Ana Sayfa Blog Sayfa 112

Direnmeyi biliyoruz, kazanmayı da öğrenelim

Biz tanışıyoruz gözlerimizden.

Gördüklerimizden ve sezdiklerimizden. Bizim namımıza, bizim yerimize konuşulurken devirdiğimiz gözlerimizden. Tehdit eden gözlerin yüzlercesine karşılık verirken, ama en çok da adaletsizliğin karşısına dikilip özgürleşirken ateş saçan gözlerimizden tanışıyoruz. Hani Gezi’deki gibi…

Daha milyonlarca gözümüz var. Henüz kapıların, pencerelerin ardından bakan, henüz ürkek gözlerle sessizce izleyen ve biriktiren, biriktiren…

Biz omuzlarımızdan tanışıyoruz, omuzlarımızdaki bu “ben varım”ı anlamayan her kafaya anlatmak zorunda olma yükünden, omuzlarımızdaki bu “şefkatli, anlayışlı, kapsayıcı ve yumuşak olma” beklentisinin yükünden. Ama en çok da bunları silkeleyip omuz omuza verdiğimiz anlardaki gücümüzden tanışıyoruz. Lübnan’da, Sudan’da, Şili’de isyana katılan, bütün dünyanın baktığı kadınlar gibi.

Daha milyonlarca omzumuz var, henüz bizimkilerle birleşmemiş olan. Kapitalist-emperyalizmin yükünün en ağırlarını taşıyan; kimi köle pazarlarında satılan, kimi ölmekten beter bir geleceksizliği yaşayan kardeşlerimizin omuzları…

Kollarımızdan hele… Hani şu ahtapot kollarımızdan… Herkese ve her şeye yetmeye çalışan ve bunu iyi beceren kollarımızdan… İyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir hasta ve yaşlı bakıcısı, bitmeyen iş ve ev mesailerinin emekçisi, kısacası işlevli bir İsveç çakısı olagelirken, bir anda kol kola giriyor, üretim kooperatifleri kuruyor, ahtapot kollarla bir araya getirmeyi ve özgürlük için örgütlenmeyi öğreniyoruz.

Bir de sistemin, devletin, ailenin, kocanın, babanın, evladın gerekleri için savrulan da savrulan, çırpınan didinen kardeşlerimizin kolları. O kadınlar… Hani o kollarla kendisi için bir şey yapmayı kendine hak görmeyen. Henüz…

Sesimiz hani… “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” derken, “emeğimizin hakkını istiyoruz” derken, “devlet kimdur?” derken, “Savaşa hayır” derken çoğalıyor. Biz seslerimizden tanışıyoruz. “Şehidin helvası sizin ocakta kavrulmadığı sürece size hep tatlı gelecek” diyen annenin sesi de var bu sesin içinde. Egemenleri rahatsız eden her ses tanımaya başlıyor birbirini. Ya daha fazlamızın, milyonlarcamızın sesi? “Dilini koparırım” diye tehdit edilen kardeşlerimizin, genç kızların sesi? Gördüklerini ve sustuklarını bir haykırsa yeri göğü inletecek o ses?

Ellerimiz de tanır ya birbirini, ve aklımız, emeğimiz… Pankart boyayan, makale yazan, çizen, film çeken, müzik yapan ellerimiz tanır ya birbirini.

Bir de patrona kar kazandıran, sömürülen emeğimiz tanır ya… Bu eller üretmez de bir gün durursa nasıl döner onların çarkı?

Tanıyoruz birbirimizi, bir daha tanışalım.

Öldürülmemek istiyoruz, ama yetmez. Kadına şiddet uygulayanların yargılanmasını istiyoruz, ama yetmez. Bedenimize dair tek karar sahibi olmak istiyoruz, ama yetmez. Eşit işe eşit ücret ve kreş hakkımızı istiyoruz, ama yetmez… Bugün bunlar için mücadele ederken, kazanmak ve kazanımlarımızı güvence altına almak için, yaşadığımız tüm yoksunlukların, sömürünün, aşağılanmanın, cinayetlerin ve şiddetin kaynağı olan kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadelenin zorunlu olduğunu savunuyoruz.

Dün başkaları için yaşayan kadınların, doğrudan kendi yaşamına dair ve tüm toplumsal yaşama dair karar sahibi olduğu, özne olduğu bir sosyalist toplumun inşası için, Clara’nın, Rosa’nın, Kollontai’ın izinden devrim için örgütleniyoruz.

Direnmeyi biliyoruz. Artık kazanmayı öğrenmeliyiz. Kazanmak için örgütlenmeliyiz.

Kazanmak için, pencerelerin arkasından izleyen kadınların gözleriyle buluşmaya hazır olalım. Bir adım daha ileri atmak için, mücadeleyi sürekli hale getirelim. Meydanlarda buluştuğumuz gibi işyerlerinde, mahallelerde, okullarda bir araya gelelim, kararlar alıp hayata geçirelim; örgütlenelim.

Direnen, geleceği için örgütlenen ve özgürleşen kadınların kurucusu olduğu bir dünya mümkün.

Her Gün 8 Mart, Her Gün Kavga!

Emperyalist paylaşım savaşımı ve TC devleti – Aslanlar, kedigillerden midir?

TC devletinin, son günlerde, Suriye örneğinde olduğu gibi, bir başka savaş senaryosu içine atılmak üzere Libya’ya yöneldiğini görüyoruz. Özal döneminde Irak için yanıp tutuşan bir eski Osmanlıcılık, Osmanlı-İslam sentezi olarak kendini bize Suriye’de gösterdi. Osmanlı hevesleri işin havası, deyim uygun düşerse işin daha çok “gösteri” tarafı idi. Böylece “Türkçülük” gibi soyut ve kısır bir şeyle değil de, Osmanlı topraklarının yeniden ele geçirilmesi gibi somut ve maceraya açık gözüken bir hevesle yapılan arzulu bir şov. Şimdi ise, daha çok Osmanlı arka plana bırakılıp, daha çok “vatanın bekası” gibi, çok geri bir noktaya gidilerek savunulan bir yeni Libya şovu söz konusu. Bu kez, İslam öndedir. Hem Libya macerası, aynı zamanda IŞİD unsurları ile TC ordusu arasında bağ oluşturmaya pratik olarak çalışan SADAT politikasına da uygundur. Bu yolla, Libya çöllerinde, IŞİD unsurları ile TC ordusunun yeni karakteri uyuşma testine tabi tutulacak.

Suriye, Irak ve yeni olmasına rağmen Libya konusunda tutumumuz biliniyor. Sadece görüşlerimiz değil. Biz bir siyasal hareketiz ve bu nedenle tutumumuz, görüş ve eylem çizgisini bir arada anlatmak üzere önem kazanır. Burada, kuşku yok ki, bu bilindiğini söylediğimiz görüşlerimizi bir kere daha tekrarlayacağız. Elbette. Ama, resmi biraz daha derinlikli olarak ele almak istiyoruz.

Çünkü, bizim görüşümüz, TC devletinin, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımında, kendi durumunu unutup, sanki savaştan pay alacakmış gibi sunarak, tam bir tetikçi olarak davrandığı yönündedir.

Ama muhtemelen bazıları, TC devletinin, bu emperyalist paylaşım savaşımında, aslanlar masasından pay almaya çalıştığını da ileri sürebilir. Belki, biz biraz daha derinlikli tartışmaya çalışırsak, bu konu için de düşündürücü sonuçlara ulaşabiliriz.

Yoksa TC devletinin dış politikasına bakarak, onların kendi söylediklerinden, sadece bunlardan hareket ederek, bütünlüklü ve net bir sonuca varmak mümkün değildir. Onlara göre, daha önceki sayılarda da yazdık, kendilerini kukla gibi oynatanları görmeden, “uluslararası” pistlerde, dans ettiklerini söyleyecekler. Onun için derler ki, kişinin kendisi hakkındaki yargısına bakarak, değerlendirme yapmak yanıltıcıdır.

Durum nasıl ifade edilebilir?

Okuyucu hatırlayacaktır, geçen sayılarda Kaldıraç sayfalarında, durumu, büyük güçlerle dans olarak sunma eğilimlerini açığa çıkartıp, bunun aslında bir kukla oyunu olduğunu ifade etmiştik. Kuklaya sorarsanız, o mükemmel ve kendine özgü, kendine has, yaratıcı ve daha önce eşi benzeri görülmemiş bir dans performansı ortaya koyduğunu söyleyecektir.

Üstelik, Irak ortada, Suriye meselesinde gelinen yer açık iken.

Doğrusu, aslanlar masasına oturup, diğer hayvanları yemek için tartışan aslanlara, kendini kurtarmak, sırf aslanlar da aslında “kedi soyu” sayılır diyerek, “danışmanlık” yaptığını sanan kedinin durumu, TC devletinin durumunu anlatmaktadır. Öyle ki, kedi, gerçekten de onların paylaşacağı bu pastadan, kendisini paylaşmayacakları bir yana, daha da ileri giderek, ona da bir pay vereceklerini düşünebilmektedir.

Demek ki, aslanlardan ya birisi ya da daha fazlası, kediyi hipnotize edecek kadar ileri gitmiştir.

TC devleti, bu paylaşım savaşımından, “bir koyup, üç alma”yı, acaba gerçekten umuyor mu? Saray Rejimi bu kadar körleşmiş midir?

Erdoğan körleşmiştir. O, daha çok kendi kişisel geleceği ile ilgilidir. Amerikalıların “mal varlığını araştırma” tehdidi ile, paralarını bir yerden başkasına kaçırma yolları aramaktadır. Ne ki, kime gitse, o da Müslüman Kardeşler bağı içinde, ipleri ABD’ye çıkan birisi olmaktadır. Bu koşullarda Erdoğan, daha çok kendi kişisel geleceği ile ilgilidir. Bahçeli de, kendini kurtarmak için, imam olmaya karar vermiştir. İstihbaratçı olduğu çok sık ifade edilen Bahçeli’nin, hastalıktan dönüş sonrasında yaptığı meclis konuşması tam bir vaazdır. Ölümden döndüğü için allaha dualar etmektedir. Erdoğan’ın sevincine bakarsanız, kendisini çok iyi anladığı ortadadır. Ama Saray Rejimi olarak şekillenmiş “yeni” hâli ile devlet makinası, gerçekten Suriye ve Libya’dan, bir pay alacağı fikrinde midir?

Kedi, kendisi ile aynı soydan geldiğini iddia ettiği aslanlara, size doğru yolu ben gösteriyorum, benim dediğimi yapın, diyor. Kedi diyor da, aslanlar, neden bu konuşmaları dinliyor? Yoksa kedi, gerçekten biyolojik bir mutasyonla, bir anda aslana dönüşecek bir ilaç mı bulmuştur?

Her örnek, açıklamak için işe yarar ama bir yere kadar.

Demek ki, diyoruz ki, bir emperyalist paylaşım savaşımı var. Bu savaşım, daha şimdiden, ticari olarak, dünya çapında, kuralsız bir savaşa dönüşmüş durumdadır. Bu satırlar yazıldığında Çin’de Wuhan bölgesinde bir yeni virüsün ortaya çıktığı haberleri anons edilmekteydi. Bunun, bu virüs işinin ticaret savaşı denilen şeyin, bir başka aşaması olma ihtimali yüksektir. Elbette, olay henüz yenidir ve bizim elimizde de bir bilgi yok. Ama zaten biz de olasılıktan söz ediyoruz. Umarız yanılırız. Belki bu yazı yayınlanana kadar, bu konu da netlik kazanmış olur. İster öyle olsun, isterse tersi, artık bu savaşın “kural” tanımadığını söylemek istiyoruz. O kadar çok örnek var ki, bunu söylemek abartılı olmaz.

Bu emperyalist paylaşım savaşımı, kendini giderek daha açık biçimlerde ortaya koymaktadır.

Ünlü terim ile, “vekâlet savaşları” bunun bir türüdür. Biz, “vekâlet savaşları” terimini pek uygun görmüyoruz. Çünkü, sömürge ülkelerin ya da güçlerin, emperyalist efendileri adına savaşa sürülmesi, bir açıdan böyle ele alınabilir. Ama emperyalizme karşı savaşan bir gücün, örnek olsun, mesela Kürt hareketinin, ana gövde olarak, bu biçimde ele alınması büyük haksızlıktır. Elbette, diyelim ki, Venezuela’daki bir gücün direnişi, bir başka uluslararası gücün işine yarar ve mesela ABD’nin işine yaramaz. Ama Venezuela direnişi, birisinin vekâlet savaşı olarak ele alınamaz. Bu konuda hassas olmak gerektiği fikrindeyiz. IŞİD, elbette bir araç olarak kullanılmaktadır. Ama IŞİD, El Kaide gibi örgütler ile, diğerleri arasında bile bir farklılık vardır.

Bugünlerde ise, Süleymani örneğinde olduğu gibi, ABD, yani esas güç, doğrudan eyleme geçiyor ve doğrusu eylemi IŞİD aracılığı ile de üstlenmiyor, doğrudan üstleniyor. Ama yine de savaş, bir anda, “vekil”den, asıla geçmiş olmuyor. Emperyalist güçler, dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde, halkları birbirine kırdırma politikaları uygulamışlardır. Ve üstelik bunu sadece, bugünkü gibi, bir emperyalist paylaşım savaşımı sürecinde değil, başka dönemlerde de yapmışlardır.

Süleymani suikastı, hem İran’ı, hem Irak’ı, hem de Suriye’yi hedef almaktadır. İsteyen bunlara, dolaylı olarak başka ülkeleri ve güçleri de ekleyebilir. Ama bu üçü, açıktan hedef tahtasındadır. Ve anlaşılan ABD, bu yolla, savaşı da büyütme riskini göze aldığını söylemektedir. Oysa bu konuda henüz yeterince istekli değildir. İran’ın tepkisinin daha düşük olması için, birçok “diplomatik” süreç işletildiği anlaşılmaktadır. Demek ki, ABD, biraz da cevahiri kurtarma peşindedir. Avın büyük bölümünü kaybetme sürecindeki aslanın, bir ısırık koparması, orman kanunları içinde anlaşılır bir şey olarak değerlendiriliyor olabilir.

Biz yeniden Türkiye’ye dönelim.

1- Bu savaşın bir emperyalist paylaşım savaşı olduğu açık.

2- Bu savaşın, ana unsurlarının, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya olduğu açıktır.

3- Bu savaş, dünya çapındadır ve her gün bir başka coğrafyadan bir ateş yükselmesi mümkündür.

4- Bu savaşın hedefini, Rusya ve Çin’e çevirmek, bu yolla diğer emperyalist güçleri bu hedeflere kilitlemek, ABD’nin stratejisidir. ABD, Suriye savaşı sonrasında karşısına dikilen Rusya ve Çin ortaklığını, ana düşman ilan etmiştir. Savaşın hedefini bu iki ülkeye döndürebilmek için, Batı Değerleri ve Batı Yaşam Tarzı ideolojisine sarılmaktadır. Bu yolla, diğer dört emperyalist güce ya da bu cephe içinde yer alanların tümüne, “biz paylaşalım derken, bu ikisi kendi çevrelerini korumakta” ve böylece, paylaşılacak pastayı küçültmektedir mesajını vermektedir. Gerçekten de Rusya ve Çin, paylaşılacak pastayı küçültücü bir etki yaratmaktadır.

5- Bu paylaşım savaşımında önemli bölgelerden biri, Balkanlar, Kafkaslar ve Kuzey Afrika’yı da içine alacak şekilde Ortadoğu’dur.

Öyle ki, diğer bölgelerde ortaya çıkan “yangınlar” ya da çatışma noktaları, daha çok burada gelişenlerle bağlantılıdır. Mesela ABD, Ukrayna meselesini, Almanya ve Rusya arasında ticaretin gelişimini önlemek için, tam da Suriye savaşından sonra devreye sokmuştur. Benzer biçimde Venezuela da bu bölge ile bağlantılıdır.

Aslında savaşın genel bir dünya savaşı olması da bunu gerektirmektedir.

6- Savaş sürecinde ya da savaşın öngünlerinde, geçici ittifaklar, adeta “kuraldan” sayılmalıdır. Birinci Dünya Savaşı’nı inceleyen herkes, görecektir ki, savaş tam olarak ortaya çıkana kadar, farklı çıkarlar adına, farklı ve geçici ittifaklar sürekli oluşmaktadır. Örneğin, savaşın 5-10 yıl öncesinde, Osmanlı’nın İngiltere saflarında savaşa girmesi beklenirdi. Öyle olmadı. Tersine Türkiye, Almanya saflarında savaşa girdi.

Bugün ortaya çıkan pek çok geçici ittifakın da sonunun ne olacağı belli değildir. Biz, bizzat yaşıyoruz, Astana süreci ile başlayan Rusya-İran ve Türkiye “ittifakı”, aslında çelişkilerle doludur. Ve her gelişmede, “bak ittifak bitti” sözleri işitilmektedir. Kasım Süleymani suikastı, Türkiye’yi İran’a karşı savaşa ikna edebilmek için, önemli argümanlar içermektedir. Benzer biçimde, bu suikast, Rusya ile Türkiye’nin S-400 anlaşmalarının sonunun geldiği yorumlarına yol açmıştır.

Birinci Dünya Savaşı bu açıdan oldukça önemlidir.

Ekim Devrimi’nin 1989’da SSCB’nin çözülmesi ile sonuçlanan yenilgisi, bir anlamda tarihin zembereğini geriye sardı. Dünya, artık Birinci Dünya Savaşı’nın öncesine dönmüş gibidir. Özellikle bölgemiz söz konusu olduğunda bunu söylemek daha kolaydır. Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi tartışmaları, tam da bu anlamda anlamlıdır.

Birinci Dünya Savaşı’nda kaybeden Osmanlı’nın elinde TC toprakları ile yeni bir devlete dönüşmesi, büyük ölçüde, Ekim Devrimi sayesindedir. Ekim Devrimi, sosyalizm rüzgârını, belki de cereyanını demek gerekir, dünyaya yaymaya başlamıştı. Elbette içeride iç savaş, Ekim Devrimi’ni yaratan partiyi, önder kadroyu çok meşgul eder durumda idi. Ama bu süreci anlamadan, Sovyet ve Türk yakınlaşmasını anlamak mümkün değildir. Emperyalist güçler, Anadolu’yu kaybetme riskini gördüler ve bu durumda, Ortadoğu’daki kazanımlarının da yok olma riskini kavradılar. Bu nedenle, Osmanlı’dan geride kalan topraklarda, Wilson Prensipleri 18. maddesine uygun olarak, “Türk unsurunun” egemen olmasına olanak tanıdırlar. İtalya, Fransa, İngiltere gibi güçlerin savaşın ortasında çekilmeye başlaması, Ekim Devrimi’nin yayılma korkusunun ifadesidir. İngiliz emperyalizmi, Ekim Devrimi’ni durdurmak için, Japonya’dan ABD’ye, tüm Avrupa’ya kadar tüm emperyalist güçleri seferber etmiştir.

Durumu kavrayan ya da durum konusunda ”aydınlatılan” Mustafa Kemal ve ekibi, bir yandan yeni Cumhuriyeti kurmak için, içeride, daha çok bir halk direnişi olarak ifade edilebilecek ve anti-emperyalist bilinci henüz zayıf olan kitlesel ve silâhlı hareketi kontrol altına almaya yönelmişlerdir. Zira, bunu başardıkları oranda, Batı, kendilerine bir şans verecekti. Öyle oldu. İçerideki hareketin kontrolü zor olan, bilinci daha ilerdeki unsurlarını bertaraf etmek için, 1918-1925 arasında her türlü dalavereyi devreye soktular. İçerideki katliamlar, İzmir İktisat Kongresi vb. tam olarak Batı’ya güvence vermiştir. 1918-25 arasındaki nispeten “demokratik dönem”, Şeyh Sait ayaklanmasını bastırmak bahanesi ile ilan edilen Takrir-i Sükûn ile birlikte, bir olağanüstü döneme yerini bırakmıştır. Tam da aynı dönem, Sovyet Devrimi’nin dünyaya yayılması frenlenmiştir. Almanya’da devrim 1919’da yenilmiş, devrimin Avrupa kıtasına yayılması önlenmiştir. Elbette, anti-emperyalist mücadele, halkların bağımsızlaşma isteklerini sürdürmesi devam etmiştir.

Bu dönem içinde burjuvazi, eski Osmanlı paşalarının bir bölümü ile, bazı toprak parçalarını kurtarmak için uğraşmıştır. Eski kadronun bir bölümünün Osmanlı rüyası, Enver örneğinde olduğu gibi devam etmiştir. Muhtemelen Enver, Ekim Devrimi’nin önderlerini kandırdığını düşünmüş olmalıdır. Tıpkı, içeride Atatürk’ün Sovyetler’i kullandığı fikri gibi.

Bugün, Saray Rejimi, kendisinin de bulunduğu paylaşım masasından kayıpsız kalkmak için, büyük hamleler yapmaya heveslidir. Eski Başbakan, yeni Gelecek Partisi Lideri Davutoğlu liderliğindeki dış politika, Suriye savaşına, bir parça lokma kapmak ve emperyalist efendileri ABD adına, bu lokmadan aldıkları payı sürekli kılmak için, hevesli davranmışlardır. Aslana kedi, Suriye’yi eli kolu bağlı teslim etme garantisi vermiş gibidir. Davutoğlu ile özdeşleşen bu politika, aslında devletin politikasıdır ve bugün de devam etmektedir. Davutoğlu, kalkıp, Türkeş’in 12 Eylül sonrasında dediğini söylerse yerinde olur. Türkeş, “fikirlerimiz iktidarda biz hapisteyiz” diyordu. Şimdi Davutoğlu, fikirlerim iktidarda, ama ben istenmeyen adamım dese yerinde olur. Bu durum ise, daha çok Erdoğan’ın korkuları ile açıklanabilir. 12 Eylül’de, iktidarın böylesi “beka” korkuları, darbe ile bitmişti. Oysa Saray Rejimi, tüm “güç” gösterilerine rağmen, “beka” sorunundan söz etmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşu döneminde, içerideki baskı ve sindirme, emperyalist dünyaya, Osmanlı’nın kalan toprakları üzerinde Kemalist hareketin egemen olduğunu göstermeye yarıyordu. Bugün ise, baskı ve şiddet, içeride katliam politikası, Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için iş görmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşunda Ekim Devrimi, savaşı sonlandırmış ve Osmanlı’dan kalan parçalar üzerinde egemenlik iddiasında olan Kemalist hareket için, Ekim Devrimi’ne yaklaşma dış politikası alternatifini yaratmıştı. Bugün ise, paylaşım savaşının başında, TC yönetenleri, dış politikalarını efendilerine tetikçilik etmek üzere ve içte bunu kullanarak güç toplamak üzere kullanmaktadırlar.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Kemalistler, aniden Ekim Devrimi ile kesilmiş bir paylaşım savaşımından kayıplarını azaltmak üzere dış politika kuruyorlardı. Batı emperyalizmi, Anadolu’da gelişecek devrimci halk hareketini boğmak için her türlü yardıma hazırdı. Oysa bugün, TC devletini yönetenler, daha yeni başlamış olan bir paylaşım savaşımında, efendilerine, kendilerinin de onların soyundan olduğunu anlatarak, pay istemektedirler.

Bugün, Saray Rejimi, içeride kendi iktidarını sağlamlaştırmak için, dış politikada, ABD tetikçisi olarak davranmaktadır. Hatta Erdoğan için bu mesele ailesinin ve mal varlığının “beka”sı hâline gelmiştir.

Suriye’de, kendisi işgalci konumda olan TC devleti, uyguladığı ve kendileri açısından bile yanlışlığı ortaya çıkan politikadan vazgeçmiyor. Bunun ana nedenlerinden biri, içeride iktidarı kaybetme korkusudur. ABD adına, tetikçilik yaparak, bölgede bir güç elde etme isteği, TC devletini, IŞİD ile ittifak eder pozisyona getirmiştir. Yanlışlıkla IŞİD zafer kazanmış olsa, TC devletinin “kontrolümde” dediği gücün, kendisinin kontrolü ile hiçbir bağlantısının olmadığı ortaya çıkacaktır. IŞİD güçlerinin içeride bombalamalarda kullanılması, Suriye savaşı için, “sınırın diğer yanından üç füze atma” provokasyonlarının devletçe organize edilmesi, devletin çeteleşmesi denilen sürecin sadece bir parçasıdır.

Libya’ya, eğer ABD doğrudan kendisi müdahale etmiş olsa idi, düşünelim ne olurdu? İlkin Avrupa ile karşı karşıya kalırdı ki, bugünlerde Rusya ve Çin’e karşı Avrupa’yı yanında tutmak için, Avrupa’ya dönük hamlelerini ertelediği düşünülürse, bu büyük bir sorun demek olacaktı. ABD, hazır elinde, Osmanlı hevesleri ile içerideki iktidarını devam ettirmek için savaşa muhtaç olan bir iktidar varken, neden kendisi devreye girsin? TC devleti devreye girdiğinde, Avrupa ile sorunu olacak olan TC devleti olacaktır. Zaten Suriye savaşı, eninde sonunda TC devleti ile Rusya arasındaki “yakınlaşma” görüntülerini parçalayacaktır, en azından bu potansiyeli vardır. Avrupa ile Libya nedeni ile çatışmaya başlayan bir TC devletinin, ABD’ye biat etmek dışında seçeneği de kalmayacaktır. Öte yandan, TC askerleri ile birlikte IŞİD çetelerini Libya’ya taşıması, IŞİD çetelerinin ömrünü uzatacak, ABD adına, kullanılmaya hazır güçleri de sağ tutacaktır.

Bu süreç, Saray Rejimi’nin ihtiyaç duyduğu savaş ihtiyaçlarını karşılar mı belli değil. Ama Erdoğan için denemeye değer bulunmuştur. Bu yolla Erdoğan iktidarını pekiştirme peşindedir. Bahçeli’nin her durumda “beka” sorunu olarak Libya’yı tartışması zaten ceptedir. Bu arada ise, IŞİD çeteleri ile TC ordusu arasındaki yakınlaşma, SADAT kontrolünde daha da “kurumsallaşacak”tır. Elbette bu hamleler, Rusya ile Türkiye yakınlaşmasına da bir darbe vuracaktır. Beklenti budur.

Tüm bunlar, bölgede İran’a karşı geliştirilen savaş konsepti içine, Türkiye’yi daha çok ABD kucağına ve kontrolüne itecek midir?

İsrail ile “yüzyılın anlaşması” diyerek, Ortadoğu bölgesinde planlarını güncelleyen ABD, belki Trump için bir seçim kazanma dönemine girecektir. Ama bu sayede, Ortadoğu’da, Süleymani suikastı gibi saldırıların yenilerine de olanak oluşturacaktır.

Suriye’de işgal altında tuttuğu topraklardan TC devletinin çıkışı süreci, İdlib’in Suriye’nin kontrolüne geçmesi meselesine bağlıdır. Bu nedenle, İdlib meselesi, tam da İran’a karşı saldırılar diye açıklayacağımız, ABD ve İsrail projesine Türkiye’yi yakınlaştıracaktır. Ayakta kalmak, iktidarı sürdürmek hevesi, Erdoğan’ın bu sürece girmesini kolaylaştırıcı bir unsur gibi durmaktadır.

Demek oluyor ki, ABD bölgede aldığı tüm yenilgilere rağmen, kalıcı bir unsur olmakta diretecektir. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu İran’a karşı savaş planları ile bağlantılıdır.

Tüm bu savaş sürecini dağıtmak mümkün müdür?

Mümkündür. Zordur ama mümkündür. Bu süreç, bölgede gelişecek direnişe bağlıdır. Tam da bugün, tüm bölgemizde devrimci kardeşliği geliştirmek önemlidir. Bir devrim, tüm savaşı durdurabilecek tek eylemdir. Bölgemiz, sosyalizme, devrime, barışa, özgürlüğe susamıştır. Bunu başarmak, zor ama mümkündür.

Savaşa, yağmaya, ranta karşı genel grev, genel direniş

Biz diyoruz ki, Saray Rejimi, “savaş, rant ve yağma ekonomisi” üzerinde yükseliyor.

Artık hepsi, tüm Saray, savaş müptelasıdır.

Artık hepsi, tüm Saray ve çevresi, yağmacıdır, rantçıdır.

Artık hepsi, tüm Saray medyası, yalan makinası, karartma merkezidir.

Artık hepsi, yargısı, polisi, ordusu, katliamcıdır, emperyalizmin denetimindedir.

Artık hepsi, tüm Diyanet İşleri, tacizcidir, pazarlamacıdır, tecavüzcüdür, dolandırıcıdır.

Ve hepsi birlikte, Saray Rejimi, modern ortaçağ karanlığının Türkiye versiyonudur.

Erdoğan’ın söylediklerine bakın:

1- İdlib soruluyor kendisine ve şöyle diyor: “Savaş diyebilirim.” Demek TC devleti bir savaş ilan etmiştir ve bunu deklare etmemiştir.

Savaş kime karşı ilan edilmiştir?

Artık niyetler gizlenemiyor. Kel düştü, takke göründü. İdlib’de, IŞİD’ci çetelerle birlikte, Soçi ve Astana’da, terör örgütü ilan ettikleri ile birlikte TC ordusu, ortak saldırı düzenlemektedir.

Orada ölenler, kimin için ölmektedir?

Yanıtı açık, Saray Rejimi, Saray ve çevresinin çıkarları için. Asla ve asla vatan için değil.

2- Libya’da savaşa balıklama dalan savaş seviciler, şunları söylüyorlar:

“Suriye Milli Ordusu’ndan ekiplerimizle beraber oradayız.”

Orası Libya’dır.

Libya’da, TC devletinin ordusu, açık olarak, IŞİD uzantısı çetelerle birliktedir. İtiraf Erdoğan’dan gelmektedir.

Libya’da askerler, yoksul insanların çocukları, kimin için savaşmaktadır? Saray Rejimi’nin ayakta durabilmesi için, acımasızca, askerlerinin kanını döken bir rejim var ortada.

Erdoğan’a soruyorlar, Libya’da şehitlerimiz var mı, diye.

Yanıt: “Birkaç tane şehidimiz var.”

Sanki, sineklerden, sanki patates çuvallarından, sanki petrol varillerinden söz ediyor: “Birkaç tane.”

Acaba, “birkaç tane”si, kaç dolardır? Kaç dolara satılmışlardır?

Erdoğan, savaş naraları, ölüm tacirliği yapar tarzda savaş naraları atıyor: “Şehitler tepesi inşallah boş kalmayacak” diyor.

İnşallah, umuyorum ki, allah izin verirse anlamındadır ve Erdoğan, inşallah daha fazla şehit için dua etmektedir. Amerikan çıkarları, Saray Rejimi’nin devamı için, inşallah daha fazla şehit vermekten söz ediyor. Normali, daha az kayıp vermeyi ummak olmalıdır. Oysa Saray Rejimi, artık, adak adar gibi, askerlerinin kanını dökmektedir.

Libya’da, yabancı basına göre, 16 asker ve 100’den fazla MSO çetesi ölmüştür. İşte size “birkaç tane.”

Libya’da ölen bir subay, gizlice defnedilmiş, silâh arkadaşları tarafından ölüm haberi basına sızdırılmış, basında bu haberi “tweet”leyenlerin sosyal medya hesaplarına el konulmuştur. Ölümleri gizleme üzerine kurulu bir savaş politikası, ABD hizmetinde “Mehmetçiğin” satışa çıkarılması ancak böyle hayata geçirilmektedir. Acaba Suriye’deki kayıpların ne kadarı gizlenmektedir?

Bu, bizim savaşımız değildir.

Bu, halkın savaşı değildir.

Bu, işçilerin, emekçilerin, yoksulların, milyonların savaşı değildir.

Bu, vatan savunması değildir.

Bu savaş, savaş ekonomisini beslemek için vardır.

Bu savaş, Saray Rejimi’ni ayakta tutabilmek için yürütülmektedir.

3- Ülkede ekonomik kriz had safhaya yaklaşmaktadır.

Her gün iş cinayetleri, her gün kadın cinayetleri, her gün çocuk istismarcılığı “birkaç tane”yi aşkın biçimde gerçekleşmektedir.

Her gün, yeni bir intihar vakası ile yoksulluk, açlık, işsizlik, çaresizlik ortaya çıkmaktadır.

7 milyon emekli, asgarî ücretten daha az ücret almaktadır.

İşsizlik hızla artmaktadır.

9 milyon insan asgarî ücretin yarısı kadar gelir elde etmektedir.

Birçok insanın sosyal güvencesi yoktur.

Birçok insan, maaşını alamamaktadır.

Kriz, tüm ağırlığı ile, emekçilerin omuzlarına oturmaktadır.

4- Saray Rejimi, doğayı, kentleri yağmalamaktadır. Rant avcılığı, Saray Rejimi’nin gözde mesleği olmuştur. Her gün, yeni bir rant planı halka dayatılmaktadır. Bunun için belediyelerin tüm olanakları yağmalanmaktadır.

5- Tüm bunlara karşı gelişmekte olan direnişe karşı, her türlü baskı, her türlü şiddet devreye sokulmaktadır. Saray Rejimi, yolun sonunu gördükçe, daha fazla saldırmaktadır. Kendi korkularını, halka bulaştırmak istemektedirler. Söz söylemeyi, gerçekleri haykırmayı, eylemlerle hak aramayı bir yana bırakın, düşünmeyi, nefes almayı yasaklamak için yollar aramaktadırlar.

Bu, iktidarın çaresizliğidir.

İşçi ve emekçiler, halklar, tüm gidişe karşı, hayatın her alanından, direnişler geliştirmektedirler.

Bu direnişlerin büyümesi, bu direnişlerin örgütlü ve kararlı bir mücadeleye dönüşmesi mümkündür.

Sadece mümkün değil, hayatî ölçüde gereklidir.

İşte bu nedenle, genel grev ve genel direniş bayrağını yükseltmek gerekiyor.

Görev budur.

Bu, yarın genel grev anlamına gelmez.

Hayır, örgütsüz, hazırlıksız bir genel grev, büyük bir yenilgi olacaktır.

Saray Rejimi ile işçi ve emekçilerin, iki ayrı cephede savaşmakta olduğunu görerek, adım adım hazırlanarak, bir genel grevden söz etmeliyiz.

Genel grev, aynı zamanda, hayatın her alanında bir genel direnişe dönüştürülmelidir.

Korkuları da budur.

Bunun için azgınca, kuralsızca saldırıyorlar.

Dışarıda süren savaş, içeride bir iç savaşa dönüşmektedir.

İşçi ve emekçiler, bu savaşa hazırlanmak zorundadırlar.

Şimdi, gözyaşları ile kendine acıma zamanı değildir.

Şimdi, çaresizlikle kıvranma zamanı değildir.

Şimdi, bireysel çözümler zamanı değildir.

Şimdi, intihar etme, hayata küsme zamanı değildir.

Şimdi, ağır ağır ayağa dikilme, örgütlenme ve hazırlanma zamanıdır.

Şimdi, genel grev ve genel direniş bayrağına sarılma zamanıdır.

Şimdi, örgütlenme ve örgütlü mücadeleyi sabırla, inatla sürdürme zamanıdır.

Bu bilinçle, tüm devrimci işçileri, tüm aydınları, tüm öğrencileri, tüm kadınları, Kaldıraç Hareketi saflarında mücadeleye çağırıyoruz.

Kahrolsun tekelci polis devleti!

Yaşasın, Anadolu Sosyalist Devrimi!

Transnational solidarity against racism and war!

Hundreds of groups and organizations worldwide sign multilingual statement to join forces and react together to the escalation of recent events taking place on the Greece-Turkey border. This joint statement that we signed is the first step of the cross-border initiative formed by those who unite in the transnational anti-racist struggle for the rights and freedoms of migrants.

Five years after the so-called “refugee crisis” and almost four years after the EU-Turkey deal, we are once again witnessing the violence caused by security-centred migration policies. Since last Thursday (27.02.2020), thousands of people have been moving towards the Turkey-Greece border following the announcement that migrants wanting to reach Europe will no longer be stopped on the Turkish side. The announcement from Turkish government officials came after the death of 33 Turkish soldiers in the Idlib area, where conflict escalation has seen the civilian death toll rapidly increase by the day, with basic infrastructure and health facilities being blatantly fired at. Turkish government keeps its borders with Syria closed while seeing no harm in pushing thousands of migrants towards the doors of Europe, into a limbo.

Migrants and asylum seekers from Syria, Afghanistan, Pakistan and several African countries have been reaching the border-crossing areas of Edirne, Çanakkale, and İzmir; some were brought there by buses of municipalities, some arrived by private taxis, or walking. In the Edirne area, they have been allowed to proceed to the border zone by the Turkish authorities, but Greek police forces prevented them from passing with gas and sound-lighting bombs. At the same time, Turkish authorities restricted the access of journalists and reporters. Those stuck in the grey zone between the two states under heavy rain and with scant food supplies have been shouting for the opening of the borders. Some of those who reach the land border were told by the authorities to cross by sea despite hazardous weather conditions.

In Greece, the scenario is also worsening. The government has recently passed a new stricter and even more inhumane law on asylum entailing detention upon arrival to the Greek territory for all new asylum seekers. In the past days, local communities on the islands of Chios and Lesbos have been clashing with riot-police in opposition to the establishment of new detention facilities. Under the burden of the so-called “refugee crisis” since the EU-Turkey deal, they have been protesting against the deterioration of their own living conditions and of the living conditions of those seeking asylum there. However, xenophobia and racism have never stopped infesting the public discourse. In reaction to the latest events, Greek government officials have been fuelling hatred and fear by spreading the myth of an invasion by “illegals” at the behest of its neighbouring country.

Xenophobia, racism and their normalisation must be opposed everywhere they surface, be it in Turkey, Greece and anywhere else. The instrumentalization of the lives of migrants, asylum seekers and refugees reduced to a threat and a bargaining chip must end, both in domestic electoral campaigns and in the relations between the Turkish government and the EU. The security policies that push thousands of already displaced people into a limbo and the border regimes that cause the endless cycle of violence against them must cease. What we demand are peace, fundamental rights and freedoms of every person on the move.

Borders are killing, open the borders!
Stop the war on refugees & migrants!
Transnational solidarity against racism and war!
For a free world without borders, exploitation, and exile.

For the list of signatories, see here: https://crossbordersolidarity.com/.

Irkçılığa ve savaşa karşı ulusötesi dayanışma!

Yunanistan-Türkiye sınırında yaşananlara karşı bir araya gelmek ve ortaklaşa tepki göstermek için dünya çapında yüzlerce kurum ve topluluk aşağıdaki ortak açıklamaya imza attılar. Kaldıraç olarak imzacısı olduğumuz bu ortak açıklama, göçmenlerin hak ve özgürlükleri için ulusötesi ırkçılık karşıtı mücadelede birleşenlerin oluşturduğu ulusötesi inisiyatifin ilk adımıdır.

AB-Turkiye anlaşması dördüncü yılını doldurmak üzereyken ve sözümona “mülteci krizi”nden beş yıl sonra bugün yine güvenlik odaklı göç politikalarının sebep olduğu şiddetle karşı karşıyayız. Geçtiğimiz Perşembe (27.02.2020) Türkiye tarafından Avrupa’ya geçmek isteyen göçmenlerin daha fazla tutulamayacağı açıklandı. Bunun üzerine binlerce kişi Türkiye-Yunanistan sınırına doğru harekete geçti. Bu açıklama çatışmaların şiddetlenmesiyle günbegün daha fazla sivilin öldürüldüğü, hastane ve temel altyapıların pervasızca hedef alındığı İdlib bölgesinde 33 Türk askerinin hayatını kaybetmesi üzerine yapıldı. Türkiye hükümeti Suriye ile sınırını kapalı tutmaya devam ederken kendi topraklarındaki göçmenleri Avrupa’nın kapılarına, belirsizliğe doğru iteklemekte bir mahzur görmüyor.

Binlerce Suriyeli, Afgan, Pakistanlı ve çeşitli Afrika ülkelerinden göçmen ve sığınmacılar Edirne, Çanakkale ve İzmir gibi sınır bölgelerinde beklemekte; kimileri belediye otobüsleri ile sınıra getirilmiş, kimileri ise taksiyle ya da yürüyerek bölgeye ulaşıyorlar. Edirne’de Türkiye otoriteleri göçmenlerin sınır bölgesine geçmesine izin verirken habercileri durduruyor, Yunan polisi ise gaz ve ses-ışık bombaları ile geçişleri engellemeye çalışıyor. İki devletin sınırı arasındaki bölgeye geçmiş olan göçmenler yoğun yağmurun altında, herhangi bir gıdaya erişimi olmadan beklerken sınırların açılması için sloganlar atıyorlar. Kara sınırında bekleyen bazı kişilere ise tehlikeli hava koşullarına rağmen bizzat yetkililerce deniz yolu ile geçmeleri önerilmiş.

Yunanistan’da da durum kötüye gitmekte. Yakın zamanda hükümet Yunan topraklarına ulaşan her yeni sığınmacının alıkonulmasını öngören daha sıkı ve zalimane bir yasa geçirdi. Geçtiğimiz günlerde Sakız ve Midilli adalarının sakinleri yeni alıkoyma merkezlerinin inşa edilmesine karşı yapılan protestolarda polisle çatıştı. Bu protestolar AB-Türkiye anlaşmasının doğurduğu sözde “mülteci krizinin” yükü altında hem ada halkının hem de sığınmacıların yaşam koşullarının kötüleşmesine karşı ortaya çıktı. Öte yandan yabancı düşmanlığı ve ırkçılık da kamusal söyleme etki etmeye devam ediyor. Son gelişmelerin üzerine, Yunan hükümeti komşu ülkenin emriyle tetiklenen “yasadışı göçmenlerin” istilası miti üzerinden nefret ve korku yaymakta.

İster Türkiye’de ister Yunanistan’da ya da başka bir yerde, her nerede ortaya çıkarlarsa çıksınlar ırkçılığa, yabancı düşmanlığına ve bunların normalleştirilmesine karşı durmalıyız. Göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin hayatlarının bir tehdit ya da pazarlık unsuru haline getirilmesine, devletlerin seçim kampanyalarında ya da Türkiye ile AB arasındaki ilişkide bir koz olarak kullanılmalarına derhal son verilmeli. Halihazırda yerinden edilmiş binlerce kişinin hayatını tekrar belirsizliğe sürükleyen güvenlik politikaları ve insanları sonsuz bir şiddet döngüsüne hapseden sınır politikaları ortadan kalkmalı. Biz barışta ve hareket halindeki her insanın temel hak ve özgürlüklerini talep etmekte ısrar ediyoruz.

Sınırlar öldürüyor, sınırları açın!
Göçmen ve mültecilere karşı savaşa hayır!
Irkçılığa ve savaşa karşı ulusötesi dayanışma!
Sınırsız, sömürüsüz, sürgünsüz bir dünya!

İmza listesine https://crossbordersolidarity.com/ adresinden ulaşabilirsiniz. 

Öfkemizi örgütlüyoruz. Bizden aldıklarınız için dünyayı almaya geliyoruz!

Emine Bulut kocası tarafından öldürüldü.

Ceren Özdemir sokakta yürürken öldürüldü.

Şeyma Yıldız babası tarafından öldürüldü.

Şule Çet bir plazanın 20. katından atıldı.

Ceren Özdemir davasında avukatlar Ceren’i ahlaksızlıkla suçladı.

Nadira Kadirova’ya, Rabia Naz’a, Yeldana Kaharman, Gülistan Doku’ya ne oldu?

Ve bu sırada milyonlarca kadının evde ve işte emeği sömürülmeye devam etti.

Evet öfkemiz büyük, isyanımız da. Dünyaya bakın. Şili’den Sudan’a, Hindistan’dan Irak’a İran’a, Bangladeş’ten Fransa’ya. Biz yeryüzünde milyonlarca kadın sömürüye, cinayetlere, tacize, tecavüze, yoksulluğa karşı ayaktayız. Öfkemiz büyük, isyanımız da.

Ekonomik krizin her gün ağırlaşan koşullarında yaşamaya çalışanlar, güvencesiz, ucuz iş gücü olarak sömürülen kadınlarız. Krizin yarattığı “stres”, “bunalım”, “depresyon” bahanesiyle erkeklerin şiddetine uğrayan da yine biz kadınlarız. Büyüyen işsizliğin getirdiği öfkeyi de saç kurutma makinesiyle çocuğunu ısıtmaya çalışan kadının çaresizliğini de biliyoruz. Öfkemizi biriktiriyoruz, isyanımızı da.

Kendi varlıklarını devam ettirmek için dünyayı savaş alanına çevirenleri, savaşlar üzerine kurulu ekonomileri ile bizi baskıyla yönetebileceklerini düşünenleri biliyoruz. Savaş koşullarında kadınların yaşadıklarını da, göç yollarını da, kadın köle pazarlarını da görüyoruz.

Emine’nin ölmek istemiyorum haykırışı kulaklarımızda. Ve aynı haykırışı 2019 yılında öldürülen 474 kadın için de duyuyoruz. 2019 yılında 474 kadın öldürüldü. ‘Güçlü aileler sorunlarını kendi içinde çözer’ diyerek kadınların içine sıkıştırılmaya çalıştığı ailede yemek, bulaşık, çamaşır, çocuklar döngüsünde sömürüldüğünü de; uğradığı tacizi, tecavüzü, şiddeti de biliyoruz. Öfkemizi biriktiriyoruz, isyanımızı da.

Adına yargı denen ama önce kendisini yargılaması gereken, adalet denen ama katilleri aklayan sistemleri var. Kadınları giyiminden, bulunduğu yerden, akıl sağlığını gerekçe göstererek, özsavunmasından suçlu ilan etmeye çalışan hakimleri ve avukatları var biliyoruz. Öfkemizi biriktiriyoruz, isyanımızı da.

Biz kadınlar, biriken öfkemizle sokaklarda, meydanlardayız.

Biz kadınlar toplumun yarısıyız.

Bizi ikinci cins diyerek önemsizleştirmeye çalışan bu sistemde biz kadınlar üretimden gelen gücümüzle varız, emeğimizle varız, bedenimizle varız, en çok da mücadelemizle varız.

Biz kadınlar direnmeyi biliyoruz, biz kadınlar mücadele etmeyi biliyoruz, biz kadınlar ‘kadınlar vardır’ dedirtmeyi biliyoruz, biz kadınlar toplumun her alanında kendimizi görünür kılmanın yollarını biliyoruz.

Bugün bize gereken ise kazanmayı öğrenmektir.

Ahtapot gibi sekiz kolumuz varmışçasına her işi yapan biz bu dünyanın lanetlileri, her gün bu yaşamı yeniden kendi ellerimizle örüyoruz. Bugün birçok kadın hem çalışıyor, hem de çocuğunun sorumluluğunu, ev işlerinin yükünü tek başına sırtlanıp taşıyor. Biz kadınlar, bu eşitsiz yükün altından kalkmaya gösterdiğimiz gayreti ve gücü kendi yaşamımızı ve toplumu değiştirmek için örgütlediğimizde başaramayacağımız ne olabilir?

Madem bu düzen bizim emeğimizle varlığını sürdürüyor; her türlü sömürüye, aşağılanmaya, şiddete karşı özgür bir dünya yaratmak da ellerimizde. Yükümüz ağır. Gücümüz büyük. Gücümüzün farkında olup, hayatlarımız için, toplumsal hayatın öznesi olmak için bir araya gelelim.

Bugün biriken öfkemiz, bizi bir kadın öldürüldüğünde, tacize uğradığında, işten atıldığında yan yana getiriyor. Bunlar yaşanmadan yan yana gelmenin ve dünyayı değiştirmenin yolu, bunların yaşanmamasını sağlamanın yolu örgütlülüktür. Öfkemizi örgütleyelim, isyanımızı da.

Örgütlenmek, karşımızda duran, her saldırısında bizi daha sık yan yana getiren bu sistemli sömürüye karşı sistemli bir cevap verebilmektir. Yalnız canımız yandığında değil, hak ettiğimizi yani bütün dünyayı istemek için yan yana gelmektir. Bir bildiri dağıtmak, yanımızdaki kadınlara yalnız olmadıklarını göstermektir. Örgütlenmek, sömürüyü nasıl ortadan kaldıracağımızı tartışmaktır. Şiddeti, tacizi, tecavüzü ortadan kaldırmak için yapacağımız eylemlerdir. Örgütlenmek, bu çürümüş düzenin bizi tanımlamasına izin vermeden özne olmak, kararlarımızı biz veririz demektir. Örgütlenmek, başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylemek ve o dünyayı almaya gelmektir.

Sınıfsız ve sınırsız bir dünya için mücadelemizle kendimizi var edelim. 8 Mart’ta, tüm bu saldırılara karşı cevabımızı bir arada verelim. Bütün kadınlara sesleniyoruz, isyanlarımızdan öğreniyoruz, kazanmak için örgütlenelim. Bütün kadınlara sesleniyoruz; kafamızı işyerlerinden, evlerden, üniversitelerden kaldırıp gözümüzü dünyaya dikelim. Öfkemizi örgütleyelim, ellerimizle dünyayı yeniden yaratalım.

Suriye’de savaşa hayır!

27 Şubat gecesi gerçekleşen hava saldırısında -resmî kaynakların açıkladığına göre- 33 askerin hayatını kaybetmesi sonrası Suriye savaşı, örtülü olarak devletler, açıktan çeteler eliyle yürütülen bir ‘vekâlet’ savaşı olmaktan çıkarak, bir üst aşamaya, açıktan devletler eliyle yürütülen bir ‘vekâlet’ savaşına dönme tehlikesi ile karşı karşıyadır.

ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek için başlattığı saldırganlığın bir aşaması olarak devam eden Suriye savaşı, Irak ve Libya’da da tam olarak zafer elde edemeyen ABD için yenilgi ile sonuçlandı. İşbirlikçi bölge devletleri, onların desteklediği katliam ve tecavüz çeteleri ile yakılıp yıkılan Suriye’de şimdi yenilginin sonuçları yaşanmaktadır.

Bu savaşa, iki saatte Şam’da namaz kılacakları iddiası ile katılan bu ülkenin yönetenleri, şimdi yenilginin sorumluluğunu tek başına üstlenmek zorunda kalıyor. Üstelik, Türkiye de dahil tüm dünyanın ‘terörist’ ilan ettiği, dünyanın birçok yerinden gelen cihatçı çetelerin açıktan hamiliğini yapacak, onlarla aynı siperde savaşacak kadar bir batağın içinde bulunuyor.

İdlib, Suriye savaşında yenilginin tescilleneceği yerdir. Dokuz yıldır süren savaşın gelip sıkıştığı, çetelerden temizlendiğinde gerisinin çorap söküğü gibi geleceği düğümdür. Saray Rejimi için ise bundan sonra ABD açısından desteklenip desteklenmeyeceğinin belirleneceği varlık-yokluk meselesidir.

Türkiye, emperyalizm adına vekâleten, çöken ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ni sürdürmeye çalışmaktadır.

Bu savaşı başlatan başta ABD emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalist ve işbirlikçi bölge devletlerinin askerlerini savaş alanından çektiği, arkadan dolanarak savaşı uzatmaya çalıştığı Suriye’de, Türkiye, emperyalizm adına vekâleten, çöken Büyük Ortadoğu Projesi’ni sürdürmeye çalışmaktadır.

NATO’nun göreve çağrılması da, ABD’den yardım istenmesi de, Avrupa’ya kızarak sınır kapılarının mültecilerin geçişi için açılması da, bu tek kalmışlığın getirdiği çaresizliğin sonuçlarıdır. Dün geceki, 33 askerin hayatını kaybetmesine yol açan saldırı sonrası, tek destek İsrail’den gelmiş, İsrail, Suriye’ye hava saldırısı düzenlemiştir. 

Bu savaş, bu ülkenin emekçilerinin, yoksullarının, halklarının savaşı değildir. Suriye halkları bizim düşmanımız değildir. Savaş, daha fazla yoksulluk, açlık, gözyaşı ve ölümdür. Gazete köşelerinden, kürsülerden, “yansın İdlib, yıkılsın Suriye” diyerek savaşı körükleyenlerin kendileri ya da onların çocukları  ölmüyor, ölmeyecek. Savaşta ölenler bu ülkenin yoksul emekçi çocuklarıdır.

Başka bir ülkenin topraklarında savaş yürütenler, başka bir ülkenin halklarının nasıl yaşayacağına müdahale edenler, kendi topraklarına da benzer gerekçelerle müdahale edilmesini meşrulaştırmış olurlar.

Suriye’deki askerler bir an önce geri çekilmeli, dokuz yıldır Suriye’nin yakılıp yıkılmasına neden olan savaş politikalarına son verilmelidir.

Bölgemizi kan gölüne çeviren emperyalist saldırganlığa karşı, halkları birbirine düşman eden savaş politikalarına karşı halkların ortak anti-emperyalist mücadelesini yükseltelim.

Suriye’de savaşa hayır!

Yaşasın halkların ortak mücadelesi!

KALDIRAÇ

28 Şubat 2019

Sallanan Saray Rejimi, derinleşen kriz ve “yerli ve milli” otomobil

Yılın, yani 2019’un son günlerinde, Saray Rejimi ve onun başında bulunan ve artık günleri sayılı olduğu anlaşılan Erdoğan, bir ‘otomobil show’ sahnelediler. Türkiye’nin “yerli ve milli” otomobili, Bahçeli olmadan, sunuldu, tanıtıldı.

Eğer bir uluslararası tekel, kendi tanıtımını bu tarzda yapsa idi, muhtemeldir ki, bu tanıtımı, bu şovu hazırlayan firmayı kovarlardı. Muhtemelen Türkiye’nin tekelleri de böylesi ucuz, böylesi pespaye bir tanıtımı sunan ajansın işine son verir, metin yazarını, senaristi kovalarlardı. Ama neylersin, Erdoğan, “ihtiyaçtan satış” politikalarına uygun olarak, artık, üçün-beşin, iyinin-kötünün ayrımını yapacak noktada değil.

Hastalık derinleşince, hasta her türlü ilaca razı olur hesabı, sallanan Saray Rejimi ve onun başındaki Erdoğan, her türlü şova, her türlü “desteğe”, her türlü “illüzyona” sarılmak zorunda kalıyor.

İşte tam da bu nedenle biz, mesele Erdoğan’ın gitmesi değil, Saray Rejimi’nin de devrilmesidir; mesele sadece Saray Rejimi’nin devrilmesi değil, bu yolla, burjuva devletin devrilerek bir sosyalist devrimin gerçekleşmesi, bir işçi devletinin kurulmasıdır, diyoruz.

Yoksa, Erdoğan da, günlerinin sayılı olduğunu biliyor.

Başka şeyler bir yana, biz Erdoğan’ın, “Kanal İstanbul” tartışmalarını da ömrünü uzatma girişimi olarak görüyoruz. Erdoğan, “Kanal İstanbul” projesine, NATO mekanizmaları ve paylaşım savaşı nedeni ile önem veren, a- ABD’ye, b- İsrail’e, c- İngiltere’ye ve d- bu proje olacak diye arsa satın almış Katarlılar başta tüm rantiyeci “destekçi”lere, özetle, benim dışımda bu projeyi kimse yapmaz, bana destek verin, diyor. Erdoğan, ben yoksam, sizin bu projeleriniz de hayata geçmez, demek istiyor.

Demek Erdoğan, kendi iktidarının süresini doldurduğunun bilincindedir. Bunu, bir “dost” olana, Bilal’e anlatır gibi anlatmıyor elbette. Kendisini oraya getirmiş olanlar, şimdi başkasını oraya hazırlıyorlar ve Erdoğan, bunun anlamını Bilal’in bile çözebildiğini biliyor.

Saray Rejimi sallanıyor.

Baskının, zulmün, devlet şiddetinin üzerinde bu kadar uzun süre oturmak mümkün değildir. Bir sonu vardır. Eli kanlı bir iktidar olarak, değil halkın yarısının karşı çıkması, muhtemelen halkın %75’inin açıktan karşı çıktığı bir iktidar olduğunun bilincindedir. Kürtlere ve işçi sınıfına karşı uygulanan devlet terörü, devrimci harekete karşı azgın saldırılar, halkın sindirilmesi için devreye sokulan olağanüstü metotlar artık işe yaramaz durumdadır.

Suriye savaşının bir yenilgi olduğunu artık, bir hükmü bile kalmamış yeni genelkurmay da biliyor olmalıdır. Suriye savaşında yenilmiş olmanın maliyetleri vardır ve pek yakında bu maliyetler, artık gün yüzüne çıkacaktır.

Bu hem ekonomik, hem de siyasal bir kriz anlamındadır.

Dünyanın emperyalist güçleri, ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa arasında kızışan paylaşım savaşımı, tüm etkilerini açık bir biçimde bulunduğumuz bölgede, bu arada Türkiye içinde de ortaya koymaktadır.

Uygulanan rant, yağma ve savaş ekonomisinin üzerine, bu paylaşım savaşımının etkileri binmiştir ve tüm bunlar, ülkede, siyasal, ideolojik, ekonomik alanı sarmış olan bir çeteleşme sürecini beslemektedir.

Bir de ekonomik kriz var. Damat Ferit’in çevresi aracılığı ile yapılan ekonomik manipülasyonlar artık komedi düzeyinde gülünçtür. Zaten “yerli ve milli oto-show” da Damat Ferit ve çevresi eli ile pişirilmektedir.

Ekonomik kriz, sanıldığı gibi, manipüle edilen enflasyon rakamları, bastırılmış döviz kurları vb. Damat Ferit’in tuhaf el hareketleri ile gizlenemez. Kriz, işsizlikte, iflaslarda, dönen çeklerde, batan şirketlerde, düşen üretimde, ortaya çıkan durgunlukta vb. açıktır. Kriz, bankaların artan karşılıksız alacaklarında, bankaların ellerinde birikmiş konut sayısında kendini ifade etmektedir. Kriz, artan borçlanma ve bunun bunalıma dönüşmüş olmasında kendini ifade etmektedir.

Bizzat kriz, “varlık fonu”na devredilen şirketlerin, birer birer zarar etmesinde kendini göstermektedir. Çaykur, PTT, THY bile zarar eder konuma geçmişlerdir. Rant, yağma ve savaş ekonomisi, tam da bu sürecin, bu krizin asıl nedenidir.

Saray Rejimi, Libya’ya asker gönderme sürecine, işte bu ortamda dalmaktadır. ABD ve İsrail, Akdeniz’de sorun yaratmak ve bu arada Türkiye ve Suriye arasında bir anlaşma ortamının ortaya çıkmasını önlemek üzere, Akdeniz’in ortasında, batısında problemler yaratmaya TC devletini “tetikçi” olarak atamışlardır. Bu yolla İsrail, Türkiye-Suriye anlaşmasının yol açacağı sorunları da önlemiş olmaktadır. Erdoğan ise, bu yolla, İsrail ve ABD desteğini, yeniden arkasına alıp, bir erken seçim yapma planını devreye sokmaktadır.

Neylersin, ümit dünyası işte!

Erdoğan, kendini kimin nasıl oraya getirdiğini iyi biliyor, işte aynı nedenle, Libya, Kanal İstanbul politikaları ile, “ben vazgeçilmezim” demeye çalışıyor. Ama nafiledir. Onu oraya getiren efendilerine bu kadar güven fazladır. Seni oraya getiren efendilerin, senin yerine senin gibi on tane daha bulur koyarlar. Türkiye içinde ABD hizmetkârı olmaya hevesli epeyce “elit” bulunabilir durumdadır. Bu konuda ABD, bugüne kadar hiçbir sıkıntı çekmemiştir, bir devrime kadar da çekmeyecektir.

İşte Saray Rejimi böylesine sallanmaktadır.

Efendiler, Erdoğan’ı değiştirip, Saray Rejimi’ni makyajlayarak işleri sürdürme arayışındadır. Böylece onlar için yeni “hizmetliler” bulunmuş olacak, yeni “memurlar” görev almış olacak ve istedikleri işler, aynı tarzda sürdürülecektir. Halk, bu değişikliği kavrayana kadar bir iki yıl geçmiş olacaktır.

İşte, Erdoğan, bu süreci karşılamak üzere, bazı uluslararası güçlerin desteğini aldığını düşünerek, bir seçim hazırlığı içindedir.

– Santrallerin bazılarının filtre takma zorunluluğunu önce uzatan, ama ardından Erdoğan vetosu ile durdurulan kanun tiyatrosu bir erken seçim hazırlığıdır.

– Üniversite öğrencilerinin kredilerinin affedilmesi hamlesi bir erken seçim afişidir.

– Kanal İstanbul tartışmaları bir erken seçim yatırımıdır.

– Acilen enflasyonun düşük gösterilmesi için verilen emirler, birer erken seçim yatırımıdır.

– Libya’ya asker tartışması, bir yönü ile erken seçim yatırımıdır.

– Nihayetinde “yerli ve milli otomobil” şovu bir erken seçim yatırımıdır.

Bir otomobil şov, bu denli ucuz bir gösteri, başka ne için yapılmış olabilir? Erdoğan, eğer gerçekten “dostlara” sahip olsa idi, onlar bu şovu yapmamalarını söylerlerdi. Anlaşılan Erdoğan’ın çevresinde hiçbir tane insan kalmamıştır. Büyük bir güvensizlik ve “anlamlı yalnızlık” yan yana yürümektedir.

15 Temmuz darbe tiyatrosu, kanlı canlı bir oyun idi. Oysa “yerli ve milli otomobil” gösterisi, son derece ucuz bir komedidir.

Erdoğan için, yakın dönemde, seçim meydanlarında kullanmak üzere bir gösteri organize edilmiş ve Erdoğan, bu gösterinin bizzat başrol oyuncusu olmuştur.

– Gösterge panelleri İngilizce, bir “yerli ve milli” otomobil sahnelenmiştir.

– Otomobilin, nerede üretildiği, kimin tarafından dizayn edildiği, motorunun ne olduğu vb. açıklanmamıştır. Kabul edelim, bunlar otomobil tanıtımının son derece ucuz bir gösteriye dönüştüğünün kanıtıdır.

– Otomobilin üretileceği fabrika yoktur. Kurulacak, yatırım yapılacak sonra fabrika belli olacaktır.

– Otomobil için kurulan, Türkiye Otomobil Girişim Grubu (TOGG) içinde, devlete bağlı bazı kurumların yanı sıra, beş şirket, Erdoğan’ın deyimi ile “beş babayiğit” vardır. Bu şirketler şunlardır:

– Anadolu Grubu (Coca-Cola distribütörü, Efes’in sahibi, Özilhan ailesi)

– BMC (Ethem Sancak ve onun Katarlı ortağı)

– Kök Grubu (Kıraç Holding)

– Turkcell (içinde devlet hisseleri de olan, Karamehmet grubunun şirketi)

– Zorlu Holding (geçtiğimiz günlerde konkordato ilan etmek isteyen ve Cumhurbaşkanlığınca konkordato ilan etmesi ertelendi söylentileri çıkan Vestel’in sahibi)

Fabrika, henüz yok.

Motor, nereden geldiği belli değil.

Ortaya çıkan prototipin sadece bataryasının yerli olduğu söylenmektedir.

Bu yeni otomobil üretimi grubunun içinde, ben de, mesela siz de, sen işçi kardeşim, sen emekli, sen öğrenci kardeşim de var olabilirdin. Yani, bu iş için bir para yatırmanız gerekmiyor. 27 Aralık 2019 tarihli Resmî Gazete’de “yerli ve milli otomobil” üretimi ile ilgili bir “Cumhurbaşkanı Kararı” yayınlandı. Bu karara göre, sermayeniz olmasa da, siz bu “beş babayiğit”ten biri olabilirdiniz.

Buna göre, “Türkiye’nin Otomobili Girişimi Grubu Sanayi ve Ticaret AŞ”nin sıfırdan Bursa’da kurulacak olan tesisinin toplam sabit yatırım tutarı 22 milyar TL olacak.

Yatırım 30 Ekim 2019’da başladı bile ve 13 yılda tamamlanacak. Ama eğer yatırımcı talep ederse bu süre, yarısı kadar yani 6,5 yıl kadar uzatılabilecek. Yani, yatırım, 13 ila 19,5 yılda tamamlanacak.

Yatırım tamamlandığında, belki de araba tarihe karışmış olacak ve uçan motorlar havada dolaşıyor olacak.

Sizce bu komik değil midir?

13-19,5 yıl sonrasına bir öngörüde bulunan Cumhurbaşkanı ve TOGG A.Ş., elektrikli otomobil üretiminde çığır açmayı planlamaktadır.

Biliniyor, şu anda dünyada elektrikli otomobil üretimi son hızla devam etmekte, Almanya uçan otomobil türü araçların tanıtımını yapmaktadır. Söylendiği kadarı ile, 2021’de uçan araçların ya da havadan gidebilen araçların günlük hayata gireceği kesin gibi.

Devam edelim.

Fabrikada 300’ü nitelikli, 4323 kişi çalışacak. Gördünüz mü, işsizlik sorununa, 13 yıl gibi kısa bir sürede, 4323 kişilik bir destek gelmektedir. Al sana seçim malzemesi. Ver bunu Saray medyasının eline, sanki, herkes işe girmiş gibi versin. Dinleyen işsiz adam, hemen iş bulmuş da farkında değilmiş gibi havalara atlamazsa şaşarım.

Fabrika, yani TOGG A.Ş., yılda 5 modelden 175 bin araç üretecek.

Türkiye’de şu anda, 2019 yılının sonunda, toplam araç üretim kapasitesi 1.992.437 adettir. Bunun kapasite olarak 1.415.000 adedi otomobildir, yani kamyon, otobüs, traktör vb. hariç, yalnızca otomobil üretim kapasitesi 1.415 bindir. Bunun 450 bini Tofaş’a, 360 bini Oyak Renault’a, 280 bini Toyota’ya ve 245 bini Hyundai Assan’a aittir.

2017 yılında, Türkiye’de üretilmiş olan otomobil (sadece otomobil; minibüs, otobüs, pikap, traktör, kamyon vb. dahil değil) sayısı 1.142.000 adetten fazladır. 2018 yılında bu rakam düşmüş ve 1 milyon 26 bin adet olarak gerçekleşmiştir.

13-19,5 yıl sonrası için 175 bin araç, oldukça ilgiye değerdir.

Proje bazlı devlet desteği verilecek bir yatırımdır bu. Bu yatırım için gümrük vergisi muafiyeti verilecektir. Yani, bunun için eğer makina, hammadde vb. alınacaksa, bunlarda vergi olmayacaktır.

KDV istisnası verilecektir. Yani, bu araçlardan, TOGG A.Ş. için KDV istisnası uygulanacaktır. Diyelim ki KDV alınmayacaktır.

%100 vergi indirimi uygulanacaktır. Yani bu araçları satan, üreten firma, vergi vermeyecektir. Sizce, bu beş “babayiğit”, kendi normal işleri ve diğer işletmeleri için vergi verecek midir? Bu durumda şimdiden kâra geçtiler diyebilir miyiz?

10 yıllık sigorta primi işveren desteği, limit sınırı olmaksızın devletçe karşılanacaktır.

10 yıl boyunca gelir vergisi stopaj desteği verilecektir.

360 milyon TL’ye kadar nitelikli personel desteği verilecektir. Şimdi, sizce BMC’nin tüm kadrosu, bundan böyle maaşları devletçe ödenecek kadro olmayacak mıdır? Beş yıl süre ile, her bir nitelikli personel için, asgarî ücretin 20 katına kadar destek verilecek. Şimdi bu beş “babayiğit”, 100 personelini, aynı zamanda TOGG A.Ş. personeli yapar ve çalıştırırsa, beş yıl boyunca, 100 x 2900 (yeni brüt asgarî ücret) x 20 (20 katına kadar diyor) x 12 x 5 (5 yıl 12 ay) işte size para!

Yatırım yeri tahsis edilecektir. Demek ki, bedavadan arsa da geldi. 13 yıl sonra otomobil işi yatsa dahi, arsadan köşeyi dönerler.

Faiz ve kâr payı desteği verilecektir. Bir aracı kurumdan ya da daha fazla aracı kurumdan, yani banka vb. gibi, 2027 yılı sonuna kadar alınacak yatırım kredisi için ödenen faiz veya kâr payının %80’i devletçe karşılanacak. Bu miktar toplam yatırımın %13’ünü aşmamalıdır. Yani 22 milyarın, %13’ü, 2 milyar 860 milyonu aşmayacak.

Devlet Malzeme Ofisi, bu şirketten, 2035 yılına kadar her yıl 30 bin araç satın alacak.

Şimdi, sizce, her TC vatandaşı, cebinde bir kuruş parası olmadan da bu yatırım için seçilen “beş babayiğit”ten biri olamaz mı?

Sizce, bu “otomobil şov” bir seçim yatırımı olarak, oldukça ucuz, oldukça başarısız bir şov değil mi?

Sizce Anadolu grubu, BMC ve diğerleri, vergilerden kurtulmak, büyük miktarda krediler almak vb. için mi bu gruba dahil olmuştur, yoksa gerçekten 13 yıllık bir yatırım sürecini tamamlamak için mi?

Yerli ve milli otomobil şovu, işte böylesi bir ucuz komedidir. Bir seçim yatırımıdır.

Mesele, Türkiye’nin bir araba üretimi ve markası olsun meselesi değildir.

Gerçekten, bir işçi, bir emekçi, ülkenin bir araba üretim tesisi olsun istiyorsa, iş bellidir, iktidarı alırız, fabrikaları kamulaştırırız ve zaten ürettiğimiz arabaları, kendi arabalarımız hâline getiririz.

Saray Rejimi sallanıyor.

Ekonomik kriz derinleşiyor.

Ülkenin her şeyini satıyorlar. Yaylalarını, yollarını, köprülerini, kanallarını, fabrikalarını, tarlalarını, yeşilliklerini, sularını, madenlerini, tepelerini, dağlarını, ovalarını.

İşte bu koşullarda Erdoğan, kendi postunu kurtarmak için şovlar hazırlıyor.

Eskiden, Osmanlı döneminde Saray’da, “saray soytarısı” olurdu. Şimdi, tüm saray, soytarı yeri olmuştur.

Eskiden, saray soytarısı, saray ahalisini, padişahı, sultanı eğlendirirdi. Şimdi, Saray’ın muktediri, Saray’ın Damadı, Saray’ın danışmanları, hep birlikte, herkesi eğlendiriyor.

Gezi Direnişi yargılanamaz! 18 Şubat’ta Silivri’deyiz!

Gezi Direnişi’ne tiyatro diyenlerin Silivri’de kurduğu tiyatro sahnesi devam ediyor.

Kendi yasalarını bile hiçe sayıp oluşturulan iddianame ve Saray’dan gelen emirleri sorgulamadan uygulayan bir mahkeme heyeti.

Gezi Direnişi süresince 8 yoldaşımız öldürülüp, yüzlerce kişi sakat bırakılmasına rağmen; katiller ve şiddeti uygulayanlar sanık yerine mağdur sıfatıyla mahkemelere çıkmaktadır. Ali İsmail Korkmaz’ı tekmeleyen polisin, ayağı için darp raporu alması bu aymazlığın örneklerinden sadece biridir.

Osman Kavala’nın tutuklu bulunduğu, 16 kişinin yargılandığı davada savcı, 9 kişi hakkında hapis kararı istedi. Osman Kavala ve Yiğit Aksakoğlu ile birlikte Taksim Dayanışması’ndan Mücella Yapıcı’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenirken, yine Taksim Dayanışması’ndan Can Atalay ve Tayfun Kahraman ile birlikte 6 kişiye 15 yıldan 20 yıla kadar hapis cezası istendi.

Baskı aygıtının bir uzantısı olarak örgütlenen yargı eliyle açtıkları davalarla; Gezi’yi lanetlemeye, tarihi ters yüz ederek yeniden yazmaya ve kendi korkularını, bu topraklarda insanca ve onuru ile yaşamak isteyen insanlara bulaştırmak istiyorlar.

Ne yaparlarsa yapsınlar, Gezi Direnişi ile insanların, yok sayılmaya, aşağılanmaya, artan baskılara karşı insanca ve onuruyla yaşama isteğini dolaysızca ortaya koyduğu gerçeğini değiştiremezler.

Gezi’de soluduğumuz o özgürlüğü unutmuyoruz. Ellerimizin yaratan gücünü unutmuyoruz. Yüzlerimize yayılan kocaman gülümsemeyi… Yanı başımızda mutluluktan ağlayan o gözleri… Saldırılara karşı beraber göğüs germenin ciddileştirdiği yüzlerdeki onuru… Yıllarca korkarak yaşamışların gösterdiği cesareti… Tozun, dumanın, gazın ve betonun arasından fışkıran hayatı…

İşte tüm bu yaşanmışlıkları unutturmamak, mücadeleyi bir adım daha ileriye taşımak için 18 Şubat’ta Silivri’deyiz.

Biz Geziciyiz, her zaman ve onlar gidici, er ya da geç!

Mülkiyet ilişkileri, hakimiyet ve bunun gerektirdiği şiddet

Çok sık kullanılmaktadır ve Anadolu, bu sık kullanılan yerlerden biridir: “Onun mülkü, bunun mülkü, en başından kimin mülkü.” Sorudur ve aslında verili bir andaki mülkiyet ilişkilerini sorgulaması açısından düşündürücüdür. Ama İslamcı kardeşlerimiz bizi bağışlasın, korkakçadır.

Buna benzer bir slogan daha var: “Mülk Allahındır.” Bu slogan da, bir açıdan bakıldığında, İslamcı geçinen ve “mülkiyet” müridi hâline gelmiş yeni zenginlerimize dönük bir eleştiridir. Bu açıdan düşündürücüdür. Madem, mülk allahındır, sen bu geçici dünyada, bir Muktedir olarak, Reis olarak bunca mülkü, bunca parayı pulu, bunca rant peşinde koşmayı, bunca yağma için adam öldürmeyi neden yapıyorsun? Bu açıdan etkili gibidir. Muktedir’e, bizim Saray Rejimi dediğimiz bugün İslamcılarla anılan, ama belki yarın anılmayacak olan bugünkü yapılanmaya getirilen bir eleştiridir “mülk allahındır”. Ayrıca, “mülk allahındır”, İslam içinde bir başka yaşama şekli ve anlayışı da ifade edebilir. Bu açıdan da, saygı duyulasıdır. Çünkü dinin bu denli yozlaştığı ve yozlaştırma aracı olarak kullanıldığı koşullarda, başkalarının üzerine binmeden sade bir Müslüman olarak yaşama isteği saygı duyulasıdır. Ama eğer, elde pankart “mülk allahındır” diye taşınıyorsa, bu, sisteme bir itirazı içerir. Bu durumda da, gerçeği ortaya koymak gereklidir. Bu nedenle, bu sloganı da “gerçeği açıklayıcı” olarak görmüyoruz.

İslamcı kardeşlerimiz yine kusurumuza bakmasınlar, son derece yüzeysel bir eleştiridir ve değiştirmeyi, asla asla hedeflemez bir slogandır. Filozoflar, dünyayı tanımakla yetindiler, oysa asıl olan onu değiştirmektir. “Mülk allahındır”, dünyayı tanımaya bile yetmiyor. Mülk, allahın değildir.

Biz, burada, konuyu biraz geniş tutup, mülkiyet ilişkileri üzerinde durmak istiyoruz. Böylece, samimi olarak bu sistemden rahatsız olan, bu sisteme karşı mücadele etmeyi bir görev bilen, farklı düşüncedeki insanlara da, kendi görüşlerimizi bir bütünlük içinde sunma olanağı bulabiliriz.

Günümüz kapitalizminin insanoğluna vereceği, hiç ama hiçbir şey yoktur. Kapitalizm içinde kalarak, çözülebilecek, insanlığa ve insana ait hiçbir sorun yoktur.

Kuşkusuz farkındayız, böyle söyleyince, hemen bazı liberaller, hemen bazı “eski solcu” olmayı avantaj görüp “demokrasi” savunuculuğa soyunmuş olanlar, hemen bazı “sol popülizm” olmaz mı diye soranlar, kısacası sosyalizm ve devrim için mücadele etmemeye yeminli, ama bu arada da kapitalizmi iyileştirme mücadelesi verenler bize kızacaktır. Mesela diyeceklerdir, “verem” veya “veba” sorununu kapitalizm çözmedi mi, çözmez mi?

Bu örneği bilerek seçtim. Onlarca örnek arasından. Çünkü, tam da işimize yarayacak bir örnektir. Kapitalizm, veba üretiyor. Dün, bundan 500 veya 200 yıl önce, kapitalizm hâlâ birçok alanda üretici güçleri geliştiriyordu. Feodal ilişki ağlarını parçalıyor, yaşamın yeni alanlarında sömürü olanaklarını artırıyor, birçok alanın kutsallığını parçalayarak meta üretimine açıyordu.

O zaman da kapitalizm yıkılası bir sistem idi.

İnsanın insan tarafından sömürülmesine dayalı sınıflı toplumların en sonuncusu, aynı anlama gelmek üzere (kapitalizmi “iyileştirme”, “düzeltme” meraklıları sevinsin!) en gelişmişi ve yine aynı anlama gelmek üzere en aşağılık olanı kapitalist toplumdur. O zaman da yıkılması gerekli idi, bugün de.

Bilim, izninizle Marksizm, bu yıkılmanın, kapitalizmin, son sınıflı toplumun yıkılmasının, sadece gerekli değil, zorunlu olduğunu bize gösterdi.

1800’lerin sonlarında tekeller çağına girdik. Kapitalist özel mülkiyet, bu kez pazarları fethetmekle kalmıyor, meta üretimini tüm toplumsal ilişkilere egemen hâle getirmekle kalmıyor, girdiği alanlarda açık ve net bir hakimiyet kuruyordu.

Tam da bu dönemler, birçok kişi, “kapitalizmin ilerici” yönüne vurgu yapmanın artık anlamlı olmadığı fikrini dile getiriyordu. Çünkü kapitalist mülkiyet ilişkileri, artık, üretici güçlerin gelişimini engelliyordu.

Bu tekeller çağıdır.

Bu çağda reklâmcılık denilen şeyi öğretti bize kapitalist pazar hakimiyeti ve onun gerektirdiği şiddet. Reklâmcılık, devletin şiddetinin yanında bir ideolojik şiddettir ve bu şiddetin sahipleri egemen sınıflardır, tekellerdir. Aynı anlama gelmek üzere reklâmcılık, yozlaşma, çürüme sektörüdür de. Tekeller çağının etkileridir bunlar.

Tekel, sadece pazar hakimiyeti demek değildir, sadece ek tekelci kârlar demek değildir, aynı zamanda bu hakimiyet ilişkilerinin gerektirdiği şiddettir de. Bu şiddetin yanında, Amerika’da, İngiltere’de içki kaçakçılarının mafyatik metotları bir hiç, bir anlamda çocuk kalır. Kan ve kârlılık birlikte yükselir ve kanlı para denilen şey, tekeller çağının ve daha geniş söylersek kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin dolaysız ifadesidir.

Pazar hakimiyeti, özel mülkiyet üzerine yükselir. Siz bir kere özel mülkiyeti kutsadınız mı, artık hiçbir biçimde tekelleşmeyi, pazar hakimiyetini önleyemezsiniz. Bu konuda size artık hiçbir tanrı yardımcı olamaz. Bu nedenle, özel mülkiyet ilişkilerinin kutsanması ile başlar süreç. Bu da, ilkel komünal toplumun dağılması süreci demektir (Okuyucuya, Engels’in, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” çalışmasını öneririz. Böylece konu hakkındaki bilgilerimiz daha canlı hâle gelir). Yani, ilkel komünal toplumun dağılması ile birlikte, aile, özel mülkiyet, devlet oluşmaya başlıyor, birbiri ile bağlı ve az ya da çok yan yana.

Pazar hakimiyeti, tekeller çağı için, reklâm ve şiddet demektir. Reklâm, ideolojik şiddet ile bağlantılı olarak (ideolojik şiddet sadece reklâm demek olmaz, ama reklâmın kendisi bu ideolojik şiddetin içindedir) ele alınırsa, pazar hakimiyeti, mutlaka her türlü şiddeti beraberinde taşır, diyebiliriz.

Pazar hakimiyetini unutmamak gerekir. Mülkiyet ilişkilerinin tekeller çağındaki ifadesi buradadır.

Pazar hakimiyeti, giderek daha büyük çaplı üretim de demektir. Bu, aynı zamanda, “yararlı” olmayan bir nesnenin pazara sunulup ihtiyaç hâline getirilebilme sürecinin, döneminin de açılması anlamına gelir.

Büyük çaplı üretim, kitlesel üretim olarak adlandırılır. Bu, aynı zamanda, pazar hakimiyeti ile mümkündür. Yoksa pazarın tümünü hedef alacak bir büyüklükte üretim olamazdı. Kitlesel üretim, kitlesel tüketimi, yani bildiğimiz terimi ile tüketim toplumunu dayatır.

Şimdi, çıkıp, “fazla tüketmek” müsrifliktir demek, aslında resmin tümünü görmemektir. Fazlasına sahip olmak, fazlası ile mutlu olmak, fazlasını satın almak bir yanda dururken, fazla tüketmek israf etmektir, demek yeterli olmaz. Son derece iyi niyetlice olsa bile, körlüktür. Çünkü, mesele insanın kendini tükettikçe “mutlu” hissettiği meta üretiminin kendisidir. Kapitalizm, meta üretiminin evrenselleşmesi, tüm toplumu, toplumsal ilişkilerin tümünü sarmış olmasıdır. Bugün aşk da bir tüketim nesnesi hâline gelmiştir. Psikologlar, “hasta”larına, “alışveriş yap stresini üzerinden atarsın, mutlu olursun” diyebilmektedirler. Sizce hangisi daha “hasta”?

Tüketim toplumu, ardında, tekelci egemenliği, özel mülkiyet ilişkilerini, kapitalist özel mülkiyeti gizlemektedir. Buna karşı çıkmaktır tutarlı olan. Yoksa, bu ilişkilerin yarattığı sorunlara karşı çıkmak değil.

Aşk, bir tüketim nesnesi hâline gelmiş ise, “daha az tüket” nasihatından çok, niteliksel bir müdahaleye ihtiyaç olmalıdır.

Reklâmcılık, şiddet ve onun özelleşmiş hâlleri, tüketim nesnesi hâline gelmiş insan davranışlarının meta üretimi ve pazar hakimiyeti bağlamında gözetlenmesi, aslında, tarihin hiçbir biçimde tanık olmadığı barbarlıktır. Bu açıdan, modern kapitalist barbarlık, barbarlık noktasını aşmıştır. Milyarlarca işçinin yeryüzünün her yerinde (yaklaşık 4 milyarın üzerinde işçi olduğu ve yaklaşık dünya nüfusunun %75’inin yoksul olduğu hesaplanıyor) karnını doyurabilmek için kölece çalıştığını hatırlamak yeterlidir. Buna modern kölelik demek haksızlık olmaz sanırız.

Reklâmcılık, şiddet ve onun özelleşmiş hâlleri, tüketim nesnesi hâline gelmiş insan davranışlarının meta üretimi ve pazar hakimiyeti bağlamında gözetlenmesi, bugün, tüm toplumun denetim altında tutulması tartışmalarına dönüşmüştür. Toplumsal süreçleri ve olayları manipüle etmek, özel savaş tekniklerinden biri olduğu kadar, büyük tekellerin reklâm ajanslarının çalışma alanlarından da biridir.

Konunun, bir de, tarihsel olarak ele alınması gereklidir. Öyle ya, bizim yukarıda yaptığımız, meseleyi, kapitalizm içinde kısaca özetlemek idi. Ama kapitalizmden öncesi de var.

İlkel komünal toplum temel olarak, gelişmemiş, ilkel üretim araçlarına, bu nedenle insanların birlikte, bir arada yaşama zorunluluğuna, insanın doğada var olabilme mücadelesine bağlı şekillenmişti. İnsanlar bir arada yaşıyor, bu yolla hayatta kalmayı başarabiliyorlardı. Daha çok toplayıcılık, sonraları avcılık vb. gelişmeye başlamıştı.

Üretim araçları, zaten oldukça az sayıda ve ilkel idiler, insanların ortak “mülkü” idi. Başkası da düşünülemezdi. Zira o üretim aletleri, araçları, zaten insanların, dünkü canlı emeğinin maddeleşmiş hâli idi. Bir taşı kesici bir alet hâline getirmek, belki de kabilenin tümünün ortak emeğine dayanıyordu. Ama ister ona dayansın, isterse bir kişinin işi olsun, ortaklaşa yaşam, komünal yaşam, o taşı, tüm topluluğun taşı hâline getiriyordu. Kimse bunu “mülk” edinmeyi düşünemezdi. Zira, mülk edinse, bu taşla kendisi için çalışacak birileri de zaten yoktu.

Yani, üretim aracının özel mülkiyette olması demek, başka birsinin bu araçları, mülkiyeti kendisine ait olan kişi için kullanması demektir.

İlkel toplumun dağılması, özel mülkiyet, aile ve devletin şekillenmesi, artık tarihsel bir “sır” değil. Tüm tarihsel süreç, aşağı yukarı, tüm detayları ile biliniyor gibidir. Elbette bazı boşluklar olabilir ama bu boşluklar da konu için önemsiz düzeydedir.

İlkel komünal toplumun gelişimi, bu ortaklaşa mülkiyetin hep baki kalması koşulu ile toplumsal gelişimin sağlanmasına olanak verir miydi? Yani, ilkel komünal toplumdan, köleci topluma, ilk sınıflı topluma geçmek dışında yol yok muydu?

Bu soru, tarihsel fantazi açısından yerindedir ve kafa çalıştırıcı olarak da görülebilir. Ama bu soruyu, bugün, bu bilinçle soruyoruz. Bunu unutmayalım. Acaba, ilkel komünal toplumdaki insanlar, doğa ve tarih karşısında, kendi geleceklerini şekillendirebilecek, kendileri için bir toplum hayal edebilecek ve bunu eyleme dökebilecek durumda mıydılar?

Ama öyle olmadı. Yani, ilkel komünal toplumdan sınıflı toplumlara, sınıflı toplumların da ilki olan köleci topluma geçildi.

Bir, araya girelim ve İslam ve Marksizm üzerine, bir röportajda dile getirilen görüşlere bakalım.

İslam Özkan, Metin Kayaoğlu ile “İslam’ın içinde müttefikler değil Marksizm’i arıyorduk” başlıklı bir röportaj yapmış. Röportaj, 9 Kasım 2019’da “Gazete Duvar”da yayınlandı. Bu röportajda “İslam’ın içinde Marksizm’i aramak” yolculuğu, “hanif Marksizm” adlandırmasına ulaşıyor. “Hanif”, İslam öncesi Müslümanların varlığına işaret eden bir anlayışla Hz. İbrahim için peygamberin (Hz Muhammed’in) “Ne bir Yahudi, ne de bir Hıristiyan’dı. Fakat o hanif bir Müslüman’dı” (aktaran Metin Kayaoğlu, aynı röportaj) demesinden alınıp taşınıyor. Böylece İslam öncesi tarihte Müslümanların varlığına işaret edilmiş oluyor. Hz. Muhammed’in, İbrahim’i övmüş olması sonucunu çıkarıyoruz. Ama diğer dinler de, Allah tarafından gönderilmiş olduklarına göre, bu iyi insan “hanif Müslüman” olduğu kadar, “hanif Yahudi” ve “hanif Hıristiyan” da olmalı idi.

Ama Metin Kayaoğlu, sadece Marksizm öncesi Marksistlerin varlığına işaret etmenin kanıtı olarak “hanif Marksizm”den söz etmiyor. Ötesine geçerek, ”Hanif Marksizm” ile Marksizm’i İslam’ın içinde arama anlayışı ortaya konuyor. Yine aynı minvalde gidecek olsak, Marksizm’i, Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın içinde de aramamız gerekirdi. Hadi diyelim Budizm’in içinde aramayı reddetmiş olasınız.

Biliniyor, Budizm, tanrının gönderdiği öne sürülen kadim dinlerden değil. Ama yine de, ister Budizm’i ele alın, ister Şamanizm’i, insanlık tarihinin eski inanışlarının birçoğunun, ritüel, inanç vb. şekillerde tüm dinlerin içinde olduğunu görebiliriz. Bu durumda da, İslam’dan daha önce yeryüzünde var olmuş dinsel inanışların içinde “İslam’ı” aramamız gerekir. Bizce bir sakıncası yok, ama buradan bir geçiş yaparak, Marksizm’i, bu üç büyük dinin, bu arada İslam’ın içinde aramak yerine, daha eskiye gidip, eski inanışların içinde arayalım. Belki o zaman bizim dinimize ait olmaz diye korkmayın, zaten biz enternasyonalistiz. Yani, Marksizm’i, hangi eski inanışta ya da nerede bulabileceğiniz bizim için fark etmiyor. Yeter ki, o eski düşüncelerdeki güzel ve doğru olanı öne çıkartmış olun.

Sınıflar ve sınıf mücadelesi, ilkel komünal toplum bittiği günden beri var. Yani, “güzel ve güneşli bir dünya” hayali, bugüne ait olamaz. Mümkün değil. Marksizm öncesinde de böylesi hayaller, talepler, istekler vardı. Bu doğrultuda binlerce isyan gerçekleşmiştir. Bizim tarihimizde Baba İshak İsyanı bunlardan biridir ve son derece açık insanî talep ve istekleri dile getirmektedir. Bunun biraz daha gelişmiş hâli Şeyh Bedreddin İsyanı’nda da vardır. Bu isyandan söz ettiğimiz her zaman, biz Şeyh Bedreddin’in yanında, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’i anmadan geçmek istemeyiz. Bu isyana da baktığımız zaman, “ortakçı” bir toplum talepleri, daha fazla ete kemiğe bürünmüş durumdadır.

Babek İsyanı ya da Spartaküs İsyanı üzerine okurken, insan, sınıf çelişkilerinin acı ve yakıcı hâlde öne çıkışını görebiliyor. Ama kurulacak yeni sistemin, düzenin ancak ipuçlarını görebiliyoruz. Onun için, bu mücadelelerin daha küçük bir alanda zafer ulaşmış hâllerinde bile, ancak, son derece ilkel bir yaşamın, adeta ilkel komünal topluma öykünmüş bir tasarımın varlığını görebiliyoruz. Eğitimin organizasyonu açısından, belki daha da ileri gitmiş örnekler var olsa da, genel anlamı ile, insanın toplumsal yaşamı kavramış olmadığını, bunun bilimine varmamış olduğunu söylemek mümkündür.

Eğer yaratan, bize, insanoğluna, bugüne kadar, iyi tasarlanmış, eşit ve adil, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum vermiş olsa idi, belki, o zaman bu mücadeleler daha başarılı sonuçlara varabilirdi. Yaratan ise, iyi tasarlanmış o adil, eşit, sömürüsüz toplumu, en saf düşüncede şekillenmiş hâli ile bize, öbür dünyada vaat etmektedir. Onu da, bizdeki bilgilere göre, burada yasaklanmış birçok şeyi serbest bırakan, haz ve güdüleri tatmin eden ve kadın ile erkek arasında yeniden kölece ilişkileri üreten bir tarzda sunmaktadır. “İnsan”ın ihtiyaçlarını karşılamak üzerine kuruludur cennet, “insan toplumunun” ihtiyaçlarını karşılamak üzerine değil. Zaten öbür dünyada gerçekleşecekse, daha fazlasına da gerek yok, eksikleri de önem taşımaz.

Sosyalizme kadar, insanoğlu, kendi iradesi ile bir toplumsal sistem kurmadı. Sosyalizm bunun ilk denemesidir. Eğer, batan bir geminin ardından, kurtularak kendilerini bir adada bulan birkaç insanın “iyi bir toplum” kurma denemeleri gibi şeyleri saymazsak.

Bu denemenin, insanlık adına büyük işler başarmış olduğunu teslim etmek gerekir. Bizim için değil, tüm İslamcı hareket için bu adil olur. Sosyalizm, insanlık adına büyük işler başarmıştır. Sonuçta yenilmiştir. Biz, daha iyisini yapmak üzere, insanlığın bu mirası sahipleneceğini biliyoruz.

Elbette sosyalist devrim öncesinde de, insanlığın güzel bir dünya hayali hep var. Biz, sadece “ütopik sosyalistleri” saymakla kalmayalım. Daha eskiye gidilebilir. Ama bunların en gelişmiş şekli “ütopik sosyalizm” ise, eğer bu kabul görürse, ütopik sosyalizm ile bilimsel sosyalizmin ayrım noktalarını Marksist klasiklerden okumayı önerebiliriz demektir.

İnsan bilinci, insanın oluşum sürecinde, insanın bir anlamda “doğadan kopma” sürecinde gelişiyor. Bir anlamda diyorum, çünkü şöyle denilebilir: İnsan toplumu doğanın bir parçasıdır ve insan bilinci de doğanın kendi bilincine varmasıdır.

İnsan bilinci, bir yandan doğa ile ilişkiler içinde, diğer yandan ise toplumsal yaşam içinde, insanın kendi elleri ve emeği ile oluşuyor. Bu bilinç, elbette toplumsal karakterdedir. Hasan, Hüseyin, Ayşe, Muhammet olarak insanın değil ama, yani bireysel olarak insanın değil ama, insanlığın “ölümsüzlüğünün” keşfi, dil ve yazı sayesinde, kaydetme ve aktarmanın nesnelleşmesi sayesinde bulunmuş demektir.

Öyle ise, bilincin bir tarihsel ve toplumsal süreç olduğunda hemfikiriz. Bu durumda, ilkel komünal toplumun insanlarının, özel mülkiyete izin vermeleri nedeni ile suçlu ilan edilmesi pek yararlı değil diyebiliriz.

Tüm toplumsal tarih boyunca, insanın canlı emeği ile, insanın cansız emeği arasındaki ilişki, toplumsal gelişmeyi belirlemiştir. Cansız insan emeği, üretim araçlarıdır. Bunlar, daha önceki üretim süreçlerinde, insanın canlı emeği idi. Daha sonraki süreçlerde bu cansız emek, makinalar vb. şeklinde, insanın canlı emeğinin yanında üretim sürecine girerler. İlkel komünal toplumda baskın olan, bu cansız insan emeğinin gelişmemişliği idi. Üretim araçlarının gelişmemiş olması, bu demektir.

Sınıflı toplumların tümünde, bu cansız insan emeği, yani üretim araçları, başka insanların canlı emeğini sömürmek için özel mülkiyete geçirilmiştir. Kapitalizm koşullarında canlı insan emeği, bu devasa cansız emeğin hizmetçisi durumuna sokulmuştur. Modern kölelik ilişkilerinin temeli buradadır. Sınıflı toplumlar ortadan kaldırıldığında, komünizm kurulduğunda, ancak o zaman, insanın devasa cansız emeği, canlı insan emeğinin hizmetinde, tüm toplumsal ihtiyaçların karşılanması için kullanılabilecektir. İşte o zaman sadece insanlar arasındaki kulluk ilişkileri ortadan kalkmayacak, aynı zamanda gerçek insanın tarihi de başlamış olacaktır. Tüm bu tarihsel sürece insanlaşma süreci diye bakarsak, ancak komünizm ile birlikte, insan olma mücadelesi niteliksel bir sıçrama yaşayacaktır. Doğanın kendi bilincine varması süreci, insanın doğa ile farklı tarzda ilişki kurmasının da olanağını yaratacaktır.

Yani, “mülk allahındır” dediğimiz zaman, sadece arazilerden, topraktan, sudan, madenlerden vb. söz etmiyoruz. Tersine, toprağın yanı sıra, doğanın yanı sıra, ayırt edici bir biçimde üretim araçlarının mülk edinilmesinden söz ediyoruz demektir.

Bugün, sadece, mesela İstanbul’da gökdelenlerin, kupon arazilerin kimin olduğu değildir mülk meselesi. Ondan daha çok, tüm toplumun, tüm insanlığın cansız emeğinin ürünü olan üretim araçlarının kimin olduğu önem taşır. Bu vurgularla, bu mülk edinmenin özel karakterinin bir bölümünü sakıncasız gördüğümüz sonucu da çıkmasın.

Hatta “mülk allahındır” sözüne, eleştirdiğimiz yeni zenginlerimiz, muktedirler, reisler, müteahhitler, şöyle de karşı çıkabilirler: Mülk allahındır, kabul. İslam dini, allahın gösterdiği doğru yoldur. Bu doğru yolu hayatta egemen kılmak için, bu allahın mülkünün bazılarının allah indinde biraz olsun ayrıcalıklı olması mümkündür. İşte size savunma. Bunu elbette ki biz söylemiyoruz. Ama, rüşvetler için fetva çıkarıp bunu devletin vergi toplama sistemi içine dahil eden Karaman’lar, diğer savunmayı, çoktan yeni İslam sürümü olarak piyasaya sürmüşlerdir. İşyerlerindeki cinayetlere karşı gelişen protestoları önlemek için, “işyerlerinde aşırı güvenlik önlemi almak allaha şirk koşmak”tır diyebilenler, inanın “mülk allahın” sözünü kendileri için bir tehdit olarak görmemektedirler. Değil mi ki, Erdoğan, kutsanmış, halk tarafından değil ama “seçilmiş”tir, öyle ise onun bu mülklerden faydalanması caizdir, diyebilirler. Vatikan, allahın mülklerinin koruyucusu değil midir? Cennet için bu geçici dünyada yaşayanlara “mülklerinizden vazgeçin” diyenler, en büyük mülk sahipleri değil midirler?

Toprakların, suların, doğanın sahipsiz olduğunu anlatmak için “mülk allahındır” dediğiniz zaman, işin önemli parçasını, üretim araçlarını unutmuş olursunuz.

Üretim araçları, gerçekte toplumun “malı”dır. Ancak, bugün, özel mülkiyet altındadırlar. Biz komünistler, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verdiğimizde, hem onların gerçek toplumsal karakterini serbest bırakmış olacağız, hem de onları “mal” olmaktan çıkarmış olacağız.

Üretim araçları üzerindeki mülkiyet, ürünlerin “sahip”li hâle gelmesinin temelidir. Meta üretiminin temeli buradadır. İnsanoğlu, hem gereksinimlerinden fazla bir üründen üretebildiğinde, yani üretim araçları bu ölçüde geliştiğinde, hem de bu ürünlerin üretiminde kullanılan üretim araçlarını özel mülkiyete verdiğinde, bunu kabul ettiğinde, işte o zaman meta üretir. Meta, üründen farklı olarak, pazar için, değişim için üretilendir.

Kapitalizm, bu meta üretimini evrenselleştiren yegâne ekonomik sistemdir. Bu evrenselleşme, ücretli emek ile tamamlanmış bir döngüdür. Bu noktadan sonra, meta, hayatın her alanına hücum eder. Meta ilişkileri, toplumsal ilişkilerin her türüne siner. İnsanlar arasındaki hemen her türlü ilişki, metalar arasındaki ilişki hâline gelir. Meta fetişizmi, çağımızın birçok hastalığının toplumsal temeli hâline gelmiştir.

Değer avcılığı, metadaki değerin ve özellikle artı-değerin kâra dönüşümü içindir. Bu değer avcılığı, her türlü insanî değeri yıkarak egemenlik alanını genişletir. Dürüst bir imam, buna karşı insanları uyararak tanrıya hizmet ettiğini düşünüp, akşam rahat bir uyku uyumayı hak ettiğini düşünebilir. Bir devrimci sosyalist, bu meta toplumuna, meta toplumunun en gelişmişi kapitalizme karşı, özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürülmesine karşı militan bir mücadele yürütür, kapitalizmi tarih sahnesinden silmek için örgütlenip mücadele eder, tüm bu değer avcılığının toplumsal temelini ortadan kaldırma işine girişir. Belki ve muhtemelen tanrıyı memnun etmemiş olabilir, ama savaşsız, sömürüsüz bir dünya kurmanın yolu, tek yolu budur. Cenneti, bu dünyayı cennete çevirerek var etmenin yolu budur. Bu cennette, özel mülkiyet de yoktur, onun gerektirdiği hakimiyet ilişkileri de. Bu cennette, binlerce yıllık sömürü, aşağılanma, her türden ayrımcılık da yoktur.

Bu bilimdir, Marksizm’dir, bilimsel sosyalizmdir.

Kapitalist özel mülkiyet ilişkileri, üretim araçlarının bunca ileri gelişmişlik düzeyine rağmen, modern barbarlık çağını egemen kılmaktadır. Kapitalist özel mülkiyet ilişkileri, binlerce yıllık sömürü tarihini aşacak şekilde insanı köleleştirmekte, yok etmekte, öldürmektedir. Üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi, daha önceki üretim dönemlerindeki canlı emeğin ürünü olan makinaların, üretim araçlarının özel mülkiyeti sayesinde, insanın köleleştirilmesi için büyük olanaklar sunmaktadır.

Bugün bu devasa köleleştirme, gezegenin varlığını tehdit eder boyutlardadır. Bunun için, dünün tüm alışkanlıklarını, kör inançlarını, kapitalist devlet azgınca, fütursuzca kullanmaktadır. Kapitalist mülkiyet ilişkileri, insanın gelişiminin, varlığının önünde büyük engel ve tehdittir. Bu tehdide karşı, işçi sınıfının öncülüğünde, militanca bir mücadele gerekli ve zorunludur. Bu acil, ertelenemez bir mücadeledir. Dahası biz, mülkiyet ilişkileri, hakimiyet ve bunların gerektirdiği şiddet demek olan burjuva egemenliğe karşı her yol ve araçla mücadeleyi meşru ve zorunlu görüyoruz.