Ana Sayfa Blog Sayfa 113

Saray “oyunları” ve Muktedir

Türkiye’deki devlet çarkının, daha net söyleyelim çağımız kapitalizminin devleti olan Tekelci Polis Devleti’nin özel olarak “Saray Rejimi”ne dönüşmesi, daha çok üç etkene bağlıdır. Birincisi, emperyalist güçler arasında dünyanın paylaşılması için yürütülen savaştır. Bu savaşın Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına kadar inen bir derinliği var. Başlıca beş büyük güç öndedir. Diğer aktörler de var elbette. Ama bu beş güç, yeni paylaşım savaşımının ardındaki güçlerdir: ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa. Tekrar olsun, elbette paylaşım savaşımından pay alma heveslisi herkes bu savaşın içindedir. Kanada, İspanya, hatta Türkiye vb. Ama burada kampları oluşturacak olan, bu beş güçtür. Rusya ve Çin’i, biz bu büyük savaşımın içinde ama paylaşım savaşımının dışında ele alıyoruz. Rusya ve Çin, büyük güçler olsalar da, birer emperyalist güç değildirler. Elbette kendi çıkarlarını korurlar ama bu apayrı bir durumdur. Paylaşım savaşımını, belki daha detaylı ele almak gerekir. Ama biz burada, esas olarak TC devletinin son yıllarda Saray Rejimi organizasyonunu, bu paylaşım savaşımının nasıl etkilediğini açıklamak istiyoruz. Bu emperyalist güçler, dünyayı yeniden paylaşmak için devreye girdiklerinde, Türkiye, AB’ye mi, yoksa ABD’ye mi bağlı kalacak tartışması da gündeme oturdu. TC devleti kuruluşunda, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak örgütlendi. Bu durum, tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca pekişti. Bu durum, TC devletini, ekonomik olarak bir AB sömürgesi, siyasal olarak ise bir ABD sömürgesi hâline getirmiştir. Bu ikili yapı, “ortaklaşa sömürge” olma hâli, SSCB var iken sorun değildi. Ama 1990’lardan başlayarak, artık bir yol ayrımı, paylaşım savaşımının gelişimine paralel olarak şekillenmeye başladı. Bugün, hâlâ bu süreç devam ediyor. Siyasal alana sahip olan ABD, ekonomik alanı da kendi isteklerine uygun organize etmek istiyor. AK Parti, tam bunun projesidir. Yağma, rant ve savaş ekonomisi, bunun temel dayanaklarından biridir. Ve bugün, ülkede her kurumun içinde, en az beş istihbarat örgütünün örgütlediği çeteler vardır. Bu çeteleşme, gerçekte, paylaşım savaşımının içe yansımaları ile birleşmiştir.

İkincisi, Suriye savaşıdır. Suriye savaşı, ABD adına TC devletinin tetikçiliğe soyunmasının açık hâlidir. ABD-İngiltere-İsrail-Katar-Suudi Arabistan ve Türkiye işbirliği ile IŞİD çetelerinin organizasyonu gerçekleştirildi. Her savaş nihayetinde bir iç savaştır. Ve Suriye savaşına göbekleme dalan Türkiye, bu çeteleri içeride de kullanmaya başladı. İçerideki çeteleşme ile bu “özel” çeteleşme iç içe geçmeye başladı. Saray Rejiminin oluşum sürecinde Suriye savaşı özel bir yer tutar.

Üçüncüsü, Kürt halkının direnişinin ve Gezi Direnişi’nin bastırılması süreci vardır. Elbette burada Kürt halkının direnişinin daha büyük bir ağırlığı olduğu açık. Bizim, bu iki alandaki direnişi birlikte ele almamızın nedeni, ikisini eşitlemek değil, ikisinin karşısında devlet organizasyonunun aldığı tutumu ortaya koymaktır. Kürt halkına karşı savaş, şu ya da bu düzeyde sürekli vardı. Ama Dolmabahçe fotoğrafındaki görüşme masasının devrilmesi, devlet çarkının daha farklı organizasyonunun, Saray Rejiminin oluşumunun önemli etkenlerinden biri olmuştur.

Mesela SADAT, mesela basın organizasyonu, mesela polis organizasyonu vb. bunlar içerideki savaş, Kürt halkına ve Gezi Direnişi’ne karşı savaş olmadan, yerine oturtulamaz.

Saray Rejimi, birçok ardarda hamle ile oturtulmaya çalışıldı. Anayasa referandumu, Kürtlere karşı yoğun saldırı, Gezi’nin bastırılması savaşımı, 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarının ortadan kaldırılması süreci, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının CHP’nin de desteği ile kaldırılması, 1 Kasım seçim süreci, 15 Temmuz tiyatrosu, Türk tipi başkanlık sistemi referandumu, kayyum uygulamaları vb.

Tüm bu sürecin, bizim cephemizden, bir direniş dönemi olduğu da açıktır. Birçok direniş ortaya kondu, hâlâ konmaktadır.

Şimdi, 31 Mart seçimleri sonrasında Saray Rejimi şunları gördü:

1- Direniş hiçbir biçimde durdurulamıyor.

2- Rant, yağma ve savaş ekonomisi iflas etmiştir.

3- Kürt halkının iradesi hiçbir biçimde kırılamamıştır.

4- Başkanlık sistemi ya da cumhurbaşkanlığı sistemi, Saray Rejimi, oturtulamıyor. Bahçeli’nin desteğine rağmen, ABD ve AB’nin desteğine rağmen başkanlık sistemi bir yere oturmuyor.

Saray, aynı zamanda “oyunlar”ın yeridir. Osmanlı tarihi, başka ülkelerin saray tarihleri olduğu gibi, bunun kanıtıdır.

Devlet yapılanması, Saray, Muktedir iç içe geçmiştir. Ve bu yapılar iç içe geçerken, aynı zamanda çeteler de bunların her alanında yerleşmiştir. Acaba, Erdoğan, muktedir olarak kararlar verirken, Pelikan Çetesine mi daha fazla kulak veriyor, yoksa mesela Damat Çetesine mi? Bu konuda bir bilgimiz olmadığını hemen söyleyelim. Öyle bir dönemdeyiz ki, kim bir şey söyleyecekse, hemen “yer yerinden oynar” demektedir. Bizde böyle bir bilgi yok, olsa hemen açıklardık. Çünkü bizim için yer yerinden oynaması denilen şey, “işçi sınıfının ve emekçilerin ayağa kalkması”dır. Bizim için Erdoğan ve Davutoğlu arasındaki ilişkiler, Babacan’ın eşinin konuşurum ha tehditleri, “yer yerinden oynar” sözlerinin kanıtı değil. Sadece devlet içindeki, iktidardaki çetelerin çatışmalarının dışavurmasıdır.

Şimdilerde biliyoruz ki, Erdoğan, çözülmekte olan “muktedir”lik çarkını sağlam tutmak istiyor. Erdoğan, Saray Rejimi organizasyonu sırasında, a- parlamentoyu, b- siyasal partileri, c- sandık sistemini yok etti. Başkanlık sisteminde arkasında olan AB ve ABD, yani tüm NATO güçleri, bugün, bazı konularda Erdoğan’ın arkasında değildir. Başkanlık sistemi, hem Almanya için, hem ABD için uygundur, sadece başında kendi adamları olması koşulu ile. Ama sıra yerel seçimlere gelince, sıra kriz sürecine gelince, sıra Suriye meselesine gelince vb. tutumlar değişiklik gösteriyor. Paylaşım savaşı böyledir. Her gün bir anlaşma yaparlar, her gün yenisi ile eskisini bozarlar.

Acaba Davutoğlu partiyi ne zaman kurar? Acaba Babacan partiyi neden geciktiriyor vb. gibi sorular, günlük sorulardır ve aslında resmin tümünü görmemizi engellemektedir.

1- Suriye savaşı TC için bir yenilgidir ve ABD, bu yenilginin tüm faturasını Türkiye’ye yıkmak isteyecektir. Bu yenilginin etkileri, tam anlamı ile henüz ortaya çıkmamıştır ve daha fazla kendini hissetirecektir.

2- Kürt hareketini baskı ve şiddetle yok etmek, mümkün görünmemektedir ve bunun da bir sonu vardır.

3- Batı’da direniş gelişmektedir ve sürekli baskı ve yalan politikası artık bir para etmez hâle gelecektir. Direniş, kendi yolunu bulmaktadır.

İşte bu şartlarda, Saray Rejimi, Erdoğan, Bahçeli-Erdoğan ittifakı vb. gibi konuların yeniden şekillendirilmesi tartışması, egemen çevrelerde yapılmaktadır. Erdoğan’ın “başkanlık” sisteminin bazı tadilatlara ihtiyacı olduğu açıklamaları, Metiner’in kalkıp da AK Parti’yi kapatalım, Reis’in önderliğinde yeni bir parti kuralım, demesi, Baro Başkanı’nın “devletin bekası söz konusu olunca gerisi teferruattır” açıklaması, Erdoğan’ın belediye başkanları toplantısı, Akşener’in Erdoğan’ın oğlu ile muhabbeti vb. tam da bu sorunun boyutlarını göstermektedir.

Bu arada Kılıçdaroğlu, dün parlamenter sisteme dönelim derken, şimdi, bağımsız yargı+başkanlık sistemine yatkın gibi görünmektedir.

Ortaya çıkan tabloya göre, bir grubun planı şudur: Erdoğan cumhurbaşkanı olarak kalsın, ama AK Parti başkanlığını bıraksın. Bu öneri, öyle anlaşılıyor ki, Babacan önerisidir. Babacan ekibi, Gül ekibi, İngiltere diye okunmaktadır. Bu ekip, muhtemelen İyi Parti ile de CHP ile de temastadır. Ama hâlâ AK Parti içindedirler. Bir türlü parti kurmak için harekete geçmiyorlar. İşte Metiner’in, Reis’e bağlı bir kişiyim diyerek, başka bir parti kuralım demesi bu durumun itirafı gibidir. Başında Erdoğan’ın olmadığı bir AK Parti işe yaramaz. Öte yandan ise, tümü ile cumhurbaşkanlığı alanına çekilmiş bir Erdoğan da o kadar etkili olmaz. İşte Metiner, “bu parti zaten bizim değil, biz bunu verelim, yenisini kuralım” demek istiyor. Davutoğlu’nun ihraç süreci, Babacan ekibinin şansını artırıyor gibidir. Görünen o ki, Babacan AK Parti’nin başına gelme ihtimalini de dışlamamıştır. Babacan’ın ailesinden “konuşursam yer yerinden oynar” açıklamasının gelmesi, Davutoğlu’nun konuşursam kimse kimsenin yüzüne bakamaz açıklaması, tam da bu tartışma ve pazarlıkların şiddetini göstermektedir.

İkinci senaryo, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığından ve partiden istifa etmesi, yeni bir seçim sürecinin başlamasıdır. Bu durumda Erdoğan, muktedir olamayacağı için, saray oyunlarının ilk kurbanı olmak istemeyecektir. Ama bu istifanın dile getirildiği de artık çok sık konuşuluyor. “Mesele devlet olunca gerisi teferruattır” diye konuşan bir Baro Başkanı, başka türlü sahne alır mıydı? Eğer Erdoğan istifa ederse, bu durumda, anayasa değişikliği ve başkanlık sisteminin masaya yatırılması durumu gündeme gelecektir. Erdoğan’ın, sistemde rötuşlar yapılacağını açıklaması bunun sonucu olsagerek. Bahçeli çetesinin buna karşı çıktığı anlaşılmaktadır.

Büyükşehir beleyi başkanları toplantısında yaşanan “sandalye parodisi”, bu saray oyunlarının düzeyi hakkında da bilgi vermektedir. Soylu’nun İstanbul’a kayyum atanacak mı sorusuna “pazar günü açıklayacağım” demesi de bu parodinin bir başka türüdür. Soylu, kendi kararlarını kendisi verir pozisyonundadır. Bu çetelerin her biri, söze sıra gelince Erdoğan’a bağlıdır ama Erdoğan’ın böyle hissetmediği de açıktır. Muktedir, Erdoğan, öyle anlaşılıyor ki, Bahçeli’ye çok ihtiyaç duymaktadır.

Peki bu saray oyunları, gerçek sorunlara bir çözüm müdür? Mesela Suriye savaşına, mesela Kürt sorununa, mesela savaş politikalarına, mesela iflas eden “rant, yağma ve savaş ekonomisine”, mesela Batı’da gelişen direnişe vb. bir çözüm müdür?

Öyle anlaşılıyor ki, devletin içindekiler, daha çok günlük, daha çok saatlik adımlar atarak varlıklarını korumak, sürdürmek yolları aramaktadır. Yani, mesela, Baro Başkanı’nın, “devlet söz konusu olunca gerisi teferruattır” sözünü yiyeceği ve “konuşursam” diye başlayacak cümleler kuracağı günler yakındır. Baro Başkanı’nın “teferruat” dediği şeylere, büyük önem atfedeceği günler gelmektedir. Yani, Davutoğlu’nun daha fazla açıklama yapmak zorunda kalacağı günler yakındır. Yani Babacan’ın eteğindeki taşları dökmeye başlacağı günler yakındır. Peki, ya Bahçeli ve Perinçek, onlar ne zaman “konuşursam yer yerinden oynar” diyecekler. Belki de onlardan önce Erdoğan “konuşursam yer yerinden oynar” diyecektir.

İşçi ve emekçilerin, yeri yerinden oynatacak güçleri olduğu açıktır. Onların neler diyeceğini aşağı yukarı biliyoruz. Zira hepsini yaşadık ve yaşıyoruz. Mesele onların neler söyleyeceği değildir. Mesele, işçi sınıfının ayağa dikilmesi, direnişini geliştirmesi ve örgütlenmesidir. İşte o zaman biri değil, hepsi bir anda ifadelerini açıkça verecektir, halkın önünde.

İşçi sınıfı ve emekçiler için mesele, sadece Erdoğan’ın gidişi değildir. Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi, bu yolla devlet çarkının parçalanarak, işçi ve emekçilerin devletinin kurulması meselesidir. Ancak o zaman bu topraklarda özgürlük havası esecektir. Ancak o zaman insanın insana kulluğu son bulacaktır, kadına dönük şiddet, aşağılanma, gençlerin uyuşturulması son bulacaktır. Ancak o zaman badeci şeyhler ülkesi, yerini, özgürlüğe bırakacaktır. Yok edilmeye çalışılan insanlık, o zaman yeniden ayağa kalkacaktır. Yağma ve rant, savaş ekonomisi o zaman bitecektir. Güzel şeyler, o zaman olmaya başlayacaktır.

Şimdi direniş ve örgütlenme zamanıdır.

Devrimlere, kadınlara ve Narodniklere dair…¹

“Olayları oldukları biçimde
ele almalıyız;
yani devrimci duyguları,
değişen koşullara
uygun olarak kullanmalıyız.”
2

Devrimler altüst oluş momentleridir. Altüst eder ve dönüştürürler.

Yalnızca bünyesinde gerçekleştikleri toplumsal/sınıfsal bağlamı ya da üretim ilişkilerini, iktidar yapılarını vb. değil. “Eski” toplumda hüküm süren tüm değerleri, tüm hiyerarşileri de. En alttakilere soluk alabilecekleri yeni menfezler açar, onları yukarı-öne doğru çeker, bastırılmışlara güç, susturulmuşlara ses katar.

Üstelik “en alttakiler”, zorunlu olarak devrimin birincil özneleri değildir. Örneğin feodal soylulara karşı ayaklanan kentli orta sınıflar, toprak ağalarına karşı ayaklanan köylüler, burjuvalara karşı ayaklanan işçiler, efendilere karşı ayaklanan köleler gibi… Devrimler, sömürülen sınıfların yanı sıra, tüm ezilenlere bir özgürlük alanı açar: dinsel-etnik-cinsel azınlıklar, kadınlar…

Elbette, devrimler, nihayetinde sınıflar arasında gerçekleşir. Sınıfları karşı karşıya getirir. Ve alt sınıflara, yönetilenlere, alan açar. Hatta onları ya da içlerinden bir kesimi iktidara da getirir. Mevcut iktisadî ilişkileri dönüştürür, üretim tarzı ve ilişkilerinde köklü değişimlere yol açarlar.

Ama devrimler salt ekonomi-politik ya da salt siyasal hadiseler değildir. Toplumsal-kültürel yaşamın derinliklerine nüfuz ederek tüm toplumsal dokuyu da başkalaştırırlar. Alışılagelmiş, geleneksel olan, saygıdeğer sayılan ne varsa bir anda tarihin çöplüğünde buluverir kendini. Hiyerarşiler tepetaklak, deyim yerindeyse “ayaklar, baş olur.” Tüm bir yaşam biçimi dönüşür, başkalaşır…

Ve bu dönüşüm önce ekonomi politikte değil, hayatın ince dokularında hissettirir kendini çoğunlukla. İnsanlar politize olur, otorite daha çok sorgulanır hâle gelir, itaatsizliğin çeşitli biçimleri açığa çıkar, çocuklar ebeveynlerine, işçiler patronlarına, sivil halk polise, askerler komutanlarına, azınlık mensupları düzenin muhafızlarına, kadınlar babalarına, kocalarına daha çok itiraz ederler. Etiketler geçersizleşir… “Yeni Hayat”ın emareleri çıkmıştır ortaya; yasaklar, baskılar çoğaldıkça etkinliklerini yitirir…

“Kadınlar” dedim… Binlerce yılın ezilmişliğiyle büyük değişimi mafsallarında ilk hissedenler onlardır. Devrim, onları alışageldiklerini, sorgusuzca kabullendiklerini, boyun eğdiklerini sorgulamaya yöneltir. Nasıl yaşamaları, nasıl düşünmeleri, nasıl davranmaları, nasıl giyinmelerini belleten gelenekler, örfler, adetler apansız birer karikatüre dönüşür. Ve daha ufukta görünmeyen devrimin çağrısı, sızlayan dizleri üzerinde doğrulmaya, arkalardan ön saflara doğru atılmaya zorlar onları.

1917 Sovyet devrimi, buna çok iyi bir örnek. Alexandra Kollontai, Inessa Armand, Nadezda Krupskaia, Rosalia Zemlyachka… Devrimin ön saflara ittiği, ateşle, kanla sınanmış kadınlar. Adları belleklerimizde, suretleri 8 Mart’larda taşıdığımız pankartlarda.

Ama öncelleri de var. Adları pek duyulmamış. Yalnızca Rusya’yı değil, tüm yeryüzünü dönüştürecek olan 1917 Ekim’ini onlarca yıl önce kemiklerinde hissederek o büyük çağrıya ayak uyduran…

Vera Figner onlardan biri. Taşralı bir aristokrat ailenin kızı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, tipik Rus taşralı aristokrat bir aile kızını nasıl yetiştiriyorsa öyle yetiştirilmiş: otoriter, sert bir baba, suskun, silik, ürkek bir anne ve kardeşleri Rus köylülüğünün dünyasına erginleyen sevecen, ilgili, sevimli bir dadı gölgesinde geçen gamsız kırsal çocukluk yılları… Mutlaka en düzgün giysilerle katılınan ritüalistik aile sofraları ile dağlarda, bayırlarda, ağaç tepelerinde, dere yataklarında arasında salınan bir ilk gençlik.

Aykırılık, önceleri yoğun bir okuma arzusuyla açığa vuracaktır. Dönem Rusyası, özellikle de kırsal Rusya’da kadınlar için pek alışılmadık bir istek. Ancak olanaksız da değil: Soylu genç kızlara mahsus, manastırvari birkaç enstitü, bu “moda”nın çekiciliğine kapılan genç kızların ve “açık fikirli” ailelerinin taleplerini karşılamak için faaliyete geçmiş bile. Ne de olsa “çağa ayak uydurmak gerek”…

Peki enstitüden sonra? Normali, aynı sınıfsal kökenden, kendini Çarlığın hizmetine adamış, geleceği parlak genç bir subay, doktor, müfettiş vb. ile evlendirilip yaşamın geri kalanını zaman zaman St. Petersburg’daki davetlerde boy gösteren bir taşra “hanımefendisi” olarak geçirmek.

Vera buna yanaşmadı… Ne olduğunu, nasıl olacağını tam olarak kestiremediği bir geleceğin tutkusu kavuruyordu yüreğini. Okumak ve sınıfının kendine sağladığı avantajları yoksul, ezilmiş, halkına faydalı bir insan olmak için kullanmak… Oysa Rusya’da yükseköğrenim kapıları, sağlıkçı, mühendis, öğretmen olarak halkına hizmet tutkusuyla tutuşan bu genç kadınlar kuşağına kapalıydı. Çarnaçar, Avrupa’nın, amfilerini, laboratuvarlarını kadın öğrencilere açan tek üniversitesine ev sahipliği yapan Zürih’te alacaktı soluğu: yürekleri Rus Aydınlanması ve bilim tutkusuyla tutuşmuş, yüzü aşkın genç Rus kadın gibi…

Zürih, Vera ve çok sayıda genç Rus kadın öğrencinin halka hizmet tutkusuyla tutuşan genç idealistler olarak girip birer radikal devrimci olarak çıktıkları koza oldu. Orada deneyimledikleri özgürlükler ülkelerindeki otokratik Çarlık rejiminin baskıcı atmosferinden o kadar farklıydı ki… Dönüşmüşlerdi. Narodnizm’in fikir babaları Çernişevski, Plekhanov, Nekrasov gibi yazarların kitapları elden ele dolaşıyor, genç devrimciler, Nekrasov’un Saşa’sını, Çernişevski’nin Kirsanov’unu, Vera’sını idealleştirerek hayatlarını devletin ya da ailelerinin istekleri üzere değil de, kendi seçtikleri yüce idealler doğrultusunda biçimlendirme kararlılığını pekiştiriyorlardı. Kısmen Aydınlanma’dan, kısmen serflikten yeni kurtulan Rus köylülüğünün yaşadığı derin sefaletin etkilerinden, kısmen de Kutsal Kitap’taki özgecilik ve feda kıssalarından beslenen yüce idealler…

Çarlık rejiminin bu idealizmi kendine yönelik bir “tehdit” olarak algılaması, bu yeni ve sınıfından kopmuş genç intelligentsia’nın hızla politize olmasına yol açacaktı. Kadınlı-erkekli… Çarlık yönetiminin, 1873’te Zürih Üniversitesi’nden alınan diplomaları geçersiz sayacağını ilan ederek kadın öğrencileri geri çağırması, genç zihinlerde, otokrasi koşullarında halka doktor-hemşire-öğretmen olarak hizmet etmektense, halkı sosyalizme açılan bir rejim değişikliğine ikna için çalışmanın daha verimli olacağı düşüncesini kökleştirdi… Yüzlerce, binlerce genç aydını birer devrimci propagandist olarak köylere, ücra köşelere, yoksul mahallelere yönelten Halka Doğru hareketi başlamıştı. Ve kadınlar bu hareketin yüreğindeydi: çoğunlukla erkek yoldaşlarıyla yaptıkları anlaşmalı evliliklerle aile baskısından kurtulan genç ve eğitimli kadınlar, sağlık memuru, öğretmen, ebe olarak gittikleri köylerde sıkı bir propaganda ve örgütlenme çalışmasına koyuluyorlardı. 1872-82 yıllarına ait polis kayıtları, tespit edilebilen 1611 devrimci propagandistin yüzde 15’ini kadınların oluşturduğunu, faaliyetteki 22 propaganda merkezinden beşinin kadınların yönetiminde olduğunu gösteriyordu. Çar II. Alexander’in Adalet Bakanı Kont Pahlen, 1874’te Çar’a sunduğu raporda devrimci propagandanın başarısını kadınların mevcudiyetine bağlıyordu.3

Baskılar, kovuşturmalar, hapisler, sürgünler onları yıldırmıyor, aksine radikalleştiriyor, tek seçenek olarak devrimci şiddete yöneltiyordu.

Çekirdeğini kadınların oluşturduğu Narodnaia Volya (Halkın İradesi) böyle şekillendi: Vera Figner, Anna Korba, Olga Liubatovich, Sophia Perovskaya, Gesia Gelfman, Anna Yakimova, Tatiana Lebedeva: İşçi-köylüler arasında sosyalizm propagandası stratejisini benimseyen ve Rusya topraklarının köylülere dağıtılmasını savunan Bakunin’ci Toprak ve Özgürlük Hareketinden ayrılarak Rusya halklarında devrimci bir dönüşümün ancak Çarlık rejimine yönelik radikal devrimci şiddet eylemleriyle mümkün olabileceğini savunan örgütün kurucu kadrosunda yer alan kadınlardı. Narodnaya Volya’nın 18 kişilik yürütme kurulunun 10’u kadınlardı ve rol modelleri, 1877’de Saint Petersburg valisi General Trepov’u kurşunlayan Toprak ve Özgürlük üyesi Vera Zasulich’di…

Ancak 1881’de (birkaç başarısız denemenin ardından) gerçekleştirdikleri, radikallikte Zasulich’in suikast girişimini fersah fersah geride bırakan bir eylem olacaktı: Çar II. Alexander’ın bedeni, Narodnaya Volya üyelerinin bombalarıyla parça parça oldu… Suikastı izleyen apansız ve acımasız devlet terörü, devrimci Rus kadınlarına ilk idamları yaşatacaktı; Çarlık güvenlik göçlerinin tereddütsüz misillemesinde meydanlarda idam edilen dört Narodnik’ten ikisi kadındı: Sofia Perevskaya ile Gesia Gelfman.

***

Denilebilir ki “Kadınların Özgürlüğü” fikri, Rusya’ya -Çariçe Katerina ve ardından da onun kurucusu olduğu Smolnyi Enstitüsü’nün yönetimini devralan gelini İmparatoriçe Maria’nın kız çocukların eğitimi konusundaki girişimlerini saymazsak- 19. yüzyılın ikinci yarısında Narodniklerle birlikte giriş yaptı. Bu bağlamda Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’sının genç devrimciler üzerindeki devasa etkisi es geçilmemeli…

Ne ki, “Kadınların Özgürlüğü” söylemi, erkeklerin politik özneler sayıldığı, buna karşılık kadınların her türlü siyasal haktan yoksun olduğu Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi özgül (siyasal ya da toplumsal) hak talepleri, dolayısıyla da özgül bir kadın mücadelesi (feminizm) biçimini almayacaktı. 19. yüzyılın ikinci yarısı Rusyası’nda “Kadın özgürlüğü”, tüm yurttaşların Çarlık otokrasisinden özgürleşme talebinin bir bileşeniydi ve “Kurtuluş” kadınların siyasal-toplumsal haklarını kazanması değil, ezilen-emekçi sınıfların genel özgürleşmesi bağlamında kavranılmaktaydı. Kendileri gibi idealist genç Narodnik erkeklerle düzmece evlilikler gerçekleştirerek aile baskısından kurtulan Narodnik kadınlar, her türlü bireysel haz ve lüksten vaz geçerek kendilerini kavganın yüreğine atıyorlar, bu uğurda en ağır bedelleri ödemekten kaçınmıyorlardı. Söz ve eylemin tutarlılığı ethos’unda birleşen genç kadın ve erkekler gülerek koşuyordu Çarlık polisinin en ağır işkencelerine, dayanılması zor zindanlara, Sibirya sürgünlerine, hatta ölüme. Bu özgürlüğün bedeli, kayıtsız ve koşulsuz bir özgecilikti; (hak) kazanımlar(ı) değil…

***

Ütopyacı ve köylücü Narodnik miras, bir kuşak sonrasında, 1917 devrimini gerçekleştiren Bolşevikler tarafından kıyasıya -ve haklı gerekçelerle- eleştirilecektir. Ancak Narodnik kadınların kendilerini izleyen devrimci kuşaklara bıraktığı tutarlılık, sahicilik ve gözükaralık ethosu Bolşevik kadınlar için paha biçilmez bir bağlam oluşturmuştur.

Evet, Devrim, gölgesi henüz tarih sahnesine düşmemişken, kendini genç, duyarlı kadınların iliklerinde, kemiklerinde hissettirerek onları dönüştürdü. Okuyacağınız, böylesi bir dönüşüm öyküsü. Avare ve kendinden hoşnut taşra bir taşra aristokrasisinin, “süslü, ama içi boş” bebeği Vera Figner’in Rus Çarı’nı katleden gözükara bir eylemciye dönüşmesinin öyküsü…

Ama tarihe mal olmuş bir kişinin olup-bitmiş öyküsünden ibaret değil. İçinde dünyayı daha yaşanılası, daha özgür, daha eşitlikçi bir yere dönüştürmeye kararlı kadın ve erkekler, ve yaşamlarına ataerkinin kendilerini yazgılı kıldığı kafesten çok daha fazlasını layık gören kadınlar için önemli ipuçları içeriyor.

Nihayetinde rotamızı çizerken hem bizden öncekilerden, hem de birbirimizden öğrenecek çok şey var, öyle değil mi?

 28 Eylül 2018, Dragos.

1- Lynne Ann Hartnett’e ait ‘Vera Figner-Bir Muhalifin Hayatı’ (Çev. Ertuğrul Uzun, Eskişehir: Verba, 2019) başlıklı eserde “Türkçe Baskıya Önsöz” üst başlığıyla yayımlandı.
2- Karl Marx.
3- Alena Heitlinger, Women and Social Change in Socialist Societies, with Special Reference to the Soviet Union and Czechoslavakia, Leicester Üniversitesi, Doktora Tezi, 1977, s. 80.

TC devleti üzerine

Geçtiğimiz Ağustos ayı, Diyarbakır, Mardin ve Van illerine kayyum atanması ile, “kayyum politikasının” yeni bir zirve yaptığı ay oldu. Öncesi var. 31 Mart’tan önce, yine birçok il ve ilçede kayyumlar atanarak, seçilmiş belediye başkanlarının görevleri gasp edildi. Onların deyimi ile “milli irade” ayaklar altına alındı. Kılıçdaroğlu’nun deyimi ile “hukuk ayaklar altına alındı.” Uzun bir süre bu “yeni” olan kayyum politikası ile belediyeler yönetildi.

Sonra 31 Mart seçimlerine gidildi.

Seçimlerde, açıkça ve herkesin gözü önünde, herkesle alay edercesine hukukî veya hukuk dışı hileler yapıldı. Başka bir ülkede acaba mümkün müdür; %70 ile seçimi kazananlar, seçimi kaybetti. 31 Mart’ta İstanbul’u kaybedenler, tekrar seçim kararı aldırdı ve YSK, kanunları aşmakla kalmadı, kendini de aştı.

Soylu, tüm kanunların üzerindeki içişleri Bakanı, en kabadayı bakan, en sert dönen bakan, “eğer” dedi, “bir 5 yıl daha kayyum ile yönetirsek, kesinlikle Kürt halkı bizi seçecektir.” İşte böyle dedi. Yani demek istedi ki, bir halka ne kadar zulüm yaparsak, bir halkı ne kadar aşağılarsak, bir halkı ne kadar soyarsak, bir halkın belediyelerini alıp genelev gibi kullanırsak, bir halkın iradesini ne kadar yok sayarsak, o kadar bize bağlanır.

Tecavüz olayları arttıkça, tarikatlar ve cemaatler devletten gördükleri destekle uçkurlarını kontrol etmeyi tamamen bıraktıkça, tartışma şu hâle geldi: Üç yaşında çocuk tecavüze uğramış ise, çocuk, tecavüzcüsü ile evlenebilir, ama acaba üç yaşında mı, beş yaşında mı?

İşte Soylu, beş yıl daha kayyum kalırsa, bu halk, tecavüzcüsünü mecburen sevecek ve onunla evlenecek, oyunu ona verecek diyor. Mantıktaki paralelliği görebildiniz mi?

İşte, beş yıl daha kayyum ile yönetilirse, bu halk artık HDP’yi seçmez diye düşünen mantık, Saray, yeni kayyum atama işini devreye soktu.

Kayyum mekaniği işliyor.

İstanbul ve Ankara’ya sıra gelecek elbette. Bu nedenle susmak, bu gaspa, bu haydutluğa, bu kibre son vermek için, daha iyi bir an asla olmayacak. Şimdi zamanıdır.

İşte bu vesile ile biz, biraz bakışımızı genişletelim istiyoruz.

1- Çağımızın burjuva devleti, Tekelci Polis Devletidir. Bu konuda, Kaldıraç yayınlarından çıkmış olan “Tekelci Polis Devleti” çalışmasını okumayanların okuması yerinde olur. Zira biz burada o kapsamda bir tartışma yürütmeyeceğiz. Ama eğer “tekelci polis devleti” kavranmazsa, bizim adına Saray Rejimi dediğimiz bu siyasal rejim, başkalarının ‘tek adam diktatörlüğü’ diye yumuşak ve sıradan bir ifade ile andıkları bu rejim anlaşılamaz.

Tekelci polis devleti, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesinin ardından, tüm emperyalist kampın devleti yeniden örgütlemelerini ifade eder.

1960’larda, 1970’lerde, 1980’lerde, bir tartışma vardı. Bunun hâlâ izleri vardır. Tartışma şöyle idi, bir ülkede siyasal iktidar biraz sertleşti mi, hemen “faşizm” geldi deniyordu. Ve tersine biraz yumuşadı mı, bu kez de “demokrasi” varmış gibi bir algı oluşuyordu. Böylece devlet, birçok yerde, “demokrasi” ile “faşizm” arasında salınıp duruyordu.

Bugün hâlâ, birçokları (bizi en çok entelektüeller, Marksistler, devrimciler ilgilendiriyor, liberaller değil), liberal düşüncenin etkisi ile, Batı demokrasileri üzerine methiyeler yazıyorlar. Hatta en son, Artı TV’de S-400’lerin gelişi üzerine süren bir tartışmada, Eser Karakaş, eğer bir seçim yapmamız gerekiyorsa, ben Batı demokrasisini seçiyorum, NATO bunun katlanılacak sonucu ise o da kabulüm, olarak özetlenebilecek (birebir bu cümlelerle söylenmiş değildir) bir söylemi dile getirdi ve doğrusu görüşleri birçok konuda açık ve net olan başkaları da bu görüşe itiraz bile etmediler. Evet, S-400’ler bizde gerekmeyebilir, buna katılırız. Silâhlanmaya karşıyız, bu net. Ama eğer S-400’ler ülkenin NATO’dan çıkmasına neden olacaksa (ki neden olmayacak), işte katlanabilir olan bu olurdu. NATO, katlanılabilir değildir. NATO, demokrasi ile alâkalı bir kurum değildir. NATO, tüm kapitalist kampta anti-komünizm, kontr-gerilla, savaş kundakçılığı, her ülkeye özgü örgütlenmiş Gladio, katliamlar vb. demektir.

Bu bakışın temelinde, Batı demokrasisi inancı yatıyor. “Batı değerler sistemi” ve “Batı demokrasisi” ham bir hayaldir.

SSCB çözüldükten sonra, bunu hâlâ anlamayan varsa, onun gözlerinin görmesinin körlüğüne engel olmadığını iddia ederiz. Dünyada El Kaide, El Nusra, IŞİD diye örgütler, NATO ve ABD işidir. Batı demokrasisi tam da budur. İngiltere’de ya da ABD’de ya da Almanya’da ya da Fransa’da demokrasi üzerine övgüler yazmak, 21. yüzyılda ancak bir reklâm kampanyası ve film setinde olanaklıdır.

ABD, Japonya, Fransa, İngiltere ve Almanya, emperyalist ülkelerin en ileri gelenleridir ve bugün bu beşli arasında bir paylaşım savaşı vardır. Bu paylaşım savaşımı, Birinci Dünya Savaşı’nın kaldığı yerden devam etmektedir. Bu beş ülkenin hangisinde “demokrasi” vardır? Devlet hakkında ham hayalleri olmayan, aklını bu ham hayallerle doldurmamış hiç kimse, bunu iddia edemez. Afganistan’a götürülen “demokrasi”, Irak’a taşınan “demokrasi”, Libya’ya dayatılan “demokrasi”, tamamen ama tamamen Batı demokrasisi ve Batı değerler sisteminin ürünüdür. Hiç eksiksiz. Irak’ta öldürülen 1 milyon kişi, Batı değerler sistemi ve Batı demokrasisinin doğrudan ürünüdür.

Bugün ABD’de, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de komünist avı yapılmıyorsa, bunun nedeni “demokrasi” değil, tersine bu avı daha başka yöntemlerle yapabiliyor olmaları nedeni iledir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “demokrasi” cephesi diye kendini adlandıran Avrupa ve ABD’de, komünist avı, demokrasinin korunması kutsal amacı için değil miydi? İngiltere’de ya da Almanya’da ya da ABD’de, acaba polisin uygulamaları ve yetkileri nasıldır? Tekelci polis devleti dediğimizde, daha içeriğini anlayamamış bile olsanız, size sıcak gelmiyor mu?

Uzatmak mümkün. Ama fazla örnek yerine, Kaldıraç yayınlarından çıkan kitabımızı, Tekelci Polis Devleti analizimizi önerelim. En azından bu sayede, bu yazı etrafında değinmek istediğimiz diğer konulara girelim.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, faşizmin yenilgisi, gerçekte emperyalist kampın yenilgisi idi. Bunu net olarak kabul etmek gerekir.

Emperyalist sistem, büyük yıkıntılar ve kayıplar pahasına zaferi elde eden Sovyetler Birliği ve dünya sosyalist hareketini durdurmak için, bir karşı saldırı başlatmıştır. Bu saldırı, politik arenada McCarthycilik ve Truman Doktrini ile ün yaptı. NATO, bu sürecin örgütüdür. Hem Sovyetler Birliği ve dünya komünist hareketine karşı uluslararası bir savaş yürütme organıdır, hem de her kapitalist ülkede devleti yeniden organize etmenin aracıdır. Bunun, ABD hegemonyasının da bir aracı olması, ayrı bir konudur.

Tekeller çağı, 1880’lerde başlıyor ve Birinci Dünya Savaşı, bu çağın kapitalist dünyasının ürünüdür. Tekel, sadece bir ekonomik olgu değildir. Tekelci egemenlik, pazar hakimiyeti ve bunun gerektirdiği şiddet örgütlenmesi demektir. Bu ise devletin, işçi sınıfına karşı, yeniden örgütlenmesidir. Sovyet Devrimi’ne karşı, karşı-devrim, devleti değiştirmiş, yeniden yapılandırmaya girişmiştir. Faşizm bu tepkinin ilk hâlidir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında “demokrasi” şalı altında faşist devletin tüm aygıtları yeniden organize edilmiştir.

Devlet sınıf savaşımına göre şekillenir. Bu sınıf savaşımı, dünya çapında bir savaştır ve modern devlet, bu savaşın tüm deneyimlerini içselleştirerek, dünya işçi sınıfına karşı, karşı-devrim örgütüdür.

Bizim zaman zaman “faşizm” geldi, zaman zaman ise “demokrasi” yürürlükte diye düşündüğümüz durum, aslında devletin yeni yapısının işaretidir. Devletin burjuva karakteri değişmemiştir, sadece burjuvazi daha da daralmış, tekeller olarak organize olmuş ve devlet de bu tekelelerin örgütü hâline dönüşmüştür. Bu süreç, sınıf savaşımının deneyimleri ile şekillenmiştir, ki başkası da mümkün değildir.

Tekelci polis devleti, gelişmiş reklâm ağının da olanakları ile, toplumu kontrol etmeyi, polisiye metotlarla her şeyi izlemeyi organize etmiştir. İşler kontrolden çıkma eğilimi gösterdiğinde, devlet, kadife eldivenin altına saklanmış demir yumruğunu, kadife şal ile örtülmüş makinalarını devreye sokmaktadır. Böyle olunca “faşizm geliyor” ve sınıf savaşımı daha “barışçıl” bir süreçten geçtiğinde ise “demokrasi geliyor” demek yanlıştır.

Basın, medya, yargı, polis örgütlenmesi, halkın izlenmesi, yönlendirilmesi, kitlelerin uyutulması vb. gelişmiştir. O kadar ki Hitler’in yalanları ile ünlü Goebbels’ini çırak çıkaracak kadar gelişmiş bir yalan makinası üretmişlerdir. CIA başta olmak üzere, tüm emperyalist kamp, Hitler’in artıklarını kendi örgütlenmesinin içine, kardeş olarak almıştır.

2- Devlet her zaman belli bir ülkede, kendine ait “özgünlükler” taşır. Yani Alman devleti ile ABD devleti aynı karakterde olsa da, farklı gelenekleri olan yapılardır. Bu, sınıf savaşımının her coğrafyada etkilerinin farklı gelişmesinin de ürünüdür. Öyle ya, her zaman biz Marksistler, olaylara belli bir tarih içinde bakarız. Toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak sınıflar, sınıflar arasındaki savaşım ve buna bağlı olarak sınıfların örgütleri farklılıklar gösterirler. Devlet de burjuvazinin, aynı anlama gelmek üzere tekellerin örgütüdür, o da bu tarihsel ve toplumsal etkiler içinde şekillenir.

Örnek olsun, TC devletinin şekillenişini incelediğimizde, paylaşım savaşımının birincisini, Ekim Devrimi’nin etkilerini, halklar meselesine çözüm olarak Türk kimliğinin yaratılmasını, başlıca emperyalist güçler açısından komünizme karşı bir ileri karakol olarak ülkenin ele alınmış olmasını hesaba katmamız gerekir. Türkiye, ortaklaşa bir sömürge olarak, NATO üyesi bir ülke olarak, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesi sonrasında yeniden organize edilmiştir. Mesela Gladio denilen, bizde Ergenekon veya kontr-gerilla denilen yapılanmalar bunun sonucudur. Hatta Türk-İş ya da Diyanet İşleri Başkanlığı da böyle örgütlenmiştir. Dün, emperyalist sistem, komünizme karşı ileri bir karakol olarak Türkiye’yi örgütlerken, NATO mekanizmaları içinde hepsi bir arada idi. Ekonomik olarak Avrupa’ya bağlı, siyasal olarak ise NATO mekanizmaları ile ABD sömürgesi olarak örgütlenmiş bir “ortaklaşa sömürge”dir Türkiye. Bugün, SSCB çözüldükten sonra, bu eski emperyalist ortaklar arasında başlayan paylaşım savaşımının ana sorusu, Türkiye’nin kimin elinde kalacağı sorusudur: Siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin mi, yoksa ekonomik olarak bağlı olduğu Avrupa’nın, daha çok da Almanya’nın mı elinde kalacak? Bu soru hâlâ tam olarak yanıtını bulmuş değildir. Ve unutmamak gerekir ki, bizim, işçi sınıfının de bu soruya başka bir yaklaşımı vardır, ülke sosyalist devrim ile tüm emperyalist güçleri kovacak ve özgürleşecek ve bölgedeki halklarla barışarak, bölgesel sosyalist devrimin bir parçası olarak dünya devrimine bağlanacaktır. Bu da bizim çözüm önerimizdir.

Burada oluşmuş olan devlet, en başından beri halklara düşman, halklara “bu devlete bir millet lazım” gömleğini giydirmeye çalışan, emperyalizme bağımlı, sınıfların varlığını yani işçi sınıfının her türlü varlık göstergesini inkâr eden bir devlettir. Bir iç savaş örgütü olarak, emperyalizmin çıkarlarının tetikçisi olagelmiştir. Böyle olduğu için “olağan hâlleri” istisna, “olağanüstü hâlleri” kural olagelmiş bir burjuva devlettir. Burjuvazinin kendi iç dinamiği, tamamen emperyalist sermaye ile bağlı olarak şekillendiğinden, devleti de öyle olmuştur. ABD’den bağımsız hiçbir adım atmamış bir devlet yapısı söz konusudur.

3- Devletin genel yapısı ve özelliklerine rağmen, sisteme egemen olan tekelci polis devleti örgütlenmesi TC devleti için de geçerlidir. Hem de fazlası ile. Özgün tarzda.

Ancak, bugünkü Saray Rejimi’ni şekillendiren şey, daha çok emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır. Bu paylaşım savaşımı, ekonomiye hakim olanların devleti istemesi, devlete hakim olanların ise ekonomiyi kendi kontrollerine geçirmek istemesi şeklinde bize yansımıştır, yansımaktadır. Bu nedenle, devlet ciddi bir tarzda çeteleşmektedir.

Dünya çapında burjuva devlette (burjuva devlet, devletin genel adıdır, bugünkü şekli tekelci polis devletidir. Burjuva devlet dediğimiz zaman, aynı şeyi kastediyoruz. 20. yüzyılın başlarında, 1800’lerin sonlarında var olan burjuva devlete “burjuva demokrasisi” demenin, her devlet sınıf egemenliğinin bir aracıdır doğru önermesini aklımızda tuttuğumuz sürece bir sakıncası yoktur) bu çeteleşme eğilimi mevcuttur. ABD’de de, İngiltere’de de, Fransa’da da bu çeteleşme söz konusudur. Ama ülkemizdeki devlette çeteleşme çok daha ileri boyuttadır. Bunun nedeni, paylaşım savaşımının her bir gücü, Almanya’sı, ABD’si, İsrail’i, İngiltere’si, Fransa’sı vb. TC devleti içinde kendi çetelerini örgütlemektedir. Bu, bugün, devletin her kurumunda vardır. Belki Almanya’da devletin ekonomik organlarında bu çeteleşmeyi bizim ülkemizdeki kadar açık görmek mümkün değildir. ABD’de gördüğümüz ve bize eğer doğru ise Pentagon ve CIA çatışması olarak gösterilen şey, bu çeteleşmenin kendisidir. Nerede “savaş” daha sıcak olarak yaşanıyorsa, orada çeteleşme daha ileri biçimlerde karşımıza çıkıyor. Ama sömürge bir ülke olarak Türkiye’de bu çeteleşme çok daha ileri boyutlardadır. Belki, bir başka ülkede, sömürge ülkede, örneğin İsrail’i bu çetelerin içinde görmek o kadar mümkün olmayabilir. Ama bizde bu da devreye girmektedir.

Bunun bir nedeni de bölgemizde sıcak biçimler alan paylaşım savaşımıdır. Afganistan, Libya biraz uzak gibi dursalar da bu savaşın içinde Türkiye vardır. Ama Irak ve Suriye savaşı, bu açıdan daha etkileyici, daha sonuçları ve ilişkileri gözlenebilen örneklerdir.

İşte bugünkü Saray Rejimi diye adlandırdığımız şey, bu paylaşım savaşımının etkileri ile oluşmuştur.

Saray Rejimi dediğimiz zaman, tekelci polis devleti olarak adlandırdığımız devletin karakterinin değiştiğini söylemiş olmayız. Sadece, daha özgün bir süreci ortaya koymuş oluruz ki, bu sadece emperyalist paylaşım savaşımı ile oluşmuyor. Bunun üzerine binen diğer etkenler de var.

Şimdi, okuyucu bir durmalı ve “yeni Türkiye” diye ortaya konan, Graham Fuller tarafından kitaplaştırılmış olan projenin bunlarla bağını düşünmelidir. Gülen hareketini bu çerçevede ele almalıdır. El Kaide, IŞİD ve Müslüman Kardeşler bağlarını bu çerçevede ele almalıdır. Türkiye’nin sahibi kim olacak, bu ortaklaşa sömürgede “ortaklık” nasıl sona erecek sorusu etrafında ele almalıdır. Dahası, ülkede uygulanan ekonomi politikaya bu gözle bakmalıdır. Enerji politikalarına, inşaat sektörü yartırımlarına, tarımın tarumar edilmesine, ülkenin her yerinin yakılmasına, maden çalışmalarına, HES’lere, yeni zenginler yaratma politikalarına sadece “Erdoğan’ın cebini doldurma” isteği olarak bakmamalıdır. Elbette bu da var. Ama bu sınırlı bir bakış olur. Bu aynı zamanda ABD’nin ekonomiye müdahalesinin parçalarıdır. Emperyalist sermayeye bağlı “eski” güçler ile, yine emperyalist sermayenin ajanı olarak yükselen yeni güçler arasındaki kavgaya, “Türkiye kimin elinde kalacak, siyasal alana sahip olan ABD’nin mi, ekonomik alana sahip olan AB’nin mi” sorusu çerçevesinde bakmayı başarmamız gerekir.

Saray Rejimi ve Erdoğan’ın, hizmetkârı olduğu bazı sermaye kesimlerini tehdit edebilmesi de bu gerçekler ışığında anlaşılabilir.

Ülkenin büyük çaplı kara para ile dönmesi, silâh, eroin vb. kaçakçılığı da dahil büyük çaplı sermaye aklama alanı hâline gelmesi bu çerçeve içine oturtulursa yerinde olacaktır. Kaz Dağlarına da, yangın yerine dönen ülke ormanlarına da bu gözle bakmak gerekir. Bir bakanın, THK’nin elinde uçak yok demesi, THK’nin hayır uçaklarımız var demesi, Bakanın “ama uçaklar çalışmıyor” demesi, THK’nin uçaklarımız çalışır durumdadır ama yardım isteyen yok demesi vb. şeklinde süren söz düellosu, bu çeteleşmenin ortaya serilmesinden başka bir şey değildir.

Ekonomi, savaş, rant ve yağma ekonomisidir, bunu planlayan daha çok siyasal alanı elinde tutanlardır.

Ve elbette Saray Rejimi bunların üzerine yükselmektedir. Bu nedenle tüm hukuk ortadan kaldırılmıştır.

Ve elbette, Kürt halkına karşı sürdürülen savaş da bu işin bir parçasıdır. Hem çeteleşmeyi, hem de farklı burjuva egemen çevreleri birarada tutmayı sağlayan, Kürtlere karşı savaş mekaniğidir. Bu savaş, birçok şeyi örtme aracıdır da. Ama aynı zamanda, Kürt halkı nezdinde, tüm halklara karşı, işçi sınıfına karşı acımasız ve kirli bir savaşın devamı demektir. Egemenler ne zaman ortak hareket etme ihtiyacı duyarlarsa, hemen Kürtlere karşı daha ileri şiddette bir saldırı emri vermekle işe başlıyorlar.

Kürt hareketine karşı yürütülen savaş ile, Suriye ve Irak’a dönük işgal politikaları birbirine bağlıdır. IŞİD ve benzeri çeteler, devlet çarkının içinde yerleşik durumdadır. Bu çeteler, Ankara ve Suruç bombalamalarında olduğu gibi içte de kullanılmaktadır.

Bugün kayyum atama politikası da bunun bir uzantısıdır. Dün Sur ilçesi gibi Kürt kentlerini tümden yok etmeye, katliam politikalarını devreye sokmaya başlayan aynı mantık, bugün kayyum politikalarını devreye sokmaktadır.

Diyanet işleri, Saray Rejimi ile daha aktif olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yargı tamamen polis gücünün bir uzantısı olarak baskı aygıtına eklenmiştir. Basın, baskı aygıtının ve devlet propaganda şefliğinin uzantısıdır. Diyanet işleri, daha çok MİT’e eklemlenmiş gibidir. Son çıkan, gizli ibareli ama herkesin ulaşabildiği “Dini-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dini-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dini Yönelişler” başlıklı tarikat raporu, Diyanet işleri ile MİT ilişkisine iyi bir örnektir.

Yargı, tamamen baskı aygıtının bir uzantısı hâline getirilmiştir. Çeteleşme, bu alanda da oldukça yaygındır. Artık, yargı, doğrudan Saray emri ile hareket etmekte, hukuka ve yasalara bağlı kalmadan hareket etmektedir.

Basın, tam anlamı ile Saray borazanı hâline getirilmiştir. Kara ve yalan propagandanın aracıdır, karartma aracıdır. Gerçeklerin üzerini örtme işi ile görevlidir. Basın tetikçidir de. Basın, aynı zamanda çeteleşmenin etkili alanlarından da biridir.

Saray Rejimi, tüm bunların, içinden geçilen döneme özgü olacak şekilde örgütlenmiş olması demektir.

Saray Rejimi, burjuvazinin, egemenlerin, devletin güçsüzlüğünün kanıtıdır, paylaşım savaşımında tetikçi rolünü oynayanların aslında paylaşım masasındaki pastanın bir parçası olmalarının kanıtıdır. Bu saldırganlık, boyu aşan korkularının dışavurumudur.

4- Saray Rejimi denildi mi sadece Erdoğan ve AK Parti’yi ele almak yanlış olur. Sadece “cumhurbaşkanlığı sistemi” diye başlar başlamaz sona ermiş olan sistemi anlamamak gerekir. Bu eksik olur.

Parlamento bitmiştir. Bir teatral hamle ile, meclisin bombalanmasından söz etmiyoruz. Meclis artık fiilen ortada yoktur. Ne milletvekili olmanın bir anlamı vardır, ne de milletvekili seçimi diye bir şey vardır. Büyük ölçüde vekiller, Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu vb. tarafından önceden seçilmektedir. Ve buna rağmen seçimlere hile karışmakta, her türlü ayak oyunu sahnelenmektedir. Sandık, isteildiği an gömülmekte, tekmelenmektedir.

En son yerel seçimlerde bu tekmelemenin örnekleri sunulmuştur.

Bugün kayyum politikası, yerel seçimlerin sonuçlarına bile tahammülleri olmadığının kanıtıdır. Erdoğan, “merak etmeyin, seçilirlerse kayyum atarız” demekte bir beis görmemiştir.

Siyasal partiler tükenmiş, parti olmaktan çıkmıştır. AK Parti diye bir parti yoktur. O kadar ki, ondan ayrılıp yeni bir parti kuracak olanların da bir önemi ve anlamı yoktur.

MHP diye bir parti yoktur. Bahçeli partisi vardır. Perinçek partisinden bir farkı da yoktur. Sadece hangisi Erdoğan’ın daha fazla şefkatini ve desteğini alacak konusunda yarış hâlindedirler.

CHP diye bir parti de artık kalmamıştır.

5- Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’nin bir görevlisidir. Erdoğan ve Saray Rejimi’ne muhalif değildir. Erdoğan hakkında konuşmalarının tümü, devlet süzgecinden geçirilmektedir.

Kılıçdaroğlu, her durumda “devlet çıkarları” mantığı ile hareket etme refleksini CHP saflarındaki derin devletçiliği korumak için öne sürmektedir. Diyelim ki, Diyarbakır’a kayyum mu atandı, “herkes evinde durmalı.” Diyelim ki, seçimlerde hile mi var, “herkes evinde durmalı.”

Kılıçdaroğlu’nun görevi, işçi ve emekçilerin tehdit ve sopa ile yılmayan kesimlerini “evde tutmak”tır. Bu açıdan Saray Rejiminin gardiyanıdır.

Saray Rejimi, her türlü baskı ve hukuksuzluğu devreye soktukça, halka karşı açık bir iç savaş yürüttükçe, CHP, kitlelerin sola yönelmesini önlemek üzere devreye girmektedir.

Derin devletin Kılıçdaroğlu üzerinde etkisi çok nettir. Zira kendisi politika da bilmez ve memurdur. Memur derken SSK’dan söz etmiyoruz, MİT’ten söz ediyoruz.

Bahçeli ile Kılıçdaroğlu, aynı yere çalışmaktadır, aynı yerden emir almaktadır. Bahçeli, Erdoğan’a açık destek vererek Erdoğan’ı yönlendirmek üzere hamleler yapmaktadır. Kılıçdaroğlu ise, bu duruma tepki duyan kitleleri evlerinde tutmak, onları Saray, Erdoğan, dinci çeteler öcüsü ile korkutarak sokaktan uzak tutmak misyonu ile davranmaktadır. Bahçeli ve Kılıçdaroğlu, birbirini tamamlamaktadır.

Saray Rejimi dediğimiz zaman, bunun muhalefetteki burjuva partilerini de içerdiğini düşünmek gereklidir. Bu açıdan, MHP ve CHP özel önemdedir ve Erdoğan’ı yöneten mekanizma, bu ikisini de yönetmektedir.

Ne Bahçeli’nin, ne de Kılıçdaroğlu’nun, herhangi bir konuda kendi fikirleri yoktur. Bu kadardırlar. Fikirler, devletin ilgili katlarından gelmekte, onlar da hiçbir hırs vb. göstermeksizin bu fikirleri dile getirmektedirler.

Elbette Erdoğan yolun sonuna gelmektedir. İdlib ve Suriye savaşı, Erdoğan’ın ömrünü uzatmaktadır ve Erdoğan bunu bilerek hareket etmektedir. Yoksa efendileri, Erdoğan’ın sonunu hazırlamış olmalıdır. Saray Rejimi ve Erdoğan, birebir aynı şey değildir. Erdoğan gidince, yerine üretilecek yeni projeler konusunda ABD ve AB ya da NATO tek bir fikre sahip değildir. Bu nedenle AB, Erdoğan’ın gitmesine artık ikna olmuş iken, ABD, hâlâ Erdoğan’ın oyunda kalmasını istemektedir. Trump ve Erdoğan birlikte AB ülkelerini IŞİD çetelerini Avrupa’ya göndermekle tehdit etmektedir. Bu paralellik, rastlantı değildir.

Erdoğan’ın gidişi, Saray Rejimi’nin dağılmasını büyük ölçüde beraberinde getirecektir. Çünkü Erdoğan, kuralsız bir sistem olarak gelişen Saray Rejimi’nin her alanında vardır. Bu nedenle, devletin diğer egemenleri ile Erdoğan arasında bir anlaşma söz konusudur. Egemenler, devletteki çözülmeyi durdurmak istiyorlar. Ama giderek daha da fazla batmakta, daha da fazla tükenmektedirler.

Böylece anlaşılmaktadır ki, paylaşım savaşımının Türkiye’ye etkileri daha da fazla artacaktır. Bu, çetelerin hayatın her alanında daha fazla etkili olacağı anlamına da gelmektedir. Çünkü, her çete aynı zamanda bazı uluslararası güçlerin tetikçisi olarak da iş görmektedir.

Demek oluyor ki, Bahçeli de bir çetedir, Kılıçdaroğlu da. AK Parti içinde de bu çeteler etkindir, en sıradan bir devlet kurumunda da. Saray’da da bu çeteler etkindir, Erdoğan’ın en yakın çevresinde de.

Davutoğlu, kendisinin yeni parti için yola çıkma girişimleri karşısında hainlikle suçlanınca, 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 arasındaki dönemde, terörle mücadele adı altında yapılanları deşifre etme tehdidinde bulunmuştur. Açıklanmalıdır. Soylu çetesinin, Ağar çetesinin vb. ne işle uğraştığı, o zaman daha iyi açığa çıkacaktır.

6- Çanakkale’nin, Bodrum’un, Cudi’nin vb. yakılması, dağlara saldırı, tarımın tarumar edilmesi, Kaz Dağları vb. gibi yağmalar, gerçekte, kayyum meselesi ile yakından ilişkilidir. Bunların tümü, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” dediğimiz ve Saray Rejimi’nin de temelini oluşturan ekonomik politikanın içinde ele alınmalıdır.

Kayyum atanmasına ilişkin süreç, 1 Nisan 2019’da başlatılmıştır. Yani, seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz. 31 Mart gecesi seçim sonuçları ortaya çıkmış ve 1 Nisan günü, yani seçimden saatler sonra, kayyum mekanizması işletilmeye başlanmıştır.

Bunun Ağustos ayında yapılması, Suriye savaşı, Kürtlere karşı sınır ötesi operasyonlar, ABD ile görüşmeler vb. ile yakından ilişkilidir.

Kayyum politikası, Diyarbakır, Mardin ve Van’dan başlatılmıştır. Urfa ve Şırnak hile ile AK Parti’ye zaten verilmişti. Böylece Fırat’ın doğusu denilen alanda, operasyonlar için geniş bir alan açılmaktadır.

Kayyum, sadece Kürt halkının oylarının gasp edilmesi değildir. Kılıçdaroğlu’nun deyimi ile hukukun ayaklar altına alınması ile sınırlı da değildir. Zaten hukuku epey zamandır ayaklar altından kimse çıkarmamıştır. Ayrıca “hukukun ayaklar altına alınması”nda, Kılıçdaroğlu çetesinin de katkısı büyüktür. Bu saldırı, daha kapsamlıdır ve İstanbul ve Ankara’yı da içine alacak gibi durmaktadır. Zira, Saray Rejimi’nin önemli bir ayağı, büyük şehir belediyeleridir. Yağma ve rant ekonomisi açısından da bu çok önemlidir. Bu şehirlerde üretilen gelirlerin, futursuzca, “hukuku el üstünde tutarak” değil, hukuk tanımayarak gasp edilmesi yeni değildir. Bu uzun süredir vardır ve Saray Rejimi buna devam etmek istemektedir.

7- Ülkenin her tarafın yangın içindedir. Bu, yağma ve rant ekonomisinin, savaş ekonomisinin bir parçasıdır. Kaz Dağlarından Cudi Dağı’na, Sur’dan Bodrum’a katliamların her türlüsü sahnelenmektedir.

Her gün kadınlar öldürülmekte, tecavüze uğramaktadır. Kadın ölümleri, muhalefeti ve iktidarı ile bu ülkedeki tüm burjuva partilerinin “kayıtsızlıkla” seyrettikleri bir olgudur. Saray Rejimi, kadına karşı şiddeti daha da artırmıştır. Erkek egemen düşünce tarzı, toplumsal ilişkilerin her alanında daha da pervasızca devreye sokulmuştur. Diyanet işleri, bunu bilerek teşvik etmekte, hukuk sistemi bilerek desteklemekte, Saray bilerek beslemektedir. Kadın cinayetleri, tecavüz ve giyim kuşama karışma, doğrudan siyasi bir süreç hâline dönmüştür. Ülkede her yıl kadın cinayetlerine kurban gidenlerin sayısı binlerle ölçülmektedir.

İş cinayetleri, çalışma yaşamının günlük sıradan olayı hâline gelmiştir. İnşaat sektöründe işçiler sabah evlerinden çıkarken “hakkını helâl et, gitmek var dönmek yok” diye helâlleşmektedirler. İnşaat sektöründe büyük çaplı bir durgunluk olduğu hâlde, iş cinayetleri aylık 200 ölümün altına düşmemektedir. Yaralılar hesaba bile katılmamaktadır.

Her büyük kentte, her şehir merkezinde TOMA’lar, polis timleri, silâhlı siviller kitle gösterilerine saldırmak için konumlanmıştır. En sıradan bir hak arama eylemi, karşısında doğrudan devleti bulmaktadır. Devletin basını, devletin kolluk kuvvetleri, devletin savaş araçları, devletin yargısı, devletin en başı, Saray Rejimi’nin tüm kurumları, işçinin, öğrencinin, kadının, Kürd’ün, Laz’ın, kısacası hakkını arayan herkesin karşısına dikilmektedir.

Yargı, devletin baskı aygıtı olarak, çıplak bir tarzda devreye sokulmuştur. Sadece Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları onbinleri geçmiştir. Yargı, sosyal medyayı izlemekte, sosyal medya üzerinde denetim artırıcı polisiye örgütlenmeler hazırlanmaktadır. Tekelci polis devletinin tüm kapitalist ülkelerdeki denetim-gözetim-polisiye mekanizmaları, hakimiyet araçları, bizim gibi sınıf savaşımının öne çıkmaya başladığı ülkelerde, tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmakta, üzerindeki “demokrasi” şalını atmakta, açık bir tehdit unsuru olarak devreye sokulmaktadır. Tekelci polis devletinin tüm fişleme mekanizmaları, açığa çıkmakta, tehdit etmek amacı ile kullanılmaya başlanmaktadır.

Basın, büyük ölçüde devlet çarkına, devlet örgütlenmesine eklemlenmiştir. Tüm kapitalist dünyadaki bu eğilim “özgür basın” denilen şeyi laf düzeyine indirmiştir. Ama ülkemizde Saray Rejimi, bu devlete eklemlenme süreci tam bir uzantı hâline getirmiştir. Basın doğrudan polis teşkilatına bağlı operasyon aracı hâline getirilmiştir. Basın, doğrudan cumhurbaşkanlığına bağlı birimler tarafından yönetilmekte, her kanal ve gazetede görevli “komiser”lerin denetiminden geçmeden haber verilememektedir.

Ve tüm bunlara rağmen, ülkenin her alanında, her tarafında direniş sürmektedir. Kayyum politikasına karşı Kürt halkının direnişi, ilk kayyum döneminden çok farklı olarak sokaklara yansımıştır. CHP’nin devleti koruma tavrı, evinizden çıkmayın açıklaması etkili olsa da, Batı şehir merkezlerinde de protestolar yükselmektedir.

Kaz Dağları, tarihî yağmaya karşı, tarihî bir direnişin de merkezi olmaya başlamıştır. Kaz Dağları, sadece doğanın yağması değildir, tarihteki İda dağının da yağmasıdır. Ve direniş de bir tarihsel derinlik kazanacaktır.

Kadın cinayetlerine karşı tepkiler sokaklara yansımaktadır. Sıradan bir cinayetin haberlerine erişim yasağı konması, aslında bir korkunun açık itirafıdır.

Devlete eklenmiş gazeteler, devlet mekanizmasının parçası hâline getirilmiş medya artık seyredilmemekte, izlenmemektedir. Hürriyet gazetesinin tirajı, 30 binlere kadar düşmüştür. Buna karşılık, mesela geçenlerde kapatılan, onlarca kere kapatılan “direnişteyiz.org” çok daha büyük kitlelere ulaşmaktadır. Birçok internet haber sitesi takip rekorları kırmaktadır.

Her gün, irili ufaklı işçi direnişleri ortaya çıkmakta, yayılmaktadır. Burjuva medyanın tüm karartma girişimlerine rağmen, işçi direnişleri, toplumun bilgisi ve ilgisi dahilindedir.

Kısacası, hayatın her alanında, çok çok farklı biçimlerde direniş gelişmektedir. Mücadele büyümekte ve yayılmaktadır.

Bugün, devrimci hareketin esas dikkat noktası, direnişi ve onu sürekli kılacak örgütlenmeyi geliştirmek olmalıdır.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal mücadelenin, sosyalist devrimin öncüsü olarak, devrimci görevini oynamak üzere, devrimci sosyalizm saflarında örgütlenmelidir.

Meclis, parlamento ortadan kalkmıştır. Öyle ise, halklar kendi meclislerini, kendi doğrudan temsil sistemlerini, kendi iradelerini yansıtacak meclisler örgütlenmesini yaratmakla karşı karşıyadır.

Korkuyorlar.

Saldırganlıklarının büyüklüğü, korkularının büyüklüğünden gelmektedir.

Gelecekleri yoktur. Mesele, tarihin çöplüğünde yerlerini almalarını, işçi sınıfının ne zaman başaracağı, devrimin ne zaman zafere ulaşacağı meselesidir. Ve bu sorunun yanıtı, işçi sınıfının devrimcileşme sürecine ve hızına, örgütlenmenin sağlamlığına bağlıdır.

Suriye savaşı ve Saray Rejimi

Artık kabul etmek gerekir ki, bizim Suriye savaşı ve Saray Rejimi arasında kurduğumuz bağ yerindedir ve doğrudur. Üç açıdan da bu sonuca varmak mümkündür. Saray Rejimi, bir yandan, emperyalistler arasındaki dünyanın paylaşımı için süren savaşın bir sonucudur. Suriye savaşı, TC devletinin tetikçiliği doğrudan üstlendiği bir savaştır. Etkileri sadece Suriye topraklarında da yansımamıştır. Kürdistan, Anadolu yani tüm ülkeye yansımıştır. Ankara Garı’ndaki bombalama, Suriye savaşı ile ne kadar bağlı bir Saray Rejimi örgütlenmesinin mevcut olduğunun en somut kanıtıdır. Dünyanın yeniden paylaşımı savaşımının içine tetikçi olarak dalan Türkiye, aynı zamanda bu paylaşım savaşımının konusudur. Ülkedeki çeteleşmenin bununla yoğun bağı vardır. Saray Rejimi, devletteki çeteleşmenin en somut yansımasıdır. Buna birinci nokta diyelim. Öte yandan, Saray Rejimi, Kürt halkına karşı sürdürülen savaş (eğer Batı’da işçi sınıfına ve devrime karşı sürdürülen savaş da bunun içine dahil edilirse, ki öyledir) ile doğrudan bağlantılıdır. Şiddet ve çete örgütlenmesinin, bu ikisi ile bağı vardır. Ve üçüncüsü, bizim yine haklı olduğumuz bir değerlendirmemiz olan “rant, yağma ve savaş ekonomisi” meselesidir. Saray Rejimi, bu rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerinde yükselmektedir. İşte bu; (1) paylaşım savaşı ve bunun Suriye savaşı hâline dönüşmesi, TC devletinin bu savaşta tetikçiliği açıkça kabul etmesi, (2) içeride süren Batı’da işçi sınıfına, Gezi Direnişi’ne ve Doğu’da Kürt halkına karşı süren savaş ve (3) “rant yağma ve savaş ekonomisi”, Saray Rejimi olarak karşımıza çıkmış olan çeteleşmiş, devlet terörünü azgınca kullanan, hiçbir yasayı tanımayan yapının dayanaklarıdır.

Acaba, İdlib, Erdoğan’ın sonu mudur? Yani, Suriye ordusu İdlib’deki işgali kırar ve İdlib’i geri alırsa, bu durum, ABD açısından Erdoğan’a duyulan ihtiyacı ortadan kaldırabilir mi? Bu anlamda Erdoğan’ın sonu mudur?

Öyle görünüyor.

Peki ya Erdoğan’ın gitmesi Saray Rejimi’nin sonu mudur? Buna “evet” demek o kadar kolay değil. Erdoğan’ın gitmesi, otomatik olarak Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi demek değildir. Mesela İngiltere, bu rejimi ister, başında Ali Babacan ya da Abdullah Gül olursa. Mesela ABD, bu rejimin devamını ister, başında kendi adamları olursa. Mesela Almanya, bu rejimi ister başında kendi adamları olması kaydı ile. Öyle ise Erdoğan’ın nasıl gideceği ile, Saray Rejimi’nin dağılıp dağılmaması arasında bir ilişki vardır. Eğer Erdoğan, halkların direnişi ile, işçi ve emekçilerin sokakları işgal etmesi, kamu binalarının kontrolünü ele geçirmesi vb. ile gidecekse, bu elbette Saray Rejimi’ni de dağıtacaktır.

Suriye savaşı, hem emperyalist paylaşım savaşımının etkileri, hem Kürt halkına karşı girişilen savaş, hem de içeride toplumsal muhalefete karşı artırılan baskı ve saldırı ile doğrudan bağlıdır. Ve her zaman eklemeyi doğru buluyoruz, bu aynı zamanda “rant, yağma ve savaş ekonomisi” ile de sıkı sıkıya bağlıdır.

İdlib meselesi, yani İdlib’in Suriye ordusu tarafından kurtarılması, gerçekten de Suriye savaşı açısından bir dönüm noktası olacağa benzemektedir.

Tablo net olarak şöyledir:

ABD ve Türkiye, orada cihatçı çeteleri kullanıp, savaşı uzatmak istiyorlar. Türkiye, Rusya ile sözümona “ittifak” içinde imiş görüntüsü vererek, ABD adına sürecin uzatılması için “konsomatris”lik yapmaktadır.

Rusya, sürecin kontrollü olarak uzamasından, İdlib meselesinde Türkiye’nin isteklerine sıcak bakıyormuş gibi yapıp, Suriye’yi daha yavaş hareket etmeye ikna etmekten yanadır. İdlib meselesi üzerinden Rusya, Türkiye ile ABD arasındaki çelişkilerin büyümesini beklemektedir.

Bu süreçte ABD, Fırat’ın doğusunda Kürt hareketinin bazı unsurları ile kurduğu ilişkileri derinleştirmeye, böylece, o alana yerleşmeye, yarın pazarlık edecek bir koz olarak Kürtleri kullanmayı daha da geliştirmeye çalışmaktadır.

Saray Rejimi, TC devleti, tüm bu süreçte, a- ABD ile kesinlikle derin bir bağlılık içinde, b- Rusları idare ederek ABD planlarına uygun hamleler yapmaya çalışıyor.

TC devletinin politikası şöyle özetlenebilir:

– Pençe Harekâtı diye anılan harekâtla, PKK’ye karşı savaşı geliştirerek, bölgede, yani Irak topraklarının bir bölümünde yerleşmek. Bu yerleşme, tek başına bir amaç değildir. Bu yerleşim, bir NATO operasyonudur. Yani Pençe Harekâtı bir NATO operasyonudur. TC ordusunun yerleştiği alanlara ABD askeri de yerleştirilmek istenmektedir. Bu nedenle bu harekâta bir NATO harekâtı demek yerindedir.

– TC devleti, ABD emirlerine ve planına bağlı olarak, PKK ile Suriye Kürtleri arasındaki geçiş noktalarını ve bağları kesmek istiyor. Aslında, ABD, bunu açıkça ilan etmiştir. ABD, YPG güçlerine ya da onların bir bölümüne, açıkça PKK ile bağınızı kesin, hatta ona karşı savaşın diye talimatlar vermektedir. Bunun başarılı olup olmamasını tartışmıyoruz, ABD’nin isteğini konuşuyoruz. ABD Suriye Kürtlerinin sosyalist eğilimlerle bağını da kesmek istiyor. Bu nedenle, PKK’ye karşı TC saldırıları, içeride kayyum atamalar, içeride Kürtlere karşı azgınca baskılar, Pençe Harekâtı vb. ile birlikte gelişmektedir. Bu nedenle, Pençe Harekâtı bir NATO operasyonudur.

– TC devleti, Suriye’de Afrin ve Menbiç’te işgalci olarak kalmak istiyor. Tampon bölge tartışmaları doğrudan bununla ilgilidir. Burada ABD, tampon bölge derken, sınırın hem Türkiye, hem de Suriye tarafında bir bölgeden söz ediyor gibidir. Burada Türkiye ve ABD arasında bazı farklılıklar olduğu kesindir. Ama Türkiye, bu tampon bölgeye, en başta IŞİD’ci, cihatçı grupları doldurmak istemektedir. Bu durum, hem Suriye’den toprak koparmak ve sınırlarını büyütmek planıdır, hem de Kürt halkına karşı bir katliam planı ve nüfus hareketliliği planıdır. Bunun doğru okunması gerekir. Tampon bölge, ABD garantörlüğünde kurulacak diyerek, Suriye Kürtlerinin buna yeşil ışık yakması, ciddi bir tarihsel hatadır. Cihatçı unsurların yerleşeceği bir alan, 5 km Suriye topraklarında, 10 km Türkiye Kürdistanı’nda olmak üzere başarılırsa, bunun ardından nüfus hareketleri gelecektir. Bu topraklarda yaşayan her halk, “nüfus hareketleri” ne demektir bilir.

Bu nedenle, Türkiye, tampon bölge işi netleştikten sonra İdlib’deki unsurların tasfiyesinde Rusya’ya “yardımcı” olacak gibidir. Bu nedenle İdlib’de Rusya aracılığı ile Suriye’yi ne kadar frenlerlerse o kadar iyidir. Bugün, İdlib’den Libya’ya TC devletince taşınan cihatçı unsurlar, yarın Kürtlerin yaşadığı alanlara kaydırılacaktır. Görünen budur.

Eğer böyle değil ise, birisi bize, İdlib’deki cihatçı unsurları destekleyen Türkiye’nin, Fırat’ın doğusunda ne için tampon bölge istediğini söylesin.

– ABD, Pençe Harekâtı ile İran’a gelecekteki bir saldırı için hazırlık yapmaktadır. Ve Türkiye bu saldırının önemli kara güçlerinden biri olacaktır. Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve büyük güçlerden İngiltere, ABD’nin tam olarak ekibini oluşturacak gibi görünmektedir.

Dünya çapındaki gelişmelerin, İran’a karşı bir savaşı, ABD’nin en öncelikli konusu yapıp yapmayacağını bilmiyoruz. Belki de ABD, Çin denizinden bir savaş çıkarma hevesinde olacaktır. ABD ve İngiltere, Hong Kong’un Çin’e devrinden rahatsızdır ve sadece rahatsızlık konuları da bu değildir. Çin denizinde ABD saldırganlığı oldukça artmış durumdadır.

Ama buna rağmen, İran’a bir saldırı hazırlığı yapıldığını anlamak da zor değildir. Pençe Harekâtı’na bir NATO harekâtı dememizin nedeni de budur. Hem Kürt hareketleri-grupları üzerinde PKK etkisini kırmak, hem de İran’a bir harekât için hazırlık, hem ABD’nin emirleridir, hem de TC devletinin çıkar olarak gördüğü şeylerdendir. Devletin dış politikasına da uygundur: Komşularına karşı tetikçi, halklara düşman olmak.

Türkiye için mesele, hem ABD politikalarına tam bağlılığı, hem de Rusya ile “kontromatris” tarzındaki ilişkiyi sürdürmenin oldukça zor olmasıdır. Kısacası, durum, dışarıdan anlaşılmaktadır. Türkiye, dış politikasını ne kadar farklı biçimde ifade ederse etsin, hangi manevraları yaparsa yapsın, bu durum, dışarıdan, çıplak gözlerle anlaşılmaktadır.

İşte tüm bunlar, gelip İdlib meselesine düğümlenmiştir.

İdlib, Suriye ordusunca geri alındığında, tüm cihatçı kadroları bağrına basmaya hazır olan Türkiye, acaba bunları ne yapacak? Bu sorunun es geçilmemesi gerekir.

İdlib geri alındığında, Türkiye’nin Afrin’de varlığı da tartışılmaya başlanacaktır. İşgalci bir dış güç olarak Suriye’deki her alandaki Türk varlığı için bu tartışma vardır ve daha da güncellenecektir.

İdlib, Suriye ordusu tarafından alındığında, ABD’nin Fırat’ın doğusundaki varlığı üzerinde de tartışmalar olacaktır. Buna karşılık ABD’nin ne yapacağını kestirmek zordur. Ama şimdiden ABD, İdlib’de kendisine bağlı güçlerin elindeki “savaş suçu” delillerini yok etmeye başlayacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bir tetikçi güç olarak Türkiye, Ruslarca vurulan konvoyu ile ilgili hemen açıklama yapıp, üç sivilin öldüğünü ilan etmişti. Oysa ortaya çıktı; Türk konvoyunun içinde yer alan cihatçı çeteler vurulmuştur ve Türkiye, bunlarla birlikteliğinin kanıtlarını tüm dünyaya vermiştir. Oysa ABD, böyle davranmaz. ABD, mümkün olduğunca suç kanıtlarını temizlemeye özen gösterir. İdlib’de süreç ilerledikçe, ABD bunu yapacaktır. Belki kendine bağlı bazı güçleri bile yok edecektir.

Ve elbette İdlib süreci, Suriye savaşının bir dönüm noktası olacağı için, içeride iktidarı da etkileyecektir.

ABD’nin Erdoğan’a olan ihtiyacı ortadan kalkacaktır. Artık, Rusya ve Suriye’yi oyalamak için İdlib kartı olmayacağından, bu konuda Rusya-İran-Türkiye ilişkisine de gerek olmayacaktır.

Suriye savaşı yeni bir aşamaya evrildiğinde, içeride TC devletinin baskı ve şiddeti daha da artacaktır. Zaten, en küçük bir hak arama eyleminin karşısına iç savaş görüntüleri ile yüklenen Saray Rejimi, daha da azgınca saldırmak için yol arayacaktır.

Bu durum, ekonomik krizin artan etkisi ile Saray Rejimi’ne karşı gelişecek direnişi, hâlen gelişmekte olan direnişi durdurmaya elbette yetmeyecektir.

İşçi ve emekçiler, gelişen direnişi daha da örgütlü hâle getirmek, meseleyi sadece Erdoğan’ın gitmesi meselesine indirgememek, aynı zamanda Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesine dönük bir mücadele geliştirmek zorundadır.

Suriye sınırını geçip, Şam’da öğlen namazı kılmak için yola çıkıp, Saray Rejimi’ni oluşturanlar, şimdi, Suriye savaşının kritik çarpışmalarından biri olan, hâlen süren İdlib meselesi ile daha da dağılma sürecine girecektir.

Kürt halkının, Batı’da işçilerin, kadınların ve gençlerin geliştirdiği direniş, Saray Rejimi’nin sonunun yakın olduğunu göstermektedir. Görev, bu direnişi daha kalıcı, daha örgütlü, daha kapsayıcı ve daha militan hâle getirmektir.

Analar, acılar ve zalimler

Diyarbakır HDP binasının önünde, çocukları “kaçırıldı” diye nöbet eylemi yapan analar, Soylu çetesi, Erdoğan çetesi, Albayrak çetesi ve belki başka çetelerin de işbirliği ile günlerdir Saray medyasının gündemini süslüyor. O kadar samimiyetsizdirler ki, kendilerinin, devlet olanakları ile organize ettikleri “sivil” eyleme bile sahip çıkmaktan uzaktırlar. Çünkü, “show” yapıyorlar. TV kanallarında yayınlanan “reality show” programlarını geride bırakan bir çete mantığı ile, anaların acıları üzerinden şov yapıyorlar.

Bu soysuzlar çetesinin, bu kalpleri kurumuş zalim Saray medyasının yayınlarına bakınca, insan, insan olmaktan utanıyor. Yavuz hırsız misali ev sahibini basıyorlar. Ne yalandan yüzleri kızarıyor, ne acılarla oynamaktan rahatsızlar.

Ama sahtekârlıkları her hâllerinden bellidir.

Tüm TV kanallarını kullansalar da, başarılı olmaları mümkün değildir. Ellerine geçirdikleri her şeyi yok ettikleri gibi, Saray medyasını oluşturduklarında, medyanın tüm gücünü de yok etmeye başladılar.

Diyarbakır HDP önünde devlet destekli bir eylem yapılıyor. Çocuklarının “kaçırıldığını, kandırıldığını” söyleyen aileler, eylemdeler. Olur da aralarına katılan bir aile, çocuğunun dağa kendi isteği ile gitme ihtimalinden söz ederse, onu hemen eylemden dışarıya gönderiyorlar.

HDP, açık olarak bu konuda bir komisyon kurulmasını ve meselenin meclise getirilmesini öneriyor. Hemen Cumhurbaşkanı, “bu meselenin meclise gelmesine izin vermem” diye gürlüyor. Neden peki? Madem bu bir meseledir, buyurun mecliste konuşulsun. Hayır, diyorlar. Sahtekârlık burada ortaya çıkıyor zaten.

Dağa çıkan, PKK saflarına katılan gençler, acaba neden dağa çıkıyorlar? Bu soru tehlikelidir. İddia onların kandırıldığı yönündedir ya da kaçırıldığı yönünde. Ama gerçek hiç de böyle değil. Tarikatlarda çocukları kandırmak denilen şeyi çok iyi bilen iktidar sahipleri, bunu da öyle sunmak istiyorlar. Anaların acılı yüreklerini, kendi işleri, amaçları için kullanmaya çalışıyorlar.

Ama mesela AK Parti önünde bir eylem ortaya çıkarsa, kıyameti koparıyorlar. HDP önünde eyleme Soylu ziyarete gidiyor, ama AK Parti önünde eylem olunca, ziyaretçiler polis, özel kuvvetler, TOMA’lar, coplar oluyor.

Muktedir, Saray Rejimi, HDP önünde eylem yapıyor.

Eylem, her geçen gün, kendilerini ele veriyor.

Cumartesi Annelerini polis dayağından geçirenler, şimdi anaların acılarını satışa çıkarıyorlar. Kontr-gerilla taktikleri, anaların acısında da devreye sokuluyor. Siz Cumartesi Anneleri olarak haklarınızı, hukukunuzu ararsanız, biz de bunu yaparız, diyorlar.

Çeteler, umuyorlar ki, HDP, Kandil’e heyet göndersin ve onlar da, HDP-PKK bağlantısı var, diyerek HDP’yi kapatmak için fırsat elde etsinler.

Bu, kayyum politikasının, bu baskı ve şiddet politikasının, bu Kürt halkına dayatılan kayyum politikasının, bu ülkeyi baskı ve terörle yönetme politikasının bir devamıdır.

Bu, Saray Rejimi’nin korkularının açık itirafıdır.

Bu, yönetme zorluğunun açık ilanıdır.

Meclise getirilmesine izin vermem tonu, bu itirafın afişe edilmiş hâlidir.

Ülkede bir savaş sürmektedir. Bu savaş, sadece Kürt bölgesinde süren bir savaş olmaktan çıkmıştır. Bu savaş, Batı’da da sürmektedir.

Saray Rejimi, ülkenin her yanında baskı ve terör ile, hakkını arayan her işçinin, her emekçinin, her kadının, her gencin karşısına dikilmektedir. Tren kazasında yakınlarını kaybedenlerin, tecavüze uğrayanların, işten atılanların, ücretlerine zam isteyenlerin, çocuklarının kaybedilmiş cesetlerini arayanların, üniversiteden uzaklaştırılanların, barış bildirisine imza koyanların, bir açıklama yapanların, doğanın tahribine direnenlerin hepsinin karşısına TOMA, polis copu, hapishane, yargı sistemi, işkence ile çıkıyorlar. Cumartesi Annelerini yerlerde sürüklüyorlar. AK Parti önünde eylem yapan tek bir kişiye dahi polis kuvvetleri gönderiyorlar. Rabia Naz’ın babasına ölüm tehditleri savuruyorlar. İş cinayetlerinde ölenlerin karşısına her türlü güçleri ile dikiliyorlar. Ve tüm bunlardan sonra kalkıp, utanmazca, HDP önünde anneler toplamaya çalışıyorlar.

Saray Rejimi, tüm zalimliği ile halkın üzerine yürüyor.

Tüm bunlar, her türlü direnişi kırmak içindir.

Saray Rejimi, soru soran, karşı çıkan, hakkını arayan, bel kemiği ve onuru olan kimseyi sevmiyor. Saray Rejimi ve onun etrafındaki çeteler, kendi çıkarları için, halkın her türlü direnişini açık bir tehdit olarak görüyorlar.

TC devleti, halkı, halkları her zaman kendisine düşman olarak görmüştür. Saray Rejimi, bu düşmanlığı açıkça ilan etmiştir. Halkı düşman olarak gören bir iktidardır bu.

Halkı düşman olarak gören bir iktidarın ömrü uzun olamaz. Bunu biliyorlar ve bu korku ile, iktidarı kaybetme korkusu ile var güçleri ile saldırıyorlar.

Ve Gezi Direnişi’nden bu yana, halkta gelişen direniş iradesini, direniş ruhunu, kendi sonları olarak görüyorlar.

Ve haklılar.

Gezi Direnişi, zalimliğin tümünü mezara göndermek üzere hâlâ diridir. Ortada bir hayalet dolaşıyor, devrim ve sosyalizm hayaleti. Bu, Gezi Direnişi’nin kök salması, derinden derine gelişmesi demektir.

Direniş mayalanmaktadır.

İşçi ve emekçilerin en küçük bir eylemine, herhangi bir insanın en sıradan sorusuna büyük bir şiddetle tepki vermelerinin nedeni de budur.

İşte tam da bu nedenle, direnişi geliştirmek, direnişi örgütlü hâle getirmek, işçi ve emekçilerin örgütlenmesini büyütmek, sağlamlaştırmak, direnişte ısrar etmek, inat etmek büyük öneme sahiptir. Tek çıkış yolu budur.

Tüm acılara son verecek şey, Saray Rejimi ve onun omurgası olan tekelci polis devletini yıkmak, sosyalist bir ülke kurmaktır. Bölgemizden emperyalizmi kovmanın, ülkemizde sömürüye, aşağılanmaya, baskı ve devlet terörüne son vermenin tek yolu sosyalist devrimdir. Devrimin zaferi, işçi ve emekçilerin örgütlenmesine, direnişine bağlıdır.

HDP önünde devlet emri ile, “sivil” eylem yapmalarının nedeni, bu direnişi kırmak, Kürt devrimi ile Batı’da işçi hareketi ve devrimci hareketin nesnel ve öznel bağlarını kesmek, her türlü direnişi ezmektir.

Korkuları çok ama çok büyümüştür.

Biz devrimci sosyalist işçilerin görevi, bu korkularını gerçeğe çevirmektir.

Direniş ve örgütlenme hattı, bugün, devrimci hareketin, işçi hareketinin geliştirmiş olduğu en etkili yoldur. Bu yola sahip çıkmak, direniş ve örgütlenme hattını büyütmek ve sağlamlaştırmak esas görevdir.

Gözleri kör eden Kürt düşmanlığı ile ABD taşeronluğunda yeni aşama

Saray Rejimi, Suriye’de yeni bir işgal girişimi başlattı. Suriye’nin bir parçası olan, Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Kürt halkı başta olmak üzere halkların kurduğu ortak yaşamı dağıtmak üzere harekete geçti.

Bu saldırının, işgal girişiminin Türkiye halklarının güvenliği ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Bu saldırı, ABD adına Suriye savaşının uzatılması ve derinleştirilmesi içindir.

8 yıldır süren Suriye savaşında, milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmesinden, yüz binlerce insanın katledilmesinden, kadınların, çocukların köle olarak satılmasından, çocukların organları için katledilmesinden, Suriye’nin şehirlerinin yakılıp yıkılmasından birinci dereceden sorumlu olan ve tüm bunlara rağmen kazanamayan ABD’nin taşeronluğunu yapan Türkiye, savaşı derinleştirecek bir adım atmıştır.

Suriye savaşına sırtlanlar gibi atlayan Avrupa ülkeleri, milyonlarca mültecinin topraklarına gelmesini engellemek için bu işgal girişimine ‘timsah gözyaşları’ içinde onay vermiştir.

ABD aynı zamanda bu işgali, Kürtlerin kendisine boyun eğmesini sağlayacak bir fırsata dönüştürmek istemektedir.

Rusya, İran ile birlikte Ankara toplantısında, ABD ile çelişkileri arttırmak adına Erdoğan’ı bu işgale teşvik etmiş, şimdi sınır çizmeye çalışmaktadır. Beklentileri, Kürtlerin Esad’a boyun eğmesidir.

Bu işgal girişimi, emperyalist paylaşım savaşında, aynı zamanda paylaşımın konusu olan TC’nin, halkların kanı üzerinden gerçekleşen yağmadan kırıntı kapma hevesi ile yapılmaktadır.

Bu saldırı içerde, ekonomik ve siyasi kriz içinde olan Saray Rejimi’nin, krizini aşmak için başvurduğu bir yoldur.

Bu savaştan, Türkiye işçi ve emekçilerine de bölge halklarına da düşecek pay, kan ve gözyaşıdır. Açlıktır, yoksulluktur. Savaşın maliyeti canı ile alın teri ile işçi-emekçilere ödetilecektir.

Yağma, rant, savaş ekonomisi üzerine yükselen Saray Rejimi, iktidarını sürdürebilmek için savaştan başka bir yol bulamamaktadır. Neredeyse her ay elektriğe, doğal gaza, yola, köprüye, postaya yapılan zamlar; IMF ile yapılan gizli anlaşmalarla, emekçilerin çekilmez haldeki hayatlarını daha da daraltacak kararlar alıyorken; içerde gelişecek tepkileri görünmez kılmak için bir fırsat olarak görmektedir.

ABD başkanı Trump’ın ‘ekonomiyi mahvetme’ tehdidi Saray Rejimi’ne yapılmış büyük bir destektir. ABD’nin taşeronluğunda çıta yükselten Erdoğan’ın, Saray Rejiminin, arkasını güçlendirme hamlesidir. Bu, topraklarımızda var olan ABD karşıtlığını kullanarak; milliyetçiliği büyütmek ve muhalefeti susturma hamlesidir.

Nihayet bu hamle belli bir ölçekte sonuç almıştır. Muhalefet koltuk değneği olmuş, “içi yana yana” savaştan taraf olmuş, Erdoğan’ın arkasında hizalanmıştır.

Suriye savaşı boyunca, topraklarını koruyan; bunun için IŞİD de dahil katliam ve tecavüz çetelerine karşı mücadele veren, başta Kürt halkı olmak üzere Kuzey Suriye halklarına savaş ilan etmenin, Türkiye halklarına bir şey kazandırmayacağı gibi, halklar arasında düşmanlık tohumları ekmek dışında bir sonucu olmayacaktır.

Suriye Demokratik Güçlerinin gözetim altında tuttuğu IŞİD üyesi çetecilerin, Türkiye’nin beslediği diğer çetelere dahil olacağına dair en ufak bir şüphe duyulmamalıdır. IŞİD vahşetinden nefret edip de Kürt düşmanlığı üzerinden bu işgale onay verenler; eğer Saray Rejiminin planları tutarsa, yarın Pakistan’daki Taliban cumhuriyeti gibi, sınırlarında bir IŞİD, Nusra cumhuriyetine kendilerini alıştırmalıdır.

Baskı ve sömürü, yağma ve talan düzeni sürsün diye gerçekleştirilen bu savaşa, işgale karşı çıkmak, işçi-emekçilerin, halkların tek çıkar yoludur.

Halkların ortak, antiemperyalist cephesini oluşturmak; emperyalistlere ve onların bölgedeki işbirlikçi devletlerine karşı ortak mücadeleyi yükseltmek, onları coğrafyamızdan defetmek tek kurtuluş yoludur.

Savaşa, işgale hayır!

Yaşasın halkların kardeşliği!

Bölge savaşı, Kürt devrimi ve bölge devrimi

Suriye savaşının son derece kritik bir savaş olduğu artık herkesçe kabul edilir kanısındayız. Suriye savaşı, ABD’nin, adım adım dünya egemenliği için ilerleyişini durduran dönüm noktalarından biridir. Afganistan, Irak savaşları ile ABD, dünya imparatorluğu planlarını kurarken, daha Irak savaşının ortasında, durumun hiç de istedikleri gibi gitmeyeceğini görmeye başladılar. ABD, başlıca rakipleri olan Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa, henüz askerî açıdan zayıf iken, dünya imparatorluğunu ilan etme hevesindeydi. Ama Irak savaşının ardından, anladılar ki, bu iş daha uzayacak ve bu kez Batı dünyasının desteğini almak üzere, ittifak politikalarına döndüler.

1. Dünya Savaşı öncesini hatırlayalım. Savaş yakınlaşıyordu ama aynı zamanda akıl almaz anlaşmalar, ittifaklar yapılıyordu. Savaşın öncesi hep böyledir.

Bu paylaşım savaşımı, daha çok Birinci Dünya Savaşımı’nın tamamlanması amacını, bu anlamda tarihî “düzeltme” amacını gütmektedir. Emperyalist güçler, en başta ABD, Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren şeyin Ekim Devrimi olduğunu biliyorlar. Ekim Devrimi, dünyayı paylaşım için savaşa tutuşanların önünü tıkadı, dünya halklarına ışık oldu, işçi sınıfının dünya çapındaki zaferinin önünü açtı. Emperyalist dünya, paylaşacağı alanın küçülmesi sorunu ile yüzyüze kaldı.

İkinci Dünya Savaşı’nda emperyalist dünya, uluslararası sermaye, Hitler eli ile, SSCB’yi boğmaya yöneldi. Ama bu savaş da istedikleri sonuçları vermedi. Dahası, emperyalist dünya, “demokrasicilik” oynamak zorunda kaldı.

Batı ittifakı, NATO, Batı değerler sistemi gibi kavramlar, soğuk savaş döneminde gelişti ve tümü ile bu demokrasicilik oyununa uygundur.

SSCB çözüldüğünde ABD, dünya egemenliğini ilan etmek için kolları sıvadı ama işin gidişi onların planlarına uygun olmayınca, bu Batı ittifaklar sistemi vb. yeniden devreye sokuldu. Libya savaşı, ABD’nin küstürmeye başladığı müttefiklerine bir parmak bal vermesi amacına uygun gerçekleşti. IŞİD, bir yandan Suriye ve yakın coğrafyasını yerle bir etmek için iş görecek bir alet iken, aynı zamanda Batı değerler sistemine bir tehdit olarak gösterilere, ABD hegemonyasını pekiştirecek bir alet olarak tasarlandı.

İşte Suriye savaşı bu noktada planların değiştiği andır.

Suriye savaşında Rusya ve Çin sahneye çıkınca, durum değişmeye başladı. Şimdi, hem ABD hegemonyası çözülüyor, hem de ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere arasındaki paylaşım savaşımı daha da güç kazanıyor.

Dünyanın “garip hâlleri” bundandır.

Biz, esas olarak Suriye savaşımının bu yönü üzerinde durmak yerine, daha özel bir alana, Kürt meselesine bakmak istiyoruz. Suriye savaşı üzerine, bölge savaşı üzerine başka açılardan, paylaşım savaşımı açısından, bu savaşta TC devletinin rolü açısından pek çok kere tartıştık. Bu kez, daha özel olarak Kürt devrimi açısından olaylara bakmak istiyoruz.

1-

Kürt sorunu, PKK önderliğinde gelişen devrimci mücadele ile, 40 yıllık bir mücadele ile bugünkü aşamasına gelmiştir. Barzani yönetiminin elinde tuttuğu Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler de dahil, Kürt hareketi içindeki her gelişme, bu mücadele ve önderlik ile bağlantılıdır. Barzani ve benzerleri ne kadar kendi mücadelelerinden söz ederlerse etsinler, gerçekte onlar, Kürt devrimci hareketinin başarılarının meyvelerini, emperyalist efendilerinin denetiminde kemiriyorlar.

Kürt devrimi, 4 ülkeyi doğrudan etkilemektedir. İran, Irak, Suriye ve Türkiye üzerindeki etkileri de farklı farklıdır. Bu ülkelerin durumları da farklılıklar göstermektedir. Türkiye, bir NATO üyesi ve bir sömürgedir. Kendisi sömürge olunca, içinde Kürt sorunu daha farklı etkilerle şekillenmektedir. Bu açıdan bakıldığında, her dört parçanın bağlı olduğu ülkelerin durumu da farklılıklar göstermektedir. Her dört parçada da Kürt meselesinin kendine özgü bir inkâr tarihi, bir asimilasyon süreci ve elbette bir mücadele tarihi var. Bu konu elbette Kürt devrimcileri tarafından sürekli ele alınıyordur.

Biz, daha çok, bugün her dört parçadaki farklı gelişmişlik düzeyindeki Kürt hareketinin, PKK önderliğinde başlamış olan 40 yıllık mücadelenin açık ve dolaylı etkilerini taşıdığı gerçeğinin altını çizmek istiyoruz.

2-

Bugün Kürt hareketi içinde, başlıca iki eğilimi tespit etmek mümkündür. Birinci eğilim, sosyalizm ve devrim çizgisidir. Bu çizgi, bugün, hiçbir emperyalist güce sırtını dayamadan, Kürt hareketinin bağımsız sosyalist çizgisini izlemeyi önermektedir. Bu çizgi, ABD veya başka bir güce dayanarak ayakta kalınamayacağı gerçeğini bilmektedir. Bu çizgi, elbette, kendine özgü birçok manevra ve ittifak politikası geliştirmeyi reddetmez, edemez. Ama nihaî nokta, başka bir büyük güce dayalı bir “kurtuluş” yolunun, uzun yıllardır süren Kürt hareketinin mücadele tarihine, deneyimlerine sırtını dönmek anlamına geldiğini bilir. Bu çizgi, bölgede bugün gelişen çeteleşme hareketlerinin, emperyalist güçlere bağlı çetelerin Kürtler içinde yer edinmesini önleme uyanıklığını geliştirebilecek tek çizgidir de. Kürt mücadelesine Marksist bilimi taşıyan devrimci hareket, elbette, kurtuluş mücadelesinin de izlemesi gereken yol konusunda berraktır.

İkinci çizgi, özetle Barzani çizgisidir. Barzani çizgisi, bir emperyalist büyük güce dayanarak, Kürt hareketinin “meyvelerini”, yeni sömürgeciliğin içinde yok etmek istemektedir. Barzani çizgisi, ABD, NATO ve TC ile dosttur. Barzani çizgisi, Kürt devrimci hareketinin etkilerini yokmuş gibi görmekte, öyle göstermektedir. TC devleti, ABD ve NATO ile işbirlikleri bunun en açık kanıtıdır. Rojava’da ve Şengal’de bu çizgi, IŞİD’in Kürt halkı üzerine sürülmesine adeta seyirci kalmayı seçmiştir.

Bu çizgiye, emperyalistlerle uzlaşma çizgisi diyebiliriz. Bu çizgi, daha çok aşiret yapısına, sermaye kesimlerine dayanmaktadır. Bu nedenle de, gelişmelere göre, farklı tonlar alabilmektedir. Bir yerde açık bir Barzani çizgisi hâlini alırken, başka bir yerde ABD korumasına sığınma biçimine dönüşebilmektedir. İçinden geçilen koşullara göre, her koşulda direniş çizgisi yerine, her koşulda uzlaşma çizgisi olarak şekil değiştirebilmektedir. Bu çizgi içinde ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ayrı ayrı etkilere sahiptir.

3-

Bugün, ABD, baş oyuncu olarak, Suriye savaşının bugünkü aşamasını kullanarak, devrimci çizginin etkilerini kırmak, devrimci çizginin mesela Suriye’deki etkilerini yok etmek istemektedir. Bu doğrultuda bir plan ortaya konmaktadır ve Suriye savaşının bugünkü aşamasında bu plana bakmak daha da özel bir önem kazanmıştır.

– ABD, Türkiye içinde Kürt hareketine karşı şiddetli bir saldırıyı, son yıllarda yeniden doruğa çıkarma çabası içindeki TC devletine bu konuda tam destek vermektedir. Hem içeride Kürt hareketine karşı saldırılarda ABD ve NATO devrededir, hem de özellikle adına “pençe harekâtı” denilen savaşla, PKK ile Suriye Kürtleri arasındaki bağları kopartmak için devrededirler.

Pençe harekâtı denilen savaş, iki amacı gütmektedir. Bir yandan Kürt devrimci hareketinin Suriye Kürtleri, özel olarak PYD üzerindeki etkisini sınırlandırmak, kırmak, diğer yandan da İran’a karşı bir savaş için, uygun yerlerde mevzilenmek.

Bu, işin bir koludur.

– Bu kapsamlı savaşın ikinci kolu, TC eli ile içeride uygulanmaktadır. Kürt devrimine karşı aralıksız saldırılar, Kürt halkına karşı katliam politikaları, içerideki yansımasıdır. Birçok Kürt ilçesi yerle bir edilmiş, katliam politikaları devreye konulmuş, kayyum politikaları ile halkın iradesi yok edilmeye çalışılmıştır. Bu politika, ABD politikasının devamıdır ve NATO’nun desteğini almaktadır. Bu politikanın TC eli ile uygulanması, ABD ve NATO bağlarını görmemizi engellememelidir. Bu savaş, halkın iradesini kırma savaşımıdır.

– Bugün, Suriye savaşı sonucunda bölgede Türkiye denetiminde var olan IŞİD vb. türdeki, başka adlardaki çeteler, TC devletinin “güvenlikli bölge” planları içinde, bir alana yerleştirilmek istenmektedir. Suriye topraklarından 5 km ile, Türkiye tarafından belki 10 km’lik bir alanda, “güvenlikli bölge” ilan edilerek, bu unsurlar buraya yerleştirilmek istenmektedir. Bu artık açık bir politikadır.

TC tarihinde nüfus politikaları, her zaman katliamlara kapının aralandığı politikalar olmuştur. Bugün de bunun zemini yaratılmaktadır.

Türkiye, bir yandan, Suriye topraklarının bir bölümünü işgal etmiştir. Diğer yandan ise, bu nüfus hareketi planlarını devreye sokmak istemektedir. ABD ile yapılan anlaşmaların içinde bunun gözlenmesi gereklidir. Bu, devrimci hareketinin etkisini kırmak, Kürt halkının iradesini kırmak politikaları ile tam uyum içindedir. Bu nedenle kayyum politikaları ile, “güvenlikli bölge” planları arasında bir bağ kurmak gereklidir. Tüm bu politikalar devreye sokulurken, aynı zamanda Barzani güçlerinin de önü yeniden açılmak istenmektedir.

İdlib’de yerleşmiş olan güçler, adım adım kontrolü kaybederken, Suriye ordusu bu toprakları kendi denetimine almaya başlarken, TC devleti, buradan çıkacak olan ve hâlen Türkiye içinde yer alan “cihatçı” çeteleri, “güvenlikli bölge”ye yerleştirme peşindedir. Bu durumun sonucu bilinir bir sonuçtur, katliam politikalarının boyutlanması anlamına gelmektedir. Kayyum politikaları da bunun bir parçası olarak ele alınmalıdır.

TC devletinin, elbette “fetihçi”, işgalci geleneği de devrededir. Ama ne Afrin’de ne de diğer alanlarda kalıcı olamayacağı bilinmektedir. Türkiye, İdlib’deki güçlerin bu “güvenlikli bölge”ye yerleştirilmesi için uluslararası destek aramaktadır. ABD’nin ise, Suriye güçlerine, bu ara bölgenin kendilerinin güvenliği için iş göreceğini anlattığını varsaymak gerekir. Böylece ABD, Suriye savaşındaki “kaybeden taraf” olma konumunu, bir nebze hafifletmiş olacaktır. Böylece, bölgede, yıllarca kalmış olacaktır. Lavrov, “Suriye savaşı bitmiştir” dese de, bu durum ABD’nin çekilmesi anlamına gelmeyecektir. Afganistan, Irak örnekleri açıktır. ABD bölgede oldukça, Suriye savaşı bitmeyecektir. Hele ki, ABD’nin İran’a karşı savaş çığlıkları attığı bir dönemde, bunu düşünmek mümkün değildir. Pençe harekâtı ile bölgeye yerleşmeye çalışan Türkiye, aynı zamanda ABD güçlerini de bölgeye taşımaktadır.

4-

İşte bu koşullarda, tüm bölgeyi emperyalist güçlerden temizleme meselesi özel bir önem kazanmaktadır.

İşte bu koşullarda, Türkiye’nin tümünü sarmakta olan, Gezi Direnişi ruhu önem kazanmaktadır.

Türkiye’nin batısında gelişen devrimci hareket, elbette henüz daha yolun başındadır. Ama tarihin hızlı akmaya başladığı bir döneme girdiğimiz de kesindir. İşçi sınıfı, en geri durumdan çıkış yolunu bulmak zorundadır. Daha gidilebilecek geri nokta kalmamıştır. İşçi sınıfı tüm örgütsüzlüğünü, tüm geriliğini, tüm kuşatılmışlığını yenmek zorundadır. Bunun olanakları düne göre çok daha fazladır.

Tüm bölgede devrimci güçlerin gelişimi için uygun bir süreç vardır. Bu elbette, sadece bir umut değildir. Zor olduğu kesindir. Ama ne kadar sürerse sürsün, ne kadar zor olursa olsun, başka bir çıkış yolu da gözükmemektedir.

Tüm emperyalist güçleri bölgeden kovacak güç, halkların anti-emperyalist, sosyalist mücadelesidir. Bu hareket, oldukça zayıftır, bunu bilmek gerekir. Ama gelişmeler, bu zayıflığın yenilebileceğini göstermektedir.

Anadolu’da gelişecek bir devrim, Kürt devrimini kuşatma siyasetini parçalayacaktır, sonuçsuz bırakacaktır. Bölgenin herhangi bir ülkesinde gelişecek her devrimci çıkış, tüm bölgeyi etkileyecek, tüm bölgede halkların mücadelesini ateşleyecektir.

Elbette her devrimci hareket, hangi parçada olursa olsun, kendi mücadelesini geliştirmek, halkları ayağa kaldırmak, bir sosyalist devrimi örgütlemek için, her koşulda çalışmak zorundadır, zaten bunu yaptığını düşünmek gerekir. Bugün, bu yoldan yürümek zorunluluktur. Dünyadaki gelişmeler, bu mücadeleyi güçlendirecek eğilimler barındırmaktadır. Kapitalizmin sınırlarına yaklaştığı biliniyor. Son yıllardaki gelişmeler, kapitalizmin yaşanır bir sistem olmadığı bilincini ya da en azından duygusunu pekiştirmektedir. Bu durum, mücadelenin gelişimi için bir avantajdır.

Bölgemizde savaşların, savaş ekonomisinin, rant ve yağmanın bitmesinin tek yolu, emperyalist güçlerin bölgemizden kovulmasıdır. Bu, giderek daha geniş sayıda hareketin görmeye başladığı bir gerçektir. Bu durum, farklı ideolojik yapılardaki hareketlerin, bu anti-emperyalist mücadelenin bir parçası olabileceği düşüncesini pekiştirmektedir. Ancak ne olursa olsun, ne kadar küçük olursa olsun, her devrimci hareket, öncelikle kendi mücadelesini geliştirmek, kendi gücünü büyütmek ve sağlamlaştırmak görevi ile karşı karşıyadır.

10 Ekim Ankara; Unutmayacağız, Affetmeyeceğiz

Nedir güçlü olmak?

Ekonomik bir talebini sokakta aramak isteyen işçinin üstüne çevik kuvvetiyle, tomasıyla saldırmak mıdır? Yoksa karşısına tüm bu güçlerin çıkacağını bile bile o alana çıkma iradesi mi?

Nedir güçlü olmak?

Tankıyla, uçağıyla, askeri birlikleri ile şehirleri yağmalamak mı? Yoksa bu “orantısız” güce rağmen direnişi büyütmek mi?

Hileyle, baskılarla, kayyumlarla seçimi kazanmış olmak mı? Tüm bunlara rağmen sesini azaltmayıp, örgütlenmeyi sürdürenler mi?

Nedir güçlü olmak?

Doğaya, yaşamlarımıza gözü dönmüş bir şekilde saldırmak mı? Yoksa dünya tekellerini karşısına alıp dağını, ağacını, yaşam alanlarını korumaya çalışanlar mı?

“Sevgilisini” tehdit etmek, taciz etmek, tecavüz etmek mi güçtür? Bu duruma karşı örgütlenip sokakta o erkeğin dövülmesi mi?

Nedir güçlü olmak?

Gezi Direnişi ile yeniden filizlenen umutla, 7 Haziran seçimlerinde bu umudun Kürt halkıyla birleşme eğilimine karşı; önce 20 Temmuz’da Suruç’ta 33 kişiyi, ardından 10 Ekim 2015’te 103 kişiyi öldürüp, yüzlercesini yaralayıp sakat bırak mı? Yoksa tüm bu saldırılara, baskılara rağmen sokakları bırakmayan, mücadelesini sürdürenler mi?

Aslında biz kendimizi güçlü görmesek de, onlar görüyorlar. Gördükleri için bu kadar saldırıyorlar. Diğer işçiler de hakkını aramak için sokağa çıktığında, savaşa dur demek için herkes ses çıkardığında, doğaya yapılan tüm saldırılar karşısında yaşamını savunmak isteyenler direndiğinde, tacize uğrayan kadınlar örgütlendiğinde; halkın coşkun akan selini durduramayacaklarını biliyorlar.

Evet, tam da bu yüzden saldırıyorlar. Ama güçsüzlüklerinden dolayı saldırıyorlar.

Yapı ne kadar sallantı da olsa da, bu çürümüş yapıyı yıkacak olan bizleriz. Asıl güçlü tarafın biz olduğumuzu unutmadan.

Ve biz unutmayacağız; gazınızın kokusunu, yıkılan evlerimizi, yağmalanan doğamızı, tecavüz edilen kadınları, çocukları. Bu yolda öldürülen yüzlerce/binlerce insanımızı…

Ve biz affetmeyeceğiz…

“Bekleyin
yakında biz geleceğiz;
asfalt yollardan marşlarla ineceğiz.”

İşçi Gazetesi’nin 175’inci sayısı çıktı

İşçi Gazetesi, tüm işçi-emekçileri; bir avuç egemenin sırtımıza yüklediği krizin faturasını ödememek için saflarını netleştirmeye, mücadeleyi büyütmeye davet ediyor.

Gazetemizin bu sayısında; İradesi hiçe sayılarak kayyum atanan Kürt illerindeki halkın süren direnişi, doğanın talanına, topraklarına, geleceğine sahip çıkan halkın direnişi, işçi eylem ve direnişleri, kadın ve işçi cinayetleri raporları, işçi hakları, köşe yazıları, kültür-sanat, ülkeden ve dünyadan gelişmeler yer alıyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden ve AKA-DER şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

Bir Başka Seçenek Var

Her gün seçimlerin bin bir türlüsüyle karşı karşıyayız işçiler, emekçiler, halklar, kadınlar, gençler olarak.

Bir seçim yap diyor egemenler, yönetenler:

İşsiz kalmayı mı seçeceksin, yoksa günde 14 saat çalışıp yine de geçinememeyi mi?

Dilinin, kültürünün saldırıya uğrayıp yok edilmesini mi seçeceksin, yoksa saldırılardan korkup kendi kendini asimile etmeyi mi?

İşçi cinayetinde öldürülmeyi mi seçeceksin, yoksa intihar etmeyi mi, yoksa yanı başında sınıf kardeşlerin ölürken susup uyuşarak bir mezarlık gibi “yaşamaya” devam etmeyi mi?

Bölgemizdeki savaşın tetikçiliğini yapan iktidarı alkışlamayı mı, yoksa “bu Suriyeliler nereden doldu ülkemize, defolsunlar” demeyi mi?

Kazdağları’na bir kazma da sen vurmayı mı seçeceksin, yoksa memleketin daha ne kadarını yağmalayacaklarını görmek için beklemeyi mi?

Sandığı önüne koyduklarında iyi kötü bir seçim yapmayı mı? Peki ya Diyarbakır’a, Van’a, Mardin’e kayyum atadıklarında; “oh iyi olmuş Kürtlere” demeyi mi, yoksa “Oh iyi ki İstanbul’a kayyum gelmedi” demeyi mi, İstanbul’a da kayyum atamasınlar diye uslu durup tepkisiz kalmayı mı?

Elektriğe, ulaşıma yapılan zamları görüp “buna da şükür” demeyi mi, yoksa sıradaki zammın nereye geleceğini tahmin etmeye çalışmayı mı, yoksa aynı cümleleri ağzında sakız edip “bizi mahvettiler” diyip durmayı mı?

Çocuğunu bir okula yerleştirememeyi mi seçeceksin, yoksa güç bela yerleştirdiğin okulda evladının beyninin çöple doldurulmasını mı?

Çocuk istismarcılarını “bir kereden bir şey olmaz” diye savunmayı mı seçeceksin, yoksa her yeni gördüğün istismar haberinde yüreğin kabararak içine gömülmeyi mi, sonra onu bir yeni haberle unutmayı mı? Harekete geçmek için daha da iğrencinin, en iğrencinin olmasını beklemeyi mi seçeceksin?

Ölümlerden ölüm beğenme cumhuriyetinde hangi ölümü seçeceksin? İşçi cinayetini mi, ‘namus’ cinayetini mi, tecavüze uğrayıp öldürülmeyi mi, yakılıp öldürülmeyi mi, tren kazasında öldürülmeyi mi, kamyon altında kalıp öldürülmeyi mi, 3 aylık bebekken öldürülmeyi mi, kendi halinde yaşlı bir kadınken öldürülmeyi mi, önlenebilir hastalıklardan mı, kalp krizinden mi, kanserden mi, yalnızlıktan mı… Hangisi?

Bir kurtarıcı siyasetçi çıksın, tüm sorunlarımızı çözsün diye iki seçim beklemeyi mi, “o değil de bu kurtaracak bizi” demeyi mi, sonra bir diğerini beklemeyi mi, 5 sene beklemeyi mi, 10 sene beklemeyi mi?

“Hukuk bitmiş” deyip, adaletten vazgeçmeyi mi, yoksa iyi niyetlilikle adalet çıkmayacak mahkemelerden medet ummayı mı? Hangisini seçeceksin?

Bak, egemenler, patronlar, onlar adına yönetenler ne kadar çok çeşitli seçenek sunuyor önümüze… Demokrasinin böylesini tarih görmemiştir.

Yine de hiçbirini seçemedin mi? Hiçbiri içine sinmiyor mu? Hiçbiri sana insanca gelmiyor mu? O zaman sen de bizdensin. Ya açıktan, ya gizliden. Ya korkarak, ya korkmadan. Ya bugün kısık sesle, ya haykırarak… Ama bizdensin demektir.

Bir başka seçenek olmalı, diyorsun. Haklısın. Bir başka seçenek var.

Bugününden kaygılı, yarınından umutsuz yaşamaktan başka bir seçenek…

Gerçekten insanca olan başka bir seçenek.

Emeğinden başka verecek hiçbir şeyi olmayanların; yatı katı, madeni, arazisi, fabrikası, CEO’su, çetesi, bankası, kölesi olmayanların ve köle olmayanların seçeneği: Örgütlü mücadele.

Bu kadar yalın, bu kadar gerçek. İşte önümüzde.

Muhalif olmak, bize yaşamımızı vermeyecek, çocuklarımıza gelecek vermeyecek. Artık gerçek bir çözüm için, sosyalizm için örgütlenme zamanı.

İşyerimizde birbirimizin yaşamına sahip çıkalım, işyeri komiteleri kuralım, örgütlenelim.

Mahallelerimizde, sorunlarımızı birlikte çözmek için mahalle meclisleri kuralım.

Kadınlar olarak dayanışma geliştirelim, örgütlü mücadeleyi büyütelim.

Mahallede, işyerinde, okulda, sokakta, eylemli olalım, örgütlenelim. Bizden olanları da mücadeleye çağırarak örgütlülüğümüzü büyütelim.

Egemenlerin sunduğu seçenekleri değil, gerçek bir çözümü isteyenleri Kaldıraç dergisi okumaya, okutmaya; devrimci sosyalizm mücadelesine emek vermeye, Kaldıraç saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

YAŞASIN DEVRİM ve SOSYALİZM!

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...