasıdır.

Bu açıklama, elbette Erdoğan’a, dışarıdan, hani kökü dışarıda olanlardan gelmektedir. Erdoğan neyi kastediyor? Ülke batmakla meşgul, Erdoğan, “İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk defa, küresel düzeydeki bir yeniden yapılanma sürecinin merkezinde yer alma fırsatını elde etmiştir”den söz ediyor.

1- Demek ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulu sistem üzerinden konuşuluyor. Bu sistem, başında ABD’nin bulunduğu, NATO, IMF, Dünya Bankası vb.den oluşan, “komünizme karşı savaş” diye anılması gereken, soğuk savaş sistemidir. TC devleti, Menderes döneminde, Kore’ye adam gönderme karşılığında NATO’ya girmiş, CENTO diye NATO uzantısı bir pakt kurulmasında araç olmuş, Marshall yardımları ile zehirlenmiş bir ülkedir. TC devleti, tüm soğuk savaş, hatta 1917 Ekim Devrimi’nden bu yana yaşanan süreç boyunca, “emperyalist güçlerin ileri karakolu” olarak, anti-komünist mücadelede iş görmüştür. Gülen ve Erdoğan, bu anti-komünist mücadelenin ve onların içindeki 12 Eylül rejiminin çocuklarıdır.

İşte İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, diye bir ifade kullandınız mı, bu yapılanmanın değişmesinden söz ediyorsunuz demektir.

2- Diyor ki Erdoğan, yeniden yapılanma vardır.

3- Diyor ki Erdoğan, Türkiye bunun, yapılanmanın, merkezinde yer alma şansı yakalamıştır.

İşte “Aç tavuk, kendini buğday ambarında görürmüş” sözü, burada işe yarıyor.

1-

Biz, Kaldıraç hareketi olarak, epeyce uzun bir süredir, açıkça diyoruz ki, emperyalist güçler arasında, bir yeniden paylaşım savaşımı vardır. Buna Üçüncü Dünya Savaşı diyebilirsiniz. Bu savaş, kendini farklı biçimlerde ortaya koyuyor olsa da durum budur.

Dünyayı kendi aralarında paylaşmak isteyen beş gücü özellikle sayıyoruz: ABD, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa. Bu güçler içinde ABD, düne kadar lideri olduğu kapitalist dünyanın komünizme karşı mücadele paktı nedeni ile elde ettiği avantajlarını kullanmak istedi. Dünya imparatorluğu ilan etti. Ama tutmadı. ABD hegemonyası çözülüyor. ABD bunu askerî güç avantajı ile durdurmaya çalışıyor olmuyor. ABD bunu, Rusya ve Çin’i birlikte “ham” etme teklifi ile durdurmak istedi ama ne çare Çin ve Rusya dişli çıktı.

2-

Biz Kaldıraç hareketi olarak diyoruz ki, bu paylaşım savaşımında paylaşım masasında olan ülkelerden biri de Türkiye’dir. Ortadoğu paylaşılırken, Türkiye’nin bundan azade olması mümkün değildir. TC devletinin, Saray Rejimi’nin, Suriye’den pay kapma çabası, Osmanlı hayalleri, boşunadır. Tersine bu hayaller, kurtluk yapmak dışında hiçbir şeye yaramaz. Kaldı ki, kolpacı Erdoğan ile, kurtluk gösterisi, traji-komik olur. Suriye’ye hevesle girenler, verdiklerini bile anlamazlar.

3-

TC devleti, tüm soğuk savaş boyunca, “ortaklaşa sömürge” idi. Bu süreç daha 1920’lerden başlar. Ekim Devrimi’ne karşı, “sınıfsız imtiyazsız” bir ileri karakol rolünü kabul etmek, içeride halkı bastırmak için işe yarar ama dünyada size bir şey katmaz.

Ortaklaşa sömürge Türkiye, ekonomik olarak Almanya başta olmak üzere AB’nin, askerî olarak ise NATO vb. kanallarla ABD’nin sömürgesidir. Bu ikili yapı, dün, soğuk savaş boyunca sorun olmuyordu. Ama artık, yeni paylaşım savaşı var ve TC devleti, ya ABD sömürgesi olacak, bu durumda içeride ekonomik alanda, sermaye el değiştirecek ve ABD sermayesi bir biçimde öne çıkacak. Ya da ekonomik alana hakim olan AB, siyasal alanda da ABD’den ülkeyi devralacak. Bu ikinci şık için NATO’nun dağılması gerekir. Yoksa esas olan ekonomik alan olduğundan, iş sürece bırakılırsa AB, ABD’den ülkeyi alır.

Bu iki seçeneğin dışında da, ülke üzerinde değişik paylaşımlar olabilir. Kanal İstanbul, İstanbul’un, uluslararası bir şehir-devlet olması amacını güdüyorsa, demek bir önemli paylaşım adımıdır, öyle görmek gerekir.

Şimdi, bu üç noktayı aklımızda tutarsak, Erdoğan’ın “İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk defa, küresel düzeydeki bir yeniden yapılanma sürecinin merkezinde yer alma fırsatını elde etmiştir” sözleri üzerinde durabiliriz.

Şimdi, TC devleti, bu küresel yeniden yapılanma sürecinin merkezinde nasıl yer almaktadır? Muhtemelen Trump ve elçileri, Erdoğan’a “sen önemli bir güçsün” diye gaz vermektedirler. İdlib’de gördük, Osmanlı hayalleri ile Suriye’ye hücum ederlerken ne kadar asker kaybettiğimizi bile açıkça söyleyemediler. Şehit deyip, şahadet şerbeti içmekten, şehitler tepesi boş kalmasın diye allahtan niyaz edenler, daha “şehit”lerin sayısını bile doğru söyleyemiyorlar.

Yoksa Türkiye, bu küresel yeniden yapılanma sürecinin merkezinde, bir “pasta” olarak mı yer almaktadır?

Kumarhanede masaya oturmuş kumar oynayanlar, masaların ortasında, dansözler de oynatırlar. Belki bu dansözler, arada bir birinin elini görüp, efendisine üfleyebilir, ama bunun bir “şans” olduğuna inandıklarını düşünmek oldukça zordur. Sanki, orada merkezde gibi olanlar, oyunculardır.

Eğer, dünya “küresel düzeyde bir yeniden yapılanma süreci”nde ise, bunun ana aktörleri de bellidir: ABD, AB diyelim ve İngiltere de içinde olsun ve Japonya. Biz beşli emperyalist güçler diyoruz. Çin ve Rusya ise, bu sürecin aktörleri olduklarını, boyun eğmeyeceklerini göstermiş durumdalar. Bu durumda, Rusya ve Çin, en azından, paylaşılacak alan olmaktan çıkmaktadır. En azından, çünkü dahası da vardır.

Ama Türkiye, bunun olsa olsa, pasta olarak merkezinde olabilir.

Erdoğan, tüm bunları, ne zaman söylüyor?

Dikkat edelim lütfen.

Çıkıp, 20 yaşından küçüklerin evde kalacağı açıklamasını doğru dürüst yapabilme becerisini bile gösteremediği bir ortamda.

Covid-19 salgınına karşı tek yapabileceği şeyin ne olursa olsun ölü sayısını gizlemek olduğunu, gizli emirlerle duyurduğu bir ortamda.

Eyyyyy diye başlayan yüksek perdeli konuşmalarında, halkım size kolonya ve abdest düştü demek zorunda kaldığı bir ortamda.

Allahın lütfu edasıyla, ekonomik önlemler açıklarken, Saray çevresine ulufe dağıttığı hissi ile sırıtarak coşmak zorunda kaldığı bir ortamda.

Hiçbir ekonomik “önlem”in ertesi gün geçerli kalamadığı bir ortamda.

Para basmayacağız deyip, 65 milyar TL para bastığı bir ortamda (Lütfen bakınız, Alaattin Aktaş, “DİBS’ler Merkez’e, para bankalara, oradan Hazine’ye”, Dünya Gazetesi, 21 Nisan 2020. DİBS, devlet iç borçlanma senetleridir. Hazine DİBS’leri çıkartıp, bankalara satıyor, bankalar bu senetleri MB’ye satıyor. MB, bunları almak için para basıyor. Böylece hazineye para aktarılıyor ve açıktan para bastık diyemiyorlar. Oysa tüm dünyada MB’ler habire para basıyorlar).

Belediyelerin Covid-19 salgınına karşı aldığı önlemleri, siz alamazsınız, sadece biz alırız dediği bir ortamda.

TV kanallarına çıkıp, IBAN numarası verdiği, telefonlara 10 TL bağış yapın diye mesajlar attığı ve halkın, buna ilgi göstermediği, Merkez Bankası’nın bu kampanyalara “bağış” yapmak zorunda kaldığı bir ortamda.

İşte Erdoğan’ın, yeniden yapılanma sürecinin merkezinde olmak olarak gördüğü şey budur. Hayali, biraz daha fazla iktidarda kalabilmek ve biraz daha fazla yağma yapabilmek. Sizce de, aç tavuk sözü yerinde değil mi?

Kaşla göz arasında, Salda gölüne saldırmak, kaşla göz arasında belediyelere kayyum atamayı sürdürmek, kaşla göz arasında ihaleleri hâlletmek, kaşla göz arasında Kazdağları’na saldırmak, yağma kültürünün olduğu kadar Saray Rejimi’nin dibe vurmuşluğunun göstergeleri değil mi?

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” Tamam da, bu ne demek?

Bazı insanlar, kendi düşünceleri ile, kendi ağızlarından, kendi dilleri ile konuşurlar. Bazı insanlar ise, başkalarının fikirlerini, kendi fikirlerini gizlemek için ağızlarında sakız yaparlar.

Covid-19 sürecinde bunun birçok örneğini görüyoruz.

Erdoğan, başkalarının sağda solda söylediklerini, kendine aktarılan ve kendisini “özel” hissetmesini sağlayan cümleleri, kendi amaçlarını saklı tutma yolu olarak, zaten başka da söyleyebileceği bir fikri de olmamasını ekleyin, tekrarlayıp durmaktadır.

Söze bakın: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

Acaba, Covid-19, bir saldırı mıdır? Bu soruyu soranlar, Washington’un yüksek perdelerinden gelen “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözüne kulak versinler.

Belki, Covid-19 doğadan gelmektedir, belki laboratuvarda üretilmektedir. Bunu anlamak için çok zaman geçmesi gerekmeyeceği kesin. Ama nereden gelirse gelsin, laboratuvarda üretilsin ya da üretilmemiş olsun, bir saldırı silahı olarak kullanıldığı konusunda şüpheye yer yok.

Demek oluyor ki, daha yenileri de gelebilir. İster doğanın yağmalanması sonucu bu virüs insan hayatına giriyor olsun, devamı gelecektir. Çünkü, kapitalizm var oldukça, kâr amaçlı üretim var oldukça, özel mülkiyet var oldukça, doğanın yağması devam edecektir ve demek ki, bu virüslerin arkası da gelmeye devam edecektir. İsterse laboratuvarda virüse müdahale edilmiş, 14 günlük bir ayarlama yapılmış olsun, durum değişmeyecektir, virüslerin arkası gelecektir. Bu ihtimal vardır.

Bu salgın, bir silah olarak kullanılmaktadır.

Mesela Trump, bu salgını, Çin ekonomisini tarumar etmek için kullanmıştır, başaramamıştır.

Mesela Bill Gates, bu salgınla ilgili kendini “sözcü” olarak görmekte ve büyük sermaye adına konuşmaktadır. Gates, Trump’ın açıklamalarını düzeltmekte, mesela 200.000 Amerikalının ölmeyeceğini, daha azının öleceğini söylemektedir. Gören de der ki, Microsoft, hemen bir yazılım devreye soktu, virüslerle canlı-online bağlantı kurdu ve onlar (virüsler) da, severek kendi durumlarına ilişkin verileri Microsoft ile paylaşmaya başladı ve buradan Trump’ın söylediği kadar insanın ölmeyeceği sonucuna varıldı.

Bill Gates, sanki bir şeyler biliyormuş gibi konuşuyor. Bill Gates, patenti kendine ait olan korona virüsün nerede duracağı konusunda bir fikre sahip imiş de, şimdi iş biraz rayından, kontrolden çıkmış gibi konuşuyor.

Mesela İngiltere, bu salgını, yaşlı nüfusun “temizlenmesi” için bir “allahın lütfu” olarak ele almış durumdadır. Bu yolla, 50 bin yaşlı insan ölürse, 4 milyar pound tasarruf edeceklerini hesap ediyorlar.

Mesela İngiliz Merkez Bankası, 16 ülke belirledi ve büyük İngiliz sermayesine, “size destek vereceğim, gidin bu ülkelerden ucuza şirketler, önemli şirketleri alın” diyor.

Mesela salgını fırsat bilen Trump, ABD şirketlerine, “Çin’den geri dönün” çağrısı yapıyor.

Mesela durumu fırsat bilen Trump, aşı için çalışan şirketlere, rüşvetler öneriyor.

Mesela ABD, Avrupa’daki Amerikan askeri sayısını 7 binden 30 bine çıkartıyor, mesela Ortadoğu’ya askerî sevkiyat yapıyor.

Uzatmak mümkün.

Biz, salgının, iki şeyin üzerine bindiğini, bindirildiğini söylüyoruz.

1- 2008’de başlayan kriz. Bu, “finansal” alanda başlamış bir krizdir. Evet ama, kriz sadece bir alanla sınırlı kalmaz. Bu kadar kompleks bir yapı oluştu mu, bu yapı içinde başlayan bir krizin bir alanda sınırlı kalması mümkün değildir.

2008 krizi, aşırı üretimin, bunun yıllarca birikmiş hâli olarak sermaye fazlasını, bu sermaye fazlasının finansal alanda, dünyayı kumarhaneye çevirmesinin tümünü içermektedir. Koca şirketlerin hisse senetleri buharlaşmakla kalmadı, evler, binalar buharlaştı.

20 trilyon dolar piyasaya şırınga ettiler, aslında büyük bir “kamulaştırma” yaptılar, adına kamulaştırma demediler ve buna rağmen kriz çözülmüş değildir.

2- Bu arada ise, SSCB’nin çözülmesinden bu yana hızlanan emperyalist güçler arasında dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı hızlanmıştır.

İşte Covid-19’un arkasındaki süreçler, ister doğal olsun, ister olmasın, bu iki süreçtir. Hem kriz, hem de hızlanan paylaşım savaşımı, bu salgını “kullanmak” isteyenlerin ana nedenleridir.

ABD hegemonyası çözülmektedir.

ABD, bugüne kadar askerî gücü ile bunu durdurabileceğine inanıyor ya da/belki de hem de, bu fikri dünyaya yaymak istiyordu. İster inandığı için, ister öyle görünmesini istediği için olsun, ABD, askerî gücü ile, savaşlar ile bu süreci durdurabileceğini ifade ediyordu. ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere ile sürmekte olan paylaşım savaşımında, eski üst konumunu korumak için, bu aç kurtların önüne, Çin ve Rusya pazarlarını sürmek istemiştir. Bunu birçok yolla yapmaya çalışmıştır. Böylece, kurtların “efendisi” olmayı sürdürme şansını aramaktadır.

Ama, ne Çin, ne de Rusya o kadar kolay lokmalar değildir ve bu süreç, aslında ABD’nin askerî gücünün de sınırlarını göstermeye başladı. “Kurtların efendisi”, diğer 4 kurdun kendinden parçalar koparacağı telâşındadır.

İşte bu salgın, bu açıdan ABD tarafından, böyle ele alınan bir denemedir, bilgisayarcıların şahı Gates’in dili ile, ilk sürümdür. Bu sürüm, Çin ve Rusya’da, şimdiye kadarki verilere bakılırsa etkili olamadı. Ama Avrupa’da, etkili oldu. Almanya ve Japonya için büyük bir sorun yok ama, Fransa ve İngiltere için epeyce bir sorun var gibidir. Macron’un konuşmaları da bunu göstermektedir.

Ne yaparsın, her şeyin ilk “sürüm”ünde, istediğiniz özellikler olmuyor, hemen ardından “update” geliyor. Elbette Gates’e sormak lazımdır.

Şimdi yükseklerde bir söz dolanmaktadır: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

Sözel olarak “devrimci” bir görünüme sahiptir. Biz, hiçbir şeyin eskisi gibi olmasını istemiyoruz mesela. Ne demek mi bu? Bizim söylediğimiz açık, özel mülkiyet olmayacak, proletarya iktidarı alacak, dünyada kapitalist sistem yerle bir olacak, devrim, kıta kıta yayılacak ve çok da uzun olmayan bir sürede, kapitalizm tarih olacak, sınıflar ortadan kalkacak, insan toplumu doğanın bir parçası olarak özgürleşecek, yeryüzü böylesine bir güzellik görmemiş olacak.

İşte bizim dediğimiz “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” budur. Biz bunun için eyleme geçeriz. Durmayız, seyretmeyiz. Savaşırız. Devrimi öyle gerçekleştiririz ve her şeyi değiştirmeye başlarız.

Peki, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyen virüslü ortam kullanıcıları, virüs denilen şeyin, kendi eylemleri olduğunu mu ifade etmek istiyorlar?

Bu soru burada kalsın.

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”, bir insan eylemi ile değil de, doğadan mı geliyor?

Soruyoruz:

Ne değişecek?

Bundan böyle, hiçbir zaman insanlar birbirlerine sarılamayacak, baş işaretleri ile selâmlaşacak, bunu demek istiyorsunuz?

Bundan böyle, sevgililer, yüz yüze maskesiz sevişemeyecek mi demek istiyorsunuz?

Bundan böyle, herkes mesafeli olacak mı demek istiyorsunuz?

Bundan böyle, marketler, evinize servis yapacak ve servisler eldivenli çocukların eli ile yapılmış olacak mı demek istiyorsunuz?

Bundan böyle, 10 kattan büyük apartmanlar yapılmayacak, çünkü virüs olur da elektriği keserse, marketin çalışanı 10 kat elinde poşetlerle nasıl o kadar yukarıya çıksın? Bunu mu demek istiyorsunuz?

Erdoğan, tekrarlıyor: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

Mesela ne?

Artık, Erdoğan, “ananı da al” demeyecek mi?

Mesela Erdoğan, bundan böyle yandaş müteahhitlere ihaleler vermeyecek mi?

Mesela Erdoğan, Bilal’e, “sıfırla oğlum” diye telefon açamayacak mı?

Mesela bundan böyle, sandıklarda oylar sayılırken, kediler elektrik trafolarına girmeyecek mi?

Ne demek “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”?

Erdoğan, ABD’li efendilerinden duyuyor ve papağan gibi tekrarlıyor. Kıymetli, sihirli, göklerden gelmiş bir mesaj gibi “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”

Mesela abdest almadan mı namaz kılınacak?

Mesela artık, dualar, virüs için mi yapılacak?

Mesela kaç kişi öldüğünü saklama işi, bundan böyle Bill Gates’e mi ihale edilecek?

Mesela artık, Anadolu Ajansı, seçim sonuçlarını duyurma işine son mu verecek?

Mesela bundan böyle gazeteciler Erdoğan’a soru mu sorabilecek?

Mesela, bundan böyle, işçiler fabrikalarda çalışmayacak mı?

Emekli maaşları 5.000 TL mi olacak?

Bundan böyle, devlet kasasında ne kadar para olduğu online açıklanacak mı?

Mesela bundan böyle, yağmacıların, fırsatçıların, rantçıların, savaş kundakçılarının, katillerin, rüşvetçilerin görüntüleri gökyüzünde, semalarda anında yayınlanacak ve herkesin görmesi mi sağlanacak?

Mesela bundan böyle, belediyelere kayyum mu atanmayacak?

Erdoğan, efendilerinden duyuyor ve kendisi de papağan gibi tekrarlıyor. İşine geliyor, hem efendilerine, “bakın efendim, dün söylediklerinizi aynen tekrarlıyorum” demiş oluyor, hem de “allahın izni ile, Saray Rejimi’nin ömrünü birkaç gün daha” uzatacak bir gündem karartmasını sağlamış oluyor.

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” ne demek?

Mesela bundan böyle, Erdoğan, 20 yaşın altı evde kalacak dediği zaman, “a pardon, işte çalışanları unuttuk, özür dilerim” diye ertesi gün açıklama mı yapacak?

Mesela, özel mülkiyet mi ortadan kalkacak?

Mesela, işçilerin sömürüsü mü son bulacak?

Mesela, devlet kurumlarındakilerin “online” çalışması gibi, petro-kimya işçileri, metal işçileri, tarım işçileri de “online” mi çalışacak, evden mi işlerini yapacaklar?

Mesela, yiyecekler, insan ihtiyacı olan ama bugün meta olarak satılan şeyler, bedava mı olacak?

Mesela Erdoğan, Saray’da harem kurmaya son mu verecek?

Mesela Ahmet Hakan, Erdoğan’ın kıçını, organlarını yalamaktan vaz mı geçecek?

Mesela Anayasa Mahkemesi, kalkıp, bu ülkede anayasa kalmamıştır diyerek, işçileri isyana ve ülkeyi kurtarmaya mı çağıracak?

Ne olacak?

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”, sanki, bir devrimci slogan gibi, her şeyin değişeceğini ifade etmektedir.

Ama bu virüs nedeni ile değil.

İşçiler, sokaklara çıktığında; işçi sınıfı şalterleri indirip, “kırıntılarını değil, dünyayı istiyoruz” dediğinde; gençler, sistemi alaşağı etmek üzere harekete geçtiğinde; doktorlar, hemşireler, halk ile devletin iki ayrı kutup olduğunu anladığında; işte o günler geldiğinde, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Eski yıkılıp gidecek.

Özel mülkiyete son verilecek, insanın insanı sömürmesi son bulacak. Aşağılanma, ayrımcılık, her türü hem de, son bulacak.

Özgürlük, elini kolunu sallayarak bu topraklarda dolaşacak.

İşte o zaman yeni hayat kurulacak, yeni dünya kurulacak ve hiçbir şey eskisi gibi, şimdiki gibi olmayacak.

Ve inanın, biz işçiler, biz devrimciler, dünyayı kendi ellerimizle değiştiremiyorsak, değişen ne olursa olsun, her şey “eskisi” gibi olacak. Kölelik var olacak, insanın insan tarafından sömürüsü sürecek, aşağılanma ve ayrımcılık var olacak, egemenler her türlü yalanla gerçekleri gölgelemeye devam edecek, doğa yağmalanmaya devam edecek, onlar kâr etsin diye dünya ve yaşam zehirlenecek.

İzmir’de Kaldıraç okurlarından polis tehdidine karşı açıklama

Geçtiğimiz haftalarda okurlarımıza yönelik gerçekleştirilen aile aramaları, ajanlık ve para tekliflerine karşı bugün ESP İzmir il örgütünde basın toplantısı gerçekleştirildi. Açıklama sonrasında Kaldıraç-Üniversite adına yapılan konuşmada okurlarımızın katıldığı söylenen eylemlerin yasal eylemler olduğu, bunların işçi cinayetinde yitirdiğimiz ortağımız Duran Baysal’ın anması, devlet tarafından katledilen Deniz’lerin katledilmelerinin yıldönümü, Soma katliamının yıldönümü, 1 Mayıs gibi eylemler olduğu ve bu eylemlerin Saray Rejimi’nin yağma ve haramilik düzenine, kapitalizme karşı olduğu için devlet tarafından kriminalize edilmeye çalışılmasının anlaşılır olduğu ancak her çabaya rağmen ailelerimizi de yanımıza alarak, işçi sınıfının mücadelesini zafere ulaştırana kadar bu düzene karşı örgütlenilmesi ve mücadele edilmesi gerektiği vurgulandı. Ayrıca yasadışı denilerek ailelerimizin gözlerini korkutmaya çalıştıkları afişler de, orada bir kez daha gösterildi.

Daha önce evinin önünde çevrilerek sohbet bahanesiyle teklifte bulunulan okurumuzun bu sefer ailesine sosyal medya hesaplarımızın linkleri gönderilerek katıldığı eylem ve yapılan etkinlikler yasadışı gösterilmeye çalışılmış, ailesine “Çocuğunuza sahip çıkmazsanız gözaltına alınabilir, tutuklanabilir.” demişlerdir. Okurumuzun ailesinden ise “Biz çocuğumuza güveniyoruz” yanıtını alınca bu kez adının Mehmet Pehlivan olduğunu söyleyen bir polis başka bir okurumuzun ailesini arayarak “Çocuğunuzun whatsapp görüşmelerini takip ediyoruz, yasadışı afişler asmakta, eylemlere katılmakta gözaltına alabiliriz, maddi durumu kötü o yüzden sizin telefonunuz ile başka gruplara girmekte size de zarar gelebilir, onun iyiliğini düşünüyoruz başına zarar gelmesin” gibi ifade ve ithamlarla görüşme gerçekleştirmiş ardından tekrar ailesi aranarak okurumuzla görüşmek istemişlerdir. Görüşme sırasında okurumuz yasadışı bir şey yapmadığını, görüşmelerini hangi izne dayanarak takip ettiğini sormuş, haklarında şikâyette bulunacağını belirtmiştir. Bunun üzerine polis “Bana ne yapabilirsiniz ki, anca avukatınızla İnsan Hakları Derneği’nde şikâyette bulunursunuz bir şey de olmaz bana” diyerek hukuk tanımazca tepki göstermiştir.

Yine başka bir okurumuza yaşadığı Güzeltepe mahallesinde diğer devrimci kurumlarla gerçekleştirilen 1 Mayıs etkinliği sırasında önce mesafeye ve tedbirlere uyulmasına rağmen maske ve eldivensiz olarak oradaki halkı sosyal mesafeye ve tedbirlere uymamakla itham etmiş ardından okurumuzu “Bunlar hep senin başının altından çıkıyor, ortalığı sen karıştırıyorsun, sen bunları kışkırtıyorsun” şeklinde hedef göstermiştir.

Yapılan bu aktarımlardan sonra devlet tarafından kaçırılıp işkencede katledilen yazarımız Bekir Kilerci’nin sürece denk düşen “Ana Kayıp Oğlundan Mektup Var” şiiri okundu. Ardından bizlerle dayanışmaya gelen SF TRADE direnişçileri ayrı ayrı söz alarak “Bu süreçte tıpkı her seferinde bizim yanımızda oldukları gibi bugün de bizde Kaldıraç’çı öğrencilerin yanındayız”, “Biz gençlerimizin yanlış bir şey yaptıklarını düşünmüyoruz, tıpkı bizim yanımızda oldukları gibi haksızlıklara karşı mücadele ediyorlar, haksızlıklara karşı hep birlikte mücadele edeceğiz” dediler.

Ardından söz alan Ezilenlerin Sosyalist Partisi adına bir yoldaşımız “Bu baskıları birlikte mücadele ederek geri püskürteceğiz. Kaçırma, baskı yapma, işbirlikçilik dayatmalar dün başarılı olmadı, bugün de işe yaramayacak. Kararlıca mücadelemize devam edeceğiz. Ve Kaldıraçla yan yana omuz omuza duracağız.” diyerek dayanışmalarını ifade ettiler.

Son söz olarak bu yaşananların geçmişte Ali Serkan Eroğlu ve Bekir Kilerci ile birlikte pek çok devrimciye uygulandığı ve katliamlar gerçekleştirildiği, okurlarımızın başına gelebilecek herhangi bir zarardan başta İzmir Terörle Mücadele Şubesi polisleri olmak üzere devletin sorumlu olacağı söylendi. Ayrıca açıklama öncesi İnsan Hakları Derneği’nden de yapılan aktarımlardan bu tür iletişim bilgileri ve mesajlaşma takiplerinin hukuksuz olduğu bu süreçte yanımızda oldukları söylenmiştir. Gerekli şikâyet başvuruları İnsan Hakları Derneği ve Çağdaş Hukukçular Derneği ile birlikte yapılacaktır.

Kaldıraç-Üniversite adına yapılan açıklamanın tam metni:

Basına ve Halklarımıza

Geçtiğimiz haftalarda bir okurumuzu evinin kapısının önünde sohbet bahanesiyle kenarı çekip söyledikleri yalanları ve ajanlık teklifi üzerine okurumuzla birlikte şikayette bulunmamıza rağmen benzer bir şekilde yine aynı okurumuzla birlikte başka okurlarımızın da bu sefer aileler arayarak, iftiralar atıp yalanlar söyleyerek sürdürmeye çalışmaktadır. Yapılan görüşmeler de öğrenildiği üzere ortaklarımızın katıldığı yasal eylemler, yapılan afiş çalışmaları yasadışı olarak lanse etmeye çalışılmış, bunları sürdürmeye devam ederlerse gözaltına alacaklarını ifade etmişlerdir. Adını Mehmet Pehlivan olarak ifade eden polis memuru okurlarımızı ve devrimci faaliyetleri ailelerimize karşı kriminalize etmeye çalışmış, whatsapp görüşmelerinin takip edildiğini belirtmiş, ortağımız tarafından yaptığının yasadışı olduğunun söylenmesi üzerine bana karşı ne yapabilirsiniz avukatınız bana ne yapabilir bana gücünüz yetmez gibi ifadelerle hukuksuzluklarını açıktan ifade etmiştir. Diğer bir okurumuzun ailesine ise sosyal medya hesabımızın linki mesaj atılıp “bakın yasadışı eylemleri bunlar” denilerek yine yapılan yasal eylem ve etkinlikler kriminalize edilmeye çalışılmıştır. Bir diğer okurumuz yaşadığı mahallede diğer devrimci kurumlarla yapılan 1 Mayıs kutlaması sırasında hedef gösterilmiş “rahat durmuyorsun, senin başının altından çıkıyor bunlar” diyerek hem 1 mayıs hem de ortağımızın yaptıkları yasadışı ilan edilmeye çalışılmıştır.

Bugün tüm dünya da yaşanan salgın ile çöken sağlık, eğitim başta olmak üzere pek çok noktada çürümüşlüğü ayyuka çıkan kapitalist sistem, zaten öncesinden de ülkemizde üzerindeki beyaz perdeyi atıp özünü gösteren devlet mekanizması, bu sistemi tüm yükünü çeken aynı zamanda tüm dünyayı yaratanlara, üretenlere bizlere, emekçilere kendi yasalarına dahi uymaksızın her türlü aracı ve pisliği ile saldırmaya devam ediyor. Artık kendilerinin bile saklayamadıkları tablolar ve fotoğraf kareleri vermektedirler. Aynı gemideyiz masalını artık sürdürememektedirler. Onlar ile bizler şeklindeki bu ayrım en son şahsına muktedirin tek başına karşısında ise birçok işçinin bir arada ve çalışmaya zorunlu oldukları kare ile göze çarpmış sağır sultanı bile ayağa kaldıracak açıklıktadır. Biz de bu açıklık içerisinde devrimci öğrenciler olarak yerimizin işçi sınıfının yanı olduğunun farkındayız. Toplumun dinamik kesimi olan bizler ve yapabileceklerimiz, saraylarınızı makamlarınızı ayaklarınızın altından çekip alabilme potansiyelimiz sizi bu kadar arsızlaştırıyor. Sizler nasıl ki bu sistem içerisinde konumunuz gereği böyle davranmak durumunda kalıyorsanız, biz de bizim konumumuz da insanlığın değerlerini yaşatma sorumluluğuyla, hırsızların, tecavüzcülerin, cehaletin yuvası haline getirmeye çalıştığınız ülkemizde mücadele içerisinde bilimin ve emeğin ufkunda devrime yürüyen gençleriz. Ailelerimizi arayıp türlü iftiralar atıyorsunuz. Ailelerimiz bizlerin canıdır ciğeridir, ailelerimizi sizlere yedirmeyiz, araya nifak sokmaya çalışıyorsunuz, anca bunu yaparsınız, bizimse yaptığımız her eylem ve etkinlik herkese açıktır yazdığımız sözler astığımız afişler herkes görsün diyedir ailelerimizden saklamayız. Bizler örgütlü bir toplumun mücadelesini veriyoruz ailelerimizi de bunun dışında bırakacağımızı sanmayın. Bize her saldırınızda çok daha güçleniyoruz. Bütün emekçiler, işçiler sınıflarının getirisi olarak bir kardeşlik bağıyla zaten bağlıdır, sınıf kardeşliğinin bağları. Sizlerin iftiraları, nifakları, yalanları ve para gelecek vaatleri belki tarihte bir kısım düşkünde işe yaramıştır şimdi tarihte yerleri yoktur. Tarih direnenleri hatırlar, Denizleri, İbrahimleri, Mahirleri hatırlar. Ve onların yolumsa biz daha fazla örgütlenerek, ailelerimizle, işçi kardeşlerimizle, ablalarımızla, abilerimizle, öğrencilerle, kadınlarla ele ele omuz omuza bu harami düzeninizi yıkacağız yerine özgür eşit bir dünyaya yürüyen Sosyalist Anadolu’yu koyacağız.

Salgın, yalan, yağma, devlet terörü

Saray Rejimi, yağma demektir.

Saray Rejimi, kan ve gözyaşı demektir.

Saray Rejimi, devlet terörü, katliamlar, hapisler demektir.

Saray Rejimi, yalan ve karanlık demektir.

Saray Rejimi, savaş ve rant ekonomisi demektir.

Ülke bir uçtan diğer uca, Covid-19 salgını ile boğuşuyor. Saray Rejimi, kendini kurtarma peşindedir.

Aldıkları hiçbir önlem halk için değildir.

Aldıkları önlemler, almak zorunda kaldıkları yarım yamalak önlemlerdir.

Sağlık emekçilerini maskesiz bıraktılar. Binlerce sağlık çalışanı, belki on binlercesi virüsü kapmıştır. Her gün bir sağlık emekçisinin ölüm haberi geliyor. Ülkede, her gün, 3 milyondan fazla maske üretiliyor, ama halka maske verilmiyor. Saray Rejimi, maske üreten işyerlerine komiser atamış durumdadır. Nasıl ki her TV kanalında bir “yetkili” Saray’a bağlı kararlar alıyor, bu komiserler de, fabrikalardan maskelerin kime satılacağını belirliyor. Tıbbî malzemeler, Menzil tarikatının denetiminde devlete satılıyor. Geniş kitleler, işçiler, emekçiler, maske alamıyor. 12 Mart’ta okulların kapatılması kararını alanlar, maske dağıtma işini başaramıyor. Maske dağıtma kararını ise Nisan ayının ortasında alıyorlar.

Kâr ve rant gördüler mi, hemen organize olan devlet çarkı, maske ve hijyenik malzeme, test kiti vb. denildi mi, bir türlü organize olamıyor.

Erdoğan, gülücükler arasında işadamlarına müjdeler veriyor. Ve utanmadan, kılı bile kıpırdamadan, halka, “abdest ve kolonya” müjdeliyorlar. Kolonyalar, hâlâ yolda olsa gerek.

Açıkça halkla alay ediyorlar.

İşçiler fabrikalara sürülüyor. Kocaeli Valisi, önce “iş bırakma”yı yasaklıyor, ardından, virüs bulaşmış kişi dışındakilerin çalışmasını emrediyor. İşçiler, açıktan açığa ölüme sürülüyor.

İşsizlik fonu yağmalanıyor.

İşçilerin yasal hakları ellerinden alınıyor. Kararname ile, işçilere ücretsiz izin uygulaması başlatılıyor.

Milyonlarca yeni işsize işsizlik parası vermemek için, her yolu deniyorlar.

İşsiz sayısına yeni 4 milyon işsiz daha eklendi. İşsizlik rakamları 15 milyonu geçti.

Valiler kalkıp, sağlık emekçilerini suçluyor.

Bu arada, Kazdağları’nda yağma başlıyor, Salda gölünde yağma başlıyor, ihaleler apar topar yapılıyor, devlet kasasından yandaşlarına, Saray çevresine paralar akıtılıyor. Gizlice para basarak yağmayı büyütüyorlar.

Hapishanelerden çeteleri, cinsel suç işleyenleri serbest bırakıyorlar. Ama siyasi “suç”lu ilan ettiklerini içeride tutuyorlar.

Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu, utanmadan, kara-gömlekliler gibi konuşuyor: “Grup Yorum propaganda içerikli bir şarkı yaptı. O hâlde onlar siyasi tutuklu değildir, her ülkede terörist sayılır.” diye beyanlar veriyor (18 Nisan 2020, Aydınlık gazetesi). Hem savcı olmuş, hem hakim. Hem polis olmuş, hem Saray’ın Sadat kolunun uzantısı. Artık, hep birlikte uluyorlar.

Savaş naraları kesilmiyor. Kürt illerine, ilçelerine kayyumlar atanıyor. İdlib’e askerî yığınak sürüyor.

Dün Kürtlere karşı savaşta ölenleri gizliyorlardı. Dün, Suriye’de ölenleri gizliyorlardı, Libya’da ölenleri gizliyorlardı. Şimdi, salgın nedeni ile ölenleri gizliyorlar. Doktorlar, hemşireler, her hastahaneden her gün 30-50 ölü çıktığını söylerken, Bakanlık, her gün en çok 100 kişinin hayatını kaybettiğini açıklıyor. Ölenlerin kayıtlarında bilerek yanlış yazıyorlar.

Oğluna, milyarları sıfırla emrini verirken, her detayı bilenler, artık, ölü sayılarını toplayamaz durumdadırlar.

Tüm basın ellerindedir ve karanlık pompalamaktadır. Karanlık, Saray Rejimi’nin en çok sevdiği şeydir. Gerçeklerden, ışıktan, güneşten korkmaktadırlar.

İşçiler, emekçiler, halklar, açıktan, çok yönlü saldırı ve ölüm tehdidi altındadırlar. Salgın, yağma, devlet terörü, yalan, yoksulluk, açlık, bu saldırının sadece birkaç başlığıdır.

Saray Rejimi, bir karanlık olmuş ve halkın üzerine yürümektedir. Diyaneti, polisi, mahkemesi, ordusu, basını ile hep birlikte halka saldırmaktadırlar. Artık her yerinden ölüm fışkıran bir sistemdir bu.

Tekeller çağı, karanlıklar çağıdır. Saray Rejimi, bu karanlığı ortaçağ karanlığından öteye taşımıştır.

Gerçek budur.

Bu saldırıya karşı direnmek, bu saldırıya karşı koymak, ancak ve ancak, işçi sınıfının, halkın örgütlü direnişi ile mümkündür. İşçi sınıfının önderliğinde halkın topyekûn direnişi bu karanlığı parçalayacaktır.

Sağlık emekçileri, tek tek, tüm yalanları açığa çıkarmalı, deşifre etmelidirler.

İşçiler, işsizlik fonunun tüm kâğıt üzerindeki bütçesini almaya talip olmalıdırlar.

Her fabrikada, sendikalar ne derse desin, işçi komiteleri, işyeri komiteleri kurulmalıdır. Sendikalar buna açıktan destek olmalıdır. Bunu desteklemeyen sendikalara aldırmadan, işçiler örgütlenmelerini sürdürmelidirler.

Tüm bu tablo, bir genel direnişle, bir genel grevle değişebilir.

Her mahallede, dayanışma komiteleri kurulmalıdır. Bunlar alabildiğine geniş olmalı, bilgiyi toplamalı, her ayrıntıya hakim olmalı, her yardıma ihtiyaç duyana destek olmalıdır.

Artık, halk, kitleler, kendi kaderlerini kendi ellerine almalıdır.

Tüm sağlık sektörü kamulaştırılmalıdır. Bunun yolu açıktır. Saray Rejimi, böyle bir karar almayacaktır. Sağlık emekçileri, bizzat hastahane yönetimlerini devralmalıdır. İlaç şirketlerinin yönetimi işçiler tarafından devralınmalıdır. Tüm tıbbî malzemeler, halka açık hâle getirilmelidir. Bunun başka yolu kalmamıştır.

İşçiler, emekçiler, artık faturalarını ödeyemez, kiralarını ödeyemez durumdadır. Ve ödememelidirler.

İşçi sınıfı, şaşkınlığı üzerinden atmalı, bizzat kendi kaderini kendi ellerine almak üzere hareket etmelidir. Örgütlenmek, örgütlü bir güç hâline gelmek dışında yol yoktur. Direniş ve mücadele dışında yol yoktur.

Saray, işçi ve emekçileri, sürü olarak görmektedir. Öyle davranmaktadır. “Sürü bağışıklığı” diye biz sözü boşuna kullanmıyorlar. Bu nedenle, aldıkları tuhaf, yarım yamalak önlemlerle, salgını büyütüyorlar. Salgın derdine düşmüş halkın isyan etmeyeceğine güveniyorlar. Onlar salgınla değil, işçi ve emekçilerle, halkla mücadele ediyorlar. Kendi zenginliklerini artırmak için, daha çok fakirlik yaratmaya çalışıyorlar.

İşte bu karanlık, bunu başarabilmek için pompalanmaktadır.

Korkularını karanlık içinde saklamayı umuyorlar.

İşçi ve emekçilerin örgütlü direnişinden korkuyorlar.

Gelecekleri yoktur. Bu nedenle, karanlığa sığınıyorlar, bu nedenle baskıyı artırıyorlar, bu nedenle saldırganlıklarını daha da artırıyorlar, bu nedenle terör estiriyorlar.

Tüm bu karanlığa son verecek güç, örgütlü işçi sınıfının devrimci gücüdür.

Direnişi büyütmenin, örgütlü direnişi geliştirmenin dışında bir çıkış yolu yoktur.

Covid-19 salgını ve burjuva egemenlik

Burjuva devlet, ki biz buna Tekelci Polis Devleti diyoruz, günümüz kapitalizminde tekellerin diktatörlüğüdür. Herhangi birisinin bu devleti “burjuva demokrasisi” olarak adlandırmasına itirazımız yok, sadece, aynı anlama gelmesi koşulu ile. Burjuva demokrasisi, çağımız dünyasında, tekeller için demokrasidir ve bunda hiç şüphe yoktur.

Bir açıdan bakıldığında, “dünyayı 500 büyük şirket” ya da onların bağlı olduğu 10-15 aile yönetir. Yani, bu gruptakiler için, biraz daha genişletelim, bu tekelci sermaye için tam bir demokrasi vardır. Ve elbette, birisi için demokrasi varsa, sınıflı toplumda, diğerleri için diktatörlük var demektir. İşçi ve emekçiler için, katıksız bir diktatörlüktür bu.

Bazı “liberal” solcularımız bizi affetsinler, bu tekelci demokrasi, sizin burjuva demokrasisi dediğiniz şeyin tekeller çağındaki hâli, bizim Tekelci Polis Devleti dediğimiz şeydir. Ve katıksız bir diktatörlüktür.

2. Dünya Savaşı’nı kaybeden kapitalist-emperyalist sistemdir. Evet sahada Hitler faşizmi yenildi. Ama gerçekte, Hitler faşizmi, bu kapitalist-emperyalist sistemin ürünüdür. Ekim Devrimi’ne karşı, tekeller dünyasının açık karşı-devrim tepkisidir. Faşizm budur. Faşist devlet, 2. Dünya Savaşı’nda yenildi ve ABD-İngiliz emperyalizmi başta olmak üzere, dünyanın tüm emperyalist güçleri, faşizmi “gömerken”, aslında onun ruhunu, çarklarını içine aldılar. CIA gibi örgütler, Hitler’in Gehlen teşkilâtlarının devamıdırlar. Ve dikkatle okursanız, bunu da gizlemezler.

Bugünkü kapitalist dünyada devlet, faşizmin dişlilerini içermiş, demokrasi şalını örtmüş bir burjuva diktatörlüktür. Biz buna tekelci polis devleti diyoruz ve üzerinde çok tartışılan medyanın rolü, bizim analizimizde detaylıca vardır (Bu konuya daha fazla girmek yerine, bu konudaki kitabın, Deniz Adalı’nın, Tekelci Polis Devleti çalışmasının tekrar okunmasını öneriyorum. Kaldıraç Yayınevi’nden çıktı, ilk baskısı 1990, 4. baskısı ise 2007 yılına aittir).

İşte bu devlet, şimdi çıplak olarak yüzünü ortaya koyuyor.

Devletin kirli dişlileri üzerindeki şal, örtü, kalkıyor. Bizzat devletin kendisi tarafından kaldırılıyor. Trump’ın, kaba ve saldırgan üslubu, bunun en açık kanıtıdır. Trump, Janson, Macron, Erdoğan vb.leri, aslında kapitalist sistemin bunalımının doğrudan üste yansımasıdır. Açık ve saldırgan bir üslupla hareket edilmesi, kişilerin karakterlerinin sonucu değildir. Sistemin içinde bulunduğu durum, bu kişilerin “seçilmesini” beraberinde getiriyor.

Tarih, “tarihsel kişilikler”ce yazılmaz. Tersine, tarihsel kişilikler, tarihsel süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkarlar.

Öyle ki, Trump, bugün Amerikan emperyalizminin durumunu, hâlini yansıtmaktan öteye bir şey yapamaz ve bunu da tam yansıtıp yansıtamayacağı bir tartışma konusudur.

Covid-19 salgını, bu süreci bize bir kere daha göstermektedir.

Salgın, tüm sistemin, tüm kapitalist dünyanın, sağlık sisteminin, sigorta şirketleri ile ilaç şirketlerine bağlı olarak var olduğunu, tüm sağlık sisteminin korkunç bir rant üzerine kurulu olduğunu, tüm sağlık sisteminin, “tekelci hakimiyet” ilişkileri içinde işlediğini, tüm sağlık sisteminin ardında, tekelci şiddetin gizlendiğini ve tekelci polis devletinin bu sağlık yağması için özel görevler yerine getirdiğini göstermiştir.

Zaten bu olmamış olsa idi, kimse, acaba bu virüs, bu salgın, bir biyolojik saldırı mıdır, diye düşünmezdi. Şimdi ise, bu saldırının bir biyolojik saldırı olup olmadığını düşünmeyen yoktur ve bu şüphe doğrudur, görünen budur.

Bunun ardında iki neden vardır.

Birincisi, kapitalist sistemin krizi. Bu kriz, 2008’de başlamıştır ve hâlâ sürmektedir. Bugün bu krizin içinden çıkılmış değildir.

İkincisi, bu krizle birleşmiş olan ve 1990’lardan beri en önde duran, dünyanın emperyalist güçler arasında yeniden paylaşımı savaşımıdır. Bu savaş ve kriz, birbirinin içine geçmektedir. Suriye savaşı konu olduğunda da bunları yazıyorduk. Bugün de durum budur ve Covid-19, bu savaşın bir başka parçası olarak öne çıkmaktadır.

Türkiye’nin bu salgın karşısında, ne kadar utanç verici davrandığı açıktır. Saray Rejimi, açık olarak, “krizi allahın lütfu” olarak görmüştür. Erdoğan, TV kanallarından, milletin gömleğine talip olduğunu ilan etmekte, Kurtuluş Savaşı dönemindeki uygulamaları dile getirmektedir. TC devleti, dünyanın 20. ekonomisi olmakla övünmekten geri durmazken, Cumhurbaşkanı’nın IBAN numaraları vererek bağış kampanyası açması ile salgını ranta çevirmeye çalışmaktadır.

Saray Rejimi, utanmaz bir tutum ile, halkla dalga geçmektedir. İşçilere, kolonya, abdest ve maske, patronlara ise rant ve yağma düşmektedir. İşte size yeni kurtuluş savaşı. Kime karşı; Covid-19’a karşı. Ne için; ölen ölsün ama Erdoğan ve Saray ayakta kalsın, bunun için. İşte size çıplak gerçek.

Antep’te, DİSK temsilcisi, virüs bulunan işyerlerini deşifre etmekten soruşturulmaktadır. Oysa en sıradan bir burjuva devlet (siz demokrasi deyin biz diktatörlük) bile, bu fabrikalarda işi durdurmayı hedefler.

Salgını fırsat bilip, rantlarını artırmak için ihale yapan Saray Rejimi, elbette kolonya ve maske fiyatlarını kontrol edemez.

Ama bu sadece TC devletine ait bir olgu da değildir.

Janson’ın İngilteresi’ne bakın hele. Yaşlıların ölmesinin ekonominin geleceği için ne kadar avantaj sağlayacağını hesaplamaktadırlar. Londra, para merkezi olarak, yeni kumarını, kaç yaşlı ölür üzerinden yapmakta, piyasalar buna göre tutum almayı denemektedir. Ama kaç gün? Birkaç hafta sonra, bu kez Janson, acil ekonomik önlemler açıklıyor. İngiliz sermayesi, fırsat bu fırsat deyip, AB içinde, ucuza şirket kapatmak için harekete geçiyor ve İngiliz devleti, para musluklarını bu kutsal “hür teşebbüs” için sonuna kadar açıyor.

Aynı anda, dünyada, ilginç istihbarat operasyonları yaşanıyor. Birkaçı şöyle:

  • İsrail, başka bir ülkeye ait olduğu bilinen maske ve malzemeleri çalıyor.
  • ABD, Fransa’nın Çin’e sipariş verdiği 1.5 milyon maskeyi, 3 katı fiyat vererek almak istiyor.
  • ABD, Almanya’nın Çin’den satın aldığı maskelere, adedi bilinmiyor, Bangkok limanlarında el koymuştur ve Almanya, bunu açıklamıştır.
  • ABD, İran’a karşı hazırlık kapsamında, Irak’a askerî yığınak yapmaya hız veriyor.
  • İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ile önceden planladığı tatbikatları iptal etmiyor ve iki tatbikat gerçekleştiriliyor.
  • ABD, 26 Mart 2020’de, Venezuela lideri Maduro’nun başına, 15 milyon dolar ödül koyduğunu ilan ediyor. Venezuela’da darbe hazırlıkları yapıyor.
  • ABD, Avrupa’daki üslerinde bulunan 7 bin askerine 23 bin asker daha ekliyor ve asker sayısını 30.000’e çıkarıyor.
  • Korona virüs patentine sahip olan Bill Gates, durup dururken, virüsün o kadar fazla can kaybına mal olmayacağını açıklıyor.

Burjuva liberaller, “ABD, küresel ahlâkî üstünlüğünü yitiriyor” diye yazıyorlar.

Korkunç olmalı. ABD küresel ahlâkî üstünlüğünü yitiriyormuş. Korsanlığa kalkışan, dünyanın her yerine bir haydut gibi saldıran, sadece bugün değil, dün de katliamlar yapan, atom bombasını kullanmış tek ülke olan ABD; “küresel ahlâkî üstünlüğe” sahip idi de, şimdi bunu mu yitiriyor? Burjuva liberallerin bu “inceliğine” bakın hele!

Yoksa, acaba, burjuva liberaller, yaklaşmakta olan savaşı, farklı yollarla mı müjdeliyorlar? Bu yolla, var olan savaşın üzerini mi örtmeye çalışıyorlar?

ABD olsa olsa, kaybetmekte olduğu hegemonyasını kazanmak için tüm seçeneklerini tek tek kaybediyor.

Kısacası ABD, tıpkı tetikçisi TC devleti gibi, salgın olayını sevmiştir. Salgını fırsata çevirmek için canla başla mücadele ediyor. İran’a, Venezuela’ya karşı savaş hazırlıklarını yükseltiyor.

Biz, bu bölgede Suriye savaşını unutmuş durumda iken, TC ordusu, mesela ekonomiye katkı olsun diye, Suriye’de işgal ettiği alanlardan çekilmiyor. Mesela Brezilya, Kübalı doktorların, Brezilya’da gerilla yetiştirdikleri korkusu ile onları ülkesinden kovuyor, ama o aynı doktorları İtalya yardım için davet ediyor. Saray Rejimi’nin trolleri, Küba’ya karşı karalama kampanyaları organize ediyorlar.

Dünyanın büyük tekelleri, kendi devletlerini kullanarak (asla ulus devleti unutarak değil), açıktan sermayenin el değiştirmesi, güçlerine güç, pazarlarına pazar, şirketlerine şirket katmak için harekete geçiyorlar. Sermayenin el değiştirmesi, daha az sayıda elde toplanması için krizi fırsata çevirmeye çalışıyorlar. Aynı süreç Türkiye’de de işlemektedir.

Hep böyledir, krizler, tekellerin daha da büyümesi, halkın daha da yoksullaşması ile “çözülür”, bir sonraki krize kadar.

Bu döngüyü değiştirecek tek şey, sosyalist devrimlerdir. Bu nedenle, işçi sınıfı gözünü iktidara dikmelidir. Mademki bize karaborsada kolonya, karaborsada maske, bir de bedava abdest düşmektedir, öyle ise, biz kendi kaderimize karar verme hakkına sahibiz demektir. Şimdi, işçi sınıfı gözünü iktidara dikmek zorundadır.

Gözünü iktidara dikmeden, örgütlü bir direniş gerçekleştirmeden, adım adım kararlı bir direniş örmeden, çıkış yoktur. İşçi sınıfı, hem kendini, hem de insanlığı kurtaracak tek devrimci güçtür ve tekeller çağı, işçi sınıfına çok geniş bir kesimi eklemektedir. Örnek mi, dünün ayrıcalıklı, toplumsal statüye sahip doktorları, bugün açık olarak işçi sınıfının davasının bir parçasıdırlar. Bunu kabul etmeleri biraz zaman alacak olsa da, durum budur.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...