Ana Sayfa Blog Sayfa 113

Kanal İstanbul acaba kimin projesi?

Kanal İstanbul, 2019 yılının sonlarında yeniden ısıtıldı ve tartışılmaya başlandı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığının CHP’de olması, “yaptırırsın-yaptıramazsın” gibi tartışmalara da yol açtı. Erdoğan, öyle anlaşılıyor ki bu tartışmayı çok sevdi. Belki bu sayede, her gün öldürülen kadınlar, her gün işyerlerinde ölen işçiler, her gün Kürt illerinde ölen insanlar, gasp edilen belediyeler, ayaklar altına alınmış hukuk sistemi, ekonomik kriz vb. biraz olsun unutulur diye düşünmüş olmalıdır.

Ama öte yandan, Kanal İstanbul meselesi de ilginç bir tartışmadır.

Saray Rejimi diyoruz ve iyi anlaşılmasını istiyoruz. Suriye savaşı sonrasında başlayan bir yeni örgütlenmedir.

Saray Rejimi’nin üzerine yükseldiği ekonomik politika, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”dir. Bunu da özellikle vurguluyoruz. Çünkü Saray Rejimi, sadece baskı, sadece devlet terörü ile sınırlı değildir. Zaten bu konularda, yani Kürtlere karşı savaş ve işçi hareketinin bastırılması konusunda, tüm burjuvalar, tüm devlet çeteleri aynı fikirdedir. Ama iş daha derindedir.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, Saray Rejimi’nin hem dayanaklarından biri, hem de ayakta durma “olanakları”nın de önemli bir alanıdır.

Saray, eğer rant üretemezse, eğer yağma işi devam etmezse, eğer savaş ekonomisi olmazsa, bu durumda Saray çevresi diyebileceğimiz çeteler, ne için “destek” olmaya devam edecekler? Sadece bugüne kadar işledikleri suçlar, götürdükleri rantlar, yaptıkları yağmalar, işledikleri savaş suçları açığa çıkmasın diye mi? Bu yetmez, bu çeteler, devletin her bir grubu, aynı zamanda savaş, rant ve yağma peşindedir ve onlara yenileri gereklidir.

Suriye’den gelen IŞİD petrolü ile elde edilen “savaş ganimeti” biteli epeyce oluyor. Ve İdlib’de Rusya’yı oyalamakla görevlendirilmiş Türkiye destekli çeteler hâlâ orada iken, onların karşılığında ne kadar petrol alırız, diye açıkça sorması bundandır. Aynı şekilde Suriye sahasında, “toplu konut” projeleri başlatma isteğini pazarlık masasına getirmesi, uluslararası alanda, diplomasi alanında ne kadar “ucuz” bulunsa da, bu rant yaratma gereksinimini ifade etmektedir.

Saray Rejimi, yeni yağmalar, yeni rantlar, yeni savaşlar peşinde olmak zorundadır. Erdoğan, kendini bu konuda tüm yeteneklerini ortaya koyması gereken bir varlık-yokluk sorunu ile karşı karşıya hissetmektedir. Bahçeli’nin iki de bir kalkıp, “beka sorunu”ndan söz etmesi bundandır. Saray Rejimi için “beka sorunu”, rant, yağma ve savaş ekonomisi sorunudur. Erdoğan, eğer tökezlerse, sadece paralar, gelirler, dolarlar, çekler vb. kaybetmeyecek, aynı zamanda bu çetelerle karşı karşıya gelecek ki, ayıkla princin taşını, her birinin elinde akıl almaz dosyalar var.

Örnek ister misiniz?

Davutoğlu, partiyi kurduğunun açıklamasını bitirmeden, Şehir Üniversitesi’ne el konulmuştur. Davutoğlu, yolsuzlukla suçlandığında, hemen “başbakanların ve ailelerinin mal varlığı” tartışmasını açtı. Davutoğlu’nda ne bilgi vardır değil mi?

Erdoğan’ın bu paralar konusunda hassas olduğunu, pardon eksik oldu, “çok çok çok hassas” olduğunu hatırlamalıyız. Mesela “Barış Pınarı” harekâtı konusunda ABD ile pazarlığa oturduğunda, ABD, masaya mal varlığının araştırılmasını getirdiğinde, hemen kulaklar indirildi, süt dökmüş kedi moduna geçildi ve “ne istersiniz hemen yapalım” tutumu alındı. Oysa Erdoğan’ın kalkıp, “siz kimsiniz de benim mal varlığımı araştıracaksınız” demesi beklenirdi. Saray Rejimi’nin danışman kadrosu, mesela Mehmet Uçum, mesela Jöleli ve diğerlerinin, hemen devreye girip, “bir başka ülke, bizim ülkemizin Cumhurbaşkanının mal varlığını araştıramaz” demeçleri vermeleri gerekirdi. Öyle olmadı. Hemen istekler yerine getirildi.

Bir örnek daha var: ABD kongresinden Türkiye yaptırımları kararı çıkınca, Türk basını kesinlikle Erdoğan’la ilgili bölümleri tümüyle unutturmak istese de, Erdoğan, bir koşu önce İsviçre’ye, ardından da Malezya’ya gitti. Paralar oralarda mı? Saray’ın altında sadece hastahane mi var, ya paraların konulduğu kasalar yok mu? Bu soruların yanıtlarını bilmiyoruz ama, Erdoğan’ın paralar konusunda çok hassas olduğunu artık biliyoruz.

İşte bu Kanal İstanbul projesi, böylesine bir dönemde, büyük rant projesidir ve inşaat çetelerinin (çünkü bunlar tam birer çete olarak davranmaktadırlar. Penguen çetesi tartışmalarında bu ispatlanmıştır) tümünün ağızlarının suyunu akıtmaktadır.

Ortaya çıkan bilgiler göstermektedir ki, işin içinde Katar sermayesi, inşaat firmaları, yani Saray Rejimi’nin tüm rantiyeleri, tüm yağmacıları vardır.

Bu, yani rant meselesi, Kanal İstanbul’un sadece bir ayağıdır.

Erdoğan ve Saray, bunu yeniden gündeme getirirken, aynı zamanda uluslararası bazı güçlere de, “beklentilerinizin tek gerçekleştiricisi olabilecek güç benim” demek de istiyor. Saray Rejimi, “Kanal İstanbul” projesini geliştiren, ABD-İsrail güçlerine, eğer beni desteklemezsen, senin istediklerini yapacak hiç kimse ortaya çıkmaz. Ya da “var mı benden başka bu işi ve diğer isteklerinizi yerine getirecek bir kişi” sorusunu sormak istiyor.

Bir emperyalist paylaşım savaşının, yenisinin, üçüncüsünün arifesinde olduğumuz kesin. Bazılarına göre bu savaş çoktan başlamıştır. Biz de bu görüşteyiz. Ama bazıları, bu savaşın daha başlayacağını söylüyor. Belki, Birinci Dünya Savaşı gibi, bir başlangıç anı düşünüyorlardır. Mümkündür de. Bugün, daha çok bölgesel savaşlar ortaya çıkıyor. Tüm bölgesel savaşlar, daha büyük, dünya çapında bir savaşa evrilme potansiyelini taşıyor. Belki buna vurgu yapmak için, Üçüncü Dünya Savaşı’nın arifesindeyiz, denilebilir. Biz bu anlamda diyoruz. Yoksa paylaşım savaşımı başlamıştır, açıktır.

Bu paylaşım savaşımı, bize göre, bugün bölgemizi 1910’lu yıllarla kıyaslanacak bir duruma getirmektedir ya da getirmiştir. Her açıdan değil elbette. Çünkü tarih tekerrür etmez. Ama galiba bazı dönemler “tangır-tungur” ediyor olmalı ki, bu denli benzerlikler ortaya çıkmaktadır.

ABD, İngiltere güçleri, Karadeniz’e yerleşmek istiyor. Bunu biliyoruz.

ABD-İngiltere-İsrail cephesi, Akdeniz’in bir savaş denizine dönüşmesini istiyor. Bunu da biliyoruz ve bu konuda Türkiye tetikçidir, Libya-Türkiye anlaşması, tam da bir tetikçilik gösterisidir. TC devleti, burjuva anlamda, kapitalist anlamda, kendi devlet çıkarlarını bile düşünebilme yeteneğine sahip değildir. Savaş (paylaşım savaşı), o denli bir basınç yaratmıştır ki, artık, ABD cephesinin çıkarları için her şey feda edilebilir duruma gelinmiştir. Bir sömürge ülke olan Türkiye için, “yerli ve milli” işte tam da bu demektir. Sömürge bağları, bir devrimle kırılabilir, masallarla değil.

Kanal İstanbul, bize göre, bu paylaşım savaşında, İstanbul’un statüsü tartışmalarına oluşturulmak istenen bir cevaptır.

Almanya, Fransa, İngiltere, ABD ve Japonya, kendi aralarında anlaşsalar da, İstanbul’un nasıl paylaşılacağı, kimin elinde kalacağı bir sorudur. Buna üretilen yanıt, Kanal İstanbul projesidir. Bizim görebildiğimiz şeylerden ikincisi, rant meselesinin yanında, budur.

Kanal açıldıktan sonra, İstanbul’un Avrupa yakası, yani eski İstanbul, bir çeşit Hong-Kong olarak, yani “şehir-devlet” olarak organize edilecektir. Yönetimi, buna göre organize edilecektir. İstenen budur. Bunun için, sadece batıdan açılacak bir kanal yeterlidir.

Bir soru soralım: Acaba bu kanal, o kadar gerekli ise, neden Haliç devam ettirilerek açılmıyor? Öyle ya, bu alanın açılması daha da kolaydır. Acaba bunun nedeni, Haliç kanalının bölebileceği iki alanın da çok önemli olması mıdır?

Bu soru, sadece ve sadece, Küçükçekmece civarında tarif edilen kanalın neden oradan düşünüldüğü konusunda, biraz farklı düşünmeye olanak vermektir.

Üçüncü bir boyutu var işin.

O da, Boğazlar meselesidir. NATO ve ABD’nin Karadeniz’e yerleşme planlarının bir parçasıdır. Yoksa, açılacağı söylenen kanalın, büyük gemilerin geçişine olanak sağlayacağı vb. kesin değildir. Ama bu kanalın Karadeniz ucunda yapılacak bir ABD deniz üssü, tüm Karadeniz’i bir cehenneme çevirme yeteneğine sahip olur, diye düşünüyorum.

Demek ki, rant, paylaşım savaşımı açısından İstanbul’un geleceği ve ABD’nin Karadeniz’e çıkış istekleri açısından bu kanal önemli görünmektedir.

Şimdi, açıktır ki, bu uluslararası güçler, diğer iki amaç için, Saray Rejimi ve Erdoğan çevresinin elde edeceği ranta “evet” demekte tereddüt etmeyeceklerdir.

İşte yeniden tartışmanın gündeme gelmesi bundandır.

Libya ile anlaşma, nasıl “beka meselesi” ilan edildi ise, şimdi yakında “Kanal İstanbul” projesi de “beka meselesi” olarak ilan edilecektir.

Saray Rejimi, TC devleti, ordusu vb. için, Kanal İstanbul projesinin çevreye, insana, İstanbul’a vb. vereceği hasar, yaratacağı yıkım, hiçbir biçimde önemli değildir. Buradaki siyasi ve ticari taşeronlar için mesele kendi gelecekleridir ve başka hiç ama hiçbir konunun önemi yoktur. Olur da, devlet içinde mesela bir genelkurmay başkanı itiraz edecek olursa; a- Hemen onun dosyası devreye sokulur, b- Hemen ona istediği kadar para aktarılır. Bu kadardır.

Çevre raporları bu nedenle hasıraltı edilmekte, hemen değiştirilmektedir. Bu konuda “destek verecek” öğretim üyesi bulmaları da çok mümkündür. Zaten üniversitelerin “bilim” ile ilişkisi, tümü ile iki eksene oturtulmuştur; rant ve terör. Bu durumda üniversitelerden destek almaları elbette mümkündür.

Deprem tartışmaları, bu konu için Saray Rejimi’ni durduracak bir argüman olamayacaktır.

Saray Rejimi budur.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine dayalı, kanla beslenen, katliamcı bir yapılanmadır.

Ayakta durmak için, karanlık üretmek zorundadırlar. Basınları bunun içindir.

Ayakta durabilmek için, baskı ve şiddet dışında yolları yoktur. Bu nedenle, iç savaş mekanizmalarını geliştirmektedirler.

Ayakta durmak için rant üretmek zorundadırlar, yağmaya devam etmek zorundadırlar.

Ayakta durabilmek için, emperyalist efendilerine, uluslararası alanda, bölgede tetikçilik yapmak zorundadırlar.

Bugün Saray Rejimi, tekelci polis devletinin bir görünümüdür. Saray Rejimi’nin gitmesi yeterli değildir. Sallanmaktadırlar. Korku, boylarını aşmıştır. Ama sadece Erdoğan’ın gitmesi yetmez, o giderse yenisini bulabilirler, hem de tüm bu işleri daha rahat yaptıracakları bir başkasını. Ve Saray Rejimi’nin durdurulması da yeterli değildir. Daha ilerisi vardır. Tekelci polis devletinin yıkılması gereklidir.

Bir devrim, bir sosyalist devrim, Anadolu Sosyalist Devrimi, bu topraklar için acil bir ihtiyaçtır.

Bu devlet, tekelci polis devletidir ve bu devlete karşı her yol ve araçla savaşmak; meşrudur, zorunludur.

Asgarî ücret, bir utanç belgesidir

Asgarî ücret komisyonu, 2020 için, asgarî ücreti belirledi. Buna göre, brüt asgarî ücret 2.943 TL, net asgarî ücret ise 2.324 TL 70 kuruş oldu.

Saray Rejimi’ne göre, bu gayet iyi bir ücrettir. Zira Damat’a bağlı Hazine Bakanlığı’nın baskısı ile, enflasyon %11,5 olarak açıklanmıştır. Eğer, enflasyon %11,5 ise, geçen yıl 2020 TL olan net asgarî ücret 2324 TL olduğunda %15 artış gerçekleşmiş ise, demek ki, “işçilerin refah”ı arttı. Demek oluyor ki, ülkede işçiler, %3,5 oranında “zenginleşti”.

Demek oluyor ki, işler yolundadır.

Buna karşılık, kamu çalışanlarına verilen zam, bu %15’in altındadır. Türk-İş Başkanı’nın kameralara karşı Bakan ile konuşmak üzere hazırlanırken, açık kalmış mikrofondan söylediği “bu işi böyle bitirelim” türünden sözleri, gerçekte, kamu çalışanları için oldukça kötü bir sonuç imiş. Yani, kamu çalışanları %15 alamadılar.

Bir örgütleri olmayan ve maaş/ücret artışları konusunda bir iradeleri ortaya çıkmayan emekliler ise, %6,5 zam ile yetinmek zorundadırlar.

Ülkede 11 milyon emekli olduğunu biliyoruz. 11 milyon emekli, Damat tarafından baskı ile açıklatılan rakamlara göre, enflasyonun altında zam almışlardır. Buna göre emekliler, 2020 yılında, 2019 yılına göre 5 puan fakirleşeceklerdir.

Kamu çalışanı sayısı yuvarlak hesap 2,5 milyondur. Bu 2,5 milyonun ise aldıkları zamla, %2 civarında yoksullaşacağı ortaya çıkmaktadır.

İşte bu iki kesimle karşılaştırılırsa, yaklaşık 4-5 milyon asgarî ücretli çalışanın “şanslı” olduğu söylenebilir. Asgarî ücretle çalışanlar, enflasyon rakamından %3,5 fazla zam almışlardır.

İşte bu, Saray Rejimi’nin, Damat, Bakanlar, medya, sendika mafyası vb. eli ile oluşturduğu mekanizmanın “muhteşem” sonucudur.

Ey işçiler, buyurun, “krizin faturasını” kimin ödemek zorunda kalacağını bir kere daha görün.

İşsizlik, işini kaybedenler vb. üzerinde durmak istemiyoruz. Hayır, bu yazıda konumuz bir utanç belgesi olan “asgarî ücret”tir.

Asgarî ücret, bir utanç belgesidir.

Asgarî ücretle bir işçi neler yapabilir sorusu, aslında bize durumu gösterir. İsterseniz sadece simit hesabından gitmeyelim, başka alternatif hesaplar yapalım. Zira Saray Rejimi, çirkeflikte, yalanda, haydutlukta, talanda, soygunda, rüşvette, karanlık üretmekte oldukça maharetlidir. Bir bakıyorsunuz bir ürünün fiyatı yeterince artmamış, işte o zaman o ürün üzerinden hesap yapıyorlar. Ve böylece, açlık içinde, yoksulluk içinde, kış soğuğunda titreyerek yaşayan gerçek insanların karşısına çıkıp, “aslında sizin hâliniz iyi” demekten utanmıyorlar.

Simit ile başlayalım.

2020 yılında, bugünkü fiyatlarla, yani 2020 Ocak ayı fiyatlarına zam gelmezse, bir asgarî ücret ile 1162 adet simit alınıyor. 2018 yılında, simit 1 TL ve asgarî ücret 1604 TL idi. 2018 yılında bir asgarî ücret ile 1604 adet simit alınabiliyordu. 2019 yılında asgarî ücret 2020 TL ve simit 1,50 TL idi. 2019 yılının Ekim ayına geldiğimizde simit fiyatı 1,75 TL’ye çıkmıştı ama, biz 1,50 TL’den hesaplarsak, 2019 yılında asgarî ücret ile 1346 adet simit alınıyordu.

yıllar      asgarî ücret    simit

2018        1604 TL         1604 simit

2019        2020 TL         1346 simit

2020        2324 TL         1162 simit

Simit deyip geçmeyin. Ziraat Bankası, en büyük simitçi olan, Simit Sarayı’nı kurtarmak için milyonlarca lira devreye sokmuştur. Halkın tepkisinin artması üzerine, Muktedir, bu işi onaylamadığını beyan etmiştir. Muktedir’in, “bunu onaylamıyorum” sözü, bir aldatmacadır. Saray oyunudur. Saray Rejimi, bir yeni seçim hazırlığında olduğu için, Erdoğan, lütufta bulunuyor. “Padişahım çok yaşa” demeniz gerekiyor. Muktedir, nasıl ki, termik santrallerin filtre takma zorunluluğunu uzatma yasasını imzalamadı, bu yolla “çevreci” kesilmiş oldu, Simit Sarayı olayı ile de “rüşvete karşı, savurganlığa karşı” tutum almış oldu. Allahtan başka ne isteriz ki? Ama bu gökyüzünün altında, bu toprakların üstünde, artık hiçbir yalan dayanıklı değildir, hiçbir karanlık uzun sürmeyecektir. Termik santrallere verilen devlet desteği açığa çıktı. Erdoğan, tiyatro işlerine fazla takılmaya başlamış gibidir. Termik santral filtresi diye bir tiyatro oyunu Saray Rejimi tarafından yazılmıştır ve elbette başrolde Erdoğan vardır. Başkası olabilir mi? Simit Sarayı meselesinde de öyle.

Ne Simit Sarayı kurtarma operasyonu, ne termik santrallerin filtre takma zorunluluğu meselesi, Erdoğan’dan habersiz mi yapılmış? Diyelim ki doğru, habersiz yapılmış, öyle ise, bu işi yapanları görevinden al. Nasıl Merkez Bankası başkanı “söz dinlemiyor” diye görevinden alındı, buyur Ziraat Bankası müdürünü ve başkalarını da görevinden al. Buyur, termik santral yasasına destek verenlerin tümünü görevlerinden al.

Tiyatro dediğinin de bir mantığı olur. Bu kadar beceriksizce yazılmış oyunlar, Saray Rejimi’nin nasıl pervasız, nasıl çaresiz olduğunun da göstergesidir. Baskı ve katliam politikalarında, devlet teröründe ne kadar marifetli iseler, yalan ve karanlık oyunlarda da o kadar marifetliler. Ama artık, bu kumaş dikiş tutmuyor. Bu rejim ayakta durmakta zorlanıyor.

Asgarî ücrete dönelim.

Bir asgarî ücretli, sadece simit yemez elbette. Daha normal olanı, mesela elektrik faturası ödemek, mesela doğalgaz faturası ödemek, mesela su faturası ödemektir. Her işçi, her emekçi bu faturaların ne kadar tuttuğunu bilir. Siz bunlara, cep telefonu ya da normal telefon faturalarını ekleyin. Siz bunlara, ulaşım ücretlerini ekleyin. Öyle ya, işçi ister domates alsın, ister simit alsın, ister bir yerde çay içsin, ister ailesini veya arkadaşlarını ziyaret etsin, her durumda bir yol ücreti verecektir.

Bir sabah kahvaltısı düşünün, mesela simit olsun, yumurta olsun, peynir ve zeytin olsun. Günde 50 gram peynir tüketse, ayda 1,5 kilo peynir eder. Günde 1 yumurta yese, ayda 30 yumurta eder. Günde 5 zeytin yerse, ayda 150 zeytin eder. Çay, yağ vb. hiç gerekmesin mi? Akşam yemeği nasıl olsun istersiniz, mesela 1 simit + çorba + salata yeter mi? Yoksa bir de meyve gerekir mi? Elma olsun mu, hangisi en ucuz ise ondan olsun mu? Bu işçi, bira içmesin zaten bira alkol içerir, her ne kadar Kur’an’da yazmamış olsa da, içkinin haram olduğu artık biliniyor. Zaten bira pahalıdır. Evde yapsın mı? Kendi birasını yapıp içse mesela. Peki, Cola içsin mi? Muktedir buna evet diyecektir, zira ramazan sofralarının en tutulan içeceğidir. Ya da ayran içsin, ne dersiniz? Ayran ve yoğurt hesabın içine girerse, yandık demektir. Peki sigara, mesela en ucuz paket 15 TL mi, günde bir paket içse olur mu? Mesela tatlı gerekli ya, yesin mi? Evde baklava mı yapsın, yoksa pastahanede profiterol mi yesin, ne dersiniz? Bence profiterol yesin, zira bu para hiçbir şeye yetmez, ne yerse yesin, varsın künefe yesin, öyle her gün değil, mesela haftada bir. Dışarıda yemek yemek yok. Çay içmek dışarıda olamaz. Dolaşmak yasaktır. İşten eve, evden işe. Sinemaya gitmek yok. Bu arada eve ücretli bir TV kanalı almak olmaz. Uydu gerekli ve yeterlidir. Müzik dinlemek yasaktır. Cep telefonunun faturasını da öyle fazla şişirmemek lazım. Sen işçisin, sana bilmem kaç GB internet ne gerekir? Peki, acaba, ayakkabı alsın mı? Mesela gidip Colombia ayakkabı alsın, olmaz mı, ne olacak, o da insan değil mi? Şaka şaka, Colombia almasın. Nike hiç olmaz. O kundura ayakkabılardan alsın. Her biri 3 ay giyilebilen, kullan-at ayakkabılar yeterli. Kaç paradır dersiniz? Fanila ve don gerekmez. Zaten, içinde ne giydiğini kim görecek ki? Gidin bakın tüm yoksul mahallerde çocuklar, ilkokula giderken, altlarında donu yoktur ve birçoğu, babaları ile birlikte donlarını değişmeli giymektedirler, bir gün baba, bir gün çocuk. Demek ki, iç çamaşırı yok. Zaten, açıkça Kur’an, fazla mal mülk sahibi olmayı kötülemektedir. Bunun içine don da girer elbette. Çorap konusunda ne dersiniz? Mesela bir çorap ile ne kadar zaman idare etmeli? Yoksa çorap da, “az mülk edinmek sevaptır” ilkesine mi uygun olmalı? Şimdi iç çamaşırı olmayınca, gömlek, kazak, bluz gerekli ya. Bir de kaban, pantolon veya etek. Ne yapacağız? Mesela gidip Mudo’dan mi giyinsek, bir etek + bir bluz alsak. Yok biz en iyisi pazara gidelim ama yine de iyi para hani. Acaba, sizin evinizde tabak, çatal, bıçak, bardak, tencere, tava vb. var mı? Yoksa bunları satın almayıp, komşularla birlikte, dönüşümlü olarak, ortak olarak mı kullanıyorsunuz? Kanımca en iyisi, komşularla tencere ve tavayı ortak kullanmaktır. Hatta, birlikte çorbayı kaynatmak daha ucuza gelir. Sakın ha, siz öyle evinize geldiğinizde, eşinize kızıp, çocuğunuza kızıp bardak, tabak kırmayın. Maliyeti çoktur. Peki evde peçete, havlu ve tuvalet kâğıdı olsun mu? Bence olmasın, herkes tuvalet temizliğini uygun bir bezle yapsın, sadece bir önemli hatırlatma, bu bezi sadece kadınlar yıkamasın, her birey evde kendi bezini kullansın, temizlensin ve sonra da bu bezi kendisi yıkasın. Ve fazla su kullanmadan. Kadın ise bu asgarî ücretli, mesela özel günleri için ped kullansın mı? Bence kullanmasın. Kitap falan kesinlikle almayın. Zaten başınıza ne geliyorsa bu kitaplardan geliyor. Size tek bir kitap lazım, Kur’an-ı Kerim, o da evinizde yoksa gidin komşudan aşırın. Başınız dahi ağrımasın, zira ilaçlar pahalı. Hastahaneye gidecekseniz, yol parasından kurtulmak için, hemen acili arayın 112 gelince yalandan bir hastalık uydurun, hastahaneye gitmek için yol parası vermemiş olursunuz. Evinize kâğıt ve kalem girmesin. Zira bunlar suç unsurudur. Kâğıt ve kalem ile ne yapacaksınız ki? Yoksa siz komünist mi olacaksınız? Kâğıt yok, kitap yok, kalem yok. Evin camı kırılmasın lütfen, hiçbir ev aletiniz de arıza yapmasın. Öyle TV reklâmlarına kanıp, TV’nizi falan da değiştirmeye kalkmayın.

Galiba tüm bunları yapsanız da, asgarî ücret size yetmeyecek.

Gördünüz mü, ciddiye alsak, bu asgarî ücreti olmuyor, şakaya alsak hiç olmuyor.

Çünkü bu, utanç belgesidir. Bugünkü dolar kuru ile 388 dolar, bugünkü euro kuru ile 347 euro’dur. Bu, utanç belgesidir. Çin, dünyanın fabrikası olarak adlandırılır. Çin’de en düşük ücret, bu miktarın üstündedir. Üstelik Çinli bir emekçinin, ne okul masrafı, ne süt masrafı vb. yoktur. Ev kirası, yiyecek vb. oldukça ucuzdur. Yani orada 350 dolar ile bir işçi, para dahi biriktirebilmektedir. Yani, bizimle karşılaştırıldığında, belki refah standartları üç katı yüksektir.

Daha da önemlisi var.

Asgarî ücrete kim, nasıl karar veriyor? Bir asgarî ücret komisyonu var. Burada, sendikaların temsilcileri var. Mesela Türk-İş ve Hak-İş gibi. DİSK yok mesela. Bu kurulda devletin temsilcileri var, ki her biri patronlardan daha fazla patron çıkarlarını savunurlar. Ve bu kurul, ne hakla bilinmez, asgarî ücretleri belirler. Bu kurula, bu sefer, Damat, istatistik kurumunun verilerini de ulaştırdı. Bir ailenin ne kadar para ile geçinebileceği verileridir bunlar. Daha önceden böyle bir şey yapılmazdı. Ama bu kez Damat, devreye girdi.

Ve utanmadan Muktedir, onlar anlaşsın, bizim de bir jestimiz olur diye buyurdu.

Tam da utanç duyulacak bir açıklamadır.

Saray Rejimi, işçiyi aç, işsiz, yoksulluk içinde bir yaşama, ölüm korkusu içinde bir çalışma ortamına mahkûm etmektedir. Bunun sorun olduğu durumlarda ise hemen “sadaka”dan söz edilmeye başlanmaktadır. Sadaka, düşkünlüğün yaygınlaştığının en açık kanıtıdır.

Saray Rejimi, işçilere, topluma, onursuz bir yaşam dayatmaktadır. Bana kaç kilo kömür karşılığında oy verirsin, 100 TL’ye oyunu satar mısın mekanizması, işte bu düşkünlüğe, bu onursuz yaşam koşullarına dayanmaktadır.

Ve bunun sonu bellidir.

İntiharlar, bu onursuz, aşağılayıcı yaşam koşullarına karşı, kişisel bir isyandır. Oysa bize gerekli olan, bu utanç belgelerini yırtıp atacak, örgütlü bir direniş gerçekleştirmektir.

İşçi misiniz? Onurlu bir yaşam mı istiyorsunuz? Yapmanız gereken şey, bugünden, adım adım, nasıl bir genel grev örgütleyebiliriz sorusunu sormak ve bunun gereklerini yerine getirmektir. Bu konuda ciddi olmalıyız. Bize ölümü dayatan bir sistem var. İster fabrikada, ister sokakta cinayete kurban gitme hâli açıktır. Böyle ölmemiş olursak bize açlığı dayatıyorlar. Bize onursuz bir yaşamı, 100 TL karşılığında oyunu satma gerçekliğini dayatıyorlar. Bu ölümü dayatan sisteme karşı mücadelede kararlı ve ciddi olmalıyız. Her gün bir karar verip, her gün kahve köşelerinde atıp tutup, sonra hiçbir şey değişmemiş gibi yaşamaya devam etmek mümkün değildir. Bu, ciddi olmamaktır. Biz işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, ciddi olmalıyız. Tüm ülkede, bir genel direnişi, bir genel grevi nasıl örgütleriz? Bunun için sen, ben ne yapmalıyız?

Bu utanç belgesine razı değilsek, bu aşağılanmayı kabul etmiyorsak, örgütlü direnişi geliştirme zamanıdır.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, gelin Kaldıraç saflarına, direnişe, mücadeleye katılın.

Gelin gücünüzü gücümüze katın.

İşçi sınıfı, kaderini kendi eline almak zorundadır

2019 yılı, AK Parti destekçilerinin, Damat’ın ve Muktedir’in “şahlanma yılı olacak” demelerinin tersine, ekonomik krizin daha da ağırlaştığı bir yıl oldu.

Bu, sadece 2019 yılına ait de değildir. 2016 da kötü olmuştur, 2017 de ve 2018 de. 2018’in ardından, Saray ve çevresi, Saray basını, 2019’u “şahlanma yılı” olarak ilan ettiler. Ettiler ama durum hiç de öyle olmadı.

2020 yılı, ekonomik krizin daha da derinleşeceği bir yıl olacaktır.

Açık ve net konuşmak gerekirse, 2016-2019 döneminde, krizin tüm faturasının emekçilere, işçilere yüklenmesi konusunda epeyce de yol aldılar. Özellikle 2019’da, işçi ve emekçiler bu faturayı, açık olarak ödediler, ödüyorlar.

Öyle “krizin faturasını ödemeyeceğiz” demekle, bu başarılamıyor. Ödememe isteği, elbette doğrudur, elbette yerindedir. Krizin yaratıcıları ortada iken, sistem hâlâ onların istediği şekli ile işlemekte iken, bu faturayı biz işçiler, emekçiler neden ödeyelim?

Bunu ödememek, iddialı bir sözdür ve karşılığı, “genel direniş”tir.

Yani krizin faturasını ödemek istemeyen işçi ve emekçiler, açık olarak, sahaya çıkmalı, ellerini şalterlere götürmeli, grev dalgasını başlatacak kadar örgütlü olmalı, satılmış sendika liderlerinden kurtulabilmeyi başaracak bir örgütlenme geliştirmiş olmalıdırlar.

Bu, sınıf savaşımıdır.

Biz, devrimciler, bu sınıf savaşımının varlığına işaret ediyoruz. Evet, bu var. Ama sınıf savaşımını biz yaratmadık, biz var dediğimiz için sınıf savaşımı var olmuyor. Tersine, sınıflar var. İşçi ve patron var, işçi ve kapitalist var. Kapitalist, üretim araçlarının sahibidir ve işçilerin canlı emeğini sömürerek kârlarına kâr katmaktadır. Doğa, kendi kendine, kapitalist sınıf için, patronlar için zenginlik üretmiyor. Tersine, o zenginliği, işçiler üretiyor ama ona patronlar, kapitalistler el koyuyor.

Biz devrimciler, gerçeği söylüyoruz ve bu bir devrimcilik ölçütüdür: Biz halka, işçi ve emekçilere, kendimize asla ve asla gerçeği söylemezlik etmeyiz. Ne olursa olsun, gerçeği bilmek, mücadele edecek olanı güçlendirecektir.

Sınıf savaşımı var ise, bilmek gerekir ki, krizin faturasını, kapitalistler, binbir yolla, işçi ve emekçilerin üzerine yıkacaktır. İşten çıkaracak, maliyetlerini kısacak, zorunlu izinler devreye girecek, bu izin dönemlerinde işçilerin maaşları ödenmeyecek, işçilere %10 maaş zammı verecek ama kendi sattıkları mallara %100 zam yapacaklar, doğalgaza, elektriğe vb. zam yaparak toplanan paraları, toplanan vergileri, olduğu gibi kapitalistlere can simidi kredisi vb. olarak vereceklerdir. Kısacası onların devleti var. Devlet, kapitalistlerin siyasal örgütüdür. Oysa işçi sınıfının tam da böyle bir örgüte, siyasal bir devrimci örgüte ihtiyacı vardır.

Eğer devlet onların ise, bu krizin faturasını işçi ve emekçilere yüklemek için her yolu deneyecekleri açık değil mi?

Maaşlara %4+4 zam almak ya da %10 almak ya da %15 almak, gerçekte büyük kayıp, yaşam düzeyinde büyük kayıp demektir. Bir işçinin tüm ihtiyaçları, peyniri, zeytini, şekeri, yağı, ekmeği vb. %100 zam görmüş iken, bu zam oranlarına razı olmak, krizin faturasını ödemek demektir.

Devlet, işçi ve emekçiden toplanan vergileri, kapitalistlere kredi olarak, can simidi olarak sunmaktadır.

İşte böylece, 2019 yılında, tıpkı 2018’de olduğu gibi, krizin faturasının bir bölümünü daha ödemeyi bize kabul ettirdiler.

Ama iş bununla bitmiyor.

2020’de, hem kriz derinleşecek, hem de işçi ve emekçilerin yükleri daha da artırılmak istenecektir. Yani, 2020 yılında bizi, daha büyük zamlar, daha büyük vergiler vb. beklemektedir. Elbette daha büyük işsizlik, daha büyük fakirleşme bizi beklemektedir.

Demek ki, hâlâ, “krizin faturasını ödemeyi kabul etmemek” mümkündür.

Artık biliyoruz ki, bize örgüt, sağlam örgütlenme gerekir. Eğer işçi sınıfı örgütlü ise, eğer işçi sınıfı sınıf bilinci ile hareket etmeyi başarıyor ise, eğer her koyun kendi bacağından yerine, kurtuluş yok tek başına sloganına sarılabiliyorsa, eğer işçi sınıfı devrimcileşiyorsa, büyük bir güçtür. Bu büyük güç, hayatı üretmekten gelmektedir ve önünde kimse duramaz. Devrimci bir işçi sınıfının önünde ne polis copu, ne TOMA, ne akıl almaz hukuk kuralları, ne burjuva medyanın karartma politikaları, ne işkence, ne sendika mafyasının oyunları duramaz.

Ve 2020, bunu yapmak üzere, 2019’da geliştirdiğimiz bilinci, ileri taşıma yılı olmalıdır.

2019’da, Saray Rejimi’nin temsilcisi olan Damat, Ulusoy’la yatta yakalanmadığı zamanlarda, 5-10 kere çıkıp TV kanallarında boy göstererek, kriz “paket”leri açıkladı.

Hatırlayalım:

– Nisan başı idi, Damat çıkıp bir “paket” açıkladı.

– Mayıs ayında, “İVME Finansman” paketi diye bir başka paket vardı, hatırlıyor musunuz?

– Temmuz ayında, her nasılsa unutulmuş olan 11. beş yıllık kalkınma planı hatırlandı. Normalde, 2018’de açıklanması gereken kalkınma planı, Hazine Bakanı’nın “Ulusoy maceraları” gibi meşguliyetlerinin arasında kayboldu. Temmuz 2019’da, kalkınma planı açıklandı.

– 30 Eylül’de olmalı, Saray’ın Damadı, açıklama yaptı: Yeni ekonomik program açıklandı. Açıklanmakla kalmadı, Resmî Gazete’de de yayınlandı.

– 11 Ekim olduğunu hatırlarsınız, “mali plan” açıklandı.

Görüldüğü gibi, en az beş paket var açıklanmış olan. Henüz açıklamadıkları paketleri bilmiyoruz.

Bu paketlerin hiçbirisinin adı, diğeri ile aynı değil. Hiçbir paket ile bir sonraki arasında bir bağlantı yok. Her biri, Bakan Damat’ın boş zamanlarında açıklama gereği hissettiği paketlere benziyor.

Bu paketler, ne için açıklanırsa açıklansın, içlerinde, işçiler için, emekçiler için, köylüler için, yoksullar için, yani ülkenin %85’i için hiçbir ümit yoktur.

Tersine, her paket, işçi ve emekçilere krizin faturasını ödetme işinin bir parçasıdır. Kıdem tazminatlarına karşı saldırıyı hatırlayın.

Kıdem tazminatları konusunda sözüm ona ses çıkartan sendikalar, gerçekte, mücadele ediyormuş görüntüsü veriyorlardı. O kadar ellerine yüzlerine bulaştı ki bu sendikacı yalanları, basın toplantısında Türk-İş Başkanı’nın önündeki mikrofon açık kaldı ve Bakan’a, bu işi böyle bitirelim, yoksa çok uzayacak, dediği duyuldu. Türk-İş Başkanı, yeni Kadın Bakan’a, aslında işin inceliklerini öğretir gibi idi. Zamlar, 4+6 ile bağlandı. Ülkede %100 zam görmemiş hiçbir gıda maddesi kalmamış iken, gaz, elektrik vb. onca zam görmüş iken, Türk-İş Başkanı, bu komik zammı kabul etti.

Dahası, bunu işçilere de kabul ettirdi.

Çünkü onlar devlettir, örgütlüdür ve işçiler örgütsüzdür.

Hatırlayalım, yerel seçimler öncesinde, devlet, “tanzim satış çadırları” kuruyordu. Çünkü o zaman, oy almaları için, “ucuzluk” diye bir gösteriye ihtiyaçları vardı. Öyle diyorlardı: Tüm bu zamları, “devlete ve onlara düşman” çevreler yapıyordu. Böylece, halk, AK Parti’den ve Reis’ten uzaklaşacaktı.

Acaba, bu düşük işçi ve memur ücret zamlarını yapanlar, Erdoğan’ın düşmanı dış güçler olabilir mi? Öyle ya, düşük ücret artışı demek, enflasyon karşısında ezilmek, fakirleşmek, yoksullaşmak demektir. Tüm bunları yapanlar, acaba Erdoğan’a karşı olabilirler mi?

Yoksa, işçilerin ekmek, hak ve adalet taleplerinin karşısına dikilen polisler, TOMA’lar, işkenceciler vb. de Erdoğan’ın karşısında olan “dış güçler”den mi emir alıyorlar? Bu işçileri bastırın, bu halkı susturun, şu muhalif genci hapse atın, şu kişiyi Cumhurbaşkanına hakaretten tutuklayın, şu “Las Tesis” dansçısını hemen coplayın diyen kimdir? Bunlar da halk ile reis arasında nifak tohumları ekmek isteyenlerin işi midir? Bunları Fuat Oktay mı yaptırıyor, Soylu mu, Ağar mı, yoksa Damat intikam mı alıyor, Bilal acaba uğradığı hakaretlerden sonra babasına rüştünü ispat etmek için Saray oyunlarına alet mi oluyor, acaba Emine Hanım’ın bu işteki rolü nedir? Tüm bunları kim yaptırıyor?

Hadi anladık, Ocak, Şubat ve Mart aylarında, gıda ürünlerine zam yapan “hainler” idi. Peki sonrasında bu zamlara devam edenler “vatansever”ler mi idi? İşçi ücretlerine düşük zamlar verenler “vatanseverler” midir? Elektrik ve doğalgaza %50 zam yapanlar vatanseverler midir?

2019’da bu kadar ucuz yalanlarla, krizin faturasını işçi ve emekçilerin üzerine yıkma hamleleri yapabildiler.

Çünkü biz, işçiler örgütsüzüz. Bir genel grev örgütleyebilecek hazırlıklardan, buna girişecek bilinçten yoksunuz. Kendimize güvenimiz az.

Elbette bir de buna baskı ve devlet terörü, şiddet ve işkence eklenmelidir. Her genç sokağa çıktığında, her işçi bir hak arama işine giriştiğinde, hemen coplar kınından çıkıyor, TOMA’lar harekete geçiyor, biber gazları devreye sokuluyor.

Yani meydanı boş buldular, istediklerini yapıyorlar.

Gezi davasında, devlet cephesi lehine ifade veren bir kişi var. Aralık ayında, yılın son günlerinde, adı Murat Papuç olarak açıklanan bu kişi, avukatların olmadığı bir duruşmada, tanık olarak dinlendi.

Ne kadar komik değil mi? O kadar tükenmişler, o kadar korku içindedirler ki, böylesi bir dava için bir tanık var ve onu da avukatların katılamayacağı bir celsede dinleyebiliyorlar. Bu, komiklik olsun diye yaptıkları bir şey değil, bu korkularından yaptıkları bir şeydir.

Milyonlarca insanın katıldığı Gezi Direnişi’ne karşı dava aça aça, Osman Kavala’ya dava açmışlar. Bir iş adamına açıyorlar ki, başka işadamlarını, bu kadarı da olmaz, bu baskı yeter artık diyebilecek orta hâlli iş adamlarını korkutmak istiyorlar. Bakın biz adamı böyle süründürürüz, diyorlar.

Ne tiyatro ama!

Milyonlarca insanın katıldığı Gezi için, bula bula bir tanık bulmuşlar.

Demek ki, ey işçiler, ey gençler, o kameralar, o mobeseler vb. işe yaramıyor.

Eyyy Sarayın Başı, sana 10 milyon insanı çıkartabileceğin bir mahkeme lazım. Senin miting alanın, mesela Yenikapı mitingin buna yetmez.

Dahası var. Hatırlayalım, Müjdat Gezen için, Metin Akpınar için, nasıl da mahkeme kararları çıkardılar, soruşturmalar açtılar. Susturma politikasıdır bu.

Ali İsmail Korkmaz’ı döven polislerden biri, Gezi davasında “zarar gördüm” diyerek müdahil olmuş. Yani, Ali İsmail’i tekmelerken ayağı incinmiş. Sizce bu, devletin, Saray’ın açık korkusu değil midir?

2019’da her adımda, her eylemde, her protestoda, Saray Rejimi, “aha Gezi Direnişi” başlıyor, başlayacak diye korkuyu yüreklerinde hissetmiştir.

Bu nedenle her eyleme saldırıyorlar. Bu nedenle, hiçbir hukuk onlar için bağlayıcı olmuyor.

Yerel seçimler yapıldı ve Kürt illerinde HDP silip süpürdü. Üstelik onca hileye, onca baskıya, açık devlet terörüne rağmen. Ve ardından, yeniden belediyeleri kayyumlara devretmeye başladılar. Seçim yapılıyor, hile yapılıyor ama hiçbiri yetmiyor. Seçilmiş olan kendilerinden değilse, bir de ona kayyum atıyorlar.

2019’un son günlerinde, Bingöl’de ev baskınları yapıyorlar ve evlerin altını, toprağı kazıyorlar. İşte size Saray Rejimi. İsrail’in Filistin’de yaptıklarını, aynısını hiçbir kural tanımadan Kürtlere karşı uyguluyorlar ve sonra da “işte sandık, oyunu bana at” diyorlar.

Tüm bunlara rağmen, tüm bu devlet terörüne, baskıya, şiddet rağmen, yargı sisteminin polis gücünün bir uzantısı olarak ortaya çıkmasına rağmen, tekelci polis devletinin tüm uygulamalarına rağmen, 2019 aynı zamanda direniş yılı olmuştur.

2020’de, onların ilk gündemleri Libya’ya asker göndermek, Kanal İstanbul tartışmaları, yerli otomobil cilalamaları altında seçim hazırlığıdır.

Ama bizim karşımızda duran gerçekler 2019’dan devralınmış gerçeklerdir.

Açlık, yoksulluk, açlık-yoksulluk ve borçtan gelen intiharlar, savaş politikaları, yağma ve rant politikaları, kayyum uygulamaları, kadın cinayetleri, işçi cinayetleri, çocuk kaçırmalar, işkence, artan yasaklar, polis copu, TOMA’lar, devlet terörü, işsizlik, eğitim yağması, sağlık yağması vb.

İşte önümüzdeki sorunlar bunlardır.

2019 yılından gelen bir direniş birikimimiz var. Elbette daha eskilerden geliyor. Ama 2019’da artan bir direniş var. Her şeye rağmen, baskının her türüne, yalanın, karanlığın her türüne karşı direniş adım adım gelişiyor.

Şimdi, 2020’de, işçi sınıfının, emekçilerin, kendi kaderlerini kendi ellerine alma dönemidir. Artık, kaderimizi patronların, baronların, kapitalist parababalarının, onların hizmetçisi devletin, Saray Rejimi’nin, Saray medyasının vb. yazmasına müsaade etmeyeceğiz, demenin tam zamanıdır.

Açık ve net bir görevimiz vardır.

Kendi geleceğimizi, kendi ellerimizle yazmak.

Bunun için örgütlenmek.

Bunun için direnmek.

Direnmek ve örgütlenmek, birbirini besleyen, birbirini büyüten bir bilinçlenme ve özgürleşme sürecidir.

Artık yağmanın, rantın, savaş ekonomisinin ne demek olduğunu çok iyi görebiliyoruz. İşçiler, emekçiler, olup biteni, tüm karanlığa, basının tüm karatmalarına rağmen görebilmektedirler. Artık mesele, en küçük bir alanda, yaşamın her noktasında direnmek ve örgütlenmektir.

2020, işçi sınıfının sahneye çıkacağı bir yıl olmalıdır.

2020, genel grev ve genel direniş için her türlü hazırlığı yürütmemiz gereken bir yıl olmalıdır.

2020, işçi sınıfının devrimcileşme adımlarını geliştireceği bir yıl olmalıdır.

Saray Rejimi’ni en çok korkutan da budur.

2020, Saray Rejimi’nin korkularını gerçeğe çevireceğimiz bir yıl olsun.

Nasıl çalışacağız?

“İbret aynasından bakıp,
Çubuklarını yakıp
Şerhü izah edenler.
Değişmekte olanı görüp
İçine girip
Değiştirmektir hüner.
Ve sanmayın ki, değişen başıboş bir oktur,
Kanunu, nizamı yoktur.”
Nâzım Hikmet

İnsanlık tarihi, insanın doğal koşuların çetinliği karşısında hayatta kalma mücadelesini içeren uzun bir döneme sahip. Önce bir tür olarak hayatta kalmayı öğreniyor, bu arada çok kayıp veriyor ama devam ediyor. Bu uzun öğrenme sürecine insanın içine doğduğu grup ve başka insan grupları ile iletişimi gelişiyor. Gelişen iletişim, kurulan ilişkilerin derinleşmesini sağlıyor. Bu ilişkilerin o toplulukları belirgin işleyiş kuralları olan ilkel toplumsal yapılara evriltiyor. Bu yapılara dönemin “toplumsal örgütlenmeleri” der isek bir anlamda insanlık adım adım mevcut örgütsel yapısını geliştiriyor ve aslında izlediğimiz ilkel toplumların hayatta kalmak için geliştirdikleri üretim biçimleri ile kurdukları üretim ilişkilerinin ilk örnekleri oluyor.

Bu on binlerce yılık süreç içinde olumlu gelişmelerle birlikte yıkıcı sonuçları da barındıran kırılma dönemleri yaşanıyor. Ancak bütüne baktığımızda tarihsel akış içinde birbirinden görece bağımsız fakat karşılıklı iletişim kurma yollarını keşfetmiş insan toplulukları, daha derinlikli bilgi edinme olanağı yakalıyor. Öğreniyor, öğrenmeye devam ediyor.

Bu süreç öyle barışçıl bir diyalog içinde yaşanmıyor, her topluluk kendi topluluğunun hayatta kalma savaşında bir başkasını alt edip olanaklarını ele geçirmeye çalışıyor. Şiddet, doğa karşısında aciz olan insanlığın hayatta kalma mücadelesinde çoğunlukla dışa yöneltilen ve öğrenilmiş bir araç olarak ortaya çıkıyor. Daha önceleri , topluluklar arası iletişim zayıfken kendi aralarında ihtiyaç duyulmayan bu davranış karşılıklı etkileşim geliştikçe bir gereksinime dönüşüyor. Bir başka deyişle toplumlar avantaj elde edebilmek ve kendi toplumsal refahını sağlamak için daha gelişkin yöntem ve ilişkilere ihtiyaç duyuyor. Burada yol almak için kendine göre zayıf olan toplumların olanaklarını ele geçirmek, bir zorunluluk olarak gelişiyor. Nihayetinde bu dönem köle savaşları dediğimiz çatışmalara yol açıyor, ilkel komünal yapıların yok olması ve sınıflı toplumların ilki olan köleciliğe geçişin tamamlanması ile sonuçlanıyor.

Bu dönem aslında çok daha kısa olan sınıflı toplumlar tarihinin de başlangıcıdır. Tarihin okunda zorunlu bir kırılmadır. Kölecikle birlikte sınıflar oluşmuş , ezen ezilen ilişkisi somutlaşmış, bu ilişkiler arasında şiddet egemen olanın yönetim aracı olarak süregelmiş, feodalist ve kapitalist toplumlar sınıflı toplum tarihinde yerini almıştır.

Tamamı; insanlığın hayatta kalma, temel ihtiyaçlarını karşılama mücadelesi içinde yaratmış olduğu üretim pratiğinin, bu pratikten edindiği bilgilerin ve bu bilgilerle yeniden şekillendirdiği toplumsal ilişkilerin sonucudur. Temelinde üretim ilişkileri olan toplumsal tarihin kısa özetidir. Edinilen bilginin toplumları değiştirip dönüştürmek için kullanıldığı insan faaliyetinin öyküsüdür.

Biz bu bilginin pratik eylemle açığa çıkarak değiştirme gücü kazanmış haline bilinç, insan toplumunun yaratmış olduğu sınıflı toplumlar tarihine de sınıf savaşımları tarihi diyoruz. Bugün ise mevcut sınıflı toplum bilincinden daha ileri düzeye erişmiş olduğumuz bir gelişim aşamasındayız. Marksizmle sınıfsız toplumun yolunu keşfetmiş ve pratik deneyimlerle yolunu açmış, devrimler yaratmış bu çağın özneleriyiz. Bu nedenle ihtiyaç olmaktan çıkmış, tarihin çöplüğüne atılmadığı için çürümüş sınıflı toplumu ve onun son temsilcisi olan kapitalizmi ortadan kaldırmak için yola çıkmış bulunuyoruz. Değişmekte olanı görüp, içine girip onu değiştirme hünerini göstermek istiyoruz.

Bizim bilincimizin tarih sahnesindeki yeri bu, aldığı biçim devrimci örgüttür. Üzerimize düşen görev ise bugün yeniden yaşanan tarihsel kırılma döneminin tamamlanması için Anadolu topraklarından katkımızı sunmaktır. Bu kapsamda her alanda örgütlenmeyi geliştirmek, gelişen toplumsal direnişi devrim ve sosyalizm fikriyle buluşturmak temel amacımızdır.

Tüm bunların üzerinden bir kez daha geçerek üniversitelerde kurmuş olduğumuz Kaldıraç Komiteleri’nin temel amacını ve zeminini açıklamış olduk. Komitelere kattığımız her bir yeni insanla bu amacı paylaşıyor, birlikte devrim ve sosyalizm için mücadele ediyor ve gücümüzü gerçeğin kendisinden alıyoruz. Bu gerçek bize bu günlerde dünyanın çoğu bölgesinde, ortak noktası çürümüş kapitalizmin yarattığı sonuçlara duyulan öfkenin eylemlerle gün yüzüne çıktığını gösteriyor.

Coğrafyamızda ise savaş, rant ve yağmaya dayalı bir saldırı düzeni içinde milyonlarca insan şiddetle yönetiliyor. Baskı ve şiddetle “yönetenler”, kitlelere boyun eğdirmek istiyor ama her yeni saldırı ve krizin etkisiyle birlikte toplumsal isyan beklentileri artıyor. Onlar açısından kısır döngüye girmiş olan bu durum bir biçimde kendini ifade yolu bulan direniş ruhunu alt edemiyor. Nereden patlayacağı belli olmayan bir öfke kesesi dolmaya devam ediyor.

Söz konusu öğrenciler olduğunda ise saldırının ideolojik boyutu öne çıkıyor ve bu, denetim mekanizmalarının yoğunlaşmasıyla birleşiyor. Üniversitelerde arayışı bulandırmak ve direnişi kırmak isteyen devlet; milyonlarca öğrenciyi esrar, depresyon ilaçları, tüketim kültürüyle bağımlı hale getiriyor, korku ile silikleştiriyor. Her şey maymun iştahı ile tüketiliyor; her tüketilen şey, kişisel vitrinler diyebileceğimiz sosyal medya üzerinden pazarlanıyor. İnternete koyulan bir fotoğrafla kendini pazarlayarak “arkadaşlar” arasında statüko kazanmak artık temel bir davranış biçimi. 140 karakteri aşan bir yazı okumak, iki dakikayı aşan bir görsele odaklanmak, 20’li yaşlarında sağlıklı bir genç için zahmetli bir uğraş artık. Genç nüfusun yüzde 42’si telefondan uzak kalma korkusu (nomofobia) ile yaşıyor. Bıkkınlık hissi ise gündelik yaşamın bir parçası.

Daha onlarcasını sayabileceğimizi aklı körleştiren, insanî değerleri ve insan onurunu parçalayan saldırının üstüne yaşanan siyasal, ekonomik kriz ve şiddet ortamından doğrudan etkilenmesine rağmen, öğrenciler içinde geniş bir kesim mevcut duruma boyun eğmiş değil. Geniş kesimleri içine alan ideolojik saldırı dalgasından etkilense bile hiç de yabana atılmayacak bir nüfus bir biçimde başka bir dünya arayışını sürdürüyor, harekete geçme eğilimi olan ise hızla devrimcileşiyor. Ancak bugün, geniş bir öğrenci örgütlenmesi olmadığı için üniversiteleri kuşatmış olan baskıyı dağıtabilecek ve gençliğe yönelik gelişen ideolojik saldırıları püskürtebilecek bir hareket açığa çıkmıyor.

Biz ise böyle bir örgütlenmenin mümkün olduğunu düşünüyoruz. Bunun için önce Kaldıraç Komiteleri’nin etrafında toparlanan güçleri artırmayı, devamında böylesi bir örgütlenmeyi yaratmak üzere geniş kesimleri harekete geçirmeyi hedefliyoruz.

Bu nedenle Kaldıraç Komitelerinin nasıl hareket etmesi gerektiği üzerinde durmalıyız, en çok bunun üzerine çalışmalı ve yeni komiteler kurmak için başlatmış olduğumuz örgütlenme seferberliğine yoğunlaşmalıyız ve yukarıda tarif ettiğimiz hedefi üniversiteler için somutlamalıyız. Bu amaçla aşağıdaki sloganları belirledik ve bunların altını doldurmaya çalışacağız. Tarif ettiklerimiz aynı zamanda komitelerin nasıl çalışması gerektiğine ilişkin önerilerimizi de içermiş olacak.

Fakültelerden kampüs komitelerine, özgür bilimsel eğitim için ileri!

Bugün üniversitelerde yaşanan dönüşüm, niteliksiz eğitim be baskı ortamına ilişkin bizim bir demokrasi veya özerklik talebimiz yok. Amacı düzene uygun kafalar yetiştirmek olan kapitalizmin eğitim politikasının hiçbir reformla iyileştirilebileceğine inanmıyoruz. Bu taleplerin; gerçek isteği nitelikli bilim, özgür üniversite, insanca bir yaşam ve gelecek isteyen milyonlarca öğrencinin gerçekliğiyle uyuştuğunu düşünmüyoruz. Açlıkla terbiye edilen, bedenini satmaya zorlanan, üniversitelerde bilim namına kırıntı bulamayan, esrarla, depresyon ilaçlarıyla susturulmak istenen bizlerin gerçek talebinin özgür bir dünya ve ancak o dünya içinde kurulabilecek bir üniversite olduğunu savunuyoruz. Bunun için hareket etmek isteyen her öğrenciyi tüm bu saldırılar karşısında direnişe ve devrim için Kaldıraç Komiteleri’ne katılmaya davet ediyoruz. Her üniversitede fakülte komiteleri kurmayı öncelikli görüyor ve oradan gelen temsilcilerle kampüs komiteleri oluşturuyoruz.

Kurulan her Kaldıraç Komitesi bu perspektifle bütünü görmeli ve şehirdeki üniversiteleri kapsayan bir örgütlenme yaratmayı hedeflemelidir. Bu komiteler üniversiteler arası koordinasyonu sağlayan bir toplantıyla bir araya gelerek, il bazında yürütülen mücadelenin eş güdümlü ilerlemesini sağlamalı, merkezi gündemlerin etkili bir biçimde örgütlenmesine çalışmalı, bu toplantıyla deneyimlerini birbiriyle paylaşmalıdır.

Devrimci yaratıcılıkla eylemi, komite ile yaşamı örgütle!

Söz konusu üniversiteler ise, bize göre yaşanan her gelişme, mevcut durumun tamamı eylem gündemidir. Devlet yaşamın her anında, her alanında eyleme geçmek için, devrimci olmak için öğrencilere onlarca neden veriyor. Ama mesele bunu görmek, bu olanağı eyleme dönüştürecek istek ve yaratıcılıkla harekete geçmek ve eylem biçimlerinin sınırsız olduğunu unutmamaktır.

Örneğin biz; İstanbul Üniversitesi’ndeki eylem içinde iki nefes arasında “Öğrencisi açken kendisi tok yatan rektör bizden değildir” pankartını yapmayı, aynı eylemde bazen kapıya tırmanan ilk kişi olmayı, olmadık zamanda olmadık yerde bir pankartla gündem olmayı, vapurda şarkılarımızı söylemeyi, sokakta tiyatro yapmayı, komite toplantısına katılmayı, yazılama ya da kuşlama yapmayı, gerçek bir sohbeti ya da iyi bir fıkrayı, iyi bir film izlemeyi ya da bir kitabı istekle okumayı, sevmeyi, sevgilinin gözlerinin en derinine bakabilecek samimiyetle yaşamayı, iyi bir bilmece sormayı, neşe ile yaşamayı, tüm bunlara yeni insanları katmayı ve daha nicesini devrimci bir eylem olarak görürüz. Gerisi öfkeyi biriktiren ne ise onu bulup bir biçimde gün yüzüne çıkarmak için kafa yormaktır, yöntemi zenginleştirmektir.

Biz üniversitelerin, öğrencilerin muhatabıyız, kendimizi öyle görmeli, tutumuzu bu görev bilinci ile belirlemeliyiz. Bu bizleri ilgilendiren her gelişmeye ilişkin bir biçimde cevap vermek anlamına gelir. Eylemden ne anladığımızı ise yukarıda tarif ettik.

İşte bu örgütlenmektir, örgütlenmenin yolu etkili bir ajitasyon ve propaganda çalışması ile eylemden geçer. “Ne kazandık, nerede örgütlendik” sorusu sorulmadan, yeni bir insanı komiteye çağırmadan eylem bitmiş sayılmaz. Her ne yapıyorsak bu unutulmamalıdır.

Çürümeye karşı eylemimiz, komitelerimiz, değerlerimiz!

Sistemli burjuva ideolojik saldırıya savaş açacağız. Günlük bilinç karşısına günlük ajitasyon propaganda ile çıkacağız; yanı başımızdakinin tükettikçe tükenmesine izin vermeyecek, “yeni insanı” yaşayarak örnekleyeceğiz. İnsan aklını mücadelenin bir alanı olarak göreceğiz. Kirli olana saldırmaktan çekinmeyeceğiz. İnsana değer verecek, insanı sevecek ve onu kendimizden başlayarak devrimci bir kimlikle yeniden yaratacağız. Bilimi ve felsefeyi mücadelenin anahtarı olarak kılavuz edineceğiz. Okuyacağız, okutacağız, anlatacağız. Kitlelerden öğrenmeyi ilk sıraya koyacağız.

Tüm bunlar ancak eylemle, eylem içinde başarılabilir. Bu nedenle dahil olduğumuz her çevreyle bir biçimde eyleme geçeceğiz. Çevremizdekilerden mücadele için katkılarını isteyeceğiz. Marksizmi öğrenecek, çevremize sosyalizmi propaganda edecek eğitimler yapacağız; dergimizi okuyanın bir başkasına vermesini isteyeceğiz, hem de hiç tereddüt etmeden. Bunlardan herhangi birini gerçekleştiren herkesi komitelere davet edecek, gündemiyle uğraştığı alanla kolektif aklın kendisine dahil edeceğiz. Bunu başardığımız ölçüde zengin ve üretken bir öğrenci hareketi yaratmak mümkün olacak.

Biliyoruz; sabırla akan bir ırmak olmayı öğrenmeden coşkun bir çağlayanın hayalini kurmayı öğrenemeyiz. Bu nedenle bugün tüm bu saydıklarımızı sabırla örmek niyetindeyiz. Önümüzdeki 1 Mayıs, ilan ettiğimiz örgütlenme seferberliğinin ilk sınandığı gün olacak ve biz 1 Mayıs için hazırlıklara başlamış bulunuyoruz. Bugüne kadar yaptıklarımızı bir kenara koyacağız, daha fazla çalışacağız. Burada yürüttüğümüz tartışma tüm bu sürecin temelini oluşturmalıdır.

Emperyalist egemenlik ve savaş müptelalığı

Emperyalizm ile ilgili “güzellemeler” yazan bazı isimler için, “eğer dünya bir tek büyük gücün egemenliği altında olursa”, hele hele bir de o güç, “adil” bir adam tarafından yönetilirse, dünya barışı sağlanmış olur.

Yani, sade bir şekilde söylersek, eğer ABD egemenliğine tüm dünya evet derse, işler yolunda gider. Barış sağlanmış olur.

Bugünlerde çok sık kadın cinayetlerine tanık oluyoruz. Bu cinayetleri işleyenlerin muhtemelen %50’sinden fazlasına sorarsanız, size şöyle diyeceklerdir: Aslında ben eşimi, karımı, sevgilimi, nişanlımı öldürmezdim, ama o “uslu” durmadı. Yani, eğer eşleri kendilerine başkaldırmamış olsa, eğer her ne yaparlarsa yapsınlar eşleri susmuş olsa, öldürmezlerdi. Bundan da şüpheliyim ya, ama bunu söylüyorlar.

Devletin, her yerde, öğrenciye, işçiye, gence, yaşlıya, erkeğe, kadına, eğer boyun eğerseniz, eğer susarsanız, eğer hakkınızı istemezseniz, biz de “barış”ı sağlarız, dediği gibi. Eğer sen Kürt olmamış olsan, eğer sen işçi olmamış olsan, eğer sen yaşamasan, biz sana bir şey yapmayız, demek istiyorlar.

Bu kadar da değil. Bir bölüm okur-yazar kitle, eğer bir emperyalist güce sırtımızı yaslarsak, işte o zaman büyürüz, kalkınırız, zenginleşiriz, çağ atlarız diyorlar. Bazan bunu dolaylı, bazan da açıktan söylüyorlar.

Oysa işler böyle değildir. Hiçbir emperyalist güç, savaşsız, militarist ekonomi olmadan yaşayamaz. Silâh, öyle bir metadır ki, mutlaka tüketilmesi gerekmez. Bir çok silâh tüketilmeden çöpe gider ve yenisi devreye girer. Ve bu silâh pazarının büyük çaplı alıcıları, ülkelerin, devletlerin kendisidir. Yani, emperyalizm var olduğu sürece, dünyada barış falan olmaz.

Hepimiz aşinayızdır; diyelim ki Yunanistan bir yeni silâh almak için ABD ile görüşmeye başladı. Hemen, aynı gün silâh tüccarları bu bilgiyi Türkiye’ye verirler ve Türkiye, hemen harekete geçer, “o ne aldı ise bir fazlasını alayım” derler. Ardından, birkaç ay sonra, yeni bir silâh satışı daha devreye girer. Ege semalarında iki uçağın bir it dalaşı gerçekleşir ve yeni silâhlar devreye sokulur. Üstelik, hem Türkiye, hem de Yunanistan NATO üyesidir. Ve her ikisi de NATO üyesi olduğunu bilir. Bu ilgi çekici hikâyedir ve her seferinde daha çok silâh satın alırlar. Dahası, her iki taraf da, “ileri teknoloji” diye kendilerine satılan silâhların hiçbir işe yaramadığını bilir. Yani, Türkiye ve Yunanistan, ABD’den bağımsız bir savaşın içine giremezlerdi. Tüm silâhları kullanılmadan, tüketilmeden “demode” olmaktadır. Biz buna metanın “moral yıpranması” diyebiliriz.

Dünyanın “dünya savaşı” olarak ele aldığı iki savaş var, ikisi de kapitalist dünyaya aittir, ikisi de kapitalist-emperyalizm çağındadır. Bunun rastlantı olmadığını anlamak için zekâ gerekmiyor sanırım.

Ve üçüncüsü, bir açıdan içinde yaşadığımız savaştır, bir açıdan da, yoldadır.

Bu emperyalist paylaşım savaşımı içinde, bir halkın, bir ülkenin, bir devletin, kendi bağımsız çizgisini değil de, bir emperyalist gücün çizgisini takip etmesi, onun burnunu boktan kurtarmaz.

Silâh sanayii, emperyalist egemenliğin hem bir gereksinimidir, hem de büyük kârlılık aracı olan bir sektördür.

Birkaç rakam bize bunu gösterir.

Trump, daha yeni, İran saldırısı sonrasında, “2 trilyon dolar” silâh harcamalarını başarı sembolü olarak anmaktan geri durmamıştır. 2 trilyon dolarlık ABD bütçesi, dünya silâh sanayii üretiminin katlanacağının kanıtıdır. ABD silâh tekelleri, şimdi ellerini ovuşturmaktadır.

2018 yılında, dünya askerî harcamaları tutarı 2 trilyon doların altında idi. 2020’de sadece ABD bu ölçüde bir harcama yapmaya niyetlidir. Tahminen ABD 2020’de dünya silâh sanayii harcamalarının %45’ini gerçekleştirecek gibidir. Şimdi bize, tüm bunlar “barış içindir” mi diyeceksiniz? Demek “barış”, silâh tekellerinin kasaları dolarlarla doldukça hayat bulan bir şey öyle mi?

2018 yılında tüm NATO üyesi ülkelerin toplam silâh harcamaları 1 trilyon dolar idi. Sputniknews Türkçe, 9 Ocak 2020’de NATO üyelerinin silâh harcamalarını yayınladı. Karşılaştırmalı ele alınınca, nereden nereye gidildiğini görmek mümkündür.

1990 yılında ABD silâh harcamaları 306,2 milyar dolar idi. 2000 yılında ise 301,7 milyar dolar. 2010’da bu rakam 720,4 milyar dolar ve 2020’de Trump 2 trilyon dolardan söz etmektedir.

1990’da Türkiye’nin silâh harcamaları 5,6 milyar dolar iken, 2019’da 13,9 milyar dolardır.

NATO’nun eski üyelerinin yanı sıra yeni üyeleri de vardır ve her biri büyük miktarlarda parayı bu iş için ayırmaktadır.

Ham hayaller kuran “akılsız”lardan değil isek, açık olarak bu rakamların, bir yeni savaş dönemini ifade ettiğini anlayabiliriz.

ABD için, silâh sanayii, özellikle önemlidir. Almanya ve Japonya ekonomilerinden farklı olarak, mesela ABD ekonomisi, militarist karakterlidir. Pek çok teknolojik “yenilik”, daha çok askerî alan için geliştirilmektedir. ABD ekonomisi, silâh satışları olmamış olsa, ayakta durmaz. Suudi Arabistan’a yapılan silâh satışlarını hatırlamak yerinde olur.

11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD bankaları, Suudi Arabistan’a, kendilerine ait olan ve ABD bankalarında duran paraları vermemişlerdir. Ancak silâh siparişleri verdikçe, belli bir miktar parayı serbest bırakmışlardır. Suudilerin, ABD bankalarında 6 trilyon dolarının olduğu söyleniyor. Bu paranın ancak 1 trilyon dolarını, 360 milyar dolarlık bir silâh siparişinden sonra serbest bırakmışlardır. Söylenen budur. Ne kadar gerçeği yansıttığını bilmesek de, aşağı yukarı doğru kabul edilebilecek bir orandır bu.

SAVAŞ MÜPTELALIĞI

Anlatılanlara göre, eroin almaya başlayan bir vücut, ağır ağır eroine bağımlı hâle gelir. Uyuşturucu bağımlılığı gerçekleştiğinde, vücut, şiddetli bir biçimde bu isteği ortaya koymaya başlar. Öyle anlaşılıyor ki, profesyonelce bir yardım almadan da kurulmak, vücudun bu bağımlılığını yenmek mümkün değildir.

Sanırım, emperyalist ekonomilerin bir bölümü için bunu söylemek mümkün. Örneğin ABD. ABD ekonomisi, eğer dünyada gerginlik olmadan bir 5 yıl geçerse, muhtemelen dibe vurur ve yeni bir yol tutmak zorunda kalır.

Bu nedenle savaş ve gerginlik, ABD ekonomisinin hem kısa vadeli, hem de dünya egemenliği gibi uzun vadeli çıkarları için zorunludur.

ABD ile son derece yakın iki ülke, benzer durumdadır. Biri Netanyahu’nun İsrail’i, diğeri Erdoğan’ın Türkiye’si. Bu ikisine savaş müptelası diyebiliriz. Her ikisi de savaşsız ayakta durmaz durumdadır. Bir doz gerginlik, iki doz savaş hamlesi yapmadan ayakta duramazlar.

İsrail’in Filistin halkına karşı sürekli olarak yürüttüğü soykırımı savaşı, onun diğer ülkelere karşı saldırganlığı ile birleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt halkına karşı yürüttüğü soykırımı savaşı, onun tüm komşularına karşı saldırganlığının ayrılmaz bir parçasıdır.

Bu tip savaş müptelası ülkelere “profesyonelce yardım” ancak, bu ülkelerin ve dünyanın işçi sınıfından gelebilir.

Yani, sade ve açık olarak söylersek, mesela Türkiye işçi sınıfı ve halkları ayağa kalkmadıkça, bu tetikçi burjuva devleti alaşağı etmedikçe, onu yıkıp yerine proletaryanın devletini kurmadıkça, bu hastalığın tedavisi yoktur.

Bu iki devlet, biri Ortadoğu’nun bir ucuna, diğeri de öbür ucuna yakındır ve bölgede savaşmak için can atar durumdadır. Efendi ABD, bu iki ülkeden özellikle Türkiye’yi, tam bir tetikçi olarak kullanabilmektedir. Türkiye, kendini ağır bir sürecin içine sokma pahasına, ABD’nin bölgede işlediği tüm suçların kabahatlisi olmayı kabul de ederek, adeta bir tetikçi gibi her türlü insanlık suçunu işlemeye gönüllüdür.

Suriye savaşı bunun en açık kanıtıdır. Suriye’de Emevi Camii’nde namaz kılma merakı ile dile getirilen saldırgan politika, onbinlerce cana mal olmuştur, milyonlarca insanı evinden ayırmış, milyonlarca çocuğu aç ve açıkta bırakmıştır.

TC devleti geçmişten kalan tüm bastırılmış “fetih” duygularını harekete geçirmiş, akıl almaz bir “akıl tutulması” ile, bölgenin “ağası” rolünü oynamaya niyetlenmiştir. Ama yine aynı süreç içinde onlarca kere, atıp tuttukları her şeyi yutkunmak zorunda kalmışlardır.

İRAN’A KARŞI SALDIRI HEVESİ

Öyle anlaşılıyor, ABD, Suriye yenilgisini hazmedemiyor. Bir yandan Trump, iktidarını kaybettiği açık olan Erdoğan’ın ayakta kalması karşılığında tüm ABD günahlarını da Türkiye’ye yıkmaya hazırlanmaktadır. Ama öte yandan ise, Suriye’deki yenilgiyi kabul edip çekilmek yerine, savaşı daha da büyütmeye niyetlidir.

Muhtemelen Erdoğan’dan, İran’a karşı savaş kundakçılığı konusunda “destek” ya da “tetikçilik” istemektedirler. Bu hem Astana süreci denilen şeyi bitirmenin yolu olacak, hem de bitmesin diye uğraş verdikleri Suriye savaşını İran’a doğru genişletmiş olacaklardır. Erdoğan, iktidarda kalabilmek için, tüm bu maceralara atılmaya hazır durumdadır.

Yılın ilk günlerinde, ABD, savaş planlarını daha da ileri götüreceğini duyurmak istedi ve İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs Tugaylarının komutanı Kasım Süleymani’yi öldürdü. Aynı saldırıda, Haşd el Şaabi adlı Irak Şiilerinin örgütünün liderlerinden Mehdi El Mühendis de öldürüldü. Irak’ta, havalimanına giderken ya da havalimanında bu saldırı gerçekleştirildi. Aynı gün düşen Ukrayna uçağının da bir ABD marifeti olduğu yönünde söylentiler var. İran, uçağın karakutusunu bu nedenle teslim etmeme eğilimindedir.

ABD’nin bu İran saldırganlığı yeni değildir.

Trump, nükleer silâh programı konusunda İran ile daha önceki dönemde yapılmış anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmiştir. Böylece bu anlaşma ile İran ile çatışmanın azaltılması sürecini rafa kaldırmıştır. Zira bu anlaşma, ABD silâh tekellerinin ve İsrail’in hiç hoşuna gitmemiş bir anlaşma idi.

ABD-İsrail cephesi, İran’ın tepkisini ölçmek için, 50 bin feet’te casus uçak uçurmuş, ama İran bu uçağı düşürmüştür. Haziran 2019’da bu olay gerçekleşmiştir. Ne kadar doğru bilmiyoruz ama bunun ardından ABD, İran’dan boş bir binayı kendilerine hedef olarak vermelerini istemiş, o binayı vurarak, cevap hakkını kullanmak istemiştir. Ama İran, buna izin vermemiş ve Birleşmiş Milletleri bilgilendirmiştir.

Ve nihayet, ABD, Süleymani’yi öldürmüştür. Başka bir ülkenin topraklarında, açıkça saldırganlıkla gerçekleştirilen bir haydut eylemidir bu. Ve ABD, bu saldırıyı da üstlenmiştir. Bu saldırının üstlenilmesi, belki Trump’ın seçim kampanyasına da bir katkı olarak düşünülmüş olabilir. Ama esas olarak bu saldırı, İran’a karşı, Ortadoğu’daki savaşları daha da tırmandırmak için, dengeleri yeniden kendi lehine bozmak için gerçekleştirilmiştir.

Trump seçim hesabı yapmış da olabilir. Ama, ABD silâh tekelleri, daha başka hesapların peşindedir.

Ve aynı anda ABD, İran’ın bir savaşın başlangıcı olabilecek bu eyleme sert tepki vermemesi için harekete geçmiştir. Hem saldırıdan sonra ABD’den, “Ayetullah’ın sağ kolunu kopardık” açıklamaları gelmiş, hem de aynı anda, diplomasi devreye sokularak, “kabul edilebilir bir cevap” ile işi durdurma girişimleri başlamıştır. Macron’un Putin ile görüşmelerinin içeriği bu olabilir.

Ve ardından, İran, 22 füze ile, iki ABD üssünü hedef almıştır. Önce Irak bilgilendirilmiş, Irak hükümetine, ABD üslerinin vurulacağı bilgisi verilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, bu bilgi ABD’ye iletilmek üzere verilmiştir. Muhtemelen bu sayede, ABD üslerindeki kayıplar azaltılmıştır.

Anlaşılan ABD’nin Irak’ta 10 üssü var. Bunlardan ikisi seçilmiştir. Biri Bağdat’a daha yakın, diğeri Erbil’deki üstür. Erbil’e daha az füze gönderilmiştir. Böylece İran, kanımızca, kendi kapasitesini göstermek istemiştir.

Süleymani’nin karşılığında gerçekleştirilen füze saldırısı, belki de İran’ın prestijini kurtarmıştır. Bunu göreceğiz. Ama İran, saldırı ile hedeflenen “dengeleri değiştirme” işine izin vermeyeceğini göstermiştir denilebilir.

Süleymani’nin, İran için son derece önemli olduğu anlaşılmaktadır. Rusya savunma bakanlığının Süleymani ile ilgili açıklamaları, bu öneme dikkat çeker niteliktedir. Rusya’nın açıklaması da ilgiye değerdir: “Süleymani akıllı bir liderdi, hak edilmiş bir otorite kurdu ve Ortadoğu’da büyük bir nüfuz oluşturdu. ABD’nin liderliğindeki sözde uluslararası koalisyondan çok önce, Irak ve Suriye’de onun rehberliğinde IŞİD ve El Kaide’ye karşı askerî direniş organize edildi. Onun Suriye’de IŞİD’e karşı savaşta kişisel katkısı şüphe götürmez. Suikast, Ortadoğu’da askerî-siyasal gerilimin tırmanmasına ve uluslararası güvenlik sistemi açısından ciddi olumsuz sonuçlara yol açacaktır.” (aktaran Fehim Taştekin, Gazete Duvar, 9 Ocak 2020).

Türkiye’nin ilk tepkileri, şaşkınlıkla bekleme eğilimini göstermekteydi.

Putin, TürkAkım gaz hattını açmak için Türkiye’ye planlanmış uçuşunu, Suriye üzerinden, Emevi Camii de dahil bazı ziyaretlerinin ardından gerçekleştirdi. Erdoğan, o buluşmada, birdenbire, “savaş tamtamları” çalanlar var demeye başladı. O buluşmadan sonra, bölgede sürdürülen “vekâlet savaşlarından” söz etmeye başladı.

İnsan dinlerken, Erdoğan’ın ne kadar “esnek” olduğuna şaşmadan edemiyor. Sanki Suriye’de Emevi Camii’nde namaz kılma hevesleri başkasına ait idi. Sanki Libya’ya tezkere çıkartma işi başkasına ait. Sanki, Suriye’de hâlâ işgalci bir güç Türkiye değil, sanki İdlib’deki çetelerin hamisi Türkiye değil, sanki İdlib’deki çetecilerin Tunus’tan Libya’ya geçişi için uğraşan başkası imiş gibi.

Tüm bu savaş, Irak toprakları üzerinde gerçekleşiyor.

Irak parlamentosu, ABD askerlerinin ülkeyi terk etmesi için karar aldı ve ABD önce sanki bunu kabul etti de sonra vazgeçti gibi bir durum ortaya çıktı. Ve Barzani, “Irak’ın IŞİD ile mücadelede koalisyon güçlerine ihtiyaç duyduğu görüşündeyiz” diye açıklama yaptı.

Aynı gün, ABD, BM’ye bir mektup gönderdi. Mektupta “İran rejiminin, uluslararası barışı ve güvenliği daha fazla tehlikeye atmasını önlemek amacıyla, İran ile müzakerelere ön koşul olmadan katılmaya hazırız” denildi.

Şimdilik, sanki bir “yumuşama” ortaya çıkmış gibidir.

Ama bu aldatıcıdır.

ABD, daha yeni saldırıları da deneyecektir.

ABD nasıl ki, Irak parlamentosunun kararına rağmen, Irak’ta kalmaya karar verdiğini duyurdu ise, aynı biçimde bu saldırıların yenilerini de devreye sokacaktır.

Bu konuda tetikçisi Türkiye’den yararlanmak için harekete geçeceği kesindir. Erdoğan’ın iktidardaki ömrü tartışma konusu iken ve Erdoğan iktidarda kalmaya bu denli “mecbur” iken, ABD ile yeni anlaşmaların içine gireceği de açıktır. Erdoğan’ın, bize “dans” olarak sunduğu, iki büyük güç arasında oynama isteğinin, artık bir kukla oyunu olduğu açıktır. İpleri bir o taraf, bir diğer taraf çekmektedir.

LİBYA’YA ASKER GÖNDERMEK Mİ,
YOKSA ATEŞKES Mİ?

Türkiye, Süleymani suikastından önce, Libya’ya asker göndermek ile meşgul idi. O kadar ki, Muktedir, buna karşı çıkan herkesi, ister bir gazeteci, ister bir öğretim üyesi, ister herhangi bir “muhalefet” partisi olsun, hepsini “vatan haini” ilan ediyordu.

Saray Rejimi, bir yandan İdlib’den çeteleri Libya’ya gönderiyor, bir yandan da doğrudan asker gönderiyordu. Çetelere gidecek silâhlar, Tunus’ta yakalanmıştı.

Saray Rejimi, Erdoğan, ömrünü uzatmak için, Libya savaşına müptela gibi sarılmıştı. Bunun da iç politika ile ilgili yönleri olduğu açık. Ama bir o kadar da, savaş cephesinin, ABD ve İsrail cephesinin planlarının bir parçası olduğu anlaşılıyor.

Normalde TC devleti, Suriye ile anlaşma yapıp, Akdeniz’deki kıyıları konusunda daha sağlam yere basmayı denemesi gerekirken, Libya ile anlaşmalar yapıp, saldırgan bir güç olduğunu göstermeyi yeğlemektedir. Bu hamleler, aslında, ABD’nin işine gelen hamlelerdir.

Olur da, savaş taraftarlığı ve milliyetçilik yeniden kabarırsa, belki Erdoğan’ın iktidardaki ömrünü biraz olsun uzatabilirdi.

Ama Libya ile ilgili saldırgan tutum, doğrudan iç savaşın tarafı olma durumu, Türkiye’nin Kaddafi’nin devrilmesi konusunda ABD’ye verdiği yardım düşünülürse, tam da ABD planları ile örtüşmektedir. Öte yandan, Suriye’nin resmî ve BM tarafından tanınan hükümetine karşı tutum ile, Libya’nın BM tarafından tanınan hükümetine karşı tutum, çelişkilidir de.

Bu durum, savaş bulutlarının ne denli yoğunlaştığının açık kanıtıdır. ABD nasıl ki, haydutluğunu gizlemiyor, Türkiye de aynı durumdadır. Suriye işgali konusunda attığı adımlar bunun kanıtıdır. Libya’da da olan bunun bir başka versiyonudur.

Ne kadar kargaşa, ne kadar kaos varsa o kadar iyidir, diye plan yapan silâh tekellerinin ve ABD yönetiminin tutumu ile aynı karakterdedir. Tam bir tetikçi tutumudur.

Ve Putin geldikten sonra, bu kez allayıp pullayarak, 12 Ocak 2020’de ateşkes ilan edileceğini, bunun için iki ülkenin görüş birliğinde olduğunu açıklamışlardır. Bir hafta önce Libya’ya asker gönderme hevesi tavan yapmıştı. Şimdi ise ateşkesten söz edilmektedir. Demek ki, yarın tekrar savaş naraları atılacaktır. Savaş müptelalığı budur.

BARIŞ MI İSTİYORSUNUZ?

İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar; barış mı istiyorsunuz? Dünyanın her yerinde akmakta olan kanın durmasını mı istiyorsunuz? Milyonlarca çocuğun aç, çıplak, evsiz yaşamasını istemiyor musunuz? Göçlerin durmasını mı istiyorsunuz? Kan ve gözyaşının durmasını mı istiyorsunuz?

Yanıtınız evet ise, yol bellidir.

Bu düzene, dünya kapitalizmine, emperyalist boyunduruğa, emperyalist sömürüye, aşağılanmanın her türüne, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek için, devrimci mücadeleye, devrimci direnişe katılmanız gerekir.

Barış, ancak devrim için savaşılarak sağlanabilir.

Barış, ancak sosyalist bir dünya kurularak mümkün olabilir.

Emperyalist güçler, en başta, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya olmak üzere, dünyayı yeniden bölüşmek için, kendi pastalarını büyütmek için bir yeni savaşa girişmişlerdir. Bu, üçüncü dünya savaşının ön günleridir, arifesidir.

Bugün burada, geçici anlaşmalar yapılmakta, birçok anlaşma ancak birkaç gün geçerli kalmaktadır. Emperyalist güçlerin bu paylaşım savaşımı, bizim savaşımız değildir. Bu, insanlığa karşı bir savaştır. Hangisi kazanırsa kazansın, halklar, işçi ve emekçiler, hayatı üretenler kaybedecektir.

Bu savaşa karşı, her işçi, kendi devletine karşı özgürlük ve sosyalizm, adalet ve ekmek için savaşmak zorundadır. Gerçek barış, ancak böyle sağlanabilir.

Boyun eğene saygı duyulmaz

Gizli bir kabul, bir hastalık gibi, tüm toplumu sarmıştır: Sanki, eğer bir eylemde devrimciler ortaya çıkmasa, eğer radikal sol sahaya çıkmasa, eğer devrimci sosyalistler geri durursa, devlet, polis, bir şey yapmaz.

İşte bu, korkaklığa bahane bulma girişimidir.

İşte bu, bunca olayın yaşandığı bu topraklarda devleti “tanımamak”tır, yanlış tanımaktır.

Sanki, Cumartesi Anneleri, yanlarında devrimciler olmamış olsa, eylemlerini rahat mı yapacaklar?

Sanki, işçiler, greve gittiklerinde, kendilerine destek veren devrimci sosyalistler ziyaretlerine gelmemiş olsa, daha mı rahat bir mücadele yürütecekler?

Sanki Kaz Dağları direnişine devrimciler katılınca, devlet daha şiddetli saldırıyor da, devrimciler yoksa, “buyurun” deyip yolları mı açıyor?

Çorlu’da tren kazası yaşandı. Hepsi budur. Tren kazasının araştırılmasını isteyen aileler, bunun için Ankara’da mahkeme önüne giderken, polis tarafından coplandılar. Şimdi sizce, gerçekten, bu eylemde devrimciler de var olmuş olsa idi, bu eylem 10 binlerce insanın katıldığı bir eylem olsa idi, daha mı kötü olurdu?

Örnekleri uzatmak mümkündür.

Bu, Saray Rejimi’nin özel isteğidir.

Bu, 12 Eylül psikolojisinin devam ettirilmesi girişimidir.

12 Eylül’de Kenan Evren, işçi ve emekçilere, öğrencilere, kadınlara, kısacası direnen herkese, bir yandan hain dedi, bir yandan da devrimcileri hedef tahtasına oturttu. Hem işçilere, bunlar sizin “kafanızı yıkıyor” denildi, hem de devrimcilerin nasıl katledildiği özel olarak duyuruldu. Bir yandan korku pompalandı. Böylece halka, bunlardan uzak dur, sen de yanarsın, dendi. Devrime azıcık olsun ‘bulaşmış’ herkese saldırdılar ki, işçi ve emekçiler, öğrenci ve kadınlar devrimci hareketten uzak dursunlar. Böylece, en önde olanlar saldırı altında iken, seyredenler kirlendiler.

Hem de aynı anda yalanlar yaydılar. Devrimcilerin ne kadar saçma sapan insanlar oldukları anlatıldı. Sudaki İz de budur, “kafanızı yıkadılar” da budur, Kur’an elde Evren’in yaptığı konuşmalar da budur, okur-yazar takımının devrimci olmadıklarını ispatlamak için devrimci harekete karşı yalan yanlış saldırıları da budur.

Saray Rejimi, bu korku iklimini yeniden egemen kılmak istiyor.

Gezi Direnişi ile aralanan korku perdesi, yeniden ve daha büyük bir karanlık duvar olarak örülmek isteniyor.

Sansür arttıkça, otosansür de artıyor.

Devrimciye, Kürt’e saldırı arttıkça, bunlardan uzak durma yaygınlaşsın isteniyor.

Ama bu kez işleri zor.

İşte bu nedenle, CHP’ye de özel görevler verdiler.

Anlaşılan sadece CHP değil, bazı sosyal çevreler de bu konuda görevlidirler.

Söylenen özetle şudur:

1- İleri eylemler yapmayın,

2- Çok eylem yapacaksanız, mecbursanız, eylem yapıyormuş gibi yapın, sınırları aşmayın.

Bize, daha geniş katılımlı, daha büyük kitlesel eylem yapalım ve bunun için biraz taktik, biraz manevra devreye koyalım, demiyorlar. Hayır, açık ve net olarak, Saray Rejimi’nin artan saldırıları nedeni ile, onları kızdırmayalım ve geri duralım, diyorlar.

Ey işçiler, asgarî ücret çok mu düşük geldi, eylem yapmayalım, yoksa demokrasi yok oluyor, siz sandığı bekleyin diyorlar. Toplu sözleşme görüşmeleri mi tıkandı, bir kez daha siz taviz verin, büyüklük sizde kalsın, bakın bu Saray Rejimi çok saldırgan, diyorlar. Sokakta cinsel saldırıya uğrayan kadına, “bak sen de biraz daha kapalı giyin” demek gibi bir şeydir bu.

Boyun eğme öğüdüdür bu.

Öğütlerinize karnımız tok. Sizde kalsın, istemez.

Boyun eğene, boyun eğdiren dahil, kimse saygı duymaz.

Örnek mi?

İstanbul Üniversitesi’nde, bir yemek eylemliliği yaşandı.

Olay şöyle başladı:

Rektörlük, kahvaltıyı kaldırdı. Akşam öğünü 3,5 TL’den 18,5 TL’ye çıkarıldı. Böylece, üniversite rektörü tasarruf yapacaktı. Kendi lüksünden tasarruf yapmıyor. Okulun polis ile ilgili masraflarından tasarruf yapmıyor, kendi götürecekleri paralardan tasarruf yapmıyor. Ama öğrencilerin yemeğinden tasarruf kararı alıyor.

İşte size Saray Rejimi’nin ülke ekonomisini düzeltmek için, krizin faturasını kime yıkacağının en açık kanıtı.

Öğrenci eylemleri başladı.

Polis copladı.

Sizce, bu eylemlere devrimci öğrenciler katılmamış olsa, bu eylemlere polis müdahale etmeyecek miydi? Ne utanmazlık! Siz hafızanızı kaybetmişsiniz ve utanmadan direnenlere akıl satıyorsunuz!

Eylemler coplamaya rağmen, kararlılıkla sürdü.

Eylemler kesilmedi. Polis copladı, öğrenciler direndiler.

Sonuç ne mi?

İşte rektörlüğün uzun açıklamasının son paragrafı:

“Rektörlüğümüz öğrencilerimizin yoğun talebi üzerine, bütçe harcama planını yeniden gözden geçirmiş, diğer hizmet alanlarından kısarak yemek hizmetinin aynı şekilde devamını sağlamıştır. Önceliğimiz her zaman öğrencilerimizdir; onların güven içerisinde, sağlıklı ve huzurlu şekilde eğitimlerine devam etmeleri için elimizden gelenin en iyisini yapmaya devam edeceğiz.”

İşte sonuç.

Rektörlük, öğrencilerin yoğun talebini nasıl anladı? Yanıt: Öğrenciler direndiler. Direndiler, coplandılar, yine direndiler. Tutuklandılar, yine direndiler.

Yoksa, “aman ileri gitmeyin” diyenlerin sandığı gibi, anket yapıp öğrenci taleplerini öğrenip, ona göre karar vermediler. Sanki, öğrencilerin yoğun talepleri, rektörlük için bir sır mı idi? Elbette değildi.

Öğrencilerin, mesela parasız, bilimsel, özgür bir eğitim istediği acaba bir sır mıdır? Neden Rektörlük, Saray Rejimi, bu talep karşısında aynı şeyi söylemiyor? Söylemiyor çünkü, öğrenci direnişi ve örgütlülüğü bu boyutta değildir.

İşçiler, acaba yoğun bir biçimde daha yüksek bir asgarî ücret istemiyor mu? Böyle bir talepleri yok mu? Neden alamıyorlar? Çünkü işçi sınıfı sendikalarını devlete-sendika mafyasına, patronlara teslim etmiştir ve örgütlülüğü, direnişi yeterli değildir.

Ülkenin İçişleri Bakanı’nın, “bu halkı 5 yıl daha kayyumla yönetirsek, artık bize oy verirler” dediğini unutmayalım. Yani, iktidar, baskı ve devlet terörü ile kitleleri sindirerek, herkesi boyun eğmeye zorlayarak ayakta durmaya çalışıyor. Yoksa Kürt halkının kendi seçtiği belediye başkanları, onların taleplerini ifade etmiyor mu?

Rektörlük, direniş karşısında, öğrenci yemeklerini eskisi gibi devam ettirme kararı aldı. Şükür, “bir hayırsever bulduk, adam zekâtını veriyor, öğrenci yemek paralarını oradan karşılıyoruz” demediler.

Öncelikleri her zaman öğrencilermiş! Polis coplarını bu nedenle öğrencilerin sırtlarından eksik etmiyorlar. Bu nedenle üniversiteleri açık hapishaneye çevirdiler. Bu nedenle tüm eğitim sistemini paralı hâle getiriyorlar. İşte önceliğiniz budur.

Rektörlük açıklamasında, yüzsüzlüğün izleri kadar, bir “saygı”nın da izleri var.

Direnirsen, boyun eğmezsen, sana eninde sonunda düşmanların da saygı duyacaktır.

Örgütsüz isen, yoksun, sayılmıyorsun, hesap edilmeyensin.

Örgütlü isen, direniyorsan, bir şans elde edersin.

Gerçek budur.

Mücadele dışında bir yol ile, bir hak kazanmak mümkün değildir.

Bedava verilen ne olursa olsun, ardında bir hinoğlu vardır. Saray Rejimi de dahil, tüm burjuva devletler, tam da o hinoğludur.

Halkların tescilli katili ABD ve İsrail, Filistin topraklarından defolun

Ortadoğu halkları için en büyük tehdit olan ABD, Filistin halkları için yeni bir saldırı dalgasına başlayacağını duyurdu.

28 Ocak 2020 günü ABD Başkanı Donald Trump yanına İsrail Başbakanı Netanyahu’yu da alarak bir yılı aşkın süredir dillendirdiği, büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyarak arada adımlarını attığı “Yüzyılın Planı” adını verdiği “barış planını” açıkladı.

Plan; İsrail’in işgal ettiği birçok toprağı kalıcı hale getirirken, İsrail tarafından ilhak edilmesini sağlayarak meşrulaştırmaya çalışıyor. Ayrıca Kudüs’ü İsrail’in başkenti yaparken, Kudüs’ün ufak bir mahallesini Filistin’e başkent olarak lütfediyor.

Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları tümüyle rafa kaldırılırken, karşılığında ise bir miktar para ve dağınık toprak parçası verilerek ordusuz ve egemenlik haklarından yoksun bir yapı öneriliyor.

Irak’ta ve Suriye’de asıl nedenlerinin petrol olduğunu itiraf edenler, Filistin halkını para ile satın alabileceklerini düşünmektedirler.

ABD emperyalizmi, dünya barışının en büyük düşmanıdır.

İranlı Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin bir suikastla öldürülmesinin üzerinden daha bir ay bile geçmemiştir. Saldırı sonrası İsrail’in ilk alkışlayan olması, iki ülke arasındaki kirli ilişkileri açıkça göstermektedir.

Bugün bölgede Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Yemen, İran başta olmak üzere birçok ülke emperyalizmin saldırıları ile dize getirilmeye çalışılmaktadır. En son Irak’ta bir milyon insanın sokağa çıkarak ABD’yi topraklarında istemediklerini belirtmeleri gibi, birçok ülkede emperyalizmin bölgeden atılmasına dair protestolar artmıştır.

Fakat başta Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere bölge devletlerini de arkasına alan ABD, Filistin’e karşı giriştiği bu saldırganlığını büyütme peşindedir.

Daha önceki deneyimlerle açıkça görüldüğü üzere, TC’nin yapacağı açıklamaların, ne dediğinden bağımsız, hiçbir anlamı yoktur.

Erdoğan, İsrail’e ne zaman bağırdı ise, o zaman daha fazla ekonomik ilişkiler geliştirdi, o zaman daha büyük ihaleleri İsrail’e verdi, o zaman İsrail ile ilişkileri daha da derinleşti. Erdoğan, bu sorunu, içeride oy devşirmek için kullandı. “One minute” olayının bir tiyatro olduğunu bizzat kendileri itiraf ettiler.

Gerçekten samimi iseler İsrail’i askerî, diplomatik, ekonomik, akademik ve kültürel alanlarda boykot etmeleri gerekmektedir.

Lübnan, Irak, İran, Ürdün, Mısır’daki protestolar başta olmak üzere bölge halklarının yaşanan sömürü ve yağma düzenine isyanları; emekçi halkların iktidarını hedefleyen anti-emperyalist direnişi yükseltmenin bugün daha olanaklı olduğunu göstermektedir.

Çözüm, gelecek, halkların kendi ellerindedir. Emekçilerin kendi ellerindedir. Dünya halklarının kendileri kardeştir. Bu nedenle, emperyalizme karşı halkların ortak anti-emperyalist direnişini örmek dışında yol yoktur. Filistin için barışçıl bir gelecek, ancak ve ancak, emperyalist güçleri topyekûn bölgemizden kovmakla mümkündür. Özgürleşmenin tek yolu budur.

Filistin Filistinlilerindir!

Yaşasın halkların ortak mücadelesi!

Emperyalistler, işbirlikçiler, Ortadoğu’dan defolun!

Baskı ve tehditleriniz bu çürümüş düzeni kurtaramaz…

22 Ocak Çarşamba günü, İHD İstanbul Şubesi’nde bir basın toplantısı ile dergi okurumuz Alican Aygün’e yönelik baskı ve tehditleri teşhir ederek, son verilmesi çağrısı yapıldı.

Kendisi de bir işçi olan ve işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele eden Kaldıraç okuru Alican Aygün’ün, 2019 yılının Temmuz ayından bu yana sivil polislerin baskı ve tehditleri ile karşılaştığını söyleyen Kaldıraç dergisi yazı işleri müdürü Ülkü Gündoğdu, baskı ve tehditlerin eşit, özgür, adil, sömürüsüz bir yaşam mücadelesini engelleyemeyeceğini ifade etti.

Polisin tehditleri ile karşılaşan Alican Aygün ise, Temmuz 2019’da, Sarıyer Armutlu’da bir işçi arkadaşı ile yaptığı sohbet sonrası, mahalleden ayrılırken aracının polis olduklarını söyleyen üç kişi tarafından önünün kesilerek durdurulduğunu, kendisine ve arkadaşına dair çalıştıkları iş, oturdukları yerlerle ilgili bilgiler verip, kendisini tanıdıklarını söyleyerek tehdit edildiğini ifade etti. Sonraki günlerde aynı polislerin İstinye’deki işyerinin önünde araba içinde bekleyerek tacizlerini sürdürdüklerini, son olarak 20 Aralık 2019’da oturduğu yer olan Gazi Mahallesi’nde, evinin sokağında transit bir minibüsten inen aynı polislerce yolunun kesilerek tehditlerin devam ettiğini söyledi. Kendisine dair her şeyi bildiklerini, isterlerse 20 yıl yatırabileceklerini, çoluğu çocuğu olduğunu, aklını başına alması ve zorluk çıkartmaması gerektiği gibi cümlelerle tehdit edildiğini ifade etti.

Kaldıraç’ın konuya dair açıklaması…

Basına ve halklarımıza…

Baskı ve tehditleriniz bu çürümüş düzeni kurtaramaz…

Tüm dünya, emeği ile yaşayan işçi-emekçilerin, ezilen halkların baskı altında sömürüsü ile var olan kapitalist-emperyalist düzene karşı isyanlarla çalkalanıyor.

Sömürü ve zulüm düzeninin sahiplerinin iktidarı, dünyanın dört bir yanında sorgulanıyor. Emeği ile yaşayan insanlar, bu çürümüş düzene karşı, “Artık yeter!” diyerek isyan ediyor.

Egemenlerin bu haklı isyanlara yanıtı, korkutmak ve sindirmek için baskı ve şiddeti daha da arttırmak oluyor. Ama bu da egemenlere çare olamıyor, olmayacak.

Tüm dünyada olduğu gibi, bu topraklarda da sermaye sınıfı, onun devleti, kolluk güçleri aynı şekilde, bu düzene karşı mücadele eden devrimcileri, işçileri, halkları, öğrencileri, gazetecileri, siyasetçileri, akademisyenleri, kadınları velhasıl muhalefet eden herkesi daha fazla baskı ile, şiddet ile korkutmaya, sindirmeye çalışıyor. Kendi korkularını, insanca ve onurlu bir yaşam isteyen bizlere bulaştırmak istiyorlar.

Nafiledir!..

Taciz, tecavüz, işçi cinayetleri, kadın cinayetleri, doğanın yağmalanması, savaş, işsizlik, yoksulluk, geleceksizlik dışında bu topluma, insanlığa vaat edeceği hiçbir şeyi kalmamış kapitalist düzenin sahipleri ne yaparlarsa yapsınlar, kendilerini kurtaramayacaklar.

Bir işçi olan ve işçi sınıfının kurutuluşu mücadelesini yürüten okurumuz Alican Aygün, 2019 Temmuz ayından bu yana sivil polislerce baskı ve tehditlerle karşılaşmaktadır.

2019’un Temmuz ayında Sarıyer Armutlu Mahallesi’nde, bir işçi arkadaşı ile görüştükten sonra, aracı ile giderken sivil bir polis aracı ile yolu kesilmiş, arabadan indirilerek tehdit edilmiştir. Takip eden günlerde, çalıştığı işyerinin önünde araba içinde bekleyerek tacizlerine devam etmişlerdir.

Son olarak, 20 Aralık 2019’da, yaşadığı yer olan Gazi Mahallesi’nde, evinin sokağında yolu kesilerek tehdit edilmiştir. İsterlerse 20 yıl yatırabileceklerini, çoluğu çocuğu olduğunu, zorluk çıkarmaması gerektiğini söyleyerek tehdit etmiş, daha sonra yine görüşeceklerini söyleyerek bırakmışlardır.

Bu tehditler ne ilktir ne de son olacaktır. Ama bu çürümüş düzenin sahiplerinin bilmesi gereken de, sömürü ve zulüm sürdükçe, eşit, özgür, adil, sömürüsüz bir yaşam mücadelesi de sürecektir.

Okurumuz Alican Aygün’ün başına gelecek her şeyden İstanbul Emniyeti, Valilik ve bu devleti yönetenler sorumludur.

Okurumuza yönelik baskı ve tehditlere son verin.

“…Esas define toprağın üstünde…”

13. yılında yine Ahparig’i anmak için vurulduğu yerdeyiz.

Evet, biz, hani şu “giderek azalıyorlar” dedikleri.

Öyle mi acaba, azalıyor muyuz giderek? Bir gün gerçekçi bir masalda yazacak mı örneğin: “Bu topraklarda özgürce yaşamak isteyen insanlar azalmış, azalmış, azalmış… en sonunda bitmiş…”

Özgür yaşamak isteyenlerin düşmanı olan, halkların, emekçilerin düşmanı olan egemen sınıf için güzel masal olurdu… Her gece dinleyip, bir gün özgürlük isteminin gerçekten bitebileceğini düşünerek mışıl mışıl uykuya dalabilirlerdi. Ama sanırız, bu masallara kanmayacak kadar örgütlüler ve sınıf bilincine sahipler.

Bu masallara kananlar genelde bizim safımızdan, bizim insanlarımız oluyor. Ne zaman yüz binler olup sokaklara taşıyoruz, o zaman kendine de, kendisi gibi olanlara da inanıyor. Ne zaman sokaktaki kalabalıklar azalıyor, o zaman “biz azız, kaç kişi kaldık şurada” demeye başlıyor. Tarih ise her seferinde şaşırtmayı başarıyor onları bile.

İşin gerçeği şu; dün daha kalabalık, bugün daha az, yarın daha kalabalık… Böyle gidecek bu. Hrant’ın arkasından iki yüz bin kişi de yürüdüğümüz oldu. Gezi’de milyonlar olup sokakları da doldurduk. Yarın da bu olacak. Ama bakmamız gereken, istediğimiz dünya için, Hrant’ın da savunduğu dünya için, tarihle hesaplaşabildiğimiz, eşit ve omuz omuza olduğumuz bir dünya için bugün ne yaptığımız.

Halkların katledilmesinin planlarını yapanlar, bu topraklardaki tüm zenginliğe el koyanlardır. Bizim gibi emeğiyle geçinenlerin emeğini de sömürenler, gırtlağımıza yapışanlar yine onlardır. Tarihin aydınlanmasından büyük bir korku duyanlar da onlardır. Birbirimizle kucaklaşmamızdan büyük korku duyarlar, korkularını bize bulaştırmaya çalışır, bizi sindirmek için her türlü planı yaparlar.

Onlar bir sınıflar ve bize savaş açmışlardır. Örgütlüler ve sınıf bilincine sahipler, demiştik. Ve herkesi temin edebiliriz ki, utanmaları filan da yoktur.

Biz daha örgütlü olmadan tarihle yüzleşemeyiz. Örgütlü olmadan, deneyimlerimizden dersler çıkaramayız, bilince sahip olamayız. Hrant’ın “esas define toprağın üstünde” deyişinden süzülen bu toprakların insanlarına olan inancını kavrayalım. Bu insan emeğini sömüren, halkların kültürlerine, varlığına savaş açan sınıfa, kapitalist emperyalizme karşı bir araya gelelim.

Bütün dünyada, Şili’de, Lübnan’da, Fransa’da ve daha pek çok ülkede isyanlarla ve grevlerle bir araya gelen işçilerin, emekçilerin, halkların, kadınların gençlerin deneyimlerini izleyelim.

Öfkemizi biriktirelim. Bizde ve komşumuzda ve iş arkadaşımızda, geleceksizlikten, aşağılanmaktan, yok sayılmaktan biriken öfkeyi kendimizden başlayarak örgütlü güce dönüştürelim.

Tarihimizde onur duyduğumuz insanlar var, ve hep olacak. Onlar öldürülemeyenlerdir. Biz bu yüzden Hrant olmaktan, Hrant’ın yoldaşı olmaktan onur duyuyoruz. Bu topraklarda özgürlük isteği nasıl bitirilemezse, Hrantlar da öyle var olacak. Hep onların emeğinden, mücadelesinden, yazdıklarından, konuştuklarından öğreneceğiz bu mücadele boyunca. Onları omuzbaşımızda bulacağız.

HEPİMİZ HRANT’IZ, HEPİMİZ ERMENİYİZ!

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA;
YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

Niçin hedef seçildim?*

Hrant Dink

* Bu yazı 12 Ocak 2007 tarihinde Agos Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

Başlarken bir not: Hiç işlemediğim “Türklüğü aşağılamak” suçundan 6 aya mahkum oldum. Şimdi artık son çare olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyorum. 17 Ocak tarihine kadar avukatlarım başvuruyu gerçekleştirecekler ve benden de başvuruya eklemek için olayların gelişimini anlatan bir yazı istediler. Ben de dosyaya konacak bu yazıyı kamuoyuyla paylaşmayı uygun gördüm. Çünkü benim için AİHM’in kararı kadar ve hatta ondan daha fazla Türkiye toplumunun vicdani kararı önemli. Birkaç hafta sürecek bu yazı dizisindeki bazı bilgileri ve ruh halimi muhtemelen AİHM’e başvurmak mecburiyetinde kalmasaydım ilelebet kendime de saklayabilirdim. Ama madem ki iş bu noktaya kadar geldi olan biten herşeyi paylaşmak galiba en iyisi…  

Sadece benim değil, sadece Ermenilerin de değil… Tüm kamuoyunun merak ettiği ve sormaktan kendini alamadığı soru şu: “Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301’den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink niye 6 aya mahkum oldu?”

Hafif atlatılanlar…

Bu aslında yanlış bir tespit ya da gereksiz bir soru değil.

Anımsanırsa eğer Orhan Pamuk için dava celsesi başlamadan daha, “Ne yapılabilir de dava düşürülebilir?” diye az takla atılmadı.

Kimine göre Adalet Bakanlığı’nın yargılama için izin vermesi gerekiyordu, dolayısıyla oraya sormak gerekirdi. Nitekim öyle de yapıldı.

Topun kendisine atıldığını gören Adalet Bakanı ise sıkışmışlığın arasında bir yandan Pamuk’a ateş püskürdü, bir yandan da ortaya çıkıp “Ben böyle bir şey demedim” demesi için çağrılarda bulundu.

Sonuçta “Pamuk davası”nın ilk celsesi gerçekleşti ve bu ilk  duruşma esnasında yaşanan vandalist saldırılarla Türkiye dünyaya rezil olunca, davanın ikinci celsesi aynı şekilde yaşanmasın diye de ikinci celsenin yapılmasına bile gerek kalmadan dava düşürüldü ve Pamuk’un 301 macerası teknik bir çözümle sona erdirilmiş oldu.

Benzer sürecin daha hafifi ise Elif Şafak davasında yaşandı.

Öncesinde hayli patırtısı koparılan dava daha ilk celsesinde, Şafak’ın mahkemeye görünmesine bile gerek kalmadan, sona erdirildi. Bu teknik çözümlerden herkes memnundu. Başbakan Tayyip Erdoğan dahi Şafak’a telefon açıp geçmiş olsun dileğinde bulundu.

Benzer “Hafif atlatmaları” Ermeni Konferansı’nın sonrasında yazdıkları nedeniyle haklarında “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla dava açılan gazeteci ve akademisyen arkadaşlar da yaşadılar.

Cevaplanamayan…

Bu davaların bu şekilde hafif atlatılmış olmasını kıskandığım sanılmasın. Aksine bu davaların ya da soruşturmaların açılmış olması dahi mağdurları açısından çok ağır bir bedeldir ve tüm bu davalardan yargılanan arkadaşların yaşamış oldukları haksızlığın ne gibi bir ağırlık taşıdığını en iyi bilenlerdenim ve paylaşanlardanım.

Benim derdim onların davalarında gösterilen kaygı ve telaşın, Hrant Dink davasında niçin gösterilmediğini sorgulamak ve cevaplamak. 

Nitekim gördük ki, bu hafif atlatmalar Hükümet’e bir tür obsiyon verdi ve 301’in kaldırılmasını isteyen Avrupa Birliği’nin baskısı karşısında, “Sonuçları güzel” bu uygulamalar örnek olarak gösterilebildi ancak Hükümet’in 301’e ilişkin elinin kolunun bağlı kaldığı ve Avrupa Birliği yetkililerine herhangi bir cevap yetiştiremediği tek örnek ise Hrant Dink’in mahkumiyet almış olması oldu.

Konu o davaya geldiğinde diller kilitlendi.

Sahi, “Türklüğü aşağılamak suçlamasıyla 301’den soruşturma ya da dava açılan hemen herkes için bir biçimiyle teknik ya da hukuki çözüm bulundu ve dava mahkumiyete varmadan daha ilk celselerde sonuçlandı da, Hrant Dink, üstelik de hiç suç işlemediği bir yazısında, niçin 6 aya mahkum oldu?”

Ermeni olmamın rolü

Evet, bu cevaba hepimizin ihtiyacı var! Özellikle de benim.

Sonuçta bu ülkenin bir yurttaşıyım ve ısrarla herkesle eşit olmak istiyorum. 

Ermeni olduğum için kuşkusuz bundan önce birçok olumsuz ayrımcılıklar yaşadım.

Sözgelimi 1986 yılında Denizli 12. Piyade Alayı’na kısa dönem askerlik (8 aylık) için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar.

İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Üstelik bir tür rahatlık dahi sağlamıştı. Nöbet ya da daha zorlu görevler de verilmeyecekti.

Amma velakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında, tek başıma iki saat boyunca ağladığımı hiç unutamıyorum.

Alay komutanımın odasına çağırıp, “Üzülme, bir sorunun olursa gel bana” deyişi hâlâ belleğimde bir yara.

301’den yargılanış, aklanış ya da mahkum oluş bir rütbe takdimi değil hiç kuşkusuz.

Dolayısıyla  “Onlara verilmediğine göre bana da verilmemeliydi”, hele hele de “Bana verdiklerine göre onlara da verilmeliydi” arayışında asla olamam.

Ama ayrımcılığa uğramanın tecrübeleriyle pişmiş biri olarak ussal refleksimin şu soruyu sormaktan da hiç geri durmadığını itiraf etmeliyim:

“Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?”

Bildiklerim ve sezdiklerim

Bu soruya karşılık, bildiklerimi ve sezdiklerimi yan yana getirdiğimde verebileceğim bir cevap var elbet.

Özeti de şu: Birileri karar verdi ve “Bu Hrant Dink artık çok olmaya başladı… Ona haddini bildirmek gerek” diyerek harekete geçti.

Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi çok merkeze alan bir iddia bu. Abarttığım öne sürülebilir.

Ne var ki benim ruhsal algılamam bu… Elimdeki veriler ve yaşadıklarım bana bu iddiam dışında bir seçenek bırakmıyor.

İyisi mi şimdi bana düşen tüm yaşadıklarımı ve sezgilerimi sizlere aktarmak. Sonrası sizin bileceğiniz.

Haddimin bildirilmesi

Öncelikle Hrant Dink’in “Çok olmasına” biraz açıklık getireyim.

Dink zaten epeyi bir süredir dikkatlerini çekiyor, canlarını sıkıyordu.

1996 yılıyla birlikte, AGOS’u çıkardığından beri Ermeni toplumunun sorunlarını dile getirirken, haklarını talep ederken ya da tarihin konuşulmasına ilişkin Türk resmi tezinin hoşuna gitmeyen kendi duruşunu sergilerken, arada bir çizmeyi aştığı olmuyor değildi ancak asıl bardağı taşıran damla 6 Şubat 2004 tarihinde AGOS’ta yayınlanan “Sabiha Gökçen” haberi oldu.

Dink imzasıyla ve “Sabiha-Hatun’un sırrı” başlığıyla  verilen haberde Gökçen’in Ermenistanlı akrabaları konuşuyor ve  Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in aslında yetimhaneden alınmış bir Ermeni yetim olduğunu iddia ediyorlardı.

Bu haber, Türkiye’nin en çok satan gazetesi Hürriyet’te 21 Şubat 2004 tarihinde AGOS’tan alıntılanarak manşetten verilince olanlar oldu ve Türkiye’de yer yerinden oynadı.

15 günü aşkın bir süre tüm köşe yazarları habere ilişkin olumlu, olumsuz yorumlarda bulundular, değişik kesimlerden değişik beyanatlar verildi. Tüm bunların içinde en önemlisi ise Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı yazılı açıklama oldu.

Genelkurmay bu haberi yapanlara karşı “Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür” açıklamasıyla tepki koyuyordu.

Onlara göre bu haberi yapanlar art niyetliydi, Türk kadınının miti ve sembolü haline dönüştürülmüş bir kişinin Türklüğünü birden bire onun üstünden çekerek o kimlikte deprem yaratmaya çalışıyorlardı.

Kimdi bu densizler, kimdi bu Hrant Dink?

Ona haddi bildirilmeliydi!

Resmi sohbete davet

Genelkurmay bildirisi 22 Şubat Pazar günü yayınlandı.

Evimde, televizyon haberlerinden dinledim uzun bildiriyi.

O gece çok rahat değildim. Ertesi gün muhakkak birşeyler olacağını seziyordum. Nitekim tecrübelerim ve sezgilerim beni yanıltmadı.

Ertesi gün sabahın erken saatinde çaldı telefonum.

İstanbul Vali yardımcılarından biri arıyordu. Sert bir tonla, habere ilişkin elimdeki belgelerle Valiliğe beklediğini bildirdi.

“Bu çağrının hangi amaçla yapıldığını?” sorduğumda ise “Sohbet etmek ve elinizdeki belgeleri görmek” şeklinde yanıtladı.

Tecrübeli gazeteci dostlarımı aradım, bu çağrının hangi anlama geldiğini sordum.

“Bu tür sohbetlerin gelenekten olmadığı gibi bunun yasal bir prosedür de olmadığını ancak elimdeki belgelerle davete icabet etmemin doğru olacağını” telkin ettiler.

Dikkatli olmalıydım

Tavsiyeye uydum ve elimdeki belgelerle birlikte Vali Yardımcısı’nın yanına gittim.

Hayli nazikti Vali Yardımcısı.

İçeri buyur ettiğinde, odasında biri bayan iki kişi daha oturuyordu. Nazikçe “Onların kendisinin yakınları olduğunu, sohbetimizde hazır bulunmalarında bir mahzur görüp görmediğimi?” sordu.

“Bir mahzur görmediğimi” söyleyip oturduğumda zaten ortamın nazikliğini kavramıştım.

Hiç beklemeden girişi yaptı Vali Yardımcısı.

“Hrant bey” diyordu “Siz, tecrübeli bir gazetecisiniz. Daha dikkatli haber yapmanız gerekmez mi? Sonra böyle haberlere ne gerek var? Bakın ortalık nasıl allak bullak oldu. Hayır, biz sizi biliyoruz ama sokaktaki adam ne bilsin? Bu tür haberleri başka bir niyetle yapıyorsunuz sanabilir. Bakın şu elimdeki evrakı görüyor musunuz? Ermeni Patriği’nin bir başvurusu vardı, bazı internet sitelerinde Ermeni toplumunun bazı kurumlarına yönelik bazı densizler terör sayılabilecek girişimlerde bulunmaya çalışıyorlarmış. İşte biz de onları aradık ve Bursa’da bulduk, sonunda adalete de teslim ettik. Ama bakın işte sokaklar ne gibi insanlarla dolu. Bu tür haberlere daha dikkat etmek gerekmez mi?”

Vali Yardımcısı’nın bu girişle başladığı sohbete, odadaki misafirlerden erkek olan da katıldı ve ondan sonra da zaten sözü bir daha başkasına bırakmadı.

Vali Yardımcısı’nın sözlerini daha da net bir üslupla bu kez o yineledi.

Dikkatli olmamı, ülkeyi ve ortamı gerecek girişimlerden kaçınmamı telkin ediyordu:

“Sizin yazdığınız bazı yazılardan, her ne kadar üslubunuza katılmasak da, niyetinizin kötü olmadığını anlayabiliyoruz, ancak herkes bunu böyle anlamayabilir ve toplumun tepkisini üzerinize çekebilirsiniz” diyerek de beni kerelerce uyarıyordu.

Ben ise haberi hangi niyetle yaptığımı anlatmakla yetindim.

Birincisi ben gazeteciydim ve bu bir gazeteciyi heyecanlandıracak bir haberdi.

İkincisi de, Ermeni sorununu hep ölenler üzerinden konuşmak yerine biraz da kalanlar ve yaşayanlar üzerinden konuşmayı denemek istiyordum.

Ama görüyordum ki kalanlar üzerinden konuşmak daha zordu!

Odadan ayrılacaktım ki götürdüğüm belgeleri  görmek ya da almak için ısrar bile etmediklerini farkettim. Belgeleri isteyip istemediklerini onlara ben anımsattım ve verdim.

Zaten de konuşmaların içeriğinden, beni hangi amaçla oraya çağırdıkları belliydi.

Haddimi bilmeliydim… Dikkatli olmalıydım… Yoksa iyi olmazdı!

Artık hedefteydim

Hakikaten de sonrası iyi olmadı.

Valiliğe çağrıldığımın ertesi gününden itibaren birçok gazetede birçok köşe yazarı Ermeni kimliği üzerine yazmış olduğum deneme serisinin içinde geçen “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermenilerin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur” cümlesini cımbızlayarak, bununla Türk düşmanlığı yaptığımı ortak bir kampanyayla dile getirmeye başladılar. Bu yayınların ardından ise 26 Şubat günü İstanbul Ülkü Ocakları İl Başkanı Levent Temiz’in başını çektiği bir grup ülkücü, AGOS’un kapısına gelerek aleyhime sloganlar attı ve tehditlerde bulundu.

Polis gösterinin olacağını önceden haber almıştı. AGOS içinde ve kapısında gereken önlemleri aldı.

Tüm televizyon kanalları ve gazete muhabirleri de haberdar edilmişlerdi, hepsi AGOS’un önündeydi.

Grubun kullandığı sloganlar çok netti: “Ya sev ya terk et”, “Kahrolsun ASALA”, “Bir gece ansızın gelebiliriz”

Grubun lideri Levent Temiz’in yaptığı konuşmada hedef açık ve seçikti: “Hrant Dink, bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir.”

Grup gösterisini yapıp dağıldı. Ama ne hikmetse o gün ve ertesi gün herhangi bir televizyon kanalında (Kanal 7 hariç), herhangi bir gazetede (Özgür Gündem hariç) haber geçilmedi.

Belli ki Ülkücü grubu AGOS’un kapısına yönlendiren güç, basını ve medyayı da o olumsuz görüntü ve sloganların ardından blokaj altına -bir iki fireyle-  almayı başarmıştı.

Tehlikenin eşiğinde

AGOS’un önünde benzer bir gösteri de birkaç gün sonra kendilerini “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” olarak adlandıran grup tarafından yapıldı.

Ardından da devreye o güne değin hiçbir popülaritesi olmayan Av. Kemal Kerinçsiz ve onun başkanlığını yaptığı Büyük Hukukçular Birliği girdi. Kerinçsiz ve arkadaşları Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na giderek, hakkımda suç duyurusunda bulundular. Bu başvuruyla birlikte, Türkiye’nin itibarını bütünüyle zedeleyen 301 davalarına da hız verilmiş oldu. Benimle ilgili ise yeni ve tehlikeli bir süreç başlıyordu.

Gerçi ben hayatım boyunca hep tehlikelerin etrafında dolaşmıştım.

Ya tehlikeler beni çok sevmişti, ya ben tehlikeleri…

Ve işte yine uçurumun kıyısındaydım. Peşimde tekrar birileri vardı.

Onları seziyordum.

Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.