Ana Sayfa Blog Sayfa 114

Kayyım3310 var mıydı, yok muydu?

Yer, İkra kenti… Zaman, zamanlardan herhangi bir zaman… Olay, yaşanması güç, anlatması kolay…

İkra Belediye Konağında, makamında kayyım belediye başkanı sayın Nurettin Olursayer, karşısında ise Yaver-i Cafer oturmaktadır.

Nurettin, üç sene evvel İkra kentine kayyım olarak atanmıştı, lakin kendinden evvel de o kentte kayyım vardı. Ondan evvelki kayyım, usulsüzlük yaparak belediye mallarını, eş-dost demeden, düğünlerdeki takı merasimlerinde dağıttığından görevine son verilmişti. Onun üzerine yerine kayyım olarak Nurettin geçmişti. Zaten her beş senede bir, belediye seçimleri olsa da seçilen başkan daha makamında gelir-gider tablosuna bakamadan gelip gidiyordu.

Nurettin Başkan ile Yaver-i Cafer karşılıklı oturmuş, Nurettin Başkan kahvesini, Yaver-i Cafer ise çayını yudumlarken bir yandan da gazete haberlerine göz atıyorlardı. Cafer, başkanına sesli sesli haberleri tek tek okuyor, Nurettin ise onları kendince paldır küldür yorumluyordu.

“Yaklaşık altı ay önce Kaf Dağı’nın yarısı boşaltılmıştı. Son günlerde ise maden ocağı kurulması üzerine yapılan çalışmalar dünden itibaren durdurulmuştur. Büyük bir kitleden oluşan protesto grubu şantiye önünde nöbet tutarak çalışmaların sürmesine engel olmaktadır. Masal Kahramanları Derneği bunun üzerine açıklamada bulundu ve birçok insanın bu nöbete çağırdı. Dernek Başkanı Keloğlan şöyle konuştu; ‘Ey büyükler… Ey küçükler… Ey orta yaş bunalımına girenler… Biz yıllardır, bir dolu maceralar, hikâyeler yaşadığımız bu Kaf Dağı’ndan sürülmekteyiz. Siz de biliyorsunuz o hikâyeleri. Hepiniz o hikâyelerle büyüdünüz ve hâlâ büyüyorsunuz. Şimdi ise devlet, yabancı sermayeye bizi peşkeş çekerek evimizden, yurdumuzdan dışarı atıyor. Burada bir bor madeni ocağı kurulacakmış. Ama biz buna izin vermeyeceğiz. Direne… Direne… Kazanacağız.’ Masal Kahramanları Derneği Başkanı Keloğlan sözlerini şöyle sürdürdü; ‘Bütün yoldaşlarımızı Kaf Dağı Direnişine bekliyoruz’.”

Yaver-i Cafer okumasını burada bitirdi, çünkü Nurettin Başkan’ın haber yorumlaması kısmına gelinmişti.

“Cafer evladım Baş Diktamız ne der her zaman? Bunlar bir avuç çapulcu, der. Bir avuç çapulcu canım… Bir gün bağırırlar, ikinci gün anırırlar, üçüncü yallah… Hem devletimiz bir şey biliyor ki yapıyor bu bor madenini. Hem o Kaf Dağı’nda ne yapıyorlardı onlar? Yok biri kızın saçından çekerek odasına girmeye çalışıyor, diğeri uyuyan kızı uyandıracağım hesabına… Tövbe haşa… Namahreminden öpüyor. Onların kızlı-erkekli ne yaptıkları belli. Bizim çocuklarımızın bunlar hep ahlâkını bozdu. Hele o başkan denen Keloğlan, padişahın kızına gözü dikmiş. Tam devlet düşmanı.” Nurettin Başkan biraz duraksadıktan sonra, “O değil de bu Kaf Dağı nereye düşüyor Cafer?” diye sordu.

O anda Cafer biraz düşündü ama genel olarak takındığı tavrı hiç bozmadan cevabını şöyle verdi: “Beni bilirsiniz Başkanım. Ben iki yeri iyi bilirim. Bir ibadethane, ibadet etmek için; iki abdesthane, abdestimi almak için. Ben bu Kaf Dağı’nı ne duydum ne bildim.”

O sırada masada duran telefon çalmaya başladı. Nurettin Başkan hemen açtı, arayan kayınçosuydu. Yaver-i Cafer’ine odadan çıkması gerektiğini gözüyle çok güzel bir şekilde anlattı. Yaver-i Cafer ise hiç ikiletmeden hemen dış kapının eşiğinde kendini buluverdi.

“Alo kayınço… Sen merak etme, otopark sende. Sana enişte sözü, inanmıyor musun bana? Biliyorsun Baş Diktamızın bir tanıdığı istedi ama önceki kayyım elden çıkarmış, kayınçosuna vermiş dedim. Bak sırf senin için, Baş Diktama yalan söyledim. Aynen, üç katlı otopark ama sen rahat ol, ben sana izin çıkarırım. Dört, beş, altı… Artık uğurlu sayın kaçsa o kadar kat çıkarsın. Akşam alem yapak, ne diyorsun? Sen ayarla ortamı, belediye lokali hizmetinde.”

Tam o anda dışardan siren sesleri gelmeye başlamıştı. Nurettin Başkan ‘Ben seni sonra ararım’ deyip kapatmıştı telefonu. İki önde, iki arkada dört polis aracı ve ortada bir devlet kamyoneti tam belediye konağının önünde park etmişlerdi. Polis araçlarından bir ekip hızlıca çıkarak devlet kamyonetinin arkasından, buzdolabı kolisi boyutlarında, ahşap bir kutu indirdiler. Diğer ekip ise hızlıca belediye binasını sararak içerdekileri kontrol altında tutmaya çalıştılar. O sırada sirenleri duyan Nurettin Başkan bir eliyle bilgisayarını açıp bazı dosyaları silmeye başladı. Diğer eliyle de kilitli çekmesinden bazı dosyalar çıkartıp çöp kutusuna attı ve çöp kutusunun içindekileri yakmaya çalıştı. Ama bu işlemin tam ortasında polis memurları, iki bakanlık çalışanı ve o buzdolabı kutusu içeri girdiler. Bakanlık çalışanlarından sakallı olanı konuşmaya başladı.

“Sayın Nurettin Olursayer, kayyım belediye başkanı olarak bakanlıkça atandığınız görevinize, yine bakanlıkça el konulmuştur. Ayrıyeten, belediye paralarına el koymaktan, devletimizin haberi olmadan halktan vergi kesip kendi hesabınıza aktarmaktan, belediye binalarını hasarlı gösterip ucuza akrabalarınıza satmaktan, belediye üzerinden naylon fatura keserek kara para aklamaktan…”

Birden bıyıklı olanı sessiz ama duyulur bir sesle araya girdi. “Ve en büyük suçlama ise, bütün bunları Baş Diktamızdan habersiz yapmaya kalkışmakla…”

Sakallı olan sözüne devam etti. “Suçlanmaktasınız. Memur beylere zorluk göstermeyiniz lütfen, çünkü birkaç gün onların misafiri olacaksınız. Oradan da…”

Yine bıyıklı olan sessiz ama duyulur bir sesle “Adalet bakanlığı lokaline alem yapmaya gideceksiniz. Rahat olun! Buradaki alemleri aratmazlar size” dedi.

Polis memurları, ritüel hâline gelmiş kayyım protestolarından idmanlı olduklarından Nurettin’i hemen sepet ederek polis aracına bindirdiler. O sırada bıyıklı bakanlık görevlisi masadaki bütün dosyaları, çöpteki yarı yanık kâğıtları ve bilgisayarı toparlayıp çıktı. Diğer sakallı olan ise buzdolabı kolisini elindeki kılavuza bakarak açmaya başladı. Bir hediye paketi biçiminde süslenmiş paketin etrafına bütün belediye çalışanları, yani gözaltına alınmayanlar, doluşmuştu. O sırada Yaver-i Cafer söze, “Efendim size yardımcı olabilirim” diye atılmak istedi ama sözünü tamamlamadan paket zaten, birden açılıverdi. Ve içinden çamaşır makinasına benzer bir alet çıkıverdi. Sakallı, kocaman ‘ON’ yazan tuşa bastı ve en üstünde dokunmatik bir ekran ortaya çıktı. Sakallı bir ara duraksadığı sırada Yaver-i Cafer yine söze “Efendim olmuyorsa bir açın, kapatın” demek istedi ama bu sefer de Sakallı ‘Sus!’ diye ikaz etti. Dokunmatik ekrandan ülkeyi, dili, yerel saati ve tarih ayarını tek tek yaptı. En sonunda karşısına çıkan işlemi onayladıktan sonra, insanlar doluştukları süreden daha kısa sürede odadan kaçmaya başladılar. Çünkü buzdolabı kutusuna giren çamaşır makinası biçimli şey, birden bir insan boyutuna girivermişti. Ve robotik ağızdan ilk çıkan ses ise ‘Merhaba, ben Kayyım3310’ oldu. O anda kapının ağzından kafasını uzatan Cafer ise korkulu bir sesle ‘Ben de yaveriniz Cafer’…

Tarih yine ve yeniden tekerrür etmiş, olağandışı sayılan durum bir süre sonra sıradanlaşmaya başlamıştı. İkra kenti robot kayyıma alışma sürecini hızlıca gerçekleştirmişti. Hatta, halk ‘Robot Kayyum Defol’ diye sloganlar eşliğinde her gün eylem yapmaktalardı ve her gün gözaltılar daha çok artmaktaydı. Ülke genelinde başlayan bu protestolara karşı Baş Dikta ise şöyle bir açıklamada bulundu; “Ey İkra, bir kere o kayyum değil, kayyım. Şimdi siz kayyımı insan istemediniz, biz de robot getirttik. Kötü mü yaptık? Ne yapsaydık? Hayvan mı getirtseydik? Ama üzülmeyin. Şimdi yerli ve milli kayyım üretimine başladık. Yakında milletimiz kendi ürettiği kayyıma sahip olacak!”

İkra halkının alışma süresi ne kadar hızlı gerçekleşirse gerçekleşsin, belediye çalışanları için bu söz tekrarlanamazdı. Çünkü arka kulislerdeki dedikoduların dur durağı kesilmiyordu. Ve herkes teneke bir belediye başkanından emir almayı kendine yediremiyordu. Ama yağ çekmeyi de kendilerine bir borç biliyorlardı. Lakin öde öde bir türlü bu borç bitmek bilmiyordu.

Belediye sekreterinin masasında, hemen belediye başkanının odasının dibinde, sekreter Necla, çaycı Hasan ve Yaver-i Cafer oturmuş her gün yineledikleri dedikoduları yapmaktalardı. Çaycı Hasan “Ulan bunun gibi kaç tanesi sanayide elimden geçti, şimdi ise bu teneke başkanın çaycısı oldum. Kahvede benle alay ediyorlar arkadaş, şu kredi borcunu bitirip çıkacağım bu işten.” Sekreter Necla ise “Hasan abi teneke meneke ama adam baya çalışıyor gece gündüz.” Çaycı Hasan araya girdi; “Robot lan o, gecesi gündüzü mü var? Hem nereden biliyorsun erkek olduğunu, belki kadın… Cafer bu tenekenin cinsiyeti ne?” O sırada telefonundan Finlandiya hakkında her türlü bilgiyi almaya çalışan Cafer başını kaldırdı ve “Valla abi bilmiyorum cinsiyetini ama memleketini biliyorum. Finlandiya…” dedi. Necla ve Hasan ağızlarından hiçbir şey çıkmadan soran gözlerle “Nereden biliyorsun?” diye baktılar. Yaver-i Cafer ise leb demeden çorumun Wikipedia’da yazan bilgilerini hatmeden bir varlık olarak cevaplamayı kendine bir borç bildi. “Arkasında ‘Made in Finland’ yazıyordu.” Biraz duraksadıktan sonra “Ben de soy kütüğüme bakıyordum, baba tarafı hep Finlandiya’dan göçmüşler. Belki başkanımla akraba bile çıkarız.” O sırada çaycı Hasan lafını esirgemeden “Kesinlikle çıkarsınız, senin kafada da bir tenekelik var” dedi. O sırada Yaver-i Cafer’in telefonuna Kayyım3310’dan bildirim geldi ve içeri gelmesi gerektiği yazıyordu. Cafer odaya girer girmez, Kayyım3310 robotik sesle konuşmaya başladı.

“Cafer benim demin kulağım çınladı. Söyle çalışanlara, bir daha arkamdan konuşmasınlar. En azından telefonlarının yanında konuşmasınlar, çünkü bütün konuşmalar veri tabanıma düşmektedir. Hasan Bey’e de söyle işine son verilmiştir.”

Koltuğunda kurulan Kayyım3310, Cafer’den başıyla onay aldıktan sonra hemen “Benim ince uçlu şarj aleti sendeydi Cafer, vermen gerekiyor bana. Çünkü şarjım yüzde on beş kaldı” dedi. Cafer hemen cebinden şarj aletini çıkararak verdi. “Kusura bakmayın başkanım. Bizim köken de Finlandiya’ya dayanıyor. Aile geleneği olduğundan biz Finlandiya telefonlarını kullanırız hâlâ. Ben kaybettiğimden sizden aldım” dedi. Kayyım3310 cevap vermedi ama Cafer yağ çekmeye başlamışken sonunu getirmeden duramazdı. “Ah Finlandiya ah… Burnumda tütüyor başkanım. İkimiz de gurbet ellerdeyiz. Yıllık izinde gitsek mi beraber başkanım?” diye bir soru yönlendirdi.

Kayyım3310 bu soruyu anlamadığından robotik gözleri büyüdü ve “Dediğini anlamadım Cafer. Zaten konumuz da bu değil. Bana ihale dosyaları lazım. Hemen dosyaları bana getir” dedi. Yaver-i Cafer bütün bu işleri hâlletti ve odaya giriverdi. Kayyım3310 gözlerinden çıkan tarayıcı ışıklarla her dosyayı saniyenin onda biri olacak bir sürede taradı. Cafer’e dosyayı uzatarak “İhaleler altı çizilmiş şirketlere verilecektir” dedi. Cafer dosyayı aldıktan sonra başıyla onayladı ve “Başkanım sizin kazancınız nedir bu ihalelerde?” diye soru sordu. Kayyım3310 soruyu tam olarak anlamadığından deminkinden daha beter bir şekilde gözleri açıldı ve “Ne kastettiğini anlamadım Cafer” dedi.

“Başkanım, ikimiz de aynı memleketteniz, hemşeriyiz yani. Finlandiya’da işler sizin yaptığınız gibi yürüyor ama burada böyle yürümüyor başkanım” dedi. Kayyım3310 “Burada işler nasıl yapılıyor Cafer?” diye soru sordu. “Efendim burada bir iş yapacaksanız, avantanızı almanız gerekir” diye cevap verdi Cafer. “Sözlükte bulunamadı. Avanta ne demek?” dedi Kayyım3310. Cafer ise “Komisyon demek başkanım. Her ülkenin kendine göre kuralları vardır. Bizim ülkemizde başkan, her zaman komisyonunu alır. Halkımız da, Baş Diktamız da kendi komisyonunu alan başkanı her zaman sayarlar ve severler” sessiz bir şekilde bu sözleri ağzından döküverdi. Kayyım3310 “Bana yüklenen kurallar da böyle bir bilgi yok Cafer, sen emin misin?” dedi. Cafer ise yaverlik çizgisini bozmadan “Eminim Başkanım. Buraların örf adetleri vardır. Yani yazılı olmayan kurallar… Siz bana güvenin” dedi ve yüzünde tatlı bir gülümseme oluştu. “Peki Cafer ne yapmamız gerekir?” dedi. “Şimdi başkanım, yukarıdan gelen emre itaatsizlik olmaz ama emirden de yüzde onumuzu almak farzdır” dedi. Kayyım3310’un robotik gözlerinin yine büyüdüğünü gören Cafer “Yani başkanım, ihale ücretinden yüzde on fazla alacağız ve o yüzde on ise belediyemize bağış olacak” dedi.

Bugünden sonra her ihalede, her belediye mülkü işinde, her ne varsa o anda Yaver-i Cafer, Kayyım3310’a başkanlık üzerine özel ders vermekteydi. Kayyım3310 ise kendi veri tabanına ‘Yazılı olmayan kurallar’ adı altında bir dosya açmış ve denilen her şeyi oraya yazılı olarak kaydetmişti. Ve Cafer’in ağzından çıkan her anlamadığı kelimeyi, anlamlarıyla beraber kendi sözlüğüne eklemeyi de ihmal etmemişti. Hatta bir süre sonra Kayyım3310, sekreteri Necla’ya işlerinin ters gittiği bir zamanda şöyle bir emir vermişti; “Necla Hanım, sinirden her yerim gıcırdamaya başladı, bana sade bir motor yağı getir lütfen. Motor yağının kırk yıllık hatırı olur.”

Kayyım3310 zamanla tam bir kayyım olmayı başarmıştı. Belediye binası önünde yapılan eylemler artık daha bir şiddetli geçmekteydi. Kısa süre içinde İkra kentine alınan polis sayısı nerdeyse üç katına erişmişti. Yapılan ihalelerden bağış adına daha fazla avanta almakta ve belediye üzerinden, Yaver-i Cafer’in gösterdiği adamlara, naylon fatura kesmekteydi. Ve hepsini, Baş Dikta’dan habersiz yapmaktaydı. Kayyım3310, Yaver-i Cafer’in verdiği her dersten yüksek notla mezun olmuştu. Hatta ‘Başkanım bu fazla olmaz mı?’ dediği yerlerde bile, Kayyım3310 aldığı derslere dayanarak önerileri kabul etmeyip bildiğini okuyordu. Yani, robotik boynuz kulağı geçmişti.

Odasının her yanını şatafatla doldurtmuş. Kendinin zengin yaptığı çevreye her hafta yemekler verip, eğlenceler düzenlemekteydi. Halka bir korku yağdırıp ama anlaşmalı basında kendini melek bir robot gibi göstermeyi de ihmal etmiyordu. Anlaşmalı bankalarda, farklı isimlerde hesaplar açtırarak mal varlığına her geçen gün bir fazlasını da ekliyordu. ‘Teneke’, ‘Robot’, ‘Hurda’ gibi sözlere alınganlıkları yavaş yavaş başlamıştı bile. O lafı kullanan biri olduğunda direk ev baskınıyla aldırıp birkaç gün, belki birkaç hafta içerde tutturmayı da ihmal etmiyordu. Bunun en unutulmayan örneği bir toplantıda gerçekleşmişti.

Belediye bağışı adı altında alınan paranın yüzdesinin artırılması ardından bir toplantıda büyük bir gerginlik oluşmuştu. Masanın köşesinde bulunan, üç kat gıdısı bulunan zengin bir firma sahibi “Başkan, bu kadar bağışa insaf yahu… Ne yapacaksın bu kadar parayı, hurdalığa mı götüreceksin?” lafını esprili ama alttan alta laf sokma amaçlı söylemişti. Gıdılı zengin o günün akşamı evinden alındı. Vergi kaçırmaktan ve belediye ihalelerinde rüşvet vermeye çalışmaktan tutuklanmıştı. O günden sonra bu laflar artık tarihe kazınmış. Kayyım3310 tam bir insan olmuştu.

Kayyım3310 ne kadar değişse de Yaver-i Cafer değişmemiş. Hâlâ başkanı kim olursa olsun, ona sabahları gazete haberleri okumak görevini ihmal etmemişti. Yine Cafer, başkanına sesli sesli haberleri tek tek okuyor, Kayyım3310 ise onları kendince paldır küldür yorumluyordu.

“Yağmur Ormanlarında dün büyük bir yangın yaşandı. Sebebinin tam olarak ne olduğu bilinemeyen yangında dokuz yüz hektarlık alan kısa süre içinde yerle bir oldu. Yangın söndürme uçaklarının çalışmamasının ardından yangın daha da büyüdü ve söndürme çalışmaları daha fazla uzadı. Uçakların çalışmaması üzerine sosyal medya üzerinden halk tepkiler yağdırırken, Baş Diktamız şöyle bir açıklamada bulunda; ‘Zaten 10 tane uçağımız var, 3’ünün motoru yok, 2’sinin pilotu içerde, 4’ünün benzini bitmişti. Geriye kalıyor bir tane, ona da benim küçük oğlan binmişti. Ne var yani? Binmesin mi? Ey Yağmur Ormanları, geçmiş olsun dileklerimizi kabul et. Ama üzülmeyin yanan ormanların yerine yerli ve milli ormanlar yapılacak.’ Yangın söndürme çalışmaları hızlı bir şekilde devam ederken Baş Dikta ‘Bizim oğlan uçaktan inmiş, her şey kontrol altında’ diye sözlerini tamamladı. Birkaç gün içinde yangının söndürüleceği yetkililerce açıklandı.”

Kayyım3310 haberin bitmesine müsaade etmeden hemen yorumlarına başladı. “Biliyorsun Cafer? Baş Diktamız en iyisini bilir. Ne var yani yangın söndürme uçakları o an meşgulse? Hem her şeyi devletten beklemesinler, oranın belediyesi ne yapmış? Hiç… Anca devletten medet ummuşlar. Bak bize her şeyimiz tam, bir olay olsa pat hâllederiz. Bir belediye görevini tam yapamazsa o yerde her zaman sorun çıkar Cafer. Unutma bu dediğimi!” Bu sözlerinin ardından “Hem orası yağmur ormanı, adı üzerinde yağmur… Her dakika yağmur yağıyor, zaten bıraksan iki günde kendi kendine sönecek. Bu basın da her şeyi abartıp milleti gaza getiriyor” diye konuştu. O sırada siren sesleri duyuldu. Pencereden bakan Cafer başkanına “Geliyorlar başkanım” demekten başka çare bulamadı. Cafer odadan çıkıp içeriye koştu. Kayyım3310 ise masasında duran dosyaları kendi gözünden lazer ışıklarla yok etmeye başlamıştı bile. Ama tarih yine tekerrüre devam etmiş, polis içeriye dalmıştı, arkalarında ise Sakallı ve Bıyıklı bakanlık çalışanları vardı. Sakallı sözlerini kısa tutarak “Kayyım3310 bu süre içinde verdiğiniz hizmet için teşekkür ederiz ama artık göreviniz başka bir yerde devam edecek” dedi. Kayyım3310’un robotik gözleri o anda sorar bir şekilde büyüdü. Bıyıklı olan araya girdi. “Hurdalıkta devam edecek. Seni sahtekâr teneke seni…” diye ekledi. Sakallı, Kayyım3310’un yanına yaklaşarak onu tekrardan çamaşır makinası biçimine soktu ve odadan çıkartılar. Arkasında kalan belgeleri de alıp çıktılar. Odaya bu sefer büyük bir plazma kutusu girmişti. Ve içinden bir sonraki kayyım çıkmıştı. Ağızından robotik bir ses olarak “Merhaba ben Kayyım-Mac” çıktı. Kapı ağzından tek bir ses duyuldu ondan sonra “Ben de yaveriniz Cafer…”

Emre Kalaylar

Evet, radikal olma zamanıdır!

Sizin de çevrenizde mutlaka vardır, “radikal olmak iyi değil” ya da “radikal olmak zamanı mı” diye soranlar. Sanki, kapitalist dünya, onların kalplerindeki sonsuz “iyilik” ile şifa bulacakmış gibi. Sanki, Kaz Dağlarının yağmalanmasına karşı eyleme geçerken, radikal olmamak mümkünmüş gibi. Sanki, radikal olmak denilen şey, sizin isteğinize kalmış gibi.

Adam, iktidar, tüm devlet çarkı, en büyüğünden en küçüğüne rüşvet ve rantla, yağma ve savaş ekonomisi ile beslenen bürokrasi, hakimi, savcısı, polisi, generali, basını, Saray çevresi, SADAT’ı, soylusu, işadamı, ünlüsü, ünsüzü ile tüm devlet çarkı gelmiş, Kaz Dağlarını, gayet radikal, hiçbir kanun ve kitap tanımadan yağmalıyor. Ve bizim hanım teyzemiz, iyi kalpli beyefendimiz, evrene iyilik mesajları vermek üzere, “radikal bir savunma” yapmamak lazım, diye buyuruyor.

Bu hanım teyze, bu beyefendi, acaba, Kaz Dağlarında olup biteni mi anlayamıyor? Yoksa, altın madeni yağmacılarına karşı gelişen tepkinin “insanlık”tan uzak olduğunu mu düşünüyor? Bu hanım teyzeler, bu beyefendiler, acaba, yağmacılar söz konusu olunca yapabildikleri empatiyi, Kaz Dağları söz konusu olunca mı yapamıyorlar?

Yağmacılar gayet radikaldir. Kazmayı, siyanürü doğanın tam göbeğine vuruyorlar. Son derece radikaldirler, kanunların nasıl aşılacağı konusunda hiç sınır tanımıyorlar. Son derece radikaldirler, hiç utanma ve arlanma duymuyorlar. Son derece acımasızdırlar, hiçbir biçimde doğaya acımıyorlar, yürekleri sızlamıyor, vicdanlarından ses seda yok, gözlerinden yaş akmıyor, sadece ve sadece altın düşünüyorlar.

Devlet, Saray Rejimi, Erdoğan, tüm devlet çarkı son derece radikaldir. Altın madeninin %4’ünü nasıl bölüşeceklerinin hesabını yapıyorlar. Erdoğan’dan bağımsız maden işletmesi olur mu? Haşa, olmaz elbette. Öyle ise Erdoğan’a karşı çıkmadan Kaz Dağlarını savunamazsın. Gördünüz mü, Kaz Dağlarını savunmak, Erdoğan’a hakaret anlamına gelmektedir. Öyle ise, onlar da son derece radikal bir biçimde, polisi ile, ordusu ile, MİT’i ile, çeteleri ile, basını ile, TOMA’sı ile, copu ve mermisi ile, Kaz Dağlarını korumak isteyenlerin karşısına dikilmektedirler. Yani hanım teyze, son derece radikaldirler.

Evet radikal olmak lazım.

Radikal olmalı. Doğanın talanına, doğanın yok edilmesine, yağmalanmasına, ülkenin yağmalanmasına karşı bir adım geri atmamak, bir anda, her yol ve araçla savaşmak üzere, hep birlikte sokaklara, gerekli yerler neresi ise oralara çıkmak gerekir. Umudu, öfkeyi, bilinci, sabrı, iradeye dönüştürüp, kuşanıp çıkmak gerekir.

Biz, ülkenin tütünü, şeker fabrikası, ormanları, kâğıt fabrikaları, madenleri, yer altı ve yer üstü kaynakları yağmalanırken sustuk. İşte Karadeniz, HES’lere karşı direnenler kazandılar, ama direnemeyenler, her gün çocuklarını sellere veriyorlar, her gün bitki örtüsünün yok olmasını seyrediyorlar, her gün sularının kirlenmesine seyirci kalıyorlar, her gün yozlaşma içinde yaşayıp gidiyorlar. Taşova’nın tütünü yok artık, Kütahya’nın çinisi de gidecek. Malatya’nın kayısısı yok edilmek isteniyor. Hasankeyf, yok ediliyor. Doğa, ülke kaynakları, tümden yağmalanıyor. Cargillere peşkeş çekiliyor.

Bunlara karşı durmak, ancak radikal olmakla mümkündür. Bir karış yeşile dokundurtmayacağız, bir karış kaynağı yağmalatmayacağız demekle mümkün. Bundan bir şey olmaz, bir de onları dinleyelim vb. yok artık.

Direnirken de radikal olmak gerekir. Kaz Dağlarında barikat kurmak, barikatın diğer yanında sana sıkılan suya, gaza, üzerine yürüyen TOMA’ya vb. karşılık vermek gerekir. Bu bir direniştir. Onlar, ne kadar şiddetle geliyorlarsa, o ölçüde yanıt alacaklar, o ölçüde kararlılık görecekler. İşte o zaman, belki bir adım geri atabilirler.

Karşımızda, sıradan bir düşman yok. Ve bu durum yeni değildir. Hep böyledirler, her seferinde daha saldırgandırlar. Biz karşılarına dikilmediğimiz sürece, daha saldırganlaşmaktadırlar. Nâzım Hikmet, onları şöyle anlatıyordu.

“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim

Akar suyun

meyve çağında ağacın

serpilip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurmuş damgasını

alınlarına:

-çürüyen diş, dökülen et-,

bir daha geri gelmemek üzere

yıkılıp gidecekler”

O günlerden bugünlere, burjuvazi, devlet, onların efendileri olan yabancı şirketler, hep bu ülkeyi yağmaladılar. Ülkenin toprakları ile birlikte, genç kadın ve erkeklerini de hayvanlar gibi güttüler.

Kaz Dağları şu anda önde ise, inanın, bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir. Dünya coğrafyası için çok önemli vadiler de sıradadır. Bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir, Malatya’nın kayısısı de sıradadır. Bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir, zeytin tarlaları da sıradadır. Bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir, Karadeniz ormanlarını yok etmeyi hedefleyen “yeşil yol” projesi de sıradadır. Bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir, Artvin de sıradadır. Bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir, ülkenin tüm koyları da sıradadır.

“Gel günlerim gel de dol

Gel Aydınlım, İzmirlim,

Gel aslanım Mamak’tan

Erzincan’dan Kemah’tan

Düşmanlar selam ister

Gezden, gözden, arpacıktan!”

Böyle diyordu Enver Gökçe. Şimdi, gelme, toparlanma zamanıdır. Şimdi, bizim bir parçamız olan coğrafyaya, doğaya sahip çıkma zamanıdır. Bu yağmaya, bu rant ekonomisine, bu soyguna, bu savaş düzenine son vermezsek, o, bizim, tüm insanlığın sonunu getirecek.

Mesele ne Taksim’de Gezi Parkı’nda üç-beş ağaç meselesidir, ne Kaz Dağlarındaki bin ağaç meselesidir. Mesele, tam anlamı ile insanlık meselesidir. Mesele, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ile, insanı kul, doğayı foseptik çukuru yaparak kârlarına kâr katanlara dur deme meselesidir. Mesele gelecek meselesidir. Mesele insanlığın, ülkenin geleceği meselesidir.

Onlarda hiç vicdan yok. Onlarda hiç doğa sevgisi yok. Onlarda hiç vatan sevgisi yok. Onlarda, kendi çıkarları dışında bir şeye saygı yok. Bu kadar vahşi, bu kadar gözleri dönmüş, bu kadar kâr hırsı ile dolmuş durumdadırlar.

Onları durdurmak istiyorsak, evet radikal olacağız.

Ne en küçük adımlarına izin vereceğiz, ne de en şiddetli saldırıları karşısında geri çekileceğiz. Gezi deneyimine sahibiz ve Kaz Dağları, bu deneyimi, daha da geliştireceğimiz yer olacak.

Evet hanım teyze, evet bey amca, radikal olacağız, sen de bizimle, yarın değil, hemen şimdi, bugünden başlayarak.

Sendika mafyası, çürüme; silkeleme zamanıdır

Ergün Atalay, kendisi Türk-İş’in başına çöreklenmiş, devlet ve Saray destekli sendika mafyasının önde gelenlerindendir. İşte bu Ergün Atalay, mikrofonların açık olduğunu unutmuş ve Bakan’ın kulağına “uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle” derken, fısıldarken, mikrofonlar sesi dışarıya vurdu. Söyledikleri dışardan duyuldu.

Bunun üzerine, “gizli pazarlık” meselesi gündeme geldi. Atalay, bunun üzerine açıklama gereği duydu ve yaptığı açıklamada, “bugüne kadar ne ülkemi, ne mazlumu, ne de işçiyi sattım” dedi. Perinçek’in Aydınlık Gazetesi, hemen bu beyanatı öne çıkardı.

Fıkra şöyledir: Büyük şehirde bir kadınla yatmaya çalışan genç, ısrarlı aramalarının sonunda, bir “felaket” yaşar. Bir kadınla yatmayı beklerken, Anadolulu gururunu yerle bir edecek şekilde tecavüze uğrar. Dalgın dalgın şehrin sokaklarında dolaşırken, kalabalıkta bir adamla omuz omuza çarpışır. Çarptığı adam, “önüne baksana ibne” deyiverir. Genç adam, başını ellerinin arasına alır ve “demek dışardan da anlaşılıyor” der.

Ergün Atalay, Bakan’la, Erdoğan’la, devletle neler yaptığınız, “dışardan anlaşılıyor”. Ne fısıltılı konuşmanıza gerek var, ne kapalı kapılar ardına mikrofon var mı bakmanıza gerek var, ne de “ülkemi, mazlumu, işçiyi satmadım” diye Perinçek gazetelerine demeç vermenize gerek var. Dışardan anlaşılıyor. Ayan beyan.

Nasıl mı?

Bu ülkede 2018 yılının ağustosunda döviz kurları fırladı. O günden bu yana, tüketim maddelerine yapılan zam en az %50 civarındadır. Evet, konut satış fiyatları düşmüştür, daha da düşecektir. Kriz böyle bir şeydir. 100 bin TL’ye mal olan bir konutu 1,5 milyon TL’ye satarsanız, bu balonun bir gün patlayacağını herkes bilir. Bu balon daha tam da patlamadı. 1,5 milyon TL’lik konutlar, henüz 800 bin TL civarındadır. Ama siz de bilirsiniz ki, o pahalı konutlar sizin içindir, halk için değil. Yani, bize ev satış fiyatlarını göstermeyecekseniz, bize keçi boynuzunun fiyatını örnek olarak vermeyecekseniz, fiyatlarda artışın, enflasyonun 2018 yılında %40’ların üzerinde olduğunu bildiğinizi varsayacağız.

Enflasyon %40’lardan fazla iken, siz işçiler adına, 200 bin işçi adına, %8+4 ile sözleşme bağladınız. 2020 için ise %3+3 ile. Şimdi, siz işçileri satmadınız mı?

İşçi satmak, genelevlerde kadın vücudu pazarlamaktan biraz farklı gibi. İşin özü değişmiyor, ama sistem biraz farklı.

Akdoğan, sizin Erdoğan’a bağlılığınız üzerine bir makale yazdı. Sizi bu kadar övmelerinin nedeni, “yahu bu kadar az zamma ben bu işçileri nasıl razı edeceğim” dediğiniz ve Erdoğan’dan size kızgınlık selâmları geldiği için midir? Erdoğan devreye girince, %7+4 zammı komik bulduğunuz hâlde, %8+4 zammı “zafer” olarak görmeye başladınız.

Bakan’ın kulağına fısıldadığınız “uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle” sözlerinin, Erdoğan’dan korkunuz nedeni ile olduğunu, arkada süren pazarlıkla ilgili olduğunu anlamamamız mümkün müdür? Dışardan belli oluyor! Ama ne yazık, sizin başınız ellerinizin arasında değil, sizde bir dirhem utanma da kalmamış. Siz, bu “dışardan anlaşılanı” her seferinde, sürekli yapıyorsunuz, sizinki artık bir “kaza” olmaktan çıkmış, bir “meslek” olmuştur. Ve emin olun, meslek olmasından gelen profesyonellikle “dışardan belli olmaz” düşüncesi yanlıştır. Belli oluyor ve tüm işçiler, ama tümü, onları nasıl sattığınızı biliyor.

Bu korkunuz nedeni ile söylüyorsunuz, “ülkemi satmadım” diye. İşçileri satınca, ülkenizi satmış olmuyor musunuz? Sizin bulunduğunuz mevki, sendika mafyasının Türk-İş’teki başıdır. Siz Erdoğan olsanız, Kaz Dağlarını da satardınız. Siz bakan olsanız, ülkenizin her alanını satardınız. Siz Türk-İş başkanısınız ve işçilerin kanını, alınterini, işçilerin onurunu satmakla yükümlüsünüz ve bunu da her seferinde satıyorsunuz. Satmadığınız bir tek an yoktur.

Enflasyon 2018’de %40. Ya 2017’de, ya 2019’da? Bunları alt alta toplarsanız, işçi ücretlerinin nasıl eridiğini göreceksiniz. Bir işçi, bir maaşı ile, 2016’da ne kadar et alıyordu, şimdi ne kadar alabilir?

2018 yılında acaba elektriğe ne kadar zam gelmiştir? Acaba, doğalgaza ne kadar zam gelmiştir? Acaba benzin fiyatlarına ne kadar zam gelmiştir? Acaba biranın şişesine ne kadar zam gelmiştir? Acaba meyveye, sebzeye, beyaz peynire ne kadar zam gelmiştir?

Acaba içeride süren konuşma şöyle mi sürüyor: Efendim %8+4 diyelim ama, benim de bir yazlığa ihtiyacım var ya da benim de şöyle bir derdim var ya da tüm Türk-İş yönetimi birer yazlık ister. Bunun detaylarını bilmiyoruz. Ama eminiz ki, siz Bay Atalay, siz biliyorsunuz. Ve bu da dışardan belli oluyor.

Ülkede enflasyon %40’larda iken, kamu işçilerine %8+4 ilk yıl ve %3+3 ikinci yıl için önermek, bunu sendika adına imzalamak, satmak değil ise, işçilere ihanet değil ise nedir?

Şimdi, hemen Türk-İş sözleşmesinin ardından Memur-Sen’e, kamu çalışanları için ilk yıl %3,5+3 ve ikinci sene için %3+2,5 önerilmektedir.

Buradan çıkan bazı sonuçlar var.

1- Krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkmak denilen şey budur. Enflasyon karşısında alım güçleri düşen işçiler, gerçekte krizin bedelini ödemektedirler.

Devlet, bir yandan, işçi ve emekçileri açlığa mahkûm ediyor, diğer yandan ise, milyonlarca işçinin cebinden her gün 1 TL olsun çalmak için uğraşıyor. Her gün 1 TL çalmak, insanların farkına varmayacakları bir miktardır ama bu milyar demektir. Devlet, vergileri bu nedenle artırıyor, her gün bir başka vergi, bir miktar daha yükseltiliyor. Böylece, işçinin cebindeki paranın bir bölümü çalınıyor.

Ve ücretler enflasyonun beş-on kat altında tutularak, krizin faturası esas olarak çalışan milyonlara yıkılıyor.

Bu durum, devletin kimin devleti olduğunun en somut kanıtıdır. Vestel’e, yandaş firmalara trilyonlar bir günde aktartılıyor, kurtarma operasyonları yapılıyor. Ama işçilere, enflasyonun kat be kat altında maaşlar öneriliyor.

2- Bu durumun ana nedeni, işçi sınıfının örgütsüzlüğüdür. Türk-İş başkanı Atalay, hiç korkmuyor. Erdoğan’dan, Saray’dan korkuyor. Onlara işçiler hakkında raporlar veriyor. Direnişin nerede olabileceği, direnişin nasıl önlenebileceğini onlara anlatıyor. Ama işçilerden hiç korkmuyor.

İşçiler örgütsüzdür. Ve kabahatin tümü değilse bile, çoğu, büyük çoğunluğu işçilerindir.

İşçiler başlarında sendika mafyasını tutmaya devam ettikleri sürece, din, ülke vb. adına kendilerini esir hâle getiren, kanlarını emen sendika mafyasını dinledikleri sürece, maaşlarını daha da kaybedecekler, krizin faturasını ödemek zorunda kalacaklar, açlıkla yüzleşecekler, her şeylerini adım adım kaybedecekler, ailelerinin ve çocuklarının geleceği sönecek ve en fazla intihar ederek bu acıya son vereceklerdir.

Bu elbette bir kader değildir.

Ama bu, işçilerin bizzat kendilerinin, kendi iradeleri ile değiştirebileceği bir durumdur. Ne açlık, ne düşük ücretler, ne aşağılanmak, ne kandırılmak, ne sırtında boza pişirilmek, ne soyulmak kader değildir. Ne sendika mafyasına boyun eğmek, ne sendikalarını hayasız-kan emici sendika mafyasına kaybetmek kader değildir.

Bunu değiştirmek işçilerin kendi ellerindedir.

Açıkça, elektriğin gördüğü zammı, suyun, doğalgazın gördüğü zammı, simitin, sigaranın gördüğü zammı, çocuklarının okul malzemelerinin gördüğü zammı bilen bir işçi, karşısına çıkıp %8+4 aldık diye övünen, Bakan’ın kulağına “uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle” diyerek aldığı rüşveti ifade eden, yürüttüğü kirli pazarlıkları itiraf eden bir kişiyi sendika başkanı olarak kabul etmez.

3- Artık, işçiler için, sendika mafyasının egemenliğine son verme zamanı gelmiştir. Sendika mafyası çürümektedir. Artık, Bakan’ın kulağına itiraflar yapmaktan kendilerini alıkoyamamaktadırlar. Artık, kriz büyüdükçe, Reis’in emrini yerine getirmek için ne kadar korkutulduklarını itiraf etmek zorunda kalmaktadırlar. Artık, arka planda “istenmiyorsam istifa edeyim” sözlerine Akdoğan yanıt vermekte, Atalay ile Erdoğan’ın çok uzun bir geçmişi var, diye yazmaktadır. Her yazdıkları bir itiraftır. Normalde bir sendika başkanının uzun mücadele geçmişi ile övülmesi mümkündür, oysa artık durum öyle değil, Erdoğan ile uzun geçmişi övgü-itiraf karışımıdır.

Sendika mafyası çürümüştür.

Bu yapı dağılmaktadır. Ama bir farkla. Bu sendika mafyası, armut gibi değildir. Çürüyünce kendi kendine düşmez. Daha çok devlet gibidir, çürüdüğü hâlde orada kalmanın bir yolunu ararlar. Bu nedenle, şiddete başvururlar, yalana başvururlar.

İşçilerin, sendika mafyasının düşmesini beklemeleri doğru değildir. Çürüdüğünü görüyoruz, öyle ise silkeleme zamanıdır. Silkelemeden düşmeyecekler.

Silkelemek için örgütlenmek gerekir

4- Silkelemek, işçi sınıfının esaret zincirlerinden kurtulması demektir. Devlet, patronlar ve sendika mafyası işçi sınıfını esir almıştır. İşçiler açtır, borçludur, gırtlağına kadar borca batırılmıştır, işini kaybetmekten korkmaktadırlar. Bu korkularla davrandıkları sürece, onurlarını da kaybetmeye başlamaktadırlar. Biz buna esaret diyoruz.

Bu esarete son vermek demek, örgütlenmek demektir.

Her yolla, her fırsatı kullanarak, sadece “yasal” yollarla değil, her yolla örgütlenmek gerekir.

İşçilerin dostları, diğer işçilerdir. İşçi sınıfı bir sınıftır ve sınıf dayanışması ile ayakta kalabilirler. Bu nedenle işçiler, kendi içlerindeki balta saplarını temizlemek zorundadırlar. Kendi fabrikalarında devlete bilgi veren, polise çalışanları kendilerinden uzaklaştırmak zorundadırlar.

Sendikalarını geri alabilmek için, fabrikalarda, işyerlerinde örgütlenmek zorundadırlar. Bu örgütlenme, işyeri komiteleri şeklinde olmalıdır. Ve direniş alanı, esas olarak bu işyerleri, bu fabrikalardır.

İşçi sınıfı yeterince örgütlü olsa idi, Atalay, işçileri bu kadar kolay satabilir miydi? Enflasyonun %40 olduğu bir ülkede, işçilere %8+4 sözleşmesini onaylatmak, devletin, kapitalistlerin, sermayenin başarısı değil, sendika mafyasının başarısıdır. Sendika mafyası işçilerden hiç korkmamaktadır. Atalay, işçileri istediği gibi itip kakacağını, istediği gibi dolandırabileceğini, istediği yalana inandırabileceğini düşünüyor olmalıdır. Atalay, işçilerden hiç korkmuyor. Atalay, Bakan’ın kulağına fısıldarken bile işçilerden korkmuyor, diğer sendika mafyası üyelerini nasıl ikna ettiğini anlatıyor. Atalay, işçilerden hiç korkmuyor.

İşçi sınıfı fabrikalarda, işyerlerinde örgütlenmek zorundadır. Bunu defalarca denemek, bir kere daha denemek zorundadır.

İşçi sınıfı, devrimci işçileri izlemek, onların önderliğine başvurmak zorundadır. Devrimci düşüncelere kendini kapatarak, işçi sınıfı, işçi sınıfı olamaz. İşçi sınıfı, hem kendini, hem de tüm toplumu, sömürü çarkından, aşağılanmaktan, horlanmaktan, satılmaktan kurtarabilecek tek devrimci sınıftır.

İşçi sınıfı, “her koyun kendi bacağından” anlayışı ile, bir dirhem ilerleyemez. Esaret zincirlerini kırıp atamaz. “Her koyun kendi bacağından”, korkunun bir başka biçimidir. İşçiler kendilerini yalnız, çaresiz hissetsin diye yapılan bir kara propagandadır. Buna karşı çıkmadan, bir bütün olarak işçi kardeşliğini geliştirmeden, bu esaret kırılamaz.

Biz işçiler, yaşamı üretenleriz. Biz işçiler, çalışanlarız. Biz işçiler yeryüzündeki cenneti omuzlarında yükseltenleriz. Buradan gelen bir gücümüz var. Bu güç, “her koyun kendi bacağından” anlayışı ile açığa çıkmaz. Tersine her işçi, kendi başına güçsüz, çaresiz kalır. Onu koruyacak ne kanun var, ne polis, ne de başka bir şey.

Her şeyi üreten, toplumun en büyük gücü olduğu için, işçileri esir tutmak üzere bir seri düzenek kurulmuştur. Bu sendika mafyası bunun için vardır. Atalay ve ekibinin, sendika mafyasının esas görevi, işçileri sessiz, sedasız, koyun gibi tutabilmektir. Bir yandan devletin adamlarıdır bunlar, bir yandan patronların, bir yandan yanlarında çeteler vardır, bir yandan arkalarında polis gücü. İşte tüm bunlar, işçi sınıfının gücünden duyulan korku nedeni iledir. Bakkalların isyanını önlemek için böyle bir organizasyon yoktur. Bu, işçi sınıfının ayağa kalkmasını önlemek içindir. İşçi sınıfı köle olarak kaldığı sürece, efendiler dünyadaki cennetlerini sürdürebilirler. Gerçek budur.

Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci harekete uzak kalarak ayağa kalkması, esaret zincirlerini kırması mümkün değildir.

Bugün, 2019’un Ağustos ayında, işçi sınıfının ayağa kalkması, işçi sınıfının devrimcileşmesi için olanaklar vardır.

İşçileri, devrimci işçileri, kendi saflarımıza, devrimci sosyalizm saflarına, Kaldıraç saflarına, İşçi Gazetesi saflarına davet ediyoruz. Şimdi zamanıdır.

Krizin faturasını gerçekten ödemek istemiyorsak, yol budur.

Kapitalizm ve kriz üzerine

Son on yılı aşkın süredir, yani 2008 krizinden bu yana, daha önce de sık sık üzerine konuşulan “ekonomik kriz”, artık sürekli konuşulan konulardan biri hâline geldi. Pek çok günlük makale bu konuya ayrılıyor. Elbette son derece kapsamlı çalışmalar var, ama bu kapsamlı makaleler, günlük makaleler gibi “popüler” olmuyorlar.

Ekonomik krizi anlamak ve kapitalist sistemin bu “sefer” yolun sonunda olup olmadığını tartışmak isteyenler, gerçekte, bu popüler olamayan makalelere, ciddi analizlere bakmak zorundadırlar. İşçiler, devrimci işçiler, krizleri anlamak ve doğru tutum almak istiyorlarsa, elbette, bilimsel makalelere, Marksizmin klasiklerine bağlı kalan çalışmalara yönelmelidirler. Eğer, hemen bir şey söylememiz gerekirse bu da şudur: Hiçbir ekonomik kriz, kendiliğinden kapitalist sistemin sonunu getirmez. Kapitalizmi mezara gömecek olan, kapitalizmle birlikte tüm sömürü biçimlerini de mezara gömmeye yetenekli tek sınıf, işçi sınıfıdır. Devrimci işçi sınıfı ve onun devrimci sosyalizm programı, işte size kapitalizmi mezara koyacak, yeryüzünden silecek, tek şey.

Evet kapitalizm tüm insanlığı, tüm doğayı, tüm toplumu kirletmektedir. Onun bir an önce yıkılmasını istiyoruz. Ama maalesef bu kalpten geçen iyi istekler, dualarla gerçekleşmez. Gerçekten istiyorsak, gerçekten kapitalizm son bulsun, onunla birlikte tüm ayrımcılık, tüm aşağılanma, tüm sömürü ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, bunun yarattığı iktidar ilişkileri son bulsun istiyorsak, ciddi olmalıyız ve isteklerimizin gereğini yerine getirmeliyiz. Eğer harekete geçmiyorsak, demek ki, yeterince istemiyoruz.

Ve eğer gerçekten kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi kurmak istiyorsak, şimdi, krizleri, onların gelişimini anlamak için ciddi bir çaba içine girebiliriz.

-1-

Öncelikle birkaç noktayı hatırlamamız gerekir.

İlki, kapitalist üretimin krizlerinin, bir yandan aşırı üretim ve diğer yandan “kâr oranlarında düşme eğilimi”ne dayandığını hatırlamalıyız. Bunlardan her biri tek başına ya da ikisi birlikte de olabilir. Ama kapitalist ekonomi, canlı bir ekonomidir ve genellikle, bunlar birarada gelişebilirler. Aşırı üretim, yatırılan sermayenin, tekrar para sermaye hâline dönmemesi demektir. Biliniyor, kapitalist, gerçekte kullanım değeri üretmek istemez. O artı-değer üretmek ister. Onun amacı kârdır. Daha çok kâr elde etmek için daha fazla “kullanım değeri” üretmek zorunda kalır. Bu sadece bir tek kapitalistin isteği değildir, hepsinin isteğidir. Kapitalistler, ürün üretmek derdinde değildir, satılacak ve daha büyük sermaye olarak geri dönecek metalar üretmenin peşindedir. Gün gelir, bu üretim pazarda paraya dönemez, tümü satılamaz. Aşırı üretim krizi, böyle ortaya çıkar. Bu durumda, bir bölüm kapitalist batar.

Tekelci kapitalizmde bu durum daha da şiddetli ortaya çıkar. Çünkü, tekelci kapitalizm, her şeyden önce, kitlesel büyük çaplı üretime dayanır. Tekeller, pazarı kontrol ederler. Bu durumda, daha büyük çaplı bir üretim söz konusu olduğundan, metanın bir bölümünü, büyük çaplı stoklayacak ticari sermaye gruplarına satarlar. Böylece sermayenin daha hızlı dönmesini de sağlarlar. Bu öyle bir aşırı üretime yol açar ki, belki birçok dalda, aylarca, yıllarca üretim yapılmamış olsa dahi, mal eksiği çekilmeyebilir.

Tekel öncesi dönemde aşırı üretim, fiyatları aşağıya doğru çekerdi ve bu şiddetli olurdu. Ama tekelcilik altında aşırı üretim fiyatları aşağıya çekmeye neden olsa da, bu kontrollü yapılır, mesela üretim fazlasını yurtdışına satmak vb. gibi yollarla, fiyatlar dengelenmek istenir. Ama yine de bir sonraki kriz daha şiddetli gelir.

Öte yandan, kapitalist üretim aynı zamanda kâr oranlarında bir düşme eğilimine neden olur. “Kâr oranlarının düşme eğilimi yasası” dediğimiz şey, aslında bir eğilimi ifade eder. Kâr oranlarında düşme sürecine karşı kapitalistlerin yapacağı çok şey olmuştur, vardır. Mesela “hayalî sermaye” dediğimiz hisse senetleri ile sermayenin bir bölümünü “halka açmak” yolu ile, toplam sermaye oranı düşürülebilir. Mesela, çalışma süreleri vb. artırılarak, mesela bir hammadde ucuza tedarik edilerek (mesela yağma yolu ile), mesela işçilik maliyetleri yani işçi ücretleri aşağıya çekilerek vb. kâr oranlarındaki düşme eğilimi frenlenebilir.

Şimdi, bilmeliyiz ki, bu iki kriz biçimi, çoğunlukla birlikte gerçekleşir. Hatta erken olacak ama, yeri gelmişken söyleyelim, bugünün dünyasında kapitalizmde aşırı üretim hep vardır.

İkincisi, büyük çaplı kitlesel üretimi iyi anlamadan, tüketim toplumunu anlayamayız. Büyük çaplı kitlesel üretim ve onun üzerine yükselen tekelcilik olmadan, modern reklâmcılık ya da günümüzde kapsamı değişmiş şekli ile, “iletişim ve eğlence” sektörü var olamazdı. Modern reklâmcılık, sadece kriz dönemlerinde değil, sürekli olarak “aşırı üretimi” eritmenin, metaları hızla paraya çevirmenin yoludur. Artık burada, “ihtiyaç olmadan tüketim” alışkanlıkları geliştirmek esastır. Tüketim toplumu iyi anlaşılırsa, artık çıkacak bir aşırı üretim krizinin ne kadar şiddetli olabileceği de anlaşılmış olur.

Öte yandan bu, tüketim toplumu, ideolojik bir saldırıdır da.

Üçüncüsü, kapitalist sistemdeki her kriz, bir bölüm kapitalistin batması, sermayenin daha az elde toplanması, kapitalistlerin kapitalistlerce mülksüzleştirilmesi demektir. Yani kriz, bir bölüm sermaye için büyük fırsatlar da demektir. Kriz döneminde fabrikaların hızla ve son derece ucuz fiyatlar üzerinden el değiştirdiğini görürüz.

Dördüncüsü, kapitalist ekonomiyi, bir “ulusal ekonomi” olarak el almak doğru ve yerinde değildir. Kapitalist dünya ekonomisi olarak düşünmek gerekir. Bu 1880’lerin ortalarında başlayan, 1. Dünya Savaşı’nda devam eden, 1929’da bir başka biçimde ortaya çıkan, İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan, 1970’lerin başında yaşanan ve daha fazla tarih vermeden söyleyecek olursak sürekli yeni zirveler yapan, 2008’de ortaya çıkan krizlerde de, bugünkü krizde de anahtar rolündedir. Yani kapitalizmin krizlerinin nerede nasıl başladığı önemlidir ama, her kriz, kapitalist dünya ekonomisinin krizidir. Tek ülke ile ilgili değildir, olamaz. Kapitalist dünya ekonomisini bir bütün olarak ele almak, sadece krizleri anlamak için değil, kapitalist sistemdeki gelişmeleri anlamak için de belirleyicidir. Mesela Türkiye’de özelleştirmeleri anlamak, sadece Türkiye ekonomisini yalıtık bir varlık olarak ele alarak mümkün değildir.

Kapitalist dünya ekonomisi, esas olarak dünya çapında bir ekonomi olma özelliğini, tekeller çağında geliştirmiştir. Bu, 19. yüzyılın sonuna denk gelir. Elbette ondan önce de kapitalist dünya ekonomisi vardı, ama dünyaya o denli hakim değildi ve birçok alanda eski üretim ilişkileri varlığını sürdürebilmekte idi. Bu eski ekonomik ilişkilerin varlığını sürdürmesi devam etmiş olsa da, 1880’lerden başlayarak, artık bu eski ilişkiler daha çok kapitalist sistemin işleyiş mekanizmalarına tam anlamı ile tabi olmuşlardır. Bu aynı zamanda kapitalist sistemin yasalarının daha dolaysız ve eksiksiz işlemesi de demektir. Bu nedenle, tekelci kapitalizm, kapitalizmin yasalarının daha tam uygulama alanı bulması da demektir.

Beşincisi, tekeller çağında, kapitalist-emperyalizmde, kapitalist dünya ekonomisinde, hiçbir kriz, salt ekonomik kriz değildir, öyle de olamaz. Tekelci egemenlik, pazar hakimiyeti demektir. Pazar hakimiyeti, salt ekonomik bir olgu değildir, hakimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddeti de içerir. Bu, devlet çarkında da değişiklikler demektir.

Bu hatırlatmalar akılda tutulmalıdır. Elbette biz, burada kısa bir özet geçiyoruz. Aslında okur, daha geniş bir bilgiye Marksizmin klasiklerinden ulaşabilir. Biz, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan, “Ekonomi Politik Ders Notları” ve “21. Yüzyıl ve Kapitalist Emperyalizm” kitaplarını da önermek isteriz.

-2-

Şimdi, biraz tarihsel boyuta bakabiliriz.

Kapitalizmin ilk büyük krizi, 1800’lerin sonundadır. Bu, aynı zamanda tekelleşmenin egemen olduğu döneme denk gelir. Lenin’in Emperyalizm çalışması bu dönemin ardından gelir. 1880’lerde “sermaye ihracı”, büyük ölçüde serpilmişti. Sermaye ihracı, sermayenin coğrafî olarak başka alanlara akması, hem yeni pazarlar demek idi, hem de bu pazarları kapitalist meta ekonomisine göre organize etmek demek idi ve hem de eski askerî işgale dayalı sömürgeciliğin “sermaye ihracına” dayalı yeni sömürgeciliğe dönüşmesi demek oluyordu. Sermaye ihracı, meta ihracından daha etkili bir şekilde yeni pazarları biçimlendiriyor aynı zamanda daha kârlı alanlar oluşturuyordu.

1500’lerde başlayan Amerika’nın işgali ve soykırımı (tarihte buna Amerika’nın keşfi deniyor), büyük ölçüde bir yağma anlamına geliyordu. Bu yağma, feodal imparatorluklara dayalı emperyalist sömürgecilik idi. Feodal sömürgeciler, mesela Amerika’yı, en çok da Latin Amerika’yı yağmalıyorlardı, köle getiriyorlardı, yeni hammaddeler, bedava kaynaklar elde ediyorlardı. Bu ticari sermaye için büyük atılım demek idi. Amerika kıtasında kölelik, büyük ölçüde Batı Avrupa’nın eseri olarak gelişmiştir. Bunun gibi yağma kapitalizmin ilk dönemlerinde de çok etkili bir “sermaye birikimi”ne olanak sağlamıştır. İngiltere, İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa sömürgeleri daha çok bu dönemlerden gelmektedir.

1800’lerin ortalarından başlayarak, 1800’lerin sonlarında iyice belirgin hâle gelen sermaye ihracı, yeni pazarları daha derinlemesine etkileyerek kapitalist meta üretimini tüm dünyaya yaymıştır. Meta ticaretinin açtığı yol, sermaye ihracı için bir olanak demek olmuştur ama sermaye ihracı, tam bir egemenlik, hegemonya demektir.

Meta satıp, hammadde almak, bunu ucuza almak, büyük kârlılık demek idi. Yağmanın bir başka çeşididir bu. Ama sermaye ihracı kaynaklara konmak da demektir. Bunun kâr oranlarında yaratacağı yükseliş çok daha anlamlıdır. Bu aynı zamanda, eski üretim ilişkilerini hızla tasfiye etmek, radikal yoldan değil, acılı ama şiddetli yoldan hâlletmek demektir.

Birinci Dünya Savaşı’nı ya da Birinci Paylaşım Savaşımı’nı, buradan ele almak gerekir. Pazarların bölüşümü için süren ekonomik savaş, artık, siyasetin silâhlarla devamı anlamına gelen savaş ile yeni bir boyuta yükselmiştir.

Kapitalist dünya ekonomisi, bir yandan yeryüzüne kapitalist ilişkilerin hakimiyeti demek iken (feodal ilişkiler varlığını korusa da, kapitalist ilişkilere bağlı olarak biçimlenmektedir), paylaşım savaşlarının da başlamış olması demek idi. Bir örnek olsun, İspanyol sömürgesi olan Küba’nın, ABD sömürgesi hâline dönüşmesi demek olan savaş, aynı zamanda kapitalist ilişkilerin gelişiminin de sonucudur. Savaşın galibi, yeni kapitalist ilişkileri daha saf biçimde geliştiren ABD olmuştur. Küba’nın yeni efendisi olan ABD, Kübalıların sandığı gibi özgürlük ve bağımsızlık anlamına hiç gelmemiştir.

Bu süreç aynı zamanda Paris Komünü sonrasına denk gelir. Paris Komünü, burjuvazinin, sadece Fransa’daki egemenliği için bir tehdit değildi. Aynı zamanda dünya kapitalist sistemi için bir tehdit idi. İngiliz merkezli ideolojik gericilik, metafizik okulu gibi kurumlar, bunun en açık kanıtıdır. Burjuvazi, gelişen bilimin, sanayi devrimine de temel olan uygulamalarını alıp, diğer özgürleştirici etkilerini yok etmek için Paris-Londra- Washington arasında büyük gericiliği örgütlemeye başlamıştır. İlk kez ezilenler, işçi sınıfının nezdinde, bir ideolojiye sahip olmuşlardı ve Paris Komünü, burjuvazinin yüreğine korkuyu salmıştı. Emperyalizmin ideologları, pragmatizme sarıldı. Din, burjuva çıkarlarla bir kere daha yoğrularak öne çıkarıldı, içine “ırkçılık” eklendi ve “gerçek”liğe karşı açık bir saldırı başlatıldı. Platon’un “köleciliği nasıl sürekli kılabiliriz” şeklinde özetlenebilecek sorusu, kapitalist emperyalizmin ideologları tarafından “çağdaş” bir soru hâline getirildi.

Burjuvazi, eski sistemden devraldığı askerî saldırıyı sermaye ihracı ile birleştirdi. Ama buna rağmen, Birinci Paylaşım Savaşı ortaya çıktı. Dünyanın emperyalist büyük güçler arasında yeniden paylaşımı her türlü aracı devreye soktu.

Birinci Dünya Savaşı, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının sonu oldu. Portekiz ve İspanya’nın sınırlandırılması ile sonuçlandı.

Birinci Dünya Savaşı’nı, Ekim Devrimi durdurdu. Ekim Devrimi olmamış olsa idi, bu savaşın daha farklı sonuçları olacağı biliniyor. Ekim Devrimi, tüm emperyalist dünya için bir korku kaynağı demek idi. Sistem, büyük bir halkasını kaybetti. Bununla kalmadı, aynı anda sömürge ülkelerde anti-emperyalist kurtuluş savaşları yayılmaya başladı. Osmanlı’dan kalan parçada, bu eğilimi görmek mümkündür. Kurtuluş Savaşı adını verdiğimiz savaş, aslında bir anti-emperyalist eğilimli halk savaşı idi. Ama savaşın liderliğini, Osmanlı’nın da onayı ile, burjuvazi ele geçirdi ve ABD-İngiliz ortaklaşalığı ile Türkiye, sosyalizmin etkilerinden kurtulmak üzere kabul edildi. Ekim Devrimi, çok kısa bir süre içinde, emperyalist kampı, komünizme karşı birbirine yapıştırdı. Devrimin yayılması durdurulduktan sonra, onu çevreleme, onu içine kapatma siyaseti devreye sokuldu. Ekim Devrimi’nin Batı Avrupa’ya yayılması engellenmiş oldu. Türkiye Cumhuriyeti de bu programın bir sonucu olarak önce kabul edildi, sonra organize edildi.

Bu hâli ile Birinci Paylaşım Savaşımı, “yarım kalmıştır.” İngiliz cetveli ile çizilmiş Ortadoğu haritaları, bugün, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, komünizm tehdidinin azaldığı bir dünyada yeniden şekillendirilmek isteniyor. Tek başına bu durum bile, 100 yılı aşkın bir süre önce “sonuçlanan” Birinci Paylaşım Savaşımı’nın, “yarım” kalmış bir paylaşım savaşı olduğunu göstermektedir.

Bu nedenle olmalı, pek çok açıdan sanki, Birinci Dünya Savaşı öncesi olaylarla benzerliklere şahit oluyoruz. Elbette tarih tekerrür etmiyor, ama paylaşım savaşımı yeniden ortaya çıkıyor, hem de tüm ağırlığı ile ve 21. yüzyılın gerçekleri içinde.

Savaşın kendisi, büyük bir yıkımdır ve sermayenin daha büyük kâr oranlarına kavuşması da demektir. Ama Birinci Dünya Savaşı’nın üzerinden çok geçmeden, savaştan en az yara ile çıkmış olan ABD merkezli 1929 krizi patlıyordu.

Hayalî sermaye dediğimiz hisse senetleri buharlaşıyor, şirketler batıyor. Çöküş, bu biçimde ortaya çıksa da aşırı üretim ve kâr oranlarındaki düşme eğilimi arka planda işliyordu. Piyasaları canlandırmak için, burjuva iktisatçıları, en tanınmışı Keynes, “kamu harcamalarını artırma” diye isimlendirilen politikalarla piyasalara can vermeye çalışıyor. Altyapı yatırımları, devletin ekonomiye kapitalistler yararına müdahalesi demektir. Altyapı yatırımları, hem içeride pazarın daha iyi düzenlenmesi için bir olanak, hem de yeni iş olanakları anlamına geliyordu. Böylece, yeni talep yaratılıyordu. Harcamaları artırın ki ekonomi canlansın. Camları kırın, camcı iş bulsun, camcının yanında çalışan para alsın, o gidip simit alsın, fırıncı kazansın, arabasının lastiğini değiştirsin vb. şeklinde özetlenen “çarpan etkisi” ile ekonomi canlanacak. Devlet, ABD’de otoyollar yapsın, böylece işçiler işe alsın, böylece onların gelirleri olsun, onlar çocuklarına elbise alsın, tekstil sektörü canlansın vb. Gerçekten de devlet harcamaları artırılınca, bir etki ortaya çıkacaktır. Özellikle, harcamalar, altyapı yatırımları gibi, günlük tüketimden uzak alanlarda ortaya çıkarsa. Tekstil alanına yatırım yaparsa devlet, aynı etki ortaya çıkmaz. Aslında bu durum, serbest piyasa masallarının da sonu demek idi.

Oysa tekelci ilişkiler, bunun tersi yönde bir etkiye sahiptir. Tekelleşme, yedek sanayi ordusunu, yani işsizliği vb. büyütmektedir. Artık yedek sanayi ordusu öyle bir boyuta varmıştır ki, öyle altyapı harcamalarını artırarak bir rahatlama sağlamak artık eskisi gibi olanaklı değildir. Biraz konumuzun dışına çıkalım ve Walmart örneğine bakalım.

2000 yılında ABD’nin her eyaletinde ortalama 50 Walmart mağazası vardı. Walmart, dünyanın en büyük 500 şirketi içinde yer almaktadır ve perakende sektöründe hizmet veren bir süpermarkettir. Dünyadakilerin en büyüğüdür. Yapılan bir çalışmada Walmart açılınca, sahiplerinin ve basının dediği gibi, o kasabada yeni iş olanağı yaratılması demek olmuyor. Her açılan Walmart 150 işçinin işini kaybetmesi anlamına da gelmektedir. “ ‘Bir Walmart mağazasının açılmasına bağlı olarak perakende istihdamında %2,7 azalma’nın yanı sıra ‘il düzeyindeki perakende sektörü kazançlarında yaklaşık 1,4 milyon dolar ya da %1,5 düşüş’ saptanmıştı.” (Arun Gupta, “Walmart İşçi Sınıfı”, Sosyalist Register 2014 21. Yüzyılda Sınıflar ve Sınıf Mücadelesi içinde, Yordam Kitap, s. 19). Walmart’ın perakende sektöründeki ücretlerde %10 düşüşe yol açtığı da önemli bir bilgidir (age s. 19). Bu durumu, ülkemizde Migros, Metrogross Market, BİM, A101 gibi mağazalar için araştırmak ilginç sonuçlar verecektir.

Konumuza dönersek, 1929 bunalımı, ABD merkezli başladı ve tüm kapitalist dünyayı sarstı. Devlet olanaklarını devreye sokarak, “kutsal serbest rekabet” kurallarını bir anda unutarak çözüme koşmaya başladılar. Ve unutmayalım ki, bu sadece kapitalist dünyanın kendi içinde bulduğu bir çözüm değil idi. Yani, karşıda sosyalist sistem vardı ve ücretleri aşağıya çekecek şiddetli baskılar, 1929’un dünyasında bir sosyal patlamaya dönüşebilirdi. 1929 krizi, SSCB’nin varlığı koşullarında kapitalizmin ilk büyük krizi idi.

1929 krizi ile, İkinci Dünya Savaşı arasında bağ kurmak mümkün değil midir?

İkinci Dünya Savaşı, gerçekte bir yönü ile bir paylaşım savaşımı idi. Ama paylaşılacak alan, öncelikle yok edilmesi gereken SSCB ve sosyalizm idi. Alman ekonomisinin pazar ihtiyacı, diğerlerinden daha yakıcı idi ve Sovyetler’e en yakın konumda Almanya bulunuyordu. Alman faşizminin yükselişi, gerçekte, kapitalist sistemin tümünde devlet çarkının radikal bir biçimde sınıf savaşımına göre yeniden organizasyonu süreci idi. Ekim Devrimi’nin Avrupa’ya ve dünyaya yayılamamasının bedelidir. Burjuvazi, Ekim Devrimi’ne karşı öylesine büyük korku ve öfke duyuyordu ki, öncelikle devrimi kuşattı, ama aynı anda, her ülkede işçi sınıfına karşı mücadeleyi yeni biçimlere ve yeni deneyimlere uygun olarak organize etti.

Alman faşizmi, en başta, İngiltere ve ABD tarafından desteklenen bir saldırganlıkla, İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı. Bu açıdan, İkinci Dünya Savaşı, birincisi gibi “saf” bir paylaşım savaşımı değildir. Öncelikle, kapitalist dünyayı komünizmden kurtarma savaşımıdır. Bu açıdan sınıf savaşımının bir başka biçimini de içerir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuda eğer Sovyetler yenilmiş olsa idi, işte o zaman Sovyetler’i paylaşmak için Almanya’dan önce bazı alanlara ABD ve İngiltere girmiş olacaktı. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı’na paylaşım savaşı demek yeterli olmaz ve yanlış olur. İkinci Dünya Savaşı, aynı zamanda bir direniştir, Sovyetler önderliğinde, dünya işçi sınıfı ve halklarının direnişidir. İkinci Dünya Savaşı bir anti-faşist direniştir de.

Kuşku yok ki, İkinci Dünya Savaşı da, dünya için, özellikle de Avrupa için büyük bir yıkım demek idi. Bir yandan, kapitalist sistemden kopan ve Sovyet kampına katılan ülkeler çoğaldı. Bu, kapitalist sistemin pazar kaybetmesi demekti. Diğer yandan, kapitalist sistem içinde liderlik İngiltere’den ABD’ye geçti ve bu artık tescil edildi. Buna bağlı olarak anti-komünist bir cephe kurulmaya başlandı. Başında ABD’nin bulunduğu, kapitalist-emperyalist cephe, Birinci Dünya Savaşı’ndan daha ileri boyutta bir karşı-devrim cephesi örgütlemeye başladı.

Savaş döneminde İngiltere’nin ABD’ye artan borçlanması, İngiltere’nin tahtını kaybetmesi için önemli bir fırsat oldu ve ABD, savaşlardan zarar görmemiş bir ekonomi olarak, yağmadan pay almış bir ekonomi olarak, dünya kapitalist sisteminin liderliğine oturmaya başladı.

İkinci Dünya Savaşı biter bitmez, 1944 yılında, ABD’nin Bretton Woods kasabasında gerçekleştirilen toplantıda, Keynes’in İngiliz planına karşılık, ABD Hazine Bakanı White tarafından önerilen plan kabul edildi. Bu plana göre, IMF ve Dünya Bankası kuruldu. Kuruluşları birkaç yıl sonra aktif olsa da karar oradan geliyor. Sosyalist dünya, Romanya hariç, bu anlaşmaya imza koymadı. ABD, İngiltere, sadece en büyük ekonomileri değil, daha çok “gelişmekte” diye tarif edilen ekonomileri de içine aldı ve borçlanma sorununu “çözecek” bir sistem oluşturmaya başladı. Aslında bu, krizi, nispeten bir büyüklüğü olan ekonomilere ihraç etmenin araçlarının döşenmesi demektir. Bu toplantıda dünya kapitalist ekonomisi için bir para sistemi de kabul edildi. ABD planına göre, dolar, altına sabitlendi. 1 ABD Doları bir ons altına 35 dolar üzerinden eşitlendi. Dünyadaki diğer tüm paralar (sisteme dahil olan ülkelerin paraları), ise ABD Doları’na göre ayarlanmaya başladı. Nihayetinde sistem altına dayanıyordu. ABD, altın verenlere, karşılığında dolar vermeyi taahhüt ediyordu.

Aynı zamanda IMF ve Dünya Bankası kuruluyordu. Borçları fazla olan ülkeler, IMF’den kredi alabilecekti. Buna uygun olarak bu ülkelerde bir IMF programı uygulanmaya konacaktı. Herhangi bir ülke %10’dan fazla devalüasyon yapacaksa, IMF’den izin almalıydı. %10’a kadar devalüasyon serbest sayılıyordu.

Toplantıya 44 ülke katıldı. Anlaşmaların devreye girmesi, 1946 yılını buldu. Böylece dolar, kapitalist dünyanın rezerv parası oldu. Uluslararası alanda güç kazandı. Bu aslında ABD hegemonyasının kapitalist dünya ekonomisi içindeki varlığının pekiştirilmesi demek idi.

İşe sadece bu ekonomik yeni “düzen” ışığından bakmak yeterli değildir. Herkes bilir, hatırlar, ünlü Marshall Planı da vardır. Bu plan, salt ekonomik bir plan değildir, öyle de düşünülmemiştir. Türkiye ve Yunanistan’ın, kapitalist kampta kalması ve komünizmin yayılmaması için, İtalyan ve Fransız devrimlerinin bastırılması yetmezdi. Aynı zamanda, dalganın Türkiye ve Yunanistan aracılığı ile de kırılması gerekiyordu. Zaten, bu iki ülke, özellikle de Türkiye, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmeli idi. Bu açıdan, belli siyasal şartlara bağlı “ekonomik yardım”, Marshall Planı olarak ortaya konuyordu.

İşin askerî yönü ise NATO idi.

NATO, yenilen Alman faşizminin tüm iç savaş mekanizmalarını, tüm dişlilerini, kontr-gerilla taktikleri olarak üye ülkelerde örgütlemeyi de hedefliyordu. NATO, hem Avrupa’yı, ABD şemsiyesi altında “birleştiriyordu” hem de aynı zamanda “burjuva demokrasisi” görüntüsü korunarak faşizmin dişlileri, sınıf savaşımının gereklerine göre, üye ülkelerde organize ediyordu. Bizim Tekelci Polis Devleti analizimiz, bu açıdan yol açıcıdır, akıl açıcıdır ve okunmasını öneririz.

Soğuk Savaş dönemi, aslında, İkinci Dünya Savaşı’nın, başka koşullarda, düşük yoğunluklu savaş yöntemleri ile sürdürülmesi demektir. Soğuk Savaş dönemi, emperyalist dünyanın, dünya işçi hareketine karşı saldırı dönemidir. Bu saldırı, her açıdan kapsamlıdır. Sadece bir ekonomik saldırı değildir, öncelikle, siyasal, ideolojik (ve bu ikisi askerî saldırıyı içeriyor olsa da, vurgulamak için tekrarlayalım, askerî) bir saldırıdır. Saldırının ekonomik yönü, SSCB çözüldüğünde ortaya çıkacaktır.

Soğuk Savaş, İkinci Dünya Savaşı’nın komünizmi yok etme amacının devamı demektir.

İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde, ta ki 1970’lerin başına kadar, esas olarak siyasal-askerî krizler ile karşı karşıya kaldık. Kapitalist dünya ekonomisi, nispeten daha az kriz içinde bir büyüme dönemi yaşadı. Bu dönem içinde, silâhlanma, özel bir meta olarak, en başta ABD ekonomisini ayakta tutmayı kolaylaştırdı. IMF mekanizması, “gelişmekte olan” ülkelere ya da “kalkınmakta olan” ülkelere krizleri ihraç etti, oralardaki birikimi uluslararası tekellerin çıkarına merkezlere aktardı vb.

Görüldüğü gibi, hem sürekli olarak dünya kapitalist ekonomisinden bir bütünlük içinde söz ediyoruz, başkası mümkün değildir, hem de sürekli olarak ekonomik krizler ile siyasal krizler ve dünya çapında süren sınıflar savaşımından söz ediyoruz.

Bugüne gelmek için, önümüzde iki kritik dönem daha kalmıştır. Bunlardan ilki, 1970’lerin başındaki krizdir. Bu kriz, Bretton Woods anlaşmasını ortadan kaldırmıştır. İkincisi ise, neoliberal saldırı dönemidir, esas olarak 1983’te başlamıştır. Ve bu neoliberal saldırı döneminin içine, SSCB’nin çöküşünü de koymamız gerekir. Çünkü bu, Soğuk Savaş dönemine damgasını vuran emperyalist örgütlenmenin de sonu demektir. Her ne kadar, tüm yönleri ile sona ermemiş olsa da.

Şimdi bu iki dönemi ele alalım.

1971 krizi, aşırı birikimin sınırlarını gösteriyordu. Borçlanma, sadece “gelişmekte olan”, “kalkınmakta olan” ülkelere özgü olmaktan çıktı ve tüm kapitalist dünya ekonomisine yansıdı. ABD, hegemonyasını pekiştirdikçe, ABD Doları ile altın rezervlerinin bağını kimse sorgulayamaz oldu. Birkaç kere, Almanya, Fransa vb. gibi ülkeler, ellerinde birikmiş ve altına konvertibl olan dolarları vermeye ve karşılığında altın talep etmeye başladığında, anlaşıldı ki, ABD bu anlaşmaya uymamaktadır. ABD, karşılıksız dolar basmış, piyasaya sürmüş, bu yolla da, akıl almaz olanaklar elde etmiştir. ABD, kapitalist dünyanın özel ülkesi rolü ile, diğerlerine hesap vermez duruma gelmiştir. Bu sürecin sonunda, ABD, dolar ve altın ilişkisini artık tanımayacağını açıklamıştır. Böylece, nihayetinde altına bağlı olan para sistemi çökmüştür. Artık, bu paraların neyin temsilcisi olduğu da tartışma konusu olmaya başlamıştır.

Dün, altına bağlı olan dolar, bugün, artık bir hayalî para hâline gelmiştir.

Para, aslında altının temsilcisi, genel eşdeğer olarak belli bir miktarda soyut insan emeğinin simgesi iken, artık bu bağ da kopmuştur. Hayalî para demek yerinde olur kanısındayız.

Şöyle düşünelim, sterlin ya da mark, dolara göre değerini oluşturuyor iken, dolar da altına göre belirlenmiş olduğu için, nihayetinde bu paralar altın ile bir bağa sahip idiler. Oysa şimdi (yani 1973 sonrasında), artık bu bağ ortadan kalkmıştır. Bir süre sonra, dünya kapitalist sistemi, paraları “dalgalı kur” ile belirlemeye başlamıştır. Genel eşdeğer olan altın paranın temsilcisi para, artık bu “bağlardan”da kurtulmuş oldu. Bir anlamda, paranın, “değer ölçütü” olma özelliği istikrarsızlaştı. Bu başlı başına bir “bunalım” olarak ele alınabilir.

Bu durum, ABD’nin her alandaki “haydut”luğunun bir boyut atlaması anlamına da gelir. Bu arada ise, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlardaki etkinliği devam ediyordu. IMF, bir anlamda kârın ya da sermayenin merkezlere aktarılmasının yolu ise, bunun da “haydutluk” ile bağlı olduğu açıktır. Bu, emperyalist güçlerin ortak çıkarını temsil ediyor olsa da aslan payı ABD’ye gidiyordu. Doların altın ile bağının koparılması ise, hiç kimseye hesap vermeden, ABD’nin borçlanması, piyasaya para sürmesi vb. demektir.

ABD, dünya kapitalist ekonomisinin hegomen gücü olduğu dönemde, bir yandan dünya ekonomisinin kaymağını yemeyi, bu yolla, anti-komünist mücadeleyi finanse etmeyi başardı.

ABD, bir yandan dünyadaki fazla sermayeyi çekmeye başladı. Japonya, Almanya ve daha başkaları, ABD tahvillerine, dolarına ciddi yatırımlar yaptılar, yapıyorlar.

Öte yandan, ABD, dünyadan haraç toplamayı sürdürdü.

Bu arada ise, 1973’ten sonra, petro-dolarları yönetme mekanizmalarını Amerikan bankalarının elinde topladı. Suudi ve diğer körfez ülkelerinin petrolleri, dolar üzerinden satışa sunuldu ve bu hâlâ bugün kısmen devam etmektedir. Bu yolla satılan petrolün parası ise Amerikan bankalarına yatırıldı, bu sadece bir “rica” değil, bir mekanizmadır ve başka türlüsüne izin verilmemiştir. 11 Eylül saldırılarının ardından, bu ülkeler, ABD bankalarındaki petro-dolarlarını geri alamamışlardır. Suudi Arabistan, o kadar zorlanmıştır ki, IMF’den yardım ister konuma düşmüş ama bu arada 6 trilyon dolar tutarında paranın ABD bankalarında rehin olduğu ortaya çıkmıştır. Trump, bu dolarların belli bir kısmını serbest bırakmak karşılığında, 70 milyar dolarlık silâh satışına imza atmalarını sağlamıştır.

Ve yine ABD, silâh sanayiini genişletiyor. Bunun için, dünyanın her yerinde, sunî gerginlikler yaratıyor. Türkiye-Yunanistan gerginliğini bizler bizzat biliriz. İkisi de NATO içinde yer alan ülkelere, silâh satışı için her yol denenmiştir.

Ve tüm bunlara bir beşinci madde olarak, yağmacılığı da eklememiz gerekir. ABD her fırsatta bu bedava girdiye el koyma işini, her tür alanda gerçekleştirme alışkanlığından vazgeçmemiştir. Amerikan kıtasının yağmalanması ne demek ise, bunun gibi, bu boyutta olmasa da, emperyalist güçler, yağmalanacak alanlar ve şeyler bulmayı başarırlar. ABD, bunu son derece etkili bir tarzda yapmıştır.

İşte 1970’lerin başında ortaya çıkan kriz ile Bretton Woods anlaşmanın kısmen sona erdiği dönemde, ABD, anlaşmanın diğer maddelerini uygulamaya devam etmiştir.

Böylece, 1973-1982 arasındaki dönemin nasıl şekillendiğini de anlamış oluruz. Hâlâ komünizm tehlikesi vardır. 1971-73 krizi, aslında 1980’lerin başına kadar böyle sürdü. Kriz aşılmış değildi. Ve 1980’lerle birlikte, emperyalist dünya, yeni bir saldırı geliştirmeye başladı. Aşırı birikim, dünyanın yeni coğrafyalarına akmak istiyordu ve bunun için yeni bir yapılanma gerekiyordu. Ülkemize “ihracata dönük sanayileşme” olarak yansıyan bu yeni süreç, sermayenin daha ucuz emek cennetlerine kayması demek idi.

Bu dönem, neoliberal dönemin ön aşaması olarak görülebilir. Ama gerçek anlamı ile neoliberal saldırı, daha sonrasında başlayacaktır.

Sermaye, ucuz iş gücü alanlarına doğru kaymaya başladı. Bu durum, ücretleri, dünya çapında aşağıya doğru çekti. Bu durum, bazı alanlarda işçi örgütlenmelerini kırdı, birçok alanda ise, işçi sendikaları işçi sendikası olmaktan çıktıkları için, kötüleşmeyi, sermayenin istediklerini gerçekleştirmesini kolaylaştırdı.

Emperyalist merkezlerde, Almanya, İngiltere, ABD, Japonya ve Fransa’da, işçiler işlerini kaybetme korkusu ve işçi hareketinin gücünü kaybetmesi gerçeği ile, bu ücretlerin düşmesi süreci yaşandı. Aynı dönemde ise, Çin başta olmak üzere Doğu Asya ülkelerine yatırımlar, doğrudan yabancı yatırımlar olarak arttı. O kadar ki, 1980’lerin ilk yarısına gelindiğinde, 4-5 yıllık süre içinde mesela İngiltere imalat sanayiinin dörtte biri taşınmıştı. ABD, Almanya, Japonya ve Fransa, aynı yönde hareket etmekteydi. Tayvan, Güney Kore, Singapur, Malezya ve elbette ki Çin, bu yatırımların kaydığı ülkelerin başında geldi. Aynı dönem, mesela Türkiye, tüm dayanıklı ev eşyalarının kaydığı ülkelerden biri oldu. Hindistan da bu doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının kaydığı ülkelerden biridir. Biz burada daha çok Doğu Asya ülkelerinden söz ediyoruz, çünkü orada, bu artışlar çok büyük oranları buldu.

Bu aynı zamanda, bu ülkelerde işçi sayısında büyük artış da demek oldu. Tarımda çalışan nüfus hızla kentlere akmaya başladı. On-on beş yıl gibi bir süre sonunda işçi sayısı, birçok ülkede 6 katını geçti.

Bu durum, tüm dünyada ücretlerin aşağıya gelmesini sağlamakla kalmadı, aynı zamanda, tüm çalışma süresini de uzattı. Yani, mutlak artı-değer üretimini atırdı. Onlarca yıldır iş saatlerinin kısıtlanması için verilen mücadelenin tersi yönde bir etki ortaya çıkmaya başladı.

Neoliberal saldırı bölümünü konuşurken belirteceğiz ki, SSCB’nin çözülmesi, bu çalışma sürelerinin artışını Avrupa ve ABD’ye de yaydı. Komünizm korkusu ile işçilerin haklarına karşı geliştirilen saldırıların şiddetinin düşüklüğü ortadan kalktı, artık hiçbir engel tanımadan sınırsız hâle geldi.

Bu arada, sadece mutlak artı-değer artmakla kalmadı, bilgisayar yazılımları ile gerçekleştirilen denetim ve kontroller ile, bu uluslararasılaşan sermaye daha iyi organize oldu ve bu durum, nispî artı-değeri de artırdı.

Sermayenin kaydığı ülkeler, ucuz işgücü cennetleri oldukları kadar, uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir “hizmetler” sektörünün gelişimi de devreye girdi. Artık sadece bilgisayar ağları ve kameralarla üretimin gözetlenmesi söz konusu değildir. Aynı zamanda, ihtiyaç duyulan iletişim hizmetleri için de gerekli zemin hazırlanmaya başlanmıştır. Mobil telefonlar, bu dönem devreye sokulmuştur. Buna uygun olarak, yabancılara hizmet etmekte eğitilmiş bir yeni hizmetliler devreye sokulmuştur. Finans sektörü, birkaç dil bilen bu hizmetlilerden, seks kölesi bile yaratmaya başlamıştır.

Sermaye, kaydığı bu yeni coğrafyaları baştan aşağıya sarmış, iç pazarı da meta ekonomisinin etkisini genişletecek şekilde genişletmiştir.

IMF programları, hâlâ birçok yerel şirketin yabancılar tarafından satın alınması için uygun zeminler hazırlamaya devam etmiştir. Uluslararası sermaye, girdiği ülkelerin ekonomilerini de tamamen kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye başlamıştır. Bunun için dalgalı döviz kuru uygulaması, borsaların yaygınlaşması devreye sokulmuş, gerektiğinde bu durum, bir uluslararası program olarak devreye sokulmuştur. Borçlanma sistemi bunun için büyük olanaklar sağlamıştır.

Paranın altın ile bağının koparılması, para birimleri için spekülatif bir alanın açılmasına da olanak tanımıştır.

Tüm bu dönem, SSCB’nin çözülmesi ile, daha ileri bir aşamaya sıçramıştır. SSCB çözülene kadar sermayenin uluslararasılaşması daha önde giden bir konu iken, SSCB çözüldükten sonra, hem emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı daha da öne çıkmaya başlamış, hem de işçi sınıfına karşı dünya çapında kapsamlı bir saldırı ortaya çıkmıştır.

Neoliberal saldırı tam da budur. Neoliberal politikanın öne çıktığı dönem, 1980 ile başlatılabilir ve 2008 krizi ile de sona erdiğini söylemek mümkündür. 1980’lerin hemen başında, emperyalist blok, dünya çapında bir saldırıya kalkışmıştır. Kapitalist sistemin derinleşen krizini durdurmanın ilk adımının, kapitalizmi yıkma gücü olan işçi sınıfının devrimci hareketini ezmek olduğunu düşündükleri kesindir. 1980’lere birçok ülkede darbelerle başladık. 12 Eylül 1980 darbesi, elbette Türkiye’de işçi ve emekçi halkın mücadelesini ezmek için idi. Ama sadece bu değil, bölgede gelişecek anti-Amerikan hareketleri de hedeflemekteydi ve kuşku yok ki, yeni bir ekonomik programın da hazırlığı demek idi. Bu darbe süreci sadece ülkemize de özgü değildir. Dünyanın farklı yerlerinde ABD bu darbeleri gerçekleştirmiştir. Bu darbeleri de, neoliberal saldırının ön çalışmaları olarak ele almak gerekir. Dünya kapitalist sistemi, 1971’de ortaya çıkan ve dolar-altın bağının kopmasına neden olan krizi çözmek istiyordu. Kâr oranlarını yeniden yükseltecek, aşırı birikimi yeni coğrafyalara kaydıracak önlemler, öncelikle sermayenin isteklerine uygun düzenlemeler anlamına gelmekteydi. Darbeler bunun bir parçasıdır. Darbeler, hukukî ve ekonomik düzenlemelerin hızla hayata geçirilmesini de hedeflemekteydi. Elbette işçi hareketini bastırmanın yanı sıra. Ülkemiz üzerinden gidecek olursak, 12 Eylül darbesi ile 24 Ocak Kararları ile ad salmış uygulamaların, yani Özallı dönemin bağlantılı olduğu artık herkesin hafızasındadır.

Elbette, tüm bunlara rağmen, aslında neoliberal politikaların esas olarak SSCB’nin çözülmesi sonrasında daha açık ve etkili uygulandığı görüşü ileri sürülebilir. Ki bu görüş de doğrudur. Nasıl ki, 2008 yılında neoliberal politikaların sonunun geldiğini söylediğimizde, bu bir bıçak hamlesi ile bir dönemin kesin sonunu işaret etmeyecekse, başlangıçta bazı karışıklıkları, bulaşıklıkları içerecektir.

Neoliberal politikalar, öncelikle, sermayenin hızlı bir tarzda uluslararasılaşması ile başlamıştır.

Bu uluslararasılaşma, sermayenin yeni coğrafî mekânlara kaymasıdır. Başlangıçta bu kayma, doğrudan yabancı yatırımların artması şeklinde olmuştur. Yani, örneğin İngiliz sanayii, imalat sanayii, 1980-84 arasında %25’ini taşımıştır (Konu ile ilgili 2008 krizi üzerine David McNally’nin Historical Materializm Konferası’nda yaptığı sunumu önerebiliriz. Bu konuşma, bir makale olarak yayınlandı ve Şükrü Alpagut tarafından Türkçeye çevrildi. “Finansal Bunalımdan Dünya Ölçeğinde Çöküşe: Birikim, Finansallaşma ve Küresel Yavaşlama” başlıklı çalışma için bakınız, Çağdaş Marksizm Seçkisi, Yordam Kitap, 2018, s. 139-183). Japon kökenli doğrudan yabancı yatırımlar, 1985-89 arasında üçe katlandı. Almanya kökenliler ise dörde katlandı. Amerikan ve Fransız yatırımlarını da içine koymalısınız. Bu beş ülkenin sermayeyi yeni coğrafyalara taşıdığını görüyoruz. Bunlar, borsa veya hisse senedine giden, yüzer gezer sermaye değildir. Bunlar doğrudan fabrika kurulan yatırımlardır.

Mesela beyaz eşya diye tanımladığımız, içinde buzdolabı, çamaşır makinası, fırın vb. olan sektörün ilk “vatanı”, Almanya, ABD gibi ülkelerdir. Siz buna adı geçen beş emperyalist ülke diyebilirsiniz. 1970’lere gelindiğinde, Alman sanayii, bu sektörü, İtalya ve İspanya gibi ülkelere kaydırmaya başladı. 1990’lara gelindiğinde ise bu sanayi, mesela Türkiye’ye kaydırıldı. Fransız Reno grubunun İran ve Türkiye’deki fabrikaları gibi. Bu sermaye kaydırılırken, bir yandan, teknolojinin kritik alanları, bu beş merkezin elinde tutuluyor ve daha çok montaj sanayi kaydırılıyordu. Ama 1980 sonrası dönemde, iş değişmeye başlamıştır. Zira, örnek olsun, beyaz eşya üretiminin Çin’e kaydırılması durumunda bunun “üretim teknolojinin” gizlenmesi artık bir anlam ifade etmiyordu. Uluslararası tekeller için, örneğin cep telefonlarının Çin veya Malezyada üretilmesi durumunda önemli olan içindeki yazılımdır.

Sermaye, başka coğrafyalara kayarken, elbette öncelikle bazı altyapı problemlerinin çözülmüş olmasını istiyor. İlkin, elektrik, ulaşım, iletişim gibi altyapı meseleleri geliyor. Ama güvenlik de bir altyapı meselesidir. Bunların yanı sıra, uygun işgücü bulabilmek için gerekli hukukî temeller de lazımdır. Ve tüm bunları hızlı kararlarla hayata geçirecek siyasal hükümetler gereklidir.

Ucuz işgücü, sadece sermayenin kaydığı yeni coğrafyalarda emeğin değerinin ucuzlaması demek değildir. Aynı zamanda merkezî ülkelerde, İngiltere, ABD, Almanya, Japonya ve Fransa’da da emeğin ucuzlaması demektir. Çünkü mesela Ford’un ülke dışına taşınması, bir yandan işçilerin işlerini kaybetmesi demek iken, öte yandan ücretlerinin düşmesi de demektir. Eğer sendikalar da gerçek birer işçi örgütü olmaktan çıkmış ise, bu eğilim daha büyük bir hızla hayat bulmaya başlayacaktır.

Ücretlerin düşmesi, kâr oranlarını olumlu yönde etkileyecektir.

Aynı zamanda yeni coğrafyalarda sermaye, daha uzun süreli çalışma günü elde etmektedir. Mesela Türkiye’de çalışma saatleri ortalama 11 saati bulmaktadır. 8 saati ücretlendirilen 11 saatlik işgünü, kapitalist için büyük bir olanaktır. Bu, sermayenin kaydırıldığı tüm ülkelerde böyledir ve 8 saatlik işgünü, bu beş büyük emperyalist merkezde de artık tartışma konusudur. 8 saat yerine 10 saatlik işgününün hayata geçirilmesi, mutlak artı-değer üzerinde, çok ciddi bir etkiye yol açar.

Artı-değerin sadece mutlak olarak artırılması değil, aynı zamanda nispî olarak da artırılması devrededir. Bu yeni coğrafyalarda, küçük çaplı üretim düzenlemeleri ile verimlilik, yani birim zamanda üretilen meta miktarı artmaktadır. Böylece kârların birkaç kat arttığını tahmin etmek zor değildir.

Bu eğilim, neoliberal politikaların temelini oluşturur. 1980 sonrası, bizde kullanılan ismi ile, “ihracata dönük kalkınma”, neoliberal politikalar için bir zemin hazırlamıştır. Dünya çapında işçi sınıfının bu politikalara tepkisi, kesinlikle yetersiz kalmıştır. SSCB’nin çözüldüğü 1989 sonrasında ise, artık neoliberal saldırı, kapitalist dünya ekonomisini yeniden düzenlemek üzere harekete geçirilmiştir.

Bu beş büyük emperyalist ülkede de işçi hakları tırpanlanmaya başlamış, dün komünizm korkusu ile saldırıya uğramayan sosyal haklar hızla tırpanlanmıştır.

Neoliberal saldırı, dünya çapında, işçi sınıfının sayısını hızla artırmıştır. “1980-2005 arası çeyrek yüzyıllık dönemde dünyanın ‘ihracat ağırlıklı’ küresel emek gücü dörde katlandı.” (David McNally, age, s. 154). Dünya işçi sınıfının sayısal büyümesi, 2005 sonrasında da devam etti. 1970 yılında, dünya işçi sınıfının sayısal büyüklüğü 1.596.800.000 iken, 1985’te bu rakam 2.163.600.000’e çıktı ve 2000 yılında bu sayı 2.752.500.000 kişiye ulaştı (Ronaldo Munck, Emeğin Yeni Dünyası, Kitapyayınevi, s. 22).

İşçi sınıfının bu sayısal büyüklüğü yanı sıra, kötüleşen çalışma ve yaşam koşulları da buna eklenmelidir. Çocuk ve kadın işgücünün artan oranda devreye sokulması da. Ve bununla birlikte sosyal haklara saldırı da birlikte ele alınmalıdır.

Neoliberal politikalar, tarımın dünya ölçeğinde dağılması ve kentleşme de demektir. Sermayenin kaydığı bu yeni mekânlar, hem dünya kapitalist sisteminin çıkarlarına uygun olarak pazara entegre edilmektedir, hem de ucuz işgücünün kaynağı olarak tarımdaki nüfus hızla tarımdan koparılmaktadır. Bu bir yandan ucuz işgücü kaynağı elde etmektir. Ama diğer yandan ise, dünya tarımını tarumar etmektir. Hele ki, o ülkedeki tarımsal üretimi yok etmektir. Tüketim toplumu ideolojisi ne kadar etkin kılınırsa, tarımdan kaçış için oluşan sosyal psikoloji de o kadar etkin hâle gelmektedir.

Neoliberal saldırı, tarımın dağılması eğilimini de yönetmeye başlamıştır. Emperyalist merkezlerin ve uluslararası şirketlerin çıkarına uygun olacak şekilde pazarın organize edilmesi için, örneğin bir ülkede şeker sanayiinin, tütün sanayiinin vb. yok edilmesi öne alınmakta, böylece, sağlıksız ve hibrit ürünlerin pazara sunulması için olanaklar hazırlanmaktadır. Bizim ülkemizde Cargill dosyası ele alınırsa, sanırım yeterince aydınlatıcı bir örnek olur. ABD hükümeti, Erdoğan’ın koltuğunun altına 3 kere Cargill dosyası sıkıştırmıştır ve TBMM, Cargill için özel yasalar çıkartmıştır. Cumhurbaşkanı, bizzat Cargill için çalışmıştır.

Bu örneğe, bir yandan tarımın uluslararası tekellerin çıkarına düzenlenmesi olarak bakmak mümkündür ve doğrudur da. Ama bu aynı zamanda tarımdan koparılan işgücünün, yedek sanayi ordusunu artırarak, ücretler üzerinde negatif etki yaratmasının da yoludur. Neoliberal politikalar, bu süreci de planlamaya başlamış, koordineli yürütmeye başlamışlardır.

Neoliberal saldırı, üretimin uluslararasılaşmasının artması demektir. Yeni coğrafyalarda, hukukî, sosyal ve ekonomik altyapı ayarlandıktan sonra sermayenin bu ülkelere kayması, “bir yandan kalkınma” olarak sunulurken, diğer yandan büyük bir dejenerasyon olarak ele alınmalıdır. Bu süreç, birçok açıdan sınırları ortadan kaldırmaktadır. Peki neden hâlâ daha da kuvvetli sınırlar vardır? Bu örnek de gösteriyor ki, aslında uluslararasılaşma, sadece sermayenin ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde vardır, öyle organize edilmektedir.

Neoliberal saldırı, kâr oranlarında bir yükseliş demektir. Ama aynı zamanda, küresel açıdan refah düzeyinde de ciddi bir düşüş demektir. Hem bu beş büyük emperyalist ülkede refah düzeyi düşmektedir, hem de sermayenin gittiği ülkelerde.

Neoliberal saldırı, aynı zamanda geniş çaplı bir özelleştirme ile yürütülmüştür. Özelleştirme, artık yerleşik bir güç hâline gelmiş olan uluslararası sermayenin ve o ülkedeki yerleşik sermayenin isteklerine uygun yapılmaktadır. Kamu kaynakları, yok pahasına, bu gruplara verilmektedir. Bu, sermaye transferidir. Buna bir cins yağma demek yerinde olacaktır. Uluslararası sermayenin talebi olarak ortaya çıkan özelleştirme, birçok ülkede, hükümetler aracılığı ile “istediği kişiye” sermaye transferi gerçekleştirmenin de yoludur. Ülkemizde Erdoğanlı dönemde bunu çok açık olarak görmekteyiz. Siyasal iktidar, uluslararası tekellerin istediklerini harfiyen yerine getirirken, onların henüz ilgilenmediği tarzdaki özelleştirmeleri de, kendi çevresi tarafından yağmalatmıştır. İşletmeler yok pahasına satılmış, sadece arsa fiyatının 10’da birine, devletin elinden özel kişilere, bazı ailelere kaydırılmıştır. Albayrak ve Bayraktar ailelerine satılan işletmelerin dökümü yapılsa, birisi bunun üzerine çalışsa, bu söylediğimizin boyutları ortaya çıkacaktır.

Özelleştirme uygulamaları ve bunun içerikleri, ülkemizde çok ciddi bir tarzda gündem olmuştur. Bu nedenle, okuyucu, bu konuda daha kapsamlı örneklere ulaşmakta zorluk çekmeyecektir kanısındayız.

Neoliberal saldırı, finansallaşma eğiliminde de ciddi bir artıştır. Bir yandan, sermayenin uluslararasılaşması, bu yeni coğrafyaları uluslararası tekellerin istedikleri tarzda “uygun” hâle getirdi, sosyal, ekonomik ve siyasal açıdan uygun hâle getirdi, altyapı hizmetlerini onların ihtiyaçlarına uygun hâle getirdi, diğer yandan ise, ülkeleri, yeni coğrafyaları onların yağmasına açtı.

Sermaye derinlemesine girdiği bu ülkelerde, önceden çok görülmeyen “yağmalanacak” alanlar bulmakta gecikmedi.

Bu, sadece doğrudan sermaye yatırımları ile gerçekleşmedi. Aynı zamanda sermaye, daha fazla finansallaştı. Bu, sermayenin, kâr avcılığı, servet avcılığı için uygun konumda olması da demektir. Ama aynı zamanda, birçok uluslararası tekelin kârları içinde finansal kârların 2-3 katına çıktığı olgusunu da içerir.

Aşırı birikim, yani, elde fazla birikmiş ve yeterince kârlı alanlar bulamadığı için yatırıma dönüşmeyen sermaye, elbette servet ve kâr avcılığı işi ile uğraşacaktır. Bu açıdan, dünya kapitalist ekonomisi, çoktan bir kumarhaneye dönmüştür. Bu sermaye, dünyanın farklı ülkelerinde gördüğü potansiyel getirilere doğru koşacaktır. Özellikle belli bir altyapıya sahip olan ve belli bir büyüklüğe sahip olan ekonomiler, mesela Türkiye, Brezilya, Arjantin vb. oldukça caziptir. İzlanda gibi küçük bir ekonomiden kumar yolu ile elde edilecek getiri, zahmetlere değer bulunmayabilir.

Bu sermaye, eskiden beri hisse senetlerine, tahvillere kaymakta idi. Ama özellikle 1971 sonrasında ortaya çıkan dolar-altın bağının ya da paralar ve altın bağının koparılması ve paraların sabit kur ilişkisinden çıkarılması ile birlikte, oyun büyümeye başlamıştır. Döviz ile oynamak bunun bir parçasıdır.

Diyelim ki bir şirket, ABD Doları ile iş yapmaktadır ve 6 ay sonraki dolar kurunun yaratacağı riskleri bilmek ve kontrol etmek istemektedir. Bankalar, bu şirkete, 6 ay sonrası için, alacağı miktarda dolar için bir kur vermekte ve bunu sabitlemektedir. Diyelim ki kur bugün 6 TL olsun. 6 ay sonrası için kur belirsiz. Şirket, bankaya sorar ve banka ona 6 ay sonrası için 7 TL verirse, şirket hesaplarını buna göre yapar, 6 ay sonra bankadan, 7 TL’den dolar almayı kabul eder. Bu gerçekleşeceği 6 ay sonraki tarihte ise, belki de dolar kuru hâlâ 6 TL olacak. Şirket bunu “zarar” olarak ela almaz, zira o kuru 7 TL olarak görmüş ve işlemlerini buna göre yapmıştır. Bankaya, dolar başına 1 TL kazandırmıştır. Ama diyelim ki kur 8 TL oldu, bu durumda da şirket kuru 7 TL’den bağladığı için iyi durumdadır. Aslında burada şirket ile banka arasında bir kumar vardır. Kumar, eğer döviz kurları “sabit” olsa idi gerçekleşmeyecektir. Dalgalı döviz kuru, bu denli belirsizlik yaratmaz, ama dalgalı döviz kuru, bazı kritik dönemlerde, finansal sermaye için, büyük ama çok büyük gelir kaynağıdır.

Burada bir şirket üzerinden ortaya çıkan kumar, aslında tüm sistemin her alanında vardır. Kur tahminleri üzerinde bir iddia gerçekleşmez, bir kumar oynanır. Bankalar size kur tahmini verdikleri gibi, kendileri de bu kumarın bir tarafıdırlar. Ve böylece, bir “türev” işlem ile karşı karşıyayız. Yani, mal alıp satmak gibi “asıl” işlemin ötesinde, bu işlem sırasında doğacak riskleri hesaba katan döviz kurları belirsizliğinden doğan risk üzerinden bir işlem. Buna türev işlem deniyor, tabii ki, bunun gibi işlemlere.

Diyelim ki, siz, bir şirketsiniz ve alacaklarınız var. Ama müşterilerinizin bunları ödememe riski var. Normalde, bu durumlarda, ülkenin hukuk sistemine bağlı mahkemeler devreye girer. Ama bu durum büyür ve borç ödememe artarsa, bu koşullarda riskler büyür. Risk büyüyünce, buraya bu finansal sermaye girer. Çünkü kumar büyümektedir. Risk ne kadar büyük ise, parayı elde tutan için kazanma olanağı o kadar fazladır.

Bugün, bazı şirketler var. Sizin şirketiniz ile, müşterileriniz arasındaki asıl satış işleminden doğan borç/alacağı sizin adınıza üstlenen şirketler var. Yani, siz alacağınızı tahsil ettinizse bu şirkete %1,5 veriyorsunuz, ki bu oran faiz oranlarına bağlı değişir ve eğer siz tahsil edememişseniz, müşteriniz size ödememiş ise, siz ondan ana parayı, işlemeyen mahkemelere bırakmıyorsunuz, alacağınızı şirket size ödüyor ve alacak onun sorunu hâline geliyor. Bu da bir türev işlemdir.

Gördüğünüz gibi burada, alacak tahsilatının modern mafya tarzı ortaya çıkıyor. Kapitalizm küçük çaplı tefecilik ile başlamıştır ve büyük çaplı tefecilik ile son bulacaktır. Alacağınızı devrettiğiniz bu şirket, gerçekte mahkemelerin işlevsizliğinden, hukuk sisteminin anormalitesinden faydalanmakta, bu sorun üzerine bir “iş” kurmaktadır. Sizce bunu, mahkeme yolu ile mi hâlledecek, alacaklarını böyle mi tahsil edecektir? Siz, bir şirket olarak, bu türev işlemleri yürüten şirketi risklerinize karşılık kendi gelirinizin %1,5’ine ortak ettiniz, gelirinizin bir bölümünü, kârınızın daha büyük bir bölümünü riskler ve hukuk sisteminin durumu nedeni ile adamlara vermeye razı oldunuz.

Döviz kuru üzerindeki oyunlar akıllara sığmayacak kadar büyüktür. Ve bu, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi, her zaman bir ülkeyi batırmak üzere yapılmazlar. Erdoğan, kendi parasını dolar olarak tuttuğu sürece, kendini korumayı hedeflediği sürece, ülke ekonomisini spekülatif hamlelere açmış demektir. Bir ülkenin ulusal para birimi TL ise, bu ülkede her iş dolar üzerinden fiyatlanıyorsa, dolar ile altın arasında bir bağ da yoksa, ABD merkez bankasının veya onun arkasındaki güçlerin, seni soyup soğana çevirmesi işten bile değildir.

Diyelim ki bu finansal haydutlar, sizi donunuza kadar soymazlar. hayatta kalmanız ve bir sonraki 10 yılda yine soyulabilir büyüklüğe erişmeniz gerekir.

Para birimleri ile döviz kurları arasındaki bağlar koptuktan sonra, yeni türev işlemler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Riskler arttıkça, belirsizlik büyüdükçe, sadece sigorta şirketleri için bile büyük olanaklar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Neoliberal saldırı, ekonomik, siyasal, ideolojik öğeleri birbirine birleştirerek bir saldırı gerçekleştirmiştir. Bu nedenle, yeri geldiğinde “ulus devlet” rafa kaldırılıyordu. Ama söz konusu olan İngiliz, ABD, Alman, Japon ve Fransız devletleri ise, “ulus devlet” yaşamalı idi.

Bu bütünsel bir saldırıdır. Ve finansallaşma, bu saldırının sivri uçlarından biridir. Borsaların, dövizlerin, hisse senetlerinin, akıl almaz türev işlemlerin gelişimi böyle ortaya çıkmıştır.

2010 yılında, 21-32 trilyon dolarlık bir servetin, finansal servetin, vergi cenneti diye adlandırılan ülkelere kaydığı tahmin edilmektedir. Panama belgeleri, bu konuda oldukça doyurucu bilgiler vermektedir. Binali Yıldırım ve Erdoğan ailesinin, hangi adalara, hangi bankalara paralarını nasıl transfer ettikleri, sonra da “vergi affından” yararlanarak bu parayı nasıl akladıkları biliniyor olmalıdır. Bu konuya tekrar döneceğiz.

Neoliberal saldırının önemli ayaklarından biri finansallaşma ise (bu konuda daha geniş bilgi için, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan “21 Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” isimli çalışmamıza bakınız) bir diğer önemli ayağı rant meselesidir. Bu rant-yağma ve savaş ekonomisi, dünyayı sarmaktadır. Kumarhane kültürüne tamamen, büyük çaplı tefeciliğe tamamen uygundur.

Neoliberal politikalar, kentleşme ile birlikte aşırı büyüyen konut sorununu “çözmek” için, kapitalist dünya ekonomisi, inşaat işini körükledi. Bu konut furyası, bizim gibi ülkelerde aynı zamanda doğanın ve kentlerin büyük çaplı yağması ile birleşti. Ama dünyanın her yanında, bu süreç, işçi sınıfını, çalışanları borçlandırmaya başladı. Borçlandırma, konut ipoteği karşılığında konut kredisi ile satış politikası, tüm dünyayı sardı. ABD’de 2008’de patlayan kriz, önce ev alımları sisteminin, bu borçlandırma sisteminin çökmesi ile ortaya çıktı.

İşçinin, halkın, çalışanların borçlandırılması, kredi kartları, konut, ev eşyaları vb. yolla öyle bir boyut almıştır ki, bir yandan tüketimi teşvik etmiş, fiyatları yukarıya çekmiş, tekellere büyük paralar kazandırmış iken, diğer yandan ise, çalışanları borçlandırarak, onların kontrolünü ele alma olanakları doğurmuştur. Bu borçlandırma işi, sadece ekonomik bir “proje” olarak kalmamıştır, sınıf savaşımına ciddi etkileri ortaya çıkmıştır.

Ülkemizde işçiler, çalışanlar, kredi kartları aracılığı ile, gelecekteki 6 ay-1 yıllık gelirlerini çoktan harcamışlardır. Bireysel krediler ile kredi kartlarının borcunu kapatmakta, borcu borçla kapatarak yaşamaktadırlar. Tüketim toplumu, borçlanmanın kolaylaştırılması, bir anlamda işçiyi esir alma operasyonuna dönüşmüştür.

1980-2008 arasında elbette birçok kriz ortaya çıkmıştır. 1991, 1994, 2001 yıllarındaki gibi krizler. Ama 2008 krizi, kapitalist dünya ekonomisinin neoliberal politikalarının sonunu getirmiştir. Bugün biz, hâlâ 2008 ile başlayan derin kriz dalgasının içindeyiz.

-3-

Bugün, ülkemizi saran krizi anlamak için, dünya kapitalist sisteminin bu kriz sürecinin kısa özetini akılda tutmak gerekir.

2008 krizi, konut kredi sistemi diyebileceğimiz sistemin patlaması ile gündeme geldi. ABD başta olmak üzere birçok gelişmiş ülkede, konut alanından başlayan kriz, finansal bağlar nedeni ile hızla başka ülkelere de yayıldı.

Kredi ile alınan konutlar, aslında kredi sistemi için de ipotekli idiler. Ama ipotekler, bir anda, gerçekte düşünülen değerlerinin altında bir değere sahip olmaya başladılar. Diyelim ki 200 bin dolara alınan bir ev, borçlular yani evin sahipleri tarafından kredi taksitleri ödenmez duruma düşünce, bir anda 60 bin dolar değerine düştüler. Diyelim ki, bankalar, 200 bin doların 100 binini ödemiş bir kişinin evini, bir anda 100 bin dolardan satışa çıkardılar. Bir anda görüldü ki bu sadece bir kişi değilmiş. Böylece borç veren banka ve finans kurumları, ellerindeki konut ipoteklerinin işe yaramadığını anlamaya başladılar.

1970’lerde hisse senetlerinin hava hâline dönüştüğü, adeta buharlaştığını görmüştük. Kâğıtlar, değerli kâğıtlar bir anda buhar olmuştu. Daha önce, diyelim ki bir kişinin TL varlıklarının bir gecede, mesela 1991’de ya da 2001’de yarı yarıya düştüğünü, dolar ve diğer paralar cinsinden bir kayıp, adeta buharlaşma yaşadığını görmüştük. Bu kez ise “duran varlıklar”, binalar, evler buharlaşmaya başladı.

2008 yılında bir anda borsalar yarı yarıya düştü. Bu yaklaşık 35 trilyon doların havaya uçması anlamına geliyordu.

Dünya çapında toplam gelirin, ülkelerin gelirleri toplamının o dönem 60 trilyon dolar olduğu hatırlanırsa, bu oldukça büyük bir meblağdır ve sadece borsalara aittir. Borsalardaki kayıp, 2008 rakamları ile 7 adet Japonya demek oluyordu, iki adetten fazla ABD, yaklaşık 3 adet Çin demek oluyordu.

2008 krizinde, sistemi ayakta tutmak için, Citigrup’a ABD devleti, 300 milyar doları aşan bir destek vermiştir. Citigrup, gerçekte bu değere sahip değil idi. Krizle birlikte ise çok daha düşük bir değere “sahip” hâle gelmişti. Çin, Citibank’ı satın almak için 25 milyar dolar teklif etmişti.

Dünyanın en büyük sigorta şirketi AIG’in %80’i devlete geçmişti. Yani, özelleştirme dalgası, bir anda “kamulaştırma” talebine dönüşmüştü.

2008’de sistemi ayakta tutabilmek için, 20 trilyon dolar, sisteme enjekte edilmişti. Nasılsa dolar ile altın arasında da bir bağ yoktu.

Bu altından bağımsız para birimleri meselesi, ülkelerin paraları üzerinden hatta onların da türevleri üzerinden büyük çaplı oyunlara olanak vermekteydi. 2008 yılında, döviz ticareti 4 trilyon doları buluyordu. Bu döviz ticaretinin türevleri üzerinden ticaret ise 2 trilyon dolar civarında idi.

Dünya Gayri Safi Hasılası, yani toplam ülkelerin milli gelir toplamları 60 trilyon civarında iken, türev sözleşmelerden doğan satışlar 450 trilyon doları buluyordu (2006 rakamı). 2006’da bu türev işlemlerin yanında borsalar 40 trilyon doları, tahvil piyasası ise 65 trilyon doları buluyordu (David McNally, adı geçen makale, Çağdaş Marksizm Seçkisi içinde, Yordam Kitap, s. 161).

Bu, finansallaşma denilen olguyu anlamak için önemli bir göstergedir. Dünya ülkelerinin gelirlerinin toplamından 9 kat büyüklükte bir finansal işleme işaret etmektedir. Bu balon, 2008’de kısmen patlamıştır.

ABD cari açığını düşünün. Bu açık, artık altını ile bağı koparılmış doları yeniden piyasaya sürerek, yani bir anlamda “karşılıksız para basarak”, yani bir anlamda devlet eli ile sahte para basarak karşılanmakta, finanse edilmektedir.

ABD’nin üzerinde oturduğu petro-dolarları düşünün. ABD, başta Suudi Arabistan olmak üzere, petrol gelirlerinden elde edilen paraların adresidir. Bu dolarlar, Amerikan bankacılık sistemine akmaktadır ve bunların “çekilme”, yani sahipleri tarafından geri alınma olanağının olmadığını 11 Eylül saldırıları sonrasında gördük. ABD, miktarı 6 trilyon dolar olduğu söylenen bu paraları, sahiplerine vermeyi reddetmiştir.

Bir de bunun üzerine silâh sanayiini eklemeniz gerekir. Silâh, tüketilince, kullanılınca biten bir meta değildir. Gerilim ve savaş politikaları ile her zaman pazar bulan ve kullanılmadan tükenen, eskiyen bir metadır ve ABD’nin eski gücü, yani Soğuk Savaş dönemindeki gücü ve olanakları bu silâh satışlarına olanak vermektedir.

Bunun üzerine bir de yağma vardır. Yağma ve haydutluk birliktedir.

Tüm bunlar ABD ekonomisini ayakta tutmaktadır.

Ama 2008 krizi, sanıldığından uzun sürmektedir ve ABD tarafından, tüm emperyalist dünya tarafından, onların uluslararası kurumları olan IMF ve Dünya Bankası tarafından yıllarca öne çıkarılmış olan neoliberal politikalarının sonunu işaret etmektedir.

Gerçekte sahip olunmayan “varlıklar” üzerinden yürümeye başlamış olan kumarhane sistemi, dünya kapitalist ekonomisinin gerçekte sona ermesi gerektiğini göstermektedir. Mevcut artı-değeri paylaşmak için süren savaş, öyle bir hâle gelmiştir ki, gelecekteki artı-değeri önceden paylaşmak gibi bir noktaya dönüşmüştür. Gerçek ekonominin 10 katını bulan hayalî sermaye, gerçekte kapitalist sistemin yeryüzü için artık ömrünü doldurmuş bir sistem olduğunun da göstergesidir.

Konut kredisine dayalı sistem ABD’de patladığında, bir anda sigorta, banka ve finans kurumlarının batmasına yol açtı. Gerçekte, konut borçlandırma sistemi, işçilerden kapitalistlere finansal yollarla gelir transferi anlamına gelir. Ama sadece bu anlama değil. Aynı zamanda “Amerikan rüyası” denilen bir ev bir araba sistemi anlamına da gelir. Bu işin ideolojik yönüdür. Ve sistem çöktüğünde, aynı zamanda bu “rüya” da yerle bir oldu. Bugün, bir ailenin, bir insanın bir ev almak için yaşamının tümünü borçlu hâle getirmesinin mantıksız olduğunu söylerseniz, sizi dinleyebilirler. Ama öncesinde kutsal ev, Amerikan rüyasının bir parçası idi. 2008’de bu rüyanın, bir kâbus olduğu ortaya çıkmaya başlamıştır.

Krizin arka planında, aşırı birikim, düşen kârlar, hayalî sermayenin büyük çaplı yığılması yatmaktadır.

Bugün, dünyanın fabrikası, büyük ölçüde Doğu Asya ülkeleridir. Çin, Malezya, Singapur, Hindistan, Endonezya vb. Ve özellikle Çin örneği ele alındığında, Çin, sadece spor ayakkabı üretimi, kurşun kalem üretimi ile uğraşmamaktadır. Bilgisayar yongaları, otomotiv, çelik üretimi, kimya sanayii, fiber optikler, yarı iletkenler vb. alanında da büyük bir güçtür. Ve eğer bugün, herhangi bir üretim alanını ele alırsak, büyük ölçüde aşırı kapasitesinin var olduğunu görebiliriz. David McNally aktarıyor: “Çin hükümetinin ulusal kalkınma ve reform komisyonuna göre, ülkenin çelik sanayisi, hakiki çıktının ancak 350 milyon metrik tona eşit olduğu bir zamanda 470 milyon metrik tonluk bir yıllık kapasite geliştirmişti. Bu fazlalık 120 milyon metrik tonluk kapasite, dünyanın en büyük ikinci çelik üretici ülkesi Japonya’nın toplam gerçek çıktısından (112,5 milyon metrik ton) daha çoktu.” (David McNally, age s. 167).

Aslında bu kadar da değildir, Japonya’nın fazla kapasitesi acaba nedir? Başka ülkelerde acaba çelik üretiminde fazla kapasite ne kadardır? Dünyanın yıllık üretim kapasitesi, gerçekte ihtiyaç duyulandan fazladır.

Bu durum mesela ayakkabı üretiminde de böyledir. Bu durum, mesela bilgisayar yongaları üretiminde de böyledir. Bir de buna, üretilmesine gerek olmayan silâhları ekleyelim. Demek ki, yeryüzü kapitalist sistemden kurtulursa, ortaklaşa, komünal bir sisteme geçebilirse, büyük bir tasarrufu da gerçekleştirmiş olacak. Bu durumda, belki, kapitalist sistemin kârlı görmediği ama insanlık için önemli olacak alanlara yönelmek mümkün olacaktır.

Aşırı kapasite, aslında, aşırı üretim var olduğu hâlde vardır. Yani mesele sadece aşırı kapasite değildir, zaten aşırı üretim vardır ve bunun üzerine aşırı kapasite vardır. Kâr amacına göre organize olmuş ekonominin zorunlu sonucudur bu.

Aşırı birikimi de buna eklemek gerekir. Dünyada yeniden üretime yatırılmayan, büyük miktarda bir para vardır. Emeklilik fonları adı altındaki fonlarda 2011 yılı itibari ile 20 trilyon dolardan fazla para vardı. 2011 yılında küresel fonlardaki varlık, 132 trilyon dolar idi. Bu elbette ki o zamanki dünya çapındaki milli gelirlerden çok ama çok fazladır.

Yeniden üretime girmeyen bu sermaye, elbette, “finansal” bir varlık olarak yüzer-gezer tarzda dolaşmaktadır. Büyük çaplı kumarhaneye dönen kapitalist sistemin gerçeği budur. Bu finansal sermaye, servet ve gelir avcılığı ile ilgili hâldedir. Yeniden üretim sürecine girmediği için bu varlıklar, yeni artı-değerler üretmekte de kullanılmamaktadır. Bu aşırı birikimin, elbette dünya çapında borçlandırma sistemini destekleyeceği kesindir.

Aslında bu aşırı birikim de, kapitalist sistemin ömrünü doldurduğunun başka bir kanıtıdır. Bu aşırı birikim, her zaman varlıklarla ilgili bir sorundur ve fiyatları aşağı çekmekle kalmaz, kâr oranlarında da ciddi bir düşüşü ifade eder. Bu durumda, kapitalist için, üretime sokmadığı bu varlıkları, bir anlamda “sermaye” olmaktan çıkardığı bu paraları yeniden yatıramaması, kâr oranlarındaki düşüş eğilimi meselesinin farklı bir boyut kazandığını göstermektedir. Kapitalist, elindeki yeni sermayeyi tekrar yatırarak, genişleyen üretimde daha büyük çaplı bir artı-değer üretir. Amacı da bu artı-değeri sürekli çoğaltmaktır. Yoksa onun amacı bir kullanım değeri üretmek değildir. Bu aşırı birikim ile, bir miktar sermaye, artık yeniden üretime yatırılmıyor. Dünya çapında kumarhanenin bu denli genişlemesi ve derinlik kazanmasının nedeni de buradadır. O kadar ki, bankalar, artık, bankaya yatırılan paralar için faiz vermemekte, hatta bu parayı koruduğu için ücret talep etmektedir. Bu aşırı birikim, 1890’larda tartıştığımız aşırı üretim krizinin daha ilerisini ifade etmektedir.

2008 krizinde, sadece hisse senetlerinin, değerli kâğıtların buharlaşması yaşanmadı. Aynı zamanda, koca binaların, iş merkezlerinin de buharlaştığına tanık olundu. Milyonlarca dolar ettiği düşünülen binalar, bir anda değersizleşti.

Hayalî sermayeyi de buna eklemek gerekir. Yıllık 450 trilyon dolar hacminde bir “türev sözleşme satışı”, gerçekte kapitalist sistemin çoktan ömrünü doldurduğunun kanıtıdır. Tekrar olması pahasına, bu rakamların, dünya ekonomisinin yıllık üretiminden kat be kat fazla olduğunu belirtelim.

Kriz, 2008’de Amerikan bankacılık sistemini sarstığında, tüm kapitalist dünyada, “kamu müdahalesi” öne çıkmaya başladı. Citibank ve AIG örneklerini tartışmıştık. ABD, “neoliberal” kutsallarını bir anda terk etmeye başladı. 20 trilyon dolar sisteme entegre edildiği hâlde, dünya kapitalist ekonomisi krizi atlatmış değildir.

ABD tarafından Trump eli ile yoğunlaştırılan ticaret savaşları gösteriyor ki, “neoliberal” politikaları bir yana bırakın, liberal politikaları bile rafa kaldırma eğilimi yükselmektedir. 2008 krizi, bu sonucu vermiştir. Neoliberal politikalar artık gözden düşmüştür.

Özelleştirme programları, yağma ve rant sistemi içinde elbette devam etmektedir.

Elbette, hâlâ, işçi sınıfına ve emekçilere dönük kapsamlı saldırılar gündemdedir. Zaten bunun dışında bir yolları da yoktur. Tüm dünyada kriz, işçi ve emekçilerin, halkların yoksullaşması, soyulması, ama bu arada sermayenin daha da merkezîleşmesi, bazılarının zenginliğinin daha da artması demektir.

Ülkemizi de saran kriz, aslında hem bu dünya kapitalist sisteminin bir krizdir. Hem de, kendine has ilave özellikler taşımaktadır. 2008 krizi patlak verdiğinde, birçok kişi, uzman, Türkiye’nin büyüyen borçlarına, cari açığına özellikle dikkat çekmekteydiler.

Türkiye, Saray Rejimi’nin de üzerinde yükseldiği “rant- yağma ve savaş ekonomisi” gerçeğini yaşamaktadır. Son dönemde Erdoğan ve AK Parti projesinin sonunun göründüğü üzerine çok yorumlar yapılıyor. Bu doğrudur ama Erdoğan’ın gitmesi yetmez. Buna özellikle dikkat çekmek gerekir. Hatta, Saray Rejimi’nin gitmesi de yetmez. Bizim adlandırmamızla Tekelci Polis Devleti, yani hiçbir zaman “demokrasi” olmayacak bir devlet çarkı vardır. NATO mekanizmaları ile birleşmiş bir sistemdir bu ve adına Tekelci Polis Devleti diyoruz. İşte bunun yıkılması gerekir.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, ülkenin her şeyini yok etmektedir. Fabrikalar özelleştirme adı altında yağmalanmıştır, kapatılmış, arsa olarak değerlendirilmiştir. Ülkenin tüm şehirleri “rant” gözlükleri ile ele alınmıştır. Savaş sürekli tırmandırılmıştır. Saray Rejimi, bunu belli çevrelere aktarmıştır ve buna uygun bir sistem kurmuştur. Ama bu rant, yağma ve savaş ekonomisi, uluslararası tekellerin de çıkarınadır. Erdoğan’ı oraya getirenler, orada tutanlar, oradayken destekleyenler, işte bu yağma, rant ve savaş ekonomisinin de mimarlarıdır.

2008’de birçok kişinin gördüğü Türkiye krizi, 2018’de dolar kurunun fırlaması ile patlamıştır. Birçok firma iflas etmiştir.

Bugünlerde ise Damat, sürekli olarak, ilgi çekici el hareketleri ile “en kötüsünü geride bıraktık” masallarını anlatıyor. İflaslar, konkordatolar, düşen kapasite kullanım oranları, düşen konut satışları, ödenemeyen kredilerde büyük artış, içeride halkın aşırı borçlanması, artan işsizlik, artan açlık, tarımın dibe vurması, artan doğa yağması, Damat’ın konuşmadan önce özel içecekler aldığını göstermektedir.

Evet bu ülkemizdeki hâli ile kriz, dünya kapitalist ekonomisinin krizinden ayrı ele alınamaz. Ancak, bu tespit, ülkemizde kriz olmadığı anlamına gelmez. Sanki ortalık güllük gülistanlık gibi, Türk-İş’in %8+4 ile toplu sözleşme bağıtlaması, gerçekte sistemin işçi sınıfına karşı saldırganlığının, aymazlığının ve elbette işçi sınıfının da örgütsüzlüğünün göstergesidir.

Görünen o ki, krizi gizlemek için, tüm verilerle oynayan, basını susturan, ekonomi yorumcularına bile davalar açan bir Saray Rejimi, Eylül-Ekim ayı ile birlikte daha zorlu günler yaşayacaktır.

Dünya kapitalist ekonomisinin bunalımı olmamış olsa idi, belki Türkiye’deki kriz çok çok daha şiddetli seyredecekti. Nihayetinde aşırı sermaye birikimi vardır ve elbette onlar da gelire ihtiyaç duymaktadır. Negatif faiz veren Almanya’ya gitmeleri onlara bir şey kazandırmaz. Bu nedenle, Türkiye’deki krizin daha sakin seyrettiğini söylemek mümkündür. Ama bu, krizin ne kadar derin olduğunun da göstergesidir. Demek daha da kötüsü olabilirdi. Ve şimdi, adım adım, o daha kötüye gidilmektedir. Kriz, daha büyük iflasları, daha büyük batışları beraberinde getirmektedir. Artık ilk anda batan “zayıf” firmalar yerine, daha dayanıklı firmaların batışına sıra gelmektedir. Tam da bu koşullarda, işçi düşmanı, işçi kanı taciri Türk-İş yönetimi, kamu işçileri adına %8+4’e imza atmıştır. Gerçek enflasyonun %50 olduğu bir ülkede, %8+4 ile sözleşme yapan sendika, elbette haindir, işçi düşmanıdır. Ama aynı zamanda bu durum, işçi sınıfının örgütsüzlülüğünün ne kadar derin olduğunu göstermektedir.

Dünya kapitalist ekonomisi, daha çok yağmaya, daha çok ranta, daha çok tefeciliğe ve daha çok silâh sanayiine dayalı bir ekonomi olarak örgütlenmektedir. Bu durum, üzerinde yaşadığımız gezegeni tehdit eder boyuttadır. Bu nedenle, kapitalist sistemin yıkılması, sosyalist devrim, dünyanın ortakçı bir sistemde örgütlenmesi, sadece işçi sınıfının değil, insanlığın bir sorunudur.

Krizler, kapitalist sistemi otomatik bir mekanizma olarak yıkmazlar. Kapitalist sistemin yerine, insanın insan tarafından sömürüsünün olmadığı, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı, özgürlük ve kardeşlik toplumu, kendiliğinden, insan eylemi, işçi sınıfının devrimci eylemi olmadan gerçekleşmez.

Her kriz, sermayenin daha da merkezîleşmesi, bazılarının daha büyük kârlar elde etmesi, vurgunlar vurması anlamına da gelir. Kapitalist sistem, her zaman krizlerin faturasını emekçi halka yükleyecek mekanizmalara sahiptir. Devlet, tüm kapitalistler adına bu işle uğraşır. Ama buna rağmen, bu krizlerden bir çıkışları da yoktur. Her kriz, bir başka daha büyük çaplı krizin zemini hâline gelmektedir.

Dünya işçi sınıfı, dünya halkları, kapitalist sisteme karşı, emperyalist egemenliğe karşı örgütlü bir mücadele geliştirmek zorundadır. Bunun olanakları vardır.

SSCB’nin çözülüşünden bu yana, dünya, sosyalizmin varlığını özlemeye başlamıştır Ama bu kez, sadece bir coğrafyada değil, tüm yeryüzünde, kapitalist sistem olmaksızın bir sosyalizm deneyimine ihtiyacımız var.

Suriye savaşı; sona doğru mu, büyümeye doğru mu?

Suriye savaşı, aslında Soğuk Savaş sonrası dünya döneminin önemli dönemeçlerinden biridir. Anlaşılır olması için, SSCB’nin çözülmesi, “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı sonrası dönemin sonudur. SSCB’nin varlığı, daha genişletirsek, sosyalist ülkelerin varlığı, emperyalist güçleri, birbirine yakınlaştırmıştı. Başına ABD’nin yerleştiği, NATO sistemi ile bağlanmış bir emperyalist cephe oluşturuldu. Bu cephe, komünizme karşı savaş ve emperyalist egemenliği ayakta tutmak için “kendi aralarındaki rekabet, hegemonya savaşı ve çatışmaları” ertelediler. Bu anti-komünist, insanlık karşıtı savaşı yürütürken, adlarına “Batı medeniyeti”, “Batı değerler sistemi”, “Batı demokrasisi” dediler. Onun için bir not olsun, nerede bu terimleri duyarsanız, hiç tereddüt etmeyin, işçi ve emekçilere karşı, insanlığa karşı bir saldırı gizlenmek isteniyordur.

İşte SSCB’nin çözülmesi, Batılı emperyalist devletlerin kendi aralarındaki ertelenmiş, arka plana atılmış çatışmaları yeniden öne çıkarmaya başladı.

Bugün, 2019 yılının Temmuz ayından baktığımızda, aradan 30 yıl geçmiştir ve bu yeni paylaşım savaşımının izlediği yol açıkça ortadadır. Diyebiliriz ki, emperyalist güçler, özellikle beş tanesi, şiddetli bir paylaşım savaşımı içindedir. Bunlar ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa’dır. Bu paylaşım savaşımı, bölgesel savaşlarla, ticari savaşlarla vb. birçok biçimini bize göstererek gelişiyor. Bir gün döviz kurları ve finansal alanda yoğunlaşan bir savaş görüyoruz, ertesi gün, bir ülkenin yağmalanmasını seyrediyoruz. Ama her gün, bu savaşın daha da şiddetlendiğini biliyoruz, bunu söyleyebiliriz.

Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin bu rakip-dostlarına bir takım tavizler vererek, mesela Japonya ve Almanya’daki bazı üslerini kapatmaya razı olarak, onlardan destek aldıkları müdahalelerdir. Libya da böyledir, sadece biraz daha küçük bir ittifakla.

Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin “dünya imparatorluğu” hayalleri politikaları ile birleşmişti. Ama ABD, kazanırken kaybetti ve durum farklılaşmaya başladı. Libya ise, Batı medeniyetini yeniden ABD etrafında toparlama girişimi idi. “Gelin, şu koyunu birlikte bölüşelim” hesabı. Ama bu geçici bir nefes alma demek idi ABD için. ABD bunu biliyordu ve Suriye, İran hattına girmekte kararlı idi.

Suriye savaşında, bu kez Rusya ve Çin karşısına dikildi. Zira, gerçekte, Çin ekonomisi zaten dünyanın fabrikası olarak, tüm sistemi zorlamakta idi. Suriye savaşı, İran’a müdahalenin öncesi demek oluyordu ve Rusya’nın buna izin vermesi demek, kendi varlığını inkâr etmesi demek olacaktı.

Açık ki, ABD, “dünya imparatorluğu” hayallerini bir başka zamana erteledi. Obama iktidarı budur. Ama ABD, İran’ı kontrol etmek, Türkiye’den Orta Asya petrollerine ulaşacak hattı kontrole almak istemektedir. Demek ki, ilk adımda İran’ı dağıtmak ve aynı zamanda Türkiye’de sağlamlaşmak zorundadır. ABD, Türkiye’nin siyasal kontrolünü elinde tutuyor. Ama ekonomik olarak rakipleri var.

Biz bu durumu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen bir durum olarak, “ortaklaşa sömürge” diye isimlendiriyoruz. Türkiye, bir “ortaklaşa sömürge”dir. Ekonomik olarak Avrupa’nın, siyasal olarak ise ABD’nin denetimindedir. Hayatın olağan işleyişi içinde her şey zamana bırakılmış olsa idi, ekonomiyi elinde tutan Avrupa, Türkiye’nin sahibi olurdu. Ama artık bir paylaşım savaşımı var ve ABD, “olağan akışı” dinlemek için bir neden görmemektedir. Bu durumda, siyasal mekanizmalarla (yani, ordu, polis, yargı, siyasal partiler vb. ile) Türkiye’de gücünü pekiştirmek, yeni duruma göre güçlerini organize etmek istemiştir. “Yeni Türkiye” projesi budur. Bu konuda yazılmış bir kitap, Graham Fuller imzasını taşımaktadır. Ve ABD, elindeki güçleri, Gülen cemaatinden diğer cemaatlere, ordusundan yargısına kadar tüm güçleri bu amaçla organize etmeye başladı. AK Parti ve Erdoğan projesi böyle ortaya çıkmıştır. Erdoğan ve AK Parti projesi, “yeni Türkiye”, “ılımlı İslam” projelerinin gölgesidir. Anlamak için, gölgeye bakmanız yetmez, cismin kendisine bakmanız gerekir. Bugün, Türkiye’de ortaya çıkan devlet-çeteleşme süreci, Saray Rejimi ve devlet ile sermaye grupları arasındaki sürtüşmeler, bu sürecin sonucudur.

Türkiye, hâlâ bir “ortaklaşa sömürge”dir.

Ortaklaşa sömürge olma durumu, ne kadar sürerse sürsün, aslında geçicidir. Yani, eninde sonunda bir başka duruma evrilmek zorundadır. Anlatabilmek için, “yarı-sömürge” ve sömürge kavramları arasındaki bağa bakmamız gerekir. Osmanlı’nın sonlarında Osmanlı, imparatorluktan sömürgeye dönüşmekte idi. 1900’lerin başında Osmanlı için “yarı-sömürge” denildiğinde bu, bu süreci anlatır ve bu açıdan doğrudur. Nihayetinde, sürekli olarak “yarı-sömürge” olarak kalınamaz. Ya sömürge olursun ya da bu zinciri kırar ve sosyalist olabilirdin. Sosyalist olmadığını biliyoruz. İşte “ortaklaşa sömürge”, Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak NATO kontrolünde organize edilen Türkiye’nin durumunu ifade eder. SSCB dağıldığı, komünizm korkusu yerini “tarihin sonu” sevinç gösterilerine bıraktığı andan başlayarak, bu “ortaklaşa sömürge” olma durumu, değişime uğramaya başlar. Hâlâ bu değişimin içindeyiz.

İşte ABD’nin Türkiye’de güçlenme isteği dediğimiz de, bu başlıca iki alandan gerçekleşir:

a- Siyasal olarak tüm güçlerini (Gülen hareketini, İslamî hareketi, Ergenekon’u, orduyu, polisi, yargıyı vb.) yeniden yapılandırmak istedi, istiyor.

b- Aynı anda, yeni sermaye grupları oluşturmak da içinde, ekonomik sahayı yeniden biçimlendirmek istedi, istiyor.

ABD’nin Türkiye’de güçlenmesi, İran’ın kontrolünü kendi eline geçirme isteğinden bağımsız değildir. Demek ki, Suriye savaşı da bunun bir parçasıdır.

Eğer bu perspektiften bakabilirsek, bazı soruların yanıtlarını daha büyük bir hızla bulabiliriz, daha doğru bir biçimde bulabiliriz.

Mesela neden, IŞİD gibi bir vahşet, Suriye ve Irak coğrafyasında yeşertildi? ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, bu projenin önemli bileşenleridir. Gerçekleşen katliamlar, yayılan korku, “düzleştirme” siyaseti diyebileceğimiz bir yeni savaş stratejisidir. ABD İngiltere, İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan, bölgeyi yerle bir etmek, tarihsizleştirmek, insanı köleleştirmek için bu araçlara başvurmuştur.

Mesela neden, ABD, Kürt hareketi üzerinde ya da içinde bir kanal yaratmak istiyor? Kürt halkı başta olmak üzere, Suriye halkları IŞİD terörüne karşı direniş gösterdikleri ve bunda başarılı oldukları ölçüde, sindirme politikası, köleleştirme politikası sona erdi. Suriye halklarının ve Suriye güçlerinin direnişi, Rusya’nın desteğini de içine koyalım, bu politikayı işlevsiz kılmıştır. Bu durumda, bölgenin önemli güçlerinden biri olan Kürt hareketini kontrol edebilmek için ABD’nin manevralara başlaması anlaşılır olur. Yoksa ABD’nin Kürt halkının istekleri ile bir bağı yoktur. ABD, hiçbir halkın yararına iş yapmaz, yapmamıştır. Bu, tüm emperyalist dünya için geçerlidir. Emperyalistler, çelişkileri kullanır, ama her zaman kendi yararları için, her zaman imha ederek. Türkiye’nin Kürt halkına karşı şiddetli savaşı ile, ABD’nin Kürt hareketi içinde bir yer edinme isteği, bir madalyonun iki yüzü gibidir. ABD, Türkiye içinde istediklerini yerine getirmek için, Kürtlere karşı savaşı destekler, ama öte yandan Suriye’de tümden kaybetmemek için, sahada varolabilmek için Kürt halkının taleplerine kulak asıyormuş gibi davranır.

Şimdi Suriye savaşının sonuna gelinmiş gibidir. Ama bu bir son mudur, yoksa daha büyük çaplı bir tarzda savaşın gelişimi için bir yeni durum mudur, yanıtını vermek kolay değildir.

Savaş, gelip İdlib civarında odaklanmıştır.

Ama İdlib, Afrin ve Fırat’ın doğusu ile de bağlantılıdır. Türkiye, Afrin’i işgal etmiş, Fırat’ın doğusunda çeşitli “üs” noktaları oluşturmaya başlamış ve sürekli olarak sınıra asker yığmaktadır. ABD, İdlib’in olabildiğince uzun sürmesi için, Türkiye’yi Rusya’yı oyalamakla görevlendirmiştir.

Rusya, Afrin işgaline sessiz kalmıştır. ABD ve Türkiye arasındaki konum farkından kaynaklı çelişkilerin gelişmesi için bu sessizliği seçmiştir. Rusya’nın sessizliği olmamış olsa idi, Türkiye’nin Afrin işgali gerçekleşebilir miydi?

Bugün İdlib’de Türkiye, Rusya ile yaptığı anlaşmalara uygun davranmakta mıdır? Sanmıyoruz. Türkiye, İdlib sorununun uzamasını istemektedir. Bu açıdan Rusya’nın zoru ile bazı adımlar atsa da, aslında bu sorunun çözülmesini istememektedir. Dahası, bu alanda elindeki olanakları, ABD ile pazarlık için de kullanmaktadır. En başta Erdoğan ve Saray Rejimi, İdlib sorununun çözümünün kendi iktidarının sonu olduğunu dahi görmektedir. Bu nedenle ne kadar uzarsa, hem ABD hem de Türkiye için o kadar iyidir. Görünen budur.

S-400’ler de bu işin bir parçasıdır. S-400’ler, bu nedenle Nisan 2020’ye uzatılmıştır. Erdoğan ve Saray Rejimi, S-400 meselesinin her iki çözümünde de kendi sonunu görmektedir. Bugün Erdoğan S-400’lerden vazgeçtim ve tüm sistemi iptal ettim dese bile, ABD açısından bitmiş bir projedir. Yok S-400’leri devreye soktum ve işi büyütüyorum derse de yolun sonuna gelmiş gibidir. Bu nedenle, ABD, tepkilerini adım adım uygulamaya koyma yolunu seçmiştir. Rusya, S-400’ler ile, NATO mekanizmasını dağıtmak istemektedir. Zaten ömrünü çoktan doldurmuş olan ve varlık nedeni kalmayan NATO’nun dağılması, ABD’nin “Batılı müttefikleri” üzerindeki kontrolünün yok olması da demektir.

Ve elbette unutmamak gerekir ki, “dünya imparatorluğu” hayallerini ertelemek zorunda kalan ABD’nin hegemonyası, her cephede dağılmaktadır, gerilemektedir.

İşte bu şartlar altında İdlib’de sürecin uzaması zorunlu gibi görünmektedir. Rusya beklemektedir, ABD sürecin uzamasını istemektedir. Bu koşullarda ise, öyle anlaşılıyor ki, herkes perdenin arkasında harıl harıl hazırlanmaktadır. Bu durum ise savaşın daha da büyüme potansiyeli demektir.

Türkiye’nin tampon bölge ve işgalci konumunu meşrulaştırma isteği, bu savaşı büyütmek isteyen güçler için bulunmaz bir fırsattır. Türkiye, sürekli olarak bölgeye asker yığmaktadır. ABD ise, başka alanlardan, savaşı daha da büyütme isteğini ortaya koyacak saldırılar gerçekleştirmektedir. Rus denizaltısında “yangın”, acaba nasıl bir saldırının ürünüdür?

Tüm bunlar, savaşın büyüme potansiyelini ortaya koymaktadır.

Yani, Suriye savaşı, İdlib ile bitebilecek konumda iken, aynı zamanda büyüme potansiyeline de sahiptir.

Tam da bu sıralarda İran üzerine yoğunlaşan baskı, İngiliz güçlerinin de devreye girmesi, Trump’ın saldırgan tutumları rastlantı değildir. Savaşı büyütmek isteyenlerin hamleleridir bunlar.

Çıkış yolu nedir diye sorulacaksa, yanıtımız açıktır: Savaşı önleyecek tek güç, halkların özgürlük ve sosyalizm mücadelesidir. Bu açıdan bölgemizde gelişmekte olan direniş son derece kıymetlidir. Kürt halkının direnişi, bu direnişin odak noktasındadır.

Halkların örgütlü direnişi, savaşı önlemenin, barışı sağlamanın tek yoludur. Aynı zamanda emperyalist güçleri bölgemizden söküp atmanın da tek yoludur. Bunun kolay bir yol olmadığı açıktır. Zira, bir yandan kendi amaçları için emperyalist güçler bölgede ırkçılık ve katliam politikalarını sürekli canlı tutmaktadırlar, diğer yandan ise henüz halklar yeterli örgütlülükte değildir. Ancak, biliyoruz ki, Suriye savaşı başladığında halkların örgütlülüğü ve bilinci daha da geri durumda idi. Evet hâlâ halkların, işçi ve emekçilerin örgütlülüğü yeterli düzeyde değildir. Ama buna rağmen, tek şans budur ve bu imkânsız değildir.

Bu açıdan Türkiye işçi sınıfının, Türkiye halklarının görevi artmıştır. Savaş, yağma ve rant ekonomisine dayalı, çetelere yaslanan, baskı ve şiddeti sürekli artıran Saray Rejimi ömrünü doldurmaktadır. İşçi ve emekçilerin direnişi, belli bir süreklilik kazanmıştır. Evet Gezi tarzında yükselen bir dalga gibi değildir. Ama bu direniş, hayatın her alanında vardır. Bu direnişi küçümsemek büyük bir körlük olur. Bu direnişi büyütmek demek, bunun bir parçası olmak, küçük büyük demeden ona güç vermek demektir.

Saray Rejimi ve kayyum politikası: Korkuyorlar, saldırıyorlar

Yerel seçimlerin nasıl bir süreç izlediğini hepimiz hatırlıyoruz. Savaş naraları, karartma siyaseti, yalan haberler, her türlü hile, tutuklamalar, operasyonlar vb. altında bir “yerel seçim” süreci yaşandı.

31 Mart yerel seçimlerinin sonuçları ortaya çıkınca, Saray Rejimi, tereddüt etmeden şu hilelere başvurdu.

1- Oy çaldılar. Muş’u hatırlayalım yeter. Bursa da öyledir. Bu kadar mı, elbette ki hayır. Hile yapmadıkları belki birkaç il vardır. Hemen hepsinde hileler yaptılar. Zaten oy pusulası basımına, seçim için YSK’nin getirdiği “açılımlara” bakın yeter.

2- Buna rağmen seçimi kaybettikleri yerlerde, mesela %70 ile HDP adayı kazanmış iken, seçimi %25 oy alana verdiler. Ne hukuk ama! Bu duruma “devletin çıkarları” dediler. Aslında acizliktir, aslında korkaklıktır, aslında hukuksuzluktur, aslında kendi kurallarını ve varlığı reddetme hâlidir. Ama bunu Erdoğan-Soylu-Akar takımı, başarı olarak addetmiştir.

Daha seçim sırasında Erdoğan. açıkça söylemişti: Eğer seçimi kazanırlarsa, merak etmeyin, kayyum atayacağız. İşte şimdi sıra bunu yapmaya gelmiştir.

Bu, TC devletinin tükenişinin kanıtıdır. Bu korkularının ne kadar büyüdüğünün, boylarını aştığının kanıtıdır. Bu, yönetememe durumunun açık olarak ilanıdır.

Diyarbakır, Mardin, Van illerine kayyum atadılar.

İşte size Saray Rejimi.

Seçim sandıkları çoktan gömülmüştür.

Kayyum atamaları kimseyi şaşırtmamaktadır. Beklenendir. Kayyum atamaları, seçimlerin hileli hâline bile tahammül edemediklerinin göstergesidir.

Kimse kusura bakmasın, bu sistem, şimdiki Saray Rejimi’nden önce de, 2010’larda da 2005’te de “demokrasi” ile ilgisi olan bir sistem değildi. Olamazdı. Bugün, kayyum atadıklarında, “bak demokrasiyi yok ediyorlar” demeyeceğiz. Zaten demokrasi diye bir şey yoktur, sadece durum, tüm çıplaklığı ile açığa çıkmaktadır.

Kılıçdaroğlu ses ver, demeyeceğiz. Çünkü o da bu işin bir parçasıdır. Burada sahneye konan rejim için, Erdoğan, Bahçeli, Perinçek nasıl bir role sahip iseler, CHP de benzer bir role sahiptir. Bu nedenle Kılıçdaroğlu’nun ses çıkarması mümkün değildir. CHP’nin tüm kitlesi ile alanlara çıkmasını beklemek boşunadır. CHP, kesin ve net olarak “evde kalın, provokasyona gelmeyin” diyecektir. Muharrem İnce çizgisi ne ise, Kılıçdaroğlu da odur.

Ta ki, İstanbul ve Ankara’ya kayyum atanana kadar.

İstanbul’u seller aldığında, Bodrum’da Erdoğan tarafından çağrılan İmamoğlu’na acaba ne talimatlar verilmiştir, ne ile tehdit edilmiştir? Bunları bilmesek de yakında kokusu çıkacaktır.

İşte biz bu rejime Saray Rejimi diyoruz.

Bize göre, tekeller çağında, faşizmi yaşamış bir dünyada, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, faşizmin dişlilerini kadife içine gizlemiş, devrime karşı örgütlenmiş, iç savaş örgütü hâline gelmiş, basını tam anlamı ile kontrol altına almış, parlamentoyu tümü ile kuklaya çevirmiş bir devlet yapısı kalıcı hâle getirilmiştir: Biz buna Tekelci Polis Devleti diyoruz.

Saray Rejimi, bunun bir dönem içinde rejimin örgütleniş hâlidir.

Saray Rejimi, tamamen tekelci polis devleti örgütlenmesinin özüne uygun, onun daha güçsüz hâlidir, daha özel bir döneme özgü hâlidir.

Saray Rejimi, savaş, rant ve yağma ekonomisi üzerinde oturmaktadır. Irak ardından Suriye savaşı anlaşılmadan, Saray Rejimi anlaşılamaz. Savaş ekonomisi kavranmadan, Saray Rejimi kavranamaz.

Bugünlerde, bir yandan ABD-Türkiye anlaşması ile, birkaç yıldır ABD ile süren limoni havanın ortadan kalması anlamına gelen bir süreç yaşanıyor. Fırat’ın doğusunda 5 km derinlikli bir “tampon bölge” oluşturulması anlaşması sürüyor. TC devleti, böylece, Suriye topraklarında kalıcı olmaya çalışıyor. İşgalci konumunu sabitlemek istiyor. Ama öyle anlaşılıyor ki, sınırın Türkiye tarafına da, Suriyeli göçmenleri yetleştirmek istiyorlar. Böylece Kürtlerin iki sınırdaki bitişik yaşamına son vermek istiyorlar.

Ama bu konuda adımlar atınca, Rusya, zor zaptettiği Suriye güçlerinin İdlib’e geçmesine izin veriyor. İdlib adım adım Suriye tarafından kurtarılıyor. TC devleti, İdlib’deki El Nusra ya da şimdiki adı ne ise, IŞİD’ci gruplara yardım konvoyu gönderiyor ve konvoy vuruluyor. İşe bakın ki, ölenler “sivil”, yani IŞİD’ci, cihatçı. TC devleti, hamisi olduğunu kabul ettiği bu çetelerle, ne kadar içli dışlı olduğunu da açık olarak kabul etmek zorunda kalıyor.

Şimdi, İdlib’den çeteleri, Libya cephesine gönderiyorlar.

İşte size savaş ekonomisinin ne demek olduğunu anlamak için birkaç örnek. Savaş ekonomisi denildi mi, bundan boşuna söz etmiyoruz. İdlib’deki çetelere tanksavar, uçaksavar füzelerini niye verdikleri açıktır.

Saray Rejimi, rant ve yağma ekonomisi üzerine yükseliyor. Kaz Dağlarının yok edilmesi, Bodrum tepelerinin yakılması, bu rant ve yağma ekonomisinin bir parçasıdır.

Kayyum işi de böyledir.

Gördük ki, HDP’den alınıp, önceki dönem, kayyum atanmış belediyeler yağmalanmıştır. Gördük ki, belediyeler bir rant kaynağı hâline gelmiştir. Gördük ki, İstanbul ve Ankara belediyeleri, havuz medyasını beslemektedir. Söylenenler doğru ise, Star gazetesine İBB, her ay, milyonlarca lira ödemekteydi ve bu kanallar kesilince Star gazetesi maaşları ödeyememiş.

İşte kayyum işinin bir ayağı da budur.

Diyarbakır, Mardin ve Van belediyelerine kayyum atanması, büyük bir hukuksuzluktur. Ve CHP, İYİ Parti, vb. partiler, büyük ölçüde sessiz kalarak bu utanca ortak olmaktadırlar. Bu durum, Saray Rejimi’nin karakterini göstermektedir. İmamoğlu’nun Bodrum’da Erdoğan’la yaptığı görüşme, süreci özetleyecek bilgiler içermektedir. Bundan emin olabiliriz.

İşte Saray Rejimi budur.

Tehdit, yalan, şantaj, hukuksuzluk, baskı, devlet terörü vb.

Tüm bunlar, korkunun ne denli derin olduğunun göstergesidir.

Ne oldu? 31 Mart seçimlerinden önce ellerinden gelen her şeyi yaptılar, yalan, baskı, hukuksuzluk vb. Ama kayyum atadıkları her yerde, seçimleri kaybettiler. Bugün, aynı şeyi yeniden deniyorlar. Hiçbir yasal ve hukukî alanımızın kalmadığını beyan ediyorlar.

Peki şimdi daha mı güçlüdürler?

Soylu’nun TV kanallarında anlattığı gibi devlet daha mı çok devlet oldu, daha iyiye mi gidecekler?

Hayır.

Günü kurtarmak peşindedirler.

Korkuyorlar ve korktukça daha çok ama daha çok saldırıyorlar. Bir gün, bir hafta ömürlerini uzatmaya çalışıyorlar. Kendilerinin de ne ilkesi, ne hattı, ne politikaları kalmıştır.

Korkudan saldırıyorlar.

İşte çözüm de burada saklıdır.

Biz de şaşırmadık. Kayyum politikasını biliyoruz. Bunu beklememek hata olurdu. Şimdi, işçi sınıfının çözümüne bakmak gerekir.

İşçi sınıfı devrimcileşmek, direnmek, örgütlenmek zorundadır.

İşçiler, devrimci sosyalizm saflarında yer tutmalı, orada saflara girmelidirler.

“Köle değiliz işçiyiz

Devrimin öncüsüyüz”

İşte bu bilinçle saf tutmalıyız. Direnişi geliştirmek, yaymak, hayatın her alanında kendi örgütlenmemizi geliştirmek zorundayız.

İstanbul belediyesine, Ankara ve İzmir’e daha kayyum gelmedi diye rahat olmak, Diyarbakır’a kayyum geldi diye ses çıkarmamak büyük, ölümcül bir hata olur.

İstanbul’da da şimdiden kendi meclislerimizi, halk meclislerini, emekçi meclislerini kurmamız gerekir. Öğrenci örgütlenmelerini geliştirmemiz gerekir. Her fabrikada, fabrika ve işyeri komiteleri kurmamız gerekli, işçi kurultaylarını geliştirmemiz gereklidir.

Örgütlenmek ve direnmek, direnişi yaymak ve örgütlenmek: İşte çözüm buradadır. Saray Rejimi’nin sonunu getirecek şey, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesidir.

Diyarbakır, Mardin ve Van’a gelen kayyum İstanbul ve Ankara’ya gelmez mi?

Erdoğan Trabzon’da yaptığı konuşmada, “Trabzon gibi Fatih’in emaneti olan İstanbul’a sahip çıkacağız. Bu aziz şehrin bölücü örgüt destekçilerine peşkeş çekilmesine mani olacağız” demişti.

“Fatih’in emaneti aziz şehir” diyor Erdoğan. Öyle ‘aziz’ bir şehirdir ki İstanbul, Saray Rejimi kaybettikten sonra, yandaş medya maaşlarını ödeyemez hale geldi. Öyle ‘aziz’dir ki, yağmaladıkça daha çok veriyor! İki gün önce Bilal Erdoğan’ın vakıflarına, çeşit çeşit tarikatların vakıflarına ‘eğitim protokolü’ ile bağlanan hortumlardan akıtılan 370 milyon TL’lik kaynak kesildi. Bu yağmanın sadece küçük bir parçasıdır. İşte İstanbul, hem işçi-emekçilerin, halkın çocukları onların istediği gibi yoğrulurken bir de bunun üzerinden milyonlar kazanmalarını sağlayan ‘Fatih’in emaneti, aziz bir şehir’dir.

Erdoğan’ın; “Bu aziz şehrin bölücü örgütün destekçilerine peşkeş çekilmesine mani olacağız” sözleri açık bir tehdittir.

İstanbul’a kayyum riski herkesin gördüğü, düşündüğü bir gerçektir. Buna rağmen, CHP, sözlü açıklamalarla yetinirken, Kemal Kılıçdaroğlu, sokağa çıkmayı uygun bulmuyor. Diyarbakır, Mardin ve Van’a kayyum atanması ile İstanbul’da seçimin tekrarlatılmasını aynı sürecin parçası olarak gören, İstanbul’a da kayyum atanabileceği açık bilincine sahip insanlara, kendi seçmenine evinizde oturun diyor!

Kılçdaroğlu’na, tıpkı milletvekilliği dokunulmazlığındaki gibi, güvenilmez olduğu yaşananlarla bilinen bir güvence mi verildi? Kılıçdaroğlu bunun için m evinizde oturun diyor? Kemal Kılıçdaroğlu, dokunulmazlıklar konusunda da, kendi deyimi ile devletle görüşme yaptığını açıklamış, “ Anayasa’ya aykırı da olsa, evet diyeceğiz” demişti. Sonrasında, HDP’li eşbaşkanlar ve milletvekillerinin ardından CHP’li milletvekilleri de hapse atılmıştı.

Erdoğan, Trabzon’da yaptığı aynı konuşmasında, Ekrem İmamoğlu’nu İstanbul’daki sel felaketi sırasında Bodrum’da tatilde olmakla suçlamış, bir ‘aşkı, davası’ olmamakla eleştirmişti. Ekrem İmamoğlu ise, bu açıklamaları ‘üzücü’ bulmuştu. İmamoğlu’nun ‘üzücü’ bulmasının nedeni, Bodrum’a kendisini Erdoğan’ın çağırmış olması mıdır?

Duyumlarımıza göre, İETT Katarlılara satılmış, hatta peşinatı alınmıştır. İGDAŞ’ın ise Koç Holding’e satılacağı konuşulmaktadır. Erdoğan’ın İmamaoğlu ile Bodrum’da yaptığı görüşmede, İETT ve İGDAŞ satışlarına itiraz etmemesi, hatta AK Parti’ye geçmesi teklif edilmiş, kabul etmezse kayyum atamakla mı tehdit edilmiştir? Ekrem İmamoğlu, yaşananları halkla paylaşmalıdır.

Erdoğan, Saray Rejimi, Ankara ve özellikle İstanbul belediye seçimleri üzerinden siyasi olarak ağır bir yenilgi almış olsa da Ankara’yı da İstanbul’u da yönetmek ister. Hele ki, ‘aziz şehir’ İstanbul’un rantı, bunun üzerinden kurdukları yağma-talan koalisyonunun devamı için bunu zorluyor, zorlamaya da devam edecektir.

Kılçdaroğlu’nun ‘evinizde oturun’ tutumu, Saray Rejimi ile bir anlaşma içinde olduğunu göstermektedir. Böyle bir anlaşmadan zararlı çıkacak olan biz, işçi-emekçilerdir, halktır. Böyle bir anlaşma İstanbul’un rantının paylaşılması anlaşmasıdır.

Bu yaşananlar rantın yeniden paylaşımı ile ilgilidir.

Böylesi bir tabloda, biz işçi-emekçilere, halka düşen, kendi gücümüze güvenmek, örgütlenmektir. Onlar kendi koydukları hukuku bile tanımıyorsa, ayaklar altına alıyorsa, biz neden tanıyalım? Hukuku yok saymak egemenler için bir haksa, bizim için de, işçi-emekçiler, halk için de bir haktır.

Yıllardır gösterdiği direnişle Saray Rejimini yönetemez hale getirenler olarak, direnişi geliştirip, yaymak, hayatın her alanında örgütlenmemizi geliştirmek dışında bir yolumuz yok. İstanbul başta olmak üzere, egemenler arasındaki rant kavgasına da son verecek, mahalle meclislerini, emekçi meclislerini kurarak, kendi kendimizi yönetecek adımlar atalım.

Örgütlenmek ve direnmek, direnişi yaymak ve örgütlenmek. Çözüm buradadır.

İşçi Gazetesi’nin 174’ncü sayısı çıktı

Gazetemizin bu sayısında; derinleşen ekonomik ve siyasal kriz ile birlikte Saray Rejimi’nin yaşadığı çöküntü, Kürt halkının iradesine yönelik kayyum darbesi, doğanın talanı ve topraklarına, geleceğine sahip çıkan halkın direnişi, işçi eylem ve direnişleri, kadın ve işçi cinayetleri raporları, işçi hakları, köşe yazıları, okur mektupları, kültür-sanat, ülkeden ve dünyadan gelişmeler yer alıyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitapevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

GAZETEMİZİN OKURLARINA, DOSTLARINA ÇAĞRIMIZDIR;

İşçi Gazetesi, birçok şehirde onlarca emekçi mahallesinde kapı-kapı tanıtarak, semt pazarlarında, işçi duraklarında, eylem ve etkinliklerde işçi-emekçilere ulaştırılıyor.

“Aslolan işçi sınıfının gündemidir” ilkesiyle hazırlanan İşçi Gazetesi’ni daha etkili hale getirmek, daha fazla emekçiye ulaştırmak mümkündür. Çağrımız, bu iki konuda duyarlılık ve dayanışma gösterilmesi amaçlıdır.

BİRİNCİSİ: Çalışma koşullarımız giderek işkence haline geliyor, işsizlik kılıcı başımızda sallanıyor, kriz canımızı yakıyor ve dahası birçok sorun… Bu sorunlar, sıkıntılar ve ne yapılabileceğine dair önerilerin [email protected] ya da facebook.com/iscigazetesi adreslerine yazılıp gönderilmesini istiyoruz.

İKİNCİSİ: Okurlarımızı, İşçi Gazetesi’ni daha fazla emekçiye ulaştırmak için yürütülen dağıtım faaliyetlerine destek olmaya, hiç değilse bir tane fazla alıp kendisi gibi bir emekçiye ulaştırmaya davet ediyoruz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

İşçi Gazetesi

Din, milliyetçilik ve pragmatizm

İzninizle biz “pragmatizm” sözcüğünü tercih edeceğiz. “Popülizm”, evet günlük hayatımızda, birçok şeyi anlatmaktadır. Ama konu sınıf savaşımı ve bu savaşım içinde burjuva diktatörlüğünün (sakıncası yok, buna burjuva demokrasisi de diyebilirsiniz) kullandığı argüman ve değerler olunca, buna “popülizm” demek yeterince uygun olmuyor kanısındayız.

Aslında kelimenin tam anlamında buna popülizm denilmesinde zarar yok. Ama Avrupa’nın bazı yerlerinde “sol” adına konuşan ve kendilerini kötü niyetli diye nitelememiz için bir sebep olmayan yazarlar, “sol popülizm”den söz etmeye başlamışken, kavramı felsefî anlamda yerine oturtmamız gerekir. Bu nedenle, “pragmatizm” kavramında ısrarlıyız. Chantal Mouffe’nin “Sol Popülizm” kitabı, bir popülizm eleştirisi olarak değil, solun popülist olması gerektiği, bu anlamda, burjuva kurumların içine yerleşip, popülist bir söylemle güç toplayıp, o kurumları değiştirerek “radikal demokrasi”yi kurabileceği vurgusu üzerine kuruludur. “Radikal demokrasi” devrimden ayrı bir anlamda ele alınıyor ve hep sağın popülist söylemleri yerine, mesela Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos gibi hareketlerin, bunlara Fransa ve ABD ekleniyor, sol popülizm söylemi ile, radikal demokrasiyi kurabileceği ve burjuva kurumları dönüştürebileceği anlamında kullanılıyor.

Aslında birçok doğru tespit, bağlamından koparılarak, çözüm önerisi olarak “sol popülizm” öneriliyor.

Oysa “popülizm”, burjuva egemenlerin, sistemin gelişen sorunlarına karşı, kitlelerin sisteme karşı mücadelesinin gelişimini önlemek için, öne çıkardığı politikaları anlatıyor. Mesela göçmen sorunu varsa, buna karşı “ırkçılık” diriltilmek isteniyor. Mesela Trump, seçimlere giderken, göçmen meselesinin artan işsizlik ile bağını kuruyor ve diyordu ki, “göçmenleri geri göndereceğiz ve Amerikalıların işsiz kalmasını önleyeceğiz.” Bu, popülist bir söylemdir. Çünkü, işsizliğin kaynağı göçmenler değildir. Tersine, işsizlik bir sorundur ve göçmenler, daha ucuza işgücü elde etmek için organize edilen bir göç politikasının sonucudur.

Diyelim ki, sağlık sistemi bozuk. Ülkemizde böyle olduğu biliniyor. Bu durumda, herkesin ilk rahatsız olduğu kuyrukta beklemek yerine, internet üzerinden randevu alıp aylarca beklemek bir “iyileşme” olarak sunulabiliyor. Bu arada ise, özel sağlık sistemi devreye sokuluyor. Sistemin yarattığı bir sorun, daha fazla kâr ve rant üretmek üzere yeniden çözülüyor ve bu arada, fiilî olarak kuyrukta dikilip beklememek bir avantaj olarak sunulabiliyor.

Avrupa ve dünyanın birçok ülkesinde aşırı sağın yükselişi için, sistemin aksayan bazı yönlerine tepkinin kullanılması bir temel oluşturuyor. Burjuva politikacılar bunu kullanıyor. Göçmenlere karşı ırkçı politikalar, aslında göçmen sorununun çözümsüzlüğünün kullanılması anlamındadır. Aynı şekilde eğitim, ulaşım, konut, sağlık gibi temel alanlardaki sorunların, sistemi eleştirmeden, ırkçı ve dinî temellerde kullanılması, kitlelerin sisteme karşı tepkisinin sistem kanallarına dolaylı olarak yeniden aktarılması söz konudur.

Modern kapitalist dünya, bu dünyanın devleti olarak tekelci polis devleti, görüntüde iki partili bir sisteme dayalı “demokrasi” inşa ediyor. Ama aslında bu devlet, tekelci polis devletidir. Tekeller çağına özgü bir biçimde, devlet aygıtının faşizmin tüm dişlilerini, tüm mekanizmalarını kadife eldivenle sarıp içselleştirmesine, kurumlaştırmasına dayanmaktadır. Bu hâli ile sistem tükenmiştir ve kapitalist sistem, nesnel anlamda ömrünü tamamlamıştır. Bu durum, bilinçsiz ve kendiliğinden bir şekilde sisteme karşı tepkinin gelişimini koşullamaktadır. İşçi sınıfı ve devrimci örgütlenme ne kadar zayıf ise, bu tepki, o kadar kullanılmaya, yönlendirilmeye açıktır. İşte sağ partiler, radikal sağ, aslında popülist politikalarla bunu kullanmaktadır. Popülizm ise tam da bu anlamda, tepkinin sistem adına örgütlenmesini ifade etmektedir. Tepkinin dayanağı olan sorunlar sistemin çürümüşlüğünü gösterse de, buna karşı gelişen ve bu tepkileri kullanmayı hedefleyen burjuva politikalar, sistemi yad etmek üzerine kuruludur. Bu aldatmayaca, popülizm diyoruz.

Bugünlerde, popülizm, sol popülizm gibi kavramlarla değiştirilmeye başlandığına göre, biz, işin felsefî temeline dönelim ve pragmatizm kavramını öne öne çıkaralım.

Neo-liberalizmin “özelleştirme” politikalarını ele alalım. Bu politikalara karşı çıkmak demek, gerçekte, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşı çıkmak demektir. Bu ise açık olarak sosyalist devrimi savunmak anlamına gelecektir. Sağ radikal politikacılar, aslında özelleştirmeye karşı çıkmazlar, ama bunun sonuçlarını kullanarak, kitlelerde gelişen tepkiyi sistemin içine hapsetme yollarını ararlar. İşsizliği kullanırlar, ama işsizlik ve ucuz emek gücü, sömürü arasında bağları kurmazlar.

Sağ popülist politikalar, meselenin gerçek yönünü değil, görüntüsünü ele alır ve sanki bu görüntüyü gerçekmiş gibi sunup, ona karşı tutum alırlar, böylece gerçek tepkiyi, sisteme yeniden kanalize ederler.

Görüntü, eğer gerçeği olduğu gibi yansıtsaydı, eğer her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime de gerek kalmazdı. Görüntünün gizlediği özü açığa çıkartmak, uzun ve sağlıklı yoldur. Gerçek karşısında doğru tutum almaktır. Oysa burjuva popülist politikalar, görüntüyü kullanmayı, özü saklayan görüntüyü, daha da öne çıkartıp, gerçeği büsbütün karartmayı hedeflemektedir.

Modern kapitalizm tüketim toplumu denilen bir toplumdur da. Tüketim toplumu, üretmenin aşağılanması ve bunun doğurduğu, doğada, toplumda ve insandaki tahribatlar da demektir. Modern kapitalist büyük çaplı üretim, insanın ihtiyacı olmadan da tüketmesini gerektirmektedir. İhtiyacı olmadan bir malın tüketilmesi, büyük çaplı reklâm ve iletişim sektörü demektir. Böylece karakteri gereği tekelci olan büyük çaplı kitlesel üretim, kitlesel tüketimi dayatmaktadır. Bu ise, tekelci hegemonyaya, tekelci egemenliğe uygun tarzda, toplumun ihtiyaçlarının belirlenmesi, aynı anlama gelmek üzere, ihtiyaç olmadan tüketim yapılabilmesi demektir. Bu açıdan, medya-eğlence ve iletişim sektörü, bir beyin yıkama makinasına dönüşmekte ve böylece tüketim toplumu ideolojik olarak da yaratılmaktadır. Modern tekelci kapitalizm, her şeyi bu amaçla kullanmaktadır. Sistemden kaynaklı her sorun, “uzmanlar” elinde, yeni kâr ve rant kaynaklarına dönüştürülmektedir.

İşte popülizm denilen, bizim pragmatizm diye ısrar ettiğimiz şeyin kaynağı da buradadır. Hegemonya olmadan, pazarın denetimi ve bunun gerektirdiği şiddet meselesi anlaşılmadan, bu pragmatizm anlaşılamaz.

Bize, Mouffe ve benzeri yazarlarımızın önerdiği “sol popülizm” aslında devrimin imkânsız olduğu argümanına dayalı olarak, kitleleri kandırmanın bir yolu olarak sunulmaktadır. Sistem içinde kalarak, sistemin kurumlarının dönüştürülmesi önerilmektedir.

Gerçekte, hiçbir şey olduğu yerde durmaz. Her şey değişir ve dönüşür. Bu açıdan, sistemin kurumları da “radikal”liğinin ölçütü nedir bir yana bırakılırsa, değişir ve dönüşür. Ama buradan, işçi ve emekçiler adına, yani sol adına bir şey çıkmaz. Bu, bir şey söylemek değildir. Bir şey söylememektir. İşçi ve emekçilerin örgütlenmesi ve iktidarı almasının öznel olarak zorlaştığı, SSCB çözüldükten bu yana sosyalizmin çekiciliğinin azaldığı gibi “gerçekler”den hareketle, bir şey önermemek ve sisteme küçük müdahaleler yapmak anlamındadır. Gerçekte devrimci anlamda tartışılması gereken ise, yaklaşım ve üslup, yöntemler ve mücadele araçlarıdır. Bunun yerine yazarımız, sistem içinde kalarak, sistemin kurumlarını dönüştürüp, “radikal demokrasi”ye ulaşmayı önermektedir. Buna da, popülizmi olumlayarak, “sol popülizm” demekten kendini alıkoyamamaktadır.

Tıpkı, Negri’nin ve diğerlerinin, ABD egemenliği altında tek dünya imparatorluğunun kurulmasının, barışı garanti edeceği hayali gibi zehirli bir yaklaşımdır bu. Tanrı, işçi sınıfını bu tip “dostlarından” korusun.

İşte bu gerçekler altında biz, pragmatizm demeyi uygun buluyoruz.

Günümüz kapitalizminin, yani emperyalizmin ideolojisi pragmatizmdir. Pragmatizme dayanır. Bu, bizim sandığımız gibi, güçler dengesine göre taktikler geliştirmekten köklü bir biçimde farklıdır. Tersine, burjuva ideolojisinin hegemonyasını yeniden sağlamayı hedefler. 1880’lerde, İngiltere merkezli “metafizik kulübü” bu amaçla organize edilmiştir.

1880’ler ne anlama gelir?

Burjuva devrimlerinin ardından gelen bir dönemi ifade eder. Fransız Devrimi’nin sonrasına denk gelir ve Fransız Devrimi, Marx ve Engels’in yerinde analizleri ile, iktidarı alan ve feodaliteyi yenen burjuvazinin, karşısında işçi sınıfını bulması demektir. İşçi sınıfı sahneye çıktığı anda, burjuvazi, devirdiği feodal gericilikle uzlaşma yolarını arar.

1880’ler, Rönesans sonrası demektir. Bilimde ve sanatta, düşünce alanında hızlı gelişimlerin yaşadığı dönem demektir. Dinin etkisinin parçalandığı, bilimin yükseldiği bir dönem demektir. Dünyanın güneş etrafında dönmesi ile kilisenin evrenin merkezi olan dünyanın merkezi olduğu düşüncesinin yerle bir edilmesi demektir. Aydınlanmadır.

1880’ler, Paris Komünü sonrasına denk gelir. İşçi sınıfının ilk kez bilimsel bir ideoloji olan Marksizm ile tanışması demektir. İşçi ayaklanmaları ve sertleşen sınıf savaşımı demektir. Burjuvazinin gelecek korkusunun başlaması demektir. Bilimin, doğal yaşamdan, toplumsal yaşama hızla uygulanmaya başlanması demektir.

Tekellerin, emperyalist yayılma ve dünya egemenliği için ideolojik argümanlar oluşturma ihtiyaçlarının artması demektir. Gelişen bilimin çökertmekte olduğu din ve köhnemiş inançları yeniden diriltme ihtiyacı demektir.

İşte metafizik kulübü, bu anlamda yeni bir ideolojik saldırıdır ve bu anlamda gerçekliğin değiştirilmesi demektir. Pragmatizm, işte böylesi koşullarda öne çıkarılmaya başlanmıştır.

Marx’ın Kapital’de ifade ettiği de budur. “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” çalışmamızda (Kaldıraç Yayınevi, 2007) alıntıladığımız aşağıdaki satırlar tam da bunu ifade etmektedir. Marx’ın Kapital’ini okuyup da bunları görmemek körlük değilse, ucuz Marksçılıktır.

“Fransa ile İngiltere’de burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bilimsel, burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra, şu ya da bu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştır.” (K. Marx, Kapital, Cilt I, Sol Yayınları, s. 23).

Burjuva ekonomisinin ölüm çanları çoktan çalmıştır. Ekim Devrimi bu sonun göstergesidir. Kaç kere gerçekleşeceği, inandırıcılığının kanıtı olamaz. Ekim Devrimi, burjuva sistemin, kapitalizmin sonunun geldiğinin kanıtıdır. Elbette burjuvazi, buna karşı direniş gösterecektir. Bu direnişin, onun ömrünü uzatması, hatta SSCB’nin çözülmesine dek varması, durumun niteliğini değiştirmez, olsa olsa bize sınıf mücadelesinde işçi sınıfının ve onun öncülerinin yaptığı hataları gösterebilir.

Harry K. Wells, “Emperyalizmin Felsefesi Pragmatizm” kitabında, 1880’lerde kurulan İngiltere kökenli ama ABD’yi saran “metafizik kulübü”nün tüm ideolojik saldırılarını deşifre etmiştir. Kitap, Sorun Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılmıştır.

Günümüz sağının popülist söylemlerle yükseliş dalgalarını anlamak anlamında biz pragmatizmi doğru bir kavram olarak öneriyoruz. Pragmatizm, burjuva ideolojisinin karakteridir. Bu açıdan burjuva ideolojisini doğru olarak ifade eder. Popülizm dediğimizde ise, sanki sadece “yeni sağ” akımların yükselişini ve onların sistem tarafından yaratılmış sorunları “kullanmasını” ele almış oluruz. “Yeni sağ” bir yana bırakılırsa, acaba, siyasal iktidarlar, bu “popülist” söyleme sahip değil mi? Ya da diyelim ki, “merkez”deki partiler ile “yeni sağ” partiler, birbirini tamamlayan partiler değil midir? Popülizm ile sınırlı kalmak, bu partiler arasındaki farkları abartmak olur. Dahası, sınıf savaşımını da doğru anlamamak olur. Diyelim ki Almanya’da Hıristiyan demokratlar ile, neo-nazi partiler arasında olduğundan “derin” bir fark görmek, aynı anlama gelmek üzere, bu partilerin gizli-açık bağlarını görmemek, sınıf savaşımında işçi ve emekçilere karşı bu “yeni sağ”ın oynadığı rolü kavramamak anlamına gelir.

Oysa, kapıların arkasında burjuva ideolojisini yeniden ve yeniden üretenler, farklı tonlarda bunun tüm burjuva dünya için egemen olduğunu bilirler. İşte pragmatizm tam da bunu ifade etmek için uygundur.

Burjuvazi, günümüzde tekeller, tröstler, finans sermayesi vb. sınıf savaşımında son derece bilinci gelişkin bir konum alır. Başkası düşünülemez. Onlar da, gerçekte kapitalist sistemin çoktan ölüm çanlarının çaldığını bilirler. Ama bu sistem onların cennetleridir ve bu cenneti ebedî ve ezeli olarak görmek isterler. Bunun için hiçbir kural tanımayacak şiddette bir sınıf savaşımı yürütmektedirler. Buna rağmen sistem, kapitalizm ömrünün sonundadır.

ABD’de var olan ikili sistemi düşünelim. Trump’ın seçildiği son seçim süreci açıkça göstermiştir ki, bu ikili sistem de sonuna gelmiştir. Bu ikili sistem de, Clinton, Obama, Bush, Trump, her biri bir öncesinden daha rezilce olmak üzere, bu burjuva ideolojisinin temsilcileridir. Hangisinin ne kadar “lider” olduğu tarzındaki tartışmalar, bırakalım da, onlara hizmet veren ajansların işi olsun. Zira bu ajanslar, bant üretimine benzer bir tarzda, “lider” imalatı yapabilmektedirler.

Biliriz ki, üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişimini bir noktadan sonra engellemeye başlar. Bu noktadan sonra, üretici güçlerin, eskimiş üretim ilişkilerini parçalaması süreci başlar. Bu durum, toplumsal devrimlerin ekonomik temelidir.

Bilimin gelişimi, bir yandan endüstriyel devrimi temelleyip, kapitalist büyük çaplı üretim için akıl almaz fırsatlar yaratırken, diğer yandan ise hurafeleri yıkıyor, dinin egemenlik alanını daraltıyordu. Üretim devasa boyutlarda gelişiyor, yeni topraklar işgal ediliyor, sömürgecilik yayılıyor ama aynı anda kapitalist sistem sorgulanıyor, işçi sınıfı sahneye çıkıyor, işçiler “zehirli” düşüncelerle aydınlanıyor ve gerçeği kavramaya başlıyordu.

İşte, o tarihlerden başlayarak, burjuvazi, sınıf savaşımının ihtiyaçları doğrultusunda duruma müdahale etmeye başlamıştır. Bu müdahale, Marx’ın, Kapital’in birinci cildinde söylediği ve yukarıda aktardığımız temelde şekillenmeye başlamıştır.

Artık önemli olan, bilimin aydınlatıcı etkisinin, sanatın perdeleri yırtan etkisinin, toplumu sarsan düşüncelerin durdurulmasıdır. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişiminin sınırlarını ortaya koymaya başlamıştır. 19. yüzyılın sonuna doğru, 1880’lerden söz ediyoruz. Paris Komünü yenilmiş ama korkuyu burjuva dünyanın içine salmıştır. Emperyalist sömürgecilik azgın bir tarzda ilerletilmek istenmektedir.

Artık, gerçek ile ilgili olmak, bizim dışımızdaki gerçeğin anlaşılır, öğrenilebilir olup olmaması ile ilgili olmak yok. Bundan böyle, bizdeki bilginin, gerçekle bağı değil, faydalı olup olmadığı önemlidir. Eğer bir teori, bir bilgi, bir şey, “faydalı” ise, doğrudur, gerçektir. Peki kime faydalı? Elbette egemen olanlara. Kapitalist sistemden söz ediyoruz, tekeller çağından ve emperyalizmden söz ediyoruz. Öyle ise önemli olan gerçek hakkındaki bilgimiz, gerçeklik vb. değildir. Önemli olan, bu bilgilerin faydalı olup olmadığıdır. Konu Amerikan halklarının isyanı ise, elbette her Amerikalı tanrıdan korkmalıdır. Ama konu eğer dünyanın sömürgeleştirilmesi ise, bu kez sömürgeleştirilecek ülkedeki insanların tanrıdan korkması gereklidir. Son derece pragmatist bir yaklaşımdır bu: Faydalı mı, değil mi? Doğru mu yanlış mı, gerçek mi yoksa değil mi, artık bunlar önemli değildir.

Darwin’in evrim teorisinin hâlâ kapitalist dünyada büyük bir korku yaratıyor olması rastlantı mıdır? 1880’lerde metafizik kulübü, acaba neden Darwin’i pek sevmemiş olabilirdi? Bunun nedeni, kibir midir sadece? Hani, bu kadar özenli bir yaratılmış varlık olan insanın, maymun gibi bir varlıktan geliyor olmasının yarattığı hayal kırıklığı mıdır bu Darwin düşmanlığının temeli? Elbette ki değildir. Basitçe, Darwin’in bu düşüncesi, okullarda okutulursa “faydalı” olmayacaktır. Ancak, kilitli laboratuarlarda tekellerin amaçları için yapılan deneylerde bu bilgi “faydalı” olmaktadır. Okulda okutulursa, sosyal hayatı etkilemekte, önyargıları ve hurafeleri parçalayıcı bir etki yaymaktadır. Bu ise sisteme zararlıdır, maksimum kâr, artı-değer sömürüsü, sömürgecilik vb. için zararlıdır.

Gerçekliği sevmiyor tekelci egemenlik. Hegemonya ve gerçeklik, birbiri ile çelişiyor. Tarihin akışına, insanlığın gelişimine açıkça meydan okuyor tekeller. Gerçekliği sevmiyorlar. Çünkü gerçekliği sevdiklerinde, kendi hegemonyalarının sonuna geldiklerini kabul etmeleri gerekecek, ki bunu ancak bu süreci durdurmak için kabul ederler.

Öyle ise bir dizi “bilim” adamına projeler verirler. Tıpkı Platon’un köleliği ebediyen devam ettirmek için neler yapmalıyız, sorusu gibidir durum. Sadece daha acıklıdır. Platon, bunlara göre bin kat daha namuslu kalır. Aristo hocasının görüşlerini yerle bir ederken, onun bir saygıyı hak ettiğini düşünmüş olabilir. Ama bu “bilim adamları” asla ve asla böylesi bir saygıyı hak etmezler. Bunlar, paralı askerlerden, işkencecilerden birkaç gömlek daha canidirler, insan olmaktan birkaç gömlek daha fazla çıkmışlardır. Laboratuarlarda, para karşılığı, bir insanın nasıl robotlaştırılacağını, bir kadının nasıl seks kölesi hâline getirilebileceğini vb. inceleyenler, bir dirhem saygı görmeyi hak etmezler. Gerçekte bunlar bilim adamı da değildirler, sadece “uzman”dırlar. TV kanallarına çıkıp, mesela Erdoğan’ın her gün halka karşı kullandığı hakaretvari sözleri yorumlamayı alışkanlık edinmiş tiplerin “uzmanlığı” gibi uzmandırlar.

Bu laboratuarlar, toplumun şartlandırılarak yönetimi için çalışan uzmanlarla doludur. Ve belki bir daha hatırıma gelmez, Freud bunlardan biridir. Bilimle ilgisi, efendilere hizmet eden ajansların sorularına inandırıcı yanıt vermek ile sınırlıdır.

Eğer bir şey yararlı ise “var olmalı”, yoksa olmamalıdır. Varolmak, “algılanmış olmak”tır. Mesela fabrikada çalışan binlerce işçiden biri, eğer algılanmıyorsa, onun bir varlığı da yoktur. Eğer, “artist”, algılanmış ise, işte o gerçektir, vardır. Demek ki, eğer bir “algılanmış şey” yaratırsak, onu gerçekliğin yerine de koyabiliriz. İşte laboratuarlarda, ajanslarda tekeller için “uzman”lar ordusu bunun deneylerini yapmaktadır. Olmayan bir şeyi, önce algı yaratarak, sonra varlık hâline getirmek mümkün müdür? Bu, markette, ihtiyacınız olmayan bir şeyi alıp tüketmeniz, ihtiyacınız olmadığı kadar tüketmeniz için yapılan reklâm çalışmalarının da temelidir. Bu, Erdoğan da dahil, “lider imalat” süreçlerinin yönetim tekniğidir de. Sigara şirketlerine danışmanlık yapan Freud’un akrabası, bilinç altına seslenecek metotlarla Freud’dan aldığı destekle, kadınların ihtiyaç duyduğu “özgürlük” ile, sigara içme arasında bağ kurmayı başardı. Bir reklâm filmi ile, tanınmış simaları sigara içip kadın haklarını savunurken filme aldı ve sigara satışları patladı. Gerçekte sigara ile özgürlüğün zerre kadar alâkası yoktur. Alışkanlık bir yana bırakılırsa sigara içmek ile keyif arasında bir bağ vardır. Ama artık sigara içmek ile özgürlük bağı, bir varlık olarak algılanmış oluyor.

Bir “lider” imalat programında diyelim ki, lideri kendisinde olmayan bir şeyle ifade ediyorlar ve sonra o, öyle imiş oluyor. Erdoğan’ın “kimsesizlerin kimsesi” kampanyalarını hatırlayın. Kendi yanında korkusundan artık kimseyi bırakmadı, ama kimsesizlerin açıkça tecavüzcüsü oldu. O kadar ki, ne zaman Erdoğan bir şeyden “aşk”la söz ederse, kime ve neye kimin hakkına tecavüz edeceği akıllara geliyor. İstanbul için aşkım diyordu. İstanbul’un belki de bu aşkın sonuçlarından kurtulmuş olması mümkündür. Gerçekte ise Erdoğan, hiçbir zaman ilkeli, hiçbir zaman dostluklarına bağlı biri olmamıştır. Ama her zaman iman ettiği ve bağlı kaldığı efendileri olmuştur. Richard Perle’nin Erdoğan için, “adamımı buldum, bel kemiği yok” demesi bundan olmalıdır. Erdoğan severler, bir yandan onun ilkeli olduğunu söylerler, ama aynı anda onun çok pragmatist olduğunu. Oysa bu ikisi kesinlikle çelişkilidir.

Pragmatik felsefede önemli olan sonuçtur. Gerçekliğin önemi yok, önemli olan faydalı mıdır sorusunu hatırlayalım. Bunun bir adım ilerisi, gerçekliğin, bu konudaki bilgimizin ölçütü olmadığı noktasıdır. Öyle diyorlar. Önemli olan başarıdır.

Önemli olan sonuç, önemli olan başarıdır. Eğer başarı elde etmişseniz, demek ki doğru, demek ki haklı, demek ki iyisiniz. Irak işgal edildi mi, sonuçta ortada bir başarı var mı, bu gerçekliğin başka bir yönü yoktur. Başarılı ise, haklıdır, doğrudur. Irak gerçeğine bir de Irak halkı için bakmak olmaz. Ölen çocuklar hakkında konuşmak olmaz. Önemli olan başarıdır.

Örneğin, Erdoğan başarılı mıdır?

Bu soruya, Türkiye toplumunun çok az bir kesimi dışındaki tüm uzmanları “evet” başarılıdır demektedir. Peki başarı ölçütü nedir? Mesela Cargill’in emirleri ile tarımı tarumar etmek bir başarı mıdır? Mesela soyup soğana çevirerek İstanbul’u yaşanmaz bir gökdelenler şehri hâline getirmek başarı mıdır? Evet diyorsanız, bilin ki, Erdoğan da bu başarıdan memnun değildir. Pişman olduğunu bile söyleyenler var. Sadece bunları yapmadan, bu kadar para ve güç elde edebilse idi daha iyi olurdu, diye düşünmekte olabilir. Yoksa hiçbir pişmanlığı dolardan daha ciddi değildir. Mesela başarısı Üçüncü Havalimanı, Üçüncü Köprü müdür?

Ama biliyoruz ki, “algılanmış ise vardır.” Öyle ise Erdoğan’ın başarısının bir algı işi olduğunu söylemek yerinde olur.

Erdoğan sonuç almış mıdır? Evet, kendisi için kasaları doldurarak, ailesi için her türlü zenginlik yaratarak, efendileri için her türden tetikçilik yaparak ve her yeni durumda pragmatist manevralarla yeni duruma adapte olarak bir sonuç almıştır. Öyle ise kimin için sonuç sorusunu sorabiliriz. Halk için, ülke için vb. bir sonuç almamıştır, bir başarı elde etmemiştir. Zaten bunun için de programlanmamıştır.

İşe yarıyorsa gerçek iyidir, yaramıyorsa iyi değildir. Ve bu durumda gerçeğin bir önemi de yoktur. Bu nokta anlaşıldı mı, bir adım ileri gidilebilir ve “gerçeklik üretmek” uzmanların işi hâline getirilebilir. Bunun için size, a- TV kanalları ve basın, b- öne çıkmış yazar çizer ve kamuoyu oluşturma etkisi olan kişilere verilecek kadar para, c- istenilenleri yapmadıklarında başlarına gelecek olanları anlamalarına yardımcı olacak kadar şiddet ve baskı örneği, d- adım adım gelişmeleri ölçecek anket şirketleri, e- ve nihayet, reklâm ajansları lazımdır. Bu beş şey varsa, siz olmayan bir şeyi “gerçek” hâline getirebilirsiniz.

Mesela Kabataş yalanına bakalım. Artık biliyoruz ki tek değil ve daha çoğu var. Artık biliyoruz ki yalan konusunda Goebbels, artık bizim modern dünyamızdaki ajansların yanında çocuk kalır.

Kabataş’ta, hiç olmamış bir olayı, bir kadın gazeteci uydurdu. Hayal gücü, acaba Londra’da her türlü sanatsal yapıt için metinler üreten ajanslardan birinde çalışmış olabilir mi sorusunu akla getiriyor. Zira gazetecilikte böyle bir uzmanlık yok. Bellerinden yukarısı çıplak, deri pantolonlu, eldivenli erkekler, bir başörtülü kadına tacizde bulundular. Sahne ilginçtir, böylesi bir sahne için Londra’daki metin üreten ajanslar mutlaka bir şeyler yazmışlardır. Sonuçta öğrendik ki, aslında böyle bir şey yokmuş. Ama gazeteler, köşe yazarları hemen bunun üzerine atladılar. Ajanslar hemen etkilerini ölçümlediler. İşte size “gerçeklik üretim” süreci.

“İnandırıcılığını kaybetmiş bir medyanın insanlığa hiçbir faydası olmaz.” Okuyucudan, lütfen bu alıntının kime ait olduğunu tahmin etmesini isteyeceğim. Ve ardından da, bu sözlerin ne anlama geldiği konusunda düşünmesini isteyeceğim. Bunu, tam da pragmatizm dediğimiz şeyi anlamak için yapmak istiyorum.

Bu sözler Erdoğan’a aittir.

1- Bizdeki bilgilere göre, birçok basın mensubu, üstelik muhalif basın mensubu, bu sözleri “doğru ama iş bu hâle senin yüzünden geldi” sözleri ile desteklemişler. Bir çok gazeteci, aslında kendi mesleklerini tanımlamak için kullanılan “gerçek” ile ilgilerini çoktan kesmişlerdir. Belki pratikte, “gerçeğe bağlı kalmak” ilkesini hiçbir zaman uygulayamıyorlar. Bu ayrı bir konudur. Yine de, “gerçeğin peşinde” olmak ile gazetecilik arasında bir bağ varmış gibi yapılması, muhtemelen insan olan herkes için bir heyecan yaratıyordur.

Oysa Erdoğan, inandırıcılığını kaybetmiş bir medya, diye başlıyor.

Medya, inandırmakla görevli midir?

Gerçeği yazmak, gerçeği ortaya çıkarmak, gerçeğin peşinde koşmak yok mu?

İnandırıcı olmak, gerçekte, halkı aldatabilecek kadar inandırıcı rol oynamak anlamındadır.

2- Faydası olmaz ile bitiriyor. Kime faydası olmaz, “insanlığa”. İşte Erdoğan’ın metinlerini yazanların genlerine sinmiş ve refleks hâline gelmiş beylik sözleridir bunlar. İnsanlık, burada, ABD, efendiler, devlet ve Erdoğan anlamındadır. Onun dışında bir “insanlık” Erdoğan için faydalı da değildir, demek ki varlığı bile söz konusu olamaz. Herkesin varlığı, ne kadar faydalı ise o kadar varlık kazanır. Bir seks kölesi artık bu işi yapamıyorsa, varlığı anlamını yitirir. Bir danışman yalan üretme makinası ise, teklediği gün işi biter. Bir basın “inandırma mekanizmasıdır” ve “inandırıcılığını yitirirse” demek ki, artık işini iyi yapamıyor. Kimin için? Elbette egemenler için.

İnandırıcılığını kaybetmiş basın, yuvarlak bir sözdür, popülisttir, pragmatizm ile bağı açıktır. Oysa bir “kirlenmemiş” gazeteci için, gerçek habercilik, gerçek nedir vb. önemlidir, önemli de olmalıdır.

Eğer, geçek habercilik yapanlara ceza verilirse, eğer gerçek habercilik yapmaya çalışanlara ceza verilirse, o zaman başka “varlık”ların ortaya çıkması da önlenebilir. Elbette, bu arada “inandırıcı gazeteci” olanlara da yeterince ödül verilmelidir, onlar öne çıkarılmalıdır.

1880’lerde emperyalist yayılmacılık, Anglosakson ırkının zaferi için yola çıkanlar, halkın yanlışa inanmasını önlemek için yanıp tutuşuyorlardı. Kuzey kutbundan güney kutbuna, Doğu’da güneşin doğduğu yerlerden Batı’da güneşin battı yerlere kadar tüm yeryüzünü asıl ve seçilmiş Anglosakson ırkının çizmeleri altında inlemesi için büyük bir şevkle çalışırken, Platon’dan epey yardım alıyorlardı. Köleliği sürekli kılabilmek için neler yapmak gerekiyordu? Onlar bu soruyu, halkın yanlışa inanmasını nasıl önleriz diye formüle etmişlerdir. İşlerine epey yarayan bir hazırlık olmuş gibidir. İkinci Dünya Savaşı’nda, zafere ulaşan Kızıl Ordu, Almanya’ya vardığında, Hitler’e karşı savaş ilan edenler, ardından da Avrupa’nın kurtarıcısı olarak filmler çektiler. Hâlâ ülkemizde, eğer bir insan Sovyet filmleri de dahil, gerçek hikâyeyi anlatan filmleri seyretmemiş ve bu konuda okumamış ise, İkinci Dünya Savaşı hakkındaki bilgileri Hollywood filmlerinden geliyorsa, Hitler’i Amerikalıların yendiğini düşünebilir.

Yanlışa inanmasını önlemek, gerçeklikten bir kopuş hamlesini gizliyor. Halkın, gerçeği bilmesi önemlidir. Onun neye inananacağı değil. Önemli olan gerçeğin ortaya konması değil midir? İşte, formülasyon tam da bu amaçla yapılıyor. “Halkın yanlışa inanmasını nasıl önleriz?” Pragmatizmi ya da popülizmi anlamak istiyorsak, bu formülasyonlara dikkat etmemiz gerekir.

Kimin için yanlış? Elbette ki egemen sınıflar için. Yani, “halkı egemen sınıfın istediği tarzda inanmaya nasıl ikna ederiz?” İşte gerçek soru budur.

Diyelim ki, bilimden, evrenden, güneş sistemi ve dünya arasındaki bağ ve hareket yasalarından söz edelim. Bu durum, halkın tanrıya inancına müdahaledir derlerse ne olacak? Öyle dediler, öyle diyecekler. Şimdi, dünya ve güneş ilişkisinin “halkın inancına zarar” verdiğini gördüğümüze göre, bu durumda yönetme işini zorlaştırdığına göre, halkın buna inanmasını önlememiz gerekir. Önemli olan, gerçeğin ne olduğu değildir.

İşte bu amaçla bazı öneriler geliştiriyorlar. Peşinde koştukları şeyi şöyle ifade ediyorlar: İnanç nasıl yerleştirilir, inancın sabitleştirilmesi ve alışkanlık yaratılması.

Adı Baykuş İmparatorluğu idi, kitap, ABD’nin yakın tarihinde seks kölesi yetiştirme programını deşifre ediyordu ve mahkeme kayıtlarına dayanmakta idi. Okurken mideniz kalkabilir. Çocukları, seks, travma, ödül, ceza sistemi ile, dünya ve gerçeklikten tamamen çıkartan bir eğitim programıdır bu. Uzmanlar (lütfen artık bunlara bilim adamı, bilim insanı vb. demeyelim), bu işle görevlidirler. CIA’ya bağlı bir ekip tarafından yürütülüyor ve kitapta Clinton, Kissinger vb. gibi ünlü isimler de geçiyor. 3 yaşındaki kız çocuklarını seks kölesi olarak yetiştirme programıdır bu. Bu programda da, “inanç sabitleştirilmesi” var. Önce gerçeklikle bağın koparılması gerekiyor.

Kör inançlara, hurafelere, alışkanlıklara, karanlığa kapı açılıyor. Devlet, gerçekte sadece baskı ile, sadece şiddet ve terör ile yönetmez. Devlet aynı zamanda kör inançlara dayanır, dini kullanır, hurafelere, binlerce yıllık söylencelere, inançlara dayanır ve onları kullanır. Böylece halkın “rızası” alınmış olur. İşte halkın yanlışa inanmasını önlemek dedikleri şey, tam da bu amaca hizmet eder. halkın inanacağı şey tamamen onlar tarafından belirlenir. Milliyetçilik ve din, aslında bu eski alışkanlık ve inanışların körce kullanılması yolu ile popüler hâle getirilir. Toplumun “ortak” kabulü hâline getirilir.

Demek ki, inançların kullanılmasını hafife almamak gerekir.

Ülkemizde son dönemde, tarikatlardan birinin dava dosyasının belgeleri kitaplaştırıldı. Badelemek diye bir işten söz ediliyor. Tarikatın şeyhi, kendisine inananları badelemeye ikna etmektedir. Kitaptan aktarılanlara göre, adam, şeyhinin cinsel organını ağzına alıp boşaltmakta, bunu kendisi gibi eşinin yapmasını da sağlamakta, kendisi de eşi de şeyhin kucağına oturarak diğer kanallardan da badelenmekte ve sonunda mahkemede “davacı” olmadığını beyan etmektedir.

Acaba, bu adam, bir gün evine birisi gelse ve eşine cinsel tacizde bulunsa, saldırganı öldürür mü? Muhtemelen. Ama dinî inancı uğruna, normalde kabul etmeyeceği bir şeyi kabul etmekte ve hatta bunu bir tarz kutsanma olarak görmektedir.

Bunlar uç örnekler olabilir. Ama gerçekte, bunlar devlet makinasının, burjuva egemenliğin uygulamalarıdır. Mesele inancın sabitleştirilmesidir. Çünkü bu durum yönetme işini kolaylaştırmaktadır.

Allah, İngiltere’de İngilizi, Amerika’da Amerikalıyı korur. Bizim ülkemizde de Allah, Türk’ü korur. Başkasını korumaz. Bu inancın devlet makinası eli ile verildiğinden şüphe etmeye gerek yoktur.

Tanrı Amerikalıyı korur, halk için, ordunun erleri için söylenir. Allah Türk’ü korur da böyledir. Bu akıl ve bilimle, durumu gerçekliği içinde görme yerine, inançla saldırı gücü elde etmeyi ifade ediyor olmalıdır. Amerikalı zafer kazandığında, tekniğini, silâh gücünü ve en fazla komutanlarını öne çıkarır. Ama yenildiğinde mesela Vietnam’da sorun doğa şartları vb.dir. Askerler savaşmakta tereddüt ediyorsa, “Allah Türk’ü korur” işe yarardır.

Milliyetçilik, din ve kör inançlar, egemenler adına yönetme işini oldukça kolaylaştırmaktadır. Bu, tüm kapitalist egemenlikte böyledir ve belli tonlarla birbirinden farklılıklar gösterir. Ama bazı ülkelerde bunun çok daha öne çıktığını ya da bazı zamanlarda daha da öne çıktığını görebiliriz. Bu süreci sınıf savaşımının gelişimi belirlemektedir.

Egemenler, halktaki ön yargıları, binlerce yıldır yaşayan kör inançları vb. kullanırken, aynı zamanda bir “algı” ve düşünüş biçimi yaratmayı da hedeflerler. Ülkemizde diyanet işleri, gerçekte bu “algı” ve “düşünüş biçimi” yaratma projesinin içindedir. Burada işin kolaylaştırılması açısından, çoğunluğun inancı temel alınır. Çoğunluğun inancı, doğruluğun, iyiliğin vb. ölçütü, kanıtı hâline getirilir. Kuşkusuz bunlar belli eylemlerle desteklenir.

Otobüste giyimi nedeni ile bir kadının tekmelenmesi, bir “meczup” kişinin eylemi değildir. O saldırganın nasıl bir kişi olduğu ayrı bir konudur. 100 TL için bunu yapacak çok sayıda insan bulmak mümkündür. Ardından, mahkeme o kişiyi serbest bırakacak, saldırılar başka biçimlerde devam edecektir. Böylece, kadınlar, giyimlerine “dikkat” etmeye başlayacaklardır. “Düşünüş biçimi” böyle başlamaktadır. Bu aynı zamanda kişilerin korkularını artırmakta, devlete sığınma eğilimini de artırmaktadır. Böylece “çoğunluk” acaba ne istiyor sorusu, akıllara sokulmaktadır.

Sanırım, buraya kadar, pragmatizm meselesine bir açıklık getirme şansımız olmuştur. Burjuvazinin, yeni durumlara ayak uydurmak için, her şeyi kullanmak dışında bir alternatifi kalmamıştır. Burjuva egemenlik, yeryüzünde, kendilerinin dışında bir görüş, bir düşünüş tarzı, bir ilkeler sistemi olmasına tahammül edemiyor.

Bizim Kasımpaşalı jargonuna da uyamayan Cumhurbaşkanımız ve onun yol arkadaşı özel bir İçişleri Bakanımız var. İçişleri Bakanımız, farklı açıklamalarla, Reis’in gözüne mi girmek istiyor, yoksa aynı zamanda biraz değişik yollarla onu tehdit mi ediyor karar vermek zor.

Ama yakın dönemde, İçişleri Bakanı Soylu, yerel seçimler vesilesi ile çokça demeçler verdi. Belki de kendisine sus diyenleri de dinlemedi. O onların sorunu. Ama kayyum politikasını savunurken, şu anlama gelen sözler sarfetti: Biz birkaç yıl kayyum ile bu Kürt il ve ilçelerini yönettik. Bazı yerlerde bu sonuç da verdi. Bir beş yıl daha kayyumla yönetirsek, buralardaki halk da bizi seçecektir. Aşağı yukarı söylediği buydu.

Bir küçük adada yaşayan halkı, her gün aşağılayarak, döverek, baskı ve şiddetle, seni seçmeye ikna etmek gibi bir şeyden söz ediyor Soylu. Biliyoruz ki, birçok evlilikte, Türkiye’de bu, sonuç vermektedir. Erkek, kadını her gün dövmektedir. çamaşır asarken balkona çıktı ve karşı binada bir erkek varlık da aynı anda cama çıktı ise, kadın dayağı yiyecektir. Ve bu böylece her yolla devam eder. Arada bir ise, erkek, kadına aşkından, aslında kendisini dövmek istemediğinden, aşkının büyüklüğü nedeni ile kıskandığı için onu dövdüğünden söz eder. Böylece her gün dayak yiyen kadının, küçük umutları da oluşur. Zira evden çekip gitmesi, muhtemelen toplumdan dışlanması veya aşağılanması demektir. Aile cinayetine kurban gitme ihtimali vb. demektir. Ve sonuçta, bu kadına sorsanız, eş olarak kimi seçiyorsunuz, o da dayakçı eşini seçecektir. İşte formül bu. Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin atasözü de var.

İşte Soylu, bu kültürün “öz evladı” olarak, Kürt illerinde beş yıl daha kayyum yönetimi talep ediyor. Sonuçta, bunlar seve seve bizi seçecektir, diyor. Böylece Türk’ün ve devletin, “şefkatlı” kollarına sığınacaklardır.

İşte size kafa.

Bu kafa, bir yandan, Trabzon’da ırkçılık yaparak “halkı” yanına alma düşüncesinin uygulayıcısıdır, diğer yandan ise, rakibini aşağılamak için, “bu nereli, Trabzonlu, demek ki Pontus” diyerek rakibine oy kaybettirmenin arayışındadır. İşte size popülizm. Duruma, ana, yere göre, ne faydalı ise onu yap, tamamdır.

Sanıyorum, şimdi din ve milliyetçilik üzene daha net konuşabiliriz. Zira popülist politikaların en çok kullandığı, din ve milliyetçiliktir. Din ve milliyetçilik, geniş kitleleri, “çoğunluğu” daha kolay yönetebilmek için etkili olmaktadır.

Avrupa’da “yeni sağ”, kapitalizmin sorunlarına karşı gelişen tepkiyi, bu tepkiyi tekrar sisteme bağlamak için kullanmaktadır. Göçmen sorunu bunların başında yer almaktadır. Örneğin Almanya için, “en alt”taki işleri yapacak olanlar, belli 10 yıllarda değişiklik göstermişlerdir. Önceleri İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, İtalyanlar devrede idi. Daha düşük ücretle, temizlik, tuvalet bakımı vb. işleri yapmaktaydılar. Ardından Türklere sıra geldi. Ardından, Doğu Bloku’ndan, SSCB sonrası süreçte gelenler devreye girdi ama tam bir ücret düşüşü etkisi yaratmadı. Ardından Balkanlardan gelen halklar devreye girdi ve orada da tam bir sonuç ortaya çıkmadı. Mesela Türklerin gelişinin yarattığı ekonomik avantaj ile kıyaslanabilir bir durum ortaya çıkmadı. Bugünlerde ise, Afgan, Iraklı, Suriyeli, Sudanlı vb. halklar devrededir. Bunların en uygun olanları, en düşük işler için çalıştırılmakta ve böylece ekonomiye ucuz emek gücü şırınga edilmektedir.

Bu arada ise, Alman devleti, “mültecilere yardım” eden konumunu korumaktadır. Hem ucuza kapatıyor ve hem de ağalık onda kalıyor. Alman işçi sınıfı ise, işlerini kaybetme tehdidi altında, işçi sınıfı bilinci ile davranış geliştiremedikleri ölçüde, enternasyonalist bir ruh geliştiremedikleri ölçüde, tepki duyuyorlar. İşçilerin hatta daha çok işsizlerin, daha çok lümpen proletaryanın bu tepkisi, “yeni sağ” hareketlerce kullanılıyor ve yeniden sistemin yedek gücü hâline getiriliyor. Sisteme duyulan tepki, milliyetçiliğin ve bir miktar da dinin yeniden öne çıkması ve geniş kitleleri etkilemesi, sarması için kullanılıyor. Yabancı karşıtı neo-nazi hareket, hem ilerisi için bir savaşçı deposu yaratıyor, hem de, uyuşturucu piyasası da içinde, birçok başka işlev görüyor. Bu hareketler, belli bir noktaya kadar devletten destek görüyor, sınırlar aşılınca, sınırlandırmak üzere devlet tepkisi devreye sokuluyor.

Ama popülizm bununla sınırlı değildir. Bu açıdan, Mouffe, popülizmi, daha çok marjinal bir söylem olarak ele alır gibidir. Bu doğru değil. Trump, tam da popülist politikalarla iktidara gelmiştir ya da getirilmiştir. Trump ve onu seçtirenler, “Amerika first” gibi sloganlarla, yeni bir Amerikan ruhu yaratma peşindedirler. Bu ABD’nin içe kapanması değildir, ama bu, bir anlamda bir adım geri atmak, yeniden dünya egemenliği için saldırıya geçmek üzere güç toplamak anlamına gelmektedir. Bu yolla Amerikan ruhunu yeniden yükseltmek istiyorlar. Belki planları Trump sonrası içindir.

Trump seçilirken, göçmen meselesine aynı tarzda karşı çıkmakta idi. Aslında ucuz işgücü düşünüldüğünde bunda bir sorun yoktur. Sadece kontrollü olmalıdır. Bu göçmen sorunu kullanılarak, Meksika sınırına duvar yapımı, daha çok Teksas’ın ayrılma eğilimlerinden duyulan korkuyu ifade etmektedir. Ve duvar politikası, Meksika ile daha kârlı bir ticaret ilişkisi oluşturulmasına da olanak sağlamıştır. Göçmen meselesi milliyetçiliğin gelişimi ve göçmenlere karşı aşağılama ve şiddet eğilimlerinin tetiklenmesi için kullanılmaktadır. Aynı noktada işsizlik meselesine karşı da, önerileri böyledir. Oysa seçimlerde sosyalist aday, hem bu göçmen sorununu, hem de işsizlik meselesini ele alıyordu. Clinton, bu sorunları geçiştirmekle meşguldü. Oysa sosyalist adayın, etkili olduğu görülmüştü. Trump, tüm bu sürecin ürünüdür.

Ülkemizde ise, milliyetçilik ve din, hiç de sadece iktidar dışında radikal sağ kesimlerce kullanılan bir olgu değildir. Erdoğan, en başından beri, duruma göre milliyetçiliği değişik dozlarda kullanmıştır, dini ise hep en üst dozda devreye sokmuştur. Dini, popülist anlamda, Erdoğan kadar kullanan bir iktidar daha önce olmamıştır. Bu durum öyle bir boyut almıştır ki, kendisi “allahın tüm sıfatlarını taşıyan adam”a kadar varan şekillerde tariflenmiştir. Ve daha ilgi çekici olanı, bunlara hiç sesi çıkmamıştır. “Allahın” 99 ismi olduğu söylenir. Erdoğan, bunların tümünü taşıyan adam olarak değerlendirildiğinde, normalde Müslümanların inanmış olanları isyan ediyor olmalı idi. Bir profesör, kendi eşi ve kızının Erdoğan’a helâl olduğunu söylemiştir.

Erdoğan ve Gülen arasındaki işbirliği, kendi deyimi ile onları inanmış Müslümanlar sanmasına dayalı imiş. Ama yine de, her iyi Müslüman’a “ne istediniz de vermedik” modu ile davranılmadığı açıktır. Gülen hareketinin dini kullanmakta usta olduğunu ise artık biliyoruz. Daha önce, sol hareket, bu konu üzerine binlerce sayfa yazmıştır ve solun yazdıkları Erdoğan ve yakın çevresi tarafından yalan olarak nitelenmiştir. Dinin kullanımı konusunda Gülen hareketinden geri kalır değildir. Bugün, Gülen sonrası ya da Gülen’in FETÖ terör örgütü olarak ilan edilmesi sonrasında, başka tarikatların aynı yolda yürüdüklerini görmek mümkündür.

Milliyetçiliğe gelince, günü geldi Erdoğan milliyetçiliği ayakları altında çiğnedi, günü geldi ümmet fikri ile milliyetçiliği terk etmiş gibi yaptı, günü geldi tek millet lafları ile ortaya çıktı, günü geldi Kürt halkından söz etti, günü geldi Kürtler defolun gidin anlamında konuştu, günü geldi yerli ve milli nutukları attı, günü geldi ülkenin her alanını sattı.

Popülist politikalar, ülkemizde, asla iktidarın bıraktığı, terk ettiği politikalar olmadılar.

Türkiye, bir sömürgedir. Siyasal olarak (siyasal demek, ordusu, polisi, yargısı, bürokrasisi vb. demektir) ABD’ye, ekonomik olarak ise Almanya başta olmak üzere AB’ye bağlıdır. Gidiş, bu iki güçten birinin hegomen olması yönündedir; ya ekonomiyi elinde tutanlar siyasal alanı da ellerine alacak ya da siyasal alanı elinde tutanlar bugün olduğu gibi siyasal gücü ekonomik baskı aracı olarak da kullanarak, ekonomik alana hakim olacaklar. Bu sömürge ülkede gerçeğin halktan saklanması daha özel bir önem arzetmektedir. Kürt halkına karşı süren savaş ve katliam politikası, tüm gerçekliği ile anlatılabilir mi?

Bu durumda din ve milliyetçilik, azgınca kullanılmaya devam edecektir. Ancak, ne olursa olsun, tüm bu söylemlerin geri tepmeye başladığı bir döneme girilmiştir. İşçi sınıfı artık, bu söylemlere toktur. Özellikle dinin etkisi, hızla dağılmaya başlayacaktır. Yine de bunun yıllar alacağı açık. Milliyetçilik ise, Suriye politikası ile birlikte etkisini kaybetmektedir.

Milliyetçilik ve dinin kullanılmasının Türkiye Cumhuriyeti tarihi kadar eski olduğunu akılda tutmak önemlidir. “Devlete bir millet lazım” politikası, millet yaratma süreçlerini körüklemiştir. Bugün Erdoğan’ın “affedersin Ermeni” ya da bir başkasının Kürtler için “onlar da insan” demesi ya da bir başkasının “Pontus” diyerek küfür etmesi, aslında uzun bir tarihsel sürecin bilinçlerde yerleşmiş hâlidir. Ermeni, Pontus, Süryani ve Kürt katliamları, bu topraklarda resmî ellerle yapılmış ve ardından resmî ideoloji hâline getirilmiş süreçlerdir.

Bu uzun tarih düşünüldüğünde, milliyetçiliğin her zaman bir araç olarak kullanıldığını, kullanılacağını düşünmek zor olmasa gerektir.

Bugün Kürt hareketine karşı geliştirilen dil, gerçekte, tüm halklara karşı geliştirilen dilin bir yansımasıdır.

Ekim Devrimi, nasıl ki, bölgede ve etki alanlarında halkları özgürleştiriyordu, tersinden sömürge olmayı kabul etmiş TC devleti de en başından, farklı haklara tek bir gömlek giydirmek ve bir halklar hapishanesi yaratmak üzere harekete geçiyordu. En başından beri, Sovyetlere karşı bir ileri karakol olarak organize edilen Türkiye’de milliyetçilik, komünizme karşı mücadeleye de sıkı sıkıya bağlıdır.

Bu hâli ile, ülkemizde milliyetçilik, çoğu zaman dinle de birleştirilerek, her zaman öne çıkartılan bir yönetme, sentetik bir yapıştırıcı olarak iş görmüştür. O kadar ki, ne zaman “vatan, millet” diye bir konuşma başlarsa, yine burjuvazi, yine egemenler halka karşı büyük yalanlar tezgâhlıyor anlamına gelmektedir. Ve gerçekten de, bu ülkenin yönetenleri, sanki uzaktaki efendi tarafından atanmış ve bu topraklardaki tüm halkı düşman olarak gören çiftlik yöneticileri gibidir. Her zaman sadece kendi kasalarını, ceplerini doldurmakla ilgilenmişlerdir. Bu nedenle de, milliyetçilik ve katliam politikalarının birbirinin içine geçmesi onları hiçbir zaman rahatsız etmemiştir.

Şimdi, bizde ne dinin kullanımı, ne de milliyetçilik, popülist politikalar olarak ele alınıp, marjinalmiş gibi konuşulamaz. Bizde, milliyetçilik ve din, “devlete millet yaratma” politikasının, “sınıfsız imtiyazsız” bir toplum yaratma inkârcılığının ana dayanaklarıdır. Onun için hem din, hem de milliyetçilik, son derece kanlıdır, şiddet içerir ve her zaman devlet katında makbul bulunur. Her türlü çeteleşme, milliyetçilik ve/veya dine dayanır. Eroin satıcılarının millet ve vatan nutukları atması sıradandır, din adamlarının cihat adına kardeş ölümlerini yüceltmeleri sıradandır. Bunlar, çağımız kapitalizminin iş bitiricilik felsefesine de uygundur. Sonuç alındı mı, gerisi önemli değildir. Pragmatizm ile açıklanabilir. Kapitalistleşme sahnesine geç adım atmış, Osmanlı’nın paylaşımı sonucunda kalan parçalarda oluşturulmuş bir sömürge devlet, SSCB’nin karnının altında, halkların özgürleşme dalgasının, sosyalizmin yükseliş dalgasının hemen yakınındaki bir devlet, için burjuvazi, pragmatizme alabildiğine sarılmıştır. Din ve milliyetçilik, her zaman boğucu bir tarzda bu topraklarda her şeyin gelişiminin önüne engel olarak dikilmiştir.

Onun için bizde, dini ve milliyetçiliği kullanmayan parti varsa, işte o istisna sayılabilir. Yoksa, tüm burjuva partiler, hatta birçok durumda sol partiler de milliyetçiliğin etkisi altında olabilmiştir. CHP’nin mi, AK Parti’nin mi daha milliyetçi olduğu, MHP’nin mi, yoksa AK Parti’nin mi daha dinci olduğu tartışmaya muhtaç konulardır. Hepsi, iktidar sürecinin merkezindedir. Ve tekrar pahasına, adında komünist, devrimci vb. geçen bazı partilerin de Kemalist ideolojinin etkisi ile hareket etmiş olmaları yeni değildir.

Bu milliyetçilik, denildiği gibi, bir direnişle gelişen milliyetçilik de değildir. Tersine, “devlete millet yaratma” politikalarının içinde, sömürgeleşirken ortaya konan katliam politikaları ile, devlet eli ile burjuva yaratma politikaları içinde şekillenmiştir. Her zaman anti-komünizm ile birleşiktir.

Aynı durum, bazı farklılıklarla din için de geçerlidir. Din, bizde en başından beri devlet eli ile azgınca kullanılmıştır. Din, bizde anti-komünizm ile birlikte geliştirilmiştir. Gülen ile Erdoğan’ın, Gülen ile Bahçeli’nin akrabalıkları derindir. Her biri komünizme karşı mücadele derneklerinden, CIA programlarından gelmektedir.

Din ve milliyetçilik, TC devletinin birçok partisi ise, farklı farklı da olsa, oldukça pragmatist yaklaşımlarla belirlenmiş konulardır. Mesela NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermek, hem son derece vatansever bir tutum olarak sunulmuş, hem de dinen sevap olduğu anlatılmıştır. Oysa “Kore nire, Türkiye nire”.

Popülizme karşı en önemli panzehir, işçi sınıfının, kitlelerin bilinçliliği, aynı anlama gelmek üzere örgütlülüğüdür. Bu bir sınıf savaşımıdır ve bu sınıflardan birinin, egemen sınıfın, burjuvazinin, hem bilinci daha yüksek, hem de örgütlenmesi. İşçi sınıfının örgütlenmesi ve direnişi, mücadelenin sonunu tayin edecektir.

Elbette bu noktada devrimcilerin, burjuva cepheden gelen söylemler karşısında mücadelesi çok önemlidir. İdeolojik mücadele ve bu mücadelede süreklilik olmadan, sınıf savaşımında zafer imkânsızdır.

Devrimci hareket, işçi sınıfı ve kitlelere yaklaşımda, yeni metotlar, yol ve yöntemler geliştirebilir ve bunu yapmalıdır da. Bunun yolu, önümüze çıkan herhangi bir sorunu, “sol popülizm” ile kullanmak değildir. Yeni metotlar, işçi sınıfının örgütlenmesinde başarılar, ancak ve ancak, devrimcilerin kavrayışında derinlik ölçütünde mümkündür. Devrimci bilincin derinliği, hareket kabiliyetini artıracaktır.

İşçi sınıfı ve geniş kitleler için, örgütlenme ve mücadele dışında çıkış yolu yoktur. Bugün bu mücadeleyi geliştirmek ve örgütlenmek, daha olanaklıdır. İşçi sınıfı, ellerini toprağa bastırarak, ayakları üzerine doğrulmak zorundadır.

Kaz Dağlarını savunmak, yaşamdan, doğadan yana tutum almaktır

Kara kedi nerde/ Ağaca çıktı/ Ağaç nerde/ Balta kesti/ Balta nerde/ Suya düştü/ Su nerde/ İnek içti/ İnek nerde/ Dağa kaçtı/ Dağ nerde/ Yandı bitti kül oldu…

Yer altında ve yer üstünde sömürülmemiş tek bir yer, sömürülmemiş tek bir canlı bırakmak istemeyenler olanca güçleri ve hızlarıyla doğayı ve insanı yağmalıyorlar. Tüm canlılık için yaşam kaynağı olan denizler, göller, dereler, ormanlar, onların gözlerinde sadece rant kaynağıdır. Yaşamlarının kaynakları hava, su değil kâr ve daha çok kârdır.

ODTÜ kavaklıkta kesilen binlerce ağaç ve yapılmak istenen yurt, Salda Gölü’ne 140 bin metrekarelik ‘Millet Bahçesi’, Munzur Dağlarının tamamının maden sahası ilan edilmesi, Hasankeyf’in 12 bin yıllık tarihini sular altında bırakacak baraj projesi ve Kaz Dağlarında altın ve gümüş madeni projesi.. Her biri birbiriyle doğa katliamında, canlılığı öldürmede ve tarihsizleştirmede yarışan mega-ultra projeler ve her birinin karşısında direnenler…

Kaz Dağları ve çevresinde arama ve işletme olmak üzere 900’e yakın maden ruhsatı verildi. Bu şirketlerden Alamos Gold; ABD, Kanada, Meksika ve Türkiye’de projeleri bulunan bir maden şirketi ve Kaz Dağlarından 3,5 milyon ons altın çıkarma hayalleri kuruyor. Altınlar içinde yüzme hayalleri uğruna bugüne kadar 195 bin ağaç kesildi, 64 milyon ton toprak kazılacak ve siyanür ile işlenecek ve her şey zehirlenecek.

Alamos Gold’a göre, “Projenin iç verimlilik oranı yüzde 44. İşe başladığımızda 1 doların 3 türk lirası, şu anda ise 6 lira olduğunu düşünürsek bu kârlı bir proje. Bu gerçekten istisnai bir proje.” Kanada’yı insanî ve doğaya saygılı görenleri üzmüş olsa da kâr hırsının sınırları, dağları aştığını hiçbir saygı ve değer tanımadığını kendileri açıkça anlatmaktadırlar.

Bir yandan da başta Ortadoğu olmak üzere dünya savaş alanına çevrilirken son dönemde hızla artan maden çalışmaları sadece yer altı kaynakları ile mi ilgilidir? Bu şirketlerin yer üstünde de söz hakları yok mudur? Silah sanayii veya savaş stratejileri ile ilgili hiç mi bağlantıları yoktur?

Ekonomiyi ve ona uygun politikalarını yağma, rant ve savaş üzerine kuran Saray Rejimi tüm toprakları, suları, dağları, ormanları sermayeye açmış yalvarmaktadır. Ve bu uğurda tüm doğanın yağmalanması tabii ki onlar için mübahtır. Ekonomik krizin bedelini bizlere ödetirken bir de madenin iş imkânı sağlayacağı vaatleriyle krizi fırsata çevirmekle ilgilidirler.

‘Dağ nerde’ sorusunu oldu bittiye getirerek ‘yandı bitti kül oldu’ cevabını hazırda tutanlar yine de risk analizlerinde direnenleri akıllarından çıkaramamışlardır. Alamos Gold’un risk analizine göre toplumsal tepkiye ayrılan süre 3 ila 6 aydır. Planlarını buna göre yapmışlardır.

Onların tarihlerinde katliam, yağma ve yıkım varsa bizim tarihimizde de direnişler var. En yakın öğreticimiz Gezi Direnişi’nin ruhu ete kemiğe bürünmüş hâlde bugün Kaz Dağlarında direnenlerdedir.

Direniş kazandırır, örgüt özgürleştirir!

Suyu, havası ellerinden alınanlar olarak bugün örgütlenmek bizim için su kadar hava kadar ihtiyaçtır.

Bugün kararlı ve topyekûn bir mücadele ihtiyacımızdır.

Kaz Dağlarını savunmak, yaşamdan, doğadan yana tutum almaktır.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...