Ana Sayfa Blog Sayfa 119

Saray Rejimi ve kayyum politikası: Korkuyorlar, saldırıyorlar

Yerel seçimlerin nasıl bir süreç izlediğini hepimiz hatırlıyoruz. Savaş naraları, karartma siyaseti, yalan haberler, her türlü hile, tutuklamalar, operasyonlar vb. altında bir “yerel seçim” süreci yaşandı.

31 Mart yerel seçimlerinin sonuçları ortaya çıkınca, Saray Rejimi, tereddüt etmeden şu hilelere başvurdu.

1- Oy çaldılar. Muş’u hatırlayalım yeter. Bursa da öyledir. Bu kadar mı, elbette ki hayır. Hile yapmadıkları belki birkaç il vardır. Hemen hepsinde hileler yaptılar. Zaten oy pusulası basımına, seçim için YSK’nin getirdiği “açılımlara” bakın yeter.

2- Buna rağmen seçimi kaybettikleri yerlerde, mesela %70 ile HDP adayı kazanmış iken, seçimi %25 oy alana verdiler. Ne hukuk ama! Bu duruma “devletin çıkarları” dediler. Aslında acizliktir, aslında korkaklıktır, aslında hukuksuzluktur, aslında kendi kurallarını ve varlığı reddetme hâlidir. Ama bunu Erdoğan-Soylu-Akar takımı, başarı olarak addetmiştir.

Daha seçim sırasında Erdoğan. açıkça söylemişti: Eğer seçimi kazanırlarsa, merak etmeyin, kayyum atayacağız. İşte şimdi sıra bunu yapmaya gelmiştir.

Bu, TC devletinin tükenişinin kanıtıdır. Bu korkularının ne kadar büyüdüğünün, boylarını aştığının kanıtıdır. Bu, yönetememe durumunun açık olarak ilanıdır.

Diyarbakır, Mardin, Van illerine kayyum atadılar.

İşte size Saray Rejimi.

Seçim sandıkları çoktan gömülmüştür.

Kayyum atamaları kimseyi şaşırtmamaktadır. Beklenendir. Kayyum atamaları, seçimlerin hileli hâline bile tahammül edemediklerinin göstergesidir.

Kimse kusura bakmasın, bu sistem, şimdiki Saray Rejimi’nden önce de, 2010’larda da 2005’te de “demokrasi” ile ilgisi olan bir sistem değildi. Olamazdı. Bugün, kayyum atadıklarında, “bak demokrasiyi yok ediyorlar” demeyeceğiz. Zaten demokrasi diye bir şey yoktur, sadece durum, tüm çıplaklığı ile açığa çıkmaktadır.

Kılıçdaroğlu ses ver, demeyeceğiz. Çünkü o da bu işin bir parçasıdır. Burada sahneye konan rejim için, Erdoğan, Bahçeli, Perinçek nasıl bir role sahip iseler, CHP de benzer bir role sahiptir. Bu nedenle Kılıçdaroğlu’nun ses çıkarması mümkün değildir. CHP’nin tüm kitlesi ile alanlara çıkmasını beklemek boşunadır. CHP, kesin ve net olarak “evde kalın, provokasyona gelmeyin” diyecektir. Muharrem İnce çizgisi ne ise, Kılıçdaroğlu da odur.

Ta ki, İstanbul ve Ankara’ya kayyum atanana kadar.

İstanbul’u seller aldığında, Bodrum’da Erdoğan tarafından çağrılan İmamoğlu’na acaba ne talimatlar verilmiştir, ne ile tehdit edilmiştir? Bunları bilmesek de yakında kokusu çıkacaktır.

İşte biz bu rejime Saray Rejimi diyoruz.

Bize göre, tekeller çağında, faşizmi yaşamış bir dünyada, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, faşizmin dişlilerini kadife içine gizlemiş, devrime karşı örgütlenmiş, iç savaş örgütü hâline gelmiş, basını tam anlamı ile kontrol altına almış, parlamentoyu tümü ile kuklaya çevirmiş bir devlet yapısı kalıcı hâle getirilmiştir: Biz buna Tekelci Polis Devleti diyoruz.

Saray Rejimi, bunun bir dönem içinde rejimin örgütleniş hâlidir.

Saray Rejimi, tamamen tekelci polis devleti örgütlenmesinin özüne uygun, onun daha güçsüz hâlidir, daha özel bir döneme özgü hâlidir.

Saray Rejimi, savaş, rant ve yağma ekonomisi üzerinde oturmaktadır. Irak ardından Suriye savaşı anlaşılmadan, Saray Rejimi anlaşılamaz. Savaş ekonomisi kavranmadan, Saray Rejimi kavranamaz.

Bugünlerde, bir yandan ABD-Türkiye anlaşması ile, birkaç yıldır ABD ile süren limoni havanın ortadan kalması anlamına gelen bir süreç yaşanıyor. Fırat’ın doğusunda 5 km derinlikli bir “tampon bölge” oluşturulması anlaşması sürüyor. TC devleti, böylece, Suriye topraklarında kalıcı olmaya çalışıyor. İşgalci konumunu sabitlemek istiyor. Ama öyle anlaşılıyor ki, sınırın Türkiye tarafına da, Suriyeli göçmenleri yetleştirmek istiyorlar. Böylece Kürtlerin iki sınırdaki bitişik yaşamına son vermek istiyorlar.

Ama bu konuda adımlar atınca, Rusya, zor zaptettiği Suriye güçlerinin İdlib’e geçmesine izin veriyor. İdlib adım adım Suriye tarafından kurtarılıyor. TC devleti, İdlib’deki El Nusra ya da şimdiki adı ne ise, IŞİD’ci gruplara yardım konvoyu gönderiyor ve konvoy vuruluyor. İşe bakın ki, ölenler “sivil”, yani IŞİD’ci, cihatçı. TC devleti, hamisi olduğunu kabul ettiği bu çetelerle, ne kadar içli dışlı olduğunu da açık olarak kabul etmek zorunda kalıyor.

Şimdi, İdlib’den çeteleri, Libya cephesine gönderiyorlar.

İşte size savaş ekonomisinin ne demek olduğunu anlamak için birkaç örnek. Savaş ekonomisi denildi mi, bundan boşuna söz etmiyoruz. İdlib’deki çetelere tanksavar, uçaksavar füzelerini niye verdikleri açıktır.

Saray Rejimi, rant ve yağma ekonomisi üzerine yükseliyor. Kaz Dağlarının yok edilmesi, Bodrum tepelerinin yakılması, bu rant ve yağma ekonomisinin bir parçasıdır.

Kayyum işi de böyledir.

Gördük ki, HDP’den alınıp, önceki dönem, kayyum atanmış belediyeler yağmalanmıştır. Gördük ki, belediyeler bir rant kaynağı hâline gelmiştir. Gördük ki, İstanbul ve Ankara belediyeleri, havuz medyasını beslemektedir. Söylenenler doğru ise, Star gazetesine İBB, her ay, milyonlarca lira ödemekteydi ve bu kanallar kesilince Star gazetesi maaşları ödeyememiş.

İşte kayyum işinin bir ayağı da budur.

Diyarbakır, Mardin ve Van belediyelerine kayyum atanması, büyük bir hukuksuzluktur. Ve CHP, İYİ Parti, vb. partiler, büyük ölçüde sessiz kalarak bu utanca ortak olmaktadırlar. Bu durum, Saray Rejimi’nin karakterini göstermektedir. İmamoğlu’nun Bodrum’da Erdoğan’la yaptığı görüşme, süreci özetleyecek bilgiler içermektedir. Bundan emin olabiliriz.

İşte Saray Rejimi budur.

Tehdit, yalan, şantaj, hukuksuzluk, baskı, devlet terörü vb.

Tüm bunlar, korkunun ne denli derin olduğunun göstergesidir.

Ne oldu? 31 Mart seçimlerinden önce ellerinden gelen her şeyi yaptılar, yalan, baskı, hukuksuzluk vb. Ama kayyum atadıkları her yerde, seçimleri kaybettiler. Bugün, aynı şeyi yeniden deniyorlar. Hiçbir yasal ve hukukî alanımızın kalmadığını beyan ediyorlar.

Peki şimdi daha mı güçlüdürler?

Soylu’nun TV kanallarında anlattığı gibi devlet daha mı çok devlet oldu, daha iyiye mi gidecekler?

Hayır.

Günü kurtarmak peşindedirler.

Korkuyorlar ve korktukça daha çok ama daha çok saldırıyorlar. Bir gün, bir hafta ömürlerini uzatmaya çalışıyorlar. Kendilerinin de ne ilkesi, ne hattı, ne politikaları kalmıştır.

Korkudan saldırıyorlar.

İşte çözüm de burada saklıdır.

Biz de şaşırmadık. Kayyum politikasını biliyoruz. Bunu beklememek hata olurdu. Şimdi, işçi sınıfının çözümüne bakmak gerekir.

İşçi sınıfı devrimcileşmek, direnmek, örgütlenmek zorundadır.

İşçiler, devrimci sosyalizm saflarında yer tutmalı, orada saflara girmelidirler.

“Köle değiliz işçiyiz

Devrimin öncüsüyüz”

İşte bu bilinçle saf tutmalıyız. Direnişi geliştirmek, yaymak, hayatın her alanında kendi örgütlenmemizi geliştirmek zorundayız.

İstanbul belediyesine, Ankara ve İzmir’e daha kayyum gelmedi diye rahat olmak, Diyarbakır’a kayyum geldi diye ses çıkarmamak büyük, ölümcül bir hata olur.

İstanbul’da da şimdiden kendi meclislerimizi, halk meclislerini, emekçi meclislerini kurmamız gerekir. Öğrenci örgütlenmelerini geliştirmemiz gerekir. Her fabrikada, fabrika ve işyeri komiteleri kurmamız gerekli, işçi kurultaylarını geliştirmemiz gereklidir.

Örgütlenmek ve direnmek, direnişi yaymak ve örgütlenmek: İşte çözüm buradadır. Saray Rejimi’nin sonunu getirecek şey, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesidir.

Diyarbakır, Mardin ve Van’a gelen kayyum İstanbul ve Ankara’ya gelmez mi?

Erdoğan Trabzon’da yaptığı konuşmada, “Trabzon gibi Fatih’in emaneti olan İstanbul’a sahip çıkacağız. Bu aziz şehrin bölücü örgüt destekçilerine peşkeş çekilmesine mani olacağız” demişti.

“Fatih’in emaneti aziz şehir” diyor Erdoğan. Öyle ‘aziz’ bir şehirdir ki İstanbul, Saray Rejimi kaybettikten sonra, yandaş medya maaşlarını ödeyemez hale geldi. Öyle ‘aziz’dir ki, yağmaladıkça daha çok veriyor! İki gün önce Bilal Erdoğan’ın vakıflarına, çeşit çeşit tarikatların vakıflarına ‘eğitim protokolü’ ile bağlanan hortumlardan akıtılan 370 milyon TL’lik kaynak kesildi. Bu yağmanın sadece küçük bir parçasıdır. İşte İstanbul, hem işçi-emekçilerin, halkın çocukları onların istediği gibi yoğrulurken bir de bunun üzerinden milyonlar kazanmalarını sağlayan ‘Fatih’in emaneti, aziz bir şehir’dir.

Erdoğan’ın; “Bu aziz şehrin bölücü örgütün destekçilerine peşkeş çekilmesine mani olacağız” sözleri açık bir tehdittir.

İstanbul’a kayyum riski herkesin gördüğü, düşündüğü bir gerçektir. Buna rağmen, CHP, sözlü açıklamalarla yetinirken, Kemal Kılıçdaroğlu, sokağa çıkmayı uygun bulmuyor. Diyarbakır, Mardin ve Van’a kayyum atanması ile İstanbul’da seçimin tekrarlatılmasını aynı sürecin parçası olarak gören, İstanbul’a da kayyum atanabileceği açık bilincine sahip insanlara, kendi seçmenine evinizde oturun diyor!

Kılçdaroğlu’na, tıpkı milletvekilliği dokunulmazlığındaki gibi, güvenilmez olduğu yaşananlarla bilinen bir güvence mi verildi? Kılıçdaroğlu bunun için m evinizde oturun diyor? Kemal Kılıçdaroğlu, dokunulmazlıklar konusunda da, kendi deyimi ile devletle görüşme yaptığını açıklamış, “ Anayasa’ya aykırı da olsa, evet diyeceğiz” demişti. Sonrasında, HDP’li eşbaşkanlar ve milletvekillerinin ardından CHP’li milletvekilleri de hapse atılmıştı.

Erdoğan, Trabzon’da yaptığı aynı konuşmasında, Ekrem İmamoğlu’nu İstanbul’daki sel felaketi sırasında Bodrum’da tatilde olmakla suçlamış, bir ‘aşkı, davası’ olmamakla eleştirmişti. Ekrem İmamoğlu ise, bu açıklamaları ‘üzücü’ bulmuştu. İmamoğlu’nun ‘üzücü’ bulmasının nedeni, Bodrum’a kendisini Erdoğan’ın çağırmış olması mıdır?

Duyumlarımıza göre, İETT Katarlılara satılmış, hatta peşinatı alınmıştır. İGDAŞ’ın ise Koç Holding’e satılacağı konuşulmaktadır. Erdoğan’ın İmamaoğlu ile Bodrum’da yaptığı görüşmede, İETT ve İGDAŞ satışlarına itiraz etmemesi, hatta AK Parti’ye geçmesi teklif edilmiş, kabul etmezse kayyum atamakla mı tehdit edilmiştir? Ekrem İmamoğlu, yaşananları halkla paylaşmalıdır.

Erdoğan, Saray Rejimi, Ankara ve özellikle İstanbul belediye seçimleri üzerinden siyasi olarak ağır bir yenilgi almış olsa da Ankara’yı da İstanbul’u da yönetmek ister. Hele ki, ‘aziz şehir’ İstanbul’un rantı, bunun üzerinden kurdukları yağma-talan koalisyonunun devamı için bunu zorluyor, zorlamaya da devam edecektir.

Kılçdaroğlu’nun ‘evinizde oturun’ tutumu, Saray Rejimi ile bir anlaşma içinde olduğunu göstermektedir. Böyle bir anlaşmadan zararlı çıkacak olan biz, işçi-emekçilerdir, halktır. Böyle bir anlaşma İstanbul’un rantının paylaşılması anlaşmasıdır.

Bu yaşananlar rantın yeniden paylaşımı ile ilgilidir.

Böylesi bir tabloda, biz işçi-emekçilere, halka düşen, kendi gücümüze güvenmek, örgütlenmektir. Onlar kendi koydukları hukuku bile tanımıyorsa, ayaklar altına alıyorsa, biz neden tanıyalım? Hukuku yok saymak egemenler için bir haksa, bizim için de, işçi-emekçiler, halk için de bir haktır.

Yıllardır gösterdiği direnişle Saray Rejimini yönetemez hale getirenler olarak, direnişi geliştirip, yaymak, hayatın her alanında örgütlenmemizi geliştirmek dışında bir yolumuz yok. İstanbul başta olmak üzere, egemenler arasındaki rant kavgasına da son verecek, mahalle meclislerini, emekçi meclislerini kurarak, kendi kendimizi yönetecek adımlar atalım.

Örgütlenmek ve direnmek, direnişi yaymak ve örgütlenmek. Çözüm buradadır.

İşçi Gazetesi’nin 174’ncü sayısı çıktı

Gazetemizin bu sayısında; derinleşen ekonomik ve siyasal kriz ile birlikte Saray Rejimi’nin yaşadığı çöküntü, Kürt halkının iradesine yönelik kayyum darbesi, doğanın talanı ve topraklarına, geleceğine sahip çıkan halkın direnişi, işçi eylem ve direnişleri, kadın ve işçi cinayetleri raporları, işçi hakları, köşe yazıları, okur mektupları, kültür-sanat, ülkeden ve dünyadan gelişmeler yer alıyor.

Gazetemizi, Kaldıraç dergisi büroları ve dergi satışı yapan kitapevlerinden, AKA-DER genel merkezi ve şubelerinden temin edebilirsiniz.

GAZETEMİZİN OKURLARINA, DOSTLARINA ÇAĞRIMIZDIR;

İşçi Gazetesi, birçok şehirde onlarca emekçi mahallesinde kapı-kapı tanıtarak, semt pazarlarında, işçi duraklarında, eylem ve etkinliklerde işçi-emekçilere ulaştırılıyor.

“Aslolan işçi sınıfının gündemidir” ilkesiyle hazırlanan İşçi Gazetesi’ni daha etkili hale getirmek, daha fazla emekçiye ulaştırmak mümkündür. Çağrımız, bu iki konuda duyarlılık ve dayanışma gösterilmesi amaçlıdır.

BİRİNCİSİ: Çalışma koşullarımız giderek işkence haline geliyor, işsizlik kılıcı başımızda sallanıyor, kriz canımızı yakıyor ve dahası birçok sorun… Bu sorunlar, sıkıntılar ve ne yapılabileceğine dair önerilerin [email protected] ya da facebook.com/iscigazetesi adreslerine yazılıp gönderilmesini istiyoruz.

İKİNCİSİ: Okurlarımızı, İşçi Gazetesi’ni daha fazla emekçiye ulaştırmak için yürütülen dağıtım faaliyetlerine destek olmaya, hiç değilse bir tane fazla alıp kendisi gibi bir emekçiye ulaştırmaya davet ediyoruz.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntıları Değil!

İşçi Gazetesi

Din, milliyetçilik ve pragmatizm

İzninizle biz “pragmatizm” sözcüğünü tercih edeceğiz. “Popülizm”, evet günlük hayatımızda, birçok şeyi anlatmaktadır. Ama konu sınıf savaşımı ve bu savaşım içinde burjuva diktatörlüğünün (sakıncası yok, buna burjuva demokrasisi de diyebilirsiniz) kullandığı argüman ve değerler olunca, buna “popülizm” demek yeterince uygun olmuyor kanısındayız.

Aslında kelimenin tam anlamında buna popülizm denilmesinde zarar yok. Ama Avrupa’nın bazı yerlerinde “sol” adına konuşan ve kendilerini kötü niyetli diye nitelememiz için bir sebep olmayan yazarlar, “sol popülizm”den söz etmeye başlamışken, kavramı felsefî anlamda yerine oturtmamız gerekir. Bu nedenle, “pragmatizm” kavramında ısrarlıyız. Chantal Mouffe’nin “Sol Popülizm” kitabı, bir popülizm eleştirisi olarak değil, solun popülist olması gerektiği, bu anlamda, burjuva kurumların içine yerleşip, popülist bir söylemle güç toplayıp, o kurumları değiştirerek “radikal demokrasi”yi kurabileceği vurgusu üzerine kuruludur. “Radikal demokrasi” devrimden ayrı bir anlamda ele alınıyor ve hep sağın popülist söylemleri yerine, mesela Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos gibi hareketlerin, bunlara Fransa ve ABD ekleniyor, sol popülizm söylemi ile, radikal demokrasiyi kurabileceği ve burjuva kurumları dönüştürebileceği anlamında kullanılıyor.

Aslında birçok doğru tespit, bağlamından koparılarak, çözüm önerisi olarak “sol popülizm” öneriliyor.

Oysa “popülizm”, burjuva egemenlerin, sistemin gelişen sorunlarına karşı, kitlelerin sisteme karşı mücadelesinin gelişimini önlemek için, öne çıkardığı politikaları anlatıyor. Mesela göçmen sorunu varsa, buna karşı “ırkçılık” diriltilmek isteniyor. Mesela Trump, seçimlere giderken, göçmen meselesinin artan işsizlik ile bağını kuruyor ve diyordu ki, “göçmenleri geri göndereceğiz ve Amerikalıların işsiz kalmasını önleyeceğiz.” Bu, popülist bir söylemdir. Çünkü, işsizliğin kaynağı göçmenler değildir. Tersine, işsizlik bir sorundur ve göçmenler, daha ucuza işgücü elde etmek için organize edilen bir göç politikasının sonucudur.

Diyelim ki, sağlık sistemi bozuk. Ülkemizde böyle olduğu biliniyor. Bu durumda, herkesin ilk rahatsız olduğu kuyrukta beklemek yerine, internet üzerinden randevu alıp aylarca beklemek bir “iyileşme” olarak sunulabiliyor. Bu arada ise, özel sağlık sistemi devreye sokuluyor. Sistemin yarattığı bir sorun, daha fazla kâr ve rant üretmek üzere yeniden çözülüyor ve bu arada, fiilî olarak kuyrukta dikilip beklememek bir avantaj olarak sunulabiliyor.

Avrupa ve dünyanın birçok ülkesinde aşırı sağın yükselişi için, sistemin aksayan bazı yönlerine tepkinin kullanılması bir temel oluşturuyor. Burjuva politikacılar bunu kullanıyor. Göçmenlere karşı ırkçı politikalar, aslında göçmen sorununun çözümsüzlüğünün kullanılması anlamındadır. Aynı şekilde eğitim, ulaşım, konut, sağlık gibi temel alanlardaki sorunların, sistemi eleştirmeden, ırkçı ve dinî temellerde kullanılması, kitlelerin sisteme karşı tepkisinin sistem kanallarına dolaylı olarak yeniden aktarılması söz konudur.

Modern kapitalist dünya, bu dünyanın devleti olarak tekelci polis devleti, görüntüde iki partili bir sisteme dayalı “demokrasi” inşa ediyor. Ama aslında bu devlet, tekelci polis devletidir. Tekeller çağına özgü bir biçimde, devlet aygıtının faşizmin tüm dişlilerini, tüm mekanizmalarını kadife eldivenle sarıp içselleştirmesine, kurumlaştırmasına dayanmaktadır. Bu hâli ile sistem tükenmiştir ve kapitalist sistem, nesnel anlamda ömrünü tamamlamıştır. Bu durum, bilinçsiz ve kendiliğinden bir şekilde sisteme karşı tepkinin gelişimini koşullamaktadır. İşçi sınıfı ve devrimci örgütlenme ne kadar zayıf ise, bu tepki, o kadar kullanılmaya, yönlendirilmeye açıktır. İşte sağ partiler, radikal sağ, aslında popülist politikalarla bunu kullanmaktadır. Popülizm ise tam da bu anlamda, tepkinin sistem adına örgütlenmesini ifade etmektedir. Tepkinin dayanağı olan sorunlar sistemin çürümüşlüğünü gösterse de, buna karşı gelişen ve bu tepkileri kullanmayı hedefleyen burjuva politikalar, sistemi yad etmek üzerine kuruludur. Bu aldatmayaca, popülizm diyoruz.

Bugünlerde, popülizm, sol popülizm gibi kavramlarla değiştirilmeye başlandığına göre, biz, işin felsefî temeline dönelim ve pragmatizm kavramını öne öne çıkaralım.

Neo-liberalizmin “özelleştirme” politikalarını ele alalım. Bu politikalara karşı çıkmak demek, gerçekte, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete karşı çıkmak demektir. Bu ise açık olarak sosyalist devrimi savunmak anlamına gelecektir. Sağ radikal politikacılar, aslında özelleştirmeye karşı çıkmazlar, ama bunun sonuçlarını kullanarak, kitlelerde gelişen tepkiyi sistemin içine hapsetme yollarını ararlar. İşsizliği kullanırlar, ama işsizlik ve ucuz emek gücü, sömürü arasında bağları kurmazlar.

Sağ popülist politikalar, meselenin gerçek yönünü değil, görüntüsünü ele alır ve sanki bu görüntüyü gerçekmiş gibi sunup, ona karşı tutum alırlar, böylece gerçek tepkiyi, sisteme yeniden kanalize ederler.

Görüntü, eğer gerçeği olduğu gibi yansıtsaydı, eğer her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime de gerek kalmazdı. Görüntünün gizlediği özü açığa çıkartmak, uzun ve sağlıklı yoldur. Gerçek karşısında doğru tutum almaktır. Oysa burjuva popülist politikalar, görüntüyü kullanmayı, özü saklayan görüntüyü, daha da öne çıkartıp, gerçeği büsbütün karartmayı hedeflemektedir.

Modern kapitalizm tüketim toplumu denilen bir toplumdur da. Tüketim toplumu, üretmenin aşağılanması ve bunun doğurduğu, doğada, toplumda ve insandaki tahribatlar da demektir. Modern kapitalist büyük çaplı üretim, insanın ihtiyacı olmadan da tüketmesini gerektirmektedir. İhtiyacı olmadan bir malın tüketilmesi, büyük çaplı reklâm ve iletişim sektörü demektir. Böylece karakteri gereği tekelci olan büyük çaplı kitlesel üretim, kitlesel tüketimi dayatmaktadır. Bu ise, tekelci hegemonyaya, tekelci egemenliğe uygun tarzda, toplumun ihtiyaçlarının belirlenmesi, aynı anlama gelmek üzere, ihtiyaç olmadan tüketim yapılabilmesi demektir. Bu açıdan, medya-eğlence ve iletişim sektörü, bir beyin yıkama makinasına dönüşmekte ve böylece tüketim toplumu ideolojik olarak da yaratılmaktadır. Modern tekelci kapitalizm, her şeyi bu amaçla kullanmaktadır. Sistemden kaynaklı her sorun, “uzmanlar” elinde, yeni kâr ve rant kaynaklarına dönüştürülmektedir.

İşte popülizm denilen, bizim pragmatizm diye ısrar ettiğimiz şeyin kaynağı da buradadır. Hegemonya olmadan, pazarın denetimi ve bunun gerektirdiği şiddet meselesi anlaşılmadan, bu pragmatizm anlaşılamaz.

Bize, Mouffe ve benzeri yazarlarımızın önerdiği “sol popülizm” aslında devrimin imkânsız olduğu argümanına dayalı olarak, kitleleri kandırmanın bir yolu olarak sunulmaktadır. Sistem içinde kalarak, sistemin kurumlarının dönüştürülmesi önerilmektedir.

Gerçekte, hiçbir şey olduğu yerde durmaz. Her şey değişir ve dönüşür. Bu açıdan, sistemin kurumları da “radikal”liğinin ölçütü nedir bir yana bırakılırsa, değişir ve dönüşür. Ama buradan, işçi ve emekçiler adına, yani sol adına bir şey çıkmaz. Bu, bir şey söylemek değildir. Bir şey söylememektir. İşçi ve emekçilerin örgütlenmesi ve iktidarı almasının öznel olarak zorlaştığı, SSCB çözüldükten bu yana sosyalizmin çekiciliğinin azaldığı gibi “gerçekler”den hareketle, bir şey önermemek ve sisteme küçük müdahaleler yapmak anlamındadır. Gerçekte devrimci anlamda tartışılması gereken ise, yaklaşım ve üslup, yöntemler ve mücadele araçlarıdır. Bunun yerine yazarımız, sistem içinde kalarak, sistemin kurumlarını dönüştürüp, “radikal demokrasi”ye ulaşmayı önermektedir. Buna da, popülizmi olumlayarak, “sol popülizm” demekten kendini alıkoyamamaktadır.

Tıpkı, Negri’nin ve diğerlerinin, ABD egemenliği altında tek dünya imparatorluğunun kurulmasının, barışı garanti edeceği hayali gibi zehirli bir yaklaşımdır bu. Tanrı, işçi sınıfını bu tip “dostlarından” korusun.

İşte bu gerçekler altında biz, pragmatizm demeyi uygun buluyoruz.

Günümüz kapitalizminin, yani emperyalizmin ideolojisi pragmatizmdir. Pragmatizme dayanır. Bu, bizim sandığımız gibi, güçler dengesine göre taktikler geliştirmekten köklü bir biçimde farklıdır. Tersine, burjuva ideolojisinin hegemonyasını yeniden sağlamayı hedefler. 1880’lerde, İngiltere merkezli “metafizik kulübü” bu amaçla organize edilmiştir.

1880’ler ne anlama gelir?

Burjuva devrimlerinin ardından gelen bir dönemi ifade eder. Fransız Devrimi’nin sonrasına denk gelir ve Fransız Devrimi, Marx ve Engels’in yerinde analizleri ile, iktidarı alan ve feodaliteyi yenen burjuvazinin, karşısında işçi sınıfını bulması demektir. İşçi sınıfı sahneye çıktığı anda, burjuvazi, devirdiği feodal gericilikle uzlaşma yolarını arar.

1880’ler, Rönesans sonrası demektir. Bilimde ve sanatta, düşünce alanında hızlı gelişimlerin yaşadığı dönem demektir. Dinin etkisinin parçalandığı, bilimin yükseldiği bir dönem demektir. Dünyanın güneş etrafında dönmesi ile kilisenin evrenin merkezi olan dünyanın merkezi olduğu düşüncesinin yerle bir edilmesi demektir. Aydınlanmadır.

1880’ler, Paris Komünü sonrasına denk gelir. İşçi sınıfının ilk kez bilimsel bir ideoloji olan Marksizm ile tanışması demektir. İşçi ayaklanmaları ve sertleşen sınıf savaşımı demektir. Burjuvazinin gelecek korkusunun başlaması demektir. Bilimin, doğal yaşamdan, toplumsal yaşama hızla uygulanmaya başlanması demektir.

Tekellerin, emperyalist yayılma ve dünya egemenliği için ideolojik argümanlar oluşturma ihtiyaçlarının artması demektir. Gelişen bilimin çökertmekte olduğu din ve köhnemiş inançları yeniden diriltme ihtiyacı demektir.

İşte metafizik kulübü, bu anlamda yeni bir ideolojik saldırıdır ve bu anlamda gerçekliğin değiştirilmesi demektir. Pragmatizm, işte böylesi koşullarda öne çıkarılmaya başlanmıştır.

Marx’ın Kapital’de ifade ettiği de budur. “21. Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm” çalışmamızda (Kaldıraç Yayınevi, 2007) alıntıladığımız aşağıdaki satırlar tam da bunu ifade etmektedir. Marx’ın Kapital’ini okuyup da bunları görmemek körlük değilse, ucuz Marksçılıktır.

“Fransa ile İngiltere’de burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirmişti. Bundan sonra sınıf savaşımı, pratik olduğu kadar teorik olarak da gitgide daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Bilimsel, burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Artık bundan sonra, şu ya da bu teoremin doğru olup olmaması değil, ama sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı, gerekli mi yoksa gereksiz mi, siyasal bakımdan tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi olduğu söz konusuydu. Tarafsız incelemelerin yerini ücretli yarışmalar, gerçek bilimsel araştırmaların yerini kara vicdanlı ve şeytanca mazur gösterme eğilimleri almıştır.” (K. Marx, Kapital, Cilt I, Sol Yayınları, s. 23).

Burjuva ekonomisinin ölüm çanları çoktan çalmıştır. Ekim Devrimi bu sonun göstergesidir. Kaç kere gerçekleşeceği, inandırıcılığının kanıtı olamaz. Ekim Devrimi, burjuva sistemin, kapitalizmin sonunun geldiğinin kanıtıdır. Elbette burjuvazi, buna karşı direniş gösterecektir. Bu direnişin, onun ömrünü uzatması, hatta SSCB’nin çözülmesine dek varması, durumun niteliğini değiştirmez, olsa olsa bize sınıf mücadelesinde işçi sınıfının ve onun öncülerinin yaptığı hataları gösterebilir.

Harry K. Wells, “Emperyalizmin Felsefesi Pragmatizm” kitabında, 1880’lerde kurulan İngiltere kökenli ama ABD’yi saran “metafizik kulübü”nün tüm ideolojik saldırılarını deşifre etmiştir. Kitap, Sorun Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılmıştır.

Günümüz sağının popülist söylemlerle yükseliş dalgalarını anlamak anlamında biz pragmatizmi doğru bir kavram olarak öneriyoruz. Pragmatizm, burjuva ideolojisinin karakteridir. Bu açıdan burjuva ideolojisini doğru olarak ifade eder. Popülizm dediğimizde ise, sanki sadece “yeni sağ” akımların yükselişini ve onların sistem tarafından yaratılmış sorunları “kullanmasını” ele almış oluruz. “Yeni sağ” bir yana bırakılırsa, acaba, siyasal iktidarlar, bu “popülist” söyleme sahip değil mi? Ya da diyelim ki, “merkez”deki partiler ile “yeni sağ” partiler, birbirini tamamlayan partiler değil midir? Popülizm ile sınırlı kalmak, bu partiler arasındaki farkları abartmak olur. Dahası, sınıf savaşımını da doğru anlamamak olur. Diyelim ki Almanya’da Hıristiyan demokratlar ile, neo-nazi partiler arasında olduğundan “derin” bir fark görmek, aynı anlama gelmek üzere, bu partilerin gizli-açık bağlarını görmemek, sınıf savaşımında işçi ve emekçilere karşı bu “yeni sağ”ın oynadığı rolü kavramamak anlamına gelir.

Oysa, kapıların arkasında burjuva ideolojisini yeniden ve yeniden üretenler, farklı tonlarda bunun tüm burjuva dünya için egemen olduğunu bilirler. İşte pragmatizm tam da bunu ifade etmek için uygundur.

Burjuvazi, günümüzde tekeller, tröstler, finans sermayesi vb. sınıf savaşımında son derece bilinci gelişkin bir konum alır. Başkası düşünülemez. Onlar da, gerçekte kapitalist sistemin çoktan ölüm çanlarının çaldığını bilirler. Ama bu sistem onların cennetleridir ve bu cenneti ebedî ve ezeli olarak görmek isterler. Bunun için hiçbir kural tanımayacak şiddette bir sınıf savaşımı yürütmektedirler. Buna rağmen sistem, kapitalizm ömrünün sonundadır.

ABD’de var olan ikili sistemi düşünelim. Trump’ın seçildiği son seçim süreci açıkça göstermiştir ki, bu ikili sistem de sonuna gelmiştir. Bu ikili sistem de, Clinton, Obama, Bush, Trump, her biri bir öncesinden daha rezilce olmak üzere, bu burjuva ideolojisinin temsilcileridir. Hangisinin ne kadar “lider” olduğu tarzındaki tartışmalar, bırakalım da, onlara hizmet veren ajansların işi olsun. Zira bu ajanslar, bant üretimine benzer bir tarzda, “lider” imalatı yapabilmektedirler.

Biliriz ki, üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişimini bir noktadan sonra engellemeye başlar. Bu noktadan sonra, üretici güçlerin, eskimiş üretim ilişkilerini parçalaması süreci başlar. Bu durum, toplumsal devrimlerin ekonomik temelidir.

Bilimin gelişimi, bir yandan endüstriyel devrimi temelleyip, kapitalist büyük çaplı üretim için akıl almaz fırsatlar yaratırken, diğer yandan ise hurafeleri yıkıyor, dinin egemenlik alanını daraltıyordu. Üretim devasa boyutlarda gelişiyor, yeni topraklar işgal ediliyor, sömürgecilik yayılıyor ama aynı anda kapitalist sistem sorgulanıyor, işçi sınıfı sahneye çıkıyor, işçiler “zehirli” düşüncelerle aydınlanıyor ve gerçeği kavramaya başlıyordu.

İşte, o tarihlerden başlayarak, burjuvazi, sınıf savaşımının ihtiyaçları doğrultusunda duruma müdahale etmeye başlamıştır. Bu müdahale, Marx’ın, Kapital’in birinci cildinde söylediği ve yukarıda aktardığımız temelde şekillenmeye başlamıştır.

Artık önemli olan, bilimin aydınlatıcı etkisinin, sanatın perdeleri yırtan etkisinin, toplumu sarsan düşüncelerin durdurulmasıdır. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişiminin sınırlarını ortaya koymaya başlamıştır. 19. yüzyılın sonuna doğru, 1880’lerden söz ediyoruz. Paris Komünü yenilmiş ama korkuyu burjuva dünyanın içine salmıştır. Emperyalist sömürgecilik azgın bir tarzda ilerletilmek istenmektedir.

Artık, gerçek ile ilgili olmak, bizim dışımızdaki gerçeğin anlaşılır, öğrenilebilir olup olmaması ile ilgili olmak yok. Bundan böyle, bizdeki bilginin, gerçekle bağı değil, faydalı olup olmadığı önemlidir. Eğer bir teori, bir bilgi, bir şey, “faydalı” ise, doğrudur, gerçektir. Peki kime faydalı? Elbette egemen olanlara. Kapitalist sistemden söz ediyoruz, tekeller çağından ve emperyalizmden söz ediyoruz. Öyle ise önemli olan gerçek hakkındaki bilgimiz, gerçeklik vb. değildir. Önemli olan, bu bilgilerin faydalı olup olmadığıdır. Konu Amerikan halklarının isyanı ise, elbette her Amerikalı tanrıdan korkmalıdır. Ama konu eğer dünyanın sömürgeleştirilmesi ise, bu kez sömürgeleştirilecek ülkedeki insanların tanrıdan korkması gereklidir. Son derece pragmatist bir yaklaşımdır bu: Faydalı mı, değil mi? Doğru mu yanlış mı, gerçek mi yoksa değil mi, artık bunlar önemli değildir.

Darwin’in evrim teorisinin hâlâ kapitalist dünyada büyük bir korku yaratıyor olması rastlantı mıdır? 1880’lerde metafizik kulübü, acaba neden Darwin’i pek sevmemiş olabilirdi? Bunun nedeni, kibir midir sadece? Hani, bu kadar özenli bir yaratılmış varlık olan insanın, maymun gibi bir varlıktan geliyor olmasının yarattığı hayal kırıklığı mıdır bu Darwin düşmanlığının temeli? Elbette ki değildir. Basitçe, Darwin’in bu düşüncesi, okullarda okutulursa “faydalı” olmayacaktır. Ancak, kilitli laboratuarlarda tekellerin amaçları için yapılan deneylerde bu bilgi “faydalı” olmaktadır. Okulda okutulursa, sosyal hayatı etkilemekte, önyargıları ve hurafeleri parçalayıcı bir etki yaymaktadır. Bu ise sisteme zararlıdır, maksimum kâr, artı-değer sömürüsü, sömürgecilik vb. için zararlıdır.

Gerçekliği sevmiyor tekelci egemenlik. Hegemonya ve gerçeklik, birbiri ile çelişiyor. Tarihin akışına, insanlığın gelişimine açıkça meydan okuyor tekeller. Gerçekliği sevmiyorlar. Çünkü gerçekliği sevdiklerinde, kendi hegemonyalarının sonuna geldiklerini kabul etmeleri gerekecek, ki bunu ancak bu süreci durdurmak için kabul ederler.

Öyle ise bir dizi “bilim” adamına projeler verirler. Tıpkı Platon’un köleliği ebediyen devam ettirmek için neler yapmalıyız, sorusu gibidir durum. Sadece daha acıklıdır. Platon, bunlara göre bin kat daha namuslu kalır. Aristo hocasının görüşlerini yerle bir ederken, onun bir saygıyı hak ettiğini düşünmüş olabilir. Ama bu “bilim adamları” asla ve asla böylesi bir saygıyı hak etmezler. Bunlar, paralı askerlerden, işkencecilerden birkaç gömlek daha canidirler, insan olmaktan birkaç gömlek daha fazla çıkmışlardır. Laboratuarlarda, para karşılığı, bir insanın nasıl robotlaştırılacağını, bir kadının nasıl seks kölesi hâline getirilebileceğini vb. inceleyenler, bir dirhem saygı görmeyi hak etmezler. Gerçekte bunlar bilim adamı da değildirler, sadece “uzman”dırlar. TV kanallarına çıkıp, mesela Erdoğan’ın her gün halka karşı kullandığı hakaretvari sözleri yorumlamayı alışkanlık edinmiş tiplerin “uzmanlığı” gibi uzmandırlar.

Bu laboratuarlar, toplumun şartlandırılarak yönetimi için çalışan uzmanlarla doludur. Ve belki bir daha hatırıma gelmez, Freud bunlardan biridir. Bilimle ilgisi, efendilere hizmet eden ajansların sorularına inandırıcı yanıt vermek ile sınırlıdır.

Eğer bir şey yararlı ise “var olmalı”, yoksa olmamalıdır. Varolmak, “algılanmış olmak”tır. Mesela fabrikada çalışan binlerce işçiden biri, eğer algılanmıyorsa, onun bir varlığı da yoktur. Eğer, “artist”, algılanmış ise, işte o gerçektir, vardır. Demek ki, eğer bir “algılanmış şey” yaratırsak, onu gerçekliğin yerine de koyabiliriz. İşte laboratuarlarda, ajanslarda tekeller için “uzman”lar ordusu bunun deneylerini yapmaktadır. Olmayan bir şeyi, önce algı yaratarak, sonra varlık hâline getirmek mümkün müdür? Bu, markette, ihtiyacınız olmayan bir şeyi alıp tüketmeniz, ihtiyacınız olmadığı kadar tüketmeniz için yapılan reklâm çalışmalarının da temelidir. Bu, Erdoğan da dahil, “lider imalat” süreçlerinin yönetim tekniğidir de. Sigara şirketlerine danışmanlık yapan Freud’un akrabası, bilinç altına seslenecek metotlarla Freud’dan aldığı destekle, kadınların ihtiyaç duyduğu “özgürlük” ile, sigara içme arasında bağ kurmayı başardı. Bir reklâm filmi ile, tanınmış simaları sigara içip kadın haklarını savunurken filme aldı ve sigara satışları patladı. Gerçekte sigara ile özgürlüğün zerre kadar alâkası yoktur. Alışkanlık bir yana bırakılırsa sigara içmek ile keyif arasında bir bağ vardır. Ama artık sigara içmek ile özgürlük bağı, bir varlık olarak algılanmış oluyor.

Bir “lider” imalat programında diyelim ki, lideri kendisinde olmayan bir şeyle ifade ediyorlar ve sonra o, öyle imiş oluyor. Erdoğan’ın “kimsesizlerin kimsesi” kampanyalarını hatırlayın. Kendi yanında korkusundan artık kimseyi bırakmadı, ama kimsesizlerin açıkça tecavüzcüsü oldu. O kadar ki, ne zaman Erdoğan bir şeyden “aşk”la söz ederse, kime ve neye kimin hakkına tecavüz edeceği akıllara geliyor. İstanbul için aşkım diyordu. İstanbul’un belki de bu aşkın sonuçlarından kurtulmuş olması mümkündür. Gerçekte ise Erdoğan, hiçbir zaman ilkeli, hiçbir zaman dostluklarına bağlı biri olmamıştır. Ama her zaman iman ettiği ve bağlı kaldığı efendileri olmuştur. Richard Perle’nin Erdoğan için, “adamımı buldum, bel kemiği yok” demesi bundan olmalıdır. Erdoğan severler, bir yandan onun ilkeli olduğunu söylerler, ama aynı anda onun çok pragmatist olduğunu. Oysa bu ikisi kesinlikle çelişkilidir.

Pragmatik felsefede önemli olan sonuçtur. Gerçekliğin önemi yok, önemli olan faydalı mıdır sorusunu hatırlayalım. Bunun bir adım ilerisi, gerçekliğin, bu konudaki bilgimizin ölçütü olmadığı noktasıdır. Öyle diyorlar. Önemli olan başarıdır.

Önemli olan sonuç, önemli olan başarıdır. Eğer başarı elde etmişseniz, demek ki doğru, demek ki haklı, demek ki iyisiniz. Irak işgal edildi mi, sonuçta ortada bir başarı var mı, bu gerçekliğin başka bir yönü yoktur. Başarılı ise, haklıdır, doğrudur. Irak gerçeğine bir de Irak halkı için bakmak olmaz. Ölen çocuklar hakkında konuşmak olmaz. Önemli olan başarıdır.

Örneğin, Erdoğan başarılı mıdır?

Bu soruya, Türkiye toplumunun çok az bir kesimi dışındaki tüm uzmanları “evet” başarılıdır demektedir. Peki başarı ölçütü nedir? Mesela Cargill’in emirleri ile tarımı tarumar etmek bir başarı mıdır? Mesela soyup soğana çevirerek İstanbul’u yaşanmaz bir gökdelenler şehri hâline getirmek başarı mıdır? Evet diyorsanız, bilin ki, Erdoğan da bu başarıdan memnun değildir. Pişman olduğunu bile söyleyenler var. Sadece bunları yapmadan, bu kadar para ve güç elde edebilse idi daha iyi olurdu, diye düşünmekte olabilir. Yoksa hiçbir pişmanlığı dolardan daha ciddi değildir. Mesela başarısı Üçüncü Havalimanı, Üçüncü Köprü müdür?

Ama biliyoruz ki, “algılanmış ise vardır.” Öyle ise Erdoğan’ın başarısının bir algı işi olduğunu söylemek yerinde olur.

Erdoğan sonuç almış mıdır? Evet, kendisi için kasaları doldurarak, ailesi için her türlü zenginlik yaratarak, efendileri için her türden tetikçilik yaparak ve her yeni durumda pragmatist manevralarla yeni duruma adapte olarak bir sonuç almıştır. Öyle ise kimin için sonuç sorusunu sorabiliriz. Halk için, ülke için vb. bir sonuç almamıştır, bir başarı elde etmemiştir. Zaten bunun için de programlanmamıştır.

İşe yarıyorsa gerçek iyidir, yaramıyorsa iyi değildir. Ve bu durumda gerçeğin bir önemi de yoktur. Bu nokta anlaşıldı mı, bir adım ileri gidilebilir ve “gerçeklik üretmek” uzmanların işi hâline getirilebilir. Bunun için size, a- TV kanalları ve basın, b- öne çıkmış yazar çizer ve kamuoyu oluşturma etkisi olan kişilere verilecek kadar para, c- istenilenleri yapmadıklarında başlarına gelecek olanları anlamalarına yardımcı olacak kadar şiddet ve baskı örneği, d- adım adım gelişmeleri ölçecek anket şirketleri, e- ve nihayet, reklâm ajansları lazımdır. Bu beş şey varsa, siz olmayan bir şeyi “gerçek” hâline getirebilirsiniz.

Mesela Kabataş yalanına bakalım. Artık biliyoruz ki tek değil ve daha çoğu var. Artık biliyoruz ki yalan konusunda Goebbels, artık bizim modern dünyamızdaki ajansların yanında çocuk kalır.

Kabataş’ta, hiç olmamış bir olayı, bir kadın gazeteci uydurdu. Hayal gücü, acaba Londra’da her türlü sanatsal yapıt için metinler üreten ajanslardan birinde çalışmış olabilir mi sorusunu akla getiriyor. Zira gazetecilikte böyle bir uzmanlık yok. Bellerinden yukarısı çıplak, deri pantolonlu, eldivenli erkekler, bir başörtülü kadına tacizde bulundular. Sahne ilginçtir, böylesi bir sahne için Londra’daki metin üreten ajanslar mutlaka bir şeyler yazmışlardır. Sonuçta öğrendik ki, aslında böyle bir şey yokmuş. Ama gazeteler, köşe yazarları hemen bunun üzerine atladılar. Ajanslar hemen etkilerini ölçümlediler. İşte size “gerçeklik üretim” süreci.

“İnandırıcılığını kaybetmiş bir medyanın insanlığa hiçbir faydası olmaz.” Okuyucudan, lütfen bu alıntının kime ait olduğunu tahmin etmesini isteyeceğim. Ve ardından da, bu sözlerin ne anlama geldiği konusunda düşünmesini isteyeceğim. Bunu, tam da pragmatizm dediğimiz şeyi anlamak için yapmak istiyorum.

Bu sözler Erdoğan’a aittir.

1- Bizdeki bilgilere göre, birçok basın mensubu, üstelik muhalif basın mensubu, bu sözleri “doğru ama iş bu hâle senin yüzünden geldi” sözleri ile desteklemişler. Bir çok gazeteci, aslında kendi mesleklerini tanımlamak için kullanılan “gerçek” ile ilgilerini çoktan kesmişlerdir. Belki pratikte, “gerçeğe bağlı kalmak” ilkesini hiçbir zaman uygulayamıyorlar. Bu ayrı bir konudur. Yine de, “gerçeğin peşinde” olmak ile gazetecilik arasında bir bağ varmış gibi yapılması, muhtemelen insan olan herkes için bir heyecan yaratıyordur.

Oysa Erdoğan, inandırıcılığını kaybetmiş bir medya, diye başlıyor.

Medya, inandırmakla görevli midir?

Gerçeği yazmak, gerçeği ortaya çıkarmak, gerçeğin peşinde koşmak yok mu?

İnandırıcı olmak, gerçekte, halkı aldatabilecek kadar inandırıcı rol oynamak anlamındadır.

2- Faydası olmaz ile bitiriyor. Kime faydası olmaz, “insanlığa”. İşte Erdoğan’ın metinlerini yazanların genlerine sinmiş ve refleks hâline gelmiş beylik sözleridir bunlar. İnsanlık, burada, ABD, efendiler, devlet ve Erdoğan anlamındadır. Onun dışında bir “insanlık” Erdoğan için faydalı da değildir, demek ki varlığı bile söz konusu olamaz. Herkesin varlığı, ne kadar faydalı ise o kadar varlık kazanır. Bir seks kölesi artık bu işi yapamıyorsa, varlığı anlamını yitirir. Bir danışman yalan üretme makinası ise, teklediği gün işi biter. Bir basın “inandırma mekanizmasıdır” ve “inandırıcılığını yitirirse” demek ki, artık işini iyi yapamıyor. Kimin için? Elbette egemenler için.

İnandırıcılığını kaybetmiş basın, yuvarlak bir sözdür, popülisttir, pragmatizm ile bağı açıktır. Oysa bir “kirlenmemiş” gazeteci için, gerçek habercilik, gerçek nedir vb. önemlidir, önemli de olmalıdır.

Eğer, geçek habercilik yapanlara ceza verilirse, eğer gerçek habercilik yapmaya çalışanlara ceza verilirse, o zaman başka “varlık”ların ortaya çıkması da önlenebilir. Elbette, bu arada “inandırıcı gazeteci” olanlara da yeterince ödül verilmelidir, onlar öne çıkarılmalıdır.

1880’lerde emperyalist yayılmacılık, Anglosakson ırkının zaferi için yola çıkanlar, halkın yanlışa inanmasını önlemek için yanıp tutuşuyorlardı. Kuzey kutbundan güney kutbuna, Doğu’da güneşin doğduğu yerlerden Batı’da güneşin battı yerlere kadar tüm yeryüzünü asıl ve seçilmiş Anglosakson ırkının çizmeleri altında inlemesi için büyük bir şevkle çalışırken, Platon’dan epey yardım alıyorlardı. Köleliği sürekli kılabilmek için neler yapmak gerekiyordu? Onlar bu soruyu, halkın yanlışa inanmasını nasıl önleriz diye formüle etmişlerdir. İşlerine epey yarayan bir hazırlık olmuş gibidir. İkinci Dünya Savaşı’nda, zafere ulaşan Kızıl Ordu, Almanya’ya vardığında, Hitler’e karşı savaş ilan edenler, ardından da Avrupa’nın kurtarıcısı olarak filmler çektiler. Hâlâ ülkemizde, eğer bir insan Sovyet filmleri de dahil, gerçek hikâyeyi anlatan filmleri seyretmemiş ve bu konuda okumamış ise, İkinci Dünya Savaşı hakkındaki bilgileri Hollywood filmlerinden geliyorsa, Hitler’i Amerikalıların yendiğini düşünebilir.

Yanlışa inanmasını önlemek, gerçeklikten bir kopuş hamlesini gizliyor. Halkın, gerçeği bilmesi önemlidir. Onun neye inananacağı değil. Önemli olan gerçeğin ortaya konması değil midir? İşte, formülasyon tam da bu amaçla yapılıyor. “Halkın yanlışa inanmasını nasıl önleriz?” Pragmatizmi ya da popülizmi anlamak istiyorsak, bu formülasyonlara dikkat etmemiz gerekir.

Kimin için yanlış? Elbette ki egemen sınıflar için. Yani, “halkı egemen sınıfın istediği tarzda inanmaya nasıl ikna ederiz?” İşte gerçek soru budur.

Diyelim ki, bilimden, evrenden, güneş sistemi ve dünya arasındaki bağ ve hareket yasalarından söz edelim. Bu durum, halkın tanrıya inancına müdahaledir derlerse ne olacak? Öyle dediler, öyle diyecekler. Şimdi, dünya ve güneş ilişkisinin “halkın inancına zarar” verdiğini gördüğümüze göre, bu durumda yönetme işini zorlaştırdığına göre, halkın buna inanmasını önlememiz gerekir. Önemli olan, gerçeğin ne olduğu değildir.

İşte bu amaçla bazı öneriler geliştiriyorlar. Peşinde koştukları şeyi şöyle ifade ediyorlar: İnanç nasıl yerleştirilir, inancın sabitleştirilmesi ve alışkanlık yaratılması.

Adı Baykuş İmparatorluğu idi, kitap, ABD’nin yakın tarihinde seks kölesi yetiştirme programını deşifre ediyordu ve mahkeme kayıtlarına dayanmakta idi. Okurken mideniz kalkabilir. Çocukları, seks, travma, ödül, ceza sistemi ile, dünya ve gerçeklikten tamamen çıkartan bir eğitim programıdır bu. Uzmanlar (lütfen artık bunlara bilim adamı, bilim insanı vb. demeyelim), bu işle görevlidirler. CIA’ya bağlı bir ekip tarafından yürütülüyor ve kitapta Clinton, Kissinger vb. gibi ünlü isimler de geçiyor. 3 yaşındaki kız çocuklarını seks kölesi olarak yetiştirme programıdır bu. Bu programda da, “inanç sabitleştirilmesi” var. Önce gerçeklikle bağın koparılması gerekiyor.

Kör inançlara, hurafelere, alışkanlıklara, karanlığa kapı açılıyor. Devlet, gerçekte sadece baskı ile, sadece şiddet ve terör ile yönetmez. Devlet aynı zamanda kör inançlara dayanır, dini kullanır, hurafelere, binlerce yıllık söylencelere, inançlara dayanır ve onları kullanır. Böylece halkın “rızası” alınmış olur. İşte halkın yanlışa inanmasını önlemek dedikleri şey, tam da bu amaca hizmet eder. halkın inanacağı şey tamamen onlar tarafından belirlenir. Milliyetçilik ve din, aslında bu eski alışkanlık ve inanışların körce kullanılması yolu ile popüler hâle getirilir. Toplumun “ortak” kabulü hâline getirilir.

Demek ki, inançların kullanılmasını hafife almamak gerekir.

Ülkemizde son dönemde, tarikatlardan birinin dava dosyasının belgeleri kitaplaştırıldı. Badelemek diye bir işten söz ediliyor. Tarikatın şeyhi, kendisine inananları badelemeye ikna etmektedir. Kitaptan aktarılanlara göre, adam, şeyhinin cinsel organını ağzına alıp boşaltmakta, bunu kendisi gibi eşinin yapmasını da sağlamakta, kendisi de eşi de şeyhin kucağına oturarak diğer kanallardan da badelenmekte ve sonunda mahkemede “davacı” olmadığını beyan etmektedir.

Acaba, bu adam, bir gün evine birisi gelse ve eşine cinsel tacizde bulunsa, saldırganı öldürür mü? Muhtemelen. Ama dinî inancı uğruna, normalde kabul etmeyeceği bir şeyi kabul etmekte ve hatta bunu bir tarz kutsanma olarak görmektedir.

Bunlar uç örnekler olabilir. Ama gerçekte, bunlar devlet makinasının, burjuva egemenliğin uygulamalarıdır. Mesele inancın sabitleştirilmesidir. Çünkü bu durum yönetme işini kolaylaştırmaktadır.

Allah, İngiltere’de İngilizi, Amerika’da Amerikalıyı korur. Bizim ülkemizde de Allah, Türk’ü korur. Başkasını korumaz. Bu inancın devlet makinası eli ile verildiğinden şüphe etmeye gerek yoktur.

Tanrı Amerikalıyı korur, halk için, ordunun erleri için söylenir. Allah Türk’ü korur da böyledir. Bu akıl ve bilimle, durumu gerçekliği içinde görme yerine, inançla saldırı gücü elde etmeyi ifade ediyor olmalıdır. Amerikalı zafer kazandığında, tekniğini, silâh gücünü ve en fazla komutanlarını öne çıkarır. Ama yenildiğinde mesela Vietnam’da sorun doğa şartları vb.dir. Askerler savaşmakta tereddüt ediyorsa, “Allah Türk’ü korur” işe yarardır.

Milliyetçilik, din ve kör inançlar, egemenler adına yönetme işini oldukça kolaylaştırmaktadır. Bu, tüm kapitalist egemenlikte böyledir ve belli tonlarla birbirinden farklılıklar gösterir. Ama bazı ülkelerde bunun çok daha öne çıktığını ya da bazı zamanlarda daha da öne çıktığını görebiliriz. Bu süreci sınıf savaşımının gelişimi belirlemektedir.

Egemenler, halktaki ön yargıları, binlerce yıldır yaşayan kör inançları vb. kullanırken, aynı zamanda bir “algı” ve düşünüş biçimi yaratmayı da hedeflerler. Ülkemizde diyanet işleri, gerçekte bu “algı” ve “düşünüş biçimi” yaratma projesinin içindedir. Burada işin kolaylaştırılması açısından, çoğunluğun inancı temel alınır. Çoğunluğun inancı, doğruluğun, iyiliğin vb. ölçütü, kanıtı hâline getirilir. Kuşkusuz bunlar belli eylemlerle desteklenir.

Otobüste giyimi nedeni ile bir kadının tekmelenmesi, bir “meczup” kişinin eylemi değildir. O saldırganın nasıl bir kişi olduğu ayrı bir konudur. 100 TL için bunu yapacak çok sayıda insan bulmak mümkündür. Ardından, mahkeme o kişiyi serbest bırakacak, saldırılar başka biçimlerde devam edecektir. Böylece, kadınlar, giyimlerine “dikkat” etmeye başlayacaklardır. “Düşünüş biçimi” böyle başlamaktadır. Bu aynı zamanda kişilerin korkularını artırmakta, devlete sığınma eğilimini de artırmaktadır. Böylece “çoğunluk” acaba ne istiyor sorusu, akıllara sokulmaktadır.

Sanırım, buraya kadar, pragmatizm meselesine bir açıklık getirme şansımız olmuştur. Burjuvazinin, yeni durumlara ayak uydurmak için, her şeyi kullanmak dışında bir alternatifi kalmamıştır. Burjuva egemenlik, yeryüzünde, kendilerinin dışında bir görüş, bir düşünüş tarzı, bir ilkeler sistemi olmasına tahammül edemiyor.

Bizim Kasımpaşalı jargonuna da uyamayan Cumhurbaşkanımız ve onun yol arkadaşı özel bir İçişleri Bakanımız var. İçişleri Bakanımız, farklı açıklamalarla, Reis’in gözüne mi girmek istiyor, yoksa aynı zamanda biraz değişik yollarla onu tehdit mi ediyor karar vermek zor.

Ama yakın dönemde, İçişleri Bakanı Soylu, yerel seçimler vesilesi ile çokça demeçler verdi. Belki de kendisine sus diyenleri de dinlemedi. O onların sorunu. Ama kayyum politikasını savunurken, şu anlama gelen sözler sarfetti: Biz birkaç yıl kayyum ile bu Kürt il ve ilçelerini yönettik. Bazı yerlerde bu sonuç da verdi. Bir beş yıl daha kayyumla yönetirsek, buralardaki halk da bizi seçecektir. Aşağı yukarı söylediği buydu.

Bir küçük adada yaşayan halkı, her gün aşağılayarak, döverek, baskı ve şiddetle, seni seçmeye ikna etmek gibi bir şeyden söz ediyor Soylu. Biliyoruz ki, birçok evlilikte, Türkiye’de bu, sonuç vermektedir. Erkek, kadını her gün dövmektedir. çamaşır asarken balkona çıktı ve karşı binada bir erkek varlık da aynı anda cama çıktı ise, kadın dayağı yiyecektir. Ve bu böylece her yolla devam eder. Arada bir ise, erkek, kadına aşkından, aslında kendisini dövmek istemediğinden, aşkının büyüklüğü nedeni ile kıskandığı için onu dövdüğünden söz eder. Böylece her gün dayak yiyen kadının, küçük umutları da oluşur. Zira evden çekip gitmesi, muhtemelen toplumdan dışlanması veya aşağılanması demektir. Aile cinayetine kurban gitme ihtimali vb. demektir. Ve sonuçta, bu kadına sorsanız, eş olarak kimi seçiyorsunuz, o da dayakçı eşini seçecektir. İşte formül bu. Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin atasözü de var.

İşte Soylu, bu kültürün “öz evladı” olarak, Kürt illerinde beş yıl daha kayyum yönetimi talep ediyor. Sonuçta, bunlar seve seve bizi seçecektir, diyor. Böylece Türk’ün ve devletin, “şefkatlı” kollarına sığınacaklardır.

İşte size kafa.

Bu kafa, bir yandan, Trabzon’da ırkçılık yaparak “halkı” yanına alma düşüncesinin uygulayıcısıdır, diğer yandan ise, rakibini aşağılamak için, “bu nereli, Trabzonlu, demek ki Pontus” diyerek rakibine oy kaybettirmenin arayışındadır. İşte size popülizm. Duruma, ana, yere göre, ne faydalı ise onu yap, tamamdır.

Sanıyorum, şimdi din ve milliyetçilik üzene daha net konuşabiliriz. Zira popülist politikaların en çok kullandığı, din ve milliyetçiliktir. Din ve milliyetçilik, geniş kitleleri, “çoğunluğu” daha kolay yönetebilmek için etkili olmaktadır.

Avrupa’da “yeni sağ”, kapitalizmin sorunlarına karşı gelişen tepkiyi, bu tepkiyi tekrar sisteme bağlamak için kullanmaktadır. Göçmen sorunu bunların başında yer almaktadır. Örneğin Almanya için, “en alt”taki işleri yapacak olanlar, belli 10 yıllarda değişiklik göstermişlerdir. Önceleri İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, İtalyanlar devrede idi. Daha düşük ücretle, temizlik, tuvalet bakımı vb. işleri yapmaktaydılar. Ardından Türklere sıra geldi. Ardından, Doğu Bloku’ndan, SSCB sonrası süreçte gelenler devreye girdi ama tam bir ücret düşüşü etkisi yaratmadı. Ardından Balkanlardan gelen halklar devreye girdi ve orada da tam bir sonuç ortaya çıkmadı. Mesela Türklerin gelişinin yarattığı ekonomik avantaj ile kıyaslanabilir bir durum ortaya çıkmadı. Bugünlerde ise, Afgan, Iraklı, Suriyeli, Sudanlı vb. halklar devrededir. Bunların en uygun olanları, en düşük işler için çalıştırılmakta ve böylece ekonomiye ucuz emek gücü şırınga edilmektedir.

Bu arada ise, Alman devleti, “mültecilere yardım” eden konumunu korumaktadır. Hem ucuza kapatıyor ve hem de ağalık onda kalıyor. Alman işçi sınıfı ise, işlerini kaybetme tehdidi altında, işçi sınıfı bilinci ile davranış geliştiremedikleri ölçüde, enternasyonalist bir ruh geliştiremedikleri ölçüde, tepki duyuyorlar. İşçilerin hatta daha çok işsizlerin, daha çok lümpen proletaryanın bu tepkisi, “yeni sağ” hareketlerce kullanılıyor ve yeniden sistemin yedek gücü hâline getiriliyor. Sisteme duyulan tepki, milliyetçiliğin ve bir miktar da dinin yeniden öne çıkması ve geniş kitleleri etkilemesi, sarması için kullanılıyor. Yabancı karşıtı neo-nazi hareket, hem ilerisi için bir savaşçı deposu yaratıyor, hem de, uyuşturucu piyasası da içinde, birçok başka işlev görüyor. Bu hareketler, belli bir noktaya kadar devletten destek görüyor, sınırlar aşılınca, sınırlandırmak üzere devlet tepkisi devreye sokuluyor.

Ama popülizm bununla sınırlı değildir. Bu açıdan, Mouffe, popülizmi, daha çok marjinal bir söylem olarak ele alır gibidir. Bu doğru değil. Trump, tam da popülist politikalarla iktidara gelmiştir ya da getirilmiştir. Trump ve onu seçtirenler, “Amerika first” gibi sloganlarla, yeni bir Amerikan ruhu yaratma peşindedirler. Bu ABD’nin içe kapanması değildir, ama bu, bir anlamda bir adım geri atmak, yeniden dünya egemenliği için saldırıya geçmek üzere güç toplamak anlamına gelmektedir. Bu yolla Amerikan ruhunu yeniden yükseltmek istiyorlar. Belki planları Trump sonrası içindir.

Trump seçilirken, göçmen meselesine aynı tarzda karşı çıkmakta idi. Aslında ucuz işgücü düşünüldüğünde bunda bir sorun yoktur. Sadece kontrollü olmalıdır. Bu göçmen sorunu kullanılarak, Meksika sınırına duvar yapımı, daha çok Teksas’ın ayrılma eğilimlerinden duyulan korkuyu ifade etmektedir. Ve duvar politikası, Meksika ile daha kârlı bir ticaret ilişkisi oluşturulmasına da olanak sağlamıştır. Göçmen meselesi milliyetçiliğin gelişimi ve göçmenlere karşı aşağılama ve şiddet eğilimlerinin tetiklenmesi için kullanılmaktadır. Aynı noktada işsizlik meselesine karşı da, önerileri böyledir. Oysa seçimlerde sosyalist aday, hem bu göçmen sorununu, hem de işsizlik meselesini ele alıyordu. Clinton, bu sorunları geçiştirmekle meşguldü. Oysa sosyalist adayın, etkili olduğu görülmüştü. Trump, tüm bu sürecin ürünüdür.

Ülkemizde ise, milliyetçilik ve din, hiç de sadece iktidar dışında radikal sağ kesimlerce kullanılan bir olgu değildir. Erdoğan, en başından beri, duruma göre milliyetçiliği değişik dozlarda kullanmıştır, dini ise hep en üst dozda devreye sokmuştur. Dini, popülist anlamda, Erdoğan kadar kullanan bir iktidar daha önce olmamıştır. Bu durum öyle bir boyut almıştır ki, kendisi “allahın tüm sıfatlarını taşıyan adam”a kadar varan şekillerde tariflenmiştir. Ve daha ilgi çekici olanı, bunlara hiç sesi çıkmamıştır. “Allahın” 99 ismi olduğu söylenir. Erdoğan, bunların tümünü taşıyan adam olarak değerlendirildiğinde, normalde Müslümanların inanmış olanları isyan ediyor olmalı idi. Bir profesör, kendi eşi ve kızının Erdoğan’a helâl olduğunu söylemiştir.

Erdoğan ve Gülen arasındaki işbirliği, kendi deyimi ile onları inanmış Müslümanlar sanmasına dayalı imiş. Ama yine de, her iyi Müslüman’a “ne istediniz de vermedik” modu ile davranılmadığı açıktır. Gülen hareketinin dini kullanmakta usta olduğunu ise artık biliyoruz. Daha önce, sol hareket, bu konu üzerine binlerce sayfa yazmıştır ve solun yazdıkları Erdoğan ve yakın çevresi tarafından yalan olarak nitelenmiştir. Dinin kullanımı konusunda Gülen hareketinden geri kalır değildir. Bugün, Gülen sonrası ya da Gülen’in FETÖ terör örgütü olarak ilan edilmesi sonrasında, başka tarikatların aynı yolda yürüdüklerini görmek mümkündür.

Milliyetçiliğe gelince, günü geldi Erdoğan milliyetçiliği ayakları altında çiğnedi, günü geldi ümmet fikri ile milliyetçiliği terk etmiş gibi yaptı, günü geldi tek millet lafları ile ortaya çıktı, günü geldi Kürt halkından söz etti, günü geldi Kürtler defolun gidin anlamında konuştu, günü geldi yerli ve milli nutukları attı, günü geldi ülkenin her alanını sattı.

Popülist politikalar, ülkemizde, asla iktidarın bıraktığı, terk ettiği politikalar olmadılar.

Türkiye, bir sömürgedir. Siyasal olarak (siyasal demek, ordusu, polisi, yargısı, bürokrasisi vb. demektir) ABD’ye, ekonomik olarak ise Almanya başta olmak üzere AB’ye bağlıdır. Gidiş, bu iki güçten birinin hegomen olması yönündedir; ya ekonomiyi elinde tutanlar siyasal alanı da ellerine alacak ya da siyasal alanı elinde tutanlar bugün olduğu gibi siyasal gücü ekonomik baskı aracı olarak da kullanarak, ekonomik alana hakim olacaklar. Bu sömürge ülkede gerçeğin halktan saklanması daha özel bir önem arzetmektedir. Kürt halkına karşı süren savaş ve katliam politikası, tüm gerçekliği ile anlatılabilir mi?

Bu durumda din ve milliyetçilik, azgınca kullanılmaya devam edecektir. Ancak, ne olursa olsun, tüm bu söylemlerin geri tepmeye başladığı bir döneme girilmiştir. İşçi sınıfı artık, bu söylemlere toktur. Özellikle dinin etkisi, hızla dağılmaya başlayacaktır. Yine de bunun yıllar alacağı açık. Milliyetçilik ise, Suriye politikası ile birlikte etkisini kaybetmektedir.

Milliyetçilik ve dinin kullanılmasının Türkiye Cumhuriyeti tarihi kadar eski olduğunu akılda tutmak önemlidir. “Devlete bir millet lazım” politikası, millet yaratma süreçlerini körüklemiştir. Bugün Erdoğan’ın “affedersin Ermeni” ya da bir başkasının Kürtler için “onlar da insan” demesi ya da bir başkasının “Pontus” diyerek küfür etmesi, aslında uzun bir tarihsel sürecin bilinçlerde yerleşmiş hâlidir. Ermeni, Pontus, Süryani ve Kürt katliamları, bu topraklarda resmî ellerle yapılmış ve ardından resmî ideoloji hâline getirilmiş süreçlerdir.

Bu uzun tarih düşünüldüğünde, milliyetçiliğin her zaman bir araç olarak kullanıldığını, kullanılacağını düşünmek zor olmasa gerektir.

Bugün Kürt hareketine karşı geliştirilen dil, gerçekte, tüm halklara karşı geliştirilen dilin bir yansımasıdır.

Ekim Devrimi, nasıl ki, bölgede ve etki alanlarında halkları özgürleştiriyordu, tersinden sömürge olmayı kabul etmiş TC devleti de en başından, farklı haklara tek bir gömlek giydirmek ve bir halklar hapishanesi yaratmak üzere harekete geçiyordu. En başından beri, Sovyetlere karşı bir ileri karakol olarak organize edilen Türkiye’de milliyetçilik, komünizme karşı mücadeleye de sıkı sıkıya bağlıdır.

Bu hâli ile, ülkemizde milliyetçilik, çoğu zaman dinle de birleştirilerek, her zaman öne çıkartılan bir yönetme, sentetik bir yapıştırıcı olarak iş görmüştür. O kadar ki, ne zaman “vatan, millet” diye bir konuşma başlarsa, yine burjuvazi, yine egemenler halka karşı büyük yalanlar tezgâhlıyor anlamına gelmektedir. Ve gerçekten de, bu ülkenin yönetenleri, sanki uzaktaki efendi tarafından atanmış ve bu topraklardaki tüm halkı düşman olarak gören çiftlik yöneticileri gibidir. Her zaman sadece kendi kasalarını, ceplerini doldurmakla ilgilenmişlerdir. Bu nedenle de, milliyetçilik ve katliam politikalarının birbirinin içine geçmesi onları hiçbir zaman rahatsız etmemiştir.

Şimdi, bizde ne dinin kullanımı, ne de milliyetçilik, popülist politikalar olarak ele alınıp, marjinalmiş gibi konuşulamaz. Bizde, milliyetçilik ve din, “devlete millet yaratma” politikasının, “sınıfsız imtiyazsız” bir toplum yaratma inkârcılığının ana dayanaklarıdır. Onun için hem din, hem de milliyetçilik, son derece kanlıdır, şiddet içerir ve her zaman devlet katında makbul bulunur. Her türlü çeteleşme, milliyetçilik ve/veya dine dayanır. Eroin satıcılarının millet ve vatan nutukları atması sıradandır, din adamlarının cihat adına kardeş ölümlerini yüceltmeleri sıradandır. Bunlar, çağımız kapitalizminin iş bitiricilik felsefesine de uygundur. Sonuç alındı mı, gerisi önemli değildir. Pragmatizm ile açıklanabilir. Kapitalistleşme sahnesine geç adım atmış, Osmanlı’nın paylaşımı sonucunda kalan parçalarda oluşturulmuş bir sömürge devlet, SSCB’nin karnının altında, halkların özgürleşme dalgasının, sosyalizmin yükseliş dalgasının hemen yakınındaki bir devlet, için burjuvazi, pragmatizme alabildiğine sarılmıştır. Din ve milliyetçilik, her zaman boğucu bir tarzda bu topraklarda her şeyin gelişiminin önüne engel olarak dikilmiştir.

Onun için bizde, dini ve milliyetçiliği kullanmayan parti varsa, işte o istisna sayılabilir. Yoksa, tüm burjuva partiler, hatta birçok durumda sol partiler de milliyetçiliğin etkisi altında olabilmiştir. CHP’nin mi, AK Parti’nin mi daha milliyetçi olduğu, MHP’nin mi, yoksa AK Parti’nin mi daha dinci olduğu tartışmaya muhtaç konulardır. Hepsi, iktidar sürecinin merkezindedir. Ve tekrar pahasına, adında komünist, devrimci vb. geçen bazı partilerin de Kemalist ideolojinin etkisi ile hareket etmiş olmaları yeni değildir.

Bu milliyetçilik, denildiği gibi, bir direnişle gelişen milliyetçilik de değildir. Tersine, “devlete millet yaratma” politikalarının içinde, sömürgeleşirken ortaya konan katliam politikaları ile, devlet eli ile burjuva yaratma politikaları içinde şekillenmiştir. Her zaman anti-komünizm ile birleşiktir.

Aynı durum, bazı farklılıklarla din için de geçerlidir. Din, bizde en başından beri devlet eli ile azgınca kullanılmıştır. Din, bizde anti-komünizm ile birlikte geliştirilmiştir. Gülen ile Erdoğan’ın, Gülen ile Bahçeli’nin akrabalıkları derindir. Her biri komünizme karşı mücadele derneklerinden, CIA programlarından gelmektedir.

Din ve milliyetçilik, TC devletinin birçok partisi ise, farklı farklı da olsa, oldukça pragmatist yaklaşımlarla belirlenmiş konulardır. Mesela NATO’ya girmek için Kore’ye asker göndermek, hem son derece vatansever bir tutum olarak sunulmuş, hem de dinen sevap olduğu anlatılmıştır. Oysa “Kore nire, Türkiye nire”.

Popülizme karşı en önemli panzehir, işçi sınıfının, kitlelerin bilinçliliği, aynı anlama gelmek üzere örgütlülüğüdür. Bu bir sınıf savaşımıdır ve bu sınıflardan birinin, egemen sınıfın, burjuvazinin, hem bilinci daha yüksek, hem de örgütlenmesi. İşçi sınıfının örgütlenmesi ve direnişi, mücadelenin sonunu tayin edecektir.

Elbette bu noktada devrimcilerin, burjuva cepheden gelen söylemler karşısında mücadelesi çok önemlidir. İdeolojik mücadele ve bu mücadelede süreklilik olmadan, sınıf savaşımında zafer imkânsızdır.

Devrimci hareket, işçi sınıfı ve kitlelere yaklaşımda, yeni metotlar, yol ve yöntemler geliştirebilir ve bunu yapmalıdır da. Bunun yolu, önümüze çıkan herhangi bir sorunu, “sol popülizm” ile kullanmak değildir. Yeni metotlar, işçi sınıfının örgütlenmesinde başarılar, ancak ve ancak, devrimcilerin kavrayışında derinlik ölçütünde mümkündür. Devrimci bilincin derinliği, hareket kabiliyetini artıracaktır.

İşçi sınıfı ve geniş kitleler için, örgütlenme ve mücadele dışında çıkış yolu yoktur. Bugün bu mücadeleyi geliştirmek ve örgütlenmek, daha olanaklıdır. İşçi sınıfı, ellerini toprağa bastırarak, ayakları üzerine doğrulmak zorundadır.

Kaz Dağlarını savunmak, yaşamdan, doğadan yana tutum almaktır

Kara kedi nerde/ Ağaca çıktı/ Ağaç nerde/ Balta kesti/ Balta nerde/ Suya düştü/ Su nerde/ İnek içti/ İnek nerde/ Dağa kaçtı/ Dağ nerde/ Yandı bitti kül oldu…

Yer altında ve yer üstünde sömürülmemiş tek bir yer, sömürülmemiş tek bir canlı bırakmak istemeyenler olanca güçleri ve hızlarıyla doğayı ve insanı yağmalıyorlar. Tüm canlılık için yaşam kaynağı olan denizler, göller, dereler, ormanlar, onların gözlerinde sadece rant kaynağıdır. Yaşamlarının kaynakları hava, su değil kâr ve daha çok kârdır.

ODTÜ kavaklıkta kesilen binlerce ağaç ve yapılmak istenen yurt, Salda Gölü’ne 140 bin metrekarelik ‘Millet Bahçesi’, Munzur Dağlarının tamamının maden sahası ilan edilmesi, Hasankeyf’in 12 bin yıllık tarihini sular altında bırakacak baraj projesi ve Kaz Dağlarında altın ve gümüş madeni projesi.. Her biri birbiriyle doğa katliamında, canlılığı öldürmede ve tarihsizleştirmede yarışan mega-ultra projeler ve her birinin karşısında direnenler…

Kaz Dağları ve çevresinde arama ve işletme olmak üzere 900’e yakın maden ruhsatı verildi. Bu şirketlerden Alamos Gold; ABD, Kanada, Meksika ve Türkiye’de projeleri bulunan bir maden şirketi ve Kaz Dağlarından 3,5 milyon ons altın çıkarma hayalleri kuruyor. Altınlar içinde yüzme hayalleri uğruna bugüne kadar 195 bin ağaç kesildi, 64 milyon ton toprak kazılacak ve siyanür ile işlenecek ve her şey zehirlenecek.

Alamos Gold’a göre, “Projenin iç verimlilik oranı yüzde 44. İşe başladığımızda 1 doların 3 türk lirası, şu anda ise 6 lira olduğunu düşünürsek bu kârlı bir proje. Bu gerçekten istisnai bir proje.” Kanada’yı insanî ve doğaya saygılı görenleri üzmüş olsa da kâr hırsının sınırları, dağları aştığını hiçbir saygı ve değer tanımadığını kendileri açıkça anlatmaktadırlar.

Bir yandan da başta Ortadoğu olmak üzere dünya savaş alanına çevrilirken son dönemde hızla artan maden çalışmaları sadece yer altı kaynakları ile mi ilgilidir? Bu şirketlerin yer üstünde de söz hakları yok mudur? Silah sanayii veya savaş stratejileri ile ilgili hiç mi bağlantıları yoktur?

Ekonomiyi ve ona uygun politikalarını yağma, rant ve savaş üzerine kuran Saray Rejimi tüm toprakları, suları, dağları, ormanları sermayeye açmış yalvarmaktadır. Ve bu uğurda tüm doğanın yağmalanması tabii ki onlar için mübahtır. Ekonomik krizin bedelini bizlere ödetirken bir de madenin iş imkânı sağlayacağı vaatleriyle krizi fırsata çevirmekle ilgilidirler.

‘Dağ nerde’ sorusunu oldu bittiye getirerek ‘yandı bitti kül oldu’ cevabını hazırda tutanlar yine de risk analizlerinde direnenleri akıllarından çıkaramamışlardır. Alamos Gold’un risk analizine göre toplumsal tepkiye ayrılan süre 3 ila 6 aydır. Planlarını buna göre yapmışlardır.

Onların tarihlerinde katliam, yağma ve yıkım varsa bizim tarihimizde de direnişler var. En yakın öğreticimiz Gezi Direnişi’nin ruhu ete kemiğe bürünmüş hâlde bugün Kaz Dağlarında direnenlerdedir.

Direniş kazandırır, örgüt özgürleştirir!

Suyu, havası ellerinden alınanlar olarak bugün örgütlenmek bizim için su kadar hava kadar ihtiyaçtır.

Bugün kararlı ve topyekûn bir mücadele ihtiyacımızdır.

Kaz Dağlarını savunmak, yaşamdan, doğadan yana tutum almaktır.

“Tek millet”, “çok ümmet” ve cennet!

Üç kavram var burada: Millet, ümmet ve cennet. Cennet, biliniyor, öteki dünya inancının bir parçasıdır. Öteki dünya, zahirî olan bu dünyanın ötesinde, gerçek yerdir. Gerçek yaşam, oradadır. Aslında, tüm tek tanrılı dinlerde Adem ile Havva, cennetten kovulmuştur. Cennetten kovulan “insanlık” için, cennete gidebilmek bir amaç olmuştur. Aslında bu “yaratılış” hikâyesine de terstir. Öyle ya, önce insanı, sırasıyla erkeği ve sonra kadını yaratan allah, sonra onların üzerinde yaşayacağı bir dünya yaratmıştır. Topraktan halk olmuş ademoğlu, cennette sonsuz yaşam içinde iken, şeytana uyar ve yasakları çiğner. Sonrasında da kovulduğu cennete dönebilmek, hayatın tüm amacı olmuştur. Bu dünyada, yani yaşadığımız dünyada, bir sınav sürecindeyiz. Cennete gidebilmek de hepimizin bildiği gibi kolay değildir.

İşte bu zor iş için, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nin mimarı olan Saray Rejimi, AK Partili kadrolar eli ile bazı “kolaylıklar” keşfetmiştir. Mesela eğer AK Parti’ye oy verirseniz ya da mesela Binali Yıldırım’a, işte o zaman cennete girişin kuponunu almış olursunuz. Bu sözleri hatırladınız herhâlde. Bunlar AK Partili kadrolara, Saray Rejimi’nin kadrolarına aittir. Yoksa biz şaka yapıyor değiliz ve kimsenin inançları ve duyguları ile de oynama hadsizliğini yapmayız. Cennete gidişin kupon, kâğıt vb. ile bağını da kurmuş oldular.

Peki bu durum, cennetten arsa satma girişimlerinden farklı mıdır? Kanımızca değildir. Kilise, Ortaçağ’da cennetten arsa satarken, bizimkiler 21. yüzyılda cennetten arsa satmaktadırlar. Bununla kalmıyorlar, açıkça siyasal kadrolar, cennete giriş için kıymetli kâğıt anlamına gelen, AK Parti’ye mühür basılmış oy pusulalarından söz ettiler. Cennette arsa pazarlamak ile, değerli kâğıt belgeye sahip olmak, anlaşılacağı üzere, devir-dönem farkıdır. Eskiden kıymetli zenginlik göstergesi arsa tapusu idi, oysa şimdi, bir sürü kâğıt, hisse senedi, borsada havada uçuşan kuponlar, kâğıt paralar, özellikle yeşil dolar vb. zenginlik anlamına gelmektedir. O kadar ki, artık “kupon arsalar”, “kupon daireler” gibi pazarlama kavramları bile var. İşte size üzerine AK Parti’ye mühür basılmış cennete girişte işe yarayan kuponlar dönemi.

Aslında bu durumda, başka partiye oy vermiş olanlara karşı “cihat” da bir görev, bir kutsal iş olmalıdır.

İşte cennet meselesi bizim yazımıza bu nedenle karıştı. Ve görüyoruz ki, zaman geçtikçe, cennet ile ilgili “övücü” kelimeler de değişiyor. Arsa yerine, kıymetli kâğıt ve kuponlar gibi.

İnsanoğlunun bir cennet yaratma fikri, hiç de olumsuz değildir; sadece bu cennetin, ölümden önce, bizzat yaşarken yaratılması amaç edinilirse. Biz yeryüzünü cennete çevirmek için, ezen ve ezileni, sömüren ve sömürüleni ortadan kaldırmak için, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin ortadan kaldırılması gerektiğini savunuyoruz. Amaç, birlikte üretmek, birlikte paylaşmaktır.

Ali Babacan, AK Parti kurucu heyetinin içinde yer alan, uzun süre ekonomi bakanlığı yapmış, “uluslararası sermayenin” altın çocuklarından. Erdoğan gibi adı ABD ve İsrail ile değil de daha çok İngiltere ile birlikte anılan, bu nedenle Gül ekibinin içinde adı geçen bir isimdir.

Ali Babacan, “sonu görünen AK Parti projesinin” yedeği olmak üzere, bir parti kurma kararı vermiştir. Davutoğlu’na göre daha ciddidir. Erdoğan kendisi ile görüşünce, korkudan dili tutulmamış gibi görünüyor.

Ve Erdoğan, Babacan’a, “bu ümmeti parçalamaya hakkınız yok” dediğini, kendisi söylüyor. Yani, Erdoğan, “bu ümmeti parçalamaya hakkınız yok” demiş.

İşte yukarıdaki “cennet” ile başlayan bölüm de bizim böyle konumuz hâline geldi. Ümmet ve parçalanma yan yana gelince, “çok ümmet” anlamına gelecektir.

Oysa İslam tarihinde ümmetin parçalanmışlığı var. İslam aleminin tümü anlamında da kullanılabilen ümmet, zaman zaman, tarih içinde daralmıştır. Mesela ülkemizde Hanefi mezhebinden olanlar “ümmet” oluyor ve cennet onlar için vardır.

Erdoğan, “bu millet, ümmetin umududur” da demişti. Bu kullanımda millet, yani Türkler ya da Türkiye’de yaşayanlar, ümmetin umududur deniliyor. Ümmet, belki de tüm İslam alemi oluyor. Belki de bu kullanımda Erdoğan için ümmet, “Müslüman Kardeşler” anlamındadır. Ama her halükârda, milletten daha geniş bir anlam içeriyor.

Ümmet kavramında böylesi bir belirsizlik var. Ümmet, tüm inananlar, Müslümanların tümü olarak da kullanılmıştır. Ama zamanla, mezhepler ayrıştıkça, ümmet, kendi mezhebini ifade etmeye başladı. IŞİD için de bir ümmet vardır. Ümmette, hangi halktan olduğun önemli değildir, önemli olan inancın, tarikatındır.

Peki. Ali Babacan’a “bu ümmeti parçalamaya hakkınız yok” denildiğinde, bu kez ümmet, milletten daha küçüktür. Ve burada parçalanacak olan şey AK Parti ise, “ümmet” AK Parti’ye oy verenler ya da daha dar anlamı ile gönül verenler olmaktadır.

Şimdi, AK Parti’ye oy verenin bu pusulayı öbür dünyada kullanma hakkı ile, “ümmet” arasında bağ kurmamızın nedeni anlaşılmış olmalıdır. Cennete gidecek olan Muhammed’in ümmeti değil, AK Parti’ye oy verenlerdir. Diyelim ki, siz Hıristiyansınız ya da ateistsiniz, bu durumda da cennetiniz garanti ve doğrudan “ümmet”in içindesiniz.

Babacan, yeni bir parti kurduğunda, AK Parti’yi parçalayabilir. Bunun ne kadar gerçekçi olduğu ayrı bir konu, ama AK Parti başta olmak üzere, mevcut burjuva partilerden oy almak isteyeceği kesindir. Tıpkı, AK Parti kurulurken, Erbakan’ın partisinden, ANAP’tan vb. oy alması gibi. Ama Erdoğan’a, Erbakan, acaba, “ümmeti parçalamaya hakkınız yok” demiş midir?

Şimdi bu durum, ümmetin umudu olan bu millet vurgusu ile tamamen çelişkilidir.

Bir önerim var: Saray, Babacan’ın partisine gidecek olanların, geçmişte AK Parti’ye ‘evet’ mührü basılmış oy pusulalarının, cennetin kapısında işe yaramayacağını, bizzat Erdoğan tarafından bu kuponların “hükümsüz” ilan edildiğini açıklamalıdır.

Böylece, Babacan’a oy verecek olanlar, kuponsuz kalır ve ümmetin dışına çıkarılmış olur. Böylece de “ümmet parçalanmış olmaz.”

Bir de işin, millet meselesi var. Uzun bir süredir Erdoğan, rabia işareti ile Müslüman Kardeşler teşkilâtının dört parmağına farklı anlamlar yüklemiştir. Tek millet, tek devlet vurgusu, epeyce gözde bir miting sonu nakaratıdır.

İşte bu nedenle, millet, cennet, ümmet, parçalanmışlık gibi kavramların tam bir çorbaya dönüştüğünü görüyoruz.

Tek millet, Türk milletidir. Ama ümmet, bir yandan, daha büyük bir topluluktur, diğer yandan da AK Parti’ye oy verenler anlamında daha dar bir topluluktur. Cennet işi de tümden karışıktır. Acaba bu bir çorba mıdır, yoksa ahçının beyni mi çorbalaşmıştır?

Gerçeklik burada değildir. Gerçeklik, “rant, yağma ve savaş ekonomisi”nde ve onun üzerine kurulu Saray Rejimi’ndedir. Saray çevresinde yerleşmiş çetelerin her biri midir ümmet, millet ve cennetlik, diye sormak gerekir. Çünkü gerçekte durum budur. Saray Rejimi, Saray çevresinde bir avuç insan için, bir avuç zengin, bir avuç parababası için, tam bir cennet, tam bir yağma cenneti yaratmıştır. Bu, elbette tüm halk için, tüm işçi sınıfı için, sömürülenler için, emeği ile geçinenler için tam bir cehennemdir. Gerçek olan budur.

Ümmet ya da millet, bu işin süsüdür, geniş kitleleri aldatmak üzere tasarlanmış “jargon”dur, aldatmacanın kendisidir.

Kilisede cennetten arsa satışı çok yoğun iken, kilise önünde kuyruklarda insanlar cennetten arsa almak için saatlerce beklerken, birisi gelir ve içeri girer, “cehennemi satın almak istiyorum” der. Cehennemi satın almak isteyecek kişi, akılsız olmalıdır. Bir fiyat biçilir, ucuzundan. Adam, tüm cehhennemi satın alır. Kilisenin kapısında kuyrukta bekleyen kalabalığa seslenir: Ey ahali, artık cennetten arsa almayın, çünkü tüm cehennemi az önce satın aldım. Cehennemde artık yer yok, mecburen cennete gideceksiniz der. Ve elbette kuyruk dağılır.

Bu hâlâ geçerlidir. Cehennem çoktan satılmıştır, doludur. Onun için, ne cennet için oy atmaya, ne kupon biriktirmeye, ne de ümmet kavramı ile oyalanmaya ihtiyaç yoktur.

AK Parti’nin çözülme süreci çoktan başlamıştır. İşçi ve emekçiler için mesele, kendi yaşamlarını cennete çevirecek, cenneti bu dünyaya getirecek, tüm insanlık için bu dünyayı cennet yapacak sosyalist devrimi örgütleme meselesidir. Bu milyonların cehennemi üzerine kurulu bir avuç insanın cennetini kaybetmesi demek olacaktır. Bu elbette “yağma, rant ve savaş ekonomisinin” sonu demek olacaktır.

Durduramayacaksınız halkın coşkun akan selini… Direniş kazanacak!

Halkın iradesi gasp edilmeye devam ediyor. 31 Mart seçimlerinde birçok yerde kazanan HDP’li belediye başkanlarının mazbataları verilmemiş, yerlerine AK Parti’nin başkan adayı adı altında seçime soktuğu kayyumlar getirilmişti. 19 Ağustos günü sabaha karşı yapılan operasyonlarla Diyarbakır, Mardin ve Van Büyükşehir Belediyeleri Eşbaşkanları görevlerinden alınarak, yerlerine yağmacı kayyumlar atandı. Saray Rejimi, hazmedemedikleri halk iradesini bir kez daha gasp etti.

İçişleri Bakanı Soylu, bir beş yıl daha kayyumlarla yönetirsek halk bizi seve seve isteyecek, demişti seçimlerden önce. Ne demeli; ‘kişi kendinden bilir işi’… yoksa Kürt halkının, geçmiş bir tarafa, 40 yılı aşkındır sürdürdüğü mücadele, İçişleri Bakanı’nın sözlerinin muhatabı olmadığının en açık kanıtını oluşturuyor. Bu sefer farklı olacağını düşünmek için egemenlerin farklı bir şey yapıyor olmaları gerekir.

Son kırk yıldır ne yapmadılar? Geriye ne kaldı? Kitlesel katliamlardan yargısız infazlara; köy yakmalardan dışkı yedirmelere; on binlerce insanı işkencelerden geçirip hapsetmekten gazete binalarını bombalamaya; mitinglerde bomba patlatmaktan bodrumlarda diri diri yakmalara; küçük çocukları Ceylan gibi avlamaktan 7’sinden 70’ine cenazelere yapılan eziyetlere…

Ne ile durdurabildiler de kayyumla durduracaklar bir halkın onur mücadelesini?

Saray Rejimi değişik biçimler altında, sürekli devam eden halkın direnişi karşısında ne yapacağını bilemez hâldedir. Korkuları büyüktür, cennetlerini kaybetme korkusudur bu!

Yağmaladıkları, talan ettikleri, alınterinin, doğanın hesabının sorulacağına dair uykularını kaçıran korkudur.

Kürt halkı yeni kayyum saldırısına da, iradesinin gaspına da her zaman olduğu gibi direnişle yanıt verecektir. Ama bu saldırı Kürt halkına yapılmış bir saldırı değildir sadece. Gezi’den Kobanê’ye; 7 Haziran seçimlerinden 16 Nisan referandumuna; 31 Mart’tan tekrarlatılan 23 Haziran seçimlerine kadar bu topraklarda ve dünyada insanca ve onuruyla, kardeşçe yaşamak isteyen, bunun için direnenlerin iradesine yapılmış bir saldırıdır.

Bu saldırı, fabrikalarda, işyerlerinde çocuklarının geleceği için direnen işçilere, eşit ve özgür yaşamak isteyen kadınlara, gençlere, hayallerindeki gibi yaşamak isteyen çocuklara, onlara bakarak huzur bulan yaşlılara yapılmıştır.

Rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerine kurulmuş Saray Rejimi’ne karşı, gasp edilen irademize sahip çıkmak, ortak bir direnişi örgütlemek dışında bir yolumuz yoktur.

Cennetlerini kaybetmekten korkanlara, korkularını gerçeğe çevirecek örgütlülük ve ortak direnişle yanıt verelim.

Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Ekonomik kriz üzerine ya da işçilerin sabır taşı

Bugünlerde, yani şu son bir ayda, ekonomik kriz üzerine “beklenenden” az konuşuluyor. Hatta, seçimlerin uzatılmış olan İstanbul etabı ikinci defa sonuçlanınca ve Saray Rejimi de bunu kabul edince, daha büyük bir yoğunlukla “ekonomi” konuşulmalı diye beklentisi olanlar, bu duruma şaşırıyorlar. Ve öyle anlaşılıyor ki, artık bir işe yaramayan, artık etkisi oldukça azalmış olan Saray medyası, özellikle bu alanı konuşmamak için uğraşıyor.

Kaldı ki, “doğal” etkenler de var, ekonomiyi az konuşturacak. Mesela tarikat hocasının “badeleme” deneylerinin yansımaları gibi, mesela Erdoğan’ın muhalifleri tehdit etmesi gibi, mesela Damat Ferit’in yat maceraları gibi (sahi, ben de merak ediyorum, Binali’nin oğlu ile Erdoğan’ın oğlunun daha yakın teşviki mesaisi beklenirken, Damat ve Binali’nin oğlunun yat pozisyonları, magazin dünyası için ne anlama geliyor?). Bunlara “doğal” etkenler diyoruz, çünkü artık içinde yaşadığımız rejim, yeni türden elitlerimiz için eşi benzeri görülmemiş bir yeni yaşama alanı oluşturdu ve Saray Rejimi dediğimiz şey, toplumun yeni “doğa”sı oldu.

Ama yine de “ekonomi”, her yerde konuşuluyor.

Hele ki, son yat macerasından sonra, dayak yemiş Damat’ın azledilmesi beklenirken, onun yerine, Damat’ın anlaşamadığı Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması, MB acaba bağımsız mıdır tartışmaları arasında bir sabah erkenden bu görevden almanın yaşanması, “ekonomi” tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.

Tartışma, halkın tüm ağırlığı ile hissettiği ekonomik krizin açık bir tartışmasından çok, sanki halkı tartışmanın dışına tutmak için yapılıyor gibidir. Bu nedenle, biz de birkaç noktayı tartışalım diyoruz.

En çok tartışılan konular, döviz, faiz, enflasyondur. Bunları, zaman zaman işsizlik izliyor. İşsizliği de tartışmak istemezlerdi muhtemelen ama ne yaparsın ki, gerçekler kendini eninde sonunda hissettirir. Bu nedenle işsizlik tartışmasını yapmak zorunda kalıyorlar.

Döviz kurlarının artması, TL’nin değer kaybetmesi, bir dönem Saray medyası tarafından, ilginç bir biçimde, “yahu bana ne, dövizi olan düşünsün” gibi tartışıldı. Tamamen aldatıcıdır. Döviz artarken, “dövizi olan düşünmez”, tersine kazanır. Dövizi olmayan ama döviz cinsinden borcu olan düşünceli olur, dense doğrudur. Çünkü diyelim ki 100 bin dolar borcunuz vardı, diyelim ki bu bir yıl önce 300 bin TL borç demekti, ama şimdi 580 bin borç demek. Ama biz işe, halk açısından bakalım. Ülkenin hemen hemen çoğu ürünü ithaldir. Tarladan yetişen domatesin, Ankara’da market rafına gelmesine kadar geçen süredeki masrafların hemen tümü, dövize bağlıdır. Bir kere petrol, enerji dövize bağlıdır ve dövizin artması, sadece ithal edilen ürünlerin değil, tüm ürünlerin fiyatlarını artırır. Bizim ülkemizde durum budur. Yok eğer büyük oranda ülke içinde fabrikalarda ürünler üretilse idi, sanayi ithalata bağlı bir yapıda olmamış olsa idi, döviz artışı bu denli etkili olmazdı.

Geçen yıldan bu yana, fiyatı %50 ve üzerinde artmamış hiçbir şey kalmamıştır.

Dövizin artması, aynı zamanda ülkenin var olan 460 milyar dolar borcunun da artması demektir. Yukarıdaki 100 bin dolar borçlu kişi için yaptığımız hesap türünden bir hesaptır bu. Açık ve net. 460 milyar dolar olan borcun, bir bölümü devletin borcudur, bir bölümü ise büyük şirketlerin borçlarıdır. Diyelim ki, Efes Pilsen, yurtdışından kredi bulmuştur vb. Şimdi, ne devlet, ne de bu şirketler, eski faiz oranları ile borç alamıyorlar. Bunlara borç verenler, faiz oranlarını %3’lerden %15’lere çıkartıyorlar. Çünkü riskleri yüksektir, borç çevrilebilir değildir. Devlet, bu noktada, a- Hazine garantili borçları nedeni ile, b- Kendi borçları nedeni ile, c- Özel büyük şirketlerin kredi bulmaktaki zorlukları nedeni ile, içeride kaynak yaratıp çarkı çevirmek isteyecektir. Bunun için, içerideki tüm olanaklar, tüm vergiler, tüm fonlar, hatta en son MB’nin yedekleri kullanılmaya başlanmıştır. Ve bunlar yetmez. Öyle ise, hem faizi yükseltecek, ki kullanılabilecek kaynak bankalarda olsun, hem de vergileri dehşetli bir biçimde artıracak.

Şirketler, daralan pazar ve ekonomik zorluklar nedeni ile, hemen işçi çıkartmaya başladı, bu devam edecek. Bu yolla önlemler alacaklar. Otomotivde bir işçi kıyımı kapıdadır. Böylece şirketler, maliyetlerini kısıp ayakta kalma yollarını arayacak.

Her iki açıdan da, ister devlet, ister özel sektör açısından iş gelip, işçi ve emekçilerin sırtına binecek yüke dayanacak.

Krizde hiçbir günahı olmayan, kimseden borç almamış olan, döviz ile borçlanmamış olan, Üçüncü Havalimanı gibi projelere karar verip kamu kaynaklarını yağmalamamış olan, vergi kaçırmamış olan işçi ve emekçiler, krizin tüm faturasını ödemeye mahkûm olmaktadır.

Diyelim ki, her şeye %50 ve daha fazla zam gelmiş ise, enflasyon nasıl olur da %15-20 arasında olur?

Enflasyonun düşük gösterilmesi bir hiledir.

İşsizlik rakamlarının düşük gösterilmesi bir hiledir.

Düşük enflasyon demek, işçilerin, çalışanların düşük zam alması demektir. Düşük zam oranını kabul etmemizi sağlamak, krizin faturasını bize yüklemek demektir.

İşsizlik, krizin faturasını işçinin, emekçinin ödemesi demektir.

İş adamlarına, en çok da yandaş olanlarına, en çok da “bu milletin anasını s..mekten” söz edenlere ucuz fiyattan döviz transferi, krizin faturasını halka yüklemek demektir. O ucuz dövizin verilişi de yasal değildir.

İş adamlarına, en çok da yandaşlarına, ucuz krediler verilmesi, “ekonomiyi canlı tutuyoruz” yalanı altında, krizin faturasını halka ödetmek demektir.

İşsizlik fonunun yağmalanması, deprem vergilerinin yağmalanması, tam da krizin faturasını işçi ve emekçiye yüklemek demektir.

Şimdi, “kıdem tazminatı”na göz diktiler. Gerçekte, bu, kıdem tazminatı olayı, devletin, burjuva cephenin saldırıda sınır tanımadığını gösteriyor. Ama işçi ve emekçilere deniyor ki, “sen sadece kıdem tazminatını savun, diğerlerini kabul et.” Bu saldırı, yavuz hırsızın saldırısıdır. Öyle bir saldırıdır ki, işçi ve emekçileri beklentiye itiyor. İşçiler, kıdem tazminatına saldırı olursa harekete geçmeyi düşünüyor. Ama aslında adım adım, kriz, işçi ve emekçilerin sırtlarına yükleniyor.

Vergiler artıyor.

Faturalar büyüyor.

Çarşı pazar ateş pahası hâline geliyor.

İşsizlik büyüyor ve işini kaybetme korkusu düşük ücret artışlarını kabul etmek ile sonuçlanıyor.

İşte ekonomik krizin faturası böyle işçi ve emekçilerin sırtına bindiriliyor.

Zamla, vergi artışları ile, düşük ücretlerle, işsizlik fonlarında toplanan paralarla, bunların tümü ile kapitalistlere krediler veriliyor, ucuza krediler sağlanıyor. Yani, işçi ve emekçinin parası, kapitalistlerin ceplerine aktarılıyor.

Saray medyası, liberaller, hepsi ama hepsi yalanlar söylüyorlar.

Erdoğan, 11. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı açıklıyor. Tıpkı İstanbul’u kaybettiğinde balkonda yalnız konuşması gibi bir hâlde iken, hiç de öyle ses tonu ile konuşmuyor. Başarılı imiş gibi konuşuyor.

11. Kalkınma Planı diyor ki, 2023 yılında, bugün 784 milyar dolar olan ülke ekonomisinin büyüklüğü, 1,1 trilyon dolar olacak. Yani %40 büyüyecekler, yani her yıl %10 gibi. İşte size büyük bir yalan.

– 10. Kalkınma Planı’nı 2013’te yapmışlardı. O plana göre 2023’te ekonomi 2 trilyon dolar olacaktı. Geçen altı yıl içinde, iki katı havadan attıklarını kabul ediyorlar demektir.

– 2019’da ekonomi küçülecek. Demek ki, kalan yıllarda %10 bile yetmeyecek.

– Hangi fabrikaları kuracaklar ki bunu yapacaklar?

– Acaba 460 milyar doları ödemek için, ne tavizler verilecek ve dolar kaç TL olacak? Dolar eğer yükselirse, %10 yıllık, %40 2023’e kadar büyümek bile yetmeyecek.

– Hem sonra, bu büyümeden işçilere, emekçilere ne pay düşecek?

– Bu sürede kaç parababası yurtdışına kaçacak?

Bize bu masalları anlatmasınlar.

Bize, mesela çok sevdikleri ülkeleri için, kendi ceplerinden ne koyacaklarını söylesinler. Mesela Erdoğan’ın sıfırlanamayan servetinden, dolarlarından ne kadarı kamuya bağışlanacak?

Artık bu maskaralıktır.

Artık bu para etmeyecek.

Artık bu yalanların ömrü kalmamıştır.

Ve artık, işçi ve emekçilerin sabır taşları çatlamak üzeredir.

İşçilerin sabır taşları çatlamalıdır.

İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin öfke keseleri dolmuştur ve taşmalıdır.

Bu gidişi durdurmanın, bu yalanlara son vermenin tek yolu, işçi sınıfının bir güç olmasıdır. Halkın ve işçi sınıfının kendini savunmasıdır. Kendi çıkarlarını sahneye taşımasıdır.

Örgütlenmek ve direnmek, direnmek ve örgütlenmek, çare budur.

Hayatı üretenler, tüm ülkenin gelirinin gerçek sahipleri olanlar, ayağa kalkmalı, haklarını savunmalıdır.

23 Haziran sonrası; belediyecilik üzerine

Yerel seçimlerin hak ve hukuk ile bir bağının olmadığını biliyoruz. Sadece İstanbul seçimleri üzerinde yürüyen tartışmalar, vermeyiz naraları vb. nedeni ile değil. Çalıştırmayız tehditleri nedeni ile değil. Üstelik biri AK Parti’dir ve diğeri de CHP’nin adayıdır. İstanbul söz konusu olunca “çalıştırmayız” naraları, burjuva egemenler arasındaki bir savaştan ibarettir. Ama görüldüğü gibi, hiçbir şeyin kendi ellerinden çıkmasına tahammülleri yoktur.

%70’i aşkın oy alıp da belediye başkanı seçilemeyen kişilerin, ellerinden başkanlık, seçim sonuçlarına göre %20 civarında oy alanlara verilmiştir. Bunun yasalarla, hukukla bir bağı yoktur. Adalet vb. ise hak getire.

31 Mart ve 23 Haziran seçimleri göstermektedir ki Saray Rejimi, hiçbir hukukî durumu kabul etmemektedir. Bana yaramıyorsa o hâlde “yok” hükmündedir. Açıkça iç savaş hukuku uygulanmaktadır.

İçişleri Bakanı, beş yıl daha kayyum uygulayalım, bütün Kürtler bizi seçer, demektedir. Bu ırkçı, işkenceci bir yaklaşımdır.

Birçok HDP’li belediyenin önünde polis barikatları kurulmaktadır. Değil çalıştırılmamak, halkın belediye binalarına ulaşması bile izne bağlanmaktadır. Tabelalar indirilmekte, belediye eşbaşkanları dövülmektedir.

Ve tüm bunlara rağmen, yerel seçimlerin sonucunda oluşmuş belediyeler var. Acaba, şöyle bir soru sorulabilir mi: Nasıl bir belediyecilik yapmalıyız, halkın aktif katılımını sağlayacak bir belediyecilik mümkün müdür?

Bu soruları, çıkarılacak engeller vb. üzerinde tartışmak için sormuyoruz. Biz Kaldıraç Hareketi olarak, belediyecilik deneyimlerine de sahip değiliz. Ama yine de acaba, nasıl bir belediyecilik yapabiliriz diye bir tartışma, çok mu tuhaf kaçar?

Tuhaf kaçmayacağı umuduyla birkaç noktayı belirtmek isteriz.

İlkin, tüm belediye faaliyetlerinin odağına, halkın örgütlülüğünü geliştirmek konmalıdır. Yani halkın sağlam, berrak, bilince dayalı bir örgütlülüğü ortaya çıkarılmalıdır. Amaç bu olmalıdır. Diyelim ki bir Kürt ilinde, diyelim ki bir ilçede, 5 yıl sonra, gerçekten halkın neredeyse tamamının örgütlü olduğu, kentin sorunlarına ortak yaklaşımlar geliştirdiği bir durum ortaya çıkarmalıyız. Bu, her şeyin güzel olacağı anlamında değildir. Hayır. Mücadelesiz bizim irademizi teslim alamayacakları anlamındadır. Elbette biz belediyecilik ile işsizlik sorununu, özel mülkiyet sorununu vb. çözemeyiz. Mesele bu değil. Mesele, ana amaç olarak o bölgenin tüm halkının örgütlenmesinin sağlanmasıdır.

Bu amaç, İstanbul, Ankara ve İzmir’de daha farklı işleyecektir. Ama burada da sorun halkın örgütlenmesidir. Mesela her mahallede bir mahalle meclisi, bunun aktif işletilmesinin sağlanması mümkündür. CHP’nin buna ne kadar destek vereceği ayrı bir konudur. Zaten mesele, kentlerin savunulması için, halkın doğrudan, ortak iradesi ile devreye girmesidir.

İkincisi, belediyecilik ile “hizmet”i anlamayı aşmalıyız. Yani, belediyecilik, çöplerin toplanması, sokakların süpürülmesi, toplu taşıma, temiz su sağlama vb. gibi, her biri önemli olan hizmetlerle sınırlı değildir, olmamalıdır.

Daha çok yaşamın ortaklaşalığı üzerine kurulu bir anlayışın ortaya çıkması geliştirilmesi gerekir. Sorunlara daha derinlemesine bir yaklaşım geliştirmek gerekir. Belki de anlatması kolay değildir. Elbette yapması hiç kolay değildir. Ama bir sorun karşısında ortaklaşa, ortakçı bir zihniyetle tutum almayı geliştirmek gerekir. Bu sadece duyarlılık değildir, bu aynı zamanda bilinçte bir değişim, ama yaşam biçiminde de bir gelişim demektir. Paylaşım, ortaklaşacılık, elde edilen sonucun kendisinden daha önemlidir.

Üçüncüsü, merkezî iktidarın tutumunu biliyoruz. Ödenek vermeyecekler, kaynak kısacaklar vb. Buna karşı, ilkin açık, şeffaf, her sorunu ortaya koyan bir tutum almak gerekir. Sadece bütçeyi, harcamaları açıklamak yetmez, aynı zamanda her sorunu açıkça ilan etmek gerekir. Bu, halkı işin içine çekmenin de yoludur. HDP’li belediyelerin bu konuda epey deneyimi olmalıdır. Halkın işin içine çekilmesi, ortak örgütlenmeye dayalı, ortakçı bir yaşamın temellerinin atılması, şeffaf bir yönetim anlayışı, merkezî iktidarın baskılarını geri püskürtmek için olanak ve güç yaratır.

İkinci olarak, iktidarın kısıtlamalarına karşı, kaynak yaratma yolları aranmalıdır. Şöyle düşünelim, bizim ilçemiz diyelim ki bir “ada” olsun. Başka yerden de bir gelir gelmeyecek olsun. Acaba, kendimiz gelir yaratabilecek bir olanağa sahip olabilir miyiz? Ovacık Belediyesi’nin yaptığının, daha kapsamlısını ve ortaklaşmacı bir anlayışla hayata geçirmek mümkün müdür? İlçenin avantajlı alanlarını ele almak, bu konuda bir bilinç oluşturmak, açık ve her şeyi net bir proje ortaya koymak, bunu ise ortakçı bir tutumla örgütlemek mümkün müdür? Belki bunu ortakçılık, komünal bir bilinçle geliştirmeyi başarabiliriz. Belki bu yolla, yokluklar içinden, zeki adamların emeği ile değil, herkesin emeği ile bir mucize yaratabiliriz. Bu sürecin bizzat kendisi, bizzat kendisi insanı değiştirir, olgunlaştırır, toplumsallaştırır. Köylülerin değirmene sahip çıkması, onu ortaklaşa kurmalarından gelir, herkesin işine yarayan bir sisteme dönüştürüldükçe de devam eder. Bunun gibi düşünülürse, kendimizi sınırlandırmazsak, gerçekten müthiş olanakların ortaya çıkması mümkündür.

Dördüncü olarak, il ve ilçeleri, insana göre düzenleyecek adımlar atmaktır. Gerçekten yaşamın, hegemonyaya göre değil, pazar hakimiyetine göre değil, emeğe ve doğanın korunmasına göre örgütlenmesi mümkün değil midir?

Beşincisi, toplumsal düşünme, ortak yaşamdan başlayarak düşünme tarzının değiştirilmesi gerekir. Gemisini kurtaran kaptan tarzının yerine, toplumsal sorunlara ortak yaklaşımın geliştirilmesi mümkündür. Bu eğitim, sağlık, ulaşım, barınma gibi sorunlar konusunda yağma ve rant ekonomisinin deşifre edilmesi de demektir. Halkın, insanların, gerçeği görebilmesinin yolu budur. Maalesef bizim ilçemiz bir ada değildir ve elbette merkezî iktidara bağlıdır. Ama bu konuda yine de yapılabilecek şeyler vardır. Bir belediye, eğitim sistemini organize edemez. Bu yasal olarak mümkün değil. Ama merkezî eğitim sistemi karşısında da eli kolu bağlı değildir, olamaz. Bir belediye sağlık sistemini organize edemez, ama bu alanda da ortakçı bir bilinç ile yapılabilecek şeyler olduğu kesindir.

Altıncısı, çocuklar, gençlik ve kadın meselesine ilişkin yapılabilecek olanlardır. Bunun da kolay olmadığını biliyoruz. Bir ilçede “kurtarılmış alan” yaratılamaz. Bunu biliyoruz ve zaten ülkenin tümünü isteyen, burjuva iktidara son vermeyi amaçlayanlar olarak bu yalıtılmışlık bize de doğru gelmez. Ama yine de kendini çoğaltabilecek örnekler yaratabilir miyiz?

Acaba, bize izin vermezler, engellerler anlayışını kırmak hayalci midir? Diyelim ki, yaptıklarımızın hepsini engellediler, ama biz bu arada, tüm halkı içine alan bir bilinç yaratabildik, sizce bu az bir başarı mı olur?

Halka balık vermek yerine, balık tutmayı öğretmek ve bunu kolektif, ortakçı bir bilinçle yapmak büyük bir sonuç olmaz mı?

Onlar diyorlar ki, beş yıl daha kayyum ile yönetebilsek, sonra hep bizi seçmelerini sağlayabiliriz. Baskı ile, şiddet ile, yola getirmekle, havuç ve sopa politikası ile, rüşvet dağıtarak, herkesi muhbir yaparak sonuç alacaklarını düşünüyorlar.

Peki biz, halkın kendi sorunlarına sahip çıkmasını sağlayarak, üretken bir yaşam örgütleyerek, ortakçı bir yaşam geliştirerek, bilinci daha da geliştirerek, kendi iradelerine sahip çıkmalarını sağlayarak, bu asalakların bir tek oy alamaz hâle gelmelerini sağlayamaz mıyız?

Sonucu ne olursa olsun, bu değerli bir mücadele olacaktır. Belediyeler, en azından bize, halkın gerçeği anlamasını sağlamak konusunda olanaklar sunmaktadır.

Üstelik bu sadece belediye başkanlıklarının kazanıldığı yerlerle sınırlı değildir. Tüm ülke, bu konuda seferber edilebilir demiyoruz ama sadece o il ve ilçelerle sınırlı bir durum olmadığı da açıktır.

S-400’ler “bardakta durduğu gibi durur” mu?

Erdoğan ne kadar kızarsa kızsın, “milli içeceğimiz” hâlâ rakıdır. Üstelik en çok içilen yerlerden biri de Konya’dır. Konya’yı hor görmüyorum, sadece bir bilgiyi paylaşıyorum. Bizce de bir sakıncası yoktur. Rakı içerken, acemilere ya da hızını ayarlamayı beceremeyenlere söylenir: “Bu meret, bardakta durduğu gibi durmaz.” Aslında su da bardakta durduğu gibi durmaz insan vücudunda. Ama rakı, elbette farklı etkilere yol açar. Sonuçta bir baş dönmesi hâli, içtiklerini çıkarma isteği vb. ortaya çıkar. Oysa rakı içmek bir kültür olduğu için, ağır ağır, sohbet arası içilir.

Acaba bu S-400’ler için de durum benzer midir?

İlk önce açıkça söylemek isteriz ki, biz S-400’lerin son anda iptal edileceği, Erdoğan’ın son anda bu işten vazgeçeceği, birçok kere gördüğümüz gibi, bir anda önceki sözlerini unutup hiç söylememiş gibi tam tersi sözler söyleyeceğini düşünüyorduk. Bu nedenle, S-400’lerin, ilk parti teslimatının Ankara’ya gelmiş olması bizim için “beklenmedik”tir.

Söylenenlere göre, aslında gelen parçalar, daha işin kaba bölümüdür ve gerçekten sistem kuruluşu işi Eylül- Ekim aylarına ertelenmiştir. Dahası, süreç 2020’de tamamlanacaktır. Yani, daha işin rengi henüz belli değildir.

Ama biz bu kadarını da beklemiyorduk.

Eylül, Ekim ayları sözünü duyar duymaz, Erdoğan’ın 2020 Nisanı sözünü duyar duymaz, biz, yine bu S-400 işinde bir cayma olacağını, Türkiye’nin bu sistemleri aktif etmeyeceğini, bir bahane ile, “parası ödenmiş malı” teslim aldıktan sonra, devreye sokmayacağını düşünüyoruz. Kısacası, hâlâ bu işin Erdoğan’ın ABD ile bir pazarlık unsuru olduğunu düşünüyoruz. TC devleti, G-20 toplantılarında, Trump’a silâh siparişi vererek, Kıbrıs yakınlarında sondaj işinden vazgeçerek ve belki başka tavizlerle mi, S-400 konusunda yeni bir takvim elde etmiştir? Bunu bilemiyoruz. Ama Türkiye’nin ABD politikaları ve emirlerinden bağımsız hareket etmediğini biliyoruz. Bu, her konuda geçerlidir, ama buna rağmen Erdoğan projesinin sonunun geldiğini Erdoğan’ın kendisi de bilmektedir. Ve bu nedenle, S-400, Erdoğan’ın iktidardaki ömrünü uzatma girişiminin bir parçasıdır.

Yeni takvim, Saray Rejimi’nin “uzatmalı” devrelerle hayata tutunacağı anlamına gelmektedir. Sürekli yeni bir takvim vardır, 24 Haziran seçimleri, olmadı 31 Mart seçimleri, olmadı S-400 tamamlanma zamanı vb. Şimdi, 2020 Nisan ayı.

Türkiye Cumhuriyeti bağımsız bir ülke değildir. Bir “ortaklaşa” sömürgedir. Siyasal olarak (ordusu, polisi, yargısı, bürokrasisi, siyasi arenası açısından) ABD’ye, ekonomik olarak ise AB’ye bağımlıdır.

NATO, bu siyasal bağımsızlığının olmamasının en açık kanıtıdır. Çuval olayı, AK Parti döneminde yaşanmıştır ve Gül ve Erdoğan, buna destek vermiştir. Balyoz- Ergenekon ve “FETÖ” operasyonlarının tümü, siyasal alana ayar verme operasyonlarıdır ve bunlar ABD emri ile gerçekleşmiştir. Üstüne üstlük burada, “ABD karşıtı” kadrolar da tasfiye edilmemiştir. Tasfiye edilenler, sadece yeni süreçlere ayak uydurma konusunda becerikli olmayanlardır. Biraz da ABD emirlerini yerine getirmekte yavaş olanlardır.

TC devleti, kendi halkına kurşun sıkarken, Gezi’de ve Kürt illerinde saldırılar organize ederken, NATO mekanizması devrededir. NATO mekanizması, sanıldığı gibi, “salt” askerî bir mekanizma değildir ve olamaz. Aynı zamanda siyasal bir mekanizmadır. Bizim Gladio olarak bildiğimiz organizasyon, eninde sonunda siyasal bir organizasyondur. 1 Mayıs’lara kurşun yağdıranlar, 16 Mart’larda bombaları öğrencilerin üzerine atanlar, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını gerçekleştirenler, Kürt katliamlarını organize edenler, bir siyasal strateji ile hareket etmişlerdir.

Şimdi, bu NATO, olduğu gibi durmaktadır. NATO duruyorken, ne bağımsızlıktan, ne de “demokrasi”den söz edebilirsiniz.

TC devleti, NATO’ya bağlıdır ve Erdoğan, her adımda bu bağlılığı teyit etmektedir. Akar ve ekibi, daha çok İngiltere’ye yakın olabilir. Bu NATO mekanizması için son derece normaldir. Erdoğan iktidarı, gerçekte, bir tür “koalisyon”dur ve en zayıf olanı da Erdoğan’ın kendi çetesidir. Saray Rejimi, bir çeteler organizasyonudur.

Teknik açıdan S-400’lerin, bu sisteme, NATO sistemine bağlanması dışında, bir savunma sistemi kurulması mümkün müdür gibi soruları birçok yerde sürekli okuyoruz. Bize göre, işin teknik yönünü bilmesek de, bu mümkündür. Eğer Türkiye bağımsız bir ülke olsa idi, kesinlikle bu S-400’leri, alır ve çalışır hâle getirirdi. Ama Türkiye bir bağımsız ülke değildir ve üstelik, Saray Rejimi döneminde bu yönde “yerli ve milli” numarası altında, daha da kötüye gitmişlerdir. Ülkenin tüm varlıkları yağmalanmış ve Saray Rejimi, bizzat bu yağmadan pay alma sevdası ile organize edilmiştir. Saray ve çevresi, yağmacılardan oluşmaktadır. Bu rant-yağma ve savaş ekonomisi, ülkenin her kaynağını kurutacak derecede “iç”etmeye çalışmıştır, çalışmaktadır. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlaşma eğilimi diye bir sürecin olmadığının en somut kanıtıdır.

İşte bu nedenle, S-400’lerin çalıştırılması, NATO sistemine entegre edilmesi, ülkenin hava savunma sistemi hâline getirilmesi “taktik” tartışmalar olarak görünmektedir. Erdoğan, ABD ile pazarlıktadır ve görünen o ki, bu işin içinde Ruslara bir kazık daha atmak vardır. Amerika için “görevi tamamlanmış” Erdoğan, Rusya için hiçbir zaman güvenilir olmamıştır.

S-400, gerçekte, kime karşı bir hava savunması yapacak? NATO’nun düşman gördüğü ülkelere karşı mı? NATO, açık olarak Rusya ve Çin’i, İran’ı düşman olarak görmektedir. Bu durumda, S-400 bu işe yarar mı? Elbette yaramaz. Erdoğan ve Trump görüşmesinin gerçekleştiği G-20 toplantısının hemen ardından bir Rus denizaltısında 14 kişinin öldüğü, ABD yetkililerinin acil Beyaz Saray’a davet edildiği, Putin’in tüm görüşmelerini iptal ettiği hatırlanırsa, bir de bu denzialtına bir ABD saldırısı gerçekleştiği varsayılırsa, “dost” ve “düşman” kavramlarının kolayca değişmeyeceği de anlaşılır. Artık, sosyalizm yok ama, hâlâ Batı dünyası için Rusya ve Çin düşmandır. Bunu bizzat Trump’ın “doktrini” dile getirmektedir. Soğuk Savaş, gerçekten bitmiş midir?

Öyle ise Saray Rejimi, Saray’ın korunması için mi bu sistemi devreye sokacaktır? Erdoğan, “allahın bir lütfu” dediği 15 Temmuz tiyatrosunun içinde gerçekleştirilen bombalı saldırılara karşı S-400 ile korunma hevesinde midir? Yazılanlara bakılırsa, G-20 toplantısında buluştuğu Trump’a, darbe girişimi sırasındaki bombaların korkutuculuğundan söz etmiştir. Ama zaten kendisi, önceden haber almış ve İstanbul dışına yerleşmiştir.

Diyelim ki, Erdoğan bu darbe konusunda ciddi. Demek ki darbe yapacak olanlar, bu ordunun içinden çıkacak ve bu bir NATO ordusudur. Bugüne kadar gerçekleşen hiçbir darbe, ABD desteği ve emri olmadan yapılmamıştır. Öyle ise, ABD, bu darbeyi uçak ve füzelerle mi yapacak? Yoksa, 15 Temmuz’da ortaya çıktığı gibi, Fethullahçı bir yaver bulamayacaklar mı? Gerçekten ordunun kontrolü Erdoğan’ın elinde mi? Gerçekten, 15 Temmuz darbesinin arkasındaki güç olarak açığa çıkmış olan ABD, İncirlik Üssü’nü kullanmadı mı? Öyle ise, neden İncirlik Üssü hâlâ açık? Acaba, ABD, bu darbe ile hangi sonuçlara ulaşmak istemiştir? Erdoğan’ın kendisi bir darbeci değil midir? Saray’ın uzman takımı, rakıyı az içtikleri bir günde, bu konuyu tartışabilir mi? Darbenin ardından “allahın lütfu”nu gören Erdoğan’ın yaptığı her şey, ama her şey, acaba darbecilerin planladığı şeylerin çoğu değil mi? Darbeden bu kadar ürken Erdoğan, neden kendi siyasal çevresindekileri temizlemeyi hedeflemez?

Demek oluyor ki, Erdoğan’ın Trump’a G-20’de, darbe sürecini anlatıp, yağan bombaları hatırlatıp, buradan da etkilenerek Trump’ın karar vermesi diye bir şey beklenemez. Trump ile Obama arasındaki fark, ABD devlet işleyişi açısından, böylesi hikâyeler oluşturmaz. Kıbrıs yakınlarında petrol arama ve 35 milyar dolarlık ilave uçak siparişi verme etkili olmuş olabilir. Trump bir tüccardır. Acelesi yoktur. Sattığını satar, sonra işine bakar. Öyle ise, Trump, ABD tarafı, Erdoğan’ın ne diyeceğini önceden bilmektedir. Büyük ihtimalle bu doğrudur, evet bizimkisi bir tahmin ama bunun doğru olma ihtimali yüksektir. Bu bir. İki, Türkiye’nin artık bu işten ikna edilerek vazgeçmesinin bir anlamı olmadığını ABD görmüştür. Zira, Rusya, S-400 Türkiye tarafından satın alınsa da alınmasa da, büyük bir başarı elde etmiştir. İşte bu durumda ABD, daha az konuşmayı tercih etmiş olabilir.

Gerçekte, ABD’nin dünyanın her yerine karışma, emirler verme vb. hakkı yoktur. Elbette bu haydutluktur ve Türkiye’ye de karışma hakkı yoktur. Mesele Türkiyenin ABD’nin adeta 53. eyaleti olmasıdır. Bugünkü Saray Rejimi’nin neredeyse tüm etkili kadrosu, başta Erdoğan, ABD tarafından bulunmuştur. Graham Fuller’in “Yeni Türkiye” programı, Gülen ve Erdoğan’ın ortaklaşa ödevidir. Ve kendileri de buna uygun davranmışlardır. O kadar ki, orduda kalmış olan bir-iki “soru soran” komutanı, binbir tuzakla tasfiye etmek de bu programın bir uzantısıdır. Erdoğan’ın ve Saray’ın kadrosu içinde ABD adına çalışmayan varsa, mutlaka NATO ülkelerinden birine çalışmaktadır. Bu açıdan, durum kontrollerinin dışında değildir.

S-400’lerin gelmesi, Türkiye’nin NATO’dan çıkmasına bir adım mıdır?

Sanmıyoruz.

Çünkü NATO’dan çıkmak, bir siyasal irade ile olur. Erdoğan ve ekibi, 15 Temmuz darbesi diye isimlendirdikleri, hem de allahın lütfu diye andıkları süreçte ABD’nin elini her aşamada görmüştür. Bu süreç, TC devletinin İncirlik, Malatya, Diyarbakır, Konya, İzmir gibi üslerini kapatma kararı ile devam etmemiştir. TC devleti, İncirlik’ten kalkan uçaklardan açık olarak söz etmiş ama bu uçakların kalktığı üssü dahi kapatmamıştır.

TC devletinin NATO’dan çıkması planı olsa idi, evet S-400’lerin alınması ve Ankara’ya gelmesi bir önemli adım olabilirdi. Bu olmadığına göre, Türkiye NATO’da kalmaya devam edeceğine göre bu adım, daha “derin” pazarlıkların bir parçasıdır. Erdoğan, bir ABD projesi olarak yolun sonuna geldiğini bilmektedir. Bu nedenle bu pazarlıklara ihtiyacı vardır. Zamana oynamaktadır.

Hâlâ beklenmesi gereken, Türkiye’nin bu projeyi bir biçimde işlevsiz hâle getirmesidir. Erdoğan için, ne kadar uzun süre S-400 meselesi gündemde taze bir konu olarak kalırsa, o kadar iktidarının uzama şansını elde edecektir. Konu bundan ibarettir.

Ama öte yandan, Türkiye’de S-400’lerin varlığı, NATO içinde çatışmaları daha fazla su üstüne çıkarabilirse, bir olumluluk taşıyacaktır.

Biz bugünden biliyoruz ve öğreniyoruz ki, süreç Eylül-Ekim aylarına hatta 2020 Nisanı’na kadar uzayacaktır. Bu doğru ise, demek ki daha her taraf için hamle şansı var demektir.

Türkiye’nin bağımsızlığından, bağımsız politikalar izlemesinden söz edenlerin, şimdi gündeme NATO’dan çıkma meselesini, ABD üslerinin kapatılması meselesini almaları gerekir. İşte o zaman bunda bir ciddiyet aranabilir. İster kişisel bazda, ister bir grup olarak olsun, bağımsızlıktan söz edenlerin, bağımlılık ilişkisini NATO ile bağlı olarak ele alması gerekir.

Graham Fuller ve ekibince ortaya atılan “ılımlı islam” modeli “Yeni Türkiye” anlayışı içinde yer almış olan iki ana hareket vardır, biri Gülen hareketidir, diğeri ise AK Parti hareketidir. Bu iki “ılımlı İslam” versiyonu arasındaki “kavga” ayrı bir konudur. Ama bugün, bu iki hareketten birinin, bu projenin dışına çıkmak şöyle dursun, bir de NATO’dan çıkmak gibi bir vizyona sahip olmaları mümkün değildir. Ülkemizde, halkta geniş bir kesimde ABD politikalarına karşıtlık, derinlikli olmasa da vardır. Bu Amerikan karşıtlığı, somut olarak NATO ve üsler meselesine yönelmediği sürece, havada asılı kalacaktır.

Saray Rejimi’nde yalan bitmez, oyun ve hile bitmez. Halkı, S-400 sistemlerini şöyle kullanıyoruz, kullanacağız diye kandırmaları hiç de zor değildir. Bu yalanların ne kadar uzun süre etkili olabileceği ayrı bir konudur. Ama her gün, bir tek günü kurtarmak için çalışan devasa yalan makinası, bu konuda beceriklidir.

Saray Rejimi, her gün, bir tek günü kurtarma peşindedir.

Evet bizim cephemizden bakıldığında, S-400’lerin geleceğinden de şüphedeydik. Bu pazarlığın, S-400’ler gelmeden biteceğini düşünüyorduk. Ama öyle olmadı. Doğrusu iyi de oldu. Ama bu durum, S-400’ler meselesinin çözüldüğü anlamına, pazarlığın bittiği anlamına hiç gelmiyor.

İşçi sınıfı ve halk için, meselenin önemli bir yönü de, Rusya’dan S-400, ABD’den 100 adet F-35 almak gibi akıl almaz silâhlanma harcamalarıdır. Erdoğan, kendi ömrünü uzatmak için, Trump’a yeni siparişler vermiştir. Ve gerçekte, tüm bu silâhlanma harcamaları, savaş, yağma ve rant ekonomisinin devamıdır. Hepsi gereksizdir.

S-400 tartışması, daha geniş tartışmaları beraberinde getirmek anlamında da “bardakta durduğu gibi durmuyor.” Bu konuda belli başlı görüşleri de özetlemek gerekir.

Birçok liberal sol, aslında S-400’lerin asla bu noktaya gelemeyeceğini umuyordu. Bu konuda haksız da sayılmazlar. Ama, bugün, S-400’lerin daha ilk parçası gelmiş iken, Erdoğan 2020 Nisanı’ndan söz ettiği hâlde, daha 2020 Nisan ayına oldukça zaman varken, S-400’lerin gelmiş olması karşısında görüşlerini NATO’dan yana ortaya koyuyorlar. Görüşleri özetle şöyledir. S-400’ler teknik olarak NATO sistemine uyumlu değildir. Bu durumda Türkiye’nin NATO’dan çıkması, Batı değerler sisteminden uzaklaşması ihtimali ortaya çıkmaktadır. Bu durumda da, Avrasya yani Rusya ve Çin ekseninden yana olmak ile, Batı ekseninden yana olmak arasında seçim yapılacaktır. Bu liberal solcularımız, elbette hemen Batı ekseninden yana olmaktadırlar.

Bir yandan faili meçhul cinayetleri, bir yandan Erdoğan’ın Saray Rejimi’ni eleştiriyorlar ama öte yandan, tüm cinayetlerin NATO ile bağı yokmuş gibi, bunların Batı ile bir bağı yokmuş gibi, “Batı Değerler Sistemi” yalanının arkasına sığınıp, bu yolla NATO’yu savunuyorlar. Bu liberal solcularımız, bu ülkedeki her darbenin planlayıcısının ABD ve NATO olduğunu bilmezler mi? Bu ülkedeki her katliamın ardında ABD ve Batı Değerler Sisteminin olduğunu bilmezler mi? Batı Değerler Sistemi, Erdoğanlı Saray Rejimi’nin hukuk dışı uygulamalarını görmezler mi? Bu liberal “aydınlarımız”, içine gömüldükleri NATO ve medya karanlığı nedeni ile mi, mesela wikileaks belgelerini okumazlar?

Elbette biz silâhlanmaya, F-35’lere de, S-400’lere de karşı çıkıyoruz. Akıl almaz silâhlanma harcamalarını kabul etmiyoruz. Erdoğan, S-400’ler karşısında Trump’ın tepkisini hafifletmek için, 35 milyar dolarlık silâh siparişi vermiştir. Bu ABD-NATO hattına bağlılığı teyit etmek için bir hamledir.

Öte yandan, gerçekten de S-400 sistemlerinin Saray dışında neyi koruyacağı belirsizdir. NATO sistemlerine uyumsuzdurlar. Ama tam da bu nedenle, S-400 sistemlerinin satın alınması, Türkiye NATO ilişkilerini sarsmaya başladığı için, biz bunu olumlu görürüz. NATO’nun parçalanması, elbette olumludur ve sadece ülkemiz için değil, o kutsanmış “Batı Değerler Sistemi” için de olumludur.

Yani liberal solcularımızın, liberal okumuş-yazmışlarımız için, liberal “muhaliflerimiz” için tekrar söyleyelim: tam da S-400 lerin alınmasının NATO’yu sarsmış olması kazanç olabilir. Yoksa ne buna veya diğer silâhlara para harcanmış olması, silâhlanmaya bu kapsamda paralar harcanması olumlu değildir. Eğer NATO dağılırsa, tüm Türkiye halkları için de, dünya halkları için de bir kazanım olur. Ve S-400’lere karşı çıkmak adına, Türkiye’nin Avrasya hattına dahil olacağı korkusu ile, NATO’yu savunmaya başlamak, gerçekte, ikiyüzlülüğün açık kanıtıdır. Hem de bunu yaparken, insan haklarından söz etmek, daha büyük bir çelişkidir. Sanki Erdoğan’ı bulunduğu yere ABD ve NATO sistemi getirmemiş, sanki Diyarbakır’da insanların katledilişinde ABD ve NATO sistemi dahil değilmiş, sanki Maraş veya Sivas katliamında ABD ve NATO eli yokmuş, sanki Gezi karşısında Erdoğan’ın yanında ABD ve NATO sistemi yokmuş, sanki Erdoğan, tüm basını bizzat kendisi NATO’dan bağımsız denetliyormuş gibi. Bu beyler kendileri bile inanmadıkları liberal masallarını, S-400 tartışmaları sırasında yeniden öne sürmekle kalmıyorlar, aynı zamanda kendi maskelerini de indiriyorlar. Erdoğan’ı destekledik ama bu kadar da değil diyorlar. NATO makinasının devamı olarak iş görmeye, Erdoğan sonrasında yıldızlarını parlatmaya çalışıyorlar. S-400’lere tam da NATO ile ilişkileri sarstığı için karşı çıkıyorlar. Biz de, en olumlu yönünün NATO ile ilişkileri sarsıyor olmasıdır, diyoruz.

Öte yandan ikinci görüş de şudur: S-400’ler, Türkiye’nin “bağımsız olmasını” sağlayacaktır. Bu nedenle, her ne kadar silâhlanma kötü ise de, biz S-400’ler sayesinde Avrasya kampına yakınlaşabiliriz.

Bu görüş daha çok “ulusalcılık” diye aklanmaya çalışılan Ergenekon vb. yapıların uzantıları tarafından dile getiriliyor.

Evet S-400 sisteminin alınması, işlerin bu noktaya gelmiş olması, daha Nisan 2020’ye kadar çok şey değişeceği hâlde, NATO içinde çatlaklara yol açmış ya da var olan ama üstü örtülen çatlakları ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan faydalıdır.

Ama S-400’ler konusunda bu denli kararlı olan Saray Rejimi, acaba, Suriye politikasını değiştirmek ve ABD tetikçisi olmaktan çıkmaya yeltenmek için neden bir tek adım dahi atmamaktadır? Madem bu kadar bağımsızlıktan, bağımsızlık özleminden söz ediyorsunuz, madem bu kadar Avrasya paktına meraklısınız, hatta Erdoğan’ı sizin yönettiğinizi iddia ediyorsunuz, buyurun, Suriye politikası konusunda bir adım atın, attırın. Öyle “zamanı var” masallarını da söylemeyin. Sanki, “zaman” sizin kontrolünüz ve emrinizde bir alet çantası imiş gibi.

Eğer TC devletinin NATO’dan çıkmak diye bir politikası olsa idi, muhtemelen, Kürtlere karşı katliam politikaları yerine, barış politikaları üretmeleri mümkün olurdu. Öyle ya, Kürtlere karşı süren savaş, ABD ve NATO isteği ve iradesi değil midir? Mehmet Ağar ekibi, Erdoğan ekibi, Sadat AŞ ve diğer tüm uygulamalar, Türkiye’deki eroin mafyası ABD ve NATO’dan bağımsız mıdır? Bunun bizzat içinde yer almış olan Ergenekon veya adı ne ise o ekibin kendisi bu gerçeği bilmez mi?

S-400, elbette birçok etki yaratmaktadır. S-400 süreci bir sihir gibi NATO’nun dağılmasını sağlarsa bu başka. Ama TC devletinin NATO’dan çıkma planı yoktur, olmaz da. TC devleti, NATO’nun uzantısıdır, NATO’dan bağımsız bir ordusu yoktur.

Bugün S-400 alımı, Erdoğan’ın ömrünü uzatma girişimidir. Erdoğan, kendisi bir proje olduğu için, bu projenin bittiğinin farkındadır. Eğer S-400’ler vb. olmamış olsa, eğer ABD’nin bugün istediklerini hızla yerine getirmiş olsa, iktidarının sonunun hızla geleceğinin farkındadır. ABD, Suriye savaşında kaybeden taraftır. Erdoğan, ABD’nin Suriye politikasına açıkça karşı çıkamıyor. Suriye ile açık ve net ilişkiler kurmak istemiyor. Kürtlere karşı savaşı, Kürtlere ABD’ye mahkûm etme siyaseti olarak uyguluyor. Ve tüm bunlar ABD’nin Suriye savaşını biraz daha uzatma anlayışının içinde aldığı emirlerdir. Ama bu arada, savaşın tüm suçlarının kendi üzerine yıkılmasını da istemiyor. Çünkü, suçları boyu geçmiştir. Türkiye bir tetikçi olarak Suriye savaşının içine dalmış, tüm kirli işlerin içinde yer almıştır. Bunun tüm belgeleri de ABD’dedir. İşte Erdoğan, ömrünü uzatmak üzere pazarlık unsuru olarak S-400’lere sarılmıştır. Hepsi budur.

Elbette S-400’ler “bardakta durduğu gibi durmuyor.” Ama kimse bize, ellerindeki kiri temizlemek ve aklanmak için, “biz NATO’dan çıkmak” istiyoruz demesin. Zaten, sizin istek ve eylemleriniz ABD ve NATO tarafından biliniyordur. O hâlde, halktan da gizlemeyin, kalkın, cesur olun, neyi savunduğunuzu mertçe açıklayın.

ABD’nin eski hizmetlileri, buyursunlar, madem şimdi ABD karşıtıdırlar, madem şimdi NATO karşıtıdırlar, ellerindeki kirli belgeleri açıklamakla işe başlasınlar.

TC devleti, bugün, FETÖ diye tanımladığı bir örgüt eli ile darbe girişiminde bulunulduğunu iddia etmektedir. Buna göre İncirlik Üssü bu darbe için açıktan kullanılmıştır. Buna göre ABD bu işin içindedir. NATO bu işin içindedir. Buyurun, İncirlik’i kapatın, NATO’nun üslerini kapatın, NATO’dan sizi atarız tehditlerini ters çevirin ve biz NATO’dan çıkıyoruz, deyin.

Oysa siz, NATO’dan aldığınız emirlerle, bu ülkede katliamlar organize ettiniz. Buyurun 6-7 Eylül olayları için yazılmış olanlara, sizin komutanlarınızın anılarına bakın. Buyurun Kore savaşına bakın. Buyurun, Türkiye’deki CIA-kontr-gerilla örgütlenmesine bakın. Buyurun, 1 Mayıs 1977’de NATO’dan gelen emirleri uygulayanlara bakın. Buyurun 16 Mart katliamına bakın. Buyurun Maraş katliamına, Çorum katliamına bakın. Buyurun, Kürtlere karşı sürdürülen savaşa bakın. Bunların tümü, NATO projesidir. Ve sizler bu projelerin tetikçileri oldunuz. Eğer biraz olsun samimi iseniz, kendi suçlarınızı itiraf etmekle başlayın.

Bu ülke NATO’dan çıkacak ve bağımsız bir ülke olacaktır. Bunun tek yolu, halk ayaklanmasıdır. Bunun tek sağlayıcısı devrimci sosyalistlerdir. Bunun gücü işçi sınıfıdır, kadınlardır, gençlerdir. NATO ile birlikte sizin bu kokuşmuş sisteminiz de yıkılacaktır.

Bu ülke, insanlık değerlerine sahip, yaşanılabilir, kardeşliğin kol gezdiği, özgür ve sömürüsüz bir ülkeye dönüşecektir. Bir gün mutlaka. Savaşımız bunun içindir. Ama bu bize sunulan “batı değerler sistemi” değildir. “Batı değerler sistemi”, tam da şu anda yaşadığımız sistem demektir, tam da Saray Rejimi demektir. Elbette bu ülkedeki uygulamanın Almanya’dan farklı olması gerekir. Biri sömürgedir, diğer emperyalist bir ülke. Bu kadar da farklılık olmayacak mı? ABD, Suriye savaşının planlayıcıdır, Türkiye tetikçisi ve kirli işleri yapanıdır. Fark buradan gelir.

Bu ülke, savaşsız, sömürüsüz, özgür bir ülke olsun isteyen varsa, buyurun, başınızı omuzlarımızın yanına koyun, yüreğinizi elinize alın ve devrimci mücadeleye katılın. Öyle büyük güçlerden sizi “kurtarmasını” beklemeyin. Savaşın, mücadele edin. Katliamlara mı karşısınız, buyurun, saflarımıza katılın, birlikte mücadele edelim. Sizi bir de sahada görelim. Buyurun, işçi sınıfının özgürlük ve sosyalizm isteğinin bir parçası olun. Evet, bizim kuracağımız yeni düzende de bazı hatalar, eksiklikler olacak. Ama bu kadar cinayete, bu kadar katliama, bu kadar işkenceye, bu kadar savaşa karşı seyirci kalmış kişiler olarak sizler, belki bizim bu hatalarımıza da “olur bu kadarı” diye bakabilirsiniz, belki siz de içine girip, aksayan yönleri değiştirmek isteyebilirsiniz. Yoksa Avrasya eğilimlerine karşı NATO’yu savunmanız sizi “bir şey” yapmaz. Bunu savunan zaten NATO ve kontr-gerilla var.