Ana Sayfa Blog Sayfa 118

Gözleri kör eden Kürt düşmanlığı ile ABD taşeronluğunda yeni aşama

Saray Rejimi, Suriye’de yeni bir işgal girişimi başlattı. Suriye’nin bir parçası olan, Suriye’nin kuzeyinde yaşayan Kürt halkı başta olmak üzere halkların kurduğu ortak yaşamı dağıtmak üzere harekete geçti.

Bu saldırının, işgal girişiminin Türkiye halklarının güvenliği ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Bu saldırı, ABD adına Suriye savaşının uzatılması ve derinleştirilmesi içindir.

8 yıldır süren Suriye savaşında, milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmesinden, yüz binlerce insanın katledilmesinden, kadınların, çocukların köle olarak satılmasından, çocukların organları için katledilmesinden, Suriye’nin şehirlerinin yakılıp yıkılmasından birinci dereceden sorumlu olan ve tüm bunlara rağmen kazanamayan ABD’nin taşeronluğunu yapan Türkiye, savaşı derinleştirecek bir adım atmıştır.

Suriye savaşına sırtlanlar gibi atlayan Avrupa ülkeleri, milyonlarca mültecinin topraklarına gelmesini engellemek için bu işgal girişimine ‘timsah gözyaşları’ içinde onay vermiştir.

ABD aynı zamanda bu işgali, Kürtlerin kendisine boyun eğmesini sağlayacak bir fırsata dönüştürmek istemektedir.

Rusya, İran ile birlikte Ankara toplantısında, ABD ile çelişkileri arttırmak adına Erdoğan’ı bu işgale teşvik etmiş, şimdi sınır çizmeye çalışmaktadır. Beklentileri, Kürtlerin Esad’a boyun eğmesidir.

Bu işgal girişimi, emperyalist paylaşım savaşında, aynı zamanda paylaşımın konusu olan TC’nin, halkların kanı üzerinden gerçekleşen yağmadan kırıntı kapma hevesi ile yapılmaktadır.

Bu saldırı içerde, ekonomik ve siyasi kriz içinde olan Saray Rejimi’nin, krizini aşmak için başvurduğu bir yoldur.

Bu savaştan, Türkiye işçi ve emekçilerine de bölge halklarına da düşecek pay, kan ve gözyaşıdır. Açlıktır, yoksulluktur. Savaşın maliyeti canı ile alın teri ile işçi-emekçilere ödetilecektir.

Yağma, rant, savaş ekonomisi üzerine yükselen Saray Rejimi, iktidarını sürdürebilmek için savaştan başka bir yol bulamamaktadır. Neredeyse her ay elektriğe, doğal gaza, yola, köprüye, postaya yapılan zamlar; IMF ile yapılan gizli anlaşmalarla, emekçilerin çekilmez haldeki hayatlarını daha da daraltacak kararlar alıyorken; içerde gelişecek tepkileri görünmez kılmak için bir fırsat olarak görmektedir.

ABD başkanı Trump’ın ‘ekonomiyi mahvetme’ tehdidi Saray Rejimi’ne yapılmış büyük bir destektir. ABD’nin taşeronluğunda çıta yükselten Erdoğan’ın, Saray Rejiminin, arkasını güçlendirme hamlesidir. Bu, topraklarımızda var olan ABD karşıtlığını kullanarak; milliyetçiliği büyütmek ve muhalefeti susturma hamlesidir.

Nihayet bu hamle belli bir ölçekte sonuç almıştır. Muhalefet koltuk değneği olmuş, “içi yana yana” savaştan taraf olmuş, Erdoğan’ın arkasında hizalanmıştır.

Suriye savaşı boyunca, topraklarını koruyan; bunun için IŞİD de dahil katliam ve tecavüz çetelerine karşı mücadele veren, başta Kürt halkı olmak üzere Kuzey Suriye halklarına savaş ilan etmenin, Türkiye halklarına bir şey kazandırmayacağı gibi, halklar arasında düşmanlık tohumları ekmek dışında bir sonucu olmayacaktır.

Suriye Demokratik Güçlerinin gözetim altında tuttuğu IŞİD üyesi çetecilerin, Türkiye’nin beslediği diğer çetelere dahil olacağına dair en ufak bir şüphe duyulmamalıdır. IŞİD vahşetinden nefret edip de Kürt düşmanlığı üzerinden bu işgale onay verenler; eğer Saray Rejiminin planları tutarsa, yarın Pakistan’daki Taliban cumhuriyeti gibi, sınırlarında bir IŞİD, Nusra cumhuriyetine kendilerini alıştırmalıdır.

Baskı ve sömürü, yağma ve talan düzeni sürsün diye gerçekleştirilen bu savaşa, işgale karşı çıkmak, işçi-emekçilerin, halkların tek çıkar yoludur.

Halkların ortak, antiemperyalist cephesini oluşturmak; emperyalistlere ve onların bölgedeki işbirlikçi devletlerine karşı ortak mücadeleyi yükseltmek, onları coğrafyamızdan defetmek tek kurtuluş yoludur.

Savaşa, işgale hayır!

Yaşasın halkların kardeşliği!

Bölge savaşı, Kürt devrimi ve bölge devrimi

Suriye savaşının son derece kritik bir savaş olduğu artık herkesçe kabul edilir kanısındayız. Suriye savaşı, ABD’nin, adım adım dünya egemenliği için ilerleyişini durduran dönüm noktalarından biridir. Afganistan, Irak savaşları ile ABD, dünya imparatorluğu planlarını kurarken, daha Irak savaşının ortasında, durumun hiç de istedikleri gibi gitmeyeceğini görmeye başladılar. ABD, başlıca rakipleri olan Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa, henüz askerî açıdan zayıf iken, dünya imparatorluğunu ilan etme hevesindeydi. Ama Irak savaşının ardından, anladılar ki, bu iş daha uzayacak ve bu kez Batı dünyasının desteğini almak üzere, ittifak politikalarına döndüler.

1. Dünya Savaşı öncesini hatırlayalım. Savaş yakınlaşıyordu ama aynı zamanda akıl almaz anlaşmalar, ittifaklar yapılıyordu. Savaşın öncesi hep böyledir.

Bu paylaşım savaşımı, daha çok Birinci Dünya Savaşımı’nın tamamlanması amacını, bu anlamda tarihî “düzeltme” amacını gütmektedir. Emperyalist güçler, en başta ABD, Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren şeyin Ekim Devrimi olduğunu biliyorlar. Ekim Devrimi, dünyayı paylaşım için savaşa tutuşanların önünü tıkadı, dünya halklarına ışık oldu, işçi sınıfının dünya çapındaki zaferinin önünü açtı. Emperyalist dünya, paylaşacağı alanın küçülmesi sorunu ile yüzyüze kaldı.

İkinci Dünya Savaşı’nda emperyalist dünya, uluslararası sermaye, Hitler eli ile, SSCB’yi boğmaya yöneldi. Ama bu savaş da istedikleri sonuçları vermedi. Dahası, emperyalist dünya, “demokrasicilik” oynamak zorunda kaldı.

Batı ittifakı, NATO, Batı değerler sistemi gibi kavramlar, soğuk savaş döneminde gelişti ve tümü ile bu demokrasicilik oyununa uygundur.

SSCB çözüldüğünde ABD, dünya egemenliğini ilan etmek için kolları sıvadı ama işin gidişi onların planlarına uygun olmayınca, bu Batı ittifaklar sistemi vb. yeniden devreye sokuldu. Libya savaşı, ABD’nin küstürmeye başladığı müttefiklerine bir parmak bal vermesi amacına uygun gerçekleşti. IŞİD, bir yandan Suriye ve yakın coğrafyasını yerle bir etmek için iş görecek bir alet iken, aynı zamanda Batı değerler sistemine bir tehdit olarak gösterilere, ABD hegemonyasını pekiştirecek bir alet olarak tasarlandı.

İşte Suriye savaşı bu noktada planların değiştiği andır.

Suriye savaşında Rusya ve Çin sahneye çıkınca, durum değişmeye başladı. Şimdi, hem ABD hegemonyası çözülüyor, hem de ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere arasındaki paylaşım savaşımı daha da güç kazanıyor.

Dünyanın “garip hâlleri” bundandır.

Biz, esas olarak Suriye savaşımının bu yönü üzerinde durmak yerine, daha özel bir alana, Kürt meselesine bakmak istiyoruz. Suriye savaşı üzerine, bölge savaşı üzerine başka açılardan, paylaşım savaşımı açısından, bu savaşta TC devletinin rolü açısından pek çok kere tartıştık. Bu kez, daha özel olarak Kürt devrimi açısından olaylara bakmak istiyoruz.

1-

Kürt sorunu, PKK önderliğinde gelişen devrimci mücadele ile, 40 yıllık bir mücadele ile bugünkü aşamasına gelmiştir. Barzani yönetiminin elinde tuttuğu Irak Kürdistanı’ndaki gelişmeler de dahil, Kürt hareketi içindeki her gelişme, bu mücadele ve önderlik ile bağlantılıdır. Barzani ve benzerleri ne kadar kendi mücadelelerinden söz ederlerse etsinler, gerçekte onlar, Kürt devrimci hareketinin başarılarının meyvelerini, emperyalist efendilerinin denetiminde kemiriyorlar.

Kürt devrimi, 4 ülkeyi doğrudan etkilemektedir. İran, Irak, Suriye ve Türkiye üzerindeki etkileri de farklı farklıdır. Bu ülkelerin durumları da farklılıklar göstermektedir. Türkiye, bir NATO üyesi ve bir sömürgedir. Kendisi sömürge olunca, içinde Kürt sorunu daha farklı etkilerle şekillenmektedir. Bu açıdan bakıldığında, her dört parçanın bağlı olduğu ülkelerin durumu da farklılıklar göstermektedir. Her dört parçada da Kürt meselesinin kendine özgü bir inkâr tarihi, bir asimilasyon süreci ve elbette bir mücadele tarihi var. Bu konu elbette Kürt devrimcileri tarafından sürekli ele alınıyordur.

Biz, daha çok, bugün her dört parçadaki farklı gelişmişlik düzeyindeki Kürt hareketinin, PKK önderliğinde başlamış olan 40 yıllık mücadelenin açık ve dolaylı etkilerini taşıdığı gerçeğinin altını çizmek istiyoruz.

2-

Bugün Kürt hareketi içinde, başlıca iki eğilimi tespit etmek mümkündür. Birinci eğilim, sosyalizm ve devrim çizgisidir. Bu çizgi, bugün, hiçbir emperyalist güce sırtını dayamadan, Kürt hareketinin bağımsız sosyalist çizgisini izlemeyi önermektedir. Bu çizgi, ABD veya başka bir güce dayanarak ayakta kalınamayacağı gerçeğini bilmektedir. Bu çizgi, elbette, kendine özgü birçok manevra ve ittifak politikası geliştirmeyi reddetmez, edemez. Ama nihaî nokta, başka bir büyük güce dayalı bir “kurtuluş” yolunun, uzun yıllardır süren Kürt hareketinin mücadele tarihine, deneyimlerine sırtını dönmek anlamına geldiğini bilir. Bu çizgi, bölgede bugün gelişen çeteleşme hareketlerinin, emperyalist güçlere bağlı çetelerin Kürtler içinde yer edinmesini önleme uyanıklığını geliştirebilecek tek çizgidir de. Kürt mücadelesine Marksist bilimi taşıyan devrimci hareket, elbette, kurtuluş mücadelesinin de izlemesi gereken yol konusunda berraktır.

İkinci çizgi, özetle Barzani çizgisidir. Barzani çizgisi, bir emperyalist büyük güce dayanarak, Kürt hareketinin “meyvelerini”, yeni sömürgeciliğin içinde yok etmek istemektedir. Barzani çizgisi, ABD, NATO ve TC ile dosttur. Barzani çizgisi, Kürt devrimci hareketinin etkilerini yokmuş gibi görmekte, öyle göstermektedir. TC devleti, ABD ve NATO ile işbirlikleri bunun en açık kanıtıdır. Rojava’da ve Şengal’de bu çizgi, IŞİD’in Kürt halkı üzerine sürülmesine adeta seyirci kalmayı seçmiştir.

Bu çizgiye, emperyalistlerle uzlaşma çizgisi diyebiliriz. Bu çizgi, daha çok aşiret yapısına, sermaye kesimlerine dayanmaktadır. Bu nedenle de, gelişmelere göre, farklı tonlar alabilmektedir. Bir yerde açık bir Barzani çizgisi hâlini alırken, başka bir yerde ABD korumasına sığınma biçimine dönüşebilmektedir. İçinden geçilen koşullara göre, her koşulda direniş çizgisi yerine, her koşulda uzlaşma çizgisi olarak şekil değiştirebilmektedir. Bu çizgi içinde ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ayrı ayrı etkilere sahiptir.

3-

Bugün, ABD, baş oyuncu olarak, Suriye savaşının bugünkü aşamasını kullanarak, devrimci çizginin etkilerini kırmak, devrimci çizginin mesela Suriye’deki etkilerini yok etmek istemektedir. Bu doğrultuda bir plan ortaya konmaktadır ve Suriye savaşının bugünkü aşamasında bu plana bakmak daha da özel bir önem kazanmıştır.

– ABD, Türkiye içinde Kürt hareketine karşı şiddetli bir saldırıyı, son yıllarda yeniden doruğa çıkarma çabası içindeki TC devletine bu konuda tam destek vermektedir. Hem içeride Kürt hareketine karşı saldırılarda ABD ve NATO devrededir, hem de özellikle adına “pençe harekâtı” denilen savaşla, PKK ile Suriye Kürtleri arasındaki bağları kopartmak için devrededirler.

Pençe harekâtı denilen savaş, iki amacı gütmektedir. Bir yandan Kürt devrimci hareketinin Suriye Kürtleri, özel olarak PYD üzerindeki etkisini sınırlandırmak, kırmak, diğer yandan da İran’a karşı bir savaş için, uygun yerlerde mevzilenmek.

Bu, işin bir koludur.

– Bu kapsamlı savaşın ikinci kolu, TC eli ile içeride uygulanmaktadır. Kürt devrimine karşı aralıksız saldırılar, Kürt halkına karşı katliam politikaları, içerideki yansımasıdır. Birçok Kürt ilçesi yerle bir edilmiş, katliam politikaları devreye konulmuş, kayyum politikaları ile halkın iradesi yok edilmeye çalışılmıştır. Bu politika, ABD politikasının devamıdır ve NATO’nun desteğini almaktadır. Bu politikanın TC eli ile uygulanması, ABD ve NATO bağlarını görmemizi engellememelidir. Bu savaş, halkın iradesini kırma savaşımıdır.

– Bugün, Suriye savaşı sonucunda bölgede Türkiye denetiminde var olan IŞİD vb. türdeki, başka adlardaki çeteler, TC devletinin “güvenlikli bölge” planları içinde, bir alana yerleştirilmek istenmektedir. Suriye topraklarından 5 km ile, Türkiye tarafından belki 10 km’lik bir alanda, “güvenlikli bölge” ilan edilerek, bu unsurlar buraya yerleştirilmek istenmektedir. Bu artık açık bir politikadır.

TC tarihinde nüfus politikaları, her zaman katliamlara kapının aralandığı politikalar olmuştur. Bugün de bunun zemini yaratılmaktadır.

Türkiye, bir yandan, Suriye topraklarının bir bölümünü işgal etmiştir. Diğer yandan ise, bu nüfus hareketi planlarını devreye sokmak istemektedir. ABD ile yapılan anlaşmaların içinde bunun gözlenmesi gereklidir. Bu, devrimci hareketinin etkisini kırmak, Kürt halkının iradesini kırmak politikaları ile tam uyum içindedir. Bu nedenle kayyum politikaları ile, “güvenlikli bölge” planları arasında bir bağ kurmak gereklidir. Tüm bu politikalar devreye sokulurken, aynı zamanda Barzani güçlerinin de önü yeniden açılmak istenmektedir.

İdlib’de yerleşmiş olan güçler, adım adım kontrolü kaybederken, Suriye ordusu bu toprakları kendi denetimine almaya başlarken, TC devleti, buradan çıkacak olan ve hâlen Türkiye içinde yer alan “cihatçı” çeteleri, “güvenlikli bölge”ye yerleştirme peşindedir. Bu durumun sonucu bilinir bir sonuçtur, katliam politikalarının boyutlanması anlamına gelmektedir. Kayyum politikaları da bunun bir parçası olarak ele alınmalıdır.

TC devletinin, elbette “fetihçi”, işgalci geleneği de devrededir. Ama ne Afrin’de ne de diğer alanlarda kalıcı olamayacağı bilinmektedir. Türkiye, İdlib’deki güçlerin bu “güvenlikli bölge”ye yerleştirilmesi için uluslararası destek aramaktadır. ABD’nin ise, Suriye güçlerine, bu ara bölgenin kendilerinin güvenliği için iş göreceğini anlattığını varsaymak gerekir. Böylece ABD, Suriye savaşındaki “kaybeden taraf” olma konumunu, bir nebze hafifletmiş olacaktır. Böylece, bölgede, yıllarca kalmış olacaktır. Lavrov, “Suriye savaşı bitmiştir” dese de, bu durum ABD’nin çekilmesi anlamına gelmeyecektir. Afganistan, Irak örnekleri açıktır. ABD bölgede oldukça, Suriye savaşı bitmeyecektir. Hele ki, ABD’nin İran’a karşı savaş çığlıkları attığı bir dönemde, bunu düşünmek mümkün değildir. Pençe harekâtı ile bölgeye yerleşmeye çalışan Türkiye, aynı zamanda ABD güçlerini de bölgeye taşımaktadır.

4-

İşte bu koşullarda, tüm bölgeyi emperyalist güçlerden temizleme meselesi özel bir önem kazanmaktadır.

İşte bu koşullarda, Türkiye’nin tümünü sarmakta olan, Gezi Direnişi ruhu önem kazanmaktadır.

Türkiye’nin batısında gelişen devrimci hareket, elbette henüz daha yolun başındadır. Ama tarihin hızlı akmaya başladığı bir döneme girdiğimiz de kesindir. İşçi sınıfı, en geri durumdan çıkış yolunu bulmak zorundadır. Daha gidilebilecek geri nokta kalmamıştır. İşçi sınıfı tüm örgütsüzlüğünü, tüm geriliğini, tüm kuşatılmışlığını yenmek zorundadır. Bunun olanakları düne göre çok daha fazladır.

Tüm bölgede devrimci güçlerin gelişimi için uygun bir süreç vardır. Bu elbette, sadece bir umut değildir. Zor olduğu kesindir. Ama ne kadar sürerse sürsün, ne kadar zor olursa olsun, başka bir çıkış yolu da gözükmemektedir.

Tüm emperyalist güçleri bölgeden kovacak güç, halkların anti-emperyalist, sosyalist mücadelesidir. Bu hareket, oldukça zayıftır, bunu bilmek gerekir. Ama gelişmeler, bu zayıflığın yenilebileceğini göstermektedir.

Anadolu’da gelişecek bir devrim, Kürt devrimini kuşatma siyasetini parçalayacaktır, sonuçsuz bırakacaktır. Bölgenin herhangi bir ülkesinde gelişecek her devrimci çıkış, tüm bölgeyi etkileyecek, tüm bölgede halkların mücadelesini ateşleyecektir.

Elbette her devrimci hareket, hangi parçada olursa olsun, kendi mücadelesini geliştirmek, halkları ayağa kaldırmak, bir sosyalist devrimi örgütlemek için, her koşulda çalışmak zorundadır, zaten bunu yaptığını düşünmek gerekir. Bugün, bu yoldan yürümek zorunluluktur. Dünyadaki gelişmeler, bu mücadeleyi güçlendirecek eğilimler barındırmaktadır. Kapitalizmin sınırlarına yaklaştığı biliniyor. Son yıllardaki gelişmeler, kapitalizmin yaşanır bir sistem olmadığı bilincini ya da en azından duygusunu pekiştirmektedir. Bu durum, mücadelenin gelişimi için bir avantajdır.

Bölgemizde savaşların, savaş ekonomisinin, rant ve yağmanın bitmesinin tek yolu, emperyalist güçlerin bölgemizden kovulmasıdır. Bu, giderek daha geniş sayıda hareketin görmeye başladığı bir gerçektir. Bu durum, farklı ideolojik yapılardaki hareketlerin, bu anti-emperyalist mücadelenin bir parçası olabileceği düşüncesini pekiştirmektedir. Ancak ne olursa olsun, ne kadar küçük olursa olsun, her devrimci hareket, öncelikle kendi mücadelesini geliştirmek, kendi gücünü büyütmek ve sağlamlaştırmak görevi ile karşı karşıyadır.

10 Ekim Ankara; Unutmayacağız, Affetmeyeceğiz

Nedir güçlü olmak?

Ekonomik bir talebini sokakta aramak isteyen işçinin üstüne çevik kuvvetiyle, tomasıyla saldırmak mıdır? Yoksa karşısına tüm bu güçlerin çıkacağını bile bile o alana çıkma iradesi mi?

Nedir güçlü olmak?

Tankıyla, uçağıyla, askeri birlikleri ile şehirleri yağmalamak mı? Yoksa bu “orantısız” güce rağmen direnişi büyütmek mi?

Hileyle, baskılarla, kayyumlarla seçimi kazanmış olmak mı? Tüm bunlara rağmen sesini azaltmayıp, örgütlenmeyi sürdürenler mi?

Nedir güçlü olmak?

Doğaya, yaşamlarımıza gözü dönmüş bir şekilde saldırmak mı? Yoksa dünya tekellerini karşısına alıp dağını, ağacını, yaşam alanlarını korumaya çalışanlar mı?

“Sevgilisini” tehdit etmek, taciz etmek, tecavüz etmek mi güçtür? Bu duruma karşı örgütlenip sokakta o erkeğin dövülmesi mi?

Nedir güçlü olmak?

Gezi Direnişi ile yeniden filizlenen umutla, 7 Haziran seçimlerinde bu umudun Kürt halkıyla birleşme eğilimine karşı; önce 20 Temmuz’da Suruç’ta 33 kişiyi, ardından 10 Ekim 2015’te 103 kişiyi öldürüp, yüzlercesini yaralayıp sakat bırak mı? Yoksa tüm bu saldırılara, baskılara rağmen sokakları bırakmayan, mücadelesini sürdürenler mi?

Aslında biz kendimizi güçlü görmesek de, onlar görüyorlar. Gördükleri için bu kadar saldırıyorlar. Diğer işçiler de hakkını aramak için sokağa çıktığında, savaşa dur demek için herkes ses çıkardığında, doğaya yapılan tüm saldırılar karşısında yaşamını savunmak isteyenler direndiğinde, tacize uğrayan kadınlar örgütlendiğinde; halkın coşkun akan selini durduramayacaklarını biliyorlar.

Evet, tam da bu yüzden saldırıyorlar. Ama güçsüzlüklerinden dolayı saldırıyorlar.

Yapı ne kadar sallantı da olsa da, bu çürümüş yapıyı yıkacak olan bizleriz. Asıl güçlü tarafın biz olduğumuzu unutmadan.

Ve biz unutmayacağız; gazınızın kokusunu, yıkılan evlerimizi, yağmalanan doğamızı, tecavüz edilen kadınları, çocukları. Bu yolda öldürülen yüzlerce/binlerce insanımızı…

Ve biz affetmeyeceğiz…

“Bekleyin
yakında biz geleceğiz;
asfalt yollardan marşlarla ineceğiz.”

İşçi Gazetesi’nin 175’inci sayısı çıktı

İşçi Gazetesi, tüm işçi-emekçileri; bir avuç egemenin sırtımıza yüklediği krizin faturasını ödememek için saflarını netleştirmeye, mücadeleyi büyütmeye davet ediyor.

Gazetemizin bu sayısında; İradesi hiçe sayılarak kayyum atanan Kürt illerindeki halkın süren direnişi, doğanın talanına, topraklarına, geleceğine sahip çıkan halkın direnişi, işçi eylem ve direnişleri, kadın ve işçi cinayetleri raporları, işçi hakları, köşe yazıları, kültür-sanat, ülkeden ve dünyadan gelişmeler yer alıyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitabevlerinden ve AKA-DER şubelerinden temin edebilirsiniz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

Bir Başka Seçenek Var

Her gün seçimlerin bin bir türlüsüyle karşı karşıyayız işçiler, emekçiler, halklar, kadınlar, gençler olarak.

Bir seçim yap diyor egemenler, yönetenler:

İşsiz kalmayı mı seçeceksin, yoksa günde 14 saat çalışıp yine de geçinememeyi mi?

Dilinin, kültürünün saldırıya uğrayıp yok edilmesini mi seçeceksin, yoksa saldırılardan korkup kendi kendini asimile etmeyi mi?

İşçi cinayetinde öldürülmeyi mi seçeceksin, yoksa intihar etmeyi mi, yoksa yanı başında sınıf kardeşlerin ölürken susup uyuşarak bir mezarlık gibi “yaşamaya” devam etmeyi mi?

Bölgemizdeki savaşın tetikçiliğini yapan iktidarı alkışlamayı mı, yoksa “bu Suriyeliler nereden doldu ülkemize, defolsunlar” demeyi mi?

Kazdağları’na bir kazma da sen vurmayı mı seçeceksin, yoksa memleketin daha ne kadarını yağmalayacaklarını görmek için beklemeyi mi?

Sandığı önüne koyduklarında iyi kötü bir seçim yapmayı mı? Peki ya Diyarbakır’a, Van’a, Mardin’e kayyum atadıklarında; “oh iyi olmuş Kürtlere” demeyi mi, yoksa “Oh iyi ki İstanbul’a kayyum gelmedi” demeyi mi, İstanbul’a da kayyum atamasınlar diye uslu durup tepkisiz kalmayı mı?

Elektriğe, ulaşıma yapılan zamları görüp “buna da şükür” demeyi mi, yoksa sıradaki zammın nereye geleceğini tahmin etmeye çalışmayı mı, yoksa aynı cümleleri ağzında sakız edip “bizi mahvettiler” diyip durmayı mı?

Çocuğunu bir okula yerleştirememeyi mi seçeceksin, yoksa güç bela yerleştirdiğin okulda evladının beyninin çöple doldurulmasını mı?

Çocuk istismarcılarını “bir kereden bir şey olmaz” diye savunmayı mı seçeceksin, yoksa her yeni gördüğün istismar haberinde yüreğin kabararak içine gömülmeyi mi, sonra onu bir yeni haberle unutmayı mı? Harekete geçmek için daha da iğrencinin, en iğrencinin olmasını beklemeyi mi seçeceksin?

Ölümlerden ölüm beğenme cumhuriyetinde hangi ölümü seçeceksin? İşçi cinayetini mi, ‘namus’ cinayetini mi, tecavüze uğrayıp öldürülmeyi mi, yakılıp öldürülmeyi mi, tren kazasında öldürülmeyi mi, kamyon altında kalıp öldürülmeyi mi, 3 aylık bebekken öldürülmeyi mi, kendi halinde yaşlı bir kadınken öldürülmeyi mi, önlenebilir hastalıklardan mı, kalp krizinden mi, kanserden mi, yalnızlıktan mı… Hangisi?

Bir kurtarıcı siyasetçi çıksın, tüm sorunlarımızı çözsün diye iki seçim beklemeyi mi, “o değil de bu kurtaracak bizi” demeyi mi, sonra bir diğerini beklemeyi mi, 5 sene beklemeyi mi, 10 sene beklemeyi mi?

“Hukuk bitmiş” deyip, adaletten vazgeçmeyi mi, yoksa iyi niyetlilikle adalet çıkmayacak mahkemelerden medet ummayı mı? Hangisini seçeceksin?

Bak, egemenler, patronlar, onlar adına yönetenler ne kadar çok çeşitli seçenek sunuyor önümüze… Demokrasinin böylesini tarih görmemiştir.

Yine de hiçbirini seçemedin mi? Hiçbiri içine sinmiyor mu? Hiçbiri sana insanca gelmiyor mu? O zaman sen de bizdensin. Ya açıktan, ya gizliden. Ya korkarak, ya korkmadan. Ya bugün kısık sesle, ya haykırarak… Ama bizdensin demektir.

Bir başka seçenek olmalı, diyorsun. Haklısın. Bir başka seçenek var.

Bugününden kaygılı, yarınından umutsuz yaşamaktan başka bir seçenek…

Gerçekten insanca olan başka bir seçenek.

Emeğinden başka verecek hiçbir şeyi olmayanların; yatı katı, madeni, arazisi, fabrikası, CEO’su, çetesi, bankası, kölesi olmayanların ve köle olmayanların seçeneği: Örgütlü mücadele.

Bu kadar yalın, bu kadar gerçek. İşte önümüzde.

Muhalif olmak, bize yaşamımızı vermeyecek, çocuklarımıza gelecek vermeyecek. Artık gerçek bir çözüm için, sosyalizm için örgütlenme zamanı.

İşyerimizde birbirimizin yaşamına sahip çıkalım, işyeri komiteleri kuralım, örgütlenelim.

Mahallelerimizde, sorunlarımızı birlikte çözmek için mahalle meclisleri kuralım.

Kadınlar olarak dayanışma geliştirelim, örgütlü mücadeleyi büyütelim.

Mahallede, işyerinde, okulda, sokakta, eylemli olalım, örgütlenelim. Bizden olanları da mücadeleye çağırarak örgütlülüğümüzü büyütelim.

Egemenlerin sunduğu seçenekleri değil, gerçek bir çözümü isteyenleri Kaldıraç dergisi okumaya, okutmaya; devrimci sosyalizm mücadelesine emek vermeye, Kaldıraç saflarında örgütlenmeye çağırıyoruz.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

YAŞASIN DEVRİM ve SOSYALİZM!

Kayyım3310 var mıydı, yok muydu?

Yer, İkra kenti… Zaman, zamanlardan herhangi bir zaman… Olay, yaşanması güç, anlatması kolay…

İkra Belediye Konağında, makamında kayyım belediye başkanı sayın Nurettin Olursayer, karşısında ise Yaver-i Cafer oturmaktadır.

Nurettin, üç sene evvel İkra kentine kayyım olarak atanmıştı, lakin kendinden evvel de o kentte kayyım vardı. Ondan evvelki kayyım, usulsüzlük yaparak belediye mallarını, eş-dost demeden, düğünlerdeki takı merasimlerinde dağıttığından görevine son verilmişti. Onun üzerine yerine kayyım olarak Nurettin geçmişti. Zaten her beş senede bir, belediye seçimleri olsa da seçilen başkan daha makamında gelir-gider tablosuna bakamadan gelip gidiyordu.

Nurettin Başkan ile Yaver-i Cafer karşılıklı oturmuş, Nurettin Başkan kahvesini, Yaver-i Cafer ise çayını yudumlarken bir yandan da gazete haberlerine göz atıyorlardı. Cafer, başkanına sesli sesli haberleri tek tek okuyor, Nurettin ise onları kendince paldır küldür yorumluyordu.

“Yaklaşık altı ay önce Kaf Dağı’nın yarısı boşaltılmıştı. Son günlerde ise maden ocağı kurulması üzerine yapılan çalışmalar dünden itibaren durdurulmuştur. Büyük bir kitleden oluşan protesto grubu şantiye önünde nöbet tutarak çalışmaların sürmesine engel olmaktadır. Masal Kahramanları Derneği bunun üzerine açıklamada bulundu ve birçok insanın bu nöbete çağırdı. Dernek Başkanı Keloğlan şöyle konuştu; ‘Ey büyükler… Ey küçükler… Ey orta yaş bunalımına girenler… Biz yıllardır, bir dolu maceralar, hikâyeler yaşadığımız bu Kaf Dağı’ndan sürülmekteyiz. Siz de biliyorsunuz o hikâyeleri. Hepiniz o hikâyelerle büyüdünüz ve hâlâ büyüyorsunuz. Şimdi ise devlet, yabancı sermayeye bizi peşkeş çekerek evimizden, yurdumuzdan dışarı atıyor. Burada bir bor madeni ocağı kurulacakmış. Ama biz buna izin vermeyeceğiz. Direne… Direne… Kazanacağız.’ Masal Kahramanları Derneği Başkanı Keloğlan sözlerini şöyle sürdürdü; ‘Bütün yoldaşlarımızı Kaf Dağı Direnişine bekliyoruz’.”

Yaver-i Cafer okumasını burada bitirdi, çünkü Nurettin Başkan’ın haber yorumlaması kısmına gelinmişti.

“Cafer evladım Baş Diktamız ne der her zaman? Bunlar bir avuç çapulcu, der. Bir avuç çapulcu canım… Bir gün bağırırlar, ikinci gün anırırlar, üçüncü yallah… Hem devletimiz bir şey biliyor ki yapıyor bu bor madenini. Hem o Kaf Dağı’nda ne yapıyorlardı onlar? Yok biri kızın saçından çekerek odasına girmeye çalışıyor, diğeri uyuyan kızı uyandıracağım hesabına… Tövbe haşa… Namahreminden öpüyor. Onların kızlı-erkekli ne yaptıkları belli. Bizim çocuklarımızın bunlar hep ahlâkını bozdu. Hele o başkan denen Keloğlan, padişahın kızına gözü dikmiş. Tam devlet düşmanı.” Nurettin Başkan biraz duraksadıktan sonra, “O değil de bu Kaf Dağı nereye düşüyor Cafer?” diye sordu.

O anda Cafer biraz düşündü ama genel olarak takındığı tavrı hiç bozmadan cevabını şöyle verdi: “Beni bilirsiniz Başkanım. Ben iki yeri iyi bilirim. Bir ibadethane, ibadet etmek için; iki abdesthane, abdestimi almak için. Ben bu Kaf Dağı’nı ne duydum ne bildim.”

O sırada masada duran telefon çalmaya başladı. Nurettin Başkan hemen açtı, arayan kayınçosuydu. Yaver-i Cafer’ine odadan çıkması gerektiğini gözüyle çok güzel bir şekilde anlattı. Yaver-i Cafer ise hiç ikiletmeden hemen dış kapının eşiğinde kendini buluverdi.

“Alo kayınço… Sen merak etme, otopark sende. Sana enişte sözü, inanmıyor musun bana? Biliyorsun Baş Diktamızın bir tanıdığı istedi ama önceki kayyım elden çıkarmış, kayınçosuna vermiş dedim. Bak sırf senin için, Baş Diktama yalan söyledim. Aynen, üç katlı otopark ama sen rahat ol, ben sana izin çıkarırım. Dört, beş, altı… Artık uğurlu sayın kaçsa o kadar kat çıkarsın. Akşam alem yapak, ne diyorsun? Sen ayarla ortamı, belediye lokali hizmetinde.”

Tam o anda dışardan siren sesleri gelmeye başlamıştı. Nurettin Başkan ‘Ben seni sonra ararım’ deyip kapatmıştı telefonu. İki önde, iki arkada dört polis aracı ve ortada bir devlet kamyoneti tam belediye konağının önünde park etmişlerdi. Polis araçlarından bir ekip hızlıca çıkarak devlet kamyonetinin arkasından, buzdolabı kolisi boyutlarında, ahşap bir kutu indirdiler. Diğer ekip ise hızlıca belediye binasını sararak içerdekileri kontrol altında tutmaya çalıştılar. O sırada sirenleri duyan Nurettin Başkan bir eliyle bilgisayarını açıp bazı dosyaları silmeye başladı. Diğer eliyle de kilitli çekmesinden bazı dosyalar çıkartıp çöp kutusuna attı ve çöp kutusunun içindekileri yakmaya çalıştı. Ama bu işlemin tam ortasında polis memurları, iki bakanlık çalışanı ve o buzdolabı kutusu içeri girdiler. Bakanlık çalışanlarından sakallı olanı konuşmaya başladı.

“Sayın Nurettin Olursayer, kayyım belediye başkanı olarak bakanlıkça atandığınız görevinize, yine bakanlıkça el konulmuştur. Ayrıyeten, belediye paralarına el koymaktan, devletimizin haberi olmadan halktan vergi kesip kendi hesabınıza aktarmaktan, belediye binalarını hasarlı gösterip ucuza akrabalarınıza satmaktan, belediye üzerinden naylon fatura keserek kara para aklamaktan…”

Birden bıyıklı olanı sessiz ama duyulur bir sesle araya girdi. “Ve en büyük suçlama ise, bütün bunları Baş Diktamızdan habersiz yapmaya kalkışmakla…”

Sakallı olan sözüne devam etti. “Suçlanmaktasınız. Memur beylere zorluk göstermeyiniz lütfen, çünkü birkaç gün onların misafiri olacaksınız. Oradan da…”

Yine bıyıklı olan sessiz ama duyulur bir sesle “Adalet bakanlığı lokaline alem yapmaya gideceksiniz. Rahat olun! Buradaki alemleri aratmazlar size” dedi.

Polis memurları, ritüel hâline gelmiş kayyım protestolarından idmanlı olduklarından Nurettin’i hemen sepet ederek polis aracına bindirdiler. O sırada bıyıklı bakanlık görevlisi masadaki bütün dosyaları, çöpteki yarı yanık kâğıtları ve bilgisayarı toparlayıp çıktı. Diğer sakallı olan ise buzdolabı kolisini elindeki kılavuza bakarak açmaya başladı. Bir hediye paketi biçiminde süslenmiş paketin etrafına bütün belediye çalışanları, yani gözaltına alınmayanlar, doluşmuştu. O sırada Yaver-i Cafer söze, “Efendim size yardımcı olabilirim” diye atılmak istedi ama sözünü tamamlamadan paket zaten, birden açılıverdi. Ve içinden çamaşır makinasına benzer bir alet çıkıverdi. Sakallı, kocaman ‘ON’ yazan tuşa bastı ve en üstünde dokunmatik bir ekran ortaya çıktı. Sakallı bir ara duraksadığı sırada Yaver-i Cafer yine söze “Efendim olmuyorsa bir açın, kapatın” demek istedi ama bu sefer de Sakallı ‘Sus!’ diye ikaz etti. Dokunmatik ekrandan ülkeyi, dili, yerel saati ve tarih ayarını tek tek yaptı. En sonunda karşısına çıkan işlemi onayladıktan sonra, insanlar doluştukları süreden daha kısa sürede odadan kaçmaya başladılar. Çünkü buzdolabı kutusuna giren çamaşır makinası biçimli şey, birden bir insan boyutuna girivermişti. Ve robotik ağızdan ilk çıkan ses ise ‘Merhaba, ben Kayyım3310’ oldu. O anda kapının ağzından kafasını uzatan Cafer ise korkulu bir sesle ‘Ben de yaveriniz Cafer’…

Tarih yine ve yeniden tekerrür etmiş, olağandışı sayılan durum bir süre sonra sıradanlaşmaya başlamıştı. İkra kenti robot kayyıma alışma sürecini hızlıca gerçekleştirmişti. Hatta, halk ‘Robot Kayyum Defol’ diye sloganlar eşliğinde her gün eylem yapmaktalardı ve her gün gözaltılar daha çok artmaktaydı. Ülke genelinde başlayan bu protestolara karşı Baş Dikta ise şöyle bir açıklamada bulundu; “Ey İkra, bir kere o kayyum değil, kayyım. Şimdi siz kayyımı insan istemediniz, biz de robot getirttik. Kötü mü yaptık? Ne yapsaydık? Hayvan mı getirtseydik? Ama üzülmeyin. Şimdi yerli ve milli kayyım üretimine başladık. Yakında milletimiz kendi ürettiği kayyıma sahip olacak!”

İkra halkının alışma süresi ne kadar hızlı gerçekleşirse gerçekleşsin, belediye çalışanları için bu söz tekrarlanamazdı. Çünkü arka kulislerdeki dedikoduların dur durağı kesilmiyordu. Ve herkes teneke bir belediye başkanından emir almayı kendine yediremiyordu. Ama yağ çekmeyi de kendilerine bir borç biliyorlardı. Lakin öde öde bir türlü bu borç bitmek bilmiyordu.

Belediye sekreterinin masasında, hemen belediye başkanının odasının dibinde, sekreter Necla, çaycı Hasan ve Yaver-i Cafer oturmuş her gün yineledikleri dedikoduları yapmaktalardı. Çaycı Hasan “Ulan bunun gibi kaç tanesi sanayide elimden geçti, şimdi ise bu teneke başkanın çaycısı oldum. Kahvede benle alay ediyorlar arkadaş, şu kredi borcunu bitirip çıkacağım bu işten.” Sekreter Necla ise “Hasan abi teneke meneke ama adam baya çalışıyor gece gündüz.” Çaycı Hasan araya girdi; “Robot lan o, gecesi gündüzü mü var? Hem nereden biliyorsun erkek olduğunu, belki kadın… Cafer bu tenekenin cinsiyeti ne?” O sırada telefonundan Finlandiya hakkında her türlü bilgiyi almaya çalışan Cafer başını kaldırdı ve “Valla abi bilmiyorum cinsiyetini ama memleketini biliyorum. Finlandiya…” dedi. Necla ve Hasan ağızlarından hiçbir şey çıkmadan soran gözlerle “Nereden biliyorsun?” diye baktılar. Yaver-i Cafer ise leb demeden çorumun Wikipedia’da yazan bilgilerini hatmeden bir varlık olarak cevaplamayı kendine bir borç bildi. “Arkasında ‘Made in Finland’ yazıyordu.” Biraz duraksadıktan sonra “Ben de soy kütüğüme bakıyordum, baba tarafı hep Finlandiya’dan göçmüşler. Belki başkanımla akraba bile çıkarız.” O sırada çaycı Hasan lafını esirgemeden “Kesinlikle çıkarsınız, senin kafada da bir tenekelik var” dedi. O sırada Yaver-i Cafer’in telefonuna Kayyım3310’dan bildirim geldi ve içeri gelmesi gerektiği yazıyordu. Cafer odaya girer girmez, Kayyım3310 robotik sesle konuşmaya başladı.

“Cafer benim demin kulağım çınladı. Söyle çalışanlara, bir daha arkamdan konuşmasınlar. En azından telefonlarının yanında konuşmasınlar, çünkü bütün konuşmalar veri tabanıma düşmektedir. Hasan Bey’e de söyle işine son verilmiştir.”

Koltuğunda kurulan Kayyım3310, Cafer’den başıyla onay aldıktan sonra hemen “Benim ince uçlu şarj aleti sendeydi Cafer, vermen gerekiyor bana. Çünkü şarjım yüzde on beş kaldı” dedi. Cafer hemen cebinden şarj aletini çıkararak verdi. “Kusura bakmayın başkanım. Bizim köken de Finlandiya’ya dayanıyor. Aile geleneği olduğundan biz Finlandiya telefonlarını kullanırız hâlâ. Ben kaybettiğimden sizden aldım” dedi. Kayyım3310 cevap vermedi ama Cafer yağ çekmeye başlamışken sonunu getirmeden duramazdı. “Ah Finlandiya ah… Burnumda tütüyor başkanım. İkimiz de gurbet ellerdeyiz. Yıllık izinde gitsek mi beraber başkanım?” diye bir soru yönlendirdi.

Kayyım3310 bu soruyu anlamadığından robotik gözleri büyüdü ve “Dediğini anlamadım Cafer. Zaten konumuz da bu değil. Bana ihale dosyaları lazım. Hemen dosyaları bana getir” dedi. Yaver-i Cafer bütün bu işleri hâlletti ve odaya giriverdi. Kayyım3310 gözlerinden çıkan tarayıcı ışıklarla her dosyayı saniyenin onda biri olacak bir sürede taradı. Cafer’e dosyayı uzatarak “İhaleler altı çizilmiş şirketlere verilecektir” dedi. Cafer dosyayı aldıktan sonra başıyla onayladı ve “Başkanım sizin kazancınız nedir bu ihalelerde?” diye soru sordu. Kayyım3310 soruyu tam olarak anlamadığından deminkinden daha beter bir şekilde gözleri açıldı ve “Ne kastettiğini anlamadım Cafer” dedi.

“Başkanım, ikimiz de aynı memleketteniz, hemşeriyiz yani. Finlandiya’da işler sizin yaptığınız gibi yürüyor ama burada böyle yürümüyor başkanım” dedi. Kayyım3310 “Burada işler nasıl yapılıyor Cafer?” diye soru sordu. “Efendim burada bir iş yapacaksanız, avantanızı almanız gerekir” diye cevap verdi Cafer. “Sözlükte bulunamadı. Avanta ne demek?” dedi Kayyım3310. Cafer ise “Komisyon demek başkanım. Her ülkenin kendine göre kuralları vardır. Bizim ülkemizde başkan, her zaman komisyonunu alır. Halkımız da, Baş Diktamız da kendi komisyonunu alan başkanı her zaman sayarlar ve severler” sessiz bir şekilde bu sözleri ağzından döküverdi. Kayyım3310 “Bana yüklenen kurallar da böyle bir bilgi yok Cafer, sen emin misin?” dedi. Cafer ise yaverlik çizgisini bozmadan “Eminim Başkanım. Buraların örf adetleri vardır. Yani yazılı olmayan kurallar… Siz bana güvenin” dedi ve yüzünde tatlı bir gülümseme oluştu. “Peki Cafer ne yapmamız gerekir?” dedi. “Şimdi başkanım, yukarıdan gelen emre itaatsizlik olmaz ama emirden de yüzde onumuzu almak farzdır” dedi. Kayyım3310’un robotik gözlerinin yine büyüdüğünü gören Cafer “Yani başkanım, ihale ücretinden yüzde on fazla alacağız ve o yüzde on ise belediyemize bağış olacak” dedi.

Bugünden sonra her ihalede, her belediye mülkü işinde, her ne varsa o anda Yaver-i Cafer, Kayyım3310’a başkanlık üzerine özel ders vermekteydi. Kayyım3310 ise kendi veri tabanına ‘Yazılı olmayan kurallar’ adı altında bir dosya açmış ve denilen her şeyi oraya yazılı olarak kaydetmişti. Ve Cafer’in ağzından çıkan her anlamadığı kelimeyi, anlamlarıyla beraber kendi sözlüğüne eklemeyi de ihmal etmemişti. Hatta bir süre sonra Kayyım3310, sekreteri Necla’ya işlerinin ters gittiği bir zamanda şöyle bir emir vermişti; “Necla Hanım, sinirden her yerim gıcırdamaya başladı, bana sade bir motor yağı getir lütfen. Motor yağının kırk yıllık hatırı olur.”

Kayyım3310 zamanla tam bir kayyım olmayı başarmıştı. Belediye binası önünde yapılan eylemler artık daha bir şiddetli geçmekteydi. Kısa süre içinde İkra kentine alınan polis sayısı nerdeyse üç katına erişmişti. Yapılan ihalelerden bağış adına daha fazla avanta almakta ve belediye üzerinden, Yaver-i Cafer’in gösterdiği adamlara, naylon fatura kesmekteydi. Ve hepsini, Baş Dikta’dan habersiz yapmaktaydı. Kayyım3310, Yaver-i Cafer’in verdiği her dersten yüksek notla mezun olmuştu. Hatta ‘Başkanım bu fazla olmaz mı?’ dediği yerlerde bile, Kayyım3310 aldığı derslere dayanarak önerileri kabul etmeyip bildiğini okuyordu. Yani, robotik boynuz kulağı geçmişti.

Odasının her yanını şatafatla doldurtmuş. Kendinin zengin yaptığı çevreye her hafta yemekler verip, eğlenceler düzenlemekteydi. Halka bir korku yağdırıp ama anlaşmalı basında kendini melek bir robot gibi göstermeyi de ihmal etmiyordu. Anlaşmalı bankalarda, farklı isimlerde hesaplar açtırarak mal varlığına her geçen gün bir fazlasını da ekliyordu. ‘Teneke’, ‘Robot’, ‘Hurda’ gibi sözlere alınganlıkları yavaş yavaş başlamıştı bile. O lafı kullanan biri olduğunda direk ev baskınıyla aldırıp birkaç gün, belki birkaç hafta içerde tutturmayı da ihmal etmiyordu. Bunun en unutulmayan örneği bir toplantıda gerçekleşmişti.

Belediye bağışı adı altında alınan paranın yüzdesinin artırılması ardından bir toplantıda büyük bir gerginlik oluşmuştu. Masanın köşesinde bulunan, üç kat gıdısı bulunan zengin bir firma sahibi “Başkan, bu kadar bağışa insaf yahu… Ne yapacaksın bu kadar parayı, hurdalığa mı götüreceksin?” lafını esprili ama alttan alta laf sokma amaçlı söylemişti. Gıdılı zengin o günün akşamı evinden alındı. Vergi kaçırmaktan ve belediye ihalelerinde rüşvet vermeye çalışmaktan tutuklanmıştı. O günden sonra bu laflar artık tarihe kazınmış. Kayyım3310 tam bir insan olmuştu.

Kayyım3310 ne kadar değişse de Yaver-i Cafer değişmemiş. Hâlâ başkanı kim olursa olsun, ona sabahları gazete haberleri okumak görevini ihmal etmemişti. Yine Cafer, başkanına sesli sesli haberleri tek tek okuyor, Kayyım3310 ise onları kendince paldır küldür yorumluyordu.

“Yağmur Ormanlarında dün büyük bir yangın yaşandı. Sebebinin tam olarak ne olduğu bilinemeyen yangında dokuz yüz hektarlık alan kısa süre içinde yerle bir oldu. Yangın söndürme uçaklarının çalışmamasının ardından yangın daha da büyüdü ve söndürme çalışmaları daha fazla uzadı. Uçakların çalışmaması üzerine sosyal medya üzerinden halk tepkiler yağdırırken, Baş Diktamız şöyle bir açıklamada bulunda; ‘Zaten 10 tane uçağımız var, 3’ünün motoru yok, 2’sinin pilotu içerde, 4’ünün benzini bitmişti. Geriye kalıyor bir tane, ona da benim küçük oğlan binmişti. Ne var yani? Binmesin mi? Ey Yağmur Ormanları, geçmiş olsun dileklerimizi kabul et. Ama üzülmeyin yanan ormanların yerine yerli ve milli ormanlar yapılacak.’ Yangın söndürme çalışmaları hızlı bir şekilde devam ederken Baş Dikta ‘Bizim oğlan uçaktan inmiş, her şey kontrol altında’ diye sözlerini tamamladı. Birkaç gün içinde yangının söndürüleceği yetkililerce açıklandı.”

Kayyım3310 haberin bitmesine müsaade etmeden hemen yorumlarına başladı. “Biliyorsun Cafer? Baş Diktamız en iyisini bilir. Ne var yani yangın söndürme uçakları o an meşgulse? Hem her şeyi devletten beklemesinler, oranın belediyesi ne yapmış? Hiç… Anca devletten medet ummuşlar. Bak bize her şeyimiz tam, bir olay olsa pat hâllederiz. Bir belediye görevini tam yapamazsa o yerde her zaman sorun çıkar Cafer. Unutma bu dediğimi!” Bu sözlerinin ardından “Hem orası yağmur ormanı, adı üzerinde yağmur… Her dakika yağmur yağıyor, zaten bıraksan iki günde kendi kendine sönecek. Bu basın da her şeyi abartıp milleti gaza getiriyor” diye konuştu. O sırada siren sesleri duyuldu. Pencereden bakan Cafer başkanına “Geliyorlar başkanım” demekten başka çare bulamadı. Cafer odadan çıkıp içeriye koştu. Kayyım3310 ise masasında duran dosyaları kendi gözünden lazer ışıklarla yok etmeye başlamıştı bile. Ama tarih yine tekerrüre devam etmiş, polis içeriye dalmıştı, arkalarında ise Sakallı ve Bıyıklı bakanlık çalışanları vardı. Sakallı sözlerini kısa tutarak “Kayyım3310 bu süre içinde verdiğiniz hizmet için teşekkür ederiz ama artık göreviniz başka bir yerde devam edecek” dedi. Kayyım3310’un robotik gözleri o anda sorar bir şekilde büyüdü. Bıyıklı olan araya girdi. “Hurdalıkta devam edecek. Seni sahtekâr teneke seni…” diye ekledi. Sakallı, Kayyım3310’un yanına yaklaşarak onu tekrardan çamaşır makinası biçimine soktu ve odadan çıkartılar. Arkasında kalan belgeleri de alıp çıktılar. Odaya bu sefer büyük bir plazma kutusu girmişti. Ve içinden bir sonraki kayyım çıkmıştı. Ağızından robotik bir ses olarak “Merhaba ben Kayyım-Mac” çıktı. Kapı ağzından tek bir ses duyuldu ondan sonra “Ben de yaveriniz Cafer…”

Emre Kalaylar

Evet, radikal olma zamanıdır!

Sizin de çevrenizde mutlaka vardır, “radikal olmak iyi değil” ya da “radikal olmak zamanı mı” diye soranlar. Sanki, kapitalist dünya, onların kalplerindeki sonsuz “iyilik” ile şifa bulacakmış gibi. Sanki, Kaz Dağlarının yağmalanmasına karşı eyleme geçerken, radikal olmamak mümkünmüş gibi. Sanki, radikal olmak denilen şey, sizin isteğinize kalmış gibi.

Adam, iktidar, tüm devlet çarkı, en büyüğünden en küçüğüne rüşvet ve rantla, yağma ve savaş ekonomisi ile beslenen bürokrasi, hakimi, savcısı, polisi, generali, basını, Saray çevresi, SADAT’ı, soylusu, işadamı, ünlüsü, ünsüzü ile tüm devlet çarkı gelmiş, Kaz Dağlarını, gayet radikal, hiçbir kanun ve kitap tanımadan yağmalıyor. Ve bizim hanım teyzemiz, iyi kalpli beyefendimiz, evrene iyilik mesajları vermek üzere, “radikal bir savunma” yapmamak lazım, diye buyuruyor.

Bu hanım teyze, bu beyefendi, acaba, Kaz Dağlarında olup biteni mi anlayamıyor? Yoksa, altın madeni yağmacılarına karşı gelişen tepkinin “insanlık”tan uzak olduğunu mu düşünüyor? Bu hanım teyzeler, bu beyefendiler, acaba, yağmacılar söz konusu olunca yapabildikleri empatiyi, Kaz Dağları söz konusu olunca mı yapamıyorlar?

Yağmacılar gayet radikaldir. Kazmayı, siyanürü doğanın tam göbeğine vuruyorlar. Son derece radikaldirler, kanunların nasıl aşılacağı konusunda hiç sınır tanımıyorlar. Son derece radikaldirler, hiç utanma ve arlanma duymuyorlar. Son derece acımasızdırlar, hiçbir biçimde doğaya acımıyorlar, yürekleri sızlamıyor, vicdanlarından ses seda yok, gözlerinden yaş akmıyor, sadece ve sadece altın düşünüyorlar.

Devlet, Saray Rejimi, Erdoğan, tüm devlet çarkı son derece radikaldir. Altın madeninin %4’ünü nasıl bölüşeceklerinin hesabını yapıyorlar. Erdoğan’dan bağımsız maden işletmesi olur mu? Haşa, olmaz elbette. Öyle ise Erdoğan’a karşı çıkmadan Kaz Dağlarını savunamazsın. Gördünüz mü, Kaz Dağlarını savunmak, Erdoğan’a hakaret anlamına gelmektedir. Öyle ise, onlar da son derece radikal bir biçimde, polisi ile, ordusu ile, MİT’i ile, çeteleri ile, basını ile, TOMA’sı ile, copu ve mermisi ile, Kaz Dağlarını korumak isteyenlerin karşısına dikilmektedirler. Yani hanım teyze, son derece radikaldirler.

Evet radikal olmak lazım.

Radikal olmalı. Doğanın talanına, doğanın yok edilmesine, yağmalanmasına, ülkenin yağmalanmasına karşı bir adım geri atmamak, bir anda, her yol ve araçla savaşmak üzere, hep birlikte sokaklara, gerekli yerler neresi ise oralara çıkmak gerekir. Umudu, öfkeyi, bilinci, sabrı, iradeye dönüştürüp, kuşanıp çıkmak gerekir.

Biz, ülkenin tütünü, şeker fabrikası, ormanları, kâğıt fabrikaları, madenleri, yer altı ve yer üstü kaynakları yağmalanırken sustuk. İşte Karadeniz, HES’lere karşı direnenler kazandılar, ama direnemeyenler, her gün çocuklarını sellere veriyorlar, her gün bitki örtüsünün yok olmasını seyrediyorlar, her gün sularının kirlenmesine seyirci kalıyorlar, her gün yozlaşma içinde yaşayıp gidiyorlar. Taşova’nın tütünü yok artık, Kütahya’nın çinisi de gidecek. Malatya’nın kayısısı yok edilmek isteniyor. Hasankeyf, yok ediliyor. Doğa, ülke kaynakları, tümden yağmalanıyor. Cargillere peşkeş çekiliyor.

Bunlara karşı durmak, ancak radikal olmakla mümkündür. Bir karış yeşile dokundurtmayacağız, bir karış kaynağı yağmalatmayacağız demekle mümkün. Bundan bir şey olmaz, bir de onları dinleyelim vb. yok artık.

Direnirken de radikal olmak gerekir. Kaz Dağlarında barikat kurmak, barikatın diğer yanında sana sıkılan suya, gaza, üzerine yürüyen TOMA’ya vb. karşılık vermek gerekir. Bu bir direniştir. Onlar, ne kadar şiddetle geliyorlarsa, o ölçüde yanıt alacaklar, o ölçüde kararlılık görecekler. İşte o zaman, belki bir adım geri atabilirler.

Karşımızda, sıradan bir düşman yok. Ve bu durum yeni değildir. Hep böyledirler, her seferinde daha saldırgandırlar. Biz karşılarına dikilmediğimiz sürece, daha saldırganlaşmaktadırlar. Nâzım Hikmet, onları şöyle anlatıyordu.

“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim

Akar suyun

meyve çağında ağacın

serpilip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurmuş damgasını

alınlarına:

-çürüyen diş, dökülen et-,

bir daha geri gelmemek üzere

yıkılıp gidecekler”

O günlerden bugünlere, burjuvazi, devlet, onların efendileri olan yabancı şirketler, hep bu ülkeyi yağmaladılar. Ülkenin toprakları ile birlikte, genç kadın ve erkeklerini de hayvanlar gibi güttüler.

Kaz Dağları şu anda önde ise, inanın, bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir. Dünya coğrafyası için çok önemli vadiler de sıradadır. Bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir, Malatya’nın kayısısı de sıradadır. Bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir, zeytin tarlaları da sıradadır. Bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir, Karadeniz ormanlarını yok etmeyi hedefleyen “yeşil yol” projesi de sıradadır. Bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir, Artvin de sıradadır. Bu sadece Kaz Dağları meselesi değildir, ülkenin tüm koyları da sıradadır.

“Gel günlerim gel de dol

Gel Aydınlım, İzmirlim,

Gel aslanım Mamak’tan

Erzincan’dan Kemah’tan

Düşmanlar selam ister

Gezden, gözden, arpacıktan!”

Böyle diyordu Enver Gökçe. Şimdi, gelme, toparlanma zamanıdır. Şimdi, bizim bir parçamız olan coğrafyaya, doğaya sahip çıkma zamanıdır. Bu yağmaya, bu rant ekonomisine, bu soyguna, bu savaş düzenine son vermezsek, o, bizim, tüm insanlığın sonunu getirecek.

Mesele ne Taksim’de Gezi Parkı’nda üç-beş ağaç meselesidir, ne Kaz Dağlarındaki bin ağaç meselesidir. Mesele, tam anlamı ile insanlık meselesidir. Mesele, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ile, insanı kul, doğayı foseptik çukuru yaparak kârlarına kâr katanlara dur deme meselesidir. Mesele gelecek meselesidir. Mesele insanlığın, ülkenin geleceği meselesidir.

Onlarda hiç vicdan yok. Onlarda hiç doğa sevgisi yok. Onlarda hiç vatan sevgisi yok. Onlarda, kendi çıkarları dışında bir şeye saygı yok. Bu kadar vahşi, bu kadar gözleri dönmüş, bu kadar kâr hırsı ile dolmuş durumdadırlar.

Onları durdurmak istiyorsak, evet radikal olacağız.

Ne en küçük adımlarına izin vereceğiz, ne de en şiddetli saldırıları karşısında geri çekileceğiz. Gezi deneyimine sahibiz ve Kaz Dağları, bu deneyimi, daha da geliştireceğimiz yer olacak.

Evet hanım teyze, evet bey amca, radikal olacağız, sen de bizimle, yarın değil, hemen şimdi, bugünden başlayarak.

Sendika mafyası, çürüme; silkeleme zamanıdır

Ergün Atalay, kendisi Türk-İş’in başına çöreklenmiş, devlet ve Saray destekli sendika mafyasının önde gelenlerindendir. İşte bu Ergün Atalay, mikrofonların açık olduğunu unutmuş ve Bakan’ın kulağına “uzasa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle” derken, fısıldarken, mikrofonlar sesi dışarıya vurdu. Söyledikleri dışardan duyuldu.

Bunun üzerine, “gizli pazarlık” meselesi gündeme geldi. Atalay, bunun üzerine açıklama gereği duydu ve yaptığı açıklamada, “bugüne kadar ne ülkemi, ne mazlumu, ne de işçiyi sattım” dedi. Perinçek’in Aydınlık Gazetesi, hemen bu beyanatı öne çıkardı.

Fıkra şöyledir: Büyük şehirde bir kadınla yatmaya çalışan genç, ısrarlı aramalarının sonunda, bir “felaket” yaşar. Bir kadınla yatmayı beklerken, Anadolulu gururunu yerle bir edecek şekilde tecavüze uğrar. Dalgın dalgın şehrin sokaklarında dolaşırken, kalabalıkta bir adamla omuz omuza çarpışır. Çarptığı adam, “önüne baksana ibne” deyiverir. Genç adam, başını ellerinin arasına alır ve “demek dışardan da anlaşılıyor” der.

Ergün Atalay, Bakan’la, Erdoğan’la, devletle neler yaptığınız, “dışardan anlaşılıyor”. Ne fısıltılı konuşmanıza gerek var, ne kapalı kapılar ardına mikrofon var mı bakmanıza gerek var, ne de “ülkemi, mazlumu, işçiyi satmadım” diye Perinçek gazetelerine demeç vermenize gerek var. Dışardan anlaşılıyor. Ayan beyan.

Nasıl mı?

Bu ülkede 2018 yılının ağustosunda döviz kurları fırladı. O günden bu yana, tüketim maddelerine yapılan zam en az %50 civarındadır. Evet, konut satış fiyatları düşmüştür, daha da düşecektir. Kriz böyle bir şeydir. 100 bin TL’ye mal olan bir konutu 1,5 milyon TL’ye satarsanız, bu balonun bir gün patlayacağını herkes bilir. Bu balon daha tam da patlamadı. 1,5 milyon TL’lik konutlar, henüz 800 bin TL civarındadır. Ama siz de bilirsiniz ki, o pahalı konutlar sizin içindir, halk için değil. Yani, bize ev satış fiyatlarını göstermeyecekseniz, bize keçi boynuzunun fiyatını örnek olarak vermeyecekseniz, fiyatlarda artışın, enflasyonun 2018 yılında %40’ların üzerinde olduğunu bildiğinizi varsayacağız.

Enflasyon %40’lardan fazla iken, siz işçiler adına, 200 bin işçi adına, %8+4 ile sözleşme bağladınız. 2020 için ise %3+3 ile. Şimdi, siz işçileri satmadınız mı?

İşçi satmak, genelevlerde kadın vücudu pazarlamaktan biraz farklı gibi. İşin özü değişmiyor, ama sistem biraz farklı.

Akdoğan, sizin Erdoğan’a bağlılığınız üzerine bir makale yazdı. Sizi bu kadar övmelerinin nedeni, “yahu bu kadar az zamma ben bu işçileri nasıl razı edeceğim” dediğiniz ve Erdoğan’dan size kızgınlık selâmları geldiği için midir? Erdoğan devreye girince, %7+4 zammı komik bulduğunuz hâlde, %8+4 zammı “zafer” olarak görmeye başladınız.

Bakan’ın kulağına fısıldadığınız “uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle” sözlerinin, Erdoğan’dan korkunuz nedeni ile olduğunu, arkada süren pazarlıkla ilgili olduğunu anlamamamız mümkün müdür? Dışardan belli oluyor! Ama ne yazık, sizin başınız ellerinizin arasında değil, sizde bir dirhem utanma da kalmamış. Siz, bu “dışardan anlaşılanı” her seferinde, sürekli yapıyorsunuz, sizinki artık bir “kaza” olmaktan çıkmış, bir “meslek” olmuştur. Ve emin olun, meslek olmasından gelen profesyonellikle “dışardan belli olmaz” düşüncesi yanlıştır. Belli oluyor ve tüm işçiler, ama tümü, onları nasıl sattığınızı biliyor.

Bu korkunuz nedeni ile söylüyorsunuz, “ülkemi satmadım” diye. İşçileri satınca, ülkenizi satmış olmuyor musunuz? Sizin bulunduğunuz mevki, sendika mafyasının Türk-İş’teki başıdır. Siz Erdoğan olsanız, Kaz Dağlarını da satardınız. Siz bakan olsanız, ülkenizin her alanını satardınız. Siz Türk-İş başkanısınız ve işçilerin kanını, alınterini, işçilerin onurunu satmakla yükümlüsünüz ve bunu da her seferinde satıyorsunuz. Satmadığınız bir tek an yoktur.

Enflasyon 2018’de %40. Ya 2017’de, ya 2019’da? Bunları alt alta toplarsanız, işçi ücretlerinin nasıl eridiğini göreceksiniz. Bir işçi, bir maaşı ile, 2016’da ne kadar et alıyordu, şimdi ne kadar alabilir?

2018 yılında acaba elektriğe ne kadar zam gelmiştir? Acaba, doğalgaza ne kadar zam gelmiştir? Acaba benzin fiyatlarına ne kadar zam gelmiştir? Acaba biranın şişesine ne kadar zam gelmiştir? Acaba meyveye, sebzeye, beyaz peynire ne kadar zam gelmiştir?

Acaba içeride süren konuşma şöyle mi sürüyor: Efendim %8+4 diyelim ama, benim de bir yazlığa ihtiyacım var ya da benim de şöyle bir derdim var ya da tüm Türk-İş yönetimi birer yazlık ister. Bunun detaylarını bilmiyoruz. Ama eminiz ki, siz Bay Atalay, siz biliyorsunuz. Ve bu da dışardan belli oluyor.

Ülkede enflasyon %40’larda iken, kamu işçilerine %8+4 ilk yıl ve %3+3 ikinci yıl için önermek, bunu sendika adına imzalamak, satmak değil ise, işçilere ihanet değil ise nedir?

Şimdi, hemen Türk-İş sözleşmesinin ardından Memur-Sen’e, kamu çalışanları için ilk yıl %3,5+3 ve ikinci sene için %3+2,5 önerilmektedir.

Buradan çıkan bazı sonuçlar var.

1- Krizin faturasını işçi ve emekçilere yıkmak denilen şey budur. Enflasyon karşısında alım güçleri düşen işçiler, gerçekte krizin bedelini ödemektedirler.

Devlet, bir yandan, işçi ve emekçileri açlığa mahkûm ediyor, diğer yandan ise, milyonlarca işçinin cebinden her gün 1 TL olsun çalmak için uğraşıyor. Her gün 1 TL çalmak, insanların farkına varmayacakları bir miktardır ama bu milyar demektir. Devlet, vergileri bu nedenle artırıyor, her gün bir başka vergi, bir miktar daha yükseltiliyor. Böylece, işçinin cebindeki paranın bir bölümü çalınıyor.

Ve ücretler enflasyonun beş-on kat altında tutularak, krizin faturası esas olarak çalışan milyonlara yıkılıyor.

Bu durum, devletin kimin devleti olduğunun en somut kanıtıdır. Vestel’e, yandaş firmalara trilyonlar bir günde aktartılıyor, kurtarma operasyonları yapılıyor. Ama işçilere, enflasyonun kat be kat altında maaşlar öneriliyor.

2- Bu durumun ana nedeni, işçi sınıfının örgütsüzlüğüdür. Türk-İş başkanı Atalay, hiç korkmuyor. Erdoğan’dan, Saray’dan korkuyor. Onlara işçiler hakkında raporlar veriyor. Direnişin nerede olabileceği, direnişin nasıl önlenebileceğini onlara anlatıyor. Ama işçilerden hiç korkmuyor.

İşçiler örgütsüzdür. Ve kabahatin tümü değilse bile, çoğu, büyük çoğunluğu işçilerindir.

İşçiler başlarında sendika mafyasını tutmaya devam ettikleri sürece, din, ülke vb. adına kendilerini esir hâle getiren, kanlarını emen sendika mafyasını dinledikleri sürece, maaşlarını daha da kaybedecekler, krizin faturasını ödemek zorunda kalacaklar, açlıkla yüzleşecekler, her şeylerini adım adım kaybedecekler, ailelerinin ve çocuklarının geleceği sönecek ve en fazla intihar ederek bu acıya son vereceklerdir.

Bu elbette bir kader değildir.

Ama bu, işçilerin bizzat kendilerinin, kendi iradeleri ile değiştirebileceği bir durumdur. Ne açlık, ne düşük ücretler, ne aşağılanmak, ne kandırılmak, ne sırtında boza pişirilmek, ne soyulmak kader değildir. Ne sendika mafyasına boyun eğmek, ne sendikalarını hayasız-kan emici sendika mafyasına kaybetmek kader değildir.

Bunu değiştirmek işçilerin kendi ellerindedir.

Açıkça, elektriğin gördüğü zammı, suyun, doğalgazın gördüğü zammı, simitin, sigaranın gördüğü zammı, çocuklarının okul malzemelerinin gördüğü zammı bilen bir işçi, karşısına çıkıp %8+4 aldık diye övünen, Bakan’ın kulağına “uzasa işi karıştıracağız, en azından kapattım böyle” diyerek aldığı rüşveti ifade eden, yürüttüğü kirli pazarlıkları itiraf eden bir kişiyi sendika başkanı olarak kabul etmez.

3- Artık, işçiler için, sendika mafyasının egemenliğine son verme zamanı gelmiştir. Sendika mafyası çürümektedir. Artık, Bakan’ın kulağına itiraflar yapmaktan kendilerini alıkoyamamaktadırlar. Artık, kriz büyüdükçe, Reis’in emrini yerine getirmek için ne kadar korkutulduklarını itiraf etmek zorunda kalmaktadırlar. Artık, arka planda “istenmiyorsam istifa edeyim” sözlerine Akdoğan yanıt vermekte, Atalay ile Erdoğan’ın çok uzun bir geçmişi var, diye yazmaktadır. Her yazdıkları bir itiraftır. Normalde bir sendika başkanının uzun mücadele geçmişi ile övülmesi mümkündür, oysa artık durum öyle değil, Erdoğan ile uzun geçmişi övgü-itiraf karışımıdır.

Sendika mafyası çürümüştür.

Bu yapı dağılmaktadır. Ama bir farkla. Bu sendika mafyası, armut gibi değildir. Çürüyünce kendi kendine düşmez. Daha çok devlet gibidir, çürüdüğü hâlde orada kalmanın bir yolunu ararlar. Bu nedenle, şiddete başvururlar, yalana başvururlar.

İşçilerin, sendika mafyasının düşmesini beklemeleri doğru değildir. Çürüdüğünü görüyoruz, öyle ise silkeleme zamanıdır. Silkelemeden düşmeyecekler.

Silkelemek için örgütlenmek gerekir

4- Silkelemek, işçi sınıfının esaret zincirlerinden kurtulması demektir. Devlet, patronlar ve sendika mafyası işçi sınıfını esir almıştır. İşçiler açtır, borçludur, gırtlağına kadar borca batırılmıştır, işini kaybetmekten korkmaktadırlar. Bu korkularla davrandıkları sürece, onurlarını da kaybetmeye başlamaktadırlar. Biz buna esaret diyoruz.

Bu esarete son vermek demek, örgütlenmek demektir.

Her yolla, her fırsatı kullanarak, sadece “yasal” yollarla değil, her yolla örgütlenmek gerekir.

İşçilerin dostları, diğer işçilerdir. İşçi sınıfı bir sınıftır ve sınıf dayanışması ile ayakta kalabilirler. Bu nedenle işçiler, kendi içlerindeki balta saplarını temizlemek zorundadırlar. Kendi fabrikalarında devlete bilgi veren, polise çalışanları kendilerinden uzaklaştırmak zorundadırlar.

Sendikalarını geri alabilmek için, fabrikalarda, işyerlerinde örgütlenmek zorundadırlar. Bu örgütlenme, işyeri komiteleri şeklinde olmalıdır. Ve direniş alanı, esas olarak bu işyerleri, bu fabrikalardır.

İşçi sınıfı yeterince örgütlü olsa idi, Atalay, işçileri bu kadar kolay satabilir miydi? Enflasyonun %40 olduğu bir ülkede, işçilere %8+4 sözleşmesini onaylatmak, devletin, kapitalistlerin, sermayenin başarısı değil, sendika mafyasının başarısıdır. Sendika mafyası işçilerden hiç korkmamaktadır. Atalay, işçileri istediği gibi itip kakacağını, istediği gibi dolandırabileceğini, istediği yalana inandırabileceğini düşünüyor olmalıdır. Atalay, işçilerden hiç korkmuyor. Atalay, Bakan’ın kulağına fısıldarken bile işçilerden korkmuyor, diğer sendika mafyası üyelerini nasıl ikna ettiğini anlatıyor. Atalay, işçilerden hiç korkmuyor.

İşçi sınıfı fabrikalarda, işyerlerinde örgütlenmek zorundadır. Bunu defalarca denemek, bir kere daha denemek zorundadır.

İşçi sınıfı, devrimci işçileri izlemek, onların önderliğine başvurmak zorundadır. Devrimci düşüncelere kendini kapatarak, işçi sınıfı, işçi sınıfı olamaz. İşçi sınıfı, hem kendini, hem de tüm toplumu, sömürü çarkından, aşağılanmaktan, horlanmaktan, satılmaktan kurtarabilecek tek devrimci sınıftır.

İşçi sınıfı, “her koyun kendi bacağından” anlayışı ile, bir dirhem ilerleyemez. Esaret zincirlerini kırıp atamaz. “Her koyun kendi bacağından”, korkunun bir başka biçimidir. İşçiler kendilerini yalnız, çaresiz hissetsin diye yapılan bir kara propagandadır. Buna karşı çıkmadan, bir bütün olarak işçi kardeşliğini geliştirmeden, bu esaret kırılamaz.

Biz işçiler, yaşamı üretenleriz. Biz işçiler, çalışanlarız. Biz işçiler yeryüzündeki cenneti omuzlarında yükseltenleriz. Buradan gelen bir gücümüz var. Bu güç, “her koyun kendi bacağından” anlayışı ile açığa çıkmaz. Tersine her işçi, kendi başına güçsüz, çaresiz kalır. Onu koruyacak ne kanun var, ne polis, ne de başka bir şey.

Her şeyi üreten, toplumun en büyük gücü olduğu için, işçileri esir tutmak üzere bir seri düzenek kurulmuştur. Bu sendika mafyası bunun için vardır. Atalay ve ekibinin, sendika mafyasının esas görevi, işçileri sessiz, sedasız, koyun gibi tutabilmektir. Bir yandan devletin adamlarıdır bunlar, bir yandan patronların, bir yandan yanlarında çeteler vardır, bir yandan arkalarında polis gücü. İşte tüm bunlar, işçi sınıfının gücünden duyulan korku nedeni iledir. Bakkalların isyanını önlemek için böyle bir organizasyon yoktur. Bu, işçi sınıfının ayağa kalkmasını önlemek içindir. İşçi sınıfı köle olarak kaldığı sürece, efendiler dünyadaki cennetlerini sürdürebilirler. Gerçek budur.

Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci harekete uzak kalarak ayağa kalkması, esaret zincirlerini kırması mümkün değildir.

Bugün, 2019’un Ağustos ayında, işçi sınıfının ayağa kalkması, işçi sınıfının devrimcileşmesi için olanaklar vardır.

İşçileri, devrimci işçileri, kendi saflarımıza, devrimci sosyalizm saflarına, Kaldıraç saflarına, İşçi Gazetesi saflarına davet ediyoruz. Şimdi zamanıdır.

Krizin faturasını gerçekten ödemek istemiyorsak, yol budur.

Kapitalizm ve kriz üzerine

Son on yılı aşkın süredir, yani 2008 krizinden bu yana, daha önce de sık sık üzerine konuşulan “ekonomik kriz”, artık sürekli konuşulan konulardan biri hâline geldi. Pek çok günlük makale bu konuya ayrılıyor. Elbette son derece kapsamlı çalışmalar var, ama bu kapsamlı makaleler, günlük makaleler gibi “popüler” olmuyorlar.

Ekonomik krizi anlamak ve kapitalist sistemin bu “sefer” yolun sonunda olup olmadığını tartışmak isteyenler, gerçekte, bu popüler olamayan makalelere, ciddi analizlere bakmak zorundadırlar. İşçiler, devrimci işçiler, krizleri anlamak ve doğru tutum almak istiyorlarsa, elbette, bilimsel makalelere, Marksizmin klasiklerine bağlı kalan çalışmalara yönelmelidirler. Eğer, hemen bir şey söylememiz gerekirse bu da şudur: Hiçbir ekonomik kriz, kendiliğinden kapitalist sistemin sonunu getirmez. Kapitalizmi mezara gömecek olan, kapitalizmle birlikte tüm sömürü biçimlerini de mezara gömmeye yetenekli tek sınıf, işçi sınıfıdır. Devrimci işçi sınıfı ve onun devrimci sosyalizm programı, işte size kapitalizmi mezara koyacak, yeryüzünden silecek, tek şey.

Evet kapitalizm tüm insanlığı, tüm doğayı, tüm toplumu kirletmektedir. Onun bir an önce yıkılmasını istiyoruz. Ama maalesef bu kalpten geçen iyi istekler, dualarla gerçekleşmez. Gerçekten istiyorsak, gerçekten kapitalizm son bulsun, onunla birlikte tüm ayrımcılık, tüm aşağılanma, tüm sömürü ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, bunun yarattığı iktidar ilişkileri son bulsun istiyorsak, ciddi olmalıyız ve isteklerimizin gereğini yerine getirmeliyiz. Eğer harekete geçmiyorsak, demek ki, yeterince istemiyoruz.

Ve eğer gerçekten kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi kurmak istiyorsak, şimdi, krizleri, onların gelişimini anlamak için ciddi bir çaba içine girebiliriz.

-1-

Öncelikle birkaç noktayı hatırlamamız gerekir.

İlki, kapitalist üretimin krizlerinin, bir yandan aşırı üretim ve diğer yandan “kâr oranlarında düşme eğilimi”ne dayandığını hatırlamalıyız. Bunlardan her biri tek başına ya da ikisi birlikte de olabilir. Ama kapitalist ekonomi, canlı bir ekonomidir ve genellikle, bunlar birarada gelişebilirler. Aşırı üretim, yatırılan sermayenin, tekrar para sermaye hâline dönmemesi demektir. Biliniyor, kapitalist, gerçekte kullanım değeri üretmek istemez. O artı-değer üretmek ister. Onun amacı kârdır. Daha çok kâr elde etmek için daha fazla “kullanım değeri” üretmek zorunda kalır. Bu sadece bir tek kapitalistin isteği değildir, hepsinin isteğidir. Kapitalistler, ürün üretmek derdinde değildir, satılacak ve daha büyük sermaye olarak geri dönecek metalar üretmenin peşindedir. Gün gelir, bu üretim pazarda paraya dönemez, tümü satılamaz. Aşırı üretim krizi, böyle ortaya çıkar. Bu durumda, bir bölüm kapitalist batar.

Tekelci kapitalizmde bu durum daha da şiddetli ortaya çıkar. Çünkü, tekelci kapitalizm, her şeyden önce, kitlesel büyük çaplı üretime dayanır. Tekeller, pazarı kontrol ederler. Bu durumda, daha büyük çaplı bir üretim söz konusu olduğundan, metanın bir bölümünü, büyük çaplı stoklayacak ticari sermaye gruplarına satarlar. Böylece sermayenin daha hızlı dönmesini de sağlarlar. Bu öyle bir aşırı üretime yol açar ki, belki birçok dalda, aylarca, yıllarca üretim yapılmamış olsa dahi, mal eksiği çekilmeyebilir.

Tekel öncesi dönemde aşırı üretim, fiyatları aşağıya doğru çekerdi ve bu şiddetli olurdu. Ama tekelcilik altında aşırı üretim fiyatları aşağıya çekmeye neden olsa da, bu kontrollü yapılır, mesela üretim fazlasını yurtdışına satmak vb. gibi yollarla, fiyatlar dengelenmek istenir. Ama yine de bir sonraki kriz daha şiddetli gelir.

Öte yandan, kapitalist üretim aynı zamanda kâr oranlarında bir düşme eğilimine neden olur. “Kâr oranlarının düşme eğilimi yasası” dediğimiz şey, aslında bir eğilimi ifade eder. Kâr oranlarında düşme sürecine karşı kapitalistlerin yapacağı çok şey olmuştur, vardır. Mesela “hayalî sermaye” dediğimiz hisse senetleri ile sermayenin bir bölümünü “halka açmak” yolu ile, toplam sermaye oranı düşürülebilir. Mesela, çalışma süreleri vb. artırılarak, mesela bir hammadde ucuza tedarik edilerek (mesela yağma yolu ile), mesela işçilik maliyetleri yani işçi ücretleri aşağıya çekilerek vb. kâr oranlarındaki düşme eğilimi frenlenebilir.

Şimdi, bilmeliyiz ki, bu iki kriz biçimi, çoğunlukla birlikte gerçekleşir. Hatta erken olacak ama, yeri gelmişken söyleyelim, bugünün dünyasında kapitalizmde aşırı üretim hep vardır.

İkincisi, büyük çaplı kitlesel üretimi iyi anlamadan, tüketim toplumunu anlayamayız. Büyük çaplı kitlesel üretim ve onun üzerine yükselen tekelcilik olmadan, modern reklâmcılık ya da günümüzde kapsamı değişmiş şekli ile, “iletişim ve eğlence” sektörü var olamazdı. Modern reklâmcılık, sadece kriz dönemlerinde değil, sürekli olarak “aşırı üretimi” eritmenin, metaları hızla paraya çevirmenin yoludur. Artık burada, “ihtiyaç olmadan tüketim” alışkanlıkları geliştirmek esastır. Tüketim toplumu iyi anlaşılırsa, artık çıkacak bir aşırı üretim krizinin ne kadar şiddetli olabileceği de anlaşılmış olur.

Öte yandan bu, tüketim toplumu, ideolojik bir saldırıdır da.

Üçüncüsü, kapitalist sistemdeki her kriz, bir bölüm kapitalistin batması, sermayenin daha az elde toplanması, kapitalistlerin kapitalistlerce mülksüzleştirilmesi demektir. Yani kriz, bir bölüm sermaye için büyük fırsatlar da demektir. Kriz döneminde fabrikaların hızla ve son derece ucuz fiyatlar üzerinden el değiştirdiğini görürüz.

Dördüncüsü, kapitalist ekonomiyi, bir “ulusal ekonomi” olarak el almak doğru ve yerinde değildir. Kapitalist dünya ekonomisi olarak düşünmek gerekir. Bu 1880’lerin ortalarında başlayan, 1. Dünya Savaşı’nda devam eden, 1929’da bir başka biçimde ortaya çıkan, İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan, 1970’lerin başında yaşanan ve daha fazla tarih vermeden söyleyecek olursak sürekli yeni zirveler yapan, 2008’de ortaya çıkan krizlerde de, bugünkü krizde de anahtar rolündedir. Yani kapitalizmin krizlerinin nerede nasıl başladığı önemlidir ama, her kriz, kapitalist dünya ekonomisinin krizidir. Tek ülke ile ilgili değildir, olamaz. Kapitalist dünya ekonomisini bir bütün olarak ele almak, sadece krizleri anlamak için değil, kapitalist sistemdeki gelişmeleri anlamak için de belirleyicidir. Mesela Türkiye’de özelleştirmeleri anlamak, sadece Türkiye ekonomisini yalıtık bir varlık olarak ele alarak mümkün değildir.

Kapitalist dünya ekonomisi, esas olarak dünya çapında bir ekonomi olma özelliğini, tekeller çağında geliştirmiştir. Bu, 19. yüzyılın sonuna denk gelir. Elbette ondan önce de kapitalist dünya ekonomisi vardı, ama dünyaya o denli hakim değildi ve birçok alanda eski üretim ilişkileri varlığını sürdürebilmekte idi. Bu eski ekonomik ilişkilerin varlığını sürdürmesi devam etmiş olsa da, 1880’lerden başlayarak, artık bu eski ilişkiler daha çok kapitalist sistemin işleyiş mekanizmalarına tam anlamı ile tabi olmuşlardır. Bu aynı zamanda kapitalist sistemin yasalarının daha dolaysız ve eksiksiz işlemesi de demektir. Bu nedenle, tekelci kapitalizm, kapitalizmin yasalarının daha tam uygulama alanı bulması da demektir.

Beşincisi, tekeller çağında, kapitalist-emperyalizmde, kapitalist dünya ekonomisinde, hiçbir kriz, salt ekonomik kriz değildir, öyle de olamaz. Tekelci egemenlik, pazar hakimiyeti demektir. Pazar hakimiyeti, salt ekonomik bir olgu değildir, hakimiyet ilişkileri ve onun gerektirdiği şiddeti de içerir. Bu, devlet çarkında da değişiklikler demektir.

Bu hatırlatmalar akılda tutulmalıdır. Elbette biz, burada kısa bir özet geçiyoruz. Aslında okur, daha geniş bir bilgiye Marksizmin klasiklerinden ulaşabilir. Biz, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan, “Ekonomi Politik Ders Notları” ve “21. Yüzyıl ve Kapitalist Emperyalizm” kitaplarını da önermek isteriz.

-2-

Şimdi, biraz tarihsel boyuta bakabiliriz.

Kapitalizmin ilk büyük krizi, 1800’lerin sonundadır. Bu, aynı zamanda tekelleşmenin egemen olduğu döneme denk gelir. Lenin’in Emperyalizm çalışması bu dönemin ardından gelir. 1880’lerde “sermaye ihracı”, büyük ölçüde serpilmişti. Sermaye ihracı, sermayenin coğrafî olarak başka alanlara akması, hem yeni pazarlar demek idi, hem de bu pazarları kapitalist meta ekonomisine göre organize etmek demek idi ve hem de eski askerî işgale dayalı sömürgeciliğin “sermaye ihracına” dayalı yeni sömürgeciliğe dönüşmesi demek oluyordu. Sermaye ihracı, meta ihracından daha etkili bir şekilde yeni pazarları biçimlendiriyor aynı zamanda daha kârlı alanlar oluşturuyordu.

1500’lerde başlayan Amerika’nın işgali ve soykırımı (tarihte buna Amerika’nın keşfi deniyor), büyük ölçüde bir yağma anlamına geliyordu. Bu yağma, feodal imparatorluklara dayalı emperyalist sömürgecilik idi. Feodal sömürgeciler, mesela Amerika’yı, en çok da Latin Amerika’yı yağmalıyorlardı, köle getiriyorlardı, yeni hammaddeler, bedava kaynaklar elde ediyorlardı. Bu ticari sermaye için büyük atılım demek idi. Amerika kıtasında kölelik, büyük ölçüde Batı Avrupa’nın eseri olarak gelişmiştir. Bunun gibi yağma kapitalizmin ilk dönemlerinde de çok etkili bir “sermaye birikimi”ne olanak sağlamıştır. İngiltere, İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa sömürgeleri daha çok bu dönemlerden gelmektedir.

1800’lerin ortalarından başlayarak, 1800’lerin sonlarında iyice belirgin hâle gelen sermaye ihracı, yeni pazarları daha derinlemesine etkileyerek kapitalist meta üretimini tüm dünyaya yaymıştır. Meta ticaretinin açtığı yol, sermaye ihracı için bir olanak demek olmuştur ama sermaye ihracı, tam bir egemenlik, hegemonya demektir.

Meta satıp, hammadde almak, bunu ucuza almak, büyük kârlılık demek idi. Yağmanın bir başka çeşididir bu. Ama sermaye ihracı kaynaklara konmak da demektir. Bunun kâr oranlarında yaratacağı yükseliş çok daha anlamlıdır. Bu aynı zamanda, eski üretim ilişkilerini hızla tasfiye etmek, radikal yoldan değil, acılı ama şiddetli yoldan hâlletmek demektir.

Birinci Dünya Savaşı’nı ya da Birinci Paylaşım Savaşımı’nı, buradan ele almak gerekir. Pazarların bölüşümü için süren ekonomik savaş, artık, siyasetin silâhlarla devamı anlamına gelen savaş ile yeni bir boyuta yükselmiştir.

Kapitalist dünya ekonomisi, bir yandan yeryüzüne kapitalist ilişkilerin hakimiyeti demek iken (feodal ilişkiler varlığını korusa da, kapitalist ilişkilere bağlı olarak biçimlenmektedir), paylaşım savaşlarının da başlamış olması demek idi. Bir örnek olsun, İspanyol sömürgesi olan Küba’nın, ABD sömürgesi hâline dönüşmesi demek olan savaş, aynı zamanda kapitalist ilişkilerin gelişiminin de sonucudur. Savaşın galibi, yeni kapitalist ilişkileri daha saf biçimde geliştiren ABD olmuştur. Küba’nın yeni efendisi olan ABD, Kübalıların sandığı gibi özgürlük ve bağımsızlık anlamına hiç gelmemiştir.

Bu süreç aynı zamanda Paris Komünü sonrasına denk gelir. Paris Komünü, burjuvazinin, sadece Fransa’daki egemenliği için bir tehdit değildi. Aynı zamanda dünya kapitalist sistemi için bir tehdit idi. İngiliz merkezli ideolojik gericilik, metafizik okulu gibi kurumlar, bunun en açık kanıtıdır. Burjuvazi, gelişen bilimin, sanayi devrimine de temel olan uygulamalarını alıp, diğer özgürleştirici etkilerini yok etmek için Paris-Londra- Washington arasında büyük gericiliği örgütlemeye başlamıştır. İlk kez ezilenler, işçi sınıfının nezdinde, bir ideolojiye sahip olmuşlardı ve Paris Komünü, burjuvazinin yüreğine korkuyu salmıştı. Emperyalizmin ideologları, pragmatizme sarıldı. Din, burjuva çıkarlarla bir kere daha yoğrularak öne çıkarıldı, içine “ırkçılık” eklendi ve “gerçek”liğe karşı açık bir saldırı başlatıldı. Platon’un “köleciliği nasıl sürekli kılabiliriz” şeklinde özetlenebilecek sorusu, kapitalist emperyalizmin ideologları tarafından “çağdaş” bir soru hâline getirildi.

Burjuvazi, eski sistemden devraldığı askerî saldırıyı sermaye ihracı ile birleştirdi. Ama buna rağmen, Birinci Paylaşım Savaşı ortaya çıktı. Dünyanın emperyalist büyük güçler arasında yeniden paylaşımı her türlü aracı devreye soktu.

Birinci Dünya Savaşı, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının sonu oldu. Portekiz ve İspanya’nın sınırlandırılması ile sonuçlandı.

Birinci Dünya Savaşı’nı, Ekim Devrimi durdurdu. Ekim Devrimi olmamış olsa idi, bu savaşın daha farklı sonuçları olacağı biliniyor. Ekim Devrimi, tüm emperyalist dünya için bir korku kaynağı demek idi. Sistem, büyük bir halkasını kaybetti. Bununla kalmadı, aynı anda sömürge ülkelerde anti-emperyalist kurtuluş savaşları yayılmaya başladı. Osmanlı’dan kalan parçada, bu eğilimi görmek mümkündür. Kurtuluş Savaşı adını verdiğimiz savaş, aslında bir anti-emperyalist eğilimli halk savaşı idi. Ama savaşın liderliğini, Osmanlı’nın da onayı ile, burjuvazi ele geçirdi ve ABD-İngiliz ortaklaşalığı ile Türkiye, sosyalizmin etkilerinden kurtulmak üzere kabul edildi. Ekim Devrimi, çok kısa bir süre içinde, emperyalist kampı, komünizme karşı birbirine yapıştırdı. Devrimin yayılması durdurulduktan sonra, onu çevreleme, onu içine kapatma siyaseti devreye sokuldu. Ekim Devrimi’nin Batı Avrupa’ya yayılması engellenmiş oldu. Türkiye Cumhuriyeti de bu programın bir sonucu olarak önce kabul edildi, sonra organize edildi.

Bu hâli ile Birinci Paylaşım Savaşımı, “yarım kalmıştır.” İngiliz cetveli ile çizilmiş Ortadoğu haritaları, bugün, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, komünizm tehdidinin azaldığı bir dünyada yeniden şekillendirilmek isteniyor. Tek başına bu durum bile, 100 yılı aşkın bir süre önce “sonuçlanan” Birinci Paylaşım Savaşımı’nın, “yarım” kalmış bir paylaşım savaşı olduğunu göstermektedir.

Bu nedenle olmalı, pek çok açıdan sanki, Birinci Dünya Savaşı öncesi olaylarla benzerliklere şahit oluyoruz. Elbette tarih tekerrür etmiyor, ama paylaşım savaşımı yeniden ortaya çıkıyor, hem de tüm ağırlığı ile ve 21. yüzyılın gerçekleri içinde.

Savaşın kendisi, büyük bir yıkımdır ve sermayenin daha büyük kâr oranlarına kavuşması da demektir. Ama Birinci Dünya Savaşı’nın üzerinden çok geçmeden, savaştan en az yara ile çıkmış olan ABD merkezli 1929 krizi patlıyordu.

Hayalî sermaye dediğimiz hisse senetleri buharlaşıyor, şirketler batıyor. Çöküş, bu biçimde ortaya çıksa da aşırı üretim ve kâr oranlarındaki düşme eğilimi arka planda işliyordu. Piyasaları canlandırmak için, burjuva iktisatçıları, en tanınmışı Keynes, “kamu harcamalarını artırma” diye isimlendirilen politikalarla piyasalara can vermeye çalışıyor. Altyapı yatırımları, devletin ekonomiye kapitalistler yararına müdahalesi demektir. Altyapı yatırımları, hem içeride pazarın daha iyi düzenlenmesi için bir olanak, hem de yeni iş olanakları anlamına geliyordu. Böylece, yeni talep yaratılıyordu. Harcamaları artırın ki ekonomi canlansın. Camları kırın, camcı iş bulsun, camcının yanında çalışan para alsın, o gidip simit alsın, fırıncı kazansın, arabasının lastiğini değiştirsin vb. şeklinde özetlenen “çarpan etkisi” ile ekonomi canlanacak. Devlet, ABD’de otoyollar yapsın, böylece işçiler işe alsın, böylece onların gelirleri olsun, onlar çocuklarına elbise alsın, tekstil sektörü canlansın vb. Gerçekten de devlet harcamaları artırılınca, bir etki ortaya çıkacaktır. Özellikle, harcamalar, altyapı yatırımları gibi, günlük tüketimden uzak alanlarda ortaya çıkarsa. Tekstil alanına yatırım yaparsa devlet, aynı etki ortaya çıkmaz. Aslında bu durum, serbest piyasa masallarının da sonu demek idi.

Oysa tekelci ilişkiler, bunun tersi yönde bir etkiye sahiptir. Tekelleşme, yedek sanayi ordusunu, yani işsizliği vb. büyütmektedir. Artık yedek sanayi ordusu öyle bir boyuta varmıştır ki, öyle altyapı harcamalarını artırarak bir rahatlama sağlamak artık eskisi gibi olanaklı değildir. Biraz konumuzun dışına çıkalım ve Walmart örneğine bakalım.

2000 yılında ABD’nin her eyaletinde ortalama 50 Walmart mağazası vardı. Walmart, dünyanın en büyük 500 şirketi içinde yer almaktadır ve perakende sektöründe hizmet veren bir süpermarkettir. Dünyadakilerin en büyüğüdür. Yapılan bir çalışmada Walmart açılınca, sahiplerinin ve basının dediği gibi, o kasabada yeni iş olanağı yaratılması demek olmuyor. Her açılan Walmart 150 işçinin işini kaybetmesi anlamına da gelmektedir. “ ‘Bir Walmart mağazasının açılmasına bağlı olarak perakende istihdamında %2,7 azalma’nın yanı sıra ‘il düzeyindeki perakende sektörü kazançlarında yaklaşık 1,4 milyon dolar ya da %1,5 düşüş’ saptanmıştı.” (Arun Gupta, “Walmart İşçi Sınıfı”, Sosyalist Register 2014 21. Yüzyılda Sınıflar ve Sınıf Mücadelesi içinde, Yordam Kitap, s. 19). Walmart’ın perakende sektöründeki ücretlerde %10 düşüşe yol açtığı da önemli bir bilgidir (age s. 19). Bu durumu, ülkemizde Migros, Metrogross Market, BİM, A101 gibi mağazalar için araştırmak ilginç sonuçlar verecektir.

Konumuza dönersek, 1929 bunalımı, ABD merkezli başladı ve tüm kapitalist dünyayı sarstı. Devlet olanaklarını devreye sokarak, “kutsal serbest rekabet” kurallarını bir anda unutarak çözüme koşmaya başladılar. Ve unutmayalım ki, bu sadece kapitalist dünyanın kendi içinde bulduğu bir çözüm değil idi. Yani, karşıda sosyalist sistem vardı ve ücretleri aşağıya çekecek şiddetli baskılar, 1929’un dünyasında bir sosyal patlamaya dönüşebilirdi. 1929 krizi, SSCB’nin varlığı koşullarında kapitalizmin ilk büyük krizi idi.

1929 krizi ile, İkinci Dünya Savaşı arasında bağ kurmak mümkün değil midir?

İkinci Dünya Savaşı, gerçekte bir yönü ile bir paylaşım savaşımı idi. Ama paylaşılacak alan, öncelikle yok edilmesi gereken SSCB ve sosyalizm idi. Alman ekonomisinin pazar ihtiyacı, diğerlerinden daha yakıcı idi ve Sovyetler’e en yakın konumda Almanya bulunuyordu. Alman faşizminin yükselişi, gerçekte, kapitalist sistemin tümünde devlet çarkının radikal bir biçimde sınıf savaşımına göre yeniden organizasyonu süreci idi. Ekim Devrimi’nin Avrupa’ya ve dünyaya yayılamamasının bedelidir. Burjuvazi, Ekim Devrimi’ne karşı öylesine büyük korku ve öfke duyuyordu ki, öncelikle devrimi kuşattı, ama aynı anda, her ülkede işçi sınıfına karşı mücadeleyi yeni biçimlere ve yeni deneyimlere uygun olarak organize etti.

Alman faşizmi, en başta, İngiltere ve ABD tarafından desteklenen bir saldırganlıkla, İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı. Bu açıdan, İkinci Dünya Savaşı, birincisi gibi “saf” bir paylaşım savaşımı değildir. Öncelikle, kapitalist dünyayı komünizmden kurtarma savaşımıdır. Bu açıdan sınıf savaşımının bir başka biçimini de içerir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuda eğer Sovyetler yenilmiş olsa idi, işte o zaman Sovyetler’i paylaşmak için Almanya’dan önce bazı alanlara ABD ve İngiltere girmiş olacaktı. Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı’na paylaşım savaşı demek yeterli olmaz ve yanlış olur. İkinci Dünya Savaşı, aynı zamanda bir direniştir, Sovyetler önderliğinde, dünya işçi sınıfı ve halklarının direnişidir. İkinci Dünya Savaşı bir anti-faşist direniştir de.

Kuşku yok ki, İkinci Dünya Savaşı da, dünya için, özellikle de Avrupa için büyük bir yıkım demek idi. Bir yandan, kapitalist sistemden kopan ve Sovyet kampına katılan ülkeler çoğaldı. Bu, kapitalist sistemin pazar kaybetmesi demekti. Diğer yandan, kapitalist sistem içinde liderlik İngiltere’den ABD’ye geçti ve bu artık tescil edildi. Buna bağlı olarak anti-komünist bir cephe kurulmaya başlandı. Başında ABD’nin bulunduğu, kapitalist-emperyalist cephe, Birinci Dünya Savaşı’ndan daha ileri boyutta bir karşı-devrim cephesi örgütlemeye başladı.

Savaş döneminde İngiltere’nin ABD’ye artan borçlanması, İngiltere’nin tahtını kaybetmesi için önemli bir fırsat oldu ve ABD, savaşlardan zarar görmemiş bir ekonomi olarak, yağmadan pay almış bir ekonomi olarak, dünya kapitalist sisteminin liderliğine oturmaya başladı.

İkinci Dünya Savaşı biter bitmez, 1944 yılında, ABD’nin Bretton Woods kasabasında gerçekleştirilen toplantıda, Keynes’in İngiliz planına karşılık, ABD Hazine Bakanı White tarafından önerilen plan kabul edildi. Bu plana göre, IMF ve Dünya Bankası kuruldu. Kuruluşları birkaç yıl sonra aktif olsa da karar oradan geliyor. Sosyalist dünya, Romanya hariç, bu anlaşmaya imza koymadı. ABD, İngiltere, sadece en büyük ekonomileri değil, daha çok “gelişmekte” diye tarif edilen ekonomileri de içine aldı ve borçlanma sorununu “çözecek” bir sistem oluşturmaya başladı. Aslında bu, krizi, nispeten bir büyüklüğü olan ekonomilere ihraç etmenin araçlarının döşenmesi demektir. Bu toplantıda dünya kapitalist ekonomisi için bir para sistemi de kabul edildi. ABD planına göre, dolar, altına sabitlendi. 1 ABD Doları bir ons altına 35 dolar üzerinden eşitlendi. Dünyadaki diğer tüm paralar (sisteme dahil olan ülkelerin paraları), ise ABD Doları’na göre ayarlanmaya başladı. Nihayetinde sistem altına dayanıyordu. ABD, altın verenlere, karşılığında dolar vermeyi taahhüt ediyordu.

Aynı zamanda IMF ve Dünya Bankası kuruluyordu. Borçları fazla olan ülkeler, IMF’den kredi alabilecekti. Buna uygun olarak bu ülkelerde bir IMF programı uygulanmaya konacaktı. Herhangi bir ülke %10’dan fazla devalüasyon yapacaksa, IMF’den izin almalıydı. %10’a kadar devalüasyon serbest sayılıyordu.

Toplantıya 44 ülke katıldı. Anlaşmaların devreye girmesi, 1946 yılını buldu. Böylece dolar, kapitalist dünyanın rezerv parası oldu. Uluslararası alanda güç kazandı. Bu aslında ABD hegemonyasının kapitalist dünya ekonomisi içindeki varlığının pekiştirilmesi demek idi.

İşe sadece bu ekonomik yeni “düzen” ışığından bakmak yeterli değildir. Herkes bilir, hatırlar, ünlü Marshall Planı da vardır. Bu plan, salt ekonomik bir plan değildir, öyle de düşünülmemiştir. Türkiye ve Yunanistan’ın, kapitalist kampta kalması ve komünizmin yayılmaması için, İtalyan ve Fransız devrimlerinin bastırılması yetmezdi. Aynı zamanda, dalganın Türkiye ve Yunanistan aracılığı ile de kırılması gerekiyordu. Zaten, bu iki ülke, özellikle de Türkiye, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak örgütlenmeli idi. Bu açıdan, belli siyasal şartlara bağlı “ekonomik yardım”, Marshall Planı olarak ortaya konuyordu.

İşin askerî yönü ise NATO idi.

NATO, yenilen Alman faşizminin tüm iç savaş mekanizmalarını, tüm dişlilerini, kontr-gerilla taktikleri olarak üye ülkelerde örgütlemeyi de hedefliyordu. NATO, hem Avrupa’yı, ABD şemsiyesi altında “birleştiriyordu” hem de aynı zamanda “burjuva demokrasisi” görüntüsü korunarak faşizmin dişlileri, sınıf savaşımının gereklerine göre, üye ülkelerde organize ediyordu. Bizim Tekelci Polis Devleti analizimiz, bu açıdan yol açıcıdır, akıl açıcıdır ve okunmasını öneririz.

Soğuk Savaş dönemi, aslında, İkinci Dünya Savaşı’nın, başka koşullarda, düşük yoğunluklu savaş yöntemleri ile sürdürülmesi demektir. Soğuk Savaş dönemi, emperyalist dünyanın, dünya işçi hareketine karşı saldırı dönemidir. Bu saldırı, her açıdan kapsamlıdır. Sadece bir ekonomik saldırı değildir, öncelikle, siyasal, ideolojik (ve bu ikisi askerî saldırıyı içeriyor olsa da, vurgulamak için tekrarlayalım, askerî) bir saldırıdır. Saldırının ekonomik yönü, SSCB çözüldüğünde ortaya çıkacaktır.

Soğuk Savaş, İkinci Dünya Savaşı’nın komünizmi yok etme amacının devamı demektir.

İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde, ta ki 1970’lerin başına kadar, esas olarak siyasal-askerî krizler ile karşı karşıya kaldık. Kapitalist dünya ekonomisi, nispeten daha az kriz içinde bir büyüme dönemi yaşadı. Bu dönem içinde, silâhlanma, özel bir meta olarak, en başta ABD ekonomisini ayakta tutmayı kolaylaştırdı. IMF mekanizması, “gelişmekte olan” ülkelere ya da “kalkınmakta olan” ülkelere krizleri ihraç etti, oralardaki birikimi uluslararası tekellerin çıkarına merkezlere aktardı vb.

Görüldüğü gibi, hem sürekli olarak dünya kapitalist ekonomisinden bir bütünlük içinde söz ediyoruz, başkası mümkün değildir, hem de sürekli olarak ekonomik krizler ile siyasal krizler ve dünya çapında süren sınıflar savaşımından söz ediyoruz.

Bugüne gelmek için, önümüzde iki kritik dönem daha kalmıştır. Bunlardan ilki, 1970’lerin başındaki krizdir. Bu kriz, Bretton Woods anlaşmasını ortadan kaldırmıştır. İkincisi ise, neoliberal saldırı dönemidir, esas olarak 1983’te başlamıştır. Ve bu neoliberal saldırı döneminin içine, SSCB’nin çöküşünü de koymamız gerekir. Çünkü bu, Soğuk Savaş dönemine damgasını vuran emperyalist örgütlenmenin de sonu demektir. Her ne kadar, tüm yönleri ile sona ermemiş olsa da.

Şimdi bu iki dönemi ele alalım.

1971 krizi, aşırı birikimin sınırlarını gösteriyordu. Borçlanma, sadece “gelişmekte olan”, “kalkınmakta olan” ülkelere özgü olmaktan çıktı ve tüm kapitalist dünya ekonomisine yansıdı. ABD, hegemonyasını pekiştirdikçe, ABD Doları ile altın rezervlerinin bağını kimse sorgulayamaz oldu. Birkaç kere, Almanya, Fransa vb. gibi ülkeler, ellerinde birikmiş ve altına konvertibl olan dolarları vermeye ve karşılığında altın talep etmeye başladığında, anlaşıldı ki, ABD bu anlaşmaya uymamaktadır. ABD, karşılıksız dolar basmış, piyasaya sürmüş, bu yolla da, akıl almaz olanaklar elde etmiştir. ABD, kapitalist dünyanın özel ülkesi rolü ile, diğerlerine hesap vermez duruma gelmiştir. Bu sürecin sonunda, ABD, dolar ve altın ilişkisini artık tanımayacağını açıklamıştır. Böylece, nihayetinde altına bağlı olan para sistemi çökmüştür. Artık, bu paraların neyin temsilcisi olduğu da tartışma konusu olmaya başlamıştır.

Dün, altına bağlı olan dolar, bugün, artık bir hayalî para hâline gelmiştir.

Para, aslında altının temsilcisi, genel eşdeğer olarak belli bir miktarda soyut insan emeğinin simgesi iken, artık bu bağ da kopmuştur. Hayalî para demek yerinde olur kanısındayız.

Şöyle düşünelim, sterlin ya da mark, dolara göre değerini oluşturuyor iken, dolar da altına göre belirlenmiş olduğu için, nihayetinde bu paralar altın ile bir bağa sahip idiler. Oysa şimdi (yani 1973 sonrasında), artık bu bağ ortadan kalkmıştır. Bir süre sonra, dünya kapitalist sistemi, paraları “dalgalı kur” ile belirlemeye başlamıştır. Genel eşdeğer olan altın paranın temsilcisi para, artık bu “bağlardan”da kurtulmuş oldu. Bir anlamda, paranın, “değer ölçütü” olma özelliği istikrarsızlaştı. Bu başlı başına bir “bunalım” olarak ele alınabilir.

Bu durum, ABD’nin her alandaki “haydut”luğunun bir boyut atlaması anlamına da gelir. Bu arada ise, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlardaki etkinliği devam ediyordu. IMF, bir anlamda kârın ya da sermayenin merkezlere aktarılmasının yolu ise, bunun da “haydutluk” ile bağlı olduğu açıktır. Bu, emperyalist güçlerin ortak çıkarını temsil ediyor olsa da aslan payı ABD’ye gidiyordu. Doların altın ile bağının koparılması ise, hiç kimseye hesap vermeden, ABD’nin borçlanması, piyasaya para sürmesi vb. demektir.

ABD, dünya kapitalist ekonomisinin hegomen gücü olduğu dönemde, bir yandan dünya ekonomisinin kaymağını yemeyi, bu yolla, anti-komünist mücadeleyi finanse etmeyi başardı.

ABD, bir yandan dünyadaki fazla sermayeyi çekmeye başladı. Japonya, Almanya ve daha başkaları, ABD tahvillerine, dolarına ciddi yatırımlar yaptılar, yapıyorlar.

Öte yandan, ABD, dünyadan haraç toplamayı sürdürdü.

Bu arada ise, 1973’ten sonra, petro-dolarları yönetme mekanizmalarını Amerikan bankalarının elinde topladı. Suudi ve diğer körfez ülkelerinin petrolleri, dolar üzerinden satışa sunuldu ve bu hâlâ bugün kısmen devam etmektedir. Bu yolla satılan petrolün parası ise Amerikan bankalarına yatırıldı, bu sadece bir “rica” değil, bir mekanizmadır ve başka türlüsüne izin verilmemiştir. 11 Eylül saldırılarının ardından, bu ülkeler, ABD bankalarındaki petro-dolarlarını geri alamamışlardır. Suudi Arabistan, o kadar zorlanmıştır ki, IMF’den yardım ister konuma düşmüş ama bu arada 6 trilyon dolar tutarında paranın ABD bankalarında rehin olduğu ortaya çıkmıştır. Trump, bu dolarların belli bir kısmını serbest bırakmak karşılığında, 70 milyar dolarlık silâh satışına imza atmalarını sağlamıştır.

Ve yine ABD, silâh sanayiini genişletiyor. Bunun için, dünyanın her yerinde, sunî gerginlikler yaratıyor. Türkiye-Yunanistan gerginliğini bizler bizzat biliriz. İkisi de NATO içinde yer alan ülkelere, silâh satışı için her yol denenmiştir.

Ve tüm bunlara bir beşinci madde olarak, yağmacılığı da eklememiz gerekir. ABD her fırsatta bu bedava girdiye el koyma işini, her tür alanda gerçekleştirme alışkanlığından vazgeçmemiştir. Amerikan kıtasının yağmalanması ne demek ise, bunun gibi, bu boyutta olmasa da, emperyalist güçler, yağmalanacak alanlar ve şeyler bulmayı başarırlar. ABD, bunu son derece etkili bir tarzda yapmıştır.

İşte 1970’lerin başında ortaya çıkan kriz ile Bretton Woods anlaşmanın kısmen sona erdiği dönemde, ABD, anlaşmanın diğer maddelerini uygulamaya devam etmiştir.

Böylece, 1973-1982 arasındaki dönemin nasıl şekillendiğini de anlamış oluruz. Hâlâ komünizm tehlikesi vardır. 1971-73 krizi, aslında 1980’lerin başına kadar böyle sürdü. Kriz aşılmış değildi. Ve 1980’lerle birlikte, emperyalist dünya, yeni bir saldırı geliştirmeye başladı. Aşırı birikim, dünyanın yeni coğrafyalarına akmak istiyordu ve bunun için yeni bir yapılanma gerekiyordu. Ülkemize “ihracata dönük sanayileşme” olarak yansıyan bu yeni süreç, sermayenin daha ucuz emek cennetlerine kayması demek idi.

Bu dönem, neoliberal dönemin ön aşaması olarak görülebilir. Ama gerçek anlamı ile neoliberal saldırı, daha sonrasında başlayacaktır.

Sermaye, ucuz iş gücü alanlarına doğru kaymaya başladı. Bu durum, ücretleri, dünya çapında aşağıya doğru çekti. Bu durum, bazı alanlarda işçi örgütlenmelerini kırdı, birçok alanda ise, işçi sendikaları işçi sendikası olmaktan çıktıkları için, kötüleşmeyi, sermayenin istediklerini gerçekleştirmesini kolaylaştırdı.

Emperyalist merkezlerde, Almanya, İngiltere, ABD, Japonya ve Fransa’da, işçiler işlerini kaybetme korkusu ve işçi hareketinin gücünü kaybetmesi gerçeği ile, bu ücretlerin düşmesi süreci yaşandı. Aynı dönemde ise, Çin başta olmak üzere Doğu Asya ülkelerine yatırımlar, doğrudan yabancı yatırımlar olarak arttı. O kadar ki, 1980’lerin ilk yarısına gelindiğinde, 4-5 yıllık süre içinde mesela İngiltere imalat sanayiinin dörtte biri taşınmıştı. ABD, Almanya, Japonya ve Fransa, aynı yönde hareket etmekteydi. Tayvan, Güney Kore, Singapur, Malezya ve elbette ki Çin, bu yatırımların kaydığı ülkelerin başında geldi. Aynı dönem, mesela Türkiye, tüm dayanıklı ev eşyalarının kaydığı ülkelerden biri oldu. Hindistan da bu doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının kaydığı ülkelerden biridir. Biz burada daha çok Doğu Asya ülkelerinden söz ediyoruz, çünkü orada, bu artışlar çok büyük oranları buldu.

Bu aynı zamanda, bu ülkelerde işçi sayısında büyük artış da demek oldu. Tarımda çalışan nüfus hızla kentlere akmaya başladı. On-on beş yıl gibi bir süre sonunda işçi sayısı, birçok ülkede 6 katını geçti.

Bu durum, tüm dünyada ücretlerin aşağıya gelmesini sağlamakla kalmadı, aynı zamanda, tüm çalışma süresini de uzattı. Yani, mutlak artı-değer üretimini atırdı. Onlarca yıldır iş saatlerinin kısıtlanması için verilen mücadelenin tersi yönde bir etki ortaya çıkmaya başladı.

Neoliberal saldırı bölümünü konuşurken belirteceğiz ki, SSCB’nin çözülmesi, bu çalışma sürelerinin artışını Avrupa ve ABD’ye de yaydı. Komünizm korkusu ile işçilerin haklarına karşı geliştirilen saldırıların şiddetinin düşüklüğü ortadan kalktı, artık hiçbir engel tanımadan sınırsız hâle geldi.

Bu arada, sadece mutlak artı-değer artmakla kalmadı, bilgisayar yazılımları ile gerçekleştirilen denetim ve kontroller ile, bu uluslararasılaşan sermaye daha iyi organize oldu ve bu durum, nispî artı-değeri de artırdı.

Sermayenin kaydığı ülkeler, ucuz işgücü cennetleri oldukları kadar, uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir “hizmetler” sektörünün gelişimi de devreye girdi. Artık sadece bilgisayar ağları ve kameralarla üretimin gözetlenmesi söz konusu değildir. Aynı zamanda, ihtiyaç duyulan iletişim hizmetleri için de gerekli zemin hazırlanmaya başlanmıştır. Mobil telefonlar, bu dönem devreye sokulmuştur. Buna uygun olarak, yabancılara hizmet etmekte eğitilmiş bir yeni hizmetliler devreye sokulmuştur. Finans sektörü, birkaç dil bilen bu hizmetlilerden, seks kölesi bile yaratmaya başlamıştır.

Sermaye, kaydığı bu yeni coğrafyaları baştan aşağıya sarmış, iç pazarı da meta ekonomisinin etkisini genişletecek şekilde genişletmiştir.

IMF programları, hâlâ birçok yerel şirketin yabancılar tarafından satın alınması için uygun zeminler hazırlamaya devam etmiştir. Uluslararası sermaye, girdiği ülkelerin ekonomilerini de tamamen kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye başlamıştır. Bunun için dalgalı döviz kuru uygulaması, borsaların yaygınlaşması devreye sokulmuş, gerektiğinde bu durum, bir uluslararası program olarak devreye sokulmuştur. Borçlanma sistemi bunun için büyük olanaklar sağlamıştır.

Paranın altın ile bağının koparılması, para birimleri için spekülatif bir alanın açılmasına da olanak tanımıştır.

Tüm bu dönem, SSCB’nin çözülmesi ile, daha ileri bir aşamaya sıçramıştır. SSCB çözülene kadar sermayenin uluslararasılaşması daha önde giden bir konu iken, SSCB çözüldükten sonra, hem emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı daha da öne çıkmaya başlamış, hem de işçi sınıfına karşı dünya çapında kapsamlı bir saldırı ortaya çıkmıştır.

Neoliberal saldırı tam da budur. Neoliberal politikanın öne çıktığı dönem, 1980 ile başlatılabilir ve 2008 krizi ile de sona erdiğini söylemek mümkündür. 1980’lerin hemen başında, emperyalist blok, dünya çapında bir saldırıya kalkışmıştır. Kapitalist sistemin derinleşen krizini durdurmanın ilk adımının, kapitalizmi yıkma gücü olan işçi sınıfının devrimci hareketini ezmek olduğunu düşündükleri kesindir. 1980’lere birçok ülkede darbelerle başladık. 12 Eylül 1980 darbesi, elbette Türkiye’de işçi ve emekçi halkın mücadelesini ezmek için idi. Ama sadece bu değil, bölgede gelişecek anti-Amerikan hareketleri de hedeflemekteydi ve kuşku yok ki, yeni bir ekonomik programın da hazırlığı demek idi. Bu darbe süreci sadece ülkemize de özgü değildir. Dünyanın farklı yerlerinde ABD bu darbeleri gerçekleştirmiştir. Bu darbeleri de, neoliberal saldırının ön çalışmaları olarak ele almak gerekir. Dünya kapitalist sistemi, 1971’de ortaya çıkan ve dolar-altın bağının kopmasına neden olan krizi çözmek istiyordu. Kâr oranlarını yeniden yükseltecek, aşırı birikimi yeni coğrafyalara kaydıracak önlemler, öncelikle sermayenin isteklerine uygun düzenlemeler anlamına gelmekteydi. Darbeler bunun bir parçasıdır. Darbeler, hukukî ve ekonomik düzenlemelerin hızla hayata geçirilmesini de hedeflemekteydi. Elbette işçi hareketini bastırmanın yanı sıra. Ülkemiz üzerinden gidecek olursak, 12 Eylül darbesi ile 24 Ocak Kararları ile ad salmış uygulamaların, yani Özallı dönemin bağlantılı olduğu artık herkesin hafızasındadır.

Elbette, tüm bunlara rağmen, aslında neoliberal politikaların esas olarak SSCB’nin çözülmesi sonrasında daha açık ve etkili uygulandığı görüşü ileri sürülebilir. Ki bu görüş de doğrudur. Nasıl ki, 2008 yılında neoliberal politikaların sonunun geldiğini söylediğimizde, bu bir bıçak hamlesi ile bir dönemin kesin sonunu işaret etmeyecekse, başlangıçta bazı karışıklıkları, bulaşıklıkları içerecektir.

Neoliberal politikalar, öncelikle, sermayenin hızlı bir tarzda uluslararasılaşması ile başlamıştır.

Bu uluslararasılaşma, sermayenin yeni coğrafî mekânlara kaymasıdır. Başlangıçta bu kayma, doğrudan yabancı yatırımların artması şeklinde olmuştur. Yani, örneğin İngiliz sanayii, imalat sanayii, 1980-84 arasında %25’ini taşımıştır (Konu ile ilgili 2008 krizi üzerine David McNally’nin Historical Materializm Konferası’nda yaptığı sunumu önerebiliriz. Bu konuşma, bir makale olarak yayınlandı ve Şükrü Alpagut tarafından Türkçeye çevrildi. “Finansal Bunalımdan Dünya Ölçeğinde Çöküşe: Birikim, Finansallaşma ve Küresel Yavaşlama” başlıklı çalışma için bakınız, Çağdaş Marksizm Seçkisi, Yordam Kitap, 2018, s. 139-183). Japon kökenli doğrudan yabancı yatırımlar, 1985-89 arasında üçe katlandı. Almanya kökenliler ise dörde katlandı. Amerikan ve Fransız yatırımlarını da içine koymalısınız. Bu beş ülkenin sermayeyi yeni coğrafyalara taşıdığını görüyoruz. Bunlar, borsa veya hisse senedine giden, yüzer gezer sermaye değildir. Bunlar doğrudan fabrika kurulan yatırımlardır.

Mesela beyaz eşya diye tanımladığımız, içinde buzdolabı, çamaşır makinası, fırın vb. olan sektörün ilk “vatanı”, Almanya, ABD gibi ülkelerdir. Siz buna adı geçen beş emperyalist ülke diyebilirsiniz. 1970’lere gelindiğinde, Alman sanayii, bu sektörü, İtalya ve İspanya gibi ülkelere kaydırmaya başladı. 1990’lara gelindiğinde ise bu sanayi, mesela Türkiye’ye kaydırıldı. Fransız Reno grubunun İran ve Türkiye’deki fabrikaları gibi. Bu sermaye kaydırılırken, bir yandan, teknolojinin kritik alanları, bu beş merkezin elinde tutuluyor ve daha çok montaj sanayi kaydırılıyordu. Ama 1980 sonrası dönemde, iş değişmeye başlamıştır. Zira, örnek olsun, beyaz eşya üretiminin Çin’e kaydırılması durumunda bunun “üretim teknolojinin” gizlenmesi artık bir anlam ifade etmiyordu. Uluslararası tekeller için, örneğin cep telefonlarının Çin veya Malezyada üretilmesi durumunda önemli olan içindeki yazılımdır.

Sermaye, başka coğrafyalara kayarken, elbette öncelikle bazı altyapı problemlerinin çözülmüş olmasını istiyor. İlkin, elektrik, ulaşım, iletişim gibi altyapı meseleleri geliyor. Ama güvenlik de bir altyapı meselesidir. Bunların yanı sıra, uygun işgücü bulabilmek için gerekli hukukî temeller de lazımdır. Ve tüm bunları hızlı kararlarla hayata geçirecek siyasal hükümetler gereklidir.

Ucuz işgücü, sadece sermayenin kaydığı yeni coğrafyalarda emeğin değerinin ucuzlaması demek değildir. Aynı zamanda merkezî ülkelerde, İngiltere, ABD, Almanya, Japonya ve Fransa’da da emeğin ucuzlaması demektir. Çünkü mesela Ford’un ülke dışına taşınması, bir yandan işçilerin işlerini kaybetmesi demek iken, öte yandan ücretlerinin düşmesi de demektir. Eğer sendikalar da gerçek birer işçi örgütü olmaktan çıkmış ise, bu eğilim daha büyük bir hızla hayat bulmaya başlayacaktır.

Ücretlerin düşmesi, kâr oranlarını olumlu yönde etkileyecektir.

Aynı zamanda yeni coğrafyalarda sermaye, daha uzun süreli çalışma günü elde etmektedir. Mesela Türkiye’de çalışma saatleri ortalama 11 saati bulmaktadır. 8 saati ücretlendirilen 11 saatlik işgünü, kapitalist için büyük bir olanaktır. Bu, sermayenin kaydırıldığı tüm ülkelerde böyledir ve 8 saatlik işgünü, bu beş büyük emperyalist merkezde de artık tartışma konusudur. 8 saat yerine 10 saatlik işgününün hayata geçirilmesi, mutlak artı-değer üzerinde, çok ciddi bir etkiye yol açar.

Artı-değerin sadece mutlak olarak artırılması değil, aynı zamanda nispî olarak da artırılması devrededir. Bu yeni coğrafyalarda, küçük çaplı üretim düzenlemeleri ile verimlilik, yani birim zamanda üretilen meta miktarı artmaktadır. Böylece kârların birkaç kat arttığını tahmin etmek zor değildir.

Bu eğilim, neoliberal politikaların temelini oluşturur. 1980 sonrası, bizde kullanılan ismi ile, “ihracata dönük kalkınma”, neoliberal politikalar için bir zemin hazırlamıştır. Dünya çapında işçi sınıfının bu politikalara tepkisi, kesinlikle yetersiz kalmıştır. SSCB’nin çözüldüğü 1989 sonrasında ise, artık neoliberal saldırı, kapitalist dünya ekonomisini yeniden düzenlemek üzere harekete geçirilmiştir.

Bu beş büyük emperyalist ülkede de işçi hakları tırpanlanmaya başlamış, dün komünizm korkusu ile saldırıya uğramayan sosyal haklar hızla tırpanlanmıştır.

Neoliberal saldırı, dünya çapında, işçi sınıfının sayısını hızla artırmıştır. “1980-2005 arası çeyrek yüzyıllık dönemde dünyanın ‘ihracat ağırlıklı’ küresel emek gücü dörde katlandı.” (David McNally, age, s. 154). Dünya işçi sınıfının sayısal büyümesi, 2005 sonrasında da devam etti. 1970 yılında, dünya işçi sınıfının sayısal büyüklüğü 1.596.800.000 iken, 1985’te bu rakam 2.163.600.000’e çıktı ve 2000 yılında bu sayı 2.752.500.000 kişiye ulaştı (Ronaldo Munck, Emeğin Yeni Dünyası, Kitapyayınevi, s. 22).

İşçi sınıfının bu sayısal büyüklüğü yanı sıra, kötüleşen çalışma ve yaşam koşulları da buna eklenmelidir. Çocuk ve kadın işgücünün artan oranda devreye sokulması da. Ve bununla birlikte sosyal haklara saldırı da birlikte ele alınmalıdır.

Neoliberal politikalar, tarımın dünya ölçeğinde dağılması ve kentleşme de demektir. Sermayenin kaydığı bu yeni mekânlar, hem dünya kapitalist sisteminin çıkarlarına uygun olarak pazara entegre edilmektedir, hem de ucuz işgücünün kaynağı olarak tarımdaki nüfus hızla tarımdan koparılmaktadır. Bu bir yandan ucuz işgücü kaynağı elde etmektir. Ama diğer yandan ise, dünya tarımını tarumar etmektir. Hele ki, o ülkedeki tarımsal üretimi yok etmektir. Tüketim toplumu ideolojisi ne kadar etkin kılınırsa, tarımdan kaçış için oluşan sosyal psikoloji de o kadar etkin hâle gelmektedir.

Neoliberal saldırı, tarımın dağılması eğilimini de yönetmeye başlamıştır. Emperyalist merkezlerin ve uluslararası şirketlerin çıkarına uygun olacak şekilde pazarın organize edilmesi için, örneğin bir ülkede şeker sanayiinin, tütün sanayiinin vb. yok edilmesi öne alınmakta, böylece, sağlıksız ve hibrit ürünlerin pazara sunulması için olanaklar hazırlanmaktadır. Bizim ülkemizde Cargill dosyası ele alınırsa, sanırım yeterince aydınlatıcı bir örnek olur. ABD hükümeti, Erdoğan’ın koltuğunun altına 3 kere Cargill dosyası sıkıştırmıştır ve TBMM, Cargill için özel yasalar çıkartmıştır. Cumhurbaşkanı, bizzat Cargill için çalışmıştır.

Bu örneğe, bir yandan tarımın uluslararası tekellerin çıkarına düzenlenmesi olarak bakmak mümkündür ve doğrudur da. Ama bu aynı zamanda tarımdan koparılan işgücünün, yedek sanayi ordusunu artırarak, ücretler üzerinde negatif etki yaratmasının da yoludur. Neoliberal politikalar, bu süreci de planlamaya başlamış, koordineli yürütmeye başlamışlardır.

Neoliberal saldırı, üretimin uluslararasılaşmasının artması demektir. Yeni coğrafyalarda, hukukî, sosyal ve ekonomik altyapı ayarlandıktan sonra sermayenin bu ülkelere kayması, “bir yandan kalkınma” olarak sunulurken, diğer yandan büyük bir dejenerasyon olarak ele alınmalıdır. Bu süreç, birçok açıdan sınırları ortadan kaldırmaktadır. Peki neden hâlâ daha da kuvvetli sınırlar vardır? Bu örnek de gösteriyor ki, aslında uluslararasılaşma, sadece sermayenin ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde vardır, öyle organize edilmektedir.

Neoliberal saldırı, kâr oranlarında bir yükseliş demektir. Ama aynı zamanda, küresel açıdan refah düzeyinde de ciddi bir düşüş demektir. Hem bu beş büyük emperyalist ülkede refah düzeyi düşmektedir, hem de sermayenin gittiği ülkelerde.

Neoliberal saldırı, aynı zamanda geniş çaplı bir özelleştirme ile yürütülmüştür. Özelleştirme, artık yerleşik bir güç hâline gelmiş olan uluslararası sermayenin ve o ülkedeki yerleşik sermayenin isteklerine uygun yapılmaktadır. Kamu kaynakları, yok pahasına, bu gruplara verilmektedir. Bu, sermaye transferidir. Buna bir cins yağma demek yerinde olacaktır. Uluslararası sermayenin talebi olarak ortaya çıkan özelleştirme, birçok ülkede, hükümetler aracılığı ile “istediği kişiye” sermaye transferi gerçekleştirmenin de yoludur. Ülkemizde Erdoğanlı dönemde bunu çok açık olarak görmekteyiz. Siyasal iktidar, uluslararası tekellerin istediklerini harfiyen yerine getirirken, onların henüz ilgilenmediği tarzdaki özelleştirmeleri de, kendi çevresi tarafından yağmalatmıştır. İşletmeler yok pahasına satılmış, sadece arsa fiyatının 10’da birine, devletin elinden özel kişilere, bazı ailelere kaydırılmıştır. Albayrak ve Bayraktar ailelerine satılan işletmelerin dökümü yapılsa, birisi bunun üzerine çalışsa, bu söylediğimizin boyutları ortaya çıkacaktır.

Özelleştirme uygulamaları ve bunun içerikleri, ülkemizde çok ciddi bir tarzda gündem olmuştur. Bu nedenle, okuyucu, bu konuda daha kapsamlı örneklere ulaşmakta zorluk çekmeyecektir kanısındayız.

Neoliberal saldırı, finansallaşma eğiliminde de ciddi bir artıştır. Bir yandan, sermayenin uluslararasılaşması, bu yeni coğrafyaları uluslararası tekellerin istedikleri tarzda “uygun” hâle getirdi, sosyal, ekonomik ve siyasal açıdan uygun hâle getirdi, altyapı hizmetlerini onların ihtiyaçlarına uygun hâle getirdi, diğer yandan ise, ülkeleri, yeni coğrafyaları onların yağmasına açtı.

Sermaye derinlemesine girdiği bu ülkelerde, önceden çok görülmeyen “yağmalanacak” alanlar bulmakta gecikmedi.

Bu, sadece doğrudan sermaye yatırımları ile gerçekleşmedi. Aynı zamanda sermaye, daha fazla finansallaştı. Bu, sermayenin, kâr avcılığı, servet avcılığı için uygun konumda olması da demektir. Ama aynı zamanda, birçok uluslararası tekelin kârları içinde finansal kârların 2-3 katına çıktığı olgusunu da içerir.

Aşırı birikim, yani, elde fazla birikmiş ve yeterince kârlı alanlar bulamadığı için yatırıma dönüşmeyen sermaye, elbette servet ve kâr avcılığı işi ile uğraşacaktır. Bu açıdan, dünya kapitalist ekonomisi, çoktan bir kumarhaneye dönmüştür. Bu sermaye, dünyanın farklı ülkelerinde gördüğü potansiyel getirilere doğru koşacaktır. Özellikle belli bir altyapıya sahip olan ve belli bir büyüklüğe sahip olan ekonomiler, mesela Türkiye, Brezilya, Arjantin vb. oldukça caziptir. İzlanda gibi küçük bir ekonomiden kumar yolu ile elde edilecek getiri, zahmetlere değer bulunmayabilir.

Bu sermaye, eskiden beri hisse senetlerine, tahvillere kaymakta idi. Ama özellikle 1971 sonrasında ortaya çıkan dolar-altın bağının ya da paralar ve altın bağının koparılması ve paraların sabit kur ilişkisinden çıkarılması ile birlikte, oyun büyümeye başlamıştır. Döviz ile oynamak bunun bir parçasıdır.

Diyelim ki bir şirket, ABD Doları ile iş yapmaktadır ve 6 ay sonraki dolar kurunun yaratacağı riskleri bilmek ve kontrol etmek istemektedir. Bankalar, bu şirkete, 6 ay sonrası için, alacağı miktarda dolar için bir kur vermekte ve bunu sabitlemektedir. Diyelim ki kur bugün 6 TL olsun. 6 ay sonrası için kur belirsiz. Şirket, bankaya sorar ve banka ona 6 ay sonrası için 7 TL verirse, şirket hesaplarını buna göre yapar, 6 ay sonra bankadan, 7 TL’den dolar almayı kabul eder. Bu gerçekleşeceği 6 ay sonraki tarihte ise, belki de dolar kuru hâlâ 6 TL olacak. Şirket bunu “zarar” olarak ela almaz, zira o kuru 7 TL olarak görmüş ve işlemlerini buna göre yapmıştır. Bankaya, dolar başına 1 TL kazandırmıştır. Ama diyelim ki kur 8 TL oldu, bu durumda da şirket kuru 7 TL’den bağladığı için iyi durumdadır. Aslında burada şirket ile banka arasında bir kumar vardır. Kumar, eğer döviz kurları “sabit” olsa idi gerçekleşmeyecektir. Dalgalı döviz kuru, bu denli belirsizlik yaratmaz, ama dalgalı döviz kuru, bazı kritik dönemlerde, finansal sermaye için, büyük ama çok büyük gelir kaynağıdır.

Burada bir şirket üzerinden ortaya çıkan kumar, aslında tüm sistemin her alanında vardır. Kur tahminleri üzerinde bir iddia gerçekleşmez, bir kumar oynanır. Bankalar size kur tahmini verdikleri gibi, kendileri de bu kumarın bir tarafıdırlar. Ve böylece, bir “türev” işlem ile karşı karşıyayız. Yani, mal alıp satmak gibi “asıl” işlemin ötesinde, bu işlem sırasında doğacak riskleri hesaba katan döviz kurları belirsizliğinden doğan risk üzerinden bir işlem. Buna türev işlem deniyor, tabii ki, bunun gibi işlemlere.

Diyelim ki, siz, bir şirketsiniz ve alacaklarınız var. Ama müşterilerinizin bunları ödememe riski var. Normalde, bu durumlarda, ülkenin hukuk sistemine bağlı mahkemeler devreye girer. Ama bu durum büyür ve borç ödememe artarsa, bu koşullarda riskler büyür. Risk büyüyünce, buraya bu finansal sermaye girer. Çünkü kumar büyümektedir. Risk ne kadar büyük ise, parayı elde tutan için kazanma olanağı o kadar fazladır.

Bugün, bazı şirketler var. Sizin şirketiniz ile, müşterileriniz arasındaki asıl satış işleminden doğan borç/alacağı sizin adınıza üstlenen şirketler var. Yani, siz alacağınızı tahsil ettinizse bu şirkete %1,5 veriyorsunuz, ki bu oran faiz oranlarına bağlı değişir ve eğer siz tahsil edememişseniz, müşteriniz size ödememiş ise, siz ondan ana parayı, işlemeyen mahkemelere bırakmıyorsunuz, alacağınızı şirket size ödüyor ve alacak onun sorunu hâline geliyor. Bu da bir türev işlemdir.

Gördüğünüz gibi burada, alacak tahsilatının modern mafya tarzı ortaya çıkıyor. Kapitalizm küçük çaplı tefecilik ile başlamıştır ve büyük çaplı tefecilik ile son bulacaktır. Alacağınızı devrettiğiniz bu şirket, gerçekte mahkemelerin işlevsizliğinden, hukuk sisteminin anormalitesinden faydalanmakta, bu sorun üzerine bir “iş” kurmaktadır. Sizce bunu, mahkeme yolu ile mi hâlledecek, alacaklarını böyle mi tahsil edecektir? Siz, bir şirket olarak, bu türev işlemleri yürüten şirketi risklerinize karşılık kendi gelirinizin %1,5’ine ortak ettiniz, gelirinizin bir bölümünü, kârınızın daha büyük bir bölümünü riskler ve hukuk sisteminin durumu nedeni ile adamlara vermeye razı oldunuz.

Döviz kuru üzerindeki oyunlar akıllara sığmayacak kadar büyüktür. Ve bu, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi, her zaman bir ülkeyi batırmak üzere yapılmazlar. Erdoğan, kendi parasını dolar olarak tuttuğu sürece, kendini korumayı hedeflediği sürece, ülke ekonomisini spekülatif hamlelere açmış demektir. Bir ülkenin ulusal para birimi TL ise, bu ülkede her iş dolar üzerinden fiyatlanıyorsa, dolar ile altın arasında bir bağ da yoksa, ABD merkez bankasının veya onun arkasındaki güçlerin, seni soyup soğana çevirmesi işten bile değildir.

Diyelim ki bu finansal haydutlar, sizi donunuza kadar soymazlar. hayatta kalmanız ve bir sonraki 10 yılda yine soyulabilir büyüklüğe erişmeniz gerekir.

Para birimleri ile döviz kurları arasındaki bağlar koptuktan sonra, yeni türev işlemler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Riskler arttıkça, belirsizlik büyüdükçe, sadece sigorta şirketleri için bile büyük olanaklar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Neoliberal saldırı, ekonomik, siyasal, ideolojik öğeleri birbirine birleştirerek bir saldırı gerçekleştirmiştir. Bu nedenle, yeri geldiğinde “ulus devlet” rafa kaldırılıyordu. Ama söz konusu olan İngiliz, ABD, Alman, Japon ve Fransız devletleri ise, “ulus devlet” yaşamalı idi.

Bu bütünsel bir saldırıdır. Ve finansallaşma, bu saldırının sivri uçlarından biridir. Borsaların, dövizlerin, hisse senetlerinin, akıl almaz türev işlemlerin gelişimi böyle ortaya çıkmıştır.

2010 yılında, 21-32 trilyon dolarlık bir servetin, finansal servetin, vergi cenneti diye adlandırılan ülkelere kaydığı tahmin edilmektedir. Panama belgeleri, bu konuda oldukça doyurucu bilgiler vermektedir. Binali Yıldırım ve Erdoğan ailesinin, hangi adalara, hangi bankalara paralarını nasıl transfer ettikleri, sonra da “vergi affından” yararlanarak bu parayı nasıl akladıkları biliniyor olmalıdır. Bu konuya tekrar döneceğiz.

Neoliberal saldırının önemli ayaklarından biri finansallaşma ise (bu konuda daha geniş bilgi için, Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan “21 Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” isimli çalışmamıza bakınız) bir diğer önemli ayağı rant meselesidir. Bu rant-yağma ve savaş ekonomisi, dünyayı sarmaktadır. Kumarhane kültürüne tamamen, büyük çaplı tefeciliğe tamamen uygundur.

Neoliberal politikalar, kentleşme ile birlikte aşırı büyüyen konut sorununu “çözmek” için, kapitalist dünya ekonomisi, inşaat işini körükledi. Bu konut furyası, bizim gibi ülkelerde aynı zamanda doğanın ve kentlerin büyük çaplı yağması ile birleşti. Ama dünyanın her yanında, bu süreç, işçi sınıfını, çalışanları borçlandırmaya başladı. Borçlandırma, konut ipoteği karşılığında konut kredisi ile satış politikası, tüm dünyayı sardı. ABD’de 2008’de patlayan kriz, önce ev alımları sisteminin, bu borçlandırma sisteminin çökmesi ile ortaya çıktı.

İşçinin, halkın, çalışanların borçlandırılması, kredi kartları, konut, ev eşyaları vb. yolla öyle bir boyut almıştır ki, bir yandan tüketimi teşvik etmiş, fiyatları yukarıya çekmiş, tekellere büyük paralar kazandırmış iken, diğer yandan ise, çalışanları borçlandırarak, onların kontrolünü ele alma olanakları doğurmuştur. Bu borçlandırma işi, sadece ekonomik bir “proje” olarak kalmamıştır, sınıf savaşımına ciddi etkileri ortaya çıkmıştır.

Ülkemizde işçiler, çalışanlar, kredi kartları aracılığı ile, gelecekteki 6 ay-1 yıllık gelirlerini çoktan harcamışlardır. Bireysel krediler ile kredi kartlarının borcunu kapatmakta, borcu borçla kapatarak yaşamaktadırlar. Tüketim toplumu, borçlanmanın kolaylaştırılması, bir anlamda işçiyi esir alma operasyonuna dönüşmüştür.

1980-2008 arasında elbette birçok kriz ortaya çıkmıştır. 1991, 1994, 2001 yıllarındaki gibi krizler. Ama 2008 krizi, kapitalist dünya ekonomisinin neoliberal politikalarının sonunu getirmiştir. Bugün biz, hâlâ 2008 ile başlayan derin kriz dalgasının içindeyiz.

-3-

Bugün, ülkemizi saran krizi anlamak için, dünya kapitalist sisteminin bu kriz sürecinin kısa özetini akılda tutmak gerekir.

2008 krizi, konut kredi sistemi diyebileceğimiz sistemin patlaması ile gündeme geldi. ABD başta olmak üzere birçok gelişmiş ülkede, konut alanından başlayan kriz, finansal bağlar nedeni ile hızla başka ülkelere de yayıldı.

Kredi ile alınan konutlar, aslında kredi sistemi için de ipotekli idiler. Ama ipotekler, bir anda, gerçekte düşünülen değerlerinin altında bir değere sahip olmaya başladılar. Diyelim ki 200 bin dolara alınan bir ev, borçlular yani evin sahipleri tarafından kredi taksitleri ödenmez duruma düşünce, bir anda 60 bin dolar değerine düştüler. Diyelim ki, bankalar, 200 bin doların 100 binini ödemiş bir kişinin evini, bir anda 100 bin dolardan satışa çıkardılar. Bir anda görüldü ki bu sadece bir kişi değilmiş. Böylece borç veren banka ve finans kurumları, ellerindeki konut ipoteklerinin işe yaramadığını anlamaya başladılar.

1970’lerde hisse senetlerinin hava hâline dönüştüğü, adeta buharlaştığını görmüştük. Kâğıtlar, değerli kâğıtlar bir anda buhar olmuştu. Daha önce, diyelim ki bir kişinin TL varlıklarının bir gecede, mesela 1991’de ya da 2001’de yarı yarıya düştüğünü, dolar ve diğer paralar cinsinden bir kayıp, adeta buharlaşma yaşadığını görmüştük. Bu kez ise “duran varlıklar”, binalar, evler buharlaşmaya başladı.

2008 yılında bir anda borsalar yarı yarıya düştü. Bu yaklaşık 35 trilyon doların havaya uçması anlamına geliyordu.

Dünya çapında toplam gelirin, ülkelerin gelirleri toplamının o dönem 60 trilyon dolar olduğu hatırlanırsa, bu oldukça büyük bir meblağdır ve sadece borsalara aittir. Borsalardaki kayıp, 2008 rakamları ile 7 adet Japonya demek oluyordu, iki adetten fazla ABD, yaklaşık 3 adet Çin demek oluyordu.

2008 krizinde, sistemi ayakta tutmak için, Citigrup’a ABD devleti, 300 milyar doları aşan bir destek vermiştir. Citigrup, gerçekte bu değere sahip değil idi. Krizle birlikte ise çok daha düşük bir değere “sahip” hâle gelmişti. Çin, Citibank’ı satın almak için 25 milyar dolar teklif etmişti.

Dünyanın en büyük sigorta şirketi AIG’in %80’i devlete geçmişti. Yani, özelleştirme dalgası, bir anda “kamulaştırma” talebine dönüşmüştü.

2008’de sistemi ayakta tutabilmek için, 20 trilyon dolar, sisteme enjekte edilmişti. Nasılsa dolar ile altın arasında da bir bağ yoktu.

Bu altından bağımsız para birimleri meselesi, ülkelerin paraları üzerinden hatta onların da türevleri üzerinden büyük çaplı oyunlara olanak vermekteydi. 2008 yılında, döviz ticareti 4 trilyon doları buluyordu. Bu döviz ticaretinin türevleri üzerinden ticaret ise 2 trilyon dolar civarında idi.

Dünya Gayri Safi Hasılası, yani toplam ülkelerin milli gelir toplamları 60 trilyon civarında iken, türev sözleşmelerden doğan satışlar 450 trilyon doları buluyordu (2006 rakamı). 2006’da bu türev işlemlerin yanında borsalar 40 trilyon doları, tahvil piyasası ise 65 trilyon doları buluyordu (David McNally, adı geçen makale, Çağdaş Marksizm Seçkisi içinde, Yordam Kitap, s. 161).

Bu, finansallaşma denilen olguyu anlamak için önemli bir göstergedir. Dünya ülkelerinin gelirlerinin toplamından 9 kat büyüklükte bir finansal işleme işaret etmektedir. Bu balon, 2008’de kısmen patlamıştır.

ABD cari açığını düşünün. Bu açık, artık altını ile bağı koparılmış doları yeniden piyasaya sürerek, yani bir anlamda “karşılıksız para basarak”, yani bir anlamda devlet eli ile sahte para basarak karşılanmakta, finanse edilmektedir.

ABD’nin üzerinde oturduğu petro-dolarları düşünün. ABD, başta Suudi Arabistan olmak üzere, petrol gelirlerinden elde edilen paraların adresidir. Bu dolarlar, Amerikan bankacılık sistemine akmaktadır ve bunların “çekilme”, yani sahipleri tarafından geri alınma olanağının olmadığını 11 Eylül saldırıları sonrasında gördük. ABD, miktarı 6 trilyon dolar olduğu söylenen bu paraları, sahiplerine vermeyi reddetmiştir.

Bir de bunun üzerine silâh sanayiini eklemeniz gerekir. Silâh, tüketilince, kullanılınca biten bir meta değildir. Gerilim ve savaş politikaları ile her zaman pazar bulan ve kullanılmadan tükenen, eskiyen bir metadır ve ABD’nin eski gücü, yani Soğuk Savaş dönemindeki gücü ve olanakları bu silâh satışlarına olanak vermektedir.

Bunun üzerine bir de yağma vardır. Yağma ve haydutluk birliktedir.

Tüm bunlar ABD ekonomisini ayakta tutmaktadır.

Ama 2008 krizi, sanıldığından uzun sürmektedir ve ABD tarafından, tüm emperyalist dünya tarafından, onların uluslararası kurumları olan IMF ve Dünya Bankası tarafından yıllarca öne çıkarılmış olan neoliberal politikalarının sonunu işaret etmektedir.

Gerçekte sahip olunmayan “varlıklar” üzerinden yürümeye başlamış olan kumarhane sistemi, dünya kapitalist ekonomisinin gerçekte sona ermesi gerektiğini göstermektedir. Mevcut artı-değeri paylaşmak için süren savaş, öyle bir hâle gelmiştir ki, gelecekteki artı-değeri önceden paylaşmak gibi bir noktaya dönüşmüştür. Gerçek ekonominin 10 katını bulan hayalî sermaye, gerçekte kapitalist sistemin yeryüzü için artık ömrünü doldurmuş bir sistem olduğunun da göstergesidir.

Konut kredisine dayalı sistem ABD’de patladığında, bir anda sigorta, banka ve finans kurumlarının batmasına yol açtı. Gerçekte, konut borçlandırma sistemi, işçilerden kapitalistlere finansal yollarla gelir transferi anlamına gelir. Ama sadece bu anlama değil. Aynı zamanda “Amerikan rüyası” denilen bir ev bir araba sistemi anlamına da gelir. Bu işin ideolojik yönüdür. Ve sistem çöktüğünde, aynı zamanda bu “rüya” da yerle bir oldu. Bugün, bir ailenin, bir insanın bir ev almak için yaşamının tümünü borçlu hâle getirmesinin mantıksız olduğunu söylerseniz, sizi dinleyebilirler. Ama öncesinde kutsal ev, Amerikan rüyasının bir parçası idi. 2008’de bu rüyanın, bir kâbus olduğu ortaya çıkmaya başlamıştır.

Krizin arka planında, aşırı birikim, düşen kârlar, hayalî sermayenin büyük çaplı yığılması yatmaktadır.

Bugün, dünyanın fabrikası, büyük ölçüde Doğu Asya ülkeleridir. Çin, Malezya, Singapur, Hindistan, Endonezya vb. Ve özellikle Çin örneği ele alındığında, Çin, sadece spor ayakkabı üretimi, kurşun kalem üretimi ile uğraşmamaktadır. Bilgisayar yongaları, otomotiv, çelik üretimi, kimya sanayii, fiber optikler, yarı iletkenler vb. alanında da büyük bir güçtür. Ve eğer bugün, herhangi bir üretim alanını ele alırsak, büyük ölçüde aşırı kapasitesinin var olduğunu görebiliriz. David McNally aktarıyor: “Çin hükümetinin ulusal kalkınma ve reform komisyonuna göre, ülkenin çelik sanayisi, hakiki çıktının ancak 350 milyon metrik tona eşit olduğu bir zamanda 470 milyon metrik tonluk bir yıllık kapasite geliştirmişti. Bu fazlalık 120 milyon metrik tonluk kapasite, dünyanın en büyük ikinci çelik üretici ülkesi Japonya’nın toplam gerçek çıktısından (112,5 milyon metrik ton) daha çoktu.” (David McNally, age s. 167).

Aslında bu kadar da değildir, Japonya’nın fazla kapasitesi acaba nedir? Başka ülkelerde acaba çelik üretiminde fazla kapasite ne kadardır? Dünyanın yıllık üretim kapasitesi, gerçekte ihtiyaç duyulandan fazladır.

Bu durum mesela ayakkabı üretiminde de böyledir. Bu durum, mesela bilgisayar yongaları üretiminde de böyledir. Bir de buna, üretilmesine gerek olmayan silâhları ekleyelim. Demek ki, yeryüzü kapitalist sistemden kurtulursa, ortaklaşa, komünal bir sisteme geçebilirse, büyük bir tasarrufu da gerçekleştirmiş olacak. Bu durumda, belki, kapitalist sistemin kârlı görmediği ama insanlık için önemli olacak alanlara yönelmek mümkün olacaktır.

Aşırı kapasite, aslında, aşırı üretim var olduğu hâlde vardır. Yani mesele sadece aşırı kapasite değildir, zaten aşırı üretim vardır ve bunun üzerine aşırı kapasite vardır. Kâr amacına göre organize olmuş ekonominin zorunlu sonucudur bu.

Aşırı birikimi de buna eklemek gerekir. Dünyada yeniden üretime yatırılmayan, büyük miktarda bir para vardır. Emeklilik fonları adı altındaki fonlarda 2011 yılı itibari ile 20 trilyon dolardan fazla para vardı. 2011 yılında küresel fonlardaki varlık, 132 trilyon dolar idi. Bu elbette ki o zamanki dünya çapındaki milli gelirlerden çok ama çok fazladır.

Yeniden üretime girmeyen bu sermaye, elbette, “finansal” bir varlık olarak yüzer-gezer tarzda dolaşmaktadır. Büyük çaplı kumarhaneye dönen kapitalist sistemin gerçeği budur. Bu finansal sermaye, servet ve gelir avcılığı ile ilgili hâldedir. Yeniden üretim sürecine girmediği için bu varlıklar, yeni artı-değerler üretmekte de kullanılmamaktadır. Bu aşırı birikimin, elbette dünya çapında borçlandırma sistemini destekleyeceği kesindir.

Aslında bu aşırı birikim de, kapitalist sistemin ömrünü doldurduğunun başka bir kanıtıdır. Bu aşırı birikim, her zaman varlıklarla ilgili bir sorundur ve fiyatları aşağı çekmekle kalmaz, kâr oranlarında da ciddi bir düşüşü ifade eder. Bu durumda, kapitalist için, üretime sokmadığı bu varlıkları, bir anlamda “sermaye” olmaktan çıkardığı bu paraları yeniden yatıramaması, kâr oranlarındaki düşüş eğilimi meselesinin farklı bir boyut kazandığını göstermektedir. Kapitalist, elindeki yeni sermayeyi tekrar yatırarak, genişleyen üretimde daha büyük çaplı bir artı-değer üretir. Amacı da bu artı-değeri sürekli çoğaltmaktır. Yoksa onun amacı bir kullanım değeri üretmek değildir. Bu aşırı birikim ile, bir miktar sermaye, artık yeniden üretime yatırılmıyor. Dünya çapında kumarhanenin bu denli genişlemesi ve derinlik kazanmasının nedeni de buradadır. O kadar ki, bankalar, artık, bankaya yatırılan paralar için faiz vermemekte, hatta bu parayı koruduğu için ücret talep etmektedir. Bu aşırı birikim, 1890’larda tartıştığımız aşırı üretim krizinin daha ilerisini ifade etmektedir.

2008 krizinde, sadece hisse senetlerinin, değerli kâğıtların buharlaşması yaşanmadı. Aynı zamanda, koca binaların, iş merkezlerinin de buharlaştığına tanık olundu. Milyonlarca dolar ettiği düşünülen binalar, bir anda değersizleşti.

Hayalî sermayeyi de buna eklemek gerekir. Yıllık 450 trilyon dolar hacminde bir “türev sözleşme satışı”, gerçekte kapitalist sistemin çoktan ömrünü doldurduğunun kanıtıdır. Tekrar olması pahasına, bu rakamların, dünya ekonomisinin yıllık üretiminden kat be kat fazla olduğunu belirtelim.

Kriz, 2008’de Amerikan bankacılık sistemini sarstığında, tüm kapitalist dünyada, “kamu müdahalesi” öne çıkmaya başladı. Citibank ve AIG örneklerini tartışmıştık. ABD, “neoliberal” kutsallarını bir anda terk etmeye başladı. 20 trilyon dolar sisteme entegre edildiği hâlde, dünya kapitalist ekonomisi krizi atlatmış değildir.

ABD tarafından Trump eli ile yoğunlaştırılan ticaret savaşları gösteriyor ki, “neoliberal” politikaları bir yana bırakın, liberal politikaları bile rafa kaldırma eğilimi yükselmektedir. 2008 krizi, bu sonucu vermiştir. Neoliberal politikalar artık gözden düşmüştür.

Özelleştirme programları, yağma ve rant sistemi içinde elbette devam etmektedir.

Elbette, hâlâ, işçi sınıfına ve emekçilere dönük kapsamlı saldırılar gündemdedir. Zaten bunun dışında bir yolları da yoktur. Tüm dünyada kriz, işçi ve emekçilerin, halkların yoksullaşması, soyulması, ama bu arada sermayenin daha da merkezîleşmesi, bazılarının zenginliğinin daha da artması demektir.

Ülkemizi de saran kriz, aslında hem bu dünya kapitalist sisteminin bir krizdir. Hem de, kendine has ilave özellikler taşımaktadır. 2008 krizi patlak verdiğinde, birçok kişi, uzman, Türkiye’nin büyüyen borçlarına, cari açığına özellikle dikkat çekmekteydiler.

Türkiye, Saray Rejimi’nin de üzerinde yükseldiği “rant- yağma ve savaş ekonomisi” gerçeğini yaşamaktadır. Son dönemde Erdoğan ve AK Parti projesinin sonunun göründüğü üzerine çok yorumlar yapılıyor. Bu doğrudur ama Erdoğan’ın gitmesi yetmez. Buna özellikle dikkat çekmek gerekir. Hatta, Saray Rejimi’nin gitmesi de yetmez. Bizim adlandırmamızla Tekelci Polis Devleti, yani hiçbir zaman “demokrasi” olmayacak bir devlet çarkı vardır. NATO mekanizmaları ile birleşmiş bir sistemdir bu ve adına Tekelci Polis Devleti diyoruz. İşte bunun yıkılması gerekir.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi, ülkenin her şeyini yok etmektedir. Fabrikalar özelleştirme adı altında yağmalanmıştır, kapatılmış, arsa olarak değerlendirilmiştir. Ülkenin tüm şehirleri “rant” gözlükleri ile ele alınmıştır. Savaş sürekli tırmandırılmıştır. Saray Rejimi, bunu belli çevrelere aktarmıştır ve buna uygun bir sistem kurmuştur. Ama bu rant, yağma ve savaş ekonomisi, uluslararası tekellerin de çıkarınadır. Erdoğan’ı oraya getirenler, orada tutanlar, oradayken destekleyenler, işte bu yağma, rant ve savaş ekonomisinin de mimarlarıdır.

2008’de birçok kişinin gördüğü Türkiye krizi, 2018’de dolar kurunun fırlaması ile patlamıştır. Birçok firma iflas etmiştir.

Bugünlerde ise Damat, sürekli olarak, ilgi çekici el hareketleri ile “en kötüsünü geride bıraktık” masallarını anlatıyor. İflaslar, konkordatolar, düşen kapasite kullanım oranları, düşen konut satışları, ödenemeyen kredilerde büyük artış, içeride halkın aşırı borçlanması, artan işsizlik, artan açlık, tarımın dibe vurması, artan doğa yağması, Damat’ın konuşmadan önce özel içecekler aldığını göstermektedir.

Evet bu ülkemizdeki hâli ile kriz, dünya kapitalist ekonomisinin krizinden ayrı ele alınamaz. Ancak, bu tespit, ülkemizde kriz olmadığı anlamına gelmez. Sanki ortalık güllük gülistanlık gibi, Türk-İş’in %8+4 ile toplu sözleşme bağıtlaması, gerçekte sistemin işçi sınıfına karşı saldırganlığının, aymazlığının ve elbette işçi sınıfının da örgütsüzlüğünün göstergesidir.

Görünen o ki, krizi gizlemek için, tüm verilerle oynayan, basını susturan, ekonomi yorumcularına bile davalar açan bir Saray Rejimi, Eylül-Ekim ayı ile birlikte daha zorlu günler yaşayacaktır.

Dünya kapitalist ekonomisinin bunalımı olmamış olsa idi, belki Türkiye’deki kriz çok çok daha şiddetli seyredecekti. Nihayetinde aşırı sermaye birikimi vardır ve elbette onlar da gelire ihtiyaç duymaktadır. Negatif faiz veren Almanya’ya gitmeleri onlara bir şey kazandırmaz. Bu nedenle, Türkiye’deki krizin daha sakin seyrettiğini söylemek mümkündür. Ama bu, krizin ne kadar derin olduğunun da göstergesidir. Demek daha da kötüsü olabilirdi. Ve şimdi, adım adım, o daha kötüye gidilmektedir. Kriz, daha büyük iflasları, daha büyük batışları beraberinde getirmektedir. Artık ilk anda batan “zayıf” firmalar yerine, daha dayanıklı firmaların batışına sıra gelmektedir. Tam da bu koşullarda, işçi düşmanı, işçi kanı taciri Türk-İş yönetimi, kamu işçileri adına %8+4’e imza atmıştır. Gerçek enflasyonun %50 olduğu bir ülkede, %8+4 ile sözleşme yapan sendika, elbette haindir, işçi düşmanıdır. Ama aynı zamanda bu durum, işçi sınıfının örgütsüzlülüğünün ne kadar derin olduğunu göstermektedir.

Dünya kapitalist ekonomisi, daha çok yağmaya, daha çok ranta, daha çok tefeciliğe ve daha çok silâh sanayiine dayalı bir ekonomi olarak örgütlenmektedir. Bu durum, üzerinde yaşadığımız gezegeni tehdit eder boyuttadır. Bu nedenle, kapitalist sistemin yıkılması, sosyalist devrim, dünyanın ortakçı bir sistemde örgütlenmesi, sadece işçi sınıfının değil, insanlığın bir sorunudur.

Krizler, kapitalist sistemi otomatik bir mekanizma olarak yıkmazlar. Kapitalist sistemin yerine, insanın insan tarafından sömürüsünün olmadığı, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı, özgürlük ve kardeşlik toplumu, kendiliğinden, insan eylemi, işçi sınıfının devrimci eylemi olmadan gerçekleşmez.

Her kriz, sermayenin daha da merkezîleşmesi, bazılarının daha büyük kârlar elde etmesi, vurgunlar vurması anlamına da gelir. Kapitalist sistem, her zaman krizlerin faturasını emekçi halka yükleyecek mekanizmalara sahiptir. Devlet, tüm kapitalistler adına bu işle uğraşır. Ama buna rağmen, bu krizlerden bir çıkışları da yoktur. Her kriz, bir başka daha büyük çaplı krizin zemini hâline gelmektedir.

Dünya işçi sınıfı, dünya halkları, kapitalist sisteme karşı, emperyalist egemenliğe karşı örgütlü bir mücadele geliştirmek zorundadır. Bunun olanakları vardır.

SSCB’nin çözülüşünden bu yana, dünya, sosyalizmin varlığını özlemeye başlamıştır Ama bu kez, sadece bir coğrafyada değil, tüm yeryüzünde, kapitalist sistem olmaksızın bir sosyalizm deneyimine ihtiyacımız var.

Suriye savaşı; sona doğru mu, büyümeye doğru mu?

Suriye savaşı, aslında Soğuk Savaş sonrası dünya döneminin önemli dönemeçlerinden biridir. Anlaşılır olması için, SSCB’nin çözülmesi, “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan II. Dünya Savaşı sonrası dönemin sonudur. SSCB’nin varlığı, daha genişletirsek, sosyalist ülkelerin varlığı, emperyalist güçleri, birbirine yakınlaştırmıştı. Başına ABD’nin yerleştiği, NATO sistemi ile bağlanmış bir emperyalist cephe oluşturuldu. Bu cephe, komünizme karşı savaş ve emperyalist egemenliği ayakta tutmak için “kendi aralarındaki rekabet, hegemonya savaşı ve çatışmaları” ertelediler. Bu anti-komünist, insanlık karşıtı savaşı yürütürken, adlarına “Batı medeniyeti”, “Batı değerler sistemi”, “Batı demokrasisi” dediler. Onun için bir not olsun, nerede bu terimleri duyarsanız, hiç tereddüt etmeyin, işçi ve emekçilere karşı, insanlığa karşı bir saldırı gizlenmek isteniyordur.

İşte SSCB’nin çözülmesi, Batılı emperyalist devletlerin kendi aralarındaki ertelenmiş, arka plana atılmış çatışmaları yeniden öne çıkarmaya başladı.

Bugün, 2019 yılının Temmuz ayından baktığımızda, aradan 30 yıl geçmiştir ve bu yeni paylaşım savaşımının izlediği yol açıkça ortadadır. Diyebiliriz ki, emperyalist güçler, özellikle beş tanesi, şiddetli bir paylaşım savaşımı içindedir. Bunlar ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa’dır. Bu paylaşım savaşımı, bölgesel savaşlarla, ticari savaşlarla vb. birçok biçimini bize göstererek gelişiyor. Bir gün döviz kurları ve finansal alanda yoğunlaşan bir savaş görüyoruz, ertesi gün, bir ülkenin yağmalanmasını seyrediyoruz. Ama her gün, bu savaşın daha da şiddetlendiğini biliyoruz, bunu söyleyebiliriz.

Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin bu rakip-dostlarına bir takım tavizler vererek, mesela Japonya ve Almanya’daki bazı üslerini kapatmaya razı olarak, onlardan destek aldıkları müdahalelerdir. Libya da böyledir, sadece biraz daha küçük bir ittifakla.

Afganistan ve Irak işgalleri, ABD’nin “dünya imparatorluğu” hayalleri politikaları ile birleşmişti. Ama ABD, kazanırken kaybetti ve durum farklılaşmaya başladı. Libya ise, Batı medeniyetini yeniden ABD etrafında toparlama girişimi idi. “Gelin, şu koyunu birlikte bölüşelim” hesabı. Ama bu geçici bir nefes alma demek idi ABD için. ABD bunu biliyordu ve Suriye, İran hattına girmekte kararlı idi.

Suriye savaşında, bu kez Rusya ve Çin karşısına dikildi. Zira, gerçekte, Çin ekonomisi zaten dünyanın fabrikası olarak, tüm sistemi zorlamakta idi. Suriye savaşı, İran’a müdahalenin öncesi demek oluyordu ve Rusya’nın buna izin vermesi demek, kendi varlığını inkâr etmesi demek olacaktı.

Açık ki, ABD, “dünya imparatorluğu” hayallerini bir başka zamana erteledi. Obama iktidarı budur. Ama ABD, İran’ı kontrol etmek, Türkiye’den Orta Asya petrollerine ulaşacak hattı kontrole almak istemektedir. Demek ki, ilk adımda İran’ı dağıtmak ve aynı zamanda Türkiye’de sağlamlaşmak zorundadır. ABD, Türkiye’nin siyasal kontrolünü elinde tutuyor. Ama ekonomik olarak rakipleri var.

Biz bu durumu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen bir durum olarak, “ortaklaşa sömürge” diye isimlendiriyoruz. Türkiye, bir “ortaklaşa sömürge”dir. Ekonomik olarak Avrupa’nın, siyasal olarak ise ABD’nin denetimindedir. Hayatın olağan işleyişi içinde her şey zamana bırakılmış olsa idi, ekonomiyi elinde tutan Avrupa, Türkiye’nin sahibi olurdu. Ama artık bir paylaşım savaşımı var ve ABD, “olağan akışı” dinlemek için bir neden görmemektedir. Bu durumda, siyasal mekanizmalarla (yani, ordu, polis, yargı, siyasal partiler vb. ile) Türkiye’de gücünü pekiştirmek, yeni duruma göre güçlerini organize etmek istemiştir. “Yeni Türkiye” projesi budur. Bu konuda yazılmış bir kitap, Graham Fuller imzasını taşımaktadır. Ve ABD, elindeki güçleri, Gülen cemaatinden diğer cemaatlere, ordusundan yargısına kadar tüm güçleri bu amaçla organize etmeye başladı. AK Parti ve Erdoğan projesi böyle ortaya çıkmıştır. Erdoğan ve AK Parti projesi, “yeni Türkiye”, “ılımlı İslam” projelerinin gölgesidir. Anlamak için, gölgeye bakmanız yetmez, cismin kendisine bakmanız gerekir. Bugün, Türkiye’de ortaya çıkan devlet-çeteleşme süreci, Saray Rejimi ve devlet ile sermaye grupları arasındaki sürtüşmeler, bu sürecin sonucudur.

Türkiye, hâlâ bir “ortaklaşa sömürge”dir.

Ortaklaşa sömürge olma durumu, ne kadar sürerse sürsün, aslında geçicidir. Yani, eninde sonunda bir başka duruma evrilmek zorundadır. Anlatabilmek için, “yarı-sömürge” ve sömürge kavramları arasındaki bağa bakmamız gerekir. Osmanlı’nın sonlarında Osmanlı, imparatorluktan sömürgeye dönüşmekte idi. 1900’lerin başında Osmanlı için “yarı-sömürge” denildiğinde bu, bu süreci anlatır ve bu açıdan doğrudur. Nihayetinde, sürekli olarak “yarı-sömürge” olarak kalınamaz. Ya sömürge olursun ya da bu zinciri kırar ve sosyalist olabilirdin. Sosyalist olmadığını biliyoruz. İşte “ortaklaşa sömürge”, Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak NATO kontrolünde organize edilen Türkiye’nin durumunu ifade eder. SSCB dağıldığı, komünizm korkusu yerini “tarihin sonu” sevinç gösterilerine bıraktığı andan başlayarak, bu “ortaklaşa sömürge” olma durumu, değişime uğramaya başlar. Hâlâ bu değişimin içindeyiz.

İşte ABD’nin Türkiye’de güçlenme isteği dediğimiz de, bu başlıca iki alandan gerçekleşir:

a- Siyasal olarak tüm güçlerini (Gülen hareketini, İslamî hareketi, Ergenekon’u, orduyu, polisi, yargıyı vb.) yeniden yapılandırmak istedi, istiyor.

b- Aynı anda, yeni sermaye grupları oluşturmak da içinde, ekonomik sahayı yeniden biçimlendirmek istedi, istiyor.

ABD’nin Türkiye’de güçlenmesi, İran’ın kontrolünü kendi eline geçirme isteğinden bağımsız değildir. Demek ki, Suriye savaşı da bunun bir parçasıdır.

Eğer bu perspektiften bakabilirsek, bazı soruların yanıtlarını daha büyük bir hızla bulabiliriz, daha doğru bir biçimde bulabiliriz.

Mesela neden, IŞİD gibi bir vahşet, Suriye ve Irak coğrafyasında yeşertildi? ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, bu projenin önemli bileşenleridir. Gerçekleşen katliamlar, yayılan korku, “düzleştirme” siyaseti diyebileceğimiz bir yeni savaş stratejisidir. ABD İngiltere, İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan, bölgeyi yerle bir etmek, tarihsizleştirmek, insanı köleleştirmek için bu araçlara başvurmuştur.

Mesela neden, ABD, Kürt hareketi üzerinde ya da içinde bir kanal yaratmak istiyor? Kürt halkı başta olmak üzere, Suriye halkları IŞİD terörüne karşı direniş gösterdikleri ve bunda başarılı oldukları ölçüde, sindirme politikası, köleleştirme politikası sona erdi. Suriye halklarının ve Suriye güçlerinin direnişi, Rusya’nın desteğini de içine koyalım, bu politikayı işlevsiz kılmıştır. Bu durumda, bölgenin önemli güçlerinden biri olan Kürt hareketini kontrol edebilmek için ABD’nin manevralara başlaması anlaşılır olur. Yoksa ABD’nin Kürt halkının istekleri ile bir bağı yoktur. ABD, hiçbir halkın yararına iş yapmaz, yapmamıştır. Bu, tüm emperyalist dünya için geçerlidir. Emperyalistler, çelişkileri kullanır, ama her zaman kendi yararları için, her zaman imha ederek. Türkiye’nin Kürt halkına karşı şiddetli savaşı ile, ABD’nin Kürt hareketi içinde bir yer edinme isteği, bir madalyonun iki yüzü gibidir. ABD, Türkiye içinde istediklerini yerine getirmek için, Kürtlere karşı savaşı destekler, ama öte yandan Suriye’de tümden kaybetmemek için, sahada varolabilmek için Kürt halkının taleplerine kulak asıyormuş gibi davranır.

Şimdi Suriye savaşının sonuna gelinmiş gibidir. Ama bu bir son mudur, yoksa daha büyük çaplı bir tarzda savaşın gelişimi için bir yeni durum mudur, yanıtını vermek kolay değildir.

Savaş, gelip İdlib civarında odaklanmıştır.

Ama İdlib, Afrin ve Fırat’ın doğusu ile de bağlantılıdır. Türkiye, Afrin’i işgal etmiş, Fırat’ın doğusunda çeşitli “üs” noktaları oluşturmaya başlamış ve sürekli olarak sınıra asker yığmaktadır. ABD, İdlib’in olabildiğince uzun sürmesi için, Türkiye’yi Rusya’yı oyalamakla görevlendirmiştir.

Rusya, Afrin işgaline sessiz kalmıştır. ABD ve Türkiye arasındaki konum farkından kaynaklı çelişkilerin gelişmesi için bu sessizliği seçmiştir. Rusya’nın sessizliği olmamış olsa idi, Türkiye’nin Afrin işgali gerçekleşebilir miydi?

Bugün İdlib’de Türkiye, Rusya ile yaptığı anlaşmalara uygun davranmakta mıdır? Sanmıyoruz. Türkiye, İdlib sorununun uzamasını istemektedir. Bu açıdan Rusya’nın zoru ile bazı adımlar atsa da, aslında bu sorunun çözülmesini istememektedir. Dahası, bu alanda elindeki olanakları, ABD ile pazarlık için de kullanmaktadır. En başta Erdoğan ve Saray Rejimi, İdlib sorununun çözümünün kendi iktidarının sonu olduğunu dahi görmektedir. Bu nedenle ne kadar uzarsa, hem ABD hem de Türkiye için o kadar iyidir. Görünen budur.

S-400’ler de bu işin bir parçasıdır. S-400’ler, bu nedenle Nisan 2020’ye uzatılmıştır. Erdoğan ve Saray Rejimi, S-400 meselesinin her iki çözümünde de kendi sonunu görmektedir. Bugün Erdoğan S-400’lerden vazgeçtim ve tüm sistemi iptal ettim dese bile, ABD açısından bitmiş bir projedir. Yok S-400’leri devreye soktum ve işi büyütüyorum derse de yolun sonuna gelmiş gibidir. Bu nedenle, ABD, tepkilerini adım adım uygulamaya koyma yolunu seçmiştir. Rusya, S-400’ler ile, NATO mekanizmasını dağıtmak istemektedir. Zaten ömrünü çoktan doldurmuş olan ve varlık nedeni kalmayan NATO’nun dağılması, ABD’nin “Batılı müttefikleri” üzerindeki kontrolünün yok olması da demektir.

Ve elbette unutmamak gerekir ki, “dünya imparatorluğu” hayallerini ertelemek zorunda kalan ABD’nin hegemonyası, her cephede dağılmaktadır, gerilemektedir.

İşte bu şartlar altında İdlib’de sürecin uzaması zorunlu gibi görünmektedir. Rusya beklemektedir, ABD sürecin uzamasını istemektedir. Bu koşullarda ise, öyle anlaşılıyor ki, herkes perdenin arkasında harıl harıl hazırlanmaktadır. Bu durum ise savaşın daha da büyüme potansiyeli demektir.

Türkiye’nin tampon bölge ve işgalci konumunu meşrulaştırma isteği, bu savaşı büyütmek isteyen güçler için bulunmaz bir fırsattır. Türkiye, sürekli olarak bölgeye asker yığmaktadır. ABD ise, başka alanlardan, savaşı daha da büyütme isteğini ortaya koyacak saldırılar gerçekleştirmektedir. Rus denizaltısında “yangın”, acaba nasıl bir saldırının ürünüdür?

Tüm bunlar, savaşın büyüme potansiyelini ortaya koymaktadır.

Yani, Suriye savaşı, İdlib ile bitebilecek konumda iken, aynı zamanda büyüme potansiyeline de sahiptir.

Tam da bu sıralarda İran üzerine yoğunlaşan baskı, İngiliz güçlerinin de devreye girmesi, Trump’ın saldırgan tutumları rastlantı değildir. Savaşı büyütmek isteyenlerin hamleleridir bunlar.

Çıkış yolu nedir diye sorulacaksa, yanıtımız açıktır: Savaşı önleyecek tek güç, halkların özgürlük ve sosyalizm mücadelesidir. Bu açıdan bölgemizde gelişmekte olan direniş son derece kıymetlidir. Kürt halkının direnişi, bu direnişin odak noktasındadır.

Halkların örgütlü direnişi, savaşı önlemenin, barışı sağlamanın tek yoludur. Aynı zamanda emperyalist güçleri bölgemizden söküp atmanın da tek yoludur. Bunun kolay bir yol olmadığı açıktır. Zira, bir yandan kendi amaçları için emperyalist güçler bölgede ırkçılık ve katliam politikalarını sürekli canlı tutmaktadırlar, diğer yandan ise henüz halklar yeterli örgütlülükte değildir. Ancak, biliyoruz ki, Suriye savaşı başladığında halkların örgütlülüğü ve bilinci daha da geri durumda idi. Evet hâlâ halkların, işçi ve emekçilerin örgütlülüğü yeterli düzeyde değildir. Ama buna rağmen, tek şans budur ve bu imkânsız değildir.

Bu açıdan Türkiye işçi sınıfının, Türkiye halklarının görevi artmıştır. Savaş, yağma ve rant ekonomisine dayalı, çetelere yaslanan, baskı ve şiddeti sürekli artıran Saray Rejimi ömrünü doldurmaktadır. İşçi ve emekçilerin direnişi, belli bir süreklilik kazanmıştır. Evet Gezi tarzında yükselen bir dalga gibi değildir. Ama bu direniş, hayatın her alanında vardır. Bu direnişi küçümsemek büyük bir körlük olur. Bu direnişi büyütmek demek, bunun bir parçası olmak, küçük büyük demeden ona güç vermek demektir.