Ana Sayfa Blog Sayfa 118

Korkunun “kahramanı” ve tetikçi

Büyük suçları işleyen ve bunlara göz yuman bir sistem, bir egemenlik, kendine gerekli “kahramanları” da ancak bu suçlular, bu katiller, bu tetikçiler arasından seçer.

Bu gerçek bir hikâyedir, uzun ve karanlık bir hikâyedir. Bugün ülkemizdeki karanlığın gelişim tarihinin de özetidir.

TC devleti, uzun yıllardır bu karanlıktan beslenmekte, bu karanlık içinde yaşamaktadır. Bu sadece bugüne ait değildir. Sadece Saray Rejimi, bunu biraz daha ileri taşıma hevesindedir.

Ankara, Çubuk’ta Kılıçdaroğlu’na, bir asker cenazesinde saldıran Osman “kahraman”, Hulusi Akar’ı şöyle konuşturmuştur: “Değerli arkadaşlarım, şu ana kadar mesajınızı verdiniz.” Erdoğan’ın deyimi ile Bay Kemal, Bahçeli’nin ağzından tatile davet edilmiştir. İçişleri Bakanı, elbette Osman “kahraman”ı alkışlamıştır ve serbest bırakılan Osman, elleri öpülerek karşılanmıştır.

31 Mart seçimleri “mahkemelik” olmuştur ve İstanbul’u kaybetmek, Saray Rejimi ve çetelerin işine gelmemiştir. Son derece normal olması gereken bir sonuç, sistemin içinde bulunduğu durum, “yağma, rant ve savaş ekonomisi” koşullarında, “normal” olmaktan çıkmıştır. Saray Rejimi, kendi bildiği ve uyguladığı hile metotlarını açıklamaya başlamıştır. Kürt il ve ilçelerinde tüm yasaları çiğneyen bir uygulama devreye konulmuş, “kayyum sistemi”, daha da ilerletilerek, istemediklerine “sen kaybettin” denilmeye başlamışlardır. İşte Osman’ın “kahraman”lığı böyle sahneye çıkmıştır.

Kılıçdaroğlu ve Erdoğan arasında süren pazarlıklar, “Türkiye ittifakı” vb. tartışmaları, bizim burada konumuz değil. Ama bu vesile ile biz, “kahramanlık” meselesini hatırlamak durumundayız.

1915 katliamı ile yüzleşmeyen bir ülke, elbette bunu gerçekleştirenlere “kahraman” demek zorunda kalır. Ve bu “kahraman”lar, elbette ki yenilerini çağırır ve sistem bugüne böyle yol alır.

1921 yılının Ocak ayında, Mustafa Suphi ve yoldaşları, Kâhya Yahya, Topal Osman ve devletin zirvesine ulaşan bir silsile zinciri ile, Karadeniz’de vahşice boğulurlar. Yahya “kahraman” olur. Onun kadın ve para vererek tuttuğu tetikçiler, Yahya’nın kahramanlığının temeli olmakla kalmaz, Topal Osman’ın kahramanlığına da ulaşır.

Tan Matbaası’nı basanlar, öylesine “kahraman” olurlar ki, daha sonra, hepsi birden devletin en üst noktalarına yerleşirler. Karanlıktan beslenen sistemin çarkları böyle işler.

Demirel’e “bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözünü söyleten de budur. Aslında o dönem de bu bir itiraftı. Tıpkı Akar, Soylu ve Bahçeli’nin itirafları gibi. Ama sistem, bunları “itiraf” olarak görmez. Karanlıkta bunlar itiraf olarak kaydedilmez. Karanlık, tetikçileri “kahraman” yapar.

Madımak Oteli yakıldığında, Sivas’ta, dönemin önemli ismi Çiller, “çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir” demiştir. İtiraftır. Ama karanlıkta itiraflar görünmez. Madımak katilleri, “kahraman” ilan edilmiştir.

Hrant’ın katili, daha doğrusu tetikçisi, bir polis karakolunda, beraberinde resim çektirmek için polislerin sıraya girdiği bir “kahraman” olmamış mıydı?

Sistem, suçludan “kahraman” üretmeyi seviyor.

Kadına saldıran saldırgan, o gün serbest bırakılıyor ve elini öpenler yoksa dahi, “kadınların da uygun giyinmesi lazım” sözü tüm basında yankı bulabiliyor.

İsmail’i arka sokakta döverek öldüren polis, döverek öldüren fırıncı ve diğerleri, birer “kahraman” olabiliyor.

Kabataş yalanlarını uyduranlar, sonra bunları itiraf etmek zorunda kalsalar da, kahraman muamelesi görüyor, ödüllendiriliyor.

İzmir’de genç kızların saçlarını çeken, onlara saldıran polisler, birer kahraman olarak öne çıkartılabiliyor.

Taksim’de Gezi eylemlerine katılanlara balta ile saldıran, “evde tutulmakta güçlük çekilen %50’nin” bir parçası olarak kahramanlaşıyor.

Berkin’i ekmek almaya giderken alnından nişan alarak vuran polis, sistemin alkışladığı bir kahraman olarak öne çıkıyor.

Ethem’i Ankara’da vuran polis, herkes tarafından korunuyor, bir “kahraman” olarak tek eksiği kameralara yakalanmak oluyor.

1 Mayıs katliamını gerçekleştiren, NATO’dan emir alıp hiç tanımadığı insanların, kalabalığın üzerine ateş açanlar, kahraman olarak devletin her kademesince korunuyor.

Bir kadın gerillanın cansız bedenini arabanın arkasına takıp, sokaklarda dolaştıranlar kahraman, bunu yapmak da kahramanlık oluyor.

Liste uzundur. Ve hikâye de uzundur. Bu hikâye boyunca, devletin tetikçi olarak kullandığı herkes, kahraman olarak pompalanıyor. Devlet tarafından alkışlanıyor ama ne yazık ki, bu “kahramanlar” halk tarafından anılmıyor, zamanı gelince birer birer geriye bırakılıyor.

Gerçekte kimdir kahraman?

İsmail mi kahramandır, yoksa onu, döverek öldüren, karanlık sokaklarda onu avlayan, ona çelme takan, polis denetiminde linç edenler mi kahramandır?

Biri halkın kahramanıdır. İsmail, genç aklı ve vücudu ile, karanlığa karşı aydınlık için, baskıya ve esarete karşı direndiği için, bir sokak başında, yalnız ve karanlık içinde öldürülmüştür.

Kimdir kahraman? Toplu taşıma aracında tacize uğrayan ve bu tacizi “ben susmayacağım, sen utanacaksın” diyerek deşifre eden kadın mı, yoksa ona tacizde bulunan mı?

Kimdir kahraman, elinde flaması ile, protesto gösterisine katılan, Gezi Direnişi’ne katılıp, özgürlük isteyen mi, yoksa ona kurşun sıkan mı?

Kimdir kahraman, Soma’da ölen arkadaşlarının cenazesine sahip çıkan mı, yoksa polisin kontrolünde onun yere düşen bedenini tekmeleyen “yağmacı, rantçı” zihniyetin para için insanlığını satan bürokrat mı?

Kimdir kahraman, karanlık ve sis arasında devlete tetikçilik yapıp, bunu “vatan aşkı” diye sunan mı, yoksa ülkenin tüm kaynaklarının parababalarına satılmasına, emperyalist sermayece yağmalanmasına karşı direnen, birkaç ağacı savunmak için gaz yeme pahasına protesto eden mi?

Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine yükselen Saray Rejimi, onun yarattığı karanlık içinde; hakkını arayan, çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için eylem yapan, parasız ve özgür eğitim için mücadele eden herkes hain ilan edilmektedir. Nerede bir hak arama eylemi varsa o eyleme polis copları, gazlar, TOMA’lar, plastik mermiler, gerçek mermilerle saldıran karanlık cephe, ortaya sürdüğü çetelerine, tetikçilerine, palalılarına vb. kahraman sıfatını uygun görüyor. İşkencede ölen, gözaltında kaybolan çocuklarını, yakınlarını arayan annelere saldırmak “kahraman”lık ve “vatanseverlik” olarak sunuluyor.

Bunlar, karanlığın derinliğini gösteriyor.

Bu saldırganlık, korkunun derinliğini gösteriyor.

Saray Rejimi, baştan aşağıya korku içindedir. Bu korku, daha fazla karanlıkla gizlenmeye çalışılıyor. Bu karanlık, daha fazla saldırganlık olarak organize ediliyor. Karanlık ve şiddet içinde, yağma ve ranttan beslenen çeteler, her alanda boy veriyor. Korku arttıkça, karanlık ve şiddet artıyor.

Kendileri korkuyorlar, korktukça saldırıyorlar.

Halk, sıradan bir işçi, hakkını arayan bir kadın, susmayı reddeden bir genç, geleceğini isteyen bir üniversiteli, soru soran herkes, onlar için birer tehdit olarak ortaya çıkıyor.

Barış diyen, insanlar ölmesin diyen herkes, onlar için büyük bir tehdit hâline geliyor.

Korktukları için korkutmaya çalışıyorlar. Saldırganlıkları, korkularının büyüklüğü ölçüsünde artıyor. Korkuları artıkça, nerede bir suçlu varsa onu tetikçi hâline getiriyorlar. Kendi sonlarını görüyorlar. Kendi düzenlerini, cennetlerini, halkın, işçi sınıfının esareti ve cehennemi üzerine kurdular. İşçi ve emekçilerin uyanmasından, bilinçlenmesinden, örgütlenmesinden korkuyorlar. Aydınlıktan ve gelecekten korkuyorlar.

Ve ne yaparlarsa yapsınlar, bu direniş büyüyecektir, bu karanlık parçalanacaktır. İşçi sınıfı, nasırlı ellerini toprağa bastırıp, başını kaldıracak, gözünü özgür ve sömürüsüz bir geleceğe dikecektir. İşçi sınıfının özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin binlerce isimsiz kahramanı, aydınlığın ebeleri olacaktır.

İşçi Gazetesi’nin 172’nci sayısı çıktı

Gazetemizin bu sayısında; 1 Mayıs 2019 değerlendirmesi, İBB seçim gaspı, kriz ve işçi sınıfı, işçi eylem ve direnişleri, kıdem tazminatı dosyası, devletin çay politikası ve üreticilerin durumu konulu makale, 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişi, işçi hakları, köşe yazıları, okur mektupları ve çok sayıda güncel konu işleniyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

GAZETEMİZİN OKURLARINA, DOSTLARINA ÇAĞRIMIZDIR;

İşçi Gazetesi, birçok şehirde onlarca emekçi mahallesinde kapı-kapı tanıtarak, semt pazarlarında, işçi duraklarında, eylem ve etkinliklerde işçi-emekçilere ulaştırılıyor.

“Aslolan işçi sınıfının gündemidir” ilkesiyle hazırlanan İşçi Gazetesi’ni daha etkili hale getirmek, daha fazla emekçiye ulaştırmak mümkündür. Çağrımız, bu iki konuda duyarlılık ve dayanışma gösterilmesi amaçlıdır.

BİRİNCİSİ: Çalışma koşullarımız giderek işkence haline geliyor, işsizlik kılıcı başımızda sallanıyor, kriz canımızı yakıyor ve dahası birçok sorun… Bu sorunlar, sıkıntılar ve ne yapılabileceğine dair önerilerin [email protected] ya da facebook.com/iscigazetesi adreslerine yazılıp gönderilmesini istiyoruz.

İKİNCİSİ: Okurlarımızı, İşçi Gazetesi’ni daha fazla emekçiye ulaştırmak için yürütülen dağıtım faaliyetlerine destek olmaya, hiç değilse bir tane fazla alıp kendisi gibi bir emekçiye ulaştırmaya davet ediyoruz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

İşçi Gazetesi

Sudan, El Beşir, darbe ve Erdoğan

Başlığa bakınca, sakın, “ne alâkası var” demeyin. Henüz, bu sorunun yanıtını bilmiyoruz. Ama belki sadece biz, halk olarak biz, bilmiyoruz. Belki bilenler vardır.

Cumhurbaşkanı yardımcısı, ismini yanlış hatırlamıyorsak, Oktay olmalıdır, Sayın Oktay, bir süre önce, Sudan’da, Türkiye’nin askerî üs kurma tartışmaları-söylentileri sürecinde, ilginç bir “şaka” yapmış olmalı. Şöyle buyurmuştu; Sevakin adasında turizmi artırmak için askerî üs kurulması… Bunun gibi bir şeyler söyledi. Yani, Sevakin adası, Türkiye tarafından satın alındı veya kiralandı. Bu ada, Sudan topraklarında ve Türkiye, Erdoğan ve El Beşir arasındaki “sıcak” Müslüman Kardeşler ilişkileri nedeni ile, burada üs kuracağını dile getirmeye başladı. Böyle bir anlaşma yok ama “söylenti” işe yarar diye düşünmüş olmalılar. Sudan bunu reddedince, bu sefer Oktay, işte yukarıdaki sözleri söylüyor. Askerî üs ve turizm bağlantısını bu denli ciddi kurmasının mümkün olmadığını düşündüğümüzden, buna “şaka” dedik.

İşte darbe olan, ordunun yönetime el koyduğu, göstericilerin sokaklarda istifasını istediği El Beşir’in ülkesi Sudan ile böylesi bir ilgimiz var.

Halk, Sudan’da 30 yıllık Müslüman Kardeşler örgütünün kollarından El Beşir iktidarını devirmeye yöneldi. Sokaklarda gösteriler, El Beşir’in sonunu getiriyordu ki, ABD destekli darbeciler, Mısır’daki gibi bir yola başvurdular: El Beşir gidiyorsa bari orduyu devreye sokalım. İşte böyle yaptılar.

Ama bu satırlar yazılıyorken, halk hâlâ sokaklardadır ve komünistlerin de içinde bulunduğu göstericilerin liderleri, giden El Beşir ile gelen ordunun aynı soydan geldiğini, birbirlerinden farklarının olmadığını söylüyorlar.

Yani, sokakta, hayatın her alanında direniş hâlâ sürüyor.

El Beşir, ABD destekli bir rejimin temsilcisidir. Tıpkı Tunus’taki Bin Ali gibi (bizdeki Binali ile bir alâkası yok. İstanbul seçimlerinde gördük ki, Binali, aslında 999 Ali imiş ve bir oyla seçimleri kaybetmiş). Tıpkı, Mısır’daki Mübarek gibi, tıpkı Irak’taki Saddam gibi. Bunlar ABD destekli iktidarlardı. Her biri, birer despot, her biri “astığı astık kestiği kestik” liderlerdi. Saddam, Müslüman Kardeşler teşkilâtından değil idi. Kaddafi de değil idi.

Ama paylaşım masasında olan, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, tüm doğal kaynakları yağmalamak için emperyalist güçler arasında bir paylaşım savaşımı var. ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa başta olmak üzere emperyalist ülkeler, bölgenin paylaşımı için masaya oturmuştur. Bu durum, eğer halkın direnişi yok ise, eğer sosyalizmin zaferi olmuyorsa, mutlaka ve mutlaka, daha ağır sömürgeleştirme süreci demektir. Yani, daha büyük sömürü, daha büyük yağma için harekete geçtikleri açıktır.

Elbette, bu ülkelerde halkın, onlarca yıldır süren baskı rejimlerine karşı öfkesi fırsatını bulduğunda, ortaya çıkıyor. Ve Mısır örneğinde olduğu gibi, “efendiler”, süreci durdurmak için, ellerindeki diğer kozları devreye sokuyorlar. Mısır’da ordu devreye sokuldu. Şimdi de Sudan’da. Sudan’da halkın durdurulması için, El Beşir’in 30 yıllık iktidarı geri çekilmiştir. Ordu yönetime el koymuştur ama halk geri çekilmiyor ve ordunun iktidarını, en azından bugüne kadar tanımıyor.

Ve işte bu noktada ilginç gelişmeler ortaya çıkmaya başladı.

Saray Basını, yani karanlık üretim merkezi, etrafındakilerle birlikte, aslında Sudan darbesinin Erdoğan’a karşı yapıldığını ilan etmeye başladılar. Bunların dediklerine bakarsak, El Beşir’in ordu tarafından devrilmesi, “dünya lideri” Erdoğan’ın önünü kesmek içindir. Peki bu hız nedendir, neden bu kadar hızla bu sonuca gidiyorlar?

Sorudur ve yanıtını bilenler olduğu kesindir.

Bizim tahminlerimiz olabilir.

İlkin, her ikisi de Müslüman Kardeşler örgütüne bağlıdır. Bu örgüt, ABD tarafından organize edilmiş, desteklenmiş bir örgüttür. Suriye’de Esad ile Erdoğan’ın kardeşliğini bozan emir, ABD’den geldi. Ama bu o kadar etkili nasıl olabildi? Esad’a Müslüman Kardeşlere yol vermesi önerilmiştir ve reddedilince, durum değişmiştir. Erdoğan ve Müslüman Kardeşler ilişkisi, Rabia meselesi ile değil, bu yönü ile de biliniyor. Erdoğan’ın dünya liderliğini bilemiyoruz ama El Beşir ile ilişkisini biliyoruz.

El Beşir, katliamlardan sorumludur ve dünya çapında aranmaktadır. Ziyaret edebildiği nadir ülkelerden biri Türkiye’dir ve Erdoğan’ın misafiri olabilmiştir. Üstelik bu ziyaretler, öyle derin bir gizlilik içinde de yapılmıyor, sözümona sessiz sedasız yapılıyor.

El Beşir ile bir diğer ilişkisi, El Beşir’in Sevakin adasını Erdoğan’a vermesidir. Yukarıda açıkladık, aslında bu adanın gerçekte ne olduğu da belirsizdir. Bu adada bir Türk askerî üssünün kurulması söylentileri, en azından bilindiği kadarı ile gerçekleşmemiştir.

Acaba, El Beşir ve Erdoğan arasında, Müslüman Kardeşliğe dayalı parasal ilişkiler var mıdır? Varsa bu ilişkilerin gerçek içeriği nedir? Bunu da bilmiyoruz.

Adadaki durumu da bilmiyoruz.

İşte belki de bunlar ve daha başka bizim bilmediğimiz, atladığımız nedenlerle, Saray Basını, birden bire Sudan darbesini Erdoğan’a karşı darbe olarak nitelemiştir. Belki de nedeni budur.

Acaba, Saray Basını, peş peşe gelen bu değişikliklere bakarak, başka hiçbir nedene dayanmaksızın, sıranın Erdoğan’a geleceği düşüncesi ile mi böyle yazmaktadır? Bin Ali Tunus’ta düşmüştür, Mübarek 30 yıllık iktidarını kaybetmiştir, Salih Yemen’de düşmüştür, Saddam Irak’ta Batı ile o kadar yakın iken düşmüştür, şimdi de El Beşir düşmüştür. Bu süreç mi endişe yaratıyor? Yoksa Sevakin adasının ne olacağı meselesi mi bu kadar endişe yaratıyor?

Biz ise biraz daha farklı bakma eğilimindeyiz.

ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa, bu beşli emperyalist güç arasındaki paylaşım savaşımının giderek taşları yerinden oynattığı, eski “dengelerin” artık sonuna geldiği, yeni durumların ortaya çıkmaya başladığı düşüncesindeyiz.

Dün, emperyalist güçler arasında, SSCB’nin varlığına dayalı bir denge, bu dengeye bağlı olarak başında ABD’nin bulunduğu bir “hiyerarşik örgütlenme” vardı. Bu örgütlenme, SSCB çözüldükten sonra çözülmeye başladı. ABD, dünya liderliği için paylaşım savaşımını öne almaya çalıştı.

İşte bugünlere gelene kadar, böylesi bir süreç başladı. Bu sürecin, her ülkenin özgülüne yansıması farklı farklıdır.

Emperyalist paylaşım savaşımı, bölgemizde, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde daha şiddetli savaşlar şeklinde yansımaktadır. Bölgemizde, Irak savaşının, Libya savaşının ardından, Suriye savaşı başlamıştır. Suriye savaşı, masadaki karanlık ABD planlarını değiştirmiş, sahada bozmuştur.

Yemen, Filistin ve Suriye savaşları hâlâ devam etmektedir.

Bölgemizde, emperyalist güçlerin maşası durumundaki, tetikçisi durumundaki ülkeler, bu paylaşım savaşında, paylaşılacak yer, paylaşılacak pasta oldukları hâlde, “pastadan pay” almak için çırpınır duruma geldiler. Türkiye, ABD’nin tetikçisi olarak iş gördü, görüyor. Bu tetikçilik, en net Suriye savaşında ortaya çıkmıştır.

Benzer biçimde Suudi Arabistan, aynı tetikçiliğe soyunmuştur ve hem Suriye’de hem de Yemen’de ortaya koydukları pratik, bunun en açık kanıtıdır.

Bugün ABD, Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve İsrail arasında daha yoğun bir bağ kurmaya çalışmaktadır. Ortadoğu NATO’su gibi sözler, içine Türkiye’yi de alacak tarzda organize edilmek istenmektedir. Ve açık olarak, İran karşıtı bir cephe oluşturmak hevesindedirler.

Tüm bu süreç, çetelerle, özellikle de IŞİD çetesi ile, oldukça vahşi bir katliam politikasına çevrilmiştir. Bölgede kan akmayan yer kalmamıştır, milyonlarca insan yerinden edilmiş, çocuk ve kadınlar katledilmiştir.

Ve tüm bu süreç, onlarca yıldır bölgede “efendileri” adına hüküm süren diktatörlükleri de sallamaya başlamıştır.

Henüz, halkların net bir anti-emperyalist örgütlenme ve direnişinin yükselişinden söz edecek durumda değiliz. Ama böylesi bir eğilimin var olduğunu da görebiliriz.

Sudan resmini bu çerçevede, bu genel çerçeve içinde okumak gerekir. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımını anlamadan, sonuca varmak mümkün değildir.

Tüm bu süreçte, Müslüman Kardeşler örgütü, IŞİD çetelerinden daha farklı bir tarzda etkili kullanılmış, kullanılmaya çalışılmıştır. El Beşir, katliamlardan sorumlu, uluslararası mahkemelerce aranan bir konuma sahip idi. El Beşir, halkın sokağa dökülmesi ile devrilince ya da devrilmeye yakın hâle gelince, “efendiler”, kendilerine bağlı başka güçleri devreye sokmuşlardır. Mısır’da olduğu gibi ordu devreye sokulmuştur. Mısır’da ordunun darbesi tutmuştur. Sudan’da da tutması için uğraşılmaktadır. Ordu, henüz kabul görmüş, duruma hakim olmuş değildir. Halk hâlâ direnmektedir.

Görüldüğü gibi, ABD’nin has adamı olmak, sürekli olarak iktidarda kalmanın garantisi değildir. Dengeler oynadıktan sonra, “efendiler” kendilerine bağlı güçleri değiştirmekte tereddüt etmezler. Bunu Irak’ta da gördük.

Halkların ortak, anti-emperyalist mücadelesi geliştikçe, gerçek anlamda bu paylaşım savaşımının dışında bir yol ortaya çıkabilir. Halkların kurtuluşu, halkların ortak anti-emperyalist direnişine bağlıdır. Bu direniş, tüm bölgeden emperyalist güçlerin ve onların tetikçisi rejimlerin sökülüp atılması ile sonuçlanacaktır. Gerçek anlamda çözüm de buradadır. Bu temel üzerinde, Sudan halkının direnişini selâmlıyoruz.

Kurnazlık! Hem ABD’yi, hem Rusya’yı idare etmek

Türkiye, ilginç bir dış politika mı uyguluyor? Yıllar önce, “komşularla sıfır sorun” diye öne çıkartılan dış politika, kendi rayından mı çıktı da, sorunlar boynu aştı ve komşu kalmadı?

Suriye’ye dalıp, birkaç saatte Emevi Camii’nde namaz kılacakken, acaba ne oldu da, bugün, Suriye devleti ile, her yoldan ilişki kurulması durumuna gelindi?

Rus uçağını düşürürken, bir daha olsa bir daha yaparım, emri ben verdim, diyenler, kısa bir süre sonra, acaba neden, uçağın düşürülmesi işinin aslında FETÖ’nün işi olduğu anlatılarak, özürler dilendi ve Rusya ile farklı bir perdenin açılması için uğraşıldı?

Bir anda, Suriye’de IŞİD ile iş tutan Türkiye, bir süre sonra IŞİD tarafından, IŞİD’i satmakla suçlanmaya başlanmıştır.

Tüm bunları uzatmak mümkün elbette. Ama gerekli mi, emin değiliz.

Bunlar, Türkiye’nin bir dış politika başarısı olarak mı görünüyor?

Bunlar, acaba, Türkiye’nin, çok ustalıklı, çok gelişmiş, belki anlaşılması da zor bir hamleler bütünü hâline gelmiş dış politika uyguladığını mi gösteriyor? Acaba, bu politikaların “sahibi” gibi görünenler, gerçekten bu durumu nasıl adlandırıyordur. Bu denli “başarılı” bir dış politika için, öyle kolayca bir tanımlama yapılabilir mi?

Dış politika, gerçekte iç politikanın bir devamıdır. Ama bu daha çok, bağımsız ülkeler için geçerlidir. Türkiye gibi bir sömürge ülkenin, bağımlı bir ülkenin dış politikası, ancak bir noktaya kadar iç politika ile bağlantılı olabilir. Türkiye, siyasal olarak (yani, parlamentosu, ordusu, polisi, yargısı vb. açısından) ABD’ye bağlıdır, NATO bunun garantisidir. Türkiye, ekonomik olarak ise daha çok AB’ye bağlıdır. Bir anlamda “ortaklaşa sömürge”dir.

Sömürenler açısından, efendiler açısından bu ortaklaşalık, SSCB çözüldükten sonra, bozulmaya başlamıştır. Ülkenin ekonomisini elinde tutan AB (daha çok Almanya, Fransa) ile ülkenin siyasal gücünü denetleyen ABD arasında başlayan paylaşım savaşımı, giderek Türkiye’ye daha yakından yansımaya başlamıştır. Acaba, Türkiye, ekonomisini elinde tutan AB’nin mi, yoksa siyasal alanı (ordusu, polisi, yargısı, parlamentosu vb.) elinde tutan ABD’nin mi sömürgesi olacaktır? İşte soru, bu biçimde ortaya çıkmıştır.

Böylesi bir “ortaklaşa sömürge”de, dış politika elbette, iç politikadan bağını koparmadan, ama onun uzantısı da olmayabilir. TC devletinin dış politikası, WikiLeaks belgelerinde açıkça ortaya konduğu üzere, ABD’nin dış politikasının gereklerine göre ayarlanmıştır. Erdoğan, Damat ve daha başkaları, açıkça IŞİD projesi içinde görevlendirilmiştir ve görevlendirmeyi, dönemin ABD dışişleri bakanı olan Bayan Clinton yapmıştır.

Türkiye’nin kendine ait bir dış politikası yoktur ve olamaz. NATO, bunun önünde en büyük engellerden biridir.

Ama yine de, içeride “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne dayanan bir ekonomi politika uygulayan TC devleti, elbette savaş, rant ve yağma politikalarını dış politikaya da yansıtacaktır. ABD, “kırıntıları” vererek, Türkiye’yi bir tetikçi olarak kullanmıştır, kullanmaktadır. Doğrusu, AK Parti iktidarının, Saray Rejimi’nin, rant ve yağma karşılığında yapmayacağı tetikçilik yoktur. Bunu da hep birlikte gördük, görüyoruz.

Demek oluyor ki, sömürge ülkelerin dış politikaları öyle kendilerine ait politikalar değildir, olamıyor.

Bugüne gelelim.

Konumuz, açık olarak, Rusya ve ABD arasında “denge”lere “oynayan” Türkiye dış politikasıdır. Bu en açık olarak kendini, S-400 ve F-35’ler arasında seçim yapma meselesinde ortaya çıkmaktadır.

Yerel seçimlerin hemen ardından Erdoğan, Rusya’yı ziyaret etti ve Putin ile görüştü. Erdoğan, açık olarak “Ruslara söz verdim” söylemi ile gitmektedir. Böylece, Rusya’ya, S-400’leri alma kararlılığı göstermektedir.

NATO ise, açıkça, bu kararın, S-400 alımının, NATO’nun güvenliğine tehdit oluşturduğunu söylemektedir. ABD, açık olarak, S-400’ler alınacaksa, F-35’lerin teslim edilmeyeceği, Türkiye’nin bu projeden çıkarılacağı vurgusunu yapmaktadır.

Bu tehditli ilişki içinde ABD, Türkiye ile çeşitli pazarlıklar da yürütmektedir.

Saray Rejimi, başında Erdoğan olmak üzere, hem ABD ile, hem de Rusya ile, her ikisini de idare edecek, her ikisini de kandıracak bir “kurnaz” dış politika kurma peşindedir.

Bu “kurnazlık”, daha çok bir köylü kurnazlığı olarak ortaya çıkmaktadır. Kurnaz, her iki tarafı kandırdığını sanmaktadır. Türkiye, kurnaz Saray Rejimi ile, Rusya’ya karşı ABD’yi ve ABD’ye karşı da Rusya’yı kullandığını düşünmektedir. Bu, daha çok Saray Rejimi ve onun basının düşüncesi gibidir. Gerçekte, hem Rusya, hem ABD, bu durumun farkındadır.

Dahası, Rusya, NATO bağlarının niteliğini bilmez değildir.

Dahası, Erdoğan’ın ABD ve İsrail bağlantıları oldukça açıktır. Elbette Erdoğan, bir projedir ve bu proje çerçevesinde iş görmesi beklenir. Ve elbette buna sadık kalacağı da söylenebilir. Bugüne kadar Erdoğan, ne İsrail ve ne de ABD çıkarlarına ters tutum almamıştır. Konuşmaların bir önemi yoktur, yapılan işe bakmak gerekir.

Elbette, her projenin bir sonu vardır. Bu AK Parti ve Erdoğan projesi için de geçerlidir.

Türk usulü başkanlık sistemini “ilan etmek”, aslında projenin sonuna geldiğinin de kanıtıdır. Başkanlık sistemi, hem AB ve hem de ABD tarafından arzulanan bir sistemdir. Bir sömürgeyi yönetecek olan efendiler, bunun kolay yollarını ararlar, bu da doğaldır. 24 Haziran’da, başkanlık sistemini geçiren ve bu süreci oturtmak üzere hareket eden NATO olmuştur. Hepsi birlikte bu kararı vermişlerdir. Bu nedenle de “sandıkları” saymamışlardır.

Erdoğan’ın bu “zaferi” aslında işin sonuna yaklaştığının da kanıtıdır. Projenin sonlarına yaklaşıldığının.

ABD, elbette henüz Suriye’de işi bitmemiş iken, Saray Rejimi’nin yaşama olanağı olacaktır. Ama “kurnazlık” artık herkesin bildiği bir şeydir.

Türkiye, Rusya’yı S-400 konusunda “ciddiyet” göstererek oyalamaktadır. Bu arada ise, açık olarak ABD ile pazarlık yapmaktadır. Bu durumu herkes bilmektedir. Mesele Suriye meselesidir. ABD, Suriye’de Rusya’yı oyalama peşindedir. Bu arada ise dünyanın başka yerlerinden yeni saldırı cepheleri açma peşindedir. ABD bunu yapabilmek için, Suriye’de Türkiye’nin tetikçiliğine, Osmanlı heveskârlığına ihtiyaç duymaktadır.

ABD, bir yandan Türkiye’yi sıkıştırmaktadır.

Türkiye ise, Akar’ın ifadelerindeki gibi, köylü kurnazlığı sergilemektedir. Akar, “Rusya ile dostluğumuz üçüncü bir ülkeyi hedeflemiyor” diyor. Zaten bir dostluk varsa, bu üçüncü tarafı hedeflemez. Daha temizce, bu dostluğa bağlılık bildirmek gerekirdi.

Akar diyor ki, “Türkiye ABD ile stratejik ortaklığına değer veriyor.”

Akar diyor ki, “Patriot teklifi” dikkatlice inceleniyor.

Türkiye el altından ABD’ye diyor ki, Patriot’ları doğuya, S400’leri ise batıya kurarız.

Akar diyor ki, eğer NATO, Türkiye’ye karşı kararlar alırsa, “Trump’ın muafiyet sağlama yetkisini” Türkiye lehine kullanacağını umuyor.

Böylece Türkiye-ABD arasında oldukça ilginç bir pazarlık yürüyor.

Saray Rejimi, Kürtlere karşı savaş niyetlerini sürekli dile getiriyor. Bu, TC devletinin her yerinde yer alan farklı çetelerin bir arada durması için işe yarıyor. Hepsi, Kürtlere karşı savaş heveslisidir.

Bu yolla, Suriye’ye daha da fazla girmek istiyorlar. Suriye’ye saldırı için, ABD ile pazarlık yürütüyorlar. S-400’lerden vazgeçme karşılığında, Türkiye, ABD’den, Suriye’ye girme olanağı istemektedir. Bu elbette, savaş demektir ve “yağma, rant, savaş ekonomisine” son derece uygundur. Ekonomik kriz yaşayan bir ülke için uygundur.

İyi ama bu durumda, Suriye ve Rusya ne olacak?

Türkiye, S-400’lerin parasını verip, S-400 almadan Rusları ikna edeceğini mi düşünüyor?

İşte kurnaz politika budur.

ABD ile anlaşıp, Suriye’ye girme karşılığında S400’lerden vazgeçerse, Türkiye, bu kez başka sorunlarla karşılaşmayacak mı?

Saray Rejimi, giderek limitli zaman diliminde, kritik bir yol ayrımına gelmektedir. Bu “kurnazlık”, farklı tarafları idare etme kurnazlığı olmaktan çoktan çıkmıştır. Türkiye, arkadan ABD ile tam uyum içinde çalışırken, önde farklı davranışlar sergilemektedir. Ama bunu artık bilmeyen, görmeyen, anlamayan yoktur. Davutoğlu ile başlayan derinlikli politikanın, gerçek bir yüzeyselleşme, gerçek bir şapa oturma politikası olduğunu artık herkes görebilmektedir.

Elbette, ABD, bölgede İran’a karşı bir cephe oluşturma isteğindedir. Bir yandan bunu yapmak için, Mısır, Suudi Arabistan, BAE gibi ülkeler ile ilişkileri derinleştiriyor. Ama buna rağmen, işler istediği gibi gitmiyor. ABD, açık olarak İran’a karşı cephe ilan etmiştir. İran ordusunun bir bölümü demek olan “devrim muhafızları”nı “terör örgütü” ilan etmek, gerçek anlamında bu cepheyi ilan etmek demektir.

Ve yine aynı ABD, gelişmeler kontrolünden kaçarsa, Suriye sahasındaki tüm suçları Türkiye’ye yıkma eğilimindedir.

ABD, Saray Rejimi’nin, tetikçilikteki heveslerini kullanmak istemektedir. Sorun, bölgede ve dünyadaki dengelerdir.

İdlib ve Suriye’nin işgal edilmiş toprakları, Suriye tarafından geri alınırsa, elbette ABD oyunu farklı kurmak zorunda kalacaktır. Erdoğan, Suriye’de temiz bir çözüm isteyemez. Bunun bir nedeni ABD ne isterse onu yapmak zorunda olmasındadır. Ama ikincisi de, eğer Suriye kendi topraklarını alır, İdlib’i alır ve barış sağlarsa ABD’nin Erdoğan’a olan ihtiyacı da azalacaktır. Bu nedenle Erdoğan, savaştan, tetikçilikten yana olmak zorundadır.

Bu “kurnaz” dış politika, gerçekte “savaş, yağma ve rant ekonomisi” ile de uyumludur.

Ve hepsi birlikte tam bir sıkışmışlığı, tam bir krizi işaret etmektedir.

Mayıs kızıllığında ‘71 kopuşu ve Kaypakkaya¹

“Şelaleye
Düşmüştür
Zeytinin dalı;
Celaliyim
Celalisin
Celali.”²

Mayıs ayı, devrimci hareket tarihimizin kızıl şafağıdır. Ona dair ne söylesek, daima eksik kalacaktır.

Kolay mı? Radikal bir kopuştan söz ediyoruz.

Sömürü sistemine karşı verilen mücadeleyi siyasal iktidarın fethedilmesine bağlayan tarihsel cürettir ifade ettiğimiz.

Ya da düzen içi siyaset anlayış(sızlığ)ından kopan Mahir Çayan’lar, Deniz Gezmiş’ler, İbrahim Kaypakkaya’lar nezdinde gerçekleşen ‘71 Devrimci Kopuşu, “Gerçekçi olun, imkânsızı isteyin” praksisidir.

Mayıs’ın kızıllığı hepimize, XI. Tez’deki üzere dünyanın nasıl değiştirileceğini öğretirken; Karl Marx’ın, “Biz dünyaya şunu söylemiyoruz: ‘Mücadelelerinizi durdurun, yaptıklarınız aptalca şeylerdir; gerçek mücadele sloganını biz size vereceğiz.’ Biz sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele ettiğini ve bilincin, o istese de istemese de, kazanılmasın zorunlu olan bir şey olduğunu gösteriyoruz,” uyarısını da unutmuyoruz.

Söz konusu kopuş hemen her şeyi yeniden biçimlendirirken;3 tarihsel bir mücadelenin de güzergâhını belirlemişti!

Örneğin 18 Mayıs 1973’te İbrahim Kaypakkaya’nın teslim alınamayan iradesi yine 1982’nin 18 Mayıs’ında Diyarbakır Zindanı’nda işkenceye protesto için kendini yakan Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin ve Eşref Anyık’ın başkaldırısına yol açmıştı.4

Yani gerçek bir bütünün parçalarından oluşan Mayıs’ın kızıllığı çok ama pek çok şeyi değiştirdi; onun gücü de buradaydı zaten.

“Nasıl” mı?

Mesela Ruhi Su’nun ‘Mahsus Mahal’ını dilinden düşürmeyen İbrahim Kaypakka’nın mezarının yapılmasına anıt mezar olmaması koşuluyla izin verilip, mezarın olduğu köye bir de karakol kurulmuş ve bu kadarla da yetinilmeyip mezarı ziyaret eden, ağıt yakan İbo’nun anasına bile dava açılmıştı. 

Mayıs’ın kızıllığı asla gölgelenemedi; tiranların buna gücü yetmedi…

Alın size bir örnek: 2003 yılının yaz aylarında bir grup yolcu, Malatya’nın köylerinden arabayla geçerken, yol kenarında bulunan kayısılardan bir miktar almak isterler. Kendilerine yetecek kadar kayısı toplar ve tarla sahibi köylüye ücretini vermek isterler. Bu sırada yolculardan birisi köylüye: “Amca sen İbrahim Kaypakkaya diye birisini tanır mısın?” diye sorar.

Böyle bir soru karşısında afallayan, bir o kadar da kaygılanan köylü duraksarken; yolcu sözüne devam eder: “Biz onun yoldaşlarıyız!”

Bunu duyan köylünün yüzünde, içten içe duyduğu memnuniyetin ifadesi olarak bir tebessüm belirir ve sözünü sakınmaz: “Koyun o paranızı cebinize, ben Kaypakkaya’nın yoldaşlarından para almam!”

 ‘71 DEVRİMCİ KOPUŞU

Derinlikli kökleriyle halkı kucaklayan bu gerçekliğin ardında ‘71 Devrimci Kopuşu gerçeği yatar.

Coğrafyamızda ‘71 Devrimci Kopuşu ya da ‘68’den söz edildi mi; ilk akla gelen Deniz Gezmiş’tir, Mahir Çayan’dır, İbrahim Kaypakkaya’dır, onların yoldaşlarıdır.

Radikal sosyalistler için Onlar önderlerimiz ve halk kahramanlarıyken; geniş halk kitleleri için ise, sözünün ardında duran, dürüst, davasına sonuna kadar bağlı, halktan yana yiğitlerdi.

“Sosyalist hareketin devrimci virajı olarak” da anılan ‘71 Kopuşu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO), Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist (TKP-ML) tarafından gerçekleştirilmiş tarihsel atılımdı.

Bu kopuşun seyri ve yönü bellidir ve söz konusu kopuşun yönünü en iyi 70’lerin başındaki kopuşun en son düşeni ve zincirin son halkası olan İbrahim Kaypakkaya’nın vardığı nokta anlatır.

Dönemdaşlarının, “Deniz’in ve Mahir’in ve Kaypakkaya’nın samimiyetinden kimsenin kuşkusu yok. Ölümüne samimiydiler,”5 notunu düştüğü Onlar; çok önceleri coğrafyamızın bugünüyle cebelleşip, hesaplaşmışlardı.

Örneğin Deniz Gezmiş sonradan Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül ile yıllar önce karşı karşıya gelmişti. 

ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Commer’in makam aracını yakanlardan 68 kuşağı temsilcilerinden Tuncay Çelen hepimize şunları aktarıyor:

“Abdullah Gül üniversite yıllarında fikri mücadelesini babası ve yakın çevresinden etkilendiği için, doğal olarak MTTB ve Akıncılar çatısı altında sürdürür. O dönemde sağ, sol kutuplaşmaları içinde yaşanan gerilimler ve tartışmalar herkesi etkiliyor ve olayların içine çekiyordu. Nitekim Abdullah Gül gibi yakın çevresinde sessiz ve uyumlu olduğu bilinen birisi bile bu ortamda aktif hareket içine girmiş ve İstanbul Üniversitesini kontrol altına alan Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Abdullah Gül ve arkadaşlarının fotoğraflarını duvarlara asmıştı. Abdullah Gül bu gergin dönemde 6 ay üniversiteye giremeyecekti.”6

Militanlığı yanında enternasyonalist özellikleriyle ‘71 Devrimci Kopuşu Filistinliydi de…

Yeri geldi hatırlatalım: “Filistinlinin yanında olmak, kıskançlıktan daha soylu bir tutumdur. Ama bu dayanışmanın bir tarihi var ki, atlanmamalı, unutmamalı, unutturulmamalıdır. Türkiye sosyalist hareketinin en genç neferleri, Filistin direnişinin yanında olageldiler hep. Hatırlamak, hatırlatmak zorundayız bunu. Gerçeğe bağlılık duygumuz en erdemli yanımızdır çünkü. Deniz Gezmiş, meseleye, örneğin, İslâmcı gibi bakmadığı için, gencecik yaşında yoldaşlarıyla Filistin’e gidip, El Fetih örgütü içinde, İsrail Siyonizmi’ne karşı savaştı.”7

Toparlarsak: 1970’ler sosyalist solun kitleselleşerek toplumsal meşruiyet kazandığı ve siyasal hayatın etkili aktörlerinden biri olduğu tarihsel momenti imler. 1971 ise “kopuş” olarak nitelenmiştir.

‘71 kopuşunun en radikal aktörleri, burjuva uygarlığının şu ya da bu kanadının ilerleticisi değil yıkıcısı olduğumuzu, burjuva devrimciliğinin değil, ezilenlerin devrimci mücadelesinin mirasçısı olduğumuzu anımsatır bize her daim.

Eski ve devlete yakın aydın tipinden de kopuştur ‘71 hareketi. Alt sınıflardan gelen gençlerin 60’lardaki sosyalist aydınlanma sürecinin yani yeni ve halka yakın bir aydın tipi olarak sosyalist sahnede ön plana fırlayışının da simgesidir.

İşçi sınıfı öncelliği ve önderliğine net vurgu yapan kopuş açısından aslolan ideolojik bir önderlik değil; bizatihi fiili/fiziksel bir önderliktir.

Özetle ‘71 kopuşu bir ayağını eskiye, öteki ayağınıda proletarya sosyalizmine yerleştirdiği bir kopuş inşa etmeye çalışmıştı. Alınan darbelerle köprünün ikinci ayağı tamamlanmadan kalmıştı.

Ancak ne pahasına olursa olsun, ‘71 devrimcileri ihtilalci bir kopuş yarattı. Bu kopuş kendini somut olarak sistem dışılıkla ve devlet karşıtlığıyla ifade etti.

‘71 pratiği ihtilalci bir yolu gösterirken; devrimci hareketinin radikal kanadının literatüründe, odağında TKP (M-L), THKP-C ve THKO’nun durduğu 1971 devrimci çıkışı, revizyonizmden ve reformizmden kopuştur.

1971 devrimci çıkışı, 1920’lerin ikinci yarısından başlayarak Kemalizmin bir çeşit sol kanadı hâline gelmiş olan ve devrimci iktidar perspektifinden yoksunlukla malûl olan bir “sol” anlayıştan kopuşken; bunun son halkası da İbrahim Kaypakkaya’nın vardığı noktadır.

 İBRAHİM KAYPAKKAYA

 “Hamza” kod adını kullanan İbrahim Kaypakkaya, Türkiyeli devrimciler açısından genellikle birbirine zıtmış gibi görünen iki farklı başlık altında değerlendirilir. Bir kısmı İbrahim’i “ser verip sır vermeyen” bir devrimci olarak tanımlarken, diğer bir kısmı onu Mao Zedung’un düşüncelerini kopya eden bir köylü devrimcisi olarak görür. Bu iki farklı bakış açısının kesiştiği ortak nokta, her ikisinin de İbrahim’i anlamaktan son derece uzak olmalarıdır.

İbrahim’i ser verip sır vermeyen yönü ile öne çıkaran bakış açısının temel sorunu, İbrahim’i yalnızca işkencedeki tutumu ve direnişi ile yücelterek, onu bu yönü ile kahramanlaştırmasıdır. İbrahim’in yalnızca bu yönü ile öne çıkarılması, ister istemez onun bütünü ile anlaşılmasını güçleştirdiği gibi uğruna serinden geçtiği sırrın da üzerini örter.

Diğer bakış açısı ise Mao Zedung’a dair olumsuz değerlendirmelerden yola çıkıp, İbrahim’in fikirlerini ve eylemlerini küçümseyerek gözardı eder. Böylece İbrahim’in komünist niteliği hem olumsuzlanan Mao dolayımıyla, hem de uvriyerist (işçici) bir yaklaşımla değersizleştirilir.

Dolayısıyla İbrahim’i kendi gerçekliği içinde değerlendirebilmek adına öncelikle bu iki bakış açısı ile hesaplaşılması gerekiyor. Çünkü her ikisi de İbrahim’i egemenler açısından tehdit edici olmaktan çıkartıyor. İbrahim’i kahramanlaştırıp bir ikona dönüştürmek ya da küçümseyip görmezden gelmek arasında sistem açısından tehlikeli bir fark bulunmuyor.

Oysa, “Biz işçi sınıfı hareketiyiz, onun öncü müfrezesiyiz. Köylü hareketi asla değil. Ülkemizin bugünkü somut şartları bize köylülükle ilgili görevler yüklüyor, ama bu geçicidir, bizi asıl görevimize yaklaştıran geçici bir adımdır. Köylülük, kitle olarak, bir bütün olarak, ‘üretim araçlarının özel mülkiyeti alanında’ bulunmaktadır. Kapitalist toplumun temelinin muhafazasından yanadır. Köylülük, modern sanayi karşısında dağılan ve yok olmaya doğru giden bir sınıftır. Oysa proletarya, mülkiyetle bütün bağlarını koparmıştır. Modern sanayin özel ürünü ve asil ürünüdür… Bu nitelikleri dolayısıyla da, toplumun bütün emekçi kesimlerinin, bu düzenden acı çeken insanlığın tümünün kurtuluşunu, tarih işçi sınıfının omuzlarına yüklemiştir. İşte biz, bu sınıfın öncü müfrezesiyiz ve bu yüzdendir ki, partimizin önüne bir de köylü sıfatının eklenmesi, bilimsel olarak yanlıştır,” diyen İbrahim Kaypakkaya coğrafyamızda, kapitalist sistem açısından dönemin en tehlikeli komünisti olarak görülüyordu. Böyle görülmesinin temel sebebi ise Lenin’in “devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz” sözünü, kendi özgünlüğünde gerçekleştirmeye başlamış olmasıdır. Bu özgünlük İbrahim’in komünist niteliğini Kemalizm ile barışık olarak değil, onun dışında ve karşısında inşa etmesine dayanır. Kemalizmin sınıfsal niteliğinin analizine yönelik çalışmaları, İbrahim’in teorik açıdan pek konuşulmayıp, üzerinin örtülmesinin de temel bir nedenidir. Özellikle İbrahim’i yukarıda bahsedilen iki bakış açısından herhangi biriyle değerlendirmekte ısrar edenler, bu nedenle onun fikir ve eylemlerinin görmezden gelinip, hasır altı edilmesine de ister istemez katkıda bulunurlar…

İbrahim’in Mao’yu taklit eden, basit bir köylü devrimcisi olarak ele almak, onun bulunduğu her bölgeyi analiz etmesinin ve oradaki yerel halkla devrimci mücadelenin kuvvetlenmesine yönelik ilişki geliştirmesinin sebeplerini anlamaktan da uzaktır. Gerçeklik şudur ki, İbrahim’in teorisi gibi pratiği de devrimcidir ve komünist bir içeriğe sahiptir.8

Elbette “İbrahim Kaypakkaya da bir mesih ya da bir ikona değildi.”9

O, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin (BPKD) ve onun idelojik ve siyasal önderi Mao’nun safında yer almıştı.

Katledildiğinde 24 yaşında olan İbrahim Kaypakkaya, Çorum’a bağlı Karakaya köyünde doğuyor. İlkokulu bitirince Hasanoğlan İlköğretim Okulu’na, oradan da İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na giriyor.

İstanbul’da aktif bir öğrenci ve devrimci oluyor. Aslında devrimci fikirlerle Hasanoğlan’da tanışıyor ancak birçok şey İstanbul’da yerli yerine oturuyor. Mücadelenin yükseldiği 1967-68 yıllarında, Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)’nun Çapa’da şubesini kuruyor. Okul yönetimi, derneğin 10 kurucu üyesini okuldan bir ay uzaklaştırıyor. Ancak bununla yetinmeyip savcılığa suç duyurusunda bulunuyor. Daha sonra bu 10 kişiyi okuldan atıyorlar. Onlar da, Danıştay’a dava açıyorlar. Kazanıyorlar. Ancak 10 kişiden sadece İbrahim okula alınmıyor. İbrahim ise bu sürede hiç boş durmuyor ve bütün etkinliklerde yer alıyor.

Forum, Ant Türk Solu, Aydınlık Sosyalist Dergi gibi yayınlarda yazılar yazıyor. 6. Filo ve Kanlı Pazar eylemlerinde de yer alıyor. Okul işgallerine ve boykotlara katılıyor. Trakya’da köy mitinglerinin örgütlenmesine, Demir Döküm Sungurlar, Horoz Çivi, Petriks Ege Sanayi, EAS Akü, Gamak Singer, Derby gibi fabrikalarda işçilerle mücadele örgütlüyor.

Okuldan atılınca Çorum’a dönüyor ve Çorum köylerinde çalışmaya başlıyor. Bu bölgedeki çalışmalarını, ‘Çorum içinde sınıfların tarihi’ konulu inceleme ile yazıya dönüştürüyor. Arkasından Malatya, Antep yörelerinde, Silvan, Nazimiye, Kürecik ilçelerinde, Haydaran’da, Nurhak ve Düzgün dağlarının köylerinde çalışmalar yapıyor. Bu sürelerde de İstanbul ve Ankara’ya gidip geliyor. Yine Malatya’daki çalışmalarını, ‘Malatya’da sınıfların tahlili’ konulu bir incelemeye dönüştürüyor.

12 Mayıs 1972’de Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özüdoğan’ları ihbar edip öldürülmelerine yol açan Kürecik bucağı Kahyalı köyü muhtarı Mustafa Mordeniz’i öldürüyor. Bunu aynı zamanda, dönemin “devrimci dayanışma” özelliğine uygun olarak, Deniz’lerin idamı üzerine de yaptığı biliniyor.

Modern zamanın devrimcisi Kaypakkaya, FKF örgütlenmesinden sonra Milli Demokratik Devrim (MDD) tezlerini savunuyor. Ayrışma döneminde TİİKP’te yer alıyor. Daha sonra ise TİİKP’e ağır eleştireler getirerek TKP-ML ve TİKKO’yu kuruyor. TKP-ML’nin programını ‘Şafak Revizyonizmi Tezleri’nin Eleştirisi’, ‘Milli Mesele’, ‘Kemalist İktidar Dönemi’, ‘İkinci Dünya Savaşı Yılları’ ve ‘27 Mayıs Hareketi’, ‘Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım’ başlıklı tezlerinde kaleme alıyor ve düşünsel duruşunu ortaya koyuyor.

İbrahim Kaypakkaya, yaşadığı dönemde tartışma konusu olan Milli Mesele’de, çok net tavır ortaya koymasıyla biliniyor. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını açık olarak savunuyor ve Kürt sorununa ilişkin tespitlerinde devletin asimilasyon politikasını çok net olarak anlatıyor. Türk ve Kürt halkının birlikte mücadele etmesinin, hatta aynı partide mücadele etmesinin gerekliliğini vurguluyordu.

Toparlarsak: İbrahim Kaypakkaya’yı ‘71 kopuşunda öne çıkaran özelliği, Kemalizm ve aydınlanmacılığa karşı fırlattığı oktur; kopuşun içindeki kopuştur.

Bu yolda “Kaypakkaya’nın tespiti keskin, uzlaşmaz ve yıkıcıydı: Komünist olmanın ilk ve temel adımı Kemalizm’in reddedilmesiydi. Kemalizm ve ulusal sorun TC’nin iki ana kolonu olagelmişti ve Kaypakkaya bu iki ana kolona vurarak, devrimci bir çıkışın olanaklarını, devrimin imkânını aramıştı.”10

 “Farklılık iddiaları”na rağmen her şeyi aynılaştıran Kemalizme11 karşı tavrıyla O; halkların kardeşliğine inan, geçici değil kalıcı çözümler peşinde olan devrimcidir.

Tarihi haksızlıklara ve soykırımlara uğramış Ermeni ve Kürt halklarını savunduğu için kendilerini “solcu” olarak maskeleyen tescilli ırkçılar ve devletçi sefiller tarafından ölüsüne de dirisine de en çok saldırı yapılan komünisttir.

Varolan düzenin hiç bir yanını kabul etmezken; işkence sürecinde de sürekli yazan, hatta onu hücrede görenlerin dediğine göre elleri sargılı ayakları kesilmişken bile bulduğu ufacık kağıtlara teoriler yazan biriydi.

İbrahim Kaypakkaya’nın son halkasını oluşturduğu ‘71 pratiği, devrimci tarihimizde bir momenti işaretlerken; O, yıkıcı bir teori ve yıkıcı bir pratiktir.

Özetle ezilenleri aydınlatacak ateşi çalarken, ateş olup, büyük bir yangını çıkaran(lardan)dır ve devrimin güncelliği fikri İbrahim Kaypakkaya’yı betimleyen asli unsurdur.12

Onun en temel özelliklerinden birisi de V. İ. Lenin benzeri uzlaşmazlığıyken; Kemalizm ve Ulusal Sorun analizleri bu tutumun ilkeselliğine örnektir.

“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır…

Kemalist hareket, özünde ‘işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkânına karşı’ gelişmiştir…

Kurtuluş Savaşı’nı takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hâkim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır,”13 diyen İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm’e eleştirisi çok önemlidir.

Ayrıca bununla bağıntılı olarak da “Kürtler de bir ulustur ve kendi kaderini belirleme hakkına sahiptir,” vurgusuyla “Türkiye’de Kürtlerin bir ulus oluşturduğu, gözü azgın Türk şovenizmiyle karartılmamış olan herkesin kabul edeceği, tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir…”

“Ulusal baskı sadece Kürt Halkı’na değil, Türk egemen sınıflarıyla her bakımdan kaynaşmış bir avuç büyük feodal bey ve üç-beş büyük burjuva dışında, bütün Kürt ulusuna uygulanmaktadır…”

“Marksist-Leninist hareket, Türk burjuva ve toprak ağaları tarafından ezilen Kürt Ulusu’nun kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkını, her dönemde ve kayıtsız koşulsuz tanır ve savunur…”

“Ulusal sorundaki temel şiarımızı bir kere daha tekrarlayalım: Bütün uluslar için tam hak eşitliğidir,” diyerek bugünkü Kürt hareketinin de teorik olarak tohumlarını ortaya atmıştı.

“Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa kendi kaderi tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik, yerel, kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yönetim bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun bileşimi vb temeli üzerinde bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir,” diyerek…

Özetin özeti; “Esasen biz Komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçta asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım,” tutumuyla İbrahim Kaypakkaya, boyun eğmedi, hiç tereddüt etmedi. Ölümünü manifestolaştırdı.

DEVLET VE ZIRVA(LAR)

 Kolay mı? Orta yerde kendini saklamaya bile hacet duymayan devlet tavrı söz konusuydu:

“İbo ve dava ile ilgili dosyalar İstanbul ve Dersim’den Diyarbakır’a geliyor. Dosyada, İbo’nun Meral Yakar’a yazdırdığı Kemalizm, Milli Mesele, Genel Eleştiri ve diğer yazıları ile orijinal el yazmaları bulunuyor. Dosyaya ayrıca MİT’in İbo ve TKP (M-L) hakkında bir kısa raporu konuluyor. Dosyayı dikkatle okuyan Yaşar Değerli, devlet güvenliği açısından kendi konumunun ciddiyetini daha iyi kavrıyor.

Savcı Değerli ikinci kere yazıcısını yanına alıp hastaneye geliyor ve ifade alamayınca İbo ile bağırtılı, sert tartışmalara giriyor. İbo’yu, yazdığı yazılarla tarihi çarpıtmak, Cumhuriyetin kurucusuna çamur atmak, devleti yıkmaya ve ülkeyi bölmeye kalkışmakla itham ediyor. İbo, bilinen inadıyla kendini savunmakla kalmıyor, Değerli’yi halka karşı suç işlemekle itham ediyor. Savcı odayı terk ederken, öfkesini, “Hem bunları yazacaksın, hem de ifade vermeyeceksin öyle mi, ifade vermezsen seni ben öldüreceğim, ölümün benim elimden olacak,” diye bağırıyor.

Mayıs ayının ortalarında Savcı Yaşar Değerli Ankara’dan geliyor. 17 Mayısı günü İbo hücresinden alınıyor ve götürülürken demir parmaklıkların ötesindeki tutuklu arkadaşlarını görüyor, gülümsüyor, el sallıyor. Götürülüp bekletildiği yerde, 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece kurşunlanarak öldürülüyor. Daha sonra ceset, kurşun izlerinin yok edilmesi amacıyla kurşun deliklerinin bulunduğu yerlerden kesilerek, askeri hastanenin morguna konuluyor.”14

Şimdi; oncasının ardından “İbrahim Kaypakkaya’yı 1960’ların Sol Sübjektivizmi”15 veya “Dönemin genel atmosferinin gençlik algısı yorumlarıyla malûl ol”makla16 nitelemek abesle iştigal değilse nedir ki?

Komünizm davası için savaşırken katledilen İbrahim Kaypakkaya ve ‘71 Devrimci Kopuşunu bilgisayar başından ahkâm keserek, eleştirmeye kalkışmak yozlaşmanın bir göstergesidir.

Tıpkı 2013’de Âkil İnsanlar Heyeti’nin Çorum gezi durağında, Oral Çalışlar’ın İbrahim Kaypakkaya’nın mezarını ziyaret etmesi gibi…

Bilmiyor olamazsınız; bir süredir Kaypakkaya anmalarında Murat Belge, Oral Çalışlar ve “Yakın zamana kadar biri bana gelip, ne geçmişte ne de bugün, fikriyatı, söylemi ve eylemiyle mutabık olmadığım İbrahim Kaypakkaya hakkında düzenlenecek sempozyuma katılacağımı, dinlemekle yetinmeyip konuşma yapacağımı söylese herhâlde ‘Uyurken sırtın açık kalmış senin’ derdim,”17 diyen Avni Özgürel gibi isimleri görür olduk. Hangi akıldır onları çağıran, nasıl bir arsızlıktır onları boy göstermeye iten?

Hayır, Onu ve ‘71 Devrimci Kopuşunu reformizme, kuyrukçu beklentilere ve uzlaşmacılığa alet edemezsiniz!18

Mesela İbrahim Kaypakkaya’nın, “Hizipçi ve bölücü olanlar, revizyonist çizgide ısrar edenlerdir. Bütün eleştirilere rağmen hatalarını düzeltmeyenler, düzeltmemekte ısrar edenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, samimiyetle öz eleştiri yapmak yerine, sadece çok sıkıştıkları zaman, revizyonist özü kamufle edenlerdir. Hizipçi olanlar, kendilerine eleştiri yöneten kadrolardan örgütün imkânlarını esirgeyenler, kendilerine yağcılık ve dalkavukluk yapanlara bütün imkânları sergileyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, örgüt içinde körü körüne itaati, dalkavukluğu, sırt sıvazlamayı teşvik edenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, kendilerine gelince her şey iyi, başkalarına gelince her şeyi kötü gösterenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, örgüt içi eleştiriyi bastırmaya çalışanlardır. Kendilerine yönelen eleştirileri kadrolardan gizleyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, kendilerini eleştiren kadroları iğrenç bir iftira ve dedikodu kampanyası ile yıpratmaya, diğer kadroların gözünden düşürmeye, tecrit etmeye çalışanlardır. Hizipçi ve bölücü olanlar, eleştiri mekanizmasını işleten kadrolar aleyhine sinsi planlar hazırlayanlardır. Bu gibi kadrolara silahlı komplolar düzenleyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, hem demokrasi hem de merkeziyetçilik ilkesini çiğneyerek kendilerine en aşırı demokrasiyi, Marksist-Leninistlere de en aşırı merkeziyetçiliği uygulamak isteyenlerdir. Burjuva önderlik, bütün bu özellikleriyle hizipçiliğin ve bölücülüğün en tipik örneklerini vermişlerdir,”19 diye mahkûm ettiği Şafak Revizyonizmi ya da Doğu Perinçek’e karşı tutumu nettir.

Yeri gelmişken vurgulayayım:  ‘Yeni Akit’ yazarı Mehmet Koçak, “Son zamanlarda buluşup görüştüğüm kişilerden biri Doğu Perinçek’tir. Doğrusu ben, onunla buluşmadan, tartışmadan ve onu ondan dinlemeden önce çok farklı bir Perinçek tanıyormuşum” vurgusuyla, “Ben inançlar üzerinden siyaset yapılmasını ve o yüce değerlerin istismarına ısrarla karşıyım. Ancak, merakınızı gidermek için ifade edeyim ki ben ateist değil Müslümanım. Bayram namazlarını kaçırmam, Cuma namazlarına vakit nispetinde gitmeye çalışıyorum,” dediğini aktarıyor Doğu Perinçek’in!20 İnsan bir kez yoldan çıkmayagörsün!

Yine özetin özeti: “Bugünden İbrahim Kaypakkaya’ya baktığımızda, tarihsel süreç ve bilinç açısından çok kısa bir zaman aralığında yürüttüğü ideolojik çalışmalar sonucu, Doğu Perinçek hareketinden isabetle koptuğunu görürüz. Buradan doğru Kemalist kadronun devleti kurarken, sol’un bir kesiminin onun ‘aydınlanmacılık’ örtüsü altına nasıl girdiğini, Kemalist devleti meşrulaştırmaya ‘sol’dan yüklenen bu tür bir takviyenin, ‘sol’cuyu devlet derinliğine nasıl sürüklediğine varmak kolaylaşır.”21

NİHAYET

Yine ve herkesin bildiği üzere Nâzım Hikmet’ce, “ölenler dövüşerek öldüler;/ güneşe gömüldüler/ vaktimiz yok onların matemini tutmaya!/ akın var/ güneşe akın/ güneşi zaptedeceğiz/ güneşin zaptı yakın!”

Ya da Murathan Mungan’ca, “Bak işte yaklaşıyor fırtına/ Bak yine yükseliyor dalgalar/ Yollardan sonra yıllardan sonra/ Şarkılar söylüyor çocuklar/ Yollardan sonra yıllardan sonra/ Yeniden yan yana onlar/ Ne geçmiş tükendi ne yarınlar/ Hayat yeniler bizleri/ Geçse de yolumuz bozkırlardan/ Denizlere çıkar sokaklar…”

Veya Arkadaş Z. Özger’ce, “Alnını/ dağ ateşiyle ısıtan/ yüzünü/ kanla yıkayan dostum/ senin uyurken dudağında/ gülümseyen bordo gül/ benim kalbimi harmanlayan isyan olsun/ şimdi dingin gövdende/ uğultuyla büyüyen sessizlik/ birgün benim elimde/ patlamaya sabırsız mavzer olsun,” diye haykırmayı sürdüreceğiz…

Aleksandr Puşkin’in ‘Boris Godunov’ oyunundaki, “Halk gizlice ayaklanmaya eğilimlidir” sözünü unutmadan…

Dünya halkları gibi coğrafyamızda da adaletsizliğe karşı isyan duygularıyla doluyor… Bizim halkımız da kendisine zorla giydirilmek istenen deli gömleğini, tutsaklık giysilerini ‘71 Devrimci Kopuşu geleneğiyle yırtıp atacaktır.

Tıpkı İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinden birkaç saat önce, tiranların sorularına verdiği yanıtlardaki komünist kararlılıkla:

“- Sen Kürt değilsin, Alevî ve Türk’sün; Kürtlerden sana ne, onları sen mi kurtaracaksın?

– Hayır, partimiz önderliğindeki halk ordusu ve halk savaşı kurtaracaktır.

– Emin misin? İnanıyor musun, gerçekten?

– İnanmasam Dersim dağlarında işim ne? Bu yola baş koyduk, geriye dönüşümüz yoktur.

– Bana Haymanalı22 derler; sen o yolun sonunu göremeyeceksin.

– Size ben de Çorumluyum diyesim geliyor. Bütün samimiyetimle bir daha söylüyorum. Bu yola baş koydum. Başımı alabilirsiniz. Fakat partim ve yoldaşlarım, iktidarınızı yerle bir edecektir. Sizden ve sizleri buraya gönderenlerden korkmuyorum.”23

 18 Mayıs 2019, İstanbul.


  1. İstanbul’da 25 Mayıs 2019 tarihinde düzenlenen “… ‘71 Devrimci Kopuşu Işığında Devrimci Gençlik Mücadelesi ve Güncel Görevler” başlıklı panelde yapılan konuşma…
  2. Cemal Süreya.
  3. “6 Mayıs’ta Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildiler. Bu üç devrimci önderin katledilmesi Türkiye tarihinde yeni bir dönem başlatmıştır… 12 Mart faşizmi sonrası Türkiye ve Kürdistan’da devrimci mücadelenin gelişiminde bu üç fidanın, Mahir Çayan’ın ve İbrahim Kaypakkaya’nın rolü çok büyük olmuştur…” (Hüseyin Ali, “Unutulmayacaklar”, Gündem, 6 Mayıs 2016, s. 5).
  4. 18 Mayıs 1982’de kendilerini yakan ‘Dörtler’in artlarında bıraktıkları not şöyleydi: “Bu eylem mutlaka halka ulaştırılmalı. Eylem, Mazlum arkadaşın eyleminin devamıdır. Eylem doğru anlaşılmalı. İhanet, teslimiyet ve baskılara karşı konulan bir eylemdir.” (“Bugün ‘Dörtler’ ve İbrahim Kaypakkaya’nın Ölümlerinin Yıldönümü”, 18 Mayıs 2018… http://gazetekarinca.com/2018/05/dortler-ve-İbrahim-Kaypakkayanin-olumlerinin-yildonumu/).
  5. Mustafa Yalçıner, “Kapitalist Düzen ve Denizler…”, Gündem, 7 Mayıs 2016, s. 7.
  6. “Deniz Gezmiş Abdullah Gül’ü 6 Ay Okula Sokmadı”, 6 Mayıs 2014… http://www.insanhaber.com/guncel/deniz-gezmis-abdullah-gulu-6-ay-okula-sokmadi-36483
  7. “İslâmcının, ‘İslâm Enternasyonalizmi’nden anladığı ile Gezmiş’in anladığı bambaşka şeylerdir tabii. Gezmiş, Filistinlinin, İsrail Siyonizmi’nin yanısıra, ABD güdümündeki İslâmi yapılar ile de boğuştuğunu gördü, yaşadı. Bugünün Cihad’cıları, o dönemin Amerikan dostuydular, darılmaca yok. İslâmi hareketler, El Fetih’e, -ki Filistin mücadelesinin önderi, en geniş tabanlı örgütüydü- laik-komünist cephede gördükleri için, Siyonist barbarlık karşısında destek vermediler. Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, George Habbaş önderliğinde İsrail’e kan kustururken, her milletten, Deniz Gezmiş, Bora Gözen, Faik Bulut da dahil onlarca Türkiyelinin aralarında olduğu binlerce gönüllü vardı yanında, İslâmcılar hariç. Enternasyonalizm budur. Enternasyonalizm acıları kompartımanlara bölüştürmez. Zulmün kurbanı kimse, enternasyonalist ordadır.” (Mustafa K. Erdemol, “Bizim Deniz’den Mavi Marmara’ya”, Birgün, 16 Mayıs 2018, s. 4).
  8. Ümit Ağgül, “Kızıl Bir Put Kırıcı: İbrahim”, 18 Mayıs 2016… http://direnisteyiz3.org/kizil-bir-put-kirici-ibrahim-umit-aggul/
  9. Derviş Cemal, “Emrah Cilasun: Ser Verip Sır Vermeyen Yiğit!”, Birgün, 18 Mayıs 2016, s. 11.
  10. Mustafa Kemal Ersöz, “Yoldaş Seni Anacağız!”, 18 Mayıs 2019… http://siyasihaber4.org/yoldas-seni-anacagiz/84415
  11. “Farklı oldukları iddiası”ndaki Kemalizm’in 19 Mayıs’ı konusunda işte iki (benzer) tavır:
    i) 19 Mayıs resepsiyonuna davet edilmeyen HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, “Samsun’da olmak isterdik,” dedi. (“HDP, Tarih Bilinci Bu Kadar Eksik Bir Kadroyu Hak Etmiyor”, 20 Mayıs 2019… https://www.gazeteemek.com/gundem/ayse-hur-den-samsunda-olmak-isterdik-diyen-pervin-buldan-a-h9706.html).
    ii) “Türkiye Komünist Partisi, kurtuluşa ilk adımın 100. yılında bir açıklama yaparak, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına selam gönderdi. ‘Mustafa Kemal devrimci olarak hareket etmiştir,’ dedi.” (“TKP: Mustafa Kemal Devrimci Olarak Hareket Etmiştir”, 19 Mayıs 2019… http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/tkp-mustafa-kemal-devrimci-olarak-hareket-etmistir-h128672.html).
  12. Georg Lukács, V. İ. Lenin’i Karl Marx’a bağlayan en önemli özelliğinin “Devrimin Güncelliği” fikri olduğunu söyler. Yani emperyalizm çağında, her şart altında devrimin ihtimalini, olanağını, aktüelliğini arama. Bunun pratik, örgütsel, teorik adımlarını ısrarla atma. Yıkıcı teoriyi, yıkıcı güçle ısrarla birleştirme iradesidir.
  13. “Kaypakkaya’nın Kemalizm Eleştirisi”, 22 Ocak 2019… https://Kaypakkayamanifestosu.wordpress.com/2019/01/22/Kaypakkayanin-Kemalizm-elestirisi/#more-636
  14. Muzaffer Oruçoğlu, “İBO’nun Katledilmesine Giden Yol”, Gazete Patika. 15 Mayıs 2019… https://www.gazetepatika10.com/ibonun-katledilmesine-giden-yol-muzaffer-orucoglu-37524.html
  15. “İbrahim Kaypakkaya’yı, 1960’ların dünya ve Türkiye’sindeki genel sola kayışın zirve noktalarından biri olarak değerlendirmek mümkündür. Bu sola kayışın, 1968’e kadar görece sağlıklı bir gelişme izlediği söylenebilirse de, bu tarihten sonraki, 1970’lere ilerleyen süreçte, gerek kitle hareketlerinin geri çekilmesi, gerek solun egemen sistem tarafından yenilgiye uğratılması sonucu, tedricen bir sol sübjektivizme dönüşmüş, önce sisteme sert ve umutsuz saldırılarla ‘ileriye kaçmış’, sonra da yer yer yozlaşarak dağılmıştır.” (Gün Zileli, “1960’ların Sol Sübjektivizmi: İbrahim Kaypakkaya”, 16 Kasım 2016… www.gunzileli.com/2018/05/20/1960larin-sol-subjektivizmi-İbrahim-Kaypakkaya/).
  16. Asaf Güven Aksel, “Çekin Pis Ellerinizi İbo’dan”, 18 Mayıs 2013…  http://haber.sol.org.tr/soldakiler/asaf-guven-aksel-yazdi-cekin-pis-ellerinizi-ibodan-haberi-73227
  17. Avni Özgürel, “İbrahim Kaypakkaya”, 6 Mayıs 2009… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/avni-ozgurel/İbrahim-Kaypakkaya-934515/
  18. Bkz: Teslim Töre, “Strateji: 23 Haziran’da İstanbul, Devamında Türkiye’nin Kurtuluşu Olmalı!”, 18 Mayıs 2019… https://www.facebook.com/tslmtre/posts/2685058115053912
  19. İbrahim Kaypakkaya, “… ‘Hizipçi’ ve ‘Bölücü’ Olan Kimdir?”, 12 Aralık 2018… https://Kaypakkayamanifestosu.wordpress.com/2018/12/12/hizipci-ve-bolucu-olan-kimdir-İbrahim-Kaypakkaya/#more-613
  20. “Ben ateist değil Müslümanım… Bayram namazlarını kaçırmam, Cuma namazlarına vakit nispetinde gitmeye çalışıyorum… Hz. Peygamberimiz müstesna bir insandır. Zulme karşı birleştirici olan ümmet anlayışıyla kabileleri İslâm’ın temel prensiplerinde birleştirmeyi başaran büyük bir devrimcidir… Ümmetin birleştirici ruhundan uygarlıkla bütünleşen medeniyetler doğmuştur… İslâmiyet ile Türkler, ticaret ve medeniyet ile ahlâki değerleri yüceltmişlerdir. Ümmet anlayışı ile de çeşitli etnik kökenden gelen toplulukları bir arada tutmuşlardır… Bugün İslâm dünyasındaki dağınıklık ancak ümmet anlayışıyla aşılabilir.” (“Doğu Perinçek’ten Çok Konuşulacak Buluşma: ‘Ateist Değil Müslümanım Bayram Namazlarını Kaçırmam’…”, 20 Ekim 2018… https://odatv.com/dogu-perincekten-cok-konusulacak-bulusma-ateist-degil-muslumanim-bayram-namazlarini-kacirmam–20101859.html).
  21. Celalettin Can, “Mayıs’ta Toprağa Düşen Devrimcileri Unutmayalım!”, Gündem, 20 Mayıs 2016, s. 14.
  22. Haymanalı: Orgeneral Şükrü Olcay’dan başka biri değildir. İkinci Ordu Komutanlığından emekli olmuştur.
  23. Hasan Zengin, “Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevinde Kaypakkaya ile Son 48 Saat”, (13 Mayıs 2011) 17 Mayıs 2019… https://www.gazetepatika10.com/diyarbakir-sikiyonetim-tutukevinde-kaypakkaya-ile-son-48-saat-37646.html

Toplumsal mücadele ve demokratik kitle örgütlenmesi

Son dönemde, burjuva medya, liberal yazarlar, dönek solcular, hep birlikte dillerine Sivil Toplum Örgütlenmesi kavramını doladılar. STK diye kısaltılıyor. O kadar ki, STK, giderek bizim eski bir kavramımızın “Demokratik Kitle Örgütü” kavramımızın pabucunu neredeyse dama atıyor.

Bu yeni de değil.

Burjuvazi, sadece copla, sadece şiddetle, sadece hapishaneleri, yargısı, silâhlı adamları ile işçi sınıfının toplumsal kurtuluş, sosyalizm, özgürlük mücadelesini bastırmıyor. Hayır sadece bu baskı aygıtları ile yetinmiyor. Aynı biçimde, ciddi ve yoğun bir ideolojik mücadele de sürdürüyor. Bu ideolojik mücadele, en başta, işçi sınıfının öncü kesimlerinin aklını bulandırmak, onları hareketsiz, ufuksuz bırakmak içindir.

Bilinen bir örnektir: SSCB çözüldüğünde, burjuva cephede sevinç nidaları biraz dindiğinde, “tarihin sonu” çığlıkları yerini biraz olsun gerçekliğe bıraktığında, tüm burjuva kalemşörler, yanlarına dönek solcu aydınları da alarak, “elveda proletarya” güzellemelerine başladılar.

“Elveda proletarya”, bugün dahi etkisini sürdüren bir saldırıdır.

Burjuvazi, elbette, sadece ve sadece “ekonomik bir varlık” olarak, işçi sınıfını tanımayı kabul eder. Ne de olsa, üretecek olanlar, üretim bantlarında ömrünü tüketecek olanlar gereklidir. Ve bu, hiçbir zaman bir robot ile gerçekleştirilecek bir süreç değildir. Her ne kadar makinalaşma gelişirse gelişsin, canlı emek ve canlı emek deposu olarak işçi, kapitalizmin her zaman ihtiyaç duyacağı bir sınıfın üyesidir. Bu nedenle, “ekonomik” bir sınıf olarak, canlı emek deposu olarak proletaryaya “elveda” denilmiyordu.

Onlar, 1848’de başlayan, kapitalist dünyanın üzerinde yer aldığı yeryüzünü sarsan, proletaryanın devrimci dirilişinden söz ediyorlardı. Onların elveda demek istedikleri şey, bu idi. Yani devrimci proletarya, yani burjuvazinin egemenliğini yıkan, Ekim Devrimi ile dünyanın önemli bir bölümünde sosyalizmin zaferini ilan eden, kapitalist pazar ilişkileri ağını darma duman eden muzaffer proletaryaya elveda demek istiyorlardı.

Yoksa onlara, her zaman, kendi emirlerinde çalışacak, kanlarını emecekleri geniş işçi yığınları lazımdır. Bugün, dünya proletaryasının sayısı, 4 milyarı geçmiş durumdadır. Bu 4 milyar ve fazlası olmadan, dünyanın çok küçük bir azınlığı, yaklaşık binde 5’i, nasıl böylesi bir zenginlik içinde var olabilir, yaşayabilir? 10’dan az ailenin servetleri, dünyanın yarısınınkinden nasıl daha fazla olabilir?

Elveda proletarya diye haykıran kalemşörleri bilmeyiz ama, kapitalist tekeller, bu bir avuç azınlık, “proletaryasız” bir hayatın kendileri için cehennem olduğunu biliyorlar. Onlar, kendi cennetlerinin, bu 4 milyarı aşkın insanın cehennemlerinin üzerinde durduğunu çok ama çok iyi biliyorlar.

Burjuvazi, işçi sınıfı var olmadan var olamaz.

İşçi sınıfı, elbette burjuvazi var olmadan var olabilir, ama artık burjuvaziyi alaşağı etmiş ise, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son veren bir sistemi kurmuş ise, bu sistem tüm yeryüzünü ortak bir cennete çevirmiş ise, kendisi de artık bir “sınıf” olarak değişmiş, ortadan kalkmış demektir. Artık, tüm toplum emekçilerden oluşur ve artık, iki karşıt sınıf yok demektir. Oysa burjuvazi, işçi sınıfı olmadan var olamaz. Karşılığı ödenmemiş emeklerine el koydukları emekçiler yoksa, sömürenler de yok demektir.

Kapitalist toplum, sınıflı toplumların sonuncusudur. Aynı anlama gelmek üzere, sınıflı toplumların en “gelişmişi”dir. Demek oluyor ki, sınıf savaşımının da en gelişmiş olduğu toplumdur.

Kapitalist toplum, kendinden önceki “kardeş” sınıflı toplumlarda, kölecilik ve feodalizmde var olan sınıf savaşımı deneyimlerini de içererek gelişmiştir. Sadece kendi dönemindeki sınıf savaşlarından öğrenmiyor.

Bu nedenle, tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, tarihin en sert sınıf savaşları kapitalist topluma aittir. Bunun sarsılmaz kanıtı ise, burjuvazinin geliştirdiği örgüt olan devletin, kendinden önceki devletlerin sınıf savaşımı deneylerini de içerecek biçimde eriştiği “yetkin”liktir. Burjuva devlet, bir savaş makinası olarak işçi sınıfının karşısına çıkar.

Burjuva devlet, sadece faşist bir devlet olarak ortaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı öncesinde değil, sonrasında da bu biçimdedir. Burjuva demokrasisi, ancak hamkafalı liberal-solcuların akıllarında vardır. Burjuva demokrasisi, elbette burjuvazi için bir demokrasi anlamında kastediliyorsa vardır. Dün Hitler Faşizmi de öyle idi. Bugün, dünyanın her kapitalist ülkesinde devlet, Hitler Faşizmini aratmayacak şekilde yetkinleşmiş, onu aratmayacak ölçüde baskıcı, onu aratmayacak ölçüde kontrol mekanizmalarına sahip, onu aratmayacak şekilde yalancı vb.dir. Bugün ABD’deki devlet, gerçekten bir demokrasi olarak tanımlanabilir mi? Ya da Fransa’daki ya da Almanya veya İngiltere’deki? Batılı Demokrasi diye sayılan ülkeler, savaşın, vahşetin, katliamların planlandığı ülkelerdir.

Ama elbette bu ülkelerde burjuvazi için bir “demokrasi” vardır ve ilke ve kurallar vardır.

Günümüz burjuva devleti, tekelci polis devletidir. Faşizmin tüm dişlilerini içeren bir devlettir bu. Ve değil sadece bizim ülkemizde olduğu gibi baskı ve şiddetin öne çıktığı koşullarda, her koşulda devlet, tekelci polis devletidir (Tekrar olmaması açısından, “Tekelci Polis Devleti” çalışmamızı bir kere daha önermek isteriz. Kaldıraç Yayınevi’nden 4. baskısı bulunabilir). Yeri gelmiş iken, vurgulamak isteriz ki, Tekelci Polis Devleti ya da günümüz burjuva devleti anlaşılmadan, bizim neden ısrarla “Saray Rejimi” dediğimiz de anlaşılamaz. Biz bir süredir AK Parti ile kurulmuş bu yapıya, “Saray Rejimi” diyoruz. Bu özel bir vurgudur. Devletin, dün yine AK Partili yıllardaki “niteliğinde” köklü bir değişim olmamıştır. Dün, AK Partili devlet, demokrasi idi de, şimdi diktatörlük vb. değildir. Saray Rejimi, değişiklikleri, somut durumu ifade etmek içindir. Her durumda bu devlet, sömürge bir ülkede, emperyalizme bağımlı bir ülkede burjuva diktatörlüktür ya da Tekelci Polis Devletidir.

Biraz konumuzdan sapıyoruz. Evet farkındayım.

Bizim konumuz daha çok, toplumsal mücadele ve demokratik kitle örgütlenmesidir. Unutmuş değiliz. Ama, devleti ele almadan, demokratik kitle örgütleri ya da örgütlenmesi kavramına dönük saldırıyı anlatmamız da zor olacaktır.

Demek ki, devlet, egemen sınıfın ortak örgütüdür ve onlar adına, sınıf savaşımı deneyimlerini içselleştirerek kendini yetkinleştirir. Günümüz burjuva devleti, bu anlamda, faşizmin dişlilerini içeren bir devlettir.

Burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadele, yani, kapitalist toplumdaki sınıf savaşımı, her iki sınıfın, sadece ulusal ölçekte değil, uluslararası ölçekte yürüttüğü savaşımın deneyimlerine dayanarak gelişmektedir. Burjuvazi, bu deneyimleri, en başta devlet denilen mekanizma ile, kendi örgütü ile içselleştiriyor. İşçi sınıfı ise, bu sınıf savaşımı deneyimlerini, ancak, devrimci partisi, öncü partisi aracılığı ile içselleştirebilir. Bu deneyimlerden öğrenmesinin başkaca yolu yoktur.

Biz, burada “toplumsal mücadele” dediğimiz zaman, aslında sınıf savaşımının tüm biçimlerini, en geniş anlamda sınıf savaşımını kastediyoruz. Toplumsal mücadele, sınıf savaşımından ayrı değildir, olamaz. Şöyle de diyebiliriz, iki karşıt sınıfın, proletarya ve burjuvazinin varolduğu bir toplumda, toplumsal hareketin itici gücü, bu sınıf mücadelesidir, bu iki sınıf arasındaki mücadeledir. Ama bu iki sınıf toplumda yalıtık olarak var olmazlar. Bu iki sınıfın arasında, önceki toplumlardan gelen, belli bir tarih içinde şekillenmiş katmanlar vardır. Küçük burjuvazi, köylülük vb. gibi. Ama sınıf mücadelesi bunları da içine alır. Mesele bugün içinde yaşadığımız gibi, ekonomik kriz dönemlerinde, birdenbire durumu bozulan orta sınıflar yaygarayı basarlar. İşçiler, bu orta sınıfların durumuna bakıp, kendi sessizliklerinin derinliğini acaba daha iyi anlayabilirler mi? Bazan evet, bazan hayır.

Toplumsal mücadele, sınıf savaşımının üzerinde yükselen, farklı sorunların, farklı çelişkilerin iç içe geçmiş hâlini de anlatmak için uygundur. Elbette sınıf savaşımının reddedilmemesi koşulu ile. Sınıf savaşımına bağlı, onun içinde ama yıllarca farklı sınıflı toplumlardan da gelen çelişkiler, sınıf savaşımını daha renkli ve kapsamlı hâle getirir. İşte bu durumlarda da toplumsal mücadele demek yerinde olur. Mesela kimlik sorunu. Bizim topraklarımızda var olan halklar meselesi; dilini konuşamayan, asimilasyona ve katliamlara uğrayan, kendi kimliğini gizlemek zorunda kalan, kendi kimliği kendisine karşı küfür olarak kullanılan vb. hâli ile halklar meselesi, böyledir. Elbette bu sınıf savaşımının içindedir. İşte toplumsal mücadele dedik mi, iki de bir bu “sınıf savaşımının içindedir” sözünü kullanmaktan da kurtuluruz. Yoksa, sınıf savaşımının farklı çelişkilerin yumaklaşması ile aldığı biçimleri sınıf savaşımından bağımsız ele almak yanlış olur. Kadın mücadelesi de böyledir, binlerce yıllık sınıflı toplum tarihi boyunca birikmiş bir sorun, bugün kapitalist toplumda işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı dinamiği içinde yeniden üretilmektedir. Kadın mücadelesi de sınıf savaşımının içindedir elbette. Buna gençlik sorunlarını, ekolojik sorunları ve hayatın her alanındaki mücadeleleri eklemek mümkündür. İşte bu sorunların tümü, sınıf savaşımı ile yumaklaşarak, birleşerek, iç içe geçerek gelişmektedir. Bu açıdan, sınıf savaşımından ayrı bir şey kastetmemek üzere, toplumsal mücadele demek mümkündür. Tersinden de, sınıf savaşımını, daha geniş, toplumsal hayatın her alanını saran bir savaşım olarak görmek daha geliştiricidir.

Bu iki sınıf arasındaki mücadele, sadece ekonomik bir mücadele değildir. Hem ekonomik, hem siyasal, hem de ideolojik mücadeledir.

Bu mücadelenin ideolojik ve siyasal olanı, ancak ve ancak, devrimci işçi sınıfı partileri eli ile yürütülebilir. Ekonomik mücadele ise, elbette demokratik kitle örgütlerince yürütülür.

Burjuvazi, ideolojik mücadelede daha etkindir. Elindeki tüm kitle iletişim araçlarını (dikkat edelim, kitle iletişim araçları yerine, henüz Sivil Toplum iletişim araçlarını koymaya yeltenmediler), bunun için kullanmaktadır. Ve bu ideolojik mücadele oldukça etkilidir. Sınıf savaşımında bu ideolojik mücadeleyi kaybettiği an burjuvazi, iktidarını kaybetmiş demektir. Bu nedenle, ideolojik mücadele üzerinde titizlikle durmak gereklidir.

İşte “elveda proletarya” tarzı ideolojik mücadele tam da bunun içindir. Bugün, dünya proletaryası, “elveda” diye başlayan yazıların kendisine “elveda” demektedir. Başka örneklerini boşverin, bugünlerde ABD’de, “Amerika için komünizm tehlikesi” tartışılmaya başlanmış ise, bunun nedeni, yükselmekte olan sınıf mücadelesidir. Ve açık konuşmak gerekirse, dünya proletaryasının bir enternasyonal partisi var olmuş olsa idi, muhtemelen, “bu ne korku beyler, daha başlamadık ki” diyecekti.

Daha sınıf savaşımının yüzeye vuran dalgaları dışında, büyük bir ivme ile ileri çıktığını görmüyoruz. Buna rağmen, tüm kapitalist dünyayı “komünizm” korkusu sarmaya başlamıştır. “Tarihin sonu” diye çığlık atıp, paralar kazanan yazarlar, daha şimdiden, “aslında ben komünizm öldü demek istememiştim” demeye başlamışlardır.

Ama bu ideolojik mücadele, hâlâ, bazı aydınlarda, “eski solcu” ünvanını çok seven, bir türlü bırakmak bilmeyen çevrelerde, derin etkilere sahiptir. Hâlâ, bu çevreler, aslında proletaryanın olmadığı, canlı emek kullanılmayan, tamamen robotik üretim modelleri üzerine kafa yorarken, “acaba proletarya bitti mi” sorusunu “haklı” ve “yerinde” bir soru olarak adlandırıyorlar. Ağdalı dillerini “bilimsellik” olarak satmaya çalışıyorlar.

Sınıf kavramını bile anlamış olduklarından şüpheliyiz. İşçi sınıfı bitti ise, diyelim ki robotik üretim yapılıyor ve toplumda artık hiç çalışan yok, bu durumda üretim araçlarının sahipliği meselesi diye bir şey kalır mı? Üretim araçları, bu noktada “özel mülkiyette” nasıl kalabilir? Yoksa, insanların köle olduğu, robotların ise çalıştığı ama buna rağmen köle sahibi burjuvaların varolduğu bir dünya mı düşünüyorsunuz?

İşte size “elveda proletarya” saldırısının etkileri. Gelin de siz bu beylere, tersini anlatın. Bize işçi sınıfının sayısının göreli azalacağını anlatırlar. Teknoloji geliştikçe, 1 birim sermayeyi harekete geçiren canlı emek miktarı azalır. Bu durumda sömürü oranı yükselir ama, bu beylerin derdi bu değil. Bunlara göre, bir gün, robotlar işi devralır, o hâlde, o günden önce, bugünden, elveda proletarya diyebiliriz. Beyler, gerçekten de biz, birçok işi robotlara yaptırmak isteriz, birçok iş dalını ortadan kaldırırız, ama önce işçi sınıfının önderliğinde bir devrim ile, tüm üretim araçlarını kamulaştırıp, sömürüye son verdikten sonra. İşte o zaman, üretimde robot kullanmanın ne kadar kârlı olduğu gibi bir hesaplama metodumuz kalmaz. Kâr diye bir derdimiz kalmaz. İnsanın ihtiyaçları, toplumun ihtiyaçları diye bir derdimiz olur. Belki o gün, insanların enerjiye bakışı da değişebilir, belki birbirine karşı davranışı da, belki doğa ile ilişkilerimiz değişebilir vb.

İşte burjuva ideolojik saldırılar bu denli etkilidir.

12 Eylül’de darbe ile iktidarı alanlar, yani bugünkü rejimin oluşumunu başlatanlar, TV kanallarına çıkıp her gün, “sizi kandırdılar”, “örgüt demek tuzak demektir”, “örgüt demek emir komuta zinciridir”, “örgüt demek sizi kandırmak üzere, beyninizin yıkanmasıdır” vaazlarını verdiler. Ve bu vaazların etkisiz olduğunu söylemek doğru değildir. Bu vaazların tutmadığı tek alan Kürt hareketidir. Bugün birçok kişi, Kürt hareketinin gücünü kabul etmek zorundadır. Ama bu gücün nedeni, dayanağı, örgüt konusunda burjuva yalanları dinlemeyen kadroların varlığıdır.

Bunu sadece 12 Eylül’ün darbecileri yapmadı. Sadece dini “komünizme karşı zehir” olarak öne çıkartanlar yapmadı. Onlarla birlikte, Murat Belge gibi “solcu” ünvanından para kazananlar da yaptılar. Onlarınki daha etkili olmuştur. Belge, her forumunda, devrimcilere karşı saldırılardan geri durmadı. Ahmet Altan ve Latife Tekin, hemen yenilmiş solun “zaafları”nı romanlaştırdılar, ki çoğu kendi hayallerinin ürünüdür. Sudaki İz, Çöp Masalları vb, aslında devrimci harekete karşı yürütülen ideolojik karalama kampanyasının bir parçası oldular.

Özelleştirmeyi ele alın. Burjuvazi dünya çapında, “özelleştirme”, “serbest piyasa” vurguları ile, işçi sınıfına karşı ideolojik bir savaşa girdi. Toplumun önde gelenleri bu ideolojik saldırının etkisi altında, kamu mülkiyetine ait işletmelerin yağmalanmasına alkış tuttular. Ülkede tarımdan söz eden, bugünkü politikaları eleştiren herkesin, o günlerde hangi kampta yer aldıklarına bakmakta yarar vardır. Bu bir yağma ekonomisidir ve öyle de uygulanmıştır. Ülkemizi örnek alırsak, artık alüminyum fabrikası yok, artık kâğıt fabrikaları, tekel, şeker fabrikaları ve daha başkaları yok. Ve şimdi, TC devleti, Çin’den ithal edilecek ürünlere karşı %25 ilave vergiler koymaktadır. Amerikalıların emirleri, kendi ülkelerinden önce bizde uygulanmaktadır. Hani serbest piyasa, ne oldu?

İdeolojik mücadelenin etkili alanlarından biri örgütlenmedir.

12 Eylül’den bu yana, tüm toplumsal alanda, örgütlenmek, sadece devlete ait bir hak olarak var edildi. Devlet, her gün yeni “özel timler”, yeni “özel kuvvetler”, yeni “Ergenekonlar” vb. örgütledi. Ama, tüm topluma, örgütlenmek suçtur, örgüt başkasına tabi olmaktır, örgütlenmek kandırılmaktır, örgütlenmek “kafanın yıkanmasıdır” vb. verildi. Tüm burjuva medya bunun için devrede oldu.

Tek çete örgütlenmelerine olanak verildi.

Yağma ekonomisi, rant ekonomisi ve savaş ekonomisi ile birleştikçe, her yerde çeteler ortaya çıktı. Pelikan çetesinden mi söz edelim, yoksa Bilal çetelerinden mi, Soylu çetelerinden mi söz edelim, yoksa Cengiz inşaat çetelerinden mi, mafya çetelerinden mi söz edelim, yoksa cemaat çetelerinden mi? Her alanda çeteleri örgütleyenler, halka, örgütlenmek suçtur, kandırılmaktır, terör faaliyetidir vb. öğütlerini verdiler.

Bu, örgüt ve örgütlenme düşmanlığı, bir sınıra geldi.

Ve işte bu noktada, burjuva aydınlar, çeşitli faaliyetler için geliştirdikleri organizasyonlara uygun bir ad buldular: STK. Böylece kendilerini halk örgütlenmelerinden ayırma olanağı da elde ettiler. Diyelim ki, çocuk gelinler için bir şeyler yapacak bir zengin kadın kulübü, kendini STK olarak adlandırdı. Böylece, onun faaliyetinin “terör örgütüne yataklık” olarak algılanmamasını da garantiye almış oldular. Sanat severler (keşke sanatı bunlar sevmemiş olsa) dernekleri, kuş severler dernekleri, çeşitli çıkar gruplarının faaliyetlerini örtme organizasyonları, mason dernekleri vb. bu STK adını kolayca ve hızla kabul ettiler.

Sonra devreye Murat Belge türünden olanların girmesi zamanı geldi ve STK kavramı, kendileri zaten büyük ölçüde yok edilmiş olan “Demokratik Kitle Örgütleri” kavramının yerine geçmeye başladı.

İşçi sınıfının siyasal ve ideolojik mücadelesi için, onun bir devrimci partisi olması gerekir. İşçi sınıfının devrimci partisi, elbette bir kitle örgütü değildir. Bu parti, gönüllüler birliğidir ve amacı, sosyalist devrim yolu ile, ülkede ve dünyada devrimi zafere ulaştırmak üzere, işçi sınıfının en ileri unsurlarını, işçi sınıfının öncüsü olarak örgütlemektir. Bu parti, disiplinli, hatta çelik disiplinli bir gönüllüler birliğidir. Profesyonelce savaşmayı görev edinmiş, kendini işçi sınıfının ve devrimin zaferine adamış bir gönüllüler birliği.

Oysa işçi sınıfının bu siyasal mücadelesi dışında, günlük hakları için, ekonomik hakları için mücadele edeceği, geniş işçi yığınlarını bir araya getiren, demokratik kitle örgütlerine ihtiyacı vardır. Sendikalar, işçi sınıfının demokratik kitle örgütleridir. Sendika, en başta bir işçi örgütüdür. Amacı, işçilerin ekonomik ve sosyal haklarını savunmak, patronun karşısında bir toplu sözleşme tarafı olarak yer almak, işçilerin eğitilmesini sağlamaktır. Sendika bir işçi örgütüdür. Sendika, bir kitle örgütüdür. İçinde farklı siyasal eğilimlere sahip, farklı inançlara sahip işçiler doğal olarak var olurlar. Bu nedenle bir kitle örgütüdür. Ve elbette demokratik bir kitle örgütüdür. Aşağıdan yukarıya örgütlenir. fabrikalarda işyeri temsilcilikleri kurulur ve bunlar fabrikalardaki işçiler tarafından seçilir, öyle de görevinden alınır. Sendikaların işyeri temsilcilikleri çok önemli görünmektedir. Çünkü, bugün, birçok sendika işyeri temsilciliği sistemini hayata geçirmemektedir. Elbette birçok sendika zaten işçi sendikası da değildir, artık patronun, devletin sendikaları hâline gelmiştir. Ama işçi sendikası olmaya devam eden sendikaların işyeri temsilciliği sistemini hayata geçirmeleri hayatî önemdedir. Sendikanın gücü, tabana dayanır. Bu ise işyeri örgütlenmesinden geçer.

İşte sendikaya STK dediniz mi, ne işyeri örgütlenmesi kalır, ne demokratik kitle örgütlenmesi. Demokratik kitle örgütü dediğiniz zaman, sendikanın hem işleyişini, hem de kapsamını ortaya koydunuz demektir. Sendika bir geniş işçi örgütüdür, örgütlenme alanı fabrikalar, işyerleridir. Bunu es geçtiniz mi, sendikanın ayakta kalma olanağı kalmaz.

Benzer bir biçimde, öğrenci gençlik örgütlenmesinden de söz ettiğimiz zaman, demokratik kitle örgütlenmesinden söz ediyoruz demektir. Yoksa, biz, devrimci öğrenciler olarak örgütleneceksek, bunun geniş kitlesel bir örgütlenme olmayacağı açıktır.

Demokratik kitle örgütü, kitlenin günlük sorunları etrafında örgütlenir. Bilimsel ve özgür bir üniversite mücadelesi, elbette öğrencilerin günlük olarak bulundukları alanda, geniş bir öğrenci örgütlenmesini gerektirir. Bu öğrenci örgütlenmesi, en başta, mesela paralı eğitime son vermek, mesela öğrencinin bir müşteri ve nesne olmasını reddetmek, eğitimle ilgili karar süreçlerine öğrenci temsilcileri aracılığı ile aktif olarak katılmak vb. üzerinden örgütlenmelidir. Çeşitli seçimlerde, hemen her burjuva parti, öğrencilere burs verilmesi vb. üzerinden vaatler sıralamaktadır. Bunun nedeni oy talebidir. Oy alabilmek için, en canlı soruna dokunmak istiyorlar. Biri ayda 500 TL veririm diyor, diğeri 600 TL veririm diyor. Aslında, öğrencilerin talebi farklıdır: Eğitim tamamen ücretsiz olmalıdır. Ne harç, ne haraç, ne kitap parası vb. Hatta, öğrenciler, okula verilen bütçenin yönetiminde söz sahibi olmalıdır. Belki o zaman laboratuarları olur, belki o zaman sosyal tesisleri olur, belki o zaman üniversiteler holdinglere iş yapanların arka bahçesi olmaktan çıkar. Elbette öğrencilerin bir başka talebi, öğrencinin nesne olmaktan çıkarılması ve eğitimin bilimsel temeller üzerine dayandırılmasıdır. Öğrenciler, üniversite yönetimine, sözde değil, açık ve net bir biçimde katılmalıdır.

İşte demokratik kitle örgütü dediğimiz zaman anlamamız gerekenler bunlardır. Elbette bir dernek, demokratik bir kitle örgütü olarak organize edilebilir, edilmelidir.

Devletin, her kurumun içine girdiği, her derneği kendine bağlamanın yollarını aradığı, kendi denetimi dışındaki dernekleri kapattığı bir ortamda, STK diye bir şey kalır mı? Sivil Toplum Kuruluşları diyorlar, mesela “insan hakları derneği” mi? Hayır. İnsan hakları derneği; ya devletin gizli açık devreye girdiği bir kurumdur ya da işçi ve emekçilerin mücadelesinden yana bir kurumdur. Başkası da olmuyor.

Toplumsal mücadelenin her alanında, toplumun en geniş kesimlerini kucaklayacak demokratik kitle örgütlerinin gelişmesi, tüm toplumun nefes almasını da sağlayacaktır.

Devrim, elbette toplumsal mücadelenin zirvesidir, ama demokratik kitle örgütleri, bu devrimci dönüşümde, hem devrimden önce, hem de devrimden sonra önemli roller üstlenirler. Örgütlü toplum, kuşku yok ki, daha bilinçli bir toplum demektir.

Gelişen demokratik kitle örgütleri, kitlelerin mücadeleyi öğrendikleri, kendilerini, bulundukları sınıfı ve karşısındakileri yakından tanımaya başladıkları yerlerdir. Sınıf mücadelesinde oldukça büyük öneme sahiptirler. Birçok örgütlenme biçimi, devrim öncesinde de, ama devrim sonrasında da etkili olmaya adaydır.

Biz öncelikle, STK sözünü bir yana bırakmalı, dostlarımıza da bunu önermeliyiz. Örgüt ve örgütlü mücadeleye karşı girişilen, yıllardır etkili olan burjuva ideolojik kampanyayı tersine çevirmeliyiz. “Demokratik Kitle Örgütü” kavramını kullanmakla işe başlayabiliriz.

Kitlesel bir hareketi hedefleyen, kitlelerin en geniş çıkarları etrafında örgütlenmeyi hedefleyen bir örgütlenmenin, kendini açık ifade etmesi gereklidir.

Bir sendika, kendini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde açık olarak işçi örgütü olarak ilan etmelidir. Devletin karşısında “biz STK’yız” demek, kendini iki arada bir derede ifade etmektir. Açık ve net olarak, sınıf mücadelesinde, her örgütün kendini net olarak ifade etmesi gereklidir. Örgütlenmenin yolu da buradan geçmektedir.

Kuşku yok ki, işçi sınıfının sınıf çıkarlarını her şart ve koşul altında savunacak bir devrimci partisi olmalıdır. Bu, işçi sınıfının siyasal ve ideolojik mücadelesi için olmazsa olmazdır. Başka türlü, işçi sınıfı burjuvazinin egemenliğine son veremez, iktidarı alamaz. Burjuvazinin devleti ne ise, işçi sınıfının siyasal örgütü, devrimci partisi de işçi sınıfı için odur. Ama devrim, sadece ve sadece, burjuva devletle, işçi sınıfının devrimci partisi arasındaki mücadele ile gelişmez. Kitleler, kendi günlük istemleri doğrultusunda mücadele ederek öğrenir, öylece kendini tanır, öylece olup biteni anlamaya başlarlar.

Kitle örgütlenmeleri, sosyalizmi öğrenmenin okuludurlar.

“İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” ya da Erdoğan “kazanamayacağı seçimi tekrar ettirmez” mi?

Başlıktakiler, bizim sözlerimiz değil.

İlki, “İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” sözü, önce benzeri olacak şekilde Erdoğan’a aittir ve ardından bugünlerde Erdoğan’a “izindeyim” mesajını vermeye çok ihtiyacı olan İçişleri Bakanı Soylu tarafından tekrarlanmıştır.

İkincisi, “Erdoğan, kazanamayacağı seçimi tekrar ettirmez” sözü, çok yaygın olarak sokakta insanların şüphe ve korkularının karışımı bir “anonim” söz gibidir.

23 Haziran’da, İstanbul seçimleri tekrar edilecek.

Neden?

Çünkü, Saray Rejimi, eğer İstanbul’u kaybederse, büyük rant ve yağma kanallarını kaybedecektir. Binlerce trol, belediye kasasından beslenmektedir, Kolin İnşaat ve onun finanse ettiği Pelikan grubu belediyeden beslenmektedir. Saymakta zorlanacağımız birçok inşaat firması, birçok yağmacı, birçok hortumcu, birçok vakıf, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni hortumlamaktadır.

Erdoğan, seçim akşamı, açık olarak yenilgiyi kabul etmiştir. Açık olarak, “39 ilçenin 25’ini aldık, il meclisinde çoğunluk bizde, ama büyükşehiri neden kaybettiğimizin hesabını yapacağız” dedi. Açık ve net olarak, yalnız adam modunda, eşi ile birlikte balkona çıktı. Yanına kimseleri almadı. Ama, bir anda çeteler, hepsi birden, Erdoğan’ı ikna yollarını aramaya başladı. Bir yandan Soylu çetesi, bir yandan Bahçeli çetesi, bir yandan Damat çetesi, bir yandan kendisinden daha önemli olduğu hâlde kocasını arkada tutan Kaplanlı Pelikan çetesi vb. hepsi birden yüklenmeye başladılar. İstanbul Belediyesi’nin ne demek olduğu, 25 yılın ardından, ilk kez açığa çıktı. İstanbul, büyük hortum ve yağma alanı, büyük rant alanıdır. Bunu bir kere daha ortaya koymuşlardır. Bizzat Saray Rejimi, İslamcısı, tarikatı, Ergenekon’u vb. ile topyekûn, İstanbul’un ne kadar önemli olduğunun altını çizdiler.

Tüm çeteleri ile, tüm bileşenleri ile Saray Rejimi, işçi sınıfına, emekçilere açıkça, İstanbul’un önemini ifade etmeye başladı.

Bir itiraftır ve kesinlikle kayıt altına alınmıştır.

Yağma ve rantın merkezi İstanbul’dur.

Ama bu kadarla sınırlı değildir. İstanbul, esas olarak işçi sınıfının kentidir. İşçi sınıfı, İstanbul’u almayı aklına koymalıdır. Hayır, 23 Haziran’da böyle bir şey olmayacak. 23 Haziran’dan söz etmiyoruz. Devrimci yürüyüşümüz için, ülkede işçi sınıfının iktidarı için, İstanbul’un alınmasının öneminden söz ediyoruz. Bu vesile ile bunun altını bir kere daha çizmek istiyoruz. Yoksa 23 Haziran seçimlerinde İmamoğlu’nun kazanması, İstanbul’un işçi sınıfı tarafından alınmış olması demek olmayacaktır.

Ama bu vesile ile, İstanbul’un AK Parti’den, Erdoğan’dan çıkmasının ne demek olduğunu, Saray Rejimi bizzat itiraf etmektedir.

İmamoğlu’nun seçilmesi, bu açıdan, önemli bir adım olacaktır.

Ama “İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” sözünün üzerinde iyice durmalıyız. Soylu ve Erdoğan, Saray çeteleri, Ergenekon çeteleri, aslında “İstanbul’u kaybetmek”ten söz etmiyorlar. Onu zaten kaybettiler. İstanbul’u zaten 31 Mart’ta kaybettiler. Söyledikleri şudur; vermemek. Kaybettiler ama bugün İstanbul seçimleri yenileniyor. Kaybettiler ama vermediler. Kaybettiler ama bugün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğunda seçilmiş birisi değil, bir kayyum oturuyor. Kaybettiler, ama vermediler.

İşin sırrı buradadır.

Soylu çetesi, Ağar çetesi, Bahçeli çetesi, Damat çetesi, Pelikan çetesi ve daha adını bilmediğimiz birçok çete, İstanbul’u “vermemek” üzerine bir strateji kurmuşlardır. Yoksa İstanbul’u kaybettiklerini onlar da biliyorlar.

Dertleri açıkça İstanbul’u vermemektir.

Bu açıdan, 23 Haziran seçimlerinin İmamoğlu lehine sonuçlanması, İmamoğlu’nun tekrar kazanması durumunda, “vermeme” taktiğinin tekrar gündeme gelme ihtimalini düşünmek gerekir.

CHP, devlet partisi olmamış olsaydı, CHP, biraz parti olabilseydi, biraz cesaret gösterebilseydi, seçimleri boykot çağrısı yapsaydı ne olurdu? Eğer seçimleri boykot edip yerine otursa idi, hiçbir şey olmazdı. Ama eğer seçimleri boykot edip, parlamentodan çekilse idi, halkı, İstanbul Belediyesi’nin önüne, belediyeyi savunmak üzere çağırsa idi, işte o zaman farklı olurdu.

Biliyoruz, CHP bunu asla yapmaz. Yapmaz çünkü oyunun bir parçasıdır.

Burada bir an durmalı ve 31 Mart seçimlerinde İmamoğlu’nun kazanmasına dönmeliyiz. İmamoğlu kazanmıştır. Hem de 13 bin oyla değil. 13 bin oy + AK Parti ve Saray çetelerinin yaptığı hileler kadar farkla kazanmıştır. Bizim tahminimizce bu en az %60 ile kazanmıştır demektir. AK Parti, Saray çeteleri, bu sefer planladıkları hileleri yaptıkları hâlde, istedikleri sonuca ulaşamamıştır.

Neden?

Çünkü, 24 Haziran cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın arkasına yerleşen ABD ve AB birlikteliği, NATO mekanizması, bu kez bir bütün olarak hareket etmemiştir. Ülkeye borç vermiş ve bugün alacaklı durumdaki sermaye, kendi alacağını garanti altına almak isteği ile Erdoğan’ı hizaya getirmek istemmiş ve “hile”lerine bir sınır koymuştur. AB, bu yönde davranmıştır. ABD’nin Erdoğan’a desteği yeterli olmamıştır.

İşte Damat, bu nedenle ABD’ye gitmiştir, Trump ile pazarlıklar başlamıştır. Bir ucunda S-400, bir ucunda Suriye’de işgalci olarak kalma isteği, diğer ucunda ise, İstanbul’u geri alma planı olan bir pazarlıktır bu.

İçeride çetelerin Erdoğan’a baskısının üstüne ABD’den gelen olumlu hava eğilimleri vardır.

Acaba, Erdoğan, her zaman olduğu gibi, bir kere daha kandırılmak üzere midir?

Erdoğan, “kaybedeceği seçimi tekrarlattırmaz” sözü, acaba, Erdoğan’ın yeniden kandırılması için bir zemin midir?

Erdoğan, acaba Batı tarafından gözden çıkarılmıştır da, hızlı gitmesi için, 23 Haziran seçim tekrarlama işine mi sokulmuştur? Bu soruların doğru yanıtı için 31 Mart seçimlerinin AK Parti ve Erdoğan’ın Saray Rejimi için bir yenilgi olduğunun iyi anlaşılması gerekir.

Tüm yasaların çiğnendiği bir seçim sürecidir 31 Mart. Kürt il ve ilçelerinde, yasalar ayaklar altına alınarak seçim sonuçları yok sayılmıştır. Belediye binalarının önüne barikatlar kurularak, Suriye’deki işgalci zihniyet Kürt kentlerinde dışa vurulmuştur.

Neden Erdoğan ve Saray Rejimi, açıkça İstanbul Belediyesi’ni İmamoğlu’na teslim edip, belediyenin önüne barikatlar kurmadılar? Neden, İstanbul için bir kayyum atama yoluna gitmediler? Yasalara bağlı olduklarından mı? Elbette hayır.

31 Mart seçimleri, Saray Rejimi için tam bir yenilgidir. Erdoğan’ın 31 Mart akşamı tutumu ve konuşmaları açıktır. Yolun sonunun açık işaretidir. Açık olarak, kendisine verilen metinleri okumuştur. Bir demiştir, serbest piyasa ekonomisine bağlı kalınacak. İki demiştir, ekonomik ve hukukî reformlar yapılacak, Böylece uluslararası sermayenin istedikleri yerine getirilecek. Üç demiştir “beka” politikası tutmuştur. Kürtlere ve işçilere, devrimcilere saldırılara devam. Dört demiştir, Suriye’ye gireceğiz.

Erdoğan, uluslararası sermaye ile yaptığı bu anlaşmayı bozmaya yönelmiştir. Bunun için YSK, akıl almaz, mantıksız ve yasalara uymayan bir iptal işlemi yapmıştır. Gerekçesi sonra yazılacak iptal kararı olur mu? Seçimlerin yenilenmesinde sadece büyükşehir belediye başkanlığının yenilenmesi olabilir mi? Ama görüldüğü gibi olmuştur.

Soruyu şöyle soralım: Neden seçim yeniliyorlar da, “biz kazandık” diye ilan etmiyorlar? Bu soruyu saçma mı buldunuz, bakınız Kürt il ve ilçelerinde kaybettikleri seçimleri “kazanma”dılar mı? %70 ile seçilen HDP’li başkanının yerine %20 oy alanı belediye başkanı ilan etmediler mi? 13 bin oy fazla almış olsa da İmamoğlu yerine, ikinci gelen aday Binali Yıldırım’ı neden başkan ilan etmediler?

Hukuksuzluk Kürtlere daha mı kolay yapılıyor?

Saray Rejimi, tüm hilelerine rağmen, seçimi kaybetmiştir. Bir yenilgi almıştır. Bu yenilgi stratejik anlamda önemlidir. Elbette, bu Saray Rejimi’nin yıkılması, özgürleşme vb. anlamlara gelmemektedir. Ama halkın gelişen direnişinin açık ilanıdır. Bu açıdan büyük değerdedir. Stratejiktir, çünkü, direniş çizgisinin gelişimi için büyük olanaklar demektir.

23 Haziran’da İstanbul seçimleri yenilenecek.

CHP, İmamoğlu ile “her şey çok güzel olacak” sloganı ile yola devam etmektedir. Hemen, HDP’nin tavrının ne olacağı tartışılmaya başlanmıştır.

Yanlıştır.

İlk tartışılması gereken, CHP’nin boykot ve parlamentodan çekilme tutumunu almamış olmasıdır.

HDP’nin tavrı kuşku yok ki, Saray Rejimi’ne karşı olacaktır. Kürt illerinde kazandıkları seçimler gaspedilirken başkasını yapmaları mümkün değildir. Her ne kadar CHP, Kürt ilçelerinde seçim sonuçları gasp edilirken sesini çıkarmamış olsa da, HDP 31 Mart’taki stratejisine devam edecektir.

31 Mart seçimleri, Saray Rejimi’nin politikalarının çöküşüdür. Bahçeli, bu seçimleri, başkanlık sisteminin tamamlanması olarak görmüştür ve ittifak, istediği sonuçları elde edememiştir. Her ne kadar Bahçeli kazançlı çıktı ise de, sona erdiğinin bilincindedir. CHP liderine saldırı, bunu açık olarak göstermektedir.

Saray Rejimi, gerilemektedir. Erdoğan için düşüş süreci başlamıştır. Arka planda bulunan güçler, Saray Rejimi’nin çöküşünün, devrimci bir dalgaya yol açmaması için, yumuşak güçlerini devreye sokmak isteğindedirler. CHP, devleti, sistemi kurtarmak için devrededir. İmamoğlu, tam da bu amaçla gerilimi azaltmak, Saray Rejimi’nin kontrollü düşüşünü sağlamak için bulunmuş çözümdür.

“Erdoğan kaybedeceği seçimi tekrarlatmaz” deniliyor. Peki ne yapabilirdi? Zaten düşüş süreci başlamıştır. Bu durumda tekrarlatması bir çözüm olarak görünmüştür.

Seçmen matematiği ortadadır. Bu durumda Erdoğan ve Bahçeli grubunun seçimi kazanması, ancak ve ancak, hile, baskı, yalan, şantaj, devlet terörü ile sağlanabilir. Ama bunun yeterli olacağı da tartışmalıdır.

İmamoğlu, seçimleri daha büyük bir farkla kazanırsa, hele ki mesela %60’la alırsa, bu kez, Bahçeli “bu ittifak zarar veriyor, bitmiştir” derse ne olacak? Bu soruyu Erdoğan’ın düşündüğü söylenmektedir. Mutlaka buna bir yanıtı vardır denilmektedir. Yanıtı ne olabilir; ABD’ye daha fazla taviz vererek, seçim desteğini artırmasını talep etmektir. Taviz, Suriye meselesi, İran meselesi ve S-400’lerden başka bir şey olamaz. Ama zaten ABD yardımı 31 Mart’ta da vardı.

Diyelim ki, Erdoğan, seçimleri kazansın ve Binali başkan olsun. Bu durum, acaba Erdoğan’ın düşüşünü önleyecek mi?

31 Mart’ın sonuçları ortadan kaldırılamaz.

Kürt il ve ilçelerinde kazanan HDP’li adayların yerine, AK Partili yenilmiş olanlara başkanlık verilirse ne olur? Elbette kayyum sisteminin bir başka versiyonu olmuş olur. Soylu açıkça itiraf etmiştir. Bir beş yıl daha belediyeler bizde olsa, seçimleri kazanırız, demektedir. Bu açık bir tutumdur. Peki bu durum, Kürt seçmeninin 31 Mart’ta HDP’li adayları seçmiş olduğu gerçeğini değiştirecek mi? Bu baskı, bu yasaları hiçe sayan anlayış, bu yalan, bu zulüm sürdürülebilir mi?

İstanbul’da da AK Parti kaybetmiştir.

Şimdi, Erdoğan, kendi eli ile İmamoğlu’nu kendine başkan adayı yapmıştır.

Şimdi Erdoğan, kendi eli ile İstanbul seçimlerini “Türkiye’yi vermek” noktasına taşımaktadır. Bu, kendi iddialarıdır. İstanbul’u “vermemek” sadece seçim sonuçlarına bağlı değildir. Ama 23 Haziran’da seçimi bir kere daha, daha fazla fark ile kaybetmeleri, bu açıdan oldukça önemlidir. Tam da bu, HDP’nin stratejisine uygundur.

23 Haziran seçimlerine giderken, toplumun farklı kesimlerinden yükselmekte olan ses, gerçekte bu nedenle önemlidir. “Her şey çok güzel olacak” sözü, aslında yeterli değildir. Ama toplumun geniş kesimlerinden ses çıkması, çok küçük bir tonda da olsa ses çıkması önem kazanmıştır. Bu, 31 Mart seçimlerinin sonucudur. Bu sesi çoğaltmak önemlidir, ve mümkündür. 23 Haziran seçimleri, sonucu ne olursa olsun, bunun olanağı demektir.

İşçi ve emekçiler için mesele, örgütlenmek, direnişi genişletmek, örgütlü gücü büyütmektir. Egemenler, devlet, Saray Rejimi çözülürken, elbette kendileri için yumuşak iniş yapacak önlemler alacaklardır, almak isteyeceklerdir. Ama biz devrimciler, iktidara giden yolun, özgürlük ve sosyalizme giden yolun, devrimi örgütlemekten geçtiğini biliyoruz. Bunu anlamı, bugün, direnişi büyütmek, örgütlenmek, işçi sınıfının devrimci birliğini sağlamaktır. Sandıktan çıkan sonuçların, hileleri yenmenin, yalan makinaları ile başa çıkmak ve zulmü ortadan kaldırmak anlamına gelmediğini, artık herkes, gözü olmayanlar da dahil, görmeye başlamıştır. Halkın kendi gücüne, işçi sınıfın kendi örgütlülüğüne güvenmek dışında yolu yoktur.

“Bacımınkiler gibi gök gözlü şehrim,
İstanbul’um,
seni düşünüyorum.
Oturmuşsun deniz kıyısına,
bakıyorsun limana giren Amerikan zırhlısına.
Hastasın, açsın, öfkelisin.
O da bakıyor sana,
hem de nasıl,
efendinmiş,
patronunmuş,
sahibinmiş gibi it oğlu it.”

İstanbul, Anadolu devriminin, sosyalist devrimin merkezidir.

İstanbul, mücadele edenlerin, onlarca kere yenildikten sonra ayağa kalkanların, binlerce yıldır katledilenlerin, zindanlarına atılanların, fabrikalarında esir alınıp kanı emilenlerin, meydanlarında TOMA’larla üzerlerine gaz sıkılanların, sokaklarında tacize uğrayan kadınların, üniversitelerinde kurşuna dizilen, tutuklanan gençlerin, özgürlük ve sosyalizm için savaşanları şehridir.

Gerçekten, onların, gerçek sahiplerinin elinde olduğu zaman, gerçek güzellik başlayacaktır.

Bunun yolu örgütlenmekten geçmektedir.

Örgüt özgürleştirir.

Direniş güzelleştirir.

Biz Gezi’ciyiz; Umut Bizde!

Hepimiz biliyoruz; bu ülkede yasalar yönetenlerin çıkarlarına göre yazılıyor, bozuluyor, yenisi yazılıyor.

YSK’nın 6 Mayıs’ta ilan ettiği kararı uzun uzadıya tartışmaya gerek yok. Milyonların gözü önünde, bütün halkı aptal yerine koyarak, inandırıcı bir kılıf uydurmanın dahi söz konusu olmadığı bir biçimde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini tekrarlama kararı aldılar. Halkın iradesini gasp ettiler.

Evet, halkın iradesini gasp ettiler. Peki, bu ilk kez mi oluyor? 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra topyekün saldırı dalgası başlattıklarında, Suruç’ta, Amed’de, Ankara garında bombalar patlattıklarında halkın iradesini gasp etmenin ötesinde yüzlerce insanın yaşamını çalmadılar mı? 1 Kasım seçimlerine böyle gitmediler mi?

Milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırarak milyonların oyuyla seçilmiş siyasetçileri hapsetmediler mi?

Devam eden süreçte yapılan her seçimde ve 16 Nisan referandumunda da milyonların gözü önünde hile yaparak, Anadolu Ajansı’na sonuçları önceden servis ederek halkın iradesini gasp etmediler mi?

Adalet yok. Bu bir gerçek. Ama sadece YSK’da mı yok? Hangi mahkemelerinden adalet çıkıyor? Yönetenlerin hangi kurumundan adalet çıkıyor? Soma’da 400’e yakın maden işçisi işçi cinayetinde katledildiğinde, yakınlarını tekmeleyen onlar değil miydi? Madenin sahibini geçtiğimiz haftalarda aklayıp serbest bırakan onların mahkemeleri değil mi?

İstismarcı Ensar gibi vakıfları “Bir kereden bir şey olmaz” diyerek destekleyen onların bakanları değil miydi? Binlercemizi işçi cinayetlerinde öldüren, binlercemizi kadın cinayetlerinde öldüren onların çürümüş sistemi değil mi? Failleri her seferinde aklayan onların yargısı değil mi?

Çocuğuna tecavüz eden şahıs serbest bırakılınca adliye kapısında “Ne yapayım ben şimdi, asayım mı kendimi” diye haykıran annenin feryadını duymadık mı?

Duyduk, çünkü o anne biziz. O çocuklar bizim çocuklarımız. O işçiler bizim kardeşlerimiz. Sömürdükleri, saldırdıkları, krize karşı sesimiz yükselince “çay içer simit yersiniz” diye akıl verdikleri biziz.

Sadece verdiğimiz oyları mı; bütün yaşamımızı ve geleceğimizi çalmanın hesabını yapıyorlar.

Bizi bir oy toplamı olarak gördüklerinde, işleri daha kolay. Çünkü hilenin sınırı yok. Bunun medyası var, YSK’sı var, kayyumu var… Ama sokaklara çıktık mı, işte o zaman korkuyorlar. Çünkü biz her bir araya geldiğimizde Gezi’yi hatırlıyorlar. Ya bu kalabalıklar birlikte hareket etmeye devam ederse, ya meclisler kurar, ortak karar alırlarsa, ya şalterleri indirirlerse, ya işçiler greve çıkarsa, ya kadınlar sokaklardan evlerine dönmezse diye korkuyla izliyorlar.

Haklılar: Biz bir oy toplamı değiliz. Etiyle, kemiğiyle milyonlarız. Emeğiyle tüm sektörlerde tüm yaşamı üreten, fikirleriyle yeniyi yaratacak olan, kendi kararlarını alabilecek iradeye sahip olan milyonlarız. İşçiler, emekçiler, halklar, kadınlar, gençleriz biz. Gezi’cileriz biz.

Tüm hesapları bizimle. Bu yüzden emeğimize, yaşamımıza, geleceğimize saldırmaya devam edecekler. Kendi gücümüzün farkına varalım. Direnişi örgütleyelim. Yılgın olanlara, gerçeklerin farkında olmayanlara anlatalım. Bizden olan herkesi; işçileri, emekçileri, kadınları, gençleri direnişi örmeye çağıralım. Bunun için bir araya gelelim, bunun için çalışalım.

İsimlere oy vermenin ötesine geçelim, taleplerimizi belirleyelim. Bize karşı yapılan tüm saldırıların, hak gasplarının, tüm bu adaletsizliğin karşısında bir arada ve diri duralım.

Sonunda her şey çok güzel olacak. Ama biz direnişi büyüttüğümüzde, biz kendi kararlarımızı verdiğimizde, biz örgütlü hareket ettiğimizde olacak. Çünkü bizim yaşamımıza, emeğimize, geleceğimize ancak biz sahip çıkabiliriz. Özgürlüğümüzü ancak biz, tırnaklarımızla sökerek kazanabiliriz. Gezi’de Taksim’de göz kırpan devrimi hatırlayarak… Omuz omuza yürüyerek…

Mücadeleyi büyütmenin, direnişi örmenin şimdi tam zamanı.

Kendi kararlarımızı vermenin şimdi tam zamanı.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, Saray Rejimi, “iç savaş”

Bu kavramı, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” vurgusunu özellikle vurguluyoruz. Tıpkı, “Saray Rejimi” kavramını özellikle kullandığımız gibi. Ve dahası bu ikisi, yani ekonominin savaş, yağma ve rant’a dayanması ile, Saray Rejimi diye tarif ettiğimiz rejimin ortaya çıkması, birbiri ile bağlantılıdır.

“Rant, yağma ve savaş ekonomisi” ile “Saray Rejimi” bağını daha iyi anlamak için, yeryüzünü sarmış olan emperyalist paylaşım savaşımına bakmak gerekiyor. Bu emperyalist paylaşım savaşı ve bunun bölgemizdeki, ülkemizdeki etkileri, resmin daha iyi anlaşılması için önemli görünmektedir.

Türkiye’de “rant, yağma ve savaş ekonomisi”, başından beri bir ABD projesi olan Erdoğanlı AK Parti iktidarlarına bağlıdır. Ekonomik ve siyasal açıdan öncesi vardır; 1- 12 Eylül darbesidir, 2- Özal’lı ekonomik politikalardır. Ama mesele bu kadar da doğrudan değil.

Arada SSCB’nin çözülmesi süreci var.

SSCB’nin çözülmesi ile emperyalist kampın “uyumu” bozulmaya başladı. Komünizme ve SSCB’ye karşı ABD hegemonyasında oluşmuş olan anti-komünist kamp, kendi aralarındaki sorunları daha ikinci plana atabilme “yeteneğini” geliştirmişti. Elbette, alttan alta tekeller, uluslararası şirketler, emperyalist güçler arasında rekabet sürmekte idi.

SSCB’nin çözülmesi, elbette dünya işçi sınıfının savaşsız sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesinde büyük bir gerileme, büyük bir kayıp oldu. Dünya işçi sınıfının büyük kaybının yanında, SSCB’nin çözülüşü, aynı zamanda emperyalist kamp içindeki çelişkilerin yeniden su üstüne çıkmasına neden oldu.

ABD, hegemonyasına dayanarak, dünya imparatorluğunu ilan etme hevesi ile öne çıktı. Afganistan ve Irak işgalleri aslında bunun için birer hamle idi. Doğu Avrupa’da sosyalist ülkelerin birer birer çökmesi, Almanya başta olmak üzere AB ülkelerindeki sermaye için büyük olanaklar yarattı. Almanya, belki 2. Dünya Savaşı’nda, askerî işgalle almaya çalıştığı ülkelerin çoğunu, ekonomik olarak denetimine almayı “başardı” diyebiliriz. İşte ABD, bu durum karşısında hızla harekete geçip, hazır askerî gücü ve diğer emperyalist güçler üzerindeki kontrolü vaki iken, “tek kutuplu dünya”, “3. Roma”, “Amerikan imparatorluğu” gibi vurgularla saldırmaya başladı.

Paylaşım savaşımının önemli bir alanı, Ortadoğu oldu. ABD, kuzey Afrika ülkelerini, Balkanları, Kafkasları da içine katarak, Büyük Ortadoğu Projesi’ni bu nedenle geliştirdi.

Bu, dünya çapında süren bir paylaşım savaşımıdır. ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa, bu paylaşım savaşımında en önde bulunan güçlerdir. Bir yandan, eski “işbirlikleri” sürerken, diğer yandan, dünyanın yeniden bölüşülmesi süreci ağırlık kazanıyor.

Türkiye, burada özgün bir duruma sahiptir. Siyasal olarak ABD’ye, ekonomik olarak ise AB’ye bağlıdır. Dün, bu sorun yaratmıyordu. NATO şemsiyesi altında siyasal olarak ABD denetiminde ve ekonomik olarak AB’ye bağlı olması, “ortaklaşa sömürge” olma durumudur. Bu, dün sorun değildi ama bugün, artık bu bir sorundur.

Siyasal alana egemen olan ABD ile ekonomik alana egemen olan AB ikilisinden hangisi Türkiye’nin efendisi olacak? Bu paylaşım savaşımının ülkemizdeki yansımaları, sadece Ortadoğu bölgesindeki yansımalarla sınırlı değildir, aynı zamanda kendi durumu ile de ilgilidir.

Paylaşım savaşımı kızıştıkça, durum daha da açığa çıkmaktadır.

Dünya çapında işçi sınıfına karşı başlatılan neo-liberal saldırının, “özelleştirme” politikaları, Özal döneminde başlamıştı. Ama AK Parti döneminde, bu politikalar, içine emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının etkilerini de alarak, hızla sürdürüldü.

Şöyle de ifade edilebilir: Tüm emperyalist güçler açısından ortak bir politika olan “özelleştirme”, ki daha büyük bir saldırının bir parçasıdır, tam da bu emperyalist paylaşım savaşının etkileri ile şekillenmeye başladı.

Şöyle düşünelim, Cargill ve Türkiye’nin tarım politikalarını ele alalım; bu politikalar, tam da ABD’nin Türkiye’de sermaye olarak güçlenmesi hedefleri ile uyumludur. Öte yandan, “yağma” politikalarının da tam içindedir.

İnşaat yatırımları da bu işin bir parçasıdır. İnşaat yatırımları, elbette, ranta dayalı bir ekonomi demektir. Özelleştirme ve inşaat yatırımları, hangi alan ele alınırsa alınsın, yağma ve rant ekonomisini göstermektedir.

Bu rant politikaları, AK Parti ve Saray çevresi için bir zenginleşme aracıdır. Ama emperyalist güçler için bu, aynı zamanda paylaşım savaşımının bir bileşenidir. Elbette, Batı, NATO, burada süren tüm “hırsızlıklara”, “yeni zenginler”in yaratılmasına olanak tanımışlardır. Zira yağmanın kabul edilebilir bir yan sürecidir bu.

Bu çerçevede belediyelere bakılırsa yerinde olacaktır. AK Partili belediyelerin ne yaptığı, önümüzdeki dönem çok daha net ortaya çıkacaktır. İstanbul ve Ankara belediyeleri üzerinde süren “savaş” bu çerçevede anlaşılabilir ve tersinden AK Partili yıllarda İzmir bölgesindeki ekonomik “gerileme”, yine aynı çerçevede anlaşılabilir.

Yakında, İstanbul ve Ankara belediyelerindeki rant ve yağma, daha net ortaya çıkacaktır. Ama bu yağma ve rantın, merkezden, Saray’dan yönetildiği unutulmamalıdır. Belki birkaç ortalığa saçılmış rakam bilgi verebilir: 2019 yılının ilk üç ayında, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti, Ensar Vakfı ve diğer vakıflara, 2,5 milyar TL’nin üzerinde para aktarılmıştır. Bu sadece, olayın bir parçasıdır, sadece bir parçası.

Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının içeride yansıması, çeteleşmedir. Devlet çarkının her alanında çeteleşme yaşanmaktadır.

Ve yine, Suriye savaşı, bu paylaşım savaşımının sonucudur ve TC devletinin Suriye savaşındaki rolü, tam olarak ABD emirleri ile gerçekleşmiş açık bir tetikçiliktir. Bu bizim iddiamız olmaktan çoktan çıkmıştır. WikiLeaks belgeleri, açık olarak Hillary Clinton’un mektuplarını deşifre etmiştir ve burada bu süreç için yapılan görevlendirmeler açıktır. Erdoğan ve Damat dahil birçok kişinin isimleri açık olarak belgelerde vardır.

Suriye savaşı, devletteki çözülmeyi iler boyutlara taşıdı. Rus uçağının düşürülmesi ve sonrasında Rusya ile gelişen ilişkiler, Türkiye’nin durumunu daha da sıkışık hâle getirmiştir.

Devlet içindeki çeteleşme, konu savaş ve konu Kürtlere karşı saldırı olduğunda çetelerin “ortak” hareket etmesine olanak vermektedir. Bu hâlâ böyledir. Çeteler, savaş ve Kürtlere karşı savaş ve nihayet Gezi sonrasında devrimcilere karşı savaş söz konusu olduğunda, hemen birleşebilmektedir. Ama bu arada, çeteleşme yine derinleşmektedir.

Saray Rejimi’nin oluşumu, dışarıda ve içeride süren bu savaşla bağlıdır.

Saray Rejimi’nin şekillenmesi, bu rant ve yağma ekonomisi ile bağlıdır.

Ve son yıllarda bu duruma, savaş ekonomisi eklenmiştir. Uzun yıllardır, Kürtlere karşı yürütülen savaşın üzerine, dışa dönük, özellikle Suriye’ye dönük savaş eklenmiştir. Bunun yarattığı ekonomik durum, yağma ve rant ekonomisi ile birleştirilmiştir. Silâh ihaleleri, rant ve yağma tarzına uygun olarak organize edilmiştir.

Ve tüm bu sürecin içinde, çeteler, din-milliyetçilik ve para ile harmanlanarak yer edinmeyi sürdürmüştür, sürdürmektedir.

Din ve milliyetçilik, dün, “Türk-İslam sentezi” üzerinden, dışa da dönük olarak şekillenirken, çeteleşme ve Saray Rejimi ile birlikte, din ve milliyetçiliğin yeni kalıbı “yerli ve milli”ye döndü. Bu, aslında bir daralmayı da ifade eder, ki sömürge bir ülkeden, bağımsız olmayan bir kapitalist ülkeden başka bir gelişim beklenemez.

Kendisi paylaşım masasında olan Türkiye, emperyalist güçlerin tetikçisi olarak davranırken, onlardan artacak kırıntılara razı olmayı “büyük güç” olma olarak ifade ederek, aslında kendi durumunu en çok da kendisinden gizleme yolunu tutmuş oluyordu. Herkes, kendi durumuna uygun bir “mantıklı” açıklamaya sığınmak zorundadır. İşte Türkiye’nin yaptığı da budur.

Bu ise, akıl almaz bir “çırpınma” ile gerçekleşmektedir. Hem ekonomik alanda “rant, yağma ve savaş ekonomisi” açısından bu böyledir, hem de Saray Rejimi’nin güç gösterileri açısından bu böyledir.

7 Haziran 2015’ten bu yana, Türkiye, Saray eli ile, açık olarak sandıkları, seçimleri gömme sürecine girmiştir. Son yerel seçimler, “yerel seçim” oldukları hâlde, hiçbir hukukun, hiçbir yasanın dikkate alınmadığı bir seçim sürecine, işte bu nedenle dönmüştür, döndürülmüştür.

İstanbul seçimleri üzerinde tartışma, oldukça öndedir.

Ama aslında Kürt illerinde, ilçelerinde ortaya çıkan durum, akıl almaz derecede vahimdir. Sadece yapılan hileler, sadece sayım konusundaki numaralar, sadece asker ve polis yığarak sandıkları değiştirme eğilimleri değildir söz konusu olan.

Devlet, açıkça, KHK ile uzaklaştırılan kişilerin seçilme hakkını ellerinden almaktadır. %70 ile seçimi kazanan HDP’li adayın yerine, %20’lerde oy alan AK Partili adayın belediye başkanı ilan edilmesi, burjuva hukukun ve anayasanın son bulduğunun kanıtıdır. YSK, devletin tüm güçleri, Saray Rejimi, açıkça, bu eylemi gerçekleştirmektedir. YSK, mesela “hata yaptık, KHK’li seçilemez, biz bunu atladık, bu durumda seçimi yenileyelim” bile demiyor. Hem KHK ile uzaklaştırılmış kişilerin seçilme hakkı yoktur demektedirler, hem de seçimi kazanamayan bir kişinin kazanmış gibi iş görmesini garantiye alıyorlar. Bu, “kayyum” politikasının aslında başka araçlarla devam ettirilmesi de demektir. Bu açık olarak iç savaştır. İç savaşta devlet, kendi değerlerine, kendi çıkarlarına göre hukuk keşfetmektedir.

Dahası da var, yaşlı olduğu için bir adayın mazbata almaması gerektiği iddiası devreye sokulmaktadır.

Dahası var, seçimlerde KHK ile uzaklaştırılmış olanların “oy kullanamaz” olduğu iddiası vardır. Bu iddia, seçilme hakkından ileri, seçme hakkının da gasp edilmesi düşüncesidir. Yani Saray Rejimi, seçimleri ortadan kaldırmaktadır. Üstelik bu yeni değildir. Bu süreç, 7 Haziran 2015’te başlamıştır ve o günden bu yana devam etmektedir. Bunun devamının geleceği de açıktır.

Saray Rejimi, tüm bu sürece uygun olarak şekillenmiştir. Çeteler, bunun bir parçasıdır. Tarikatlar, dinin yanında daha çok yağma ve rantla bağlanmıştır. Ve bu çetelerin şekillenmesinde, net olarak dünyayı paylaşım savaşımını yürüten emperyalist odakların, her birinin doğrudan katkısı vardır.

Artık, emperyalist paylaşım savaşımından söz ettik mi, ve konu Türkiye ise, demek ki, doğrudan doğruya, Saray Rejiminden ve “Rant, yağma ve savaş ekonomisinden” söz ediyoruz demektir. Bu paylaşım savaşımı ve çeteler, hem ekonominin ve hem de Saray Rejimi’nin içindedir. Tüm bunlar, NATO ile doğrudan bağlantılıdır.

Ve buradan tek bir çıkış vardır. İşçi sınıfı ve devrimci güçlerin, tüm halkların ortak direniş ve mücadelesi dışında bir çıkış yolu yoktur. Ülkenin geleceği, halkların ortak direnişine, işçi sınıfının dirilmesine, devrimci hareketin direnişine ve tüm bu cephelerde direnişin gelişimine bağlıdır.

Fabrikalardan alanlara… 1 Mayıs 2019

1 Mayıs 2019, tüm ülke genelinde, işçi sınıfının fabrikalardan, işyerlerinden alanlara aktığı, kitlesel bir biçimde kutlandı.

1 Mayıs 2019’un gerisinde, oldukça gerilimli bir seçim süreci var. Seçim sürecine damgasını vuran şey, tüm kurnazlık ve hilelerine rağmen, tüm baskı ve yıldırma politikalarına rağmen, tüm şiddet ve yalanlarına rağmen iktidarın Ankara ve İstanbul’u kaybetmiş olmasıdır.

Elbette bu “demokratikleşme”, “olumluya gidiş” vb. olarak adlandırılacak bir sonuç değildir. Zaten bunu bekleyen de olmamıştır. Ama seçim sürecinde Saray Rejimi’nin planlarının tutmamış olması, kendi içinde önemli bir sonuçtur. İşçi sınıfı ve halklar için bir kalıcı sonuç değildir. Ama yine de önemli bir durumdur.

Seçim sürecini bir “beka” sorunu olarak işleyen ve baskı, yalan ve şiddetin her türlüsünü devreye koyan Saray Rejimi, tüm çeteleri ile “istedikleri sonucu” elde etmek için bir alan olarak ele aldılar. Onlara göre, buradan elde edilecek sonuç, Saray Rejimi’nin “onaylanması” olarak sunulacaktı. İşte bu plan tutmamıştır. Tüm baskılara, tüm hilelere rağmen, bu sonucu elde edemediler.

Seçim sonuçları, öncesinde var olan ve gelişen direnişi kırmanın bir aracına dönüştürülecekti. Saray Rejimi’nin istediği buydu.

Tersine oldu. Bu sonuçlar, Saray Rejimi’nin istediğinin tersine, direniş cephesinin, işçi sınıfı ve halkların örgütlenmesinin olanaklarını bir dirhem olsun artırıcı bir etki yarattı. Bu, daha çok moral bir etkidir, henüz, sahada işçi sınıfının örgütlenmesinde net bir nitelik değişimini göstermemektedir. Bunun için daha erkendir.

Durumu Saray Rejimi’nin de gördüğünün kanıtları var. Saray Rejimi, bir yandan çeteler eli ile baskı ve şiddeti daha da artırmaya çalışırken, diğer yandan, işçi ve emekçilerin, halkların gelişen direnişini kırmanın yollarını aramaktadır. Kürt halkının direnişi ile, işçi sınıfının gelişen direnişinin birleşmesinden korkuyorlar. Bu nedenle, seçimler sonrasında, her türlü tehdidi devreye soktular.

1 Mayıs işte bu koşullar altında kutlandı.

Bir yandan, ekonomik kriz ile mücadele eden, yaşam ve çalışma koşulları kötüleşen işçiler, tüm örgütsüzlüklerine rağmen direniş geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bu direnişin bir yön ve rota alması için, kitlesel ve görkemli bir 1 Mayıs gerçekten de çok işe yarayacaktı.

Bunu kırmak için, devletin çeşitli katları, çeteler ve onların uzantısı basın, Bahçeli ve hempaları 1 Mayıs üzerinden dolaylı tehditlere yönelmişlerdi. 1 Mayıs’a saldırı olması korkusu, alttan alta yayılan bir eğilim durumunda idi. Seçim sonuçlarını kabul etmeme üzerinden gerilim tırmandırılırken, 1 Mayıs’ta işçilerin alanlara akmasının da önü kesilmek isteniyordu.

1 Mayıs 2019’da Taksim Meydanı’nın alınmamış olmasında bunun dolaylı etkisi vardır. Kitlelerdeki tedirginlik, kitle örgütlerinde ve onların yöneticilerinde de yansımasını bulmuştu. TC devletinin tarihsel gelenekleri iyi bilindiğinden, bu tedirginlik, çok da anlaşılmaz değildir.

Bir yandan Saray Rejimi’nin her türlü saldırganlığı, aymazlığı diğer yandan ise, ağırlaşan ekonomik krizin işçiler üzerinde yarattığı arayış ihtiyacı 1 Mayıs 2019’u şekillendiren nesnel etkenler olmuştur.

İşçiler, ağırlaşan yaşam şartları, işini kaybedenlerin hızla artması, artan yoksullaşma karşısında bir direniş geliştirmek zorundadırlar. Krizin faturasını ödemeyi reddetmek demek, direnmek demektir, örgütlenmek demektir. İşçi sınıfının içinde bu ruh hâli gelişmektedir.

Bu durum, işçileri alanlara akmaya yönlendiren bir etkendir.

Kürt halkının direnişi, tecride karşı 6 ayı bulan açlık grevlerinin geldiği aşama, devletin işçilerin kıdem tazminatlarına dönük yeni saldırı planları, savaş, yağma ve rant ekonomisinin işçiler ve halklar üzerindeki ağırlaşan yükü, alanların ana gündem maddesi hâline gelmiştir.

İşte bu koşullar altında, kitleselleşen bir 1 Mayıs yaşanmıştır.

İhtiyaç olan kitlesel ve görkemli bir 1 Mayıs idi. Bunun “yarısı” gerçekleşmiştir. Kitleselleşmiş olsa da, görkemli bir 1 Mayıs olmamıştır. Bu da oldukça gerçekçi bir durumdur, işçi sınıfı ve devrimci direnişin gerçek durumu ile uyumludur.

– Alanlara damgasını vuran şey, fabrikalardan alanlara akan işçilerin, bu 1 Mayıs’ta gözle görülür varlığıdır.

– Alanlara damgasını vuran şey, Saray Rejimi’nin daha çok ekonomik saldırılarına karşı taleplerdir. Daha çok ekonomik taleplerin önde olması, bir açıdan bir eksiklik olsa da, bir açıdan, işçilerin kendilerini ifade etmeleri anlamında oldukça anlamlıdır. Eksikliktir, çünkü, Saray Rejimi, devlet, her ekonomik hak arama eyleminin karşısına dikilmekte, en küçük bir hak arama eylemi siyasallaşmaktadır. Bu şartlarda, işçi sınıfının, siyasal olarak kendi devrimci örgütleri ile sahneye çıkması gereklidir. Ama daha o günlerde değiliz.

– 1 Mayıs 2019, devletin artık her renkten ve her şeyden korkmaya başladığının da kanıtı olmuştur. Renklere takılı bir Saray Rejimi var karşımızda. Yakın döneme kadar korktuğu renklerin arasında “beyaz” yoktu. Diyarbakır alanına beyaz tülbentleri ile gelen analara alana girme yasağı koymaya çalışan iktidarın, korkularının ne kadar genişlediğini bir kere daha görme olanağı elde edilmiştir.

– CHP, muhtemelen yürüttüğü pazarlık sürecinin de etkisi ile, mümkün olduğunda alanlara “temsilî” ve “denetimli” olarak var olmaya çalışmıştır. Mümkün olduğunca kortej dahi kurmamak için uğraşmıştır. CHP, kendisine oy veren emekçileri tutamayacağı fikrine kapılmış olmalıdır. Anlaşılırdır, sakıncası yoktur.

– Alanların işçiler açısından en önemli sloganı, “işçiyiz ama köle değiliz” vurgusudur. Bu, kötüleşen yaşam ve kötüleşen çalışma koşullarına karşı işçilerin “siyasal” istemidir. Evet işçiyiz, ama köle değiliz, yerindedir.

– Köle olmamanın tek yolu; işçi sınıfının iktidarı almak, burjuva devleti yerle bir etmek üzere devrimci sosyalizm çizgisine yönelmesi, devrimci sosyalizm bayrağı altında birleşmesidir. Direniş okulu, işçilere bunu göstermektedir. Direnişin küçük veya büyük olmasının önemi yoktur. Her direniş, örgütlenmenin ve devrimci sosyalizm bayrağı altında toplanmanın bir adımı olacaktır.

– Bakırköy’deki alan, işçi sınıfına küçük gelmiştir. Gerilim politikalarına, şiddet ve tehditlere rağmen Bakırköy alanına sığmayan bir 1 Mayıs kitlesi vardı. Bu kitle, bugün olduğu gibi 200 binleri aşar ve 500 binlere, milyonlara yönelirse, Bakırköy alanının daha da küçük bir alan hâline geleceği açıktır. Bu nedenle, bugünden, 1 Mayıs alanının Taksim olduğunun bilince çıkarılması, işçilerin, sendikaların, tüm demokratik kitle örgütlerinin gündemi olmalıdır. Hiçbir sendika, hiçbir demokratik kitle örgütü, bu görevden kaçamaz.

– Ülkenin birçok yerinde 1 Mayıs, giderek daha da kitlesel bir nitelik alırken, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesinin, devrimci örgütlenmesinin de eksik olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu bir kere daha bilince çıkmıştır. İşçi sınıfının devrimci birliği olmadan, ülkenin gerçek anlamı ile gündemine kalıcı bir müdahalede bulunması çok olanaklı değildir.

– 1 Mayıs kutlamaları göstermektedir ki, alanlarda kurulan kürsüler, alanı yönetmekten uzaktır. Mitingler, alana giren kortejler için neredeyse “dağılma” anı anlamına gelmektedir. Oysa alana giren kortejler, alanda, istemlerini dile getirecek, seslerini daha gür duyuracak şekilde bir kürsüye ihtiyaç duymaktadırlar. Kürsülerin ne fizikî konumlanışı, ne de içeriği bu çerçeveye uygun değildir. Alanların şehrin dışına itilmesi işçi sınıfının 1 Mayıs’ta ortaya koyacağı talepleri boğmak, görünmez kılmak için büyük bir operasyonun parçasıdır. Kürsüler, bunu aşacak tarzda organize edilmelidir.

Taksim, tam da bu anlamda oldukça önemlidir. Uzun bir yürüyüş kolu olması ve alanın büyüklüğü, bu açıdan çok önemlidir.

1 Mayıs’lar, hem işçi sınıfının ve halkların mücadelesinin içinde bulunduğu durumun bir fotoğrafını verir, hem de önümüzdeki mücadele dönemine ilişkin ipuçları ortaya koyar.

Ülkemizde, toplumun her alanında gelişen direniş, daha da gelişecektir. İşçi ve emekçiler, örgütlenmenin önemini, yakıcılığını anlamaya bir adım daha yakındır. Direnişlerin öğreticiliği, kendini açıkça göstermektedir.

Direniş aydınlatır.

Direniş öğretir.

Örgüt özgürlüktür.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...