Ana Sayfa Blog Sayfa 119

“Tanzim satış” mı, yoksa hayatın cilvesi mi?

Saray’ın başı, ülkenin cumhurbaşkanı, aslında bu sözü sevmiyor olmalıdır, Trump karşısında kompleks yaratıyor olabilir, ülkenin başkanı, AK Parti’nin başkanı, Varlık Fonu’nun başkanı vb. domates, sivri biber, patlıcan ve patatese savaş açtı.

Aslında kendisi futbol federasyonunun da gizli başkanıdır. Ve aslında kendisi, tarım bakanıdır da. Zaten her şeyin başı o değil mi? Öyle ise, diğerlerine ne gerek var?

Erdoğan, bu bir espri değil, gerçekten de TV kameralarının karşında, miting alanlarında, hal esnafını terörist ilan etti. Bunların terör malzemeleri olarak da domates, sivri biber, patlıcan ve patatese savaş açtı. Nasıl ki, diye buyurdu, Cudi’de, Tendürek’te, Kandil’de onları yerle bir ettikse, bunları da yerle bir edeceğiz.

Az kalsın, “Domates, sivri biber, patlıcan ve patatesin inlerine gireceğiz” diyecekti ama demedi.

Domates, sivri biber, patlıcan ve patates, o günlerden sonra, muhalefet cephesini genişletti. Domates, sivri biber, patlıcan ve patates, yanlarına dolmalık biberi, hıyarı da aldılar. Soğan, eski hükümlü olduğu için işe kolayca katılmışa benzer. Yakında, elma, armut, ıspanak vb. de onlara katılacaktır.

Ve elbette, muhalefetin sesini kısmak kadar kolay değil, domatesin sofralara etkisini manipüle etmek. Ne polis copu işe yarar, ne sansür yasası. Soylu’ya da, Kurtulmuş’a da devredilecek konu değil bu. Damat ve Bilal daha tecrübe kazanmalıdırlar. Yani domates, sivri biber, patlıcan ve patates sorunu Erdoğan’ın elinde kaldı.

Çare bulundu.

Tanzim satış.

2002 yılında AK Parti iktidara geldiğinde, Özal ile başlamış olan özelleştirme programının, TOKİ vb. hamlelerin kesintiye uğradığı beyan ediliyordu. Erdoğan’ın efendileri, kendi projelerinin Özal’ın ölümü ile kesintiye uğramasının ardından, Derviş ile süreci “elverişli” hâle getirdiler ve “bel kemiği yok” diye övdükleri Erdoğan’a, yeni süreci emanet ettiler.

Erdoğan ve AK Parti, liberal bir rüzgâr olarak esen, neo-con destekli özelleştirme programının açık memurları oldular. Ne dedilerse yaptılar.

2002’den bu yana özelleştirmeleri savunarak, devlet kumaş mı üretir, devletin ayakkabı ile ilgisi nedir, devlet benzin mi satar, devlet kâğıt mı üretir, devlet tütün mü üretir, devlet içki mi üretir, devlet şeker mi üretir sorularını sürekli gündemde tuttular. Ve bu özelleştirmeci mantık, bugün ABD’de, gümrük duvarlarını yükseltiyor. Serbest ticaret amentüsü yerle bir olmuş durumdadır. Onların emireri olarak çalışan Türkiye yönetenleri, hâlâ aynı nakaratları tekrar ediyorlar. Onu özelleştirelim, bunu özelleştirelim. Devlet deniz yolu ile İstanbul’da yolcu mu taşır, Turyol’u kurup, bu işi Yıldırım’a, hani Binali olan Yıldırım’a vakfedelim. İşte özelleştirme dedikleri de budur.

Bu aslında RANT ve YAĞMA ekonomisidir.

Ama iş döndü, 31 Mart seçimleri öncesinde Erdoğan, domates, sivri biber, patlıcan ve patatese savaş açmak için, devlet eli ile, kamyonlarda “tanzim satış” başlattı.

Tanzim satış mağazalarını kim özelleştirdi? Et ve Balık Kurumu’nu kim özelleştirmişti? Tekel’i kim özelleştirmişti? Ve şimdi, hiç utanmadan, devlet eli ile domates, sivri biber, patlıcan ve patates satışına başladılar. Ve domates, sivri biber, patlıcan ve patatesi terörist ilan ederek.

Hayatın cilvesi midir bu; özelleştirmeleri ile övünen, özelleştirme dalgası ile rant ve yağma ekonomisini yaratan Saray Rejimi ve onun başkanı Erdoğan, “kamulaştırmayı” savunur konuma gelmektedir.

Evet, tanzim satışlar, bir adımdır. Utanmayın, kamulaştırmaları savunmaya başlayın. Özelleştirmeye karşı çıkan biz devrimcilere karşı, işçilere karşı copla savaşan sizler, tehditlerle savaşan sizler, buyurun ve şimdi özelleştirmeye karşı, kamulaştırma dalgasını savunmaya başlayın.

Tanzim satış, piyasa ekonomisine ters bir adımdır. Efendim, polis zoru ile fiyat istikrarı sağlanır mı? Bu soruların tümü, saçma ve bilim dışıdır.

Evet, piyasa ekonomisine terstir ve zaten piyasa ekonomisi insana, hak ve hukuka, adalet ve özgürlüğe terstir. Bu nedenle bir şeyin piyasa ekonomisine ters olması, zaten başlı başına bir olumluluk işareti olabilir. Biz, piyasa ekonomisinin köküne karşıyız.

Ama gerçekten, Saray Rejimi’nin başlattığı tanzim satış kamyonları uygulaması, bir karikatür bile denemeyecek kadar korkakça, acemice ve ikiyüzlü uygulamadır.

Sorunun çözümü vardır ve bilinmez bir sır, keşfedilmemiş bir olay değildir.

Ama önce, domates, sivri biber, patlıcan ve patatesin ya da daha başkalarının da fiyatlarının nasıl arttığı üzerine durmamız gerekir.

1- Üreticinin maliyetleri, hızlı bir biçimde artmıştır. Bu maliyetlerin başında, tohum fiyatları, gübre maliyetleri ve benzin-mazot maliyetleri gelmektedir. TC devletinin, bir tohum, gübre, ilaçlama vb. politikası yoktur.

TC devleti, en çok da AK Parti ve Erdoğan döneminde, tüm tarımı ABD emirlerine göre, uluslararası sermayenin açık talimatlarına göre düzenlemiştir. Elinde çay paketi taşımak zorunda kalman, Sayın Erdoğan, gerçekte tarihin sana oynadığı bir oyundur. Sen, tarımı böyle yok edersen, bir gün o tarım ürünleri, senin karşına, senin deyiminle “terörist” olarak çıkar.

Cargill diye bir firma, Türkiye’de şeker fabrikalarının kapatılmasını sağlamıştır. Cargill dosyası Erdoğan’a ABD ziyaretinde verilmiştir.

Erdoğan, her ABD ziyaretinde bir tarım dosyası ile geri dönmüştür. Ve tarımı bitirme politikası bu dosyalardadır. Sadece Cargill için özel yasalar çıkarmışlardır. Tarımın eğer bir katili varsa, bu uluslararası tekeller ise, tetiği çeken eller Saray Rejimi’nin kendisidir, en başta da Erdoğan’dır.

Üretici değil ucuz tohum bulmak, mevcut sistemde bir “İsrail” tohumu olarak adlandırılan tohumu kullandı mı, kendi üretiminden doğal yolla tohum elde edememektedir.

Buğdayda, “sertifikalı tohum” dışında tohum kullanımının yasaklanması ne demektir? Sertifikalı tohum, sadece uluslararası şirketlerin, Cargill gibilerinin elindedir. Normal bir üretici, kendi toprağındaki buğdaydan elde ettiği tohuma “sertifika” nasıl alacak, hangi kriterlere göre alacak? Ve eğer sertifikalı buğday ekmezse, ceza ödeyecektir.

Erdoğan, hazır domates, sivri biber, patlıcan ve patatesi terör aleti gibi göstermeye başlamış iken, buyursun, buğdayla ilgili çıkan bu yasayı hemen iptal etsin. Böylece biz de öğrenelim; bu domates, sivri biber, patlıcan ve patates terör araçlarını hangi eller kullanıyor, kim kiminle işbirliği içinde bunu yapıyor.

Gübre, ilaçlama, tarıma verilen kredilerin yüksek maliyeti, motorin maliyetleri vb. üzerinde durmaya gerek var mı? Bir kere işin en başını, tohum işini, İsrail-ABD firmalarına, uluslararası sermayeye terk ettin. Bir kere sen, en son şeker fabrikalarını Cargill emri ile satmadın mı? Yarın bu terör araçlarına şeker de eklenince, sen bizzat kendini suçlu ilan edecek misin?

2- Saray Rejimi, iddia ediyor ki, aslında fiyat artışları, üretici ile alâkalı değil. Peki ne ile alâkalı? Sadece marketlerle alâkalı.

– Bu doğru değil. Elbette üreticiden doğrudan tüketiciye ulaşacak bir sistem gerekli. Buna geleceğiz. Ama önce, zamların nedeninin sadece marketler olmadığını bilelim.

Ülkenin TÜİK diye bir kurumu var. TÜİK istatistik kurumudur ve enflasyonu vb. ondan öğreniriz. TÜİK’in enflasyon rakamları yalandır, işsizlik rakamları yalandır. Birçok şirket, holding, TÜİK’in enflasyon rakamını hesaba katmaz. Onlar daha çok dolar bazında değişime bakarlar. Eğer TÜİK’in rakamlarını anlamak isterlerse, bu rakamları 2,5 ile çarparlar. Yani enflasyon %20 diyorlarsa, onlar bunu 20×2,5= %50 olarak hesaplarlar.

Demek ki, devlet, bizzat istatistiklerle yalan söylemekte, istatistikleri manipüle etmektedir. Mesela, Erdoğan, bu birkaç seçilmiş ürünün fiyatını “tanzim satış kamyonları” ile düşürecek ve sonra da, enflasyon düştü diyecektir. Ama bunu bir yana bırakın, her türlü hile ile rakamları değiştirmektedirler.

Yine de TUİK’in rakamları, üreticiden fiyat artışı gelmiyor sözünü yalanlıyor.

Ocak ayı gıda fiyatları, tüketici fiyatları açısından %6,43 artmış olarak gösterilmektedir. Aynı Ocak 2019’da, tarımda üretim fiyatları artışı (ÜFE) ise %8,29’dur. Bu ne demektir? Buna göre, üretim fiyatları daha çok artmıştır. Biz buradan şunu anlayabiliriz ki, konu marketlerin, konu birkaç üçkâğıtçının işi değil.

Eğer bu işte üçkâğıtçıların katkısı varsa, bu üçkâğıtçılar, tarımı bitiren politikaları uygulayan, Cargill anlaşmalarını yapan, Cargill için özel yasalar çıkartan, ziraat fakültelerini olduğu gibi Cargill araştırma alanlarına çevirenlerdir.

Devam edelim. Ocak 2019’da, üretici fiyatları cephesinde, mr. patlıcan %64 artmıştır. Dolmalık biber %48, domates %48, hıyar %44 ve terörist sivri biber %39 artmıştır.

Demek ki, biliyoruz ki, üretici fiyatları artmıştır.

Çünkü, Ziraat Bankası’nı hortumlayanlar (mesela Demirören’e gazete satmak için krediyi Ziraat Bankası’ndan ayarlayanlar), çiftçinin kredi maliyetlerini yükseltmişlerdir.

Çünkü, tohum politikası olmayan bir ülkede, tohum tedarik eden uluslararası şirketlerin fiyatları artmıştır.

Çünkü, gübre ve ilaçlama fiyatları artmıştır. Dünyada ilaçsız tarım yapılması konusunda birçok birikim varken, Türkiye yönetenleri, Saray Rejimi, tarım ilaçları kullanımı ile büyük bir pazar hâline gelmiştir.

Çünkü, mazot fiyatları artmaktadır. Mazot fiyatları, hem tarım yapılmasını, hem de ürünün saklanması, depolanması ve sevkiyatını etkilemektedir.

Zaten internet üzerinden satışa başlamış olan tanzim satış sistemi, PTT kargo aracılığı ile, kilo başına 3,5 TL almaktadır. Yani, 1 kg patates markette 5,5 TL, siz tanzim kuyruğundan aldığınızda 3,5 TL, eğer internetten sipariş verirsen 3,5 TL + 3,5TL kargo. İşte size gülünç, aceleye getirilmiş, seçim yatırımı olarak devreye sokulmuş, palyatif bir uygulama. Neresini tutsan dökülüyor.

3- Evet, tanzim satış sistemini, kamulaştırmaya doğru bir adım olarak ele alamasak bile, özelleştirmeye karşı bir eğilim olarak, Saray Rejimi’nin, suçlarını itiraf etmesinin bir aracı olarak görebiliriz.

Ama gerçekte, çözüm, Erdoğan ve danışmanlarının bağlı oldukları efendileri tarafından asla onay görmeyecek, kamulaştırma ve kooperatifleşmededir.

a- Birinci olarak üretici kooperatifleri gereklidir. Zeytin yağı üretici kooperatifi, domates üreticileri kooperatifi vb. gibi. Bu tarımsal maddelerin işleyeceği fabrikaların, kesinlikle kamu malı olması gereklidir. Yoksa, mesela domatesi işleyen TAT, son anda, almaktan vazgeçtim der ve üreticiyi yok eder. Zaten bugün, örneğin domates üreticilerinin önemli bir bölümü, holdingler için, tekeller için ek kâr kaynağıdır. Domates üreticisi Bursa ve yöresinde TAT için veya bir başkası için çalışır. TAT, malı tarlada ekilirken alır, çiftçiye ne tohumu kullanacağını vb. dayatır. Hatta bazı durumlarda gübreyi, tohumu, ilacı çiftçiye kendisi satar. Demek ki, tarımsal üretimi işleyen fabrikalar, sigarasından rakı üretimine, konserve üreticisinden meyve suyu üreticisine kadar hepsi, özel mülkiyetten çıkmalıdır. Bu durumda, hem ne yiyip ne içtiğimizi biliriz, hem de üreticiyi koruyacak önlemler, gerçekten bir anlam ifade eder.

Demek ki, üretici kooperatifleri kurulacak.

Mesela Erdoğan’ın elinde dolaştırdığı çay üretimini ele alalım. Üretici bazan çayı denize dökmektedir. Özellikle özel sektör işin içine girdiği ölçüde ve girdiği yerlerde.

Mesela Karadeniz’in önemli ürünü fındık üretiminde Türkiye, 10 yıl öncesine kadar dünya pazarının %85’ini karşılamaktaydı. AK Parti iktidarı ve Erdoğan dönemi, fındığın dallarına kar yağan dönem olmuştur. Zapsu, hani Amerikalı yöneticilere “bu adamı süpürmeyin kullanın” diyen kişi, sadece Erdoğan’ı pazarlamadı. Aynı zamanda fındık borsasının başına geldi. Ve bugün fındık üretimi hızla düşmektedir. Oysa bir maddenin dünya üretiminin büyük ölçüde hakimi olmak bir avantaj olarak değerlendirilir. Ama emir Amerika’dandır. Erdoğan, her zaman bir ABD emireridir. Sadece İsrail nişanına sahip değildir, aynı zamanda ABD emireridir. Ne derlerse yapar. Tarım bunun en açık ispatıdır.

b- Üretici kooperatifleri yetmez. Aynı zamanda, tüketici kooperatifleri gereklidir. Yani, bir mahallede, halk, bizzat bir kooperatif kurarak, bu kooperatifin market açmasını sağlamalıdır. Halkın hepsinin ortağı olduğu bu market, tüketim fiyatlarının şişmesinin önlenmesinin temel araçlarından biridir.

Tüketici kooperatifleri, ülkemizde 12 Eylül öncesinde oldukça yaygınlık kazanmaya başlamıştı. Hatta birçok tüketici kooperatifinin açtığı market, bizzat MHP kadroları tarafından, gladio operasyonları içinde bombalanmıştır.

Bugün, tüketici derneklerinin yapması gereken şey budur.

Ama bu daha çok, mahalle mahalle yapılabilecek bir şeydir ve bunun yolu da mahalle örgütlenmesinden geçmektedir.

Görüldüğü gibi, domates, sivri biber, patlıcan ve patatesi ele alınca, Erdoğan’ın tanzim mağaza-kamyonları gibi karikatür uygulamalar ortaya çıkınca, işin nasıl kamulaştırma gerektirdiği bir kere daha açıklık kazanmaktadır.

Gıda fiyatlarının artması ve seçim süreci olmamış olsa idi, bu tanzim satış kamyonlarını görmeyecektik. Seçim süreci, Erdoğan’ın yeni düşman olarak domates, sivri biber, patlıcan ve patates dörtlüsünü öne sürmesi, tanzim satış işini gündeme getirdi.

Biz anlaşılacağı üzere, tanzim satış işine karşı değiliz. Sadece bunu ciddi bulmuyoruz. Ciddi yapılabilmesi için, kamulaştırma dalgasının gelmesi gerekir.

Buyursun Erdoğan, Saray’ın bahçelerinde kendisi için neden özel ürünler ektirdiğini açıklasın. Buyursun Erdoğan, kamulaştırma dalgasını hemen başlatsın.

Gıda “terörü” diye tarif edilecek bir şey gerçekten vardır. Bu uluslararası şirketlerin, Monsanto, Cargill gibi şirketlerin tekelci hakimiyetinin bir parçasıdır. Tekelci hakimiyet, mutlaka, daha büyük kâr oranlarını hedefler ve bu durum, şiddetle birlikte yürür. İlaç şirketleri nasıl ki virüs üretip sokaklara salarak ilaç satabiliyorsa, gıda şirketleri de tüm gıda alanını kendileri şekillendirmek istiyorlar.

Bu açıdan tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, ne yediğimizi bilmiyoruz.

Ve bir ülkede gıda ve tarım alanı, kamulaştırılmamış ise, hiçbir zaman o ülkede ne yendiğini bilmek mümkün değildir.

Bu nedenle, sosyalizm, insanlık için tek çıkış yoludur, acil bir ihtiyaçtır.

1 Mayıs 2019 öncesinde işçi sınıfının durumu

İşçi sınıfının durumu üzerine tartışacaksak işin sadece bir yönüne takılıp kalma tehlikesine karşı, bir çerçeve, bir tartışma çerçevesi de geliştirmemiz gerekir. Öyle ya, sadece işsizlik ya da sadece ücretler üzerinden bir tartışma da yürütsek, gerçekte işçi sınıfının durumu üzerine tartışmış oluruz.

1 Mayıs 2019 yaklaşıyor. Ve 1 Mayıs öncesinde, işçi sınıfı içinde hareketlilik gelişiyor. Pek çok işçi için, sadece 1 Mayıs için değil, ama ne yapması gerektiği bir sorudur. Günlük yaşamını idame ettirebilmek, sağ kalabilmek, açlıkla boğuşmak ciddi bir biçimde işçi ve emekçilerin gündemindedir. Ve elbette sadece günü kurtarmak, sadece bugün de aç kalmamak, bugün de ölmemiş olmak, tek tek işçileri de, bir bütün olarak işçi sınıfını da kurtarmıyor, kurtarmayacak. İşçi sınıfının, uzun soluklu bir mücadeleye hazırlıklı olması zorunluluktur. Başka türlü bu kısır döngüden kurtulmak mümkün değildir.

Kısır döngü şudur: Ailesini ve kendisini geçindirmek için yok pahasına ücretlerle, ağırlaşan koşullarda çalışmaya devam etmek ya da işini kaybetme riskini göze alarak mücadele etmek. Bu çelişki, kişisel düşünce ile aşılamaz. Bu çelişki, işçinin, kendisini bir sınıfın, tüm işçi sınıfının bir üyesi olarak görmesi ile mümkündür. Tek başına bir işçiyi işten atabilirler. Sadece hakkını aradı diye bir işçiyi kapı dışarı koymaları kolaydır. Ama birlikte hareket eden, haklarını arayan tüm işçileri kapı dışarı etmek mümkün değildir. Zira, her işyeri, her fabrika, işçilerin canlı emeği olmazsa, patron için para kazanan bir yer olmaz, olamaz.

Öyle ise, biz konuya birçok açıdan bakmaya, işçi sınıfının Nisan 2019’da durumunun ne olduğunu saptamaya çalışalım.

1- İlk bakmamız gereken şey, işçi sınıfının siyasal- ideolojik gelişmişliğidir. Burjuva ideologları, bize özellikle 12 Eylül’den bu yana, işçi sınıfının siyasetten uzak durması gerektiğini, sendikaların siyasetten uzak durması gerektiğini anlatıyorlar. Anlatmakla kalmıyorlar, bir komünist, sendika içinde öne çıkarsa onu tutukluyorlar. Onun görüşleri siyaset oluyor. Ama bir MHP’li, bir dinci, bir AK Partili sendika içinde öne çıkarsa, bunun adı siyaset olmuyor.

Demek ki, “sendikanın siyasetten uzak durması” dileği, komünist ve sosyalistlerin, devrimcilerin sendikalara sokulmaması isteğidir.

Devlet, işçilere “komünistlerden, sosyalistlerden, devrimcilerden uzak durun” mesajını, birkaç yoldan vermiştir. İlkin, tutuklamalar, baskı ve şiddet ile. İkincisi, kendi emrindeki sendikacıları yarı mafya tarzında örgütleyip, kendi paralı köpekleri hâline getirerek. Sendikalar, bu yolla, işçi sendikası olmaktan çıkmaya başlamıştır. Normal şartlarda, bir sendika, hiçbir siyasal müdahale olmamış olsa da, sadece işçi haklarını savunmak için çalışmış olsa, ister istemez, o sendika içinde devrimci düşünceler boy atacaktır. Çalışma koşullarının ağırlaşmasına, fazla mesaiye, işyeri cinayetlerine, çocuk işçiliğe, sigortasız çalışmaya vb. karşı çıkan bir sendika, ister istemez, işçilere bununla mücadele etme gereğini anlatacaktır. İşçiler, kendi haklarını korumak için harekete geçtiğinde, zaten siyasal talepler gelmeye başlayacaktır.

Hiçbir zaman ekonomik talepler, hak arayışları, siyasal mücadeleden ayrılamaz.

Sendika yasası çıkartan TC devleti, neden işçileri, sendikaları cendere altına alıyor? İthalat ve ihracat için yasa çıkardıklarında ihracatçıya soran devlet, sendika yasası çıkaracaksa, neden işçiler bu yasayı etkilemesin? Bu yasayı etkilemeye çalışmak, en azından siyasal bir davranıştır.

12 Eylül rejimi ve onun devamı olan Erdoğan’ın Saray Rejimi, açık işçi düşmanıdır. Ve böyle olduğu için, işçilerin sadece baskı ve şiddetle susturulması için çalışmakla yetinmiyorlar. Aynı zamanda sendikaların, işçileri denetlemesi, kontrol etmesi ve susturması için iş görmesini istiyorlar. Bunun için, birçok sendikanın yöneticisini kendi kadrolarından atıyorlar. Sendika mafyası dediğimiz bir çete sistemi kurmuşlardır. Böylece, sendikalar işçi haklarını savunan örgütler olmaktan çıkıyor.

Bir sendika düşünün, enflasyonun %50 olduğu bugünkü koşullarda, enflasyon rakamlarını bile doğru açıklayacak bir çalışma yapmamaktadır.

Bir sendika düşünün, işçilerin %10 zam alması karşısında grev silâhını kullanmak yerine, işçileri susturmak, direnenleri ihbar etmekle uğraşmaktadır.

Bir sendika düşünün, işyerinde işçi ölümleri ayyuka çıktığı hâlde, tek bir eylem dahi yapmamaktadır. İşçiler için ölüm mekânları hâline gelmiş işyerlerinde güvenlik önlemi almak “allahın işine karışmak” olarak iktidar tarafından yorumlanırken, sesini bile çıkarmayan bir sendika, işçi sendikası olabilir mi?

Bunca özelleştirme, bunca işçi kıyımı karşısında, hiçbir biçimde sesini çıkarmayan bir sendika, işçi sendikası olabilir mi?

Uzatmak mümkün.

Bu durum, sendikaların işçi sendikası olamaktan çıkarılıp, devlet-patron-sendika bürokrasisi arasında bir tarz mafya örgütlenmesine dönmüş çetelerce yönetilmesi, işte bu acı durum, işçi sınıfının devrimcilerden, komünistlerden, sosyalistlerden uzak durmasının sonucudur.

İşçi sınıfı, bugün, ülke gündeminde, sokaklarında, siyasal bir varlık olarak yer almamaktadır.

İşçi sınıfının siyasal örgütlenmesinin olmaması, tek başına büyük bir kayıptır, büyük bir geri durum göstergesidir.

2- Bu, aynı zamanda, işçi sınıfının sınıf bilincinden uzak olması anlamına da gelmektedir. Ve işçi sınıfı kendisini bir sınıf olarak görmediği sürece, haksızlığa uğramış bireyler olarak “mücadele” verir konuma düşmektedir. Bu da, hemen hemen her işçinin düşman için, devlet güçleri- patronlar vb. için kolay lokma olması demektir.

İşçi sınıfı, sınıf bilincine sahip değil ise, bireysel mücadele etme yollarını, hakkını korumak için bireysel adımlar atmayı tercih etmek zorunda kalmaktadır. Bu elbette, bir çıkış yolu oluşturmaz. Bu nedenle haykırıyoruz, “kurtuluş yok tek başına” diye. Bu, gerçeğin kendisidir.

3- Sendikalar konusuna değinmiş olduk. Ama bu aslında başlı başına bir konudur. Sendikal mücadele, siyasal mücadelenin yanısıra mutlaka ele alınması gereken bir maddedir. Özellikle, ülkemizde sendikaların çok büyük çoğunluğunun sendika mafyasının denetiminde olması nedeni ile, hem işçilerin sendikalara bakışı olumsuz olmuştur, hem de bu durumun kırılamayacağı düşüncesi yaygındır.

İşçiler, kendileri için hiçbir şey yapmayan, toplu sözleşme dönemlerinde adım adım geçmişten gelen işçi haklarının tırpanlanması için patronlarla işbirliği yapan, işçileri devlete ve patrona ispiyonlayan bir sendikaya neden güvensinler? Bu nedenle sendikalaşma oranı sürekli düşmektedir.

2019 yılına girerken, sendikalı işçi sayısının artması önemlidir.

Sendikalı işçi sayısı, 2018 yılının Ocak ayında 1 milyon 714 bin iken, 2019 Ocak ayında 1 milyon 859 bine çıkmıştır. Bu 145 bin kişilik yeni sendikalı demektir. Bu 145 bin yeni sendikalının 50 bini Turk-İş’e, 69 bini Hak-İş’e, 22 bini DİSK’e ve 4 bini de diğer sendikalara aittir. Bu yeni sendikalaşmanın önemli bir bölümü, taşeron işçilerin kadroya geçmesinden kaynaklıdır. Özellikle Hak-İş’tekilerin hemen hepsi, Türk-İş’teki artışın çok büyük bölümü bu nedenledir.

Kadroya geçen taşeron işçi sayısı bile net değildir. DİSK, 744 bin kişinin kadroya geçirildiğini açıklamıştır. Oysa Bakanlık bu rakamın 900 bini bulduğunu söylemektedir. Öte yandan, basına yansıyan rakamlara bakılırsa 80 bin işçinin kadro beklediği anlaşılmaktadır.

2018 yılının ikinci yarısında artan işçi eylemleri, işçilerin yeniden sendikal mücadeleye önem vermelerine neden olmaktadır. Ama yukarıdaki rakamlar bunu göstermez. Yukarıdaki rakamlar, her ne pahasına olursa olsun, sendikaların erimesinin ve sendikalara güvensizliğin, hâlâ sürdüğünü, ama işçilerin de artık, sendikalarını kendi ellerine almak için hareketlenecek duruma gelmeye başladığının göstergesidir. Artık, en dibe vurulmuştur. İşçiler, kendi sendikalarını geri almak ya da alternatif örgütlenmeler geliştirmek zorundadır.

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, işçilerin en geri sendikaları dahi işletmesini, bu sendikaları geri almalarını savunuyoruz. Elbette bunun öncesinde birçok örgütlenme metodu geliştirilmek zorundadır. Ama bu sendikaları, sendika mafyası dediğimiz çetelere bırakmamak gerektiği açıktır.

Kurulmakta olan yeni, küçük, az üyeli sendikaların da önemli olduğu kanısındayız.

Ayrıca, hareket olarak bizim inancımız, işçi kurultaylarının da içinde olduğu örgütlenme metotlarının, yarın sendikaları geri almamızda çok önemli işlevler göreceğidir.

Demek ki, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi de geridir. İşçi sayısı 13 milyon 411 bin olarak açıklanmaktadır. Bu rakam 2018 sonu itibarı iledir. Bu rakam doğru değildir. Bu rakamın içine sigortasız, kayıtsız çalışanlar, çocuk işçiler, göçmen işçiler dahil değildir.

Ama rakam eğer 13 milyon 411 bin olarak alınsa bile, sendikalı işçi oranı çok düşüktür.

Dahası, bu sendikalı işçilerin çok daha azı toplu sözleşmelerden yararlanmaktadır.

4- İşçi sınıfının çalışma koşulları kötüleşmektedir.

İşçilerin çalışma koşulları her geçen gün daha da kötüleşmektedir. Özelleştirme dalgası ile işçilerin birçok sosyal hakkı tırpanlanmıştır. Sendikalar, bu konuda devlet ve patron ile birlikte hareket etmiştir.

Bugün, yerel seçimler öncesinde tanzim satışlardan söz eden Saray Rejimi, dün, ‘et ve sütü, şekeri ve ayakkabıyı devlet üretir mi’ şeklinde kampanyalar açmıştı ve bu konuda en büyük destekçileri sendika mafyası idi.

Bu özelleştirme dalgası işçi sınıfına bütünsel bir saldırının parçası idi. Bugün bunu daha net görebiliyoruz.

İşçiler sadece sosyal haklarını kaybetmediler, aynı zamanda taşeron sistemi ile, ekonomik örgütlülüklerini kaybettiler, daha zor koşullarda çalışmaya başladılar. Mesailer uzadı. Ortalama çalışma zamanı Türkiye’de 10,5 saat/gün noktasına gelmiştir. Haftalık çalışma zamanı 65 saati geçmektedir.

Üzerine, işçilerin çalışma ortamları da kötüleşmektedir. Temizlik, işçi sağlığı önlemlerinin alınmaması vb. gibi şartlar sürekli kötüleşmektedir. İş cinayetleri bunun en açık kanıtıdır. AK Parti iktidarları döneminde, iş cinayetlerinde ölen işçi sayısı 22 bini geçmiştir. Bu rakam, 22 bin, sadece kayıtlı olanlardır. Sigortasız çalışırken ölen işçiler, ölen göçmen işçiler vb. hasıraltı edilmektedir. Bunlar da hesaba katılırsa, her yıl ortalama 2 binden fazla işçinin, iş güvenliği önlemleri alınmaması, aşırı çalışma, sağlıksız koşullarda çalıştırma nedeni ile öldürüldüğü söylenebilir.

5- İşçi sınıfının yaşam koşulları kötüleşmekte, işçiler daha da yoksullaşmaktadır.

İşçilerin, artan fiyatlar nedeni ile reel ücretleri düşmektedir. Sadece 2018 yıl sonu itibarı ile işçilerin kaybı, ortalama %30 civarındadır. İşçiler 2018 yılında %30 fakirleşmişlerdir. Çocuklarının eğitim masrafları, kira, artan elektrik ve gaz faturaları vb. giderek yaşam koşullarını kötüleştirmektedir.

İşsizlik, bu kötüleşen koşulların başındadır. Seçimler nedeni ile CHP yöneticileri ağızlarından bazı rakamlar kaçırmaktadır. Resmî rakamlar 3,5-4 milyon işsiz rakamı açıklarken, bu rakamın 7,5 milyon olduğu açıklanmaktadır. Bizim hesaplarımıza göre bu rakam 11 milyonun üzerindedir.

İşçi sınıfı bu kuşatılmışlığı, bu aşağılanmayı, bu yok yerine konulmayı nasıl kıracaktır?

1- İşçi sınıfı, siyasal olarak sisteme karşı mücadeleyi öğrenmek, geliştirmek, siyasal olarak kendisinin bilincine varmak, devrimcileşmek zorundadır. Devrimci ve örgütlü değil ise, milyonlarca işçi hiçbir şeydir. İşçi sınıfı, devrimci harekete uzaklığını kırmalıdır. Bu nedenle biz, hareket olarak, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesinin kritik rolde olduğunu düşünüyoruz.

İşçi sınıfının en ileri unsurları, durumu anlayan, gören unsurları, devrimci hareketle birleşmek ve işçi sınıfını toplumsal mücadelenin öncüsü olarak örgütlemek zorundadır.

2- Her işyerinde, sendikal örgütlenmenin durumundan bağımsız olarak, işçi örgütlenmeleri geliştirmek zorunludur.

3- Sendikaları geri almak ve bu doğrultuda güçlü bir ekonomik mücadele geliştirmek, işçi sınıfının kendini tanımasının okuludur.

4- İşçi semtlerinde, fabrikalarda, işçiler arasında dayanışmanın geliştirilmesi, her yolla bunun geliştirilmesi gerekir. Bu bir yandan, işten atılan işçilere ortak bir fondan destek olunması anlamına da gelmeli, diğer yandan, mahallelerde, işçi semtlerinde ortaklaşa yemek pişirmek de dahil, her türlü dayanışmayı geliştirmek anlamına da gelmelidir.

5- İşçiler, sendikal örgütlenme dışında birçok yolla örgütlenmeli, kendi güçlerini bir araya getirmelidirler. Bu açıdan sadece bir metoda, sadece bir örgütlenme biçimine takılıp kalmak da doğru değildir. Her örgütlenme çabası önemlidir.

6- İşçiler, gelişen direnişlere destek vermek üzere hareket etmelidir. Bu destek bir direnişi, bir grevi ziyaret ile başlar ve daha geniş biçimlerde sürebilir. Olanaklı her türlü destek, sadece direniştekilere moral demek değildir, aynı zamanda destek verenlerin de harekete geçmesi, düşünmesi, kavrayışının gelişmesi demektir. Direnişteki işçi nasıl güzelleşiyor ve öğreniyor ise, onu ziyaret edip ona çay götüren, direniştekinin çocuklarına okul malzemesi taşıyan da güzelleşmektedir, öğrenmektedir.

Yağma, rant, savaş ekonomisi | “Satılık ülke var” görüntüleri

31 Mart seçimleri süreci, ilginç göstergeler ortaya koydu. Gören, görebilen gözler için, Saray Rejimi’nin tüm gerçek yüzü ortaya çıktı. Yalanlar bir bir devriliyor, balonlar bir bir patlıyor. Elbette görebilen gözler için. Kör gözlerin bile görebilme olanağı olduğunu söylersek, abartmış olmayız. Ama sağır yüreklerin, aklı bulanıklaşmış olanların görme şansı yok.

Bu yazı, 31 Mart seçimlerinden önce kaleme alınıyor. Sizlere, seçimlerden sonra ulaşacaktır. Bu nedenle, 31 Mart seçim sonuçlarından tamamen bağımsız olarak okumanızı öneririz.

Ekonomik kriz, hayatın gerçeği olarak sahaya inince, tüm pembe tablolar, “büyüdük”, “ihracatı patlattık”, “en büyük güç biziz” vb. balonları yerini gerçeğe bırakmaya başladı.

***

Önemli bir hamle, bizzat Muktedir’den geldi. Krize karşı tanzim satış noktaları, çadırları vb. organize ettiler. Neo-liberalizmin savunucuları, efendileri izin verse, Londra, NewYork’taki parababaları izin verse, özelleştirmelere karşı kampanya başlatacaklar.

Tanzim satış hamlesi, başlangıçta Saray Rejimi’ne hoş göründü. Ama zaman ilerledi ve kuyrukta bekleyenler, soğuk ve yorgunlukla birleşmiş hâlde, düşünmeye başladılar.

Halife Efendimiz, Sultanımız, kısacası Muktedir, adına “varlık kuyruğu” dedi.

Ama adına varlık kuyruğu dendi diye, tanzim satışlara gidenlere altın dağıtılmadı, kredi verilmedi. Adına varlık kuyruğu dendi diye, kuyruktakiler sevinç naraları atmadı. Adına varlık kuyruğu dendi diye, Saray eşrafı, kuyruğa girmedi, Saray’ın gözdesi rantçı inşaat firmaları sülale boyu tanzim kuyruğuna dizilmedi. Rantçılar, yağmacılar, savaş tutuşturucuları, çeteler vb. varlık kuyruğunda boy göstermedi.

Adına varlık kuyruğu denilen yerde, işçi ve emekçiler, emekliler, kadınlar, fakirler beklediler. Ellerine çürümüş domatesleri, atılacak patatesleri alıp evlerine koyuldular.

Ve tanzim kuyrukları, ekonomik kriz denilen şeyin ne kadar gerçek olduğunu bu kuyrukta olan olmayan herkese hissettirdi.

***

İkinci hamle, bu birinci hamle ile bağlantılı olarak geldi. Erdoğan, kudretinden sual olunmaz bir eda ile, soğan, sivri biber, domates ve patlıcanı terörist ilan etti.

Böylece, organik sebze kavramından sonra, günlük hayatımıza terörist sebzeler de girdi.

Ve bu da, “terörist” sözünü kime söylerlerse söylesinler, artık bir anlam ifade etmediğini ortaya koymaya başladı.

Ankara Garı’nı bombalayan, insanların Suriye ve Irak’ta boğazını kesen IŞİD çeteleri “kızgın çocuklar” olurken, sivri biber, terörist ilan edildi. Siz hangisine yakın olmak istersiniz; sivri bibere elbette.

HDP terör örgütü, HDP’ye oy verenler vatan haini vb. ilan edildi. Demek, sivri biber yiyorlar, demek domates seviyorlar, demek patlıcan bulunca seviniyorlar, demek patatesten yana gönülleri var. İşte size “terörist”in yeni tarifi.

***

“Ekonomik kriz yok”, “doların başını çekiçle ezdik”, “dolar alanlar çok beklersiniz” diyen, ağzı ile vücut hareketleri arasında eşgüdümü sağlayamayan Hazine Bakanımız Damat, bizzat kendi ağzından krizi itiraf eder duruma düştü. Sadece o mu? Binali, İstanbul’a zorla başkan adayı olmuş olduğundan olacak, “seçimleri kazanırsam krizi bitireceğim” dedi. Sanki Erdoğan’ın yerine o geçecek, sanki, kendi partisi iktidar değilmiş gibi, sanki Saray Rejimi diye bir şey yokmuş gibi.

31 Mart seçimleri süreci nasıl sonuçlanacak bilmiyoruz, ama kesin olan Muktedir ile Damat ve Binali arasında, seçimden sonra epeyce bir gerilim olacak. Erdoğan, “tamam ama bu kadar da demedik” diyecektir. Hele Binali seçimleri kaybederse, troller, onu Erdoğan’a bile bırakmayacak. Zaten kazanırsa, emaneti Bilal’e devrecek deniliyor. Yani Binali’nin işi zor. Bir de “uluslararası sermaye” var. Yani Erdoğan’ın efendileri, bu kez başka tarzda konuşmaya başlayacaklar, bu kadar zamana oynamak yeter diyecekler.

***

AK Parti için canla başla çalışanlar, bazı illerde işçi alımı yaparak, AK Parti’ye oy toplamak istediler. Başvuranlar fazla olunca, salonları dolduran kalabalığın içinden “kura” çektiler. Sandıkların nasıl sayıldığını bilenler, “kura”nın nasıl olduğunu da anladılar. Böylece iki şey birden ortaya çıktı, hem çok sayıda işsiz olduğunu bizzat sokakta gösterdiler, hem de “kura” taktiklerinin Fethullahçı taktiklerinden kopyalandığını göstermiş oldular.

İşte görmek isteyen göz için değil, kör olan göz için de birkaç gerçek.

***

Kriz yok diyen Saray Rejimi, Merkez Bankası’nın yıllık toplantısını 18 Nisan’dan, Ocak ayına taşıdı. Böylece elde edilen para, “yağma-rant-savaş ekonomisi”ni beslemek, ayakta tutmak için kullanıldı.

Ve nihayet, 15 Mart’ta, bazı memurlarının maaşlarını ödemeyen bir devlet ortaya çıkmaya başladı. Nasılsa 31 Mart’a kadar bu durum çok açık hâle gelmez diye düşünüyorlar.

Dahası var, acaba kaç şirket battı ama 31 Mart öncesi ilan edilsin istemiyorlar? Önemli firmaların isimleri piyasada dolaşıyor.

Belli ki, THY’nin özelleştirilmesi yetmemiştir. THY, özelleştirme yok diye açıklama yapıyor. Demek oluyor ki var. 31 Mart sonrasına bırakılıyor.

***

Saray Rejimi, varlık işine pek takmıştır. Aslında İslam dininde en büyük varlığın mülk olmadığı biliniyor. Varlık sahibi olmak pek de muteber değildir. Zenginlik ve dinî anlamda “ilim”, çok da birbiri ile bağdaşmaz. Ama ne var ki, Saray Rejimi, “itibardan tasarruf olmaz” felsefesi ile çalışmaktadır.

Saraylar, yeni sarayları beraberinde getirmekte, odaların içlerine sonradan görmelik misali varak kaplı eşyalar doldurulmakta, zenginlik ve ihtişam sergilenmektedir.

Ama bu kadar da değil.

Varlık yok iken, varlık fonu kurma başarısı da bu “cinali” grubuna aittir.

TC Varlık Fonu kurulmuş, başında önceleri Jöleli’ye, kendisi bir çeşit varlık olduğundan olsa gerek ve ardından ise doğrudan Erdoğan’a bağlanmıştır.

Normalde, ekonomik dengeleri cari fazla veren, çok parası biriken ve bunları öylesine tutmaktansa, değerlendirmek isteyen ülkelerin varlık fonları oluyor. Mesela Japonya, mesela Katar vb. gibi. Bu varlık fonları, para kazanacakları yatırımlara yöneliyor vb. Türkiye’de ise, ortada bir fazla değil, açık var, borç var ama varlık fonu var. Bu nedenle bu bir “cinali” fikridir, eğer Binali fikri değil ise. Binali fikirleri daha çok gemi işlerine çalışmaktadır. Ama bu tam bir “cinali” fikridir.

Varlık fonu, aslında borç para bulabilmek, hazine garantileri ile kredibilitesi son noktaya gelmiş olan devletin borçlanması sürecini yeniden açabilmek için organize edildi. Ama borç para veren, kredi veren uluslararası sermaye şirketleri, Hazine garantisinin bu varlık fonu şirketlerinin yeni konumlandırılması ile anlamsız olduğunu görmekte gecikmezler. Bu durumda, alacaklarını almak için McKinsey gibi kuruluşları devreye sokarlar.

Saray Rejimi de hemen, 9 Mart 2019 tarihinde, bir yasa çıkartarak, “varlık fonu”ndaki şirketlerin satılabilmesinin yolunu açarlar.

İşte size yeni özelleştirme mantığı: Rehin ver.

Sakarya tank fabrikasını Katar’a sattıkları ortaya çıkınca, dediler ki, hayır satmadık, 25 yıllığına kiraladık. İyi ama siz bu hikâyeyi bir de, Erdoğan yerine, Ethem Sancak’tan dinleyin. Kendisini Şems, Erdoğan’ı Mevlana ilan eden Ethem Sancak, Erdoğan’la olan konuşmalarını tek tek açıklamıştır.

Varlık fonu diyor ki, satış diye bir planımız yok.

Ne zamana kadar?

Madem yok, bu yasa neden çıktı?

İster misiniz, çay fabrikalarını mesela satmış olsunlar?

***

Ya Boğazlar ile ilgili yeni yasal düzenlemeleri duydunuz mu? Yerli ve milli anlayış, tank fabrikasını özelleştirirken, Katar ile olan ilişkileri açığa vurmuş oluyor. Anlayana elbette.

Ama Boğazlar ile ilgili, özelleştirme düzenlemesi oldukça ilgi çekicidir.

Boğazlardan geçen gemilere, çekme ve kılavuzluk hizmetleri satılır. Bunu devletin sahil koruma birimi ya da onun içinde bir birim yapar. Yani, bu bir devlet işidir.

Şimdi, yeni bir yasa çıkmıştır. 31 Mart seçimlerinden önce çıkan yasa, bu hizmetlerin, tüm çalışanları TC vatandaşı olması koşulu ile, yabancı şirketlerce de sağlanabileceği, bu anlamda özelleştirmeye yabancı şirketlerin de girebileceği yolundadır.

İşte size yerli ve milli.

Boğazların bu yeni yasal düzenlemesi, gerçekte “Kanal İstanbul” projesi ile de bağlıdır. Acaba, Saray Rejimi’nin yağmacı-rantçı müteahhitleri, bu işten nasıl faydalanacaktır? Onları kurtarmanın yolu bu mudur?

Neden bu yasa, seçim çalışmaları bu denli savaş havasında sürerken çıkarılmaktadır, yoksa, bu yabancı şirketler ABD, İsrail ve İngiltere menşeli mi olacaktır?

Acaba, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduktan sonra Binali, Hollanda’da bir şirket kurup, bu işi almak koşulu ile, Başkanlığı Bilal oğlana mı devredecektir? Soru işte, insanın aklına geliyor.

Tüm bu “elma şekeri”nden Bahçeli ne alacaktır?

***

Saray Rejimi, ilginç “kontr-gerilla” uygulamalarını da devreye sokmuştur.

Soylu, “seçilmek yetmez, seçilseniz de görev yapamazsınız” diyor.

Erdoğan, istemediğimiz bir adam seçilirse “kayyum” atarız diyor.

Ülkenin başında zaten gasp edilmiş bir iktidarı elinde tutanlar var. Kendilerini kayyum olarak acaba kim atadı?

Yetmiyor: Antalya’da, altında HDP, CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi imzası bulunan bildiriler dağıtıyorlar. Yani, sözümonu bu dört parti birlikte bildiri basmış ve ayaklanma çağrısı yapıyorlar. Bildiriyi AK Parti kadroları, çeteler vb. basıyor ve dağıtıyor.

Karartma, kontr-gerilla metotlarının açık ifadesidir.

Ne güzel, siz muhalif misiniz, bildirinizi de biz basarız, diyorlar.

Tüm bunlar, yağma ekonomisini, rant ekonomisini, savaş ekonomisini çıplak olarak göstermektedir. Krizin nedeni bu rant, yağma ve savaş ekonomisidir. Rant, yağma ve savaş ekonomisi ile kârlarına kâr katanlardır. Ülkeyi lokma lokma yutmaya çalışanlardır.

Bu rant, yağma ve savaş ekonomisi, kendini ancak Saray Rejimi ile ayakta tutabilir. Saray Rejimi’nin ana dayanağı budur.

Saray Rejimi’nin, milliyetçiliği, ırkçılığı, dini azgınca kullanması, bu rant, yağma ve savaş ekonomisini ayakta tutmanın zorunlu koşuludur. Yalan makinaları, bunun uzantısıdır.

Seçim süreci, tüm bunları göstermiştir.

Korkuyorlar, cennetlerini kaybetmekten korkuyorlar. Rant, yağma ve savaş ekonomisinin sürmemesi durumundan korkuyorlar. Halktan, işçi ve emekçilerden, işsizlerden, kadınlardan, gençlerden korkuyorlar. Halkı, halkları kendilerine düşman görüyorlar. Bu nedenle bu kadar azgınca saldırıyorlar. Bu nedenle seçim meydanlarında “insaf be” diyenleri tutuklatıyor, “işim yok” diyen kadınlara hakaret ediyor, kendi düşündüklerini söylemeyen sanatçıları tehdit ediyorlar.

Korkuyorlar.

31 Mart seçim süreci bunu göstermiştir.

Din adamı olsak, “inşallah korktukları başlarına gelir” derdik.

Devrimciyiz ve “korkularınızı gerçeğe çevireceğiz” diyoruz.

Direniş Kazandırır, Örgüt Özgürleştirir!

Yerel seçimler, baskı ve şiddetin kol gezdiği bir genel seçim havasında gerçekleşti. Saray rejimi, tüm gücü ve olanaklarıyla her türlü hileyi devreye soktu. Ama buna rağmen, sandığa yansıyan sonuçların bir bölümünü manipüle edebildi. Tüm hilelerine rağmen, istedikleri sonuçları elde edemediler. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere bir çok büyükşehiri kaybettiler. Baskının, şiddetin ve hilenin olmadığı bir seçimde kaybettiklerinin çok daha net bir şekilde açığa çıkacağı ortadadır.

Bugün ABD, AB ve uluslararası finans kuruluşları Gezi’den, 7 Haziran’dan bugüne artarak devam eden öfkenin sandığa yansımasına bu kadar izin vermiştir. Gerçek oy oranları açıklananın da altındadır.

Büyükşehirleri kaybeden AK Parti, şimdi bir pazarlık sürecindedir. Pazarlık rantın yeni düzenlemede nasıl paylaşılacağı ile ilgilidir. Pazarlık Cumhur ittifakı ve Millet ittifakı ile birlikte Saray Rejimini oluşturan çetelerin yeni düzenlemede keselerini nasıl dolduracakları ile ilgilidir. Pazarlık Suriye’de ABD emriyle hangi operasyonlara dahil olunacağı ile ilgilidir; pazarlık emekçilerin vergilerinin S-400’lere mi Patriot’lara mı aktarılacağı ile ilgilidir. Pazarlık 450 miyar doları bulan dış borcun hızla geri ödenmesi için nasıl yöntemlerle işçilerin kazanılmış haklarına saldırılacağı, IMF gibi kurumlara ülkenin nasıl satılacağı ile ilgilidir.

Erdoğan’ın balkon konuşması bu pazarlığın teminatıdır. Ekonomide yapısal reformlar dediği kıdem tazminatların yok edilmesi, zorunlu BES uygulaması, işçi ve emekçileri daha büyük bir yoksullağa mahkum edecek IMF politikalarının uygulanmasıdır. Balkondaki diğer konu ise Suriye savaşıdır. Ortadoğu’da ABD’nin emireri olacağının mesajını vermiştir. Beka meselesi anlaşılmıştır diyerek Kürt halkına karşı savaşın derinleşerek devam edeceğini ilan etmiştir.

Onların anlaştıkları halkara zulüm, işçilere daha fazla açlık, aşağılanma, sefalet, kadınları her türlü saldırı ile sindirmek, yok saymak, öğrencilere jop, akdademisyene, aydına cezaevidir.

Tüm bunlara rağmen, Saray Rejimi, AK Parti geriletilmiştir. Bu sonuçların gerisinde, işçi-emekçilerin, halkların, öğrencilerin, kadınların, yıllara yayılan direnişinin etkisi de vardır.

Çünkü biz varız! Geziciler var ve umut biziz!

Biz bu ülkenin işçileri, gençleri, kadınları, akademisyenleri, aydınları, halkları bu ülkenin gerçek sahipleri burdayız ve direnmeye devam ediyoruz.

Biz binlerce işçiyiz, Flormarız, Cargilliz, fabrika önlerinde, iş yerlerindeyiz, sokaklardayız. Direniyoruz!

Biz onbinlerce kadınız, yasaları, polisleri, erkek egemen zihniyetleri her saldırdığında yaşam hakkımız için özgürlüğümüz için sokaklardayız. Direniyoruz!

Biz üniversitelerimizi, liselerimizi karakollara, akademik içeriği çöplüğe çevirseler de kampüs kampüs isyanı örmeye devam ediyoruz. Direniyoruz!

Biz halklarız, dilimizi, kültürümüzü, kimliğimizi yaşatmak için sokaklardayız, yüzbinlerle Newroz’lardayız. Direniyoruz!

Biz “Bu suça ortak olmayacağız!” diyen binlerce akademisyeniz, KHK’lerle ihraç etseniz de boyun eğmedik. Direniyoruz!

Biliyoruz direniş kazandırıyor, ancak kalıcı kazanımlar için örgütlülüklerimizin geliştirilmesi gerekiyor.

Açıktır, düşmanlarımız saf tutmuştur. Biz de, işçileri, öğrencileri, kadınları, halkları örgütlü mücadelede saf tutmaya, saflarımıza çağırıyoruz.

1 Mayıs 2019 direnişlerin birleştiği, özgürlük umudunun büyüdüğü bir gün olmalıdır.

1 Mayıs tüm bu aşağılanmaya, sefalete, yoksulluğa karşı işçiler olarak, kendi geleceğimiz için sahneye çıkma günüdür!

1 Mayıs susmayan, korkmayan, itaat etmeyen kadınların özgürlükleri için sahneye çıkma günüdür!

1 Mayıs kuşatılmış , içi boşaltılmış okullarını geri almak isteyen öğrencilerin hayalleri için sahneye çıkma günüdür!

1 Mayıs emperyalist savaş, yağma ve ranta karşı adalet, özgürlük ve halkların kardeşliği için sahneye çıkma günüdür!

1 Mayıs özgür bir Anadolu’da, adil ve onurlu bir yaşama sahip çıkmak ve onu yaratmak için sahneye çıkma günüdür!

Direniş kazandırır, Örgüt Özgürleştirir!

Kaldıraç’la 1 Mayıs’a!

ABD’nin saldırgan politikası ancak dünya işçi sınıfının direnişi ile durdurulabilir

Trump dönemi, ABD’nin ilginç bir dönemi anlamına geliyor. Birçokları için Trump, gerçekte problemli bir başkan. Bunu, onun kişiliği ile de bağlantılı olarak ele alanlar var. Ve elbette bir yandan da Trump’ın seçilmesini, Rusya’nın müdahalelerle sağladığı teorileri de. “Teori” deyip geçmeyin, bu konuda bir mahkeme süreci bile var.

Ama öte yandan, biz biliyoruz ki, Trump, yumurtadan çıkıp birdenbire başkan olmadı. Kuşku yok ki, ABD devletinin gerçek sahipleri, Trump’ın seçilmesini belli nedenlerle “uygun” buldular.

Trump, aslında, ABD’nin istediği “ekonomik savaşı”, kazasız geçirmek için uygun bir geçiş dönemi “adam”ına benziyor. Öyle ya, normal şartlarda neo-liberal politikalarla dünya çapında özelleştirmeler, devletin küçülmesi, gümrük duvarlarının yok edilmesi gibi konularda var olan Batı dünyasının “ortak kabulleri”ni, ABD’nin kendini toplaması adına, geçici bir süre rafa kaldıralım teklifi, “normal” kabul edilecek bir başkan ile gündeme sokulabilir miydi?

Yani, Trump, aslında bu politikanın, ABD çıkarlarına hizmet edecek tarzda uygulanması için özel bir iş görmektedir.

Diğer emperyalist güçler, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, ABD’nin bu yeni politikasını “Trump’ın gelgitleri”, “Trump’ın saçmalıkları” olarak ele alabilmektedirler. Böylece, ABD, bir milim olsun yol almak istiyor.

Burada önemli olan ABD’nin ne kadar planlı bir yol aldığı, alabildiği değildir, önemli olan ABD’nin çöküş ya da dünya kapitalist sisteminin liderliğinden düşüş sürecini frenlemek, az zararla idare etmektir. Ölçü budur. Ve bu açıdan, Trump işe yaramaktadır, diyebiliriz.

Trump’ın “tweet”lerle idare ettiği devlet çarkı, gerçekte, hem sistemin tüm dünyadaki çürümesini gösteriyor, hem de aynı hızla politikaların bir başka tweet ile değişmesine olanak tanıyor. Böylece Trump bir yandan dediğini demiş oluyor, diğer yandan da bunun hemen değişmesi olası duruyor.

Bir bakıyorsunuz Trump, Suriye’den çekiliyoruz, diyor, bir bakıyorsunuz ki, bunun tam tersi yapılıyor. Elbette buna inananlar ile inanmayanlar arasında, oyunu doğru anlama konusunda epeyce farklılık oluşuyor.

Trump kimin adamı, acaba Rusların adamı mı, gibi tuhaf sorulara gerek bile yok. Elbette Trump, tıpkı Obama gibi Amerikan sermayesinin adamıdır. Obama, “dünya imparatorluğu” hayallerine ulaşamayan ABD’nin bir geri çekiliş planı idi. Ve Obama dönemi, aynı zamanda IŞİD denilen örgütlenmenin ve elbette bunun gibi örgütlenmelerin ortaya çıktığı dönemdir de. Nobel Barış Ödülünü almış olan Obama, Clinton ile birlikte kanlı IŞİD organizasyonunun bizzat kurucularıdır.

Trump, bu geri çekilme ve güçleri yeniden organize etme dönemi diye adlandırılacak olan Obama döneminin, ekonomik alanda devamıdır. ABD, ekonomik olarak toparlanıp, bir noktaya geldiğinde, bu politika bitecek ve kolaylıkla Trump bir “deli” adam olarak tüm olayların sorumlusu ilan edilebilecektir.

Trump döneminde ABD’nin saldırganlığı artmıştır.

Ticaret savaşları, çok açık bir hâle gelmiş ve şiddetle sürmektedir. Çin başta olmak üzere Rusya da bu ticaret savaşının hedefindedir. Bu ticaret savaşı, AB ile ABD arasında da vardır. O kadar ileri boyutlara gelmiştir ki, şirketlerin CEO’ları tutuklanmaktadır. Huawei adlı Çin iletişim şirketinin CEO’su Kanada tarafından ABD isteği ile alıkonulmuştur. ABD sadece gümrük duvarlarını yükseltmiyor, aynı zamanda, şirketlere karşı devlet gücü ile açık operasyonlara yöneliyor. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” liberalizmini geliştirirken ABD, birdenbire durdurunuz sloganlarını atmaya başladı.

Aynı Trump dönemi, Meksika sınırına duvar yapılması dönemidir de. Bu duvar, Meksika’dan gelecek göçmenleri önlemek için yapılmıyor. Bu duvar, Teksas’ın ayrılıp kopmasını, ABD’nin dağılmasını önlemek için yapılıyor.

ABD ekonomisi, daha çok militaristleşmiş bir ekonomidir. Savaş sanayii, bu açıdan çok önemlidir ve dünyanın herhangi bir yerinde gerginlik üretip silâh satmak bu ekonomi için her zaman en uygun çalışma tarzıdır. Biz, Yunanistan ve Türkiye gerilimi nedeni ile bunu, geçmişte de çok yakından biliriz. İkisi de NATO üyesi olan Türkiye ve Yunanistan, akıl almaz bir silâh rekabeti ile silâhlanmışlardır. Büyük bir tiyatrodur bu ve aslında pazarlama faaliyetidir. Silâh tekellerinin pazarlama faaliyeti, “dış politika”, “strateji”, “taktik” vb. adlarla ülkelerin kendi kamuoylarına yutturulmaktadır.

Ama bugün, işin başka bir boyutu daha var.

ABD, dünya liderliği, “tek kutuplu dünya”, “dünya imparatorluğu” gibi sloganlarla, SSCB çözüldükten sonra, dünyanın tek hakimi olmayı aklına koydu ve bunu da ilan etti. Ama işler öyle gitmedi.

Diğer emperyalist güçler, dünyanın yeniden paylaşılması için ekonomik güçlerini sahaya soktukça, ABD avantajlı olduğu askerî gücünü öne çıkardı. Özellikle Japonya ve Almanya karşısında askerî üstünlüğünü kullanarak, ekonomik risklerini durdurmaya yöneldi.

Evet ama, ekonomik avantaja sahip ülkeler, adım adım bu süreci zorlamaya başladılar. ABD, bu durumda değişen “düşman” bulma taktikleri ile gücünü tutmaya çalıştı. Önceleri, El Kaide ile, İslamî terör ile vb. Batı medeniyet ve yaşam tarzını korumak adına, Batı üzerindeki kontrolü için bahaneler yarattı. Etkili olmadığı söylenemez. Ama bu etkinin sınırlı olduğu ve dünya liderliğini garanti altına almadığı da açık.

ABD, Afganistan, Irak, Libya saldırılarından sonra, Ortadoğu’ya daha açık bir tarzda yönelmek üzere Suriye savaşını tezgâhladı. Bu kez ise, Çin ve Rusya devreye girdi.

ABD, tereddüt etmeden, Trump döneminde, Rusya ve Çin’i açıkça düşman ilan eden politika metinleri sundu.

Bununla kalmadı. Ukrayna operasyonu ile Batı Avrupa’yı, en çok da Almanya’yı kendi politik çizgisine çekmeye çalıştı. Belki Volkswagen ve Deutsche Bank gibi devlere karşı cezalar uygulamaya koyan ekonomik savaş devreye sokulmamış olsa idi, Ukrayna daha da etkili olabilirdi.

Böylece, ABD, Suriye savaşı sürerken, Rusya’yı durdurmak için bir Ukrayna sorununu Batı ile birlikte devreye soktu. İki alanda birden gerginlik politikası, savaş devreye sokulmuş oldu.

Ve 2019 yılının daha ilk günlerinde, üç alanda daha etkin olacağını göstermeye başladı.

Venezuela’ya karşı açık bir darbe organizasyonunu ilan etti.

Yetmedi, Çin’in açıklarına savaş gemilerini dayadı.

Çin ile ticari savaşı tırmandırırken, savaş gemileri ile de devreye girmeye çalışıyor. Çin ile ekonomik savaşı, şirket yöneticilerinin tutuklanması taktikleri ile bir üst aşamaya taşıdı.

Ekonomik ambargolarla, İran, Rusya, Çin, Venezuela, Hindistan’a karşı uygulamalar yapmaya başladı. Bu ambargolar, Batılı dev şirketlerin de katılımı için büyük baskıları devreye soktu. Fransız veya Alman veya İtalyan şirketleri, bu ambargo politikalarına uymaya zorlandı, zorlanıyor.

Ve savaşı tırmandırma politikasına, şimdi de Hindistan’a karşı Pakistan güçlerinin provokasyonlarını tertipleyerek, yeni alanlar ekliyor.

Suriye’den IŞİD çetelerinin bir bölümü, bu bölgelere taşınıyor. Bir yandan Venezuela’ya karşı Kolombiya topraklarını “Pakistanlaştırırken”, diğer yandan Hindistan ve Çin’e karşı Keşmir’e IŞİD çetelerini taşıyor.

Böylece yerkürenin hemen her bölgesinde savaş ve gerginlik tırmandırılıyor.

Kendi topraklarında hiç savaş görmemiş olan ABD, savaşı dünyanın her yerinde tutuşturarak, çok cepheli bir saldırganlık organize ediyor.

Tüm bunları yaparken ise, ABD’de, “saçmalıkları ile ünlü” bir Başkan var. Bu Başkan, olası her türlü aksiliğin günah keçisi olmaya hazır tutulmaktadır. “Amerika first” politikası, büyük oranda Trump’ın “kendisini ABD çıkarları için feda etmesi” anlamına gelmeye açık bir slogandır, hem de bizzat kendi ağzından.

Pakistan’ın Hindistan’a saldırısı, ABD’nin Çin ve Rusya’ya dönük bir yeni saldırısı olarak görülmelidir. Zira, Rusya ve Çin hattına yakın durma iradesi koyan Hindistan, bu üçlü içinde en zayıfı olarak görülmektedir.

Böylece, fiilî olarak dört alanda, saldırgan bir politika, “ticaret savaşları”na eşlik etmektedir: Suriye savaşı, Venezuela, Ukrayna, Pakistan-Hindistan. Bu dört alana ek olarak, Çin açıklarında deniz gücü yığılmakta, bu yolla bu bölgede daha kapsamlı bir çatışma için hazırlıklar yapılmaktadır.

Dünya savaşı ya da dünyanın yeniden bölüşümü için üçüncü dünya savaşı tehdit olarak öne çıkmaktadır.

Dünyanın her alanında, gerginlikle birlikte gericileşme, dinin öne çıkarılması, yeni çatışma alanlarının organizasyonu ve tüm bunlara uygun çeteleşmiş devlet yapıları oluşmaktadır. Sanki, tüm kapitalist-emperyalist sistem, içinde debelendiği krizini, bu yolla aşmak için her yandan bir savaşı beslemektedir.

Suriye savaşının uzatılması taktiği de bunun bir parçasıdır. ABD, çekileceğim dediği Suriye sahasına, başka güçleri de çekmeye çalışmaktadır. TC devleti, en başından beri, açık bir ABD tetikçisi olarak görev aldığı bu savaşı, bitirmemek için, elinden geleni yapmaktadır. İdlib sürecinin bu denli uzaması başka türlü açıklanamaz. Türkiye, işgalci olarak yer aldığı Suriye topraklarında, iş tuttuğu çetelerle daha da fazla iç içe geçen bir yol izler durumdadır. Bu yolla, ABD’nin dünyanın diğer bölgelerinde geliştirdiği çatışma politikalarına açık destek vermektedir.

Suriye’de bir yandan ABD adına davranırken, diğer yandan zorunlu olarak Rusya ve İran ile geliştirmek zorunda kaldığı ilişkileri de bu amaçla kullanmaktadır.

Bu çatışma politikası, ABD’nin daha ileri adımlar atmasını, başka yerlerde yeni çatışmalar devreye sokmasını, var olan çatışmaları derinleştirmesini işaret etmektedir. Bu sürecin ABD’nin gerileyişini ne kadar etkileyeceğini bilmek mümkün değildir. Ama ABD bu yola girmiş durumdadır ve bundan da kolaylıkla vazgeçmeyeceği açıktır.

Tüm bu saldırganlığın, dünyanın emperyalist metropoller de dahil her ülkesinde, halkların, işçi sınıfının sahneye çıkması ile önlenebileceğini görmek gerekiyor. Yoksa bunu bir başka güç önleyemeyecektir.

Dünyanın her ülkesinde işçiler ve emekçiler, bu paylaşım savaşımında kendi hükümetlerini destelemek gibi bir yanlışa düşerlerse, bunun yol açacağı yıkım, tarihten ders alabilen herkes için açıktır. Dünyanın her yerinde halkların, bu savaşa, bu paylaşım savaşımına karşı, en başta kendi hükümetlerinin politikalarının karşısına dikilmesi gerekir.

Bunun olanakları da gelişmektedir. Dünyanın her yerinde, bu savaş ve saldırganlık politikalarından duyulan endişe artmaktadır. Elbette, bu emperyalist savaşa karşı, dünya işçi sınıfının enternasyonalist bir örgütlenmesi yoktur. Bunun şu an oldukça uzağında gibiyiz. Böylesi bir örgütlenme, her ülkedeki direnişin gelişimine bağlı olarak gelişebilir. Bunun potansiyeli vardır. Uzak, doğru bir yol bulunduğunda hızla yakın hâle gelebilir.

Saray Rejimi ve aydınlar

Son yıllarda, Saray Rejimi, toplumu sindirme, bastırma politikaları ile ayakta duruyor. TC devleti, tüm tarihi boyunca, şiddeti, baskıyı hep ileri düzeyde kullanmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca, “olağanüstü hâl”, neredeyse olağan durum olmuştur. Savaş yıllarını bir yana bırakırsak, 96 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca, sürekli “olağanüstü” haller ile ülke yönetilmiştir. Sürekli “iç savaş” korkusu, sürekli “komünizm korkusu” pompalanmıştır. Baskı ve şiddet sürekli halkı, işçi ve emekçileri yönetmenin ana yöntemi olmuştur.

İdeoloji de elbette devrede olmuştur. İdeolojik olarak milliyetçilik, Türkçülük ve din, bunların şu ya da bu düzeyde karışımı kullanılmıştır.

TC devleti, en başından beri, üzerinde kurulduğu temelleri ayakta tutmaya çalıştı. Bunlardan biri, anti-komünizmdir. Bu anti-komünizm, “sınıfsız imtiyazsız bir toplum” tarifinin de temelidir. Üstelik öyle yerli-milli falan da değildir. Bu anti-komünizm, Ekim Devrimi’ne karşı “ileri bir karakol” olarak emperyalist güçlerin hizmetinde olmak ile bağlantılıdır. Sınıfsız ve imtiyazsız toplum olmak, gerçekte, imtiyazlı zenginler ve bürokrasiyi düşününce, açık olarak, işçi sınıfının inkârı anlamına gelmektedir. Elbette, TC devleti, burjuvalar ve onların emperyalist efendileri, işçi sınıfını bir ekonomik varlık olarak görüyor ve biliyorlardı. Ama onun adı, onun sınıf olduğu gerçeği ortaya çıkmamalı idi. Bu nedenle, çok uzun bir süre, Nazi artığı yasalarla, işçi ve emekçilerin her türlü arayışını bastırmanın yollarını aradılar. Yine aynı nedenlerle, bir yandan halifelik kaldırılıp laiklik ilan edilirken, diğer yandan dinin devlet eli ile halkı uyutmak için, komünizme karşı zehir olarak, bir yönetim aracı olarak kullanılması devreye sokuldu. TC devleti, tarihinin hiçbir döneminde gerçek anlamı ile laik olmamıştır. Dahası, bu halkı kendine düşman görme durumu, ülkemizdeki katliamların da temelidir. TC devleti, en başından, “devlete bir millet yaratma” politikası ile gittiği için, bu topraklardaki tüm halkları, kendine potansiyel düşman olarak görmüştür. Sadece işçileri, sadece Rumları, sadece Ermenileri değil, Türkleri, Kürtleri, Lazları vb. de kendine potansiyel düşman olarak görmüştür. Halk ve devlet, iki uç olarak şekillenmiştir. Halkın potansiyel tehdit olarak görülmesi, şiddetin ölçüsünü hem artırmıştır, hem de sürekli “olağanüstü hâl” denilen uygulamaların temeli olmuştur. TC devleti, bağımlı bir ülke olarak yolunu seçmiştir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğulması, Ermeni ve Rum katliamları, Çerkes Ethem ve yoldaşlarının tasfiyesi, Takrir-i Sükûn yasası, aslında burjuvazinin, emperyalizme bağlılığının da ifadeleridir. Ekim Devrimi’ne sınır olan ve halkların mozaiği olan bir ülkede, Ekim Devrimi rüzgârını durdurmak için, hem halklara hem de komünistlere karşı azgınca saldırılar devreye konuldu. TC devleti, bu nedenle, kendini, komünizme karşı, bir “ileri karakol” olarak gören emperyalist efendilerinin her zaman hizmetinde olmuştur. İşte halkı “düşman” olarak görmenin temelleri burada yatmaktadır.

İkincisi, TC devletinin üzerinde kurulu olduğu ikinci temel, emperyalizme bağımlı, bir sömürge olmaktır. Her katliamlarının, her sıradan ekonomik kararlarının, her eğitim politikalarının vb. ardında emperyalist efendilerden gelen emirler vardır. Bunun dışına çıkıldığı da olmuştur, ama mutlaka kısa sürmüş, buna yönelenler de tasfiye edilmiştir. Yani, TC devleti, her zaman bir sömürge devlet, her zaman emperyalist kampa dahil bir güç, her zaman bir tetikçi olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Kore’ye asker göndererek, NATO’ya girebilme olanağı elde etme, gerçekte, ülkeye, burjuva anlamda da ihanettir. Bunun gibi, her adımda TC devleti, sürekli emperyalist efendilerinin emirlerini yerine getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile, ABD hegemonyasının netleştiği dönem arasında, bir miktar “bağımsız” hareket edebilme olanağı elde etmiş olabilir. Ama 1965 sonrasında, bu tam bir ABD emireri olmaya dönüşmüştür. Türkiye, bugüne kadar, “ortaklaşa sömürge” olarak, bu 1950-60’larda formatlanmıştır; ekonomik olarak Avrupa’ya bağlı, siyasal olarak NATO vb. kanallar da içinde, doğrudan ABD’ye bağlı bir “ortaklaşa sömürge”.

Bu iki kuruluş temeli doğru anlaşılmadan, genel olarak devlet (yani her ülkede var olduğu gibi, kapitalist sistem içinde var olan devlet gibi, bir sınıfın diğer sınıfları baskı altında tutma aygıtı olarak devlet, burjuvazinin egemenlik aracı, burjuvazinin ortak örgütü olarak devlet) anlaşılmış olsa da, TC devleti doğru anlaşılamaz. Devlet denilen şeyi, genel olarak anlamak yeterli olmaz, somut olarak, tarihi ile, dokusu ile vb. anlamak esastır. Elbette, devlet denilen şeyin teorik bilgisi olmadan, somut olarak devleti, tarih ve coğrafya içinde, sınıf savaşları içinde kavramak da mümkün değildir.

Her şeyin bir tarihi vardır. Tarih, bizim ilkokullardan beri sevmemeyi öğrendiğimiz tarih, gerçekte bilimdir. Ve tarih bilimi, en çok ama en çok geleceğin sahibi olan işçi ve emekçilere, gençlere, mücadele edenlere lazımdır. Devletleri de Marx-Engels-Lenin’in ortaya koyduğu teori ile “genel” olarak ele almak yeterli değildir. Onlar, elbette işin teorisini ortaya koymuşlardır ve devlet de budur. Ama her devletin, sınıf savaşımı tarihi içinde şekillendiğini unutmamak lazım.

Tarih bilgisi olmadan, tarih bilimi olmadan, TC devletini ve bugün bizim adına Tekelci Polis Devleti dediğimiz yapılanmayı ve yine daha yakın dönemde ülkemizde adına “Saray Rejimi” demekte ısrar ettiğimiz şekillenmeyi anlamak mümkün değildir.

Görüldüğü gibi, “aydın” üzerine tartışmadan önce, devleti ve sayfa sınırlarımız içinde tarihi ile birlikte kısaca özetlemek zorunda kalıyoruz (Detaylı tartışma için, bakınız; “Tekelci Polis Devleti” ve ayrıca “Anadolu, Tarih ve Devrim” çalışmalarımıza bakabilirsiniz. Her ikisi de Kaldıraç yayınlarınca basılmıştır).

Sınıflı toplumların tarihi, büyük ölçüde sınıf savaşları tarihidir. Bu doğrudur. Bu sınıf savaşları tarihi ise, düz bir çizgi izlemez. Karmaşıktır. Hem gelişimi öyledir, hem de iki karşıt sınıf arasındaki, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki “yalıtık” bir savaş değildir. Toplumun tüm sınıf ve katmanlarını içine alır. İçine girmek istemeyeni bile.

Bir bakmışsınız, bir işçi, burjuva saflarda kendi sınıfına karşı savaşıyor, bir bakmışsınız ki, bir burjuva kökenli devrimci işçi sınıfı saflarında iktidara ve sisteme karşı savaşıyor.

Aydınlar da bu savaşımın parçasıdırlar. İsteseler de istemeseler de. Bu durum, en net bunalım dönemlerinde ortaya çıkar. Bugün Saray Rejimi, bir bunalımın sonucudur ve neredeyse tüm aydınlar, isteseler de istemeseler de bu savaşın bir parçasıdırlar.

Saray Rejimi, bir yandan Kürt devrimine karşı TC devletinin yürüttüğü kirli savaşın, diğer yandan, Gezi ile ortaya çıkan ve devlet kadrolarının kimyasını değiştiren direniş sürecinin ve bunlara ek olarak bölgemizde yoğunlaşan emperyalist paylaşım savaşımının ürünüdür. Öyle şekillenmiştir, öyle şekillenmektedir. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, “ortaklaşa sömürge” olan Türkiye’nin kimin elinde kalacağı sorusuna bir yanıt içermelidir. Siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin elinde mi kalacak, yoksa ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin elinde mi kalacak? Bu elbette, başta bölgemiz olmak üzere, dünya üzerindeki gelişmelere de bağlıdır, çünkü bu paylaşım savaşı evrenseldir, tüm yeryüzünü kapsamaktadır. Kapitalizm var oldukça da devam edecektir. Elbette, tüm bu savaşlara son verecek bir devrimsel gelişme mümkündür. Biz de bunun için mücadele ediyoruz. Herkesi de tüm varlığı ile bu insanlık mücadelesine çağırıyoruz. Savaşları, kanı, katliamları, sömürüyü bitirecek bir devrim, bu kez daha gür olarak yükselsin istiyorsanız, durmayın, hemen mücadeleye katılın. Sizi saflarımıza dövüşmeye, özgürlük ve eşitlik için dövüşmeye çağırıyoruz. Şimdi zamanıdır.

Saray Rejimi, baskı, şiddet politikalarına, dışarıda da savaşa ihtiyaç duymaktadır. Nedeni bu üç noktadır; Kürt devrimi, Gezi ile başlayan direniş ve paylaşım savaşımı. Paylaşım savaşımı ve savaş politikaları, devletin çeteleşmesini beraberinde getirmektedir. “Tek adam rejimi” denilen şey, aslında ABD’nin NATO ortaklarına da onaylattığı bir projedir. Bu nedenle tek adam rejimi de yerinde değildir. Bu projeler, gerçek diktatörlerini, komik olanı gittikten sonra sahneye sürerler. Demek ki, Erdoğan sonrasına hazırlanan bir başkası vardır. Bu bir Saray Rejimidir. “Saray Rejimi”, tam anlamı ile tüm halkı kendine düşman gören bir mantığın üstüne oturmaktadır. Bu, bölgemizdeki diğer halklar için de geçerlidir. Kendi halkını bu denli net düşman olarak gören bir rejim olmadan, ABD’nin emperyalist amaçlarına ulaşmak için bu rejimi kullanması o kadar kolay değildir. Hani araç, amaca göre şekillenir. Koyun kesecek bir bıçak ile ekmek kesecek bir bıçak arasında fark olduğu gibi. ABD, Saray Rejimi’ni, tam da kendi isteğine uygun olarak şekillendirmektedir: Tüm halkı düşman olarak gören bir rejim. Saray’a yönelmesi de, eski Osmanlı döneminde “saray ve halk” olarak adlandırılan sınıf çelişkisine uygundur. Her burjuva devlet, iktidarını tehlikede görünce, işçi ve emekçilere saldırır. Ama her burjuva devlet, Ankara Garı’nda, halkın üzerine bombalarla saldırılmasını bu denli aleni planlamaz. Bu, halkı kendine düşman görme mantığının ne demek olduğunu kavramak için bir ölçüdür.

Saray Rejimi, elbette daha geniş açılabilir. Ama bu zaten Kaldıraç sayfalarında yapılmaktadır. Bugünden, “Saray Rejimi” adlandırmasının yaygınlaşmasını da olumlu buluyoruz. Sınıf savaşımının uzun tarihi içinde bu önemlidir.

Saray Rejimi, toplumu bastırmak, susturmak istiyor. Nasıl?

1- Karanlık ile. Karanlık, cehaletin üretilmesi anlamındadır. “Cehaletin bu kadarı, ancak eğitimle verilebilir” sözü, bugün tam karşılığını bulmaktadır.

Medya, en etkili araçlarından biridir. Bugün öyledir. Saray Rejimi, medya için özel araçlar organize etmiştir. Her TV kanalında bir “sansür komiseri” vardır. Bu komiser, hangi haberin yayınlanıp hangisinin yayınlanmayacağına karar vermektedir. Saray Rejimi, idari işleri kolaylaştırmıştır. Bunun için Cumhurbaşkanının, ailenin vb. bir adam ataması yeterlidir. RTÜK vb. sadece görünendir. Medya, olduğu gibi denetim altındadır. Bunun bir-iki istisnası vardır, ki bunlar da etkili değildir. Halk TV, Sözcü aslında bu denetimin bir başka yüzüdür. Onlar da bu işin bir parçasıdır. Denetim dışında kalan bir-iki gazete, TV vb. son derece sınırlı bir etkiye ve güce sahiptir. Saray Rejimi, “muhalefet lazımsa onu da biz yaparız” mantığı ile hareket etmektedir. Bu, bilinen bir hikâyedir, “komünist partisi lazımsa onu da biz kurarız” mantığının devamıdır.

Medya bir karanlık üretim merkezidir.

Medya, cehalet üreten bir sistemin odak noktasına yerleştirilmiştir.

Eğitim, tam olarak bu rotada organize edilmektedir. Bir yandan özel paralı okullar, diğer yandan da tam anlamı ile “komutları anlayanlar” kitlesi yetiştirecek bir sistem. İşte peşinde oldukları şey budur. Bunu dinî görüntü altında yapmaları tam bir manipülasyondur.

İstedikleri şey, öğrencinin, yeni nesillerin, cahilleştirilmesidir. Bu eğitim sistemi, sadece ve sadece “komutları anlama” eğitimi üzerine kuruludur. Yani ülkemizde istenen, sadece verilen emirleri, yazılı ve sözlü komutları anlayan bir kitle yetiştirmektir. Okur yazarlığı da bu kadar, anlama kapasitesi de bu kadar, düşünme yeteneği de bu kadar olan bir geniş kitle yetiştirmek istiyorlar.

Bir yanda özel ve paralı okullar, diğer yanda ise milyonlarca öğrencinin içinde yer aldığı devlet okulları: Hepsinde esas amaç, cehaleti yeniden üretmektir.

Bu işi örtme güçleri ise medyadır.

Din, bu konuda oldukça acımasızca kullanılmaktadır. “Acımasızca” derken, halka acımıyorlar anlamında değil. Zaten halkı sevmezler, ama bizim dediğimiz şey, dinî inancı olanlara hiçbir saygı göstermeden, acımasızca, fütursuzca dinin kullanılmasıdır. İslam aydınlarının bu konudaki suskunluğu ise evlere şenlik bir durumdur.

2- Baskı ve şiddet. Kürt hareketine ve Gezi Direnişi ile başlayan direnişlere, işçi, kadın, öğrenci eylemlerine karşı azgınca bir saldırı. Yasaları altüst etmeyi göze alarak, tam bir kanunsuzlukla tutuklamalar, şiddet ve daha fazla şiddet. Bunun için IŞİD’i kullanmaktan geri durmayan bir mekanizma örgütlüyorlar. Ve çeteleşen devletin her çetesi, bu saldırganlıktan prim yapma peşindedir. Böylece çeteler, kendi suçlarını örtme şansını da elde etmektedir. Devletin her kurumunun içinde çeteleşme vardır. Bu şiddet, esas olarak toplumsal muhalefeti hedef almaktadır, devrimci olan herkes, işçiler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler her yolla saldırıya uğramaktadırlar. Böylece, işçi sınıfı ve onun bileşenleri başlarını kaldırmadan ezilmek istenmektedir. Bir daha Gezi ortaya çıkmaması için, baskı ve şiddet, akıl almaz bir hukuksuzlukla atbaşı gitmektedir.

3- Aydınların susturulması. Aydınlar, barış bildirisine imza atmış olanlar da dahil, şiddetli bir yıldırma ve baskı politikası ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Hukuksuz bir biçimde maaşları kesilmekte, üniversitelerinden atılmaktadırlar. 12 Eylül rejiminin başlangıcında ortaya konan üniversiteli öğretim üyesi kıyımının bir tekrarı yaşatılmıştır. Sadece öğretim üyelerine dönük değil, mesela Çağdaş Avukatlar’a dönük saldırılar da, simgeseldir ve yıldırma amacını gütmektedir.

Devrimci, kimliği açık aydınları saymıyoruz bile. Çünkü onlar bu baskılarla yıldırılamayacaklarını ispatlamış durumdadır. Bu nedenle, aydınlara dönük baskıların “kapsamı” genişletilmektedir.

Simge isimlere dönük, toplumu korkutma amaçlı saldırılar da sınırsızca devreye sokulmaktadır. Müjdat Gezen, Metin Akpınar, bazı TV sunucuları, sanatçılar vb. hepsine dönük saldırılar, gerçekte, korkutma ve sindirme amaçlıdır. 1915 sürecinin tam olarak başlangıcı denemese de, önemli bir başlangıç adımı, aydınların ülkeden atılması girişimleri idi. Her baskı ve şiddet, her katliam politikası, aydınların susturulması ile atbaşı gidiyor.

İşte tüm bunlar toplumu bastırma, susturma işinin parçasıdır.

Ve bu baskı ve şiddet tablosu, seçim sandıklarının kimin tarafından sayıldığının, çıkacak sonuçlarının ne olduğunun önceden belli olmasının etkisi altında, aydın kesimde, bir yılgınlık üretmektedir.

İşte bu yılgınlık, bizim tartışmak istediğimiz konudur.

Burada önemli sorulardan biri aydın tarifidir. Kime aydın diyeceğiz? Gerçekte, tüm sistemin işleyişinin farkına varmamış birisi ne kadar “aydın”dır? Gerçekte, haksızlığa, zulme karşı koymayan birisi ne kadar aydındır? Gerçekte, bilimin bastırılmasına, bilimsel eğitim olanaklarının yok edilmesine, bilimin ve sanatın aşağılanmasına karşı durmayı düşünmeyen acaba aydın mıdır?

Bu soruları şimdilik bir yana bırakalım. Baskı altına alınan “aydın” kavramının genişlemesi bir gerçek. Saray Rejimi, toplumun önde gelenlerinin tam bir biatını istemektedir.

Ama ortaya çıkan bir gerçek var ki, “aydın”larda oluşan korku, etkili bir sessizlik yaratmaktadır. Zaten, işçi ve emekçi direnişleri burjuva medyanın karanlığını yırtamamakta, Saray Medyası bu eylemleri, bu direnişleri görmemekte, yalanlarla manipüle etme yoluna gitmektedir. Bunu örneklemek gerekir, 2019 Newrozu’nu Anadolu Ajansı, haber olarak vermemiştir. Türkiye’de milyonlarca insan Diyarbakır’da bir Newroz yapıldığından habersizdir. Bu bir örnek. Birçok durumda biz, hareket olarak, bu hareketin içinde yer alan devrimciler olarak biz, çok yakınımızdakilere, işçi eylemlerini anlattığımızda, şaşkın gözlerle bize bakıldığını görüyoruz. Yani, bu manipülasyon, bu medyanın karanlığı sıradan bir durum değildir ve “eylemsizlik” umutsuzluk, yılgınlık yaratmaktadır. Oysa ortada bu denli bir “sessizlik” yoktur. Bizim mahalle, oldukça hareketli demesek de, asla sessiz değildir. Ya sizin mahalle?

Aydınlarda da ortaya çıkan bu “etkili sessizlik”, beraberinde, farklı sorgulamaları getirmektedir.

Aydınlar arasında en çok konuşulan şey, bu halka güvenilemeyeceği, “hani nerde işçi sınıfı” vb.dir. Aslında bu, aydının kendi sorumluluğunu, başkalarının üstüne atma eğilimidir. Herhâlde bizim toplumda bu hep vardır, herkes hatayı başkasında arar. Oysa geliştirici olan, önce hatayı sistemde, sonra kendinde, en son başkasında aramaktır. Kendine aydın diyenler, burjuvalar gibi, ülkeyi terk edip etmeme arasında kararsızlık içinde, halka güvensizliği dile getirmektedir. “Bu halk bunu hak ediyor” sözü çok yaygındır.

Oysa seçimlerde AK Parti’ye veya Erdoğan’a verilen oylar, “aydınların” inandıkları sandık sonuçları gibi değildir. Biz hep birlikte biliyoruz ki, 7 Haziran seçimlerinde AK Parti iktidarı kaybetmiştir. Seçimlerin yok sayılması, ardından gelen şiddet vb. hatırlardadır. Sonra Kasım ayında yenilenen seçimler ile yeniden AK Parti iktidarı gerçekleşmiştir. O günden bu yana, parlamento tamamen bitirilmiştir, siyasal partiler burjuva siyasal partiler anlamında, yok edilmiştir. Böylece bir “rejim” değişikliği ortaya konmuştur. Kasım seçimlerinin sonuçlarına neden inanmamız gerekiyor? Eğer “Bu halk bunu hak ediyor”un ölçütü seçim sonuçları ise, mesela 7 Haziran seçim sonuçları neden hesaba katılmıyor? Mesela Kürt illerinde belediyelere kayyum atanması “bu halk bunu hak ediyor” sözü ile uyuşuyor mu?

Evet, “bu halk bunu hak ediyor” sözünün bir gerçekliği vardır. Eğer bu halk, henüz bir devrimle, iktidarı kendisi almamış ise, eğer işçi sınıfı iktidarı almamış ise, bunda elbette kendi suçu vardır. Ama bu, aydının, sorumluluğunu artırır. Aydın, samimi bir biçimde, işçi sınıfının iktidarı alıp, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma savaşımı için yol gösterici bir mücadelenin içine girer, girmelidir. Bu, aydının görevidir.

“Bu halk bunu hak ediyor”, aydınlar arasındaki sohbetlerin sözü olmamalıdır. Tam tersine, değiştirilmesi gereken bir durumun tespitinde bir anlam ifade edebilir. “Bu halk bunu hak ediyor” ile anlatılmak istenen durum, değiştirilmek üzere, müdahale edilmek üzere söyleniyorsa, bir gerçekliği ifade eder. Yoksa yakınmak ve kendi eylemsizliğimize bahane aramak üzere söyleniyorsa, bu hak edenlerin içinde kendimiz olduğumuzu da unutmayalım. Halkın, işçi sınıfının devrimcileşmesi için aydınların neler yapması gerektiği anlamında bir tartışmanın temeli olacaksa, bir anlam ifade edebilir. Yoksa, çaresizlik içinde içki masalarının mezesi olmaktan başka bir anlam ifade etmez.

24 Haziran seçimlerinin sonuçları, üç gün önce TV kanalından yayınlanmıştır. Bunu aydın birisinin gözardı etmesi doğru değildir, suçtur. Bunu bir işçinin görmemesi, bir işçinin gazete ve TV kanalları ile gelen bilgilerin ötesine geçerek gerçek durumu analiz edememesi daha normaldir. O da bir sorundur, eksiktir. Ama aydın için bu bir “suç”tur.

Gerçi bu yakınmaların “olumlu” bir tarafı da vardır.

“Bu işçiler bunu hak ediyor”, “nerede işçi örgütleri”, “nerede devrimciler” yakınmaları, aslında bir davettir. Demek oluyor ki, aydınlar, işçileri devrimin önderi olmaya, kendi tarihsel rollerini (bireysel olarak bu yakınmada bulunan aydın olmadan), oynamaya bir çağrı vardır. Bu açıdan, bu olumludur. Biz, bir devrimci işçi hareketi olarak, Kaldıraç hareketi olarak, bu çağrıyı kendimize yapılan bir çağrı olarak, eksikliğimizin bize söylenmesi, özlenen noktanın vurgulanması olarak görüyoruz. Bu açıdan kabulümüzdür. Bunu yerine getireceğiz. Ama aydınlara da bir çağrımız var, gelin saflarımıza katılın, bize güç olun, aklınızı aklımızın yanına, ellerinizi ellerimizin yanına, kalbinizi omuzlarımızın yanına koyun. Gelin bu karanlığı parçalayacak olan işçi sınıfının örgütlenmesinde bizimle birlikte mücadele edin. Gelin, korkularınızı aşın ve gelmekte olan devrimin birer neferi olun. Gelin, elinizden geleni yapın. Gelin, örgüt özgürlüktür ilkesini yükseltelim.

Yakınma budur, “bu halktan bir şey olmaz.” Belki de “bir şey” olmaz ama çok şey olur. Önce, aydınlar, kendi sorumluluklarını yerine getirmelidirler.

İktidarın, aydını ve “tanınmış kişi”leri hedef alması sürecine biraz daha yakından bakalım.

Neden sistem, seçmeli bir biçimde, toplumda önemli isimlere saldırıyor? Mesela Metin Akpınar ne yaptı, örgütlü bir mücadelenin içine mi girdi? Hayır. Sadece, açık olarak konuştu. Sadece, insan olarak fikrini söyledi. Belki de bu fikri her gün bir başka yerde duymamış olsa idi, belki de bu fikirlerinin bu denli “tehlikeli” olduğunu düşünmüş olsa idi, söylemezdi. Saray Rejimi’ni rahatsız eden, oradaki fikirler değil, bu fikirlerin Metin Akpınar’ın ağzından dile getirilmesidir. Toplumda seveni olan, öne çıkmış bir ismin bunları söylemesidir.

Metin Akpınar, Yılmaz Erdoğan ile kıyaslanmayacak şekilde bel kemiğine, insanî dürüstlüğe sahiptir. Metin Akpınar, belki de tahmin etmediği bu saldırı karşısında dik durmuş, bir adım öne çıkmıştır. Yılmaz Erdoğan, Saray’ın hoşlanmayacağı şeyleri önceden “tahmin” etme yeteneğini geliştirmiştir. O, sınırlarını bilmektedir, başka bir şey bilmesine gerek yoktur. “Ucuz yaşam” buna derler. İş olanaklarını kaybetmemek, Saray’ın hışmına uğramamak, basında linç kampanyalarına maruz kalmamak için, kendine “otosansür” uygulamada, pek çok kişiyi aşmış durumdadır. Evinde bile, ağzını açmamak için uğraşmaktadır. Rakının verdiği hoşluk içinde ağzından laflar kaçar düşüncesi ile, tek başına rakı içmeyi seçmektedir. Evde rakı imalatı yapanlar, ondan bin kat daha cesurdur. Korku, onu esir almıştır ve Saray’ın merdivenlerine yapıştırmıştır. Bu üretimine de yansımıştır, Saray merdivenlerinden ne, ne kadar görülebiliyorsa, o kadar “üretim” yapabilmektedir.

Elbette daha beteri de var. İktidara yamanmak konusunda bir bölümü, ünlü teyzenin “götünün kılı olmak” sözünü rehber edinmişlerdir. Yavuz Bingöl ile “baba” Orhan Gencebay’ın yer kapma yarışı mide bulandırıcıdır. Şafak Sezer, zavallı, orada yer bulmuş değil, oradan dökülmüş bir “kıl” olmayı kabul etmek zorunda kaldı. “Sanatçının” kendini sokanına acaba ne derler, Şafak Sezer mi, yoksa Yavuz Bingöl mü? Saray’ın politikası açık: Bir uçta açlık- hapis sopası, diğer uçta iş-ün-para havucu. Açlık ve hapis sopası ve iş-ün-para havucu arasında tereddüt etmeden seçim yapıp, “kıl” olmayı uygun görenlerin de kullanım süreleri sınırlıdır, raf ömürleri sınırlıdır. İktidar raflarında yer alan her “aydın”ın, her “tanınmış kişi”nin ömrü, son derece sınırlı olur.

Toplumsal sorunlara duyarlılığı kalmamış bir kişinin “aydın” olarak nitelenmesi doğru değildir. Bu, temel ölçülerden biridir. Bir kişi, sadece kendisi için yaşıyorsa, artık onun toplumsal rolü, sıradandır. Bu elbetteki normaldir de, ama insan olmaktan çıkma durumunun da göstergesidir. Kendisi için yaşayan bir insan, bilgi ve birikimi ne olursa olsun, aydın olarak ele alınamaz.

Oysa aydın, gelişmiş bir insan, daha da insanlaşmış bir insan demektir. Bu açıdan, hem mütevazi olması beklenir, hem de mücadele eden, haksızlıklara karşı koyan, ön açan olması beklenir.

“Bu halktan bir şey olmaz”, eğer kendi eylemsizliğimiz, kendi çaresizliğimiz için bir yakınma durumu değil ise, kendini beğenmişlik demektir.

Bir sinema yönetmeni, filmlerinde konu aldığı gerçekliği, toplumsal sorunları, toplumsal gerçekliği, günlük yaşamında da ilgi alanının içinde tutmalıdır. Yoksa, onun farkı nereden gelir? Yani, bir yönetmen, “filmi” ile konuştuğu şeyin, biraz olsun arkasında durmalıdır.

Eserleri ile öne çıkan bir yazar, bir sanatçı, toplumsal sorunlar karşısında “politika benim işim değil” türünden bir tutum alınca, kendini “tarafsız” hâle getirmiş olmaz. Tersine güçlü olandan, yani iktidardan yana taraf hâline getirir. Kaldı ki, bugünün iktidarı, Saray Rejimi için bu bile yeterli değildir. Saray Rejimi, açık olarak toplumda öne çıkmış isimleri kendi etrafında “tutum” alır durumda görmek istemektedir. Ve bunu yapanlara daha çok parasal ve maddi ödüller vermekte, tersini yapanlara ise, seslerini çıkardıkları anda hapis yollarını göstermektedir.

Sanatçı ve yazarın, kendine “tarafsız” bir yer edinme isteği, büyük ölçüde bir kılıftır. Nesnel olmak, tarafsız olmak anlamına gelmemektedir. Nesnel olmak, objektif olmak, gerçekten yana tutum almak demektir, ki bu, iktidarın hışmını üstüne çekmek için yeterlidir. Birçok kişi, mesela iktisatçı, “ekonomik kriz var” dedikleri için işlerinden olmuşlardır ya da istenmeyen kişi ilan edilip, TV tartışmalarına bile sokulmamaktadır. Birçok gazeteci, sadece gerçeği yazdıkları için, sadece önceden belirlenmiş soruları değil de kendi akıllarındaki soruları sordukları için oyun dışına itilmiş, ellerinden basın kartları alınmıştır.

Bu koşullarda, etliye sütlüye dokunmamak üzere yazıp çizenler, aslında, kendi bireysel yeteneklerini sergilemek dışında bir iş yapamaz durumdadırlar. Otosansür, onların kafalarını kemirmektedir. Bu bir üretim, aydınca bir üretim değil, bir “tüketim” sürecidir ve aynı zamanda aydının tükenişi sürecidir. Mücadeleden kaçan aydın, aslında kendini de tüketmektedir.

Mücadele kaçkınlığı, açık olarak örgütten kaçmakta ortaya çıkar. Örgüt özgürlüktür diyemeyen bir aydın, aslında, gerçeği de sahiplenemez. İster fizikçi olsun, ister kimyacı, ister köşe yazarı olsun, ister matematikçi, ister gazeteci olsun, ister Nobel ödüllü roman yazarı, ister müzisyen olsun ister felsefeci. Örgütten ve mücadeleden kaçış, aydın için, bir nevî verem gibidir. Bu veremin yeri ciğerler değil, beyindir. Aydın, bir kere kendi beynini geri vitese taktı mı, artık onun iyileşmesi ancak büyük toplumsal olayların sarsıcı etkisine kalmıştır. Bu örgütten ve mücadeleden kaçış, aydının beynini bir verem gibi yiyip bitirir. Bir süre sonra verem, bu kaçkınlık hâli, beyni esir alır.

Korku hep böyledir, beyni siler, olumsuz anlamda temizler, tarihsiz, öncesiz ve sonrasız bırakır. Ve bu olumsuz anlamda temizlenmiş beyinlere, iktidarın istedikleri yazılmaya başlar. Eğer bu kişi bir aydın ise, bir yazar ise, iktidarın istediklerini halkın beynine yazdırmak için araç haline getirilir. Buna “tarafsızlık” denilebilir mi?

Demek ki, bir aydını, biz kendi saflarımızda örgütlü mücadeleye çağırıyorsak, onu “gel bize tabi ol ve aydın özgürlüğünü kaybet” demiş olmuyoruz. Bu korkuyu biz biliriz. Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz, örgüt disiplini korkusunun kaynağı, devrimci örgütlerin aydınları disiplin altına alması değildir, 12 Eylül rejiminin bizzat kendisidir. Dürüst olmak gerekir, bugüne kadar hiçbir devrimci örgüt, bizim ülkemizde aydının özgürlüğünü köreltmedi. Tersine, birçok “aydın”, o örgütlerde kendini eğitme şansını elde etti.

Biz, aydını kendi saflarımızda, elbette disiplinle, örgütlü olarak mücadele etmeye çağırıyorsak, aslında, onun kendini kurtarma yolunu tarif ediyoruz. Yoksa bu beyne girmiş veremden, kendini tüketmekten kaçış yoktur.

Bir işçi direnişine, bir iş cinayetine, bir üniversitelinin coplanmasına, bir kadın cinayetine, bir çocuğun kaçırılmasına, cinsel tacize uğratılmasına, savaşa, katliamlara, tren hatlarının hazır olmadan açılmasına, kentlerin yağmalanmasına, gökdelenlerin yaşamı tüketmesine, tarımın Cargill’in istekleri ile organize edilmesine, yağma ve talan rejimine sessiz kalan bir kişi, “tarafsız” mı olur?

Peki ya aydın olur mu?

Aydın ne kadar cahilleşiyorsa, o kadar kibire bulanıyor. Saray Rejimi’nin son yıllardaki deneyimi bunun en açık kanıtıdır. Hep birlikte bunu yaşıyoruz. Aydınlarımız cahilleşiyor, fakirleşiyor, korku ile siniyor ve iktidar raflarında yer alan, uygun zamanda kullanılacak mallara dönüşüyor.

Toplumsal gerçekliği, sınıf savaşımını göremeyen bir aydın, kendi gerçekliğini de göremez hâle geliyor. Bunun en son kanıtı, çok ciddi eserler veren Fazıl Say’ın tutumunda görülebilir. Say, kendi gerçekliğini, yalnızlık olarak görüyor olmalı. Oysa direnmeye yetecek kadar gücü vardır, belki cesareti eksikti. Bu cesaretsizlik, hep birlikte yaşayacağız, onu daha kötü adımlar atmaya zorlayacaktır. Egemenler biatını istediklerinden bir olumlu yanıt aldılar mı, mutlaka fazlasını da talep ederler. Aydın, toplumsal mücadele içinde aldığı tutumlarla yoluna devam edebilir. Müjdat Gezen’in bir adım daha büyüdüğünü tespit etmek mümkündür. Görüşlerinin ne kadar yol açıcı olduğunu tartışmıyoruz, baskı ve şiddet karşısında aldığı tutumun önemine işaret ediyoruz.

İtaati ve biatı öğütleyen bir aydının, devlet kontrolünde dini kullanan bir vaizden farkı kalmaz. Gün gelir, vaaz olarak, işyerinde iş güvenliği önlemi almanın allaha karşı çıkmak anlamına geldiğini söylemek zorunda kalır.

Saray Rejimi, kendi zayıflığını örtmek için, etrafında “aydınlar”, tanınmış simalar toplamaya çalışıyor. Bunun için hem havuç, hem sopa birlikte kullanılıyor. Böylece, kendi korkusunu, bu tanınmış simalara bulaştırarak, işçi ve emekçilerin mücadele azmini kırmaya çalışıyor. Buna araç olan bir kişinin “aydın” olma durumu kalmaz. Gerçeklikle bağını bu denli koparmış bir kişinin tarafsızlığa sığınması, karanlığa sığınmasından farklı değildir. Devekuşunun korunmak için kafasını kuma gömmesinden farksızdır.

Bilim adamlarının, üniversitelerdeki öğretim üyelerinin, gerçekliğe bu denli gözlerini kapatmaları, bilim adına “objektiflik” olarak sunulamaz. Burjuva hukukunu bile savunamayan hukukçuların, bilimin ve aklın önemine vurgu yapmaktan korkan fizikçilerin, uluslararası tekellerin emrinde yeteneklerini sergileyen kimyacıların, insandan ümidini kesmiş edebiyatçıların, toplumsal gerçeklikten kopmuş düşünürlerin vb. varlığını fakirleşme, derinliğini kaybetme hâli olarak ele almak mümkündür. Bunun aydın olmakla bir ilişkisi olamaz. Bu, aydın olmanın, dahası insan olmanın aşağılanmasıdır.

Ülkenin tarımının durumu konusunda açıklama bile yapamayan, hiçbir direniş göstermeyen ziraat mühendislerinin bilgileri ne işe yarar? Bilimi ve gerçeği savunamayan, bunları söylersem başıma neler gelir diye korkan bir bilim adamının, kendini tüketmekte olduğunu söylemek acaba fazla mı kaçar?

Aydının ya da “tanınmış simaların” iktidara biatı, halk için yaratılan karanlık ortamın oluşumuna en az baskı kadar etkilidir. Saray Rejimi’nin bu çabalarının anlamı da buradadır.

Ortaçağ karanlığına benzer, içinde yer aldığımız çağ nedeni ile daha beter bir karanlık anlamına gelen bu karanlığın dağıtılmasında aydının, hiç de azalmayan bir rolü vardır, olacaktır.

Bu nedenle, bu durum, aydının yeniden doğuşu için de bir fırsattır. Aydın, adı üstünde aydınlatmanın militanı olmak durumundadır. Toplumsal gerçekliğe, sınıf savaşımına gözlerini kapatarak bunu yapmak mümkün değildir. Hapse atılan aydın, hapishaneyi bir üniversiteye dönüştürmenin olanaklarını yaratmalıdır, üniversiteden kovulan bir öğretim görevlisi, işlevini sürdürecek, öğrencileri ile bağını sürdürecek bir işçi üniversitesi kurmanın yollarını aramalıdır, bilim adamı bilimi geniş kitlelere ulaştırmanın yollarını aramalıdır, sanatçı eserlerinde toplumsal gerçekliği yansıtmaktan çekinmemelidir. Bunun kolay olmayacağı açıktır.

İnsan mücadele içinde insanlaşıyor. Aydın için de bu geçerlidir.

Ve aydının, bizim topraklarımızdaki ana sorunu, bu mücadelenin bireysel bir mücadele olduğuna kendini inandırmasıdır. Birçok dürüst aydın, başına gelecekler nedeni ile “örgütlü mücadele”den kaçmaktadır. Bunun yerine, bireysel olarak “elinden geleni yapma” yolunu tutmaktadır. Elbette bu çabaları değerlidir. Ama bu bir handikaptır: Toplumsal devrimi çıkış yolu olarak görüp, örgütlü mücadeleyi “uzak durulacak bir bela” gibi görmek.

Örgüt özgürlüktür. Bu, gerçeğin ta kendisidir.

İşçiler, örgütsüzlükleri oranında esirdirler. Bu durum, “örgüt özgürlüktür” cümlesinin bir başka söyleniş tarzıdır. Ve bu durum aydınlar için de geçerlidir.

Ne tarafsızlık, ne örgütsüzlük, bir aydının sığınabileceği sığınak değildir.

Objektif olmak, bilimden ve gerçekten yana olmak, bir taraf olmak durumudur. Bu, sınıf savaşımının açık ve şiddetli biçimde yürüdüğü bizim ülkemizde son derece açıktır. Gerçekten yana olmak, gerçeği söylemek pahalı bir iştir bugünlerde.

Örgütten uzak durma hâli ise oldukça yaygındır. Neredeyse aklı başında olan, kafası çalışan herkes, biz devrimcileri, açıkça “salak”, “saf”, “deli” olarak nitelemektedir. Bu ideolojik olarak “örgütsüzlüğün” savunusudur. Ne demek mi istiyoruz? Şöyle; diyelim ki bir Kürt, bugün Kürdistan’da, örgütlü mücadeleye girmeyebilir. Ama örgütlü mücadeleyi saflık, salaklık vb. olarak tanımlayamaz. Tersine kendi durumunu tanımlar, korkuyorum der, çoluk çocuğum var der, param ve mülklerim var der vb. Ama bizde, bu durum, örgütlü mücadeleden kaçış için bir de teori var. İdeolojik olarak “örgütlü mücadele” küçümsenmektedir. Bugüne kadar kimler denedi olmadı denmektedir. Oysa bir aydın bilir ki, Guernica tablosundaki at yüzlerce kere çalışılmıştır ve Picasso, bunu yapacak enerjiyi bulmuş pes etmemiştir. Oysa bilirler ki, Pasteur, binlerce kere denediği hâlde aşı üzerine uğraşmaktan vazgeçmemiştir. Oysa çok iyi bilirler ki, Tesla, deli diye anılırdı. Ve çok iyi bilirler ki, insanlık tarihi sayısız isyanlarla doludur ve bunların ancak çok azı zaferle sonuçlanmıştır, çoğu yenilgi ile bitmiştir. Buna rağmen insanlık, özgürlük, adalet, eşitlik mücadelesini sürdürmüştür.

Demek ki, açıkça “örgütlü mücadele”yi aşağılayan birisi, bu insanlık mücadelesini reddediyor demektir. Öyle ise, mert olmalı ve öyle demeli. “Hayır, insanoğlunun bu mülkiyet zincirlerinden, bu insanın insana kulluğu çarkından kurtulma, özgürleşme şansı yoktur” demelisiniz. Bunu demeden, örgütlü mücadeleyi aşağılamak, küçük görmek mümkün değildir.

Evet bize, biz devrimcilere pek çok isim konmaktadır. İktidarların koyduğu tek isim var, terörist. Ama dost cepheden, bugünlerde bizi anlatmak için en yaygın kullanılan isimler; salak, saf, çocuk, delidir. Kim nasıl layık görüyorsa, hepsi kabulümüzdür. Biz yenilmiş bir devrimci hareketin devamcılarıyız. 12 Eylül yenilgisini, henüz bir ters dalgaya çevirebilmiş değiliz. Bu nedenle, bugün bize takılan isimlerin kahraman vb. olmasını bekleme hakkımız henüz yok.

Ama, bildiklerimizden, bilimden ve gelecekten zerre kadar da şüphemiz yok.

Düşmanlarımız saf tutmuştur.

Dostlarımızı saf tutmaya çağırıyoruz, büyük kavgada, açık ve endişesiz saf tutmaya.

Yerel seçimlerden 1 Mayıs 2019’a

Yerel seçimler, baskı ve şiddetin kol gezdiği bir genel seçim havasında gerçekleşti. Saray Rejimi, tüm gücü ve olanakları ile her türlü hileyi devreye soktu. Ama buna rağmen, sandığa yansıyan sonuçların bir bölümünü manipüle edebildi. Tüm hilelerine rağmen, istedikleri sonuçları elde edemediler. İstanbul ve Ankara’yı vermeye razı olmak zorunda kaldılar.

Yerel seçimler şunu göstermiştir:

1- Bu ülkede artık, seçimler “normal”ite içinde gerçekleşmemektedir. Ortada bir Saray Rejimi vardır ve gerçekte, bu Saray Rejimi, ancak devrimle, ancak işçi sınıfının öncülüğünde bir ayaklanma ile gönderilirse, “bahar” gelir.

2- Yerel seçimler göstermiştir, Saray Rejimi, Şırnak, Muş ve Iğdır’da seçim değil, bir “özel harp operasyonu” devreye koymuştur. Kürt illerinin bütünlüklü bir harita oluşturmaması ve Suriye-Irak hattına doğru saldırılar için, özel bir yerleşim ayarlanmıştır.

Buna rağmen, “kayyum” politikası çökmüştür.

Bu kayyum politikası, Batı’da HDP oylarının oynadığı rol ile de bir kere daha çökmüştür. Adana, Mersin, İstanbul, Ankara başta olmak üzere Kürt oylarının sonuçlara nasıl yansıma olanağı olduğu ortaya çıkmıştır.

3- Yerel seçimler, sandıklardan açıklanan sonuçlarla ne kadar gizlenmeye çalışılsa da, Saray Rejimi’nin ciddi bir gerilemesine olanak vermiştir. Gerçekte, sandıklar doğru sayılmış olsa (değil demokratik bir seçim olsa, bunu tümden bir yana bırakarak konuşuyoruz), AK Parti ve MHP cephesinin oylarının %30’lar civarında olduğu görülecekti.

Bu durum, kitlelerde Saray Rejimi, onun savaş ve baskı politikaları, onun “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne karşı ciddi bir öfkenin biriktiğinin göstergesidir.

4- Direniş, yol açıcıdır, öğreticidir ve aynı zamanda kazandırıcı tek yoldur. Saray Rejimi’ne karşı gelişen direnişin, bu sonuçlar üzerinde büyük etkisi vardır.

Erdoğan, seçim gecesi balkondan, ekonomik kemer sıkmanın artacağını, baskı ve savaş politikalarının daha da yükseleceğini ilan etmiştir. Söylediklerinin Türkçe meali budur ve bu konuda harekete geçmekte gecikmeyeceklerdir.

İşçi ve emekçilerde gelişmekte olan moral ve umudu kırmak için, baskı-şiddet ve yalan politikaları daha da geliştirilecektir. İşçiler, Kürtler, halklar, devrimciler, bu baskının ana hedefi olacaktır.

İşte, yaklaşmakta olan 1 Mayıs 2019’a bu durumun bilincinde olarak hazırlanmalıyız.

Ülkenin her alanında, her yerinde, işsizliğe, açlığa, ekonomik krize karşı geliştirilen eylemler, parça parça da olsa sürmektedir.

Önümüzde, krizin daha da ağırlaşacağı, faturanın işçi ve emekçilere ödettirileceği bir süreç var. Daha çok işsizlik, daha çok açlık, daha çok çalışma, daha az ücret, daha çok iş cinayeti, daha çok adaletsizlik vb. ile karşı karşıya kalacağız.

Ve açıktır ki, tüm direnişlere rağmen, tüm eylemlere rağmen, işçi sınıfı, ana gövdesi ile, bir çınar gibi, bir bütün olarak sahnede değildir. İşçi sınıfının alanlara çıkmadığı, kendi istemlerini dile getirmediği, kendi çıkarlarının savunucusu olmadığı bir ortamda, burjuva partilerin, devletin vb. daha açık saldıracağı, işçi sınıfı ve emekçilerin üzerine daha çok vergi ile, zamlar ile, daha düşük ücret ile vb. geleceği açıktır.

İşçi sınıfının kendi taleplerini açıkça ortaya koyacağı önemli bir gün, 1 Mayıs 2019 önümüzde durmaktadır.

Yağma, rant ve savaş ekonomisine karşı, işçi sınıfının taleplerini dile getirmek üzere alanlara akması, sendikalarını bu doğrultuda davranmaya, tutum almaya zorlaması gerekir. Birçok işçi direnişi, birçok işçi eylemi, başka yerlerdeki işçiler tarafından bile duyulmaz durumdadır. Basının karartma politikasını delmenin, diğer işçilere ve tüm topluma gerçeği göstermenin önemli alanlarından biri 1 Mayıs alanlarıdır.

Bu nedenle, işçi kortejlerinin 1 Mayıs alanlarına akması gerekir.

İşçi sınıfının bir sınıf olarak sahnede yerini almasında, 1 Mayıs 2019 bir adım olmalıdır. Bunun yolu, örgütlenmekten geçmektedir. Sendikalara müdahale etmekten geçmektedir.

Evet seçim sonrasında AK Parti ve Saray Rejimi’nde çözülmeler başlayacaktır. Bu yüksek bir olasılıktır. Ama eğer işçi sınıfı, alanlara çıkarsa, eğer işçi sınıfı kendi örgütlü gücünü en başta kendisi hisseder, anlar ve ortaya koyarsa, bu çözülme çok daha hızlı olacaktır.

Mesele direniş ve örgütlenme hattını hayata geçirmektedir.

İşçi sınıfı sahneye çıkmadan, ne kendisi, ne de toplum kalıcı bir zafer kazanamaz.

Örgütlü ve görkemli bir 1 Mayıs, işçi sınıfının örgütlenmesine de katkı sağlayacaktır.

Savaşa, savaş politikalarına, savaş ekonomisine karşı alanlara!

Yağma ve rant ekonomisine karşı, işçi sınıfının direnişini örgütleyelim!

Saray Rejimi ve onun politikalarına karşı, güçlü bir 1 Mayıs için alanlara!

Saray Rejimi ve yerel seçimler

Adına “seçim” denilebilir mi?

7 Haziran 2015’ten bu yana, Saray Rejimi, seçim sistemini toprağa gömmüştür. 7 Haziran’da, “iktidarı” kaybeden AK Parti, iktidarda kalabilmek için, yasa ve hukuk tanımadan, baskı ve şiddeti devreye sokarak, bu iki yolla, iktidarda kalmanın gereklerini yerine getirmek için uğraştı. 7 Haziran seçimlerinin ardından, parlamentoyu feshederek, seçimleri “yok” hükmünde ilan etti. “Millet iradesi” diye nutuk atan tüm burjuva partiler, AK Parti’nin arkasına yerleşti ve yasalar altüst edilerek, yeni seçim süreci başlatıldı. Ve Kasım seçimlerine kadar, büyük bir baskı ve şiddet politikası devreye sokuldu.

Bu baskı ve şiddet politikası, bu hukuk tanımazlık, basının da kontrolü ile desteklendi ve ortaya Saray Rejimi çıktı.
“Kürtlere karşı savaş” cephesi içinde tüm burjuva partiler, CHP’si, MHP’si ve diğerleri, Saray Rejimi’ne dayanak oldular.

O günden bu yana, her seçim, ister genel seçim olsun, ister cumhurbaşkanlığı seçimi olsun, ister yerel seçim olsun, tümü, tam bir baskı ve şiddet gösterileri, yalan ve iftira kampanyaları, tutuklamalar vb. eşliğinde yürütüldü.
31 Mart 2019 yerel seçimleri de böyle oldu.

Her seçimde bu hukuk tanımazlık, bu baskı ve şiddet, bu yalan ve karalama daha da ölçüsüz hâle getirilmeye çalışıldı. 31 Mart seçimlerinin süreci de böyle oldu.

Ama her şeyin bir sonu vardır. 31 Mart seçimlerinde, AK Partili Saray Rejimi, geriletildi.

Anlamak için, önce 24 Haziran seçimlerine bakmalıyız.
Erkene alınan, doların hızla tavan yapması ile krizin açığa çıkmasından önceye alınan seçimler, başkanlık sistemi ya da Türk usulu başkanlık sistemi için, MHP-AK Parti ittifakının zaferi ile sonuçlandı.

Ne zafer ama?

Soru şudur: Neden seçim yapıyorlar?

Seçim sonuçlarını Anadolu Ajansı (AA) önceden ilan edebildiğine göre, neden seçim yapmak gereği duyuyorlar?

Sistem, kendi iradesini zorla “halka kabul ettirme” aracı olarak seçimleri kullanmaya başlamıştır. Artık, seçimler, halkın oyları ile tüm bağlantısını kesmiştir. 24 Haziran seçimleri bunun en somut kanıtıdır.

24 Haziran seçimlerinde sandıklar dahi sayılmadı.
AB ve ABD ittifakı olarak NATO kararı ile seçimler organize edilmiş, sonuçları buna göre ayarlanmıştı.

AB ve ABD, başkanlık sistemi denilen sistemi istemiş ve geçirmişlerdir. Ve üstelik kesinlikle ve net olarak, halkın tersi yönde iradesine rağmen. Bunun altını, özellikle aydınlar için çizmek istiyoruz. 24 Haziran seçimleri meşru değildir ve seçimle bir şey değişmeyeceği hâlde, seçimlerde akıl almaz hileler devreye sokmuşlardır. “Bu halktan bir şey olmaz” diyenler, bu sonuçlara bakarak bunu söylüyorlarsa, ne seçim sistemini ne de bugünkü rejimi bir dirhem anlamıyorlar demektir.

AB ve ABD, ortaklaşa, anlaşarak, “başkanlık” sistemi değişikliğini onaylayacak adımı atmışlardır. Bu her ikisinin de çıkarınadır.

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, özellikle bu dönemden bu yana, tam bir “ortaklaşa sömürge”dir. Siyasal olarak (yani ordusu, polisi, yargısı, partileri vb. ile) ABD’ye bağlı, ekonomik olarak ise AB’ye.

Bugün, AB ve ABD arasında bir savaş, bir paylaşım savaşı var.

Ama buna rağmen, “başkanlık sistemi” her ikisinin de ortak çıkarınadır. Bir sürü ayrıntı ile uğraşmak yerine, bir adamla, son derece pratik bir biçimde, bir şirketi yönetir gibi Türkiye’yi yönetmeleri bu sayede olanaklı olacaktır. Birçok ayak bağından kurtulmuş olacaklardır. Ve bunu yaptılar.

Erdoğan ve Saray Rejimi, bu sistemin gereği olarak “zafer” ile sonuçlanan bir seçim organize etti. Gerçekte, kaybettikleri seçimi, hile ile kazandılar. Bu hile işinde Erdoğan’a, MHP ve Perinçek partisi açıktan, CHP ve İYİ Parti dolaylı destek verdiler. “Zafer” dedikleri şey, Erdoğan kadar İnce’nin, AK Parti ve MHP kadar İYİ Parti ve CHP’nin eseri olmuştur. Sandıktan hayır çıktığı o kadar belli idi ki, sandıkları bile saymadılar. Kendi hukuklarını ayakları altına aldılar.

Yoksa seçimle bir şey değişmez.

Eğer seçimle bir şeyler değişecek olsa idi, emin olun, sistem seçimleri yasaklardı.

31 Mart seçimleri ise, farklı sonuçlandı.

“Kudüs”ü kaybetmek gibi denilen yerleri AK Parti kaybetti. İstanbul ve Ankara’yı kaybetti.

Sahi, acaba gerçekte, değil demokratik bir seçim olması, bunu bir yana bırakalım, bu anti-demokratik seçimde dahi, gerçek anlamı ile sandıklar sayılsa idi, acaba AK Parti’nin oyu %25’i ne kadar aşardı? İstanbul’u bir yana bırakalım, mesela Şırnak’ı, Muş’u almışlar mıdır? Kesinlikle alamamışlardır.

Acaba Bursa, AK Parti’nin zaferi mi demektir? Sandıklar, sadece sandıklar hilesiz sayılsa idi, AK Parti çok daha fazla ili kaybetmiş olurdu.

Bir ileri adım daha atalım. Acaba, gerçekten demokratik bir seçim olsa idi, mesela basın herkese eşit davransa idi, mesela Kürtler ve devrimciler tutuklanarak hapislere atılmasa idi, mesela Demirtaş dışarıda olsa idi, mesela yalan ve iftira kampanyaları yapılmamış olsa idi, mesela devlet, bizzat tüm olanakları ile bir taraftan yana olmasa idi vb. acaba AK Parti, %10’ları bulabilir miydi?

Demek ki, seçimlerin oylarla, halkın iradesi ile bir ilişkisi, bir alâkası, bir örtüşme noktası vb. yoktur.

31 Mart seçimlerini anlamak için, resmi biraz büyütelim.
Üç güç, bu seçimlerde etkili olmuştur. İlk ikisini önceden biliyoruz, AB ve ABD. Bu seçimlerde bir de, 460 milyar dolar alacağı olanlar, yani Türkiye’ye borç verip fonlamış olanlar da bir güç olarak devreye girmiştir.

Saray Rejimi ve Erdoğan, bu seçimlerde, Ankara ve İstanbul’u almış olsa idi, ne olacaktı? Bu sadece bir zafer olmayacaktı. Bu aynı zamanda, Saray Rejimi’nin, bazı sermaye kesimlerini de içine alacak şekilde saldırılar yapacağı bir dönem olacaktı.

Elbette Kürtlere, devrimcilere, işçilere, halka saldıracaklardı.

Bunu, bu iki ili kaybetmiş ve “geriletilmiş” olsalar da yapacaklar. Saray Rejimi, yine, işçi ve emekçilere, Kürtlere, devrimcilere saldırcaktır. Bu değişmez. Bu durum ne ABD’nin, ne AB’nin, ne de uluslararası sermayenin derdidir. Kürde saldırı, işçi ve emekçilere saldırı, devrimcilere, Gezi’ye saldırı her durumda hepsinin ortak noktasıdır.

Ama ekonomik kriz koşullarında, rant kapıları kesilmiş bazı kesimlerin Saray Rejimi ile olan bağları, iş dünyasını da içine alacak bazı saldırıları gerçekleştireceği açık idi. Bu durum, AB ve uluslararası sermayenin umurunda idi. AB, kendi sermayesini korumak ve konumunu bozmamak istiyor, uluslararası sermaye de hem borçlarını alabilmek, hem de AB’nin kaygıları nedeni ile bu durumu umursuyordu. Her ikisine göre, Erdoğan’ın frenlenmesi, biraz zayıflaması gerekiyordu, ki söz dinlesin.

Bu durum ABD’nin pek de umurunda olmazdı. Zira ABD için önemli olan, Ortadoğu’da Türkiye’ye verdiği işlerin yerine getirilmesi ve S-400 gibi arayışların son bulması idi. Bunları yapmaları için Erdoğan’ın mutlaka zayıflaması gerekli, şart değil idi. Bu iki şeyi, yaptırabileceklerini biliyorlardı. Sermaye meselesi, özellikle ABD için yakıcı değildi.

Uluslararası sermayenin ana derdi, verdikleri borçları geri alabilmek, bu geri ödemeyi garanti altına alacak bir sistem kurmaktır. IMF, bunun için önemli bir araçtır. IMF, hem belli bir miktar fonlama ile sistemin tıkanmasını önlemek, hem de “kemer sıkma” olarak adlandırılan acı reçete ile tüm gelirleri, borçları ödeyecek şekilde dizayn etmek için vardır. Bunu yapabilmesi için, Damat’ın yerine bir yeni “Derviş” gerekli idi. Damat’ı vermek, seçim öncesinde yapılan tartışmalarda Erdoğan’a ağır gelmiştir.

Ve Damat, “yağma, rant ve savaş” ekonomisi için gerekli idi.

AB de bu yönde isteklere sahip idi. Belki bu isteklere, biraz hukukî reformlar da ekleyeceklerdir. Hukuk, sermayenin geleceğini garanti altına almak, ülkede bulunan yabancı yatırımcıların güvende hissedecekleri bir ortam oluşturmak için şarttır. Bu nedenle, AB’nin istekleri, biraz daha kapsamlıdır.

Demek ki, AB ve “alacaklı olan finansörler”, birbirine paralel, ABD ise daha farklı bir tutumda idi. Ama ABD’nin olmazsa olmazları daha azdır demeliyiz. Çünkü, yerel seçimler aracılığı ile bir tokat yiyerek zayıflatılmış olan Erdoğan’dan, yine istediklerini alabilirler. Yani, ABD için, başkanlık sistemi ve Saray Rejimi’nin varlığını koruması yeterlidir. Kazansa da, az biraz kaybetse de çok büyük farklılıklar ortaya çıkmayacaktı. ABD cephesinin durumu budur.

İşte İstanbul ve Ankara’nın AK Parti denetiminden çıkışının ana nedeni bu tablodur.

Gerçekte, sadece Ankara ve İstanbul değil, daha pek çok il çıkmıştır ve AK Parti, çok ciddi güç kaybetmiştir. Sadece, durumu bu noktada tutma kararı verilmiştir.

Bu nedenle seçimlerde yine de hile vardır. Seçimler zaten baştan aşağıya anti-demokratiktir. Ama sayım yine de hilelidir. Fakat bu hile, AK Parti’nin, tümden güçsüzleşmiş olmasını önlemek içindir. Nihayetinde, bir iktidar değişikliği, ne ABD’nin, ne AB’nin, ne de alacaklı sermayenin işine gelmemektedir.

Burada bir geniş paranteze ihtiyaç vardır. Bizim Saray Rejimi adlandırmamız son derece yerindedir, başka türlü sistemi analamak mümkün değildir. Saray Rejimi, sadece Erdoğan demek değildir, onunla birlikte, burjuva partilerin tümüdür, farklı rollerde olmaları koşulu ile.

İkinci vurgumuz, “yağma, rant, savaş ekonomisi” vurgusudur. Yerindedir ve hayat bizi doğrulamaktadır. Bu, tespiti biraz açmalıyız.

Erdoğan ile başlayan süreç, bir yerden sonra, tam bir yağma, rant ve savaş ekonomisine dönüşmüştür, ki Saray Rejimi’nin ekonomisi budur.

Yağma, uluslararası sermayenin de isteğidir. Bu yağma, özelleştirmelerle, Cargillerle, tarım politikaları ile, üretimi yok eden uygulamalarla vb. ortaya konan ekonomik yapının adıdır. Doğanın, kaynakların, insanın yağmasıdır bu.

Rant, bu yağma ekonomisine bağlı, onunla bütünleşmiş bir ekonomik gerçekliktir. İnşaat sektörü, bu işin lokomotifidir. Rant üretmek, Erdoğan’ın Gezi sürecinde ağzından kaçırdığı ana görevidir.

Ve savaş ekonomisini anmamak, bu tabloyu eksik ele almak olur. ABD emireri, tetikçisi olarak bölgede oynadığı rol, yağma ve rant ekonomisi ile birleşen bir savaş ekonomisi yaratmaktadır.

Şimdi, konumuza dönebiliriz. Demek ki, “yağma, rant ve savaş ekonomisi”, mevcut durumun bilimsel tanımlanması olarak ortadadır.

31 Mart yerel seçimlerinde, rant kaynaklarının önemli ölçüde zarar görme ihtimali vardı. İşte, Erdoğan’ı esas telâşlandıran da budur. Daha doğrusu, Saray Rejimi’nin çevresini sarmış sermaye çetelerini, devlet içindeki çeteleri telâşlandıran gerçek şey bu rant kapılarının kapanma ihtimalidir. Bu rant, şimdi, CHP’li belediyeler eli ile yeniden biçimlendirilecektir. Bu da, Saray çevresindeki bazı sermaye gruplarının ve çetelerin zararınadır.

Erdoğan’ın “kaybettik” açıklamasına rağmen, “kazandık” diye çırpınanlar, aslında daha çok bu çevrelerdir. Bunlar, Erdoğan’dan korktuklarından değil, bu rant olanaklarını kaybetmekten korktuklarından ve gelecekleri hakkında derin endişeler hissettiklerinden bu tutumu almaktadırlar.
Seçimin bir numaralı sonucu budur, rant ekonomisinde bir değişim gerçekleşecektir.

Seçimin iki numaralı sonucu, AK Parti’de bir çözülme yaratacak olmasıdır. Zaten bu çözülme, başkanlık sistemi nedeni ile başlamıştı. Bu çözülme artacaktır.

Seçimin en önemli siyasal sonucu, tüm baskı ve şiddete rağmen, tüm aymazlığa ve kuraldışılığa rağmen, tüm yalan ve iftiraya rağmen, Kürt illerinde HDP’den alınıp kayyum atanan illerde, “kayyum” politikalarının çökmüş olmasıdır. Bu durum, yeni kayyumların oluşumunu engellemeyebilir. Ama, ne olursa olsun, bu politika çökmüştür. Kayyum ile yönetilen illeri kaybeden Saray Rejimi, belediye binalarını yağmalamakta, binaları kolluk kuvvetlerine bağışlamaktadır. Bu, “yağma” politikasının siyasal alanda devreye girişidir. Gerçek anlamda çöküşün de ifadesidir. Seçimin en net siyasal sonucu budur.

Seçimin net siyasal sonuçlarından biri de, kitlelerde, işçi ve emekçilerde Saray Rejimi’ne karşı birikmiş öfkenin ortaya çıkmasıdır. Bu açıdan AK Parti’nin ve onunla birlikte MHP’nin oylarının, gerçek anlamda %30-35 aralığında olduğunu tahmin etmek mümkündür. Bu büyük bir gerilemedir. Direniş ve mücadele, Saray Rejimi’ni geriletmiştir. Bu gerilemenin tescil edilmesi, gerçekte, sandıkların sayılması ile ortaya çıkmış değildir. Hayır. Bu gerileme, sandıklarda ne hile yaparlarsa yapsınlar ortaya çıkmış gizlenemez bir durumdur. Uluslararası durum, bunun İstanbul ve Ankara’ya yansımasına olanak vermiştir. Gerileme daha büyüktür.

Seçimin önemli siyasal sonuçlarından biri, HDP ve Kürtlerin yok sayılarak siyaset yapılamayacağıdır.

Seçimin önemli sonuçlarından biri, devlet çarkının, Saray Rejimi’nin nasıl çözüldüğünün ortaya çıkmış olmasıdır. AA’nın tutumu, AA’nın seçim gecesi “hikâyesi”, içler acısı değil ise, bir komedi değil midir? “Sahadan veri alamadığımız için veri veremiyoruz” sözleri, acaba, nasıl yorumlanabilir? Devlet çarkı çürümüş, çeteleşmiştir. Erdoğan’a rağmen seçim sonuçlarını kabul etmemek, aslında çetelerin ne kadar derin çıkar çatışması içinde olduğunun da kanıtıdır.

Şimdi, Saray Rejimi, kendi önlemlerini almakla uğraşacaktır.

Bir yandan anlaşılıyor ki, “belediyelerin” terk edilmeden yağmalanması, evrakların yok edilmesi süreci işleyecektir. Bu korku, gerçekte, hızlı bir dağılma sürecinin işaretidir. Önümüzdeki dönemde, itiraflar ortaya dökülecektir. Saray çevresinde, paçasını kurtarma yarışı devreye girecektir. Kaybetmekte olandan uzak durma anlayışı gelişecektir.

Elbette Saray, önce bu kesimlere karşı saldırıya geçecektir. İktidar ellerindedir ve gereğini yapacaklarından şüphe duymamak gerekir. Ama bu durum da çözülüşü durdurmaya yetmeyecektir.

Erdoğan, konuşmasında, kendisine telkin edilen programı açıklamıştır. Erdoğan’ın, yenilgiyi bu denli çabuk kabul edişi, AK Parti ve Saray çevrelerinde endişe ile karşılanmaktadır. Erdoğan’ın, balkondan “yalnız adam” görüntüsü ile, kendi taraftarlarına seslenmesi, allaha şükrediyorum ki, bana sizin gibi taraftarlar verdi demesi, destek isteğidir. Çözülmeyi önleme isteğidir, beni anlayın deme isteğidir.

İnce’nin 24 Haziran seçimlerinde, gece ortadan kaybolması ve “tehdit edildi” söylentilerinin çıkmasına benzer bir durum mu yaşandı ki, Erdoğan, hızla ikna oldu? Yoksa, kayıplar çok ama çok büyük mü idi ki, İstanbul ve Ankara’yı vermeye razı oldu? Bunu bilemiyoruz. Ama Yalnız Adam balkonu adımlarken, kendisine verilmiş bir programı okudu. Bu kesin.

Bir, serbest piyasa ekonomisinin kuralları içinde kalacağız. Bunu söyledi. İlk madde budur. Bu, uluslararası sermayeye sesleniştir. Dediklerinizi kabul edeceğiz, demektir. Buna, en çok Aydın Doğan mı sevinmiştir, yoksa TÜSİAD mı?

İki, ekonomik reformlar yapacağız. Bu ikinci maddedir. Yalnız Adam balkonda, programı okuyor. Bu, IMF’ye giden kapının açılması ve Damat’ın değiştirilmesi süreci midir? Damat, uygun bir tarzda, kenara mı çekilecektir? İstanbul sonuçlarına karşı çete hareketlerini devreye sokanlardan biri Soylu, diğeri Damat mıdır?

Ve elbette, reformlar, sadece ekonomik olamaz. Hukukî bazı adımların da atılması gereklidir. Bunu da yapacağını ifade ediyor gibidir. Hapishanelerden bazı isimlerin bırakılması da dahil midir? Bilmiyoruz. Ama sermaye, hukuk da ister, hak değil, adalet değil, ama hukuk ister. Bu da Soylu’nun gidişi midir?

Bu ekonomik reformlar, işçiler ve emekçiler için, daha fazla zam, daha fazla hayat pahalılığı, daha fazla işsizlik, daha fazla çalışma, daha fazla açlık, daha çok kemer sıkma vb. demektir. IMF budur. Bu durum, işçilere, devrimcilere karşı şiddet politikalarının devamının geleceği demektir. Ve CHP, bu konuda Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Üç, Yalnız Adam modu ile çıkılan balkondan, “beka meselesi anlaşıldı” diye söylendi. Erdoğan, bununla Kürt meselesini anlatıyor. Şırnak, güvenlik güçleri yığılarak AK Parti’ye verilmiştir. Bu, bir seçim değil, operasyondur. Muş, hile ile AK Parti’ye verilmek istenmektedir. Iğdır aynı şekilde. Böylece, Kürt illerinin tümünün HDP’yi seçmediği ortaya konularak, yeni başkanlık sisteminde, oradan ortak bir iradenin olmadığı gösterilmek istenmiştir.

Bu, Kürtlere karşı savaş politikalarının devamı demektir. Ve bu konuda, CHP, İYİ Parti vb. aynı dili kullanacaklardır. Bu tescilli bir gerçektir. Savaş politikalarının devamı istenmektedir. Katliam politikalarının devamı istenmektedir. Balkondan söylenen budur.

Dört, Suriye meselesi ve savaş meselesi. Erdoğan, açık olarak, savaş politikalarına devam edileceğinin, ABD’nin emireri olunacağının mesajını vermiştir.

Elbette S-400 meselesinin ne olacağı da buradan çıkıyor. Bu durum, yakın zamanda Suriye sahasında işlerin yeniden karışacağı anlamına da gelir. İdlib meselenin çözümünün acilleşmesi, bunu desteklemektedir.

Saray Rejimi’nin geriletilmesi, bir adım da olsa sağlanmıştır. Bu, esas olarak, direniş çizgisi ile sağlanmıştır.

Şimdi, bu direnişi daha da genişletmek, daha da güçlü ve kararlı hâle getirmek zamanıdır.

“Yaşam standardı” ve gerçek yaşam

Toplumsal bilinç, gerçekte hafife alınamayacak kadar güçlü bir varlıktır. Toplumsal bilinç, insan toplumunda oluşur ama, bireysel olarak insanın bilincinin dışında bir nesnelliktir. Toplumsal bilinç, bir varlık olarak toplumsal varlığın belirlediği tüm düşünsel-ruhsal yapının tümüdür. Toplumun değer yargıları, ahlâk anlayışı, ortalama düşünce sistematiği, kabulleri, gerçeği algılayış şekli vb. toplumsal bilincin içindedir. Toplumsa bilinç, gerçekte o toplumda egemen olan sınıfın bilincidir, tarihsel ve toplumsal süreçler içinde onun tarafından belirlenir. Ve bir taştan daha katıdır. “Atomu parçalamak, alışkanlıkları parçalamaktan daha kolaydır” sözü, bugün artık bir anlam ifade etmiyor. Zira atom çoktan parçalandı ve alışkanlıklar ve önyargılar, hâlâ varlığını sürdürüyor. Aslında, sadece sınıflı toplumda değil, hemen her toplumda önyargılar ve alışkanlıklar var olur. Ama sınıflı toplumda egemen sınıf, bu önyargı ve alışkanlıkları biçimlendirir ve egemenliği için kullanır.

Toplumda var olan “ahlâk” anlayışı, binlerce kadının taşla linç edilmesine yol açmıştır, hâlâ da açmaktadır.

Bu örnekler, bize “toplumsal bilinç” denilen ortalama bilincin, ne kadar katı olduğunu hatırlatmak içindir.

Birçok değer yargısı, böyle oluşmuştur. Mesela “orduya duyulan avanakça güven”, sadece kendiliğinden de oluşmamıştır, egemen sınıfın ince çalışmaları ile beslenerek oluşturulmuştur.

Ya da üniformalı birisine karşı beslenen “korku karışımlı saygı”, gerçekte, oluşmuş toplumsal bilincin ifadesidir. Bir sivil giyimli kişi size saldırırsa ona karşılık vermekte tereddüt etmezsiniz, ama eğer üzerinde polis üniforması varsa, tereddüt edersiniz. Bu durumu akıllıca kullanan hırsızlar, birçok durumda, polis elbisesi ile işlerini yürütebilmişlerdir. Bugünlerde sahte polise gerek yok, zaten gerçekleri de bu yağma ve rant sisteminin, her türlü istismar sürecinin içindedirler.

Demek oluyor ki, bizim günlük hayatımıza girmiş, birçoğumuzun üzerine hiç düşünmediği, ayrıntı gibi gelen toplumsal bilinç öğeleri vardır ve bunlar gerçek yaşamı büyük ölçüde belirler durumdadır.

Cumhurbaşkanı bir seferinde, kendisinin kökeni konusunda konuşurken, “afedersiniz Ermeni” demişti. Aynı toplumsal bilinç, kirli toplumsal hafıza onu otomatik olarak konuşturmuştur.

Yaşadığınız ortam, yaşadığınız sosyal doku, içinde büyüdüğünüz değerler sistemi, sizin için bazı önkabuller, önyargılar, alışkanlıklar, değerler oluşturuyor. Ve eğer siz, bunu bilinçle sorgulamazsanız, o toplumsal kabullerin esiri oluyorsunuz.

Yaşam standardı da böyle bir konudur.

Modern kapitalizm, bize, birçok “renkli” ambalaj içinde, tüketim nesneleri sunar. Bu tüketim nesneleri, “kaliteli” bir yaşam ya da “yaşam standardı”nın basamakları olarak önümüze gelir.

Ve bunlara sahip olmak, “adam olmak”, bunlara sahip olmamak ise, insan olamamak demek oluyor.

Mesela “araba sahibi olmak”. Şarkıda dediği gibi, “onun arabası var, güzel mi güzel, bastı mı gaza gider mi gider.” İşte size “yaşam standardı”nın önemli bir göstergesi. Arabası varsa, güzeldir ve gaza basarsa giderdir. Ama bu doğru değil. Mesela İstanbul’u ele alalım. Normalde, aklı olan, zekâsında sorun olmayan bir insanın, özel durumlar hariç, özel araba kullanmaması makul olandır. Yani, akıl göstergesi olan şey, mesela Kadıköy’e, mesela Bakırköy’e, mesela Beşiktaş’a, mesela Eminönü’ne, mesela Taksim’e vb. arabasız gitmektir. Eğer, insanlar bu toplumsal kabullerin esiri olmamış olsa, hemen hiçbiri, bu sayılan yerlere gitmek için araba kullanmazdı.

Bu durumda, İstanbul gibi kentlerde arabası olmak, güzel mi bilemesek bile, bastı mı gaza gider mi sorusunun yanıtını biliyoruz: Gitmez, gidemez. Araba, önü açıksa gidebilir, ama önü açık değil.

Normalde yaya 30 dakikada yürünecek, yol açık olsa 10 dakikada alınacak mesafeyi “özel araç”ınla 2 saatte gitmeyi tercih etmek, aklî muhakeme yeteneklerinin dumura uğramış olduğunun göstergesidir. Hele bunu her gün yaşamak ve buna alışmak, yaşamını mahvettiğini bile bile bunu yapmak, koyundan da beter olmak demektir.

Koyunlar, sürü hâlinde otlar ve dolaşırken, en öndeki uçurumdan atlarsa, diğerleri de onu izler. O ilk atlayan koyunun konuşma yeteneği yok ki, dile gelip de, “arkadaşlar, sevgili koyun sürüsü, ben yanlışlıkla düştüm, gelmeyin” diyebilsin.

Ve koyundan biraz daha kötü yönü de var. İnsan, İstanbul gibi, kentsel yaşamın tahrip edildiği, ranta göre düzenlenip rant ve yağma için kurban edildiği modern kentlerde, bu trafik içinde arabası olması hâlini, toplumsal statüde üst basamağa çıkmak, “ezik” vatandaş durumundan kurtulmak, “varlıklı” vatandaş sınıfında olmak olarak kabul etmektedir. İşte bu durum, bu en çirkin ve rezil durumu yüceltme hâli, koyun ırkını bile aşan bir bilinç kaybına işarettir.

Araba, bir toplumsal yaşam standardının göstergesidir.

Oysa işe yaramıyor ve yaşamı yok ediyor, hem sahip olanın yaşamını, hem de olmayanın.

Ortalığa korkunç bir trafik, akıl almaz bir ruh hâline sahip sürücüler, inanılmaz bir park yeri ve sokak görüntüsü sorunu çıkmaktadır.

Ve bu durumdan, tıpkı bu satırların yazarı kadar rahatsız olmayan da yoktur. Herkesin yakındığı bir sorun, toplumun sosyal statü olarak gördüğü araba sevdasının inanılmaz öbür yüzüdür.

Oysa bir kent düşünün, 4 milyon araç yerine, 500 bin araçla, trafik sorunu ve ulaşım sorununu kökünden çözmüş bir kent olsun. Bu mümkün müdür? Elbette. Metrobüs yapmanıza da gerek yok. Bu yollarda, mevcut metrobüslerin 30 katı kadar aracı, her yöne harekete geçirin, bakın işler nasıl çözülecektir. Demiryolu ağını geliştirin, deniz yolu ağını geliştirin ve trafikte ortalama her gün kaybedilen 3-4 saati geri kazanın.

İşte bu, yaşam standardının yükselmesi anlamına gerçekten gelebilir. Düşünün, günde 4 saatlik trafikten kurtuluyorsunuz, size yaşamak için ilave 4 saat. Bu 4 saatlik trafik sürecindeki sinir harbi ve zekâ kaybı durumundan kurtuluyorsunuz, işte size sağlığınız için yeni olanaklar. Yaşam standardınız yükseldi demektir.

Amaç ulaşım sorununu çözmek mi, yoksa araba sahibi olup, toplumsal cinnet hâlinde yaşamak mı?

***

Eminim her işçi, mutlaka defalarca düşünmüştür, bu zenginler, bu para babaları acaba ne yerler? Dünyanın 8 büyük ailesinin serveti, dünyanın yarısının servetinden fazladır. Peki bu 8 zengin ailede yaşayanlar ne yerler? Mesela Rockefeller ailesinin üyeleri, çorba mı içerler, mesela et mi yerler, mesela hamburger mi yerler, mesela kuru fasulye yeseler beğenirler mi, mesela elma yemezler mi?

Bu soruyu işçiler, günlük hayatlarında, bunlar bu kadar parayı ne yapacak diye düşündüklerinden sorarlar. Oysa para, yemek yeme meselesi değildir. Onlar için, dünyanın egemeni olmak, başkalarının emeğine el koymak, toplumları yönetmek, kendi cennetlerini kurmak önemlidir.

Ama yine de evert, muhtemelen, Davos’ta toplanan zenginler de biraz daha pahalı olanlarını yemek koşulu ile çorba, et vb. yerler. Bizdeki Nusret’in “tuz atma el hareketi”, normalde kibir, tuhaflık olarak değerlendirileceğine, moda etkisi ile yılın hareketi hâline nasıl gelmiş ve onun etleri nasıl pahalı olmuş ise, onların da çorbaları benzer biçimde pahalıdır. Zenginler, ayrıcalıklı olma durumu için yüksek para öderler. Yoksa, halk ile birlikte yemek yeme durumunda kalırlar ki, bu onlar için en kötülerden biridir.

Aslında, kural az yemektir.

Öyle çok yiyerek, sonra spor salonları ve diyetisyenlerin müşterisi hâline gelmek, “yaşam standardı”nın yükselmesi mi demektir? Evet, tam da öyledir. Bu aklını kullanmayı bilmeyen, zengin ve sonradan görme sürüsünün, yaşam standardı biçimidir. Şişmanlamazlarsa ne konuşacaklar? Bu kadar yemek üzerine konuşmak olmazsa, ne konuşacaklar? Derler ki “yediğin içtiğin senin olsun, bana gördüklerini anlat.” Ama bunlara bu sözü söyleseniz, size gördükleri yemekleri anlatacaklardır.

Oysa, ne yiyoruz, ne tüketiyoruz?

Bundan emin miyiz? Yediğimiz gerçekten domates mi, bunca değişikliklerden sonra ona hâlâ domates dememiz doğru mu?

Önce, şehir sularını kirlettiler. Sonra bu sorunu ranta çevirdiler, suyu şişeleyip satmaya başladılar. Şimdi, Türkiye’nin kentlerinde, musluktan su içemiyorsun. Sizce bu yaşam standardının yükselmiş hâli mi?

Musluğundan akan suyun içilmediği, milyon dolarlık lüks daireler? Acaba bu lüks dairelerin nesi lüks? Musluğundan akan suyun içildiği evlerden neden ve nasıl daha yüksek bir yaşam standardına işarettirler?

Musluğundan akan suyun içilmediği, bu nedenle, içlerinde nasıl bir suyun olduğu bilinmeyen ambalajlanmış suların satıldığı bir kent, nasıl olur da yaşam standardını yükseltmiş olur? Bu acaba, nasıl bir düşünme ve değerlendirme sistemidir?

Ne yediğimizi bilmediğimiz bir hayat, suyunu ücretsiz ve sağlıklı içemediğimiz bir kent, nasıl olur da ileri bir standarda işaret eder?

Ekmeğini yiyemezsin, çünkü buğdayı artık zehir saçıyor. Şekerini çayına atamazsın çünkü şekeri kanserojen, mısırının genetiği ile olumsuz yönde oynanmış bir dünya, acaba nasıl olur da daha iyi bir dünyanın işareti olabilir?

İngiliz Kraliçesi, kendi sarayında doğal yiyecekler yetiştirmeye çalışıyor. Erdoğan’ın Saray Rejimi, tüm çiftçiyi yok ederken, köylüyü açlığa mahkûm ederken, tarımı bitirirken, Erdoğan Saray’ın bahçelerinde kendi tarımını yapmaktadır. Bu ikiyüzlülüğün nedeni nedir?

***

Sokaklarında güvenlik içinde dolaşamadığınız, çocuklarınızı sokağa bırakamadığınız kentler, nasıl olur da yaşam standartlarının yükseldiği kentler olabilirler?

Her yıl 10 binden fazla çocuğun kaybolduğu bir ülke, nasıl olur da yaşam standartlarının geliştiği bir ülke olabilir?

Sokaklarında, mafyanın, eroin çetelerinin, rant ve yağma peşinde koşan zenginlerin çetelerinin cirit attığı bir kent nasıl olur da yaşam standardının yükseldiği bir kent olabilir?

Balkonu olmayan, 50 katlı ve kutu gibi binaların içinde süren yalnız, kapanık hayatın standardı ne olabilir?

Komuşularıyla selâmlaşmayan insanların, sabah işe giderken yüzü asık güne başlayan insanların yaşadığı bir kentte yaşam standardı da ne demektir?

Kadınların aşağılandığı, gün ortasında dövüldüğü, öldürüldüğü bir kentte, yaşam standardı ne anlama gelebilir ki?

İşçilerin her gün işe değil de ölüme yolculuk yapar gibi evden çıktığı, evde kalanlarla her gün açık veya gizli vedalaştığı bir ülkede nasıl bir yaşam standardından söz edilebilir?

AVM’lerinin yükseldiği, betonlar içinde yeşilin gömüldüğü, her yağmurda rögarların taştığı, yağan yağmurun neredeyse toprağa dokunamadığı bir kentte nasıl bir yaşam standardından söz edebilirsiniz?

Korkudan, araçların, kişilerinin üzerlerinin her köşe başında, her AVM girişinde arandığı bir kentte yaşam standardı demek ne demektir?

Gökdelenler, beton yığınları arasında, küçülmüş insanların, sokaklarında, güneşi bile göremeden akşamı ettiği bir kent yaşamının nasıl bir “yaşam standardı”ndan söz edebilirsiniz?

***

Bunları uzatmak elbette mümkündür.

2008 ekonomik krizini analiz eden iktisatçılar, burjuva iktisatçılar, ilginç itiraflarda bulunmuşlardı. Bir gecede, bankaların yok olduğunu gördüklerinde, kapitalizmin eski krizlerinde de, hisse senedi, para, tahvil gibi kâğıtların nasıl kıymetsiz hâle geldiğini hatırlamışlardı. Yani, o şirketlerin çekleri, o hisse senetleri, o paralar, o tahviller vb. bir anda uçup gitme “yeteneği”ne sahiptirler. Bunu biliyorlardı.

Ama 2008’de, bir yeni vurgu da vardı. İlk kez koca koca binaların, trilyonluk mülklerin bir anda havaya uçan hisse senetleri gibi değersizleştiğini gördüler.

Citibank, bir anda 250 milyarlık bir banka iken 2008’de, Çinlilere 25 milyar dolara satılma durumu ile karşı karşıya kaldı. Rockefeller ailesi, elbette korunur, zira Citibank içinde, CIA’nın yürüttüğü operasyonlar da vardır ve bu sırların açığa çıkması başka felaketlere de yol açabilir. Citibank, değerinin çok ama çok üstünde devlet yardımı ile kurtarıldı ve hâlâ özel bir banka olmaya devam etmektedir. Kriz sırasında Citibank’ın binaları aşırı değer kaybettiler, bu binaların kriz öncesi değerleri, krizde Çinlilere bankanın satılacağı fiyattan çok daha fazla ediyordu. Demek ki, bina gibi katı varlıklar da buharlaşabiliyordu.

Ve bu burjuva iktisatçılar, farkettiler ki, içecek temiz bir suyunun olması, yiyecek doğal ve sağlıklı yiyeceklerinin olması, başını sokacak bir evinin olması, sosyal olarak sağlıklı bir toplumda yaşıyor olmak, en büyük zenginlik anlamına gelmektedir.

Yani şimdinin Küba’sı gibi.

Belki lüks arabaları yok. Ama gerçekten o lüks arabalara ihtiyaçları olduğu da tartışılır. Kamu taşımacılığı için araçları olursa yeterlidir. Sağlık sorununu çözüş tarzları da zenginliğin gerçekte ne demek olduğunu göstermektedir.

Aklımıza kazınmış ve Müslümanlar için kıblenin önemi kadar önem kazanmış tüketim nesnelerine sahip olma isteği, gerçekte, yaşam standardından çok, insanî bir çürümenin göstergesidir. O kadar çelişkili bir durumdur ki bu, milyarlarca para ödenen evlerin musluklarından içme suyu akmamaktadır. Milyonlarca lira ödenen evlerin etrafında çocuklar oynayamamaktadır, milyonlarca lira gömülen AVM’lere üstünüz aranmadan girememektesiniz vb.

Evinizin ısınması elbette bir ihtiyaçtır. Ama 25 metrekarelik salonlarda dev ekranlı televizyonlar, ihtiyaç değildir demek yetmiyor. Hem ihtiyaç değildirler, hem de fazlalıktırlar, yaşama alanınızı küçülten, evinizi kirleten aletlerdirler. Ama elbette komşunuz, o dev ekranı görünce, sizin yaşam standardında bir level üste çıktığınızı düşünmektedir ve bu sizin için büyük bir saygı demektir. Kendi varlığınız ve kişiliğiniz ile kazanamadığınız saygınlığı, evinizdeki TV markası ve boyutu ile kazanmaktasınız.

Çocuğunu özel okula göndermek için inanılmaz paralar harcayıp, sonuçta devlet okulundaki gibi bir eğitime mahkûm olmak, yine yaşam standardını yükseltmektedir. Oysa o çabanın aynısı, devlet okullarında düzgün bir eğitim verilmesi için sosyal mücadele alanında verilse idi, çocuğunuz için daha iyi bir hayat biraz daha erken mümkün olacaktır.

Toplumsal bilinç, egemenlerin bilincidir, onların çıkarlarının ifadesidir. Bir bilinç durumunu ifade etmez. Sürüye katılma hâlini daha çok ifade eder.

Toplumsal değerler, toplumsal bilinç, toplumsal baskı, taştan daha serttir. Parçalanması için, mutlaka ve mutlaka yere çalınması gereklidir. Bunu yapmak, buna girişmek bir bilinç göstergesi, bir bilinç hâlidir.

Meta ilişkilerinin egemen olduğu, mülkiyet ilişkileri ve onun uzantılarının yaşamı belirlediği bir dünyaya meydan okumak, insan olma hâlinin gereğidir.

Domates, patlıcan, terörist ve mermi

Sahi bunlar nasıl bir araya geldi? Bunları bir araya getirip bir yazının başlığı yapmak, içinde yaşadığımız durum var olmamış olsa mümkün olmazdı.

Acaba, bunun gibi, daha ne kadar “şey”, bu içinden geçtiğimiz Saray Rejimi koşulları olmamış olsa yaşanmayacaktı? Acaba bunları tespit etmek mümkün mü? Yoksa, tüm halk, biz hepimiz, ağır ağır “kurbağa” örneğindeki gibi sıcaklığa mı alışıyoruz. Yandığımızda, haberimiz mi olmayacak?

Seçimler nedeni ile ortaya konan “politika”, gerçekten de pespaye tiyatrolardan bir kat daha kötüdür.

Her adımlarında Saray Rejimi’nin derinliklerinden çürüme yansımaktadır. Bu pis kokular, aslında çürümekte olan sistemin kendisinden gelmektedir. Ve buna alışmayı reddetmek gerekir.

Domatesin kokusunu unutmayın.

Patlıcanın rengi aklınızda kalsın.

Patates, hiç sesi çıkmayanlara eleştiri olarak söylendiğinde, sofradakinden daha iyi durumu anlatır. Ama siz yine de patates kokusunu unutmayın.

Sivri biber? İşte hem sivri, hem biber olunca, iş değişiyor.

Kesinlikle Erdoğan’ı, “terörist”e ulaştıran aklın, sivri biberle zoru vardır. Hem sivri olacaksın, hem de biber, senden daha büyük terörist olur mu? Kime karşı sivrisin, garanti Saray’a karşı. Kime karşı bibersin, kimin ağzını yakacaksın, garanti Saray’dakilerin. Öyle ise sen teröristsin.

İşte seçim böyle nutuklar arasında gerçekleşiyor. Kayda geçmelidir, sistemin çürüme hâlinin açık kanıtlarıdır bunlar. Önce örneklere bakalım.

***

Alparslan Kuytul, Saadet Partisi adına etkili nutuk atmak için, kalabalığın azlığına hiç aldırmadan, etkili bir konuşma yapmak için eline mikrofonu aldığında, güzide polis kuvvetleri, “operasyona” başladı.

Polis, zamanlaması çok iyi ayarlanmış, çok ileri teknik gerektiren, çok bilgili kadrolara ihtiyaç duyulan, özel bir operasyona başladı. Kuytul’un konuşmasını bastırmak için, kürsünün hemen yanından sirenler çalmaya başladılar. Böylece ses duyulmadı.

Devlet güçleri, böylece bir “eylem” yapmış oldu.

Akla geliyor işte; acaba bir gün bu polisler, Erdoğan’ın mitingini böyle sabote ederlerse, suçları ne olur? Siren çalmak mı, Erdoğan’a hakaret mi, Cumhurbaşkanı’nın sesinin duyulmasını önlemek üzere terörist eylem mi? Gerçekten merak konusudur, nasıl yargılanırlardı?

Peki, acaba Alparslan Kuytul, böyle susturulmamış olsa idi, daha fazla mı etkili olurdu? Bu soruya evet demek zor. Yani devlet, öyle bir saldırganlıkla bastırmaya çalışıyor ki, bu kadarı artık gülünç oluyor. Korkuları, gerçekten boylarını aşmış durumdadır. Muhtemelen Kuytul’u dinlemeye gelenler, onu başka yerde de dinlerler. Ama Kuytul’un konuşturulmaması, daha geniş bir kitlenin dikkatini çekmiştir.

***

Bir AK Parti’li ne demiş: “AK Parti’ye vereceğiniz oy, ahirette af belgesi olacaktır.” Bakmayın tırnak içine almış olmamıza, tam böyle değilse de buna benzer bir şey söyledi. Belki ahiret yerine öbür tarafta demiştir. Peki niye tam sözü bulup tırnak içinde vermiyoruz? Ne olacak ki, bu, bu alanda söylenen ilk söz değil ki.

Demek oluyor ki, bunları söyleyen adam dindardır.

Demek oluyor ki, öbür taraftan haberdardır. Sadece “inanmış” birisi değil, bizzat diğer taraftan haberdardır.

Demek ki, diğer tarafta “af belgesi” varmış.

Ve demek ki, kefenin cebi yok da yalanmış. Öbür tarafa “af belgesi” götürebiliyoruz. Aman siz siz olun, öbür tarafa götüreceğiniz bu belgeyi, normal postaya vermeyin. Biri çıksa da adama sorsa, acaba nasıl götüreceğiz? Muhtemelen yanıtı “Allah bunu zaten görür” olacaktır. Eee o zaman belgeye ne gerek var?

Ve elbette ki AK Parti’ye oy vermek bir af belgesi oluyorsa, adam, bunun bu dünyalık bir iş olduğunu çok iyi biliyor.

Adam, konuşurken, korkutmaya çalışıyor.

İşte size dinin harcı alem kullanılışı. Saray Rejimi, dini hep böyle kullanıyor. Alınan rüşvetleri aklamak için fetvalar, iş cinayetlerini örtmek için işvereni aklayan fetvalar hep böylesi düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Sadece giderek daha da ucuzluyor. Bir oy, af belgesine yetiyormuş. Öyle ise, tüm tarikatlarda işlenen tecavüzler affolacak, tüm tacizler ortadan kalkacak. İşte işin sırrı da buradadır. Bu kadarla da kalmaz. Eğer, AK Parti’ye birkaç sahte oy bulabilirsen, o zaman af belgen de çoğalır. Belki, bundan sonra işleyeceğin suçlar için, peşin af belgen elinde olmuş olur. Hazır af belgen de elinde, o zaman git istediğin kadar haram ye, istediğin kadar günah işle. Nasılsa oy verirsen, işler hâlloluyor.

***

Tokat’ta, 6 ay geçici çalışmak üzere işçi alımına karar verilmiş. Kış günü bu 6 aylık işçiler tarım işçisi de olmaz ama, neyse işe alınacaklar. İşsizlerin işe alınması girişimi, bir “zekâ sahibi” AK Parti’linin fikridir elbette. Her zamanki numaralardan biri. 6 ay falan filan, zaten ne olacak ki, ortada yapılacak iş de yok.

Bu 6 aylık geçici işçi alımı ile AK Parti, Tokat’ta belediye başkanlığını almayı hedefliyor.

Başvuru, işe alınacak rakamın çok çok üstünde oluyor. Hâl böyle olunca, işçilerin “çekilişle işe alınması”na karar veriliyor. Çekiliş yapılıyor ve işçiler, her nasılsa AK Parti’lilerin işe alındığını, dahası akrabaların işe alındığını görüyorlar. Bunun üzerine işler karışıyor.

Bir kadın, sahneye çıkıyor ve “açım aç” diye bağırıp iş istiyor. Başka protestocular da ortaya çıkıyor ve polis, açım aç diye bağıran kadın da dahil, itiraz edenlere müdahale ediyor.

Şimdi, oy alabilmek için, 6 ay geçici olduğu belli olan bir işe, işçiler almak yolu ile oylarını toplamak girişimi, acaba, sonuçta tam bir fiyaskoya dönmedi mi?

Onların oy kazanmak ve halkın gözünü boyamak için kullandıkları bu iş bulma metodu, gerçekte, gerçeğin, işsizlik denilen sorunun ne kadar ağırlaşmış olduğunu ortaya çıkarmıştır.

***

Kartal’da bir bina çöktü. Binanın enkazından 21 insanın ölü bedeni çıkarıldı. Ve Soylu, içişleri bakanıdır, kaç kişi kurtardıklarını açıklayıp, gururlu olduğunu ifade etmenin yolunu bulmuştur. Ahmet Davutoğlu, Ankara Garı’nın önünde bomba ile insanlar öldürüldükten sonra, oylarının arttığını ifade etmişti. Öyle anlaşılıyor, Soylu da, koltuk hesabındadır. 21 kişinin öldüğü bir yerde, böylesi gamsız, duygusuz açıklamalar, olsa olsa çeteleşmiş yapının göstergesi olur.

Dahası var.

Devletin savcıları, mahkemeleri, Kartal’da çöken binanın haberleri için yayın yasağı koydular.

Aslında yayın yasağı, sanki, daha çok, bir panik havası oluşmasın diye konulur diye düşünürsünüz. Oysa öyle değil. Diyelim ki, siyasal iktidara sorun yaratacak bir gelişme varsa, hemen yayını yasaklanmaktadır.

Zaten, basın dediğimiz şey karanlık üretmektedir.

Karartma siyasetinde Goebbels’leri geride bıraktıkları kesindir.

Peki ama, yine de bu yayın yasağının anlamı ne idi? Zaten bina çökmüş, zaten olan olmuş, zaten ölüler ortada, ne için yayın yasağı kondu?

Kartal’daki çökme, hem 25 yıldır İstanbul’u yöneten yağmacı-rantçı zihniyeti ortaya koymuştur, hem de iktidarın, devletin ne denli beceriksiz ve duyarsız olduğunu göstermiştir.

Bir binanın enkazından 50 kişiyi 10 günde kurtaramayan bir sistem, beklenen İstanbul depreminde acaba ne yapabilir? Bu sorunun yanıtı bellidir. Bir binanın enkazından 10 günde canlı bedenleri çıkartamayan bir sistem, bir iktidar, bir gecede gümrük yasaları, bir saatte yeni yasalar vb. çıkarabilmektedir, yeter ki sonunda rant, yeter ki sonunda “arpa” olsun. Yeter ki sonunda yağmalanacak bir şey olsun.

***

Milli Eğitim Bakanı, itirafname yazar gibi bir açıklamada bulundu. Geçen ay, Şems hazretleri Ethem Sancak, sanki Cumhurbaşkanı yolun sonuna geldi de, yargılanacak, o da önceden ifadesini veriyor gibi ilgi çekici itiraflarda bulunmuştu.

Bakan’ınki öyle değil. Bakan çaresizlikten konuşmuş gibidir. Diyor ki özetle, “Gücümüzün yetmediği ve yetki alanımızın dışında olan husular var. Haddimizi biliyorum.” Konu ise, dinî vakıflardır.

Milli Eğitim Bakanı, acaba, Bilal’in yardımcısı mıdır?

Bilal’in gücünün yetmediği ve yetki alanını aşan hiçbir konu yok. O istediği gibi Milli Eğitim Bakanlığı’na iş yaptırabilmektedir.

Soru şudur: Neden açık olarak Bilal oğlan, Milli Eğitim Bakanı değil?

Bakan, kendisinin bakan olmadığının ayırdına erken varmış gibidir. Kendisini kutlarız. Hele hele haddini bilmesi nedeni ile Erdoğan’dan alacağı övgünün haddi hesabı yoktur.

Yine de bu itiraftır ve bir gün bir yerde lazım olacaktır.

***

Binali Yıldırım, istifa edip etmeme arasında gidip gelmektedir.

Bugünlerde, AK Parti çevresinde, Erdoğan’dan kurtulma duaları, kurtulmak için adak adamalar çok yaygınmış. Herhâlde Yıldırım da böyle düşünüyor.

Bu nedenle, işi espriye vurdu diyeceğiz ama öyle değil. Bu nedenle aklı karışık demek daha yerinde olur.

Yıldırım, “Tarlabaşı’nda tarla yok” demiş.

Yağma ve rant diyarından, uzak yağma ve rant gezegeninden mi geldin? Tarlabaşı’nda tarla kalmayalı çok oluyor. Esatpaşa’da da “esat” yok. Gel ki Maltepe’de çok “mal” bulunur ama Söğütözü’nde söğüt kalmadığı kesindir. Topkapı’da top yok, dahası, Tuzluçayır’da tuz hiç kalmamış. Bak şu işe ki, Ankara’nın her şeyi kara.

Bu seçimler Yıldırım için, çocukça bir şenlik olarak geçmelidir. Meclis başkanlığından sonra, en hoş alan burası olabilirdi. Zaten meclisin var olan bazı yetkileri de kırpılmakta, kırpılmak üzere kanun olmak için torbaya girmiş durumdadır. Bu nedenle, en iyisi Yıldırım’ın, Tarlabaşı’nda tarla kalmamış olmasına şaşmasıdır. Kadıköy’de kadı aramalı, Beyoğlu’nda bey bulmalı, Karaköy’ü karaya bulamalı, Ak Saray’da, ak hiçbir yönün bulunmadığına şaşmalıdır. Çocuklar gibi şen olması, sağlığına da iyi gelir.

***

AK Parti’li bir yetkili, hırsız bir belediye başkan adayını savunmak için, elinden geleni yapmış. “Hırsız,” demiş, “bizim hırsızımız.” Biz bu bizim hırsızımızı elbette ki savunacağız.

İşte size bir itiraf daha.

Nedendir acaba, sık sık itirafnameler ortaya çıkıyor. Çökmekte olan yapıların göstergesidir bu. İtiraflar, savunur gibi yapılmaktadır. Öyle bir savunu ki, düşman başına.

Hısız elbette onların. Zaten çoğu onların.

Adamın biri, AK Parti’lidir ve Erdoğan’ı dinlemeye gitmiştir. Kalabalığın içinde cüzdanını yoklar cüzdanı çalınmıştır. “Hırsız” diye bağırmaya başlar. Yanındaki diğer AK Parti’liler, sen bizim reisimize hırsız dersin ha diyerek, adamı hastahanelik ederler. Hırsızın bu kadar derin bir yeri vardır AK Parti saflarında. Elbette hırsız sizin hırsızınız. Tamam da, şimdi bunu niye söylüyorsun, subliminal mesaj mı bu?

***

Erdoğan, miting yapmak için Sivas’a gitmiş. Sivas’ta konuşurken, işçilerin “kadro istiyoruz” bağırışları yükseldi. “Kadro istemek”, hem de Erdoğan’ın keyfi yerinde değil iken!

Erdoğan sövdü mü? Hayır. Normalde söverdi ama burada sövmedi. İşçileri azarladı, fırçaladı.

***

İşin en renkli konusu, başlıktaki konudur. Domates, patlıcan, patates ve sivri biber. Erdoğan bu 4’lüyü sayıyor ve bizi kurla, diplomasi ile yıkamadılar, şimdi domatesle, patlıcanla, patatesle ve sivri biberle yıkacaklar diye gürlüyor. Ve elbette buna izin vermeyeceğini ilan ediyor.

Burada durmuyor.

Hal esnafını “terörist” ilan ediyor.

Burada da durmuyor.

Domates, patlıcan, patates ve sivri biberi saydıktan sonra, bir mermi kaç para biliyor musun, diye soruyor?

Ne demek istedi bilen yok.

Belki de demek istedi ki, sen patatesi, biberi, domatesi pahalı yiyorsun ama biz esas parayı mermilere ödüyoruz. Mermi bu kadar pahalı, ben hiç yakınıyor muyum?

Hem sonra, Sedat Peker, silâhlanın çağrısı yaptı. “Silâhları hadi bulduk, mermiler kaç para biliyor musun” mu demek istedi?

Bunları bilen yok.

Ama kesinlikle hal esnafına karşı bir FETÖ operasyonu yapılmalıdır.

Saray, “tanzim kamyonları” açtı. Özelleştirmelerin büyük savunucusu Erdoğan, devlet adına domates, sivri biber, patlıcan ve patates satmak üzere harekete geçti. Üstelik, çalışanlar belediye çalışanı olduğu için ücret de almıyorlar. Ücreti zaten belediyeden alıyor. Öte yandan, işçi için de bu iş kapsamının dışında bir iştir. Ama korkudan yapmak zorundalar.

Şimdi, Erdoğan, özelleştirmeye karşıdır diyebilir miyiz?

Serbest piyasa ekonomisi tıkandı ve Saray Rejimi, kendini kurtarmak için ekonomik operasyon yapıyor.

İşte size Saray Rejimi’nin hâli.

Saray Rejimi, sadece Erdoğan’dan oluşmuyor. Bahçeli de içindedir. Kılıçdaroğlu da, “Devlet” kadar olmasa da, yardımcıdır. Akşener de. İnce’nin ne kadar Kalın olduğunu görmüştük, üzerine durmaya değmez.

İşte bu nedenle, muhalefet denildi mi, artık sadece ve sadece devrimcileri anlamamız gerekir. Örgütlü muhalefet, devrimci cepheden gelmektedir. Bu muhalefet, elbette sokakta etkili olabilecektir. Ancak sadece sokakta etkili olmak yeterli olmaz. Ülkemizde devrimci hareketin, işçi sınıfı hareketinin yükselme dönemi başlayacaktır.

Erdoğan, yolun sonunu görmüş gibidir.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...