Ana Sayfa Blog Sayfa 117

Toplumsal mücadele ve demokratik kitle örgütleri

Kanımızca bugün, hiç tereddüt etmeden, her duyarlı, devrimci, sosyalist insanın ortaklaşacağı bir konu, işçi sınıfı ve halkın kendi demokratik örgütlerinin eksikliğidir.

Elbette, işçi sınıfı ve halkın örgütlenmesi, sadece demokratik kitle örgütlerinin varlığından ibaret değildir, olamaz. İşçi sınıfının devrimci sosyalist örgütleri, işçi sınıfının devrimci partisi, her koşulda, her şartta iktidar mücadelesi ve işçi sınıfının uzun erimli çıkarları için mücadele eden örgütleri de vardır. Biz, burada, işçi sınıfının siyasal partisi, devrimci öncü örgütü üzerinden tartışmak niyetinde değiliz. Biz daha çok, demokratik kitle örgütleri üzerinden tartışmak istiyoruz ve bu kapsamın dışına çıkmamaya özen göstereceğiz.

Öncelikle, bugün, örgütlenme sorununu gündeme acil bir sorun olarak getiren süreçlere bakmalıyız.

İlki, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır. Biz, bu paylaşım savaşımında ağırlığı olan beş emperyalist gücü, beşli grubu özellikle saymak istiyoruz: ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere. Elbette bunun dışında da emperyalist güçler ve onların bu savaştaki rolü söz konusudur. Ama bu beşli grup, dünya çapında yeni bir paylaşım savaşımının fitilini çoktan ateşlemiştir.

SSCB var iken, tüm emperyalist kamp, ABD liderliğinde NATO mekanizması içinde birleşmiş durumda idi. Bu emperyalist örgütlenme, SSCB çözüldükten sonra da varlığını koruyor gibi görünüyor. NATO hâlâ ortadadır. Ama buna rağmen, artık sürece damgasını vuran şey, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır.

Bu paylaşım savaşımı, dünyanın her yanına yayılmaktadır. ABD, askerî açıdan güçlü iken, bu avantajını kullanarak, sonuç almak, pastadan büyük payını almak istiyor. ABD, diğer güçlerin büyük rahatsızlıklarına yol açmadan, kendi gücünü pekiştirmek, bu yolla liderliği elinde tutmak, “süper güç” planlarını hayata geçirmek istiyor. Bu nedenle, daha çok bağımsız kalmış alanlara saldırıyor ya da diğer rakiplerini çok rahatsız etmeyecek alanlara. Suriye savaşına kadar, diğer emperyalist güçler de ABD’nin bu saldırılarına çok itiraz etmediler. Afganistan, Irak, tam da punduna getirildi. Tam rahatsızlık yükselmeye, diğer emperyalist güçler konumlarını belirlemeye başladılar ki, bu kez birkaçına Libya pastasından pay verilerek, Libya operasyonu devreye sokuldu. Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, askerî alandaki eksiklerini tamamlamadan, ABD’nin karşısına çıkma eğilimi taşımıyorlardı. Bu eğilim hâlâ da geçerlidir. Bu arada ise, mesela Almanya ve Fransa’nın Doğu Avrupa’da yayılması gibi “nispeten” kabul edilebilir hamleler her güç tarafından devreye sokuluyor. Japonya da, kendi durumunu toparlamanın yollarını geliştiriyor.

Ama Suriye savaşı, bu kez Rusya’nın sahneye girmesine neden oldu. Rusya ve Çin, ABD’nin büyük askerî gücünün sınırlarına işaret etti ve daha bugünden, ABD hegemonyasının düşüşe geçmiş olduğunu ispat etmeyi kolaylaştırdı.

ABD, dünya savaşını kundaklamak için, her yola başvuruyor. Ukrayna saldırısı ve planları ile, hem Rusya’ya karşı hamleler yapmaya başladı, hem de Almanya’nın Rusya ile olası yakınlaşmasının önünü kesti. Yetmedi, Suriye’de kaybettikçe, Keşmir üzerinden Hindistan ve Çin’e karşı hamleler yapmaya kalkıştı. Yetmedi, Çin’in etrafında gerilimli bir alan oluşturma hamlelerine başladı. Ve yetmedi, Venezuela hamlelerine girişti.

İşte bu savaşın bölgemizde de bir yoğunlaşması söz konududur. Hem bu savaşı durdurmak açısından işçi sınıfı ve halkların örgütlenmesi ve direnişi önemlidir. Hem de zaten, Suriye halklarının direnişinin, özellikle olumlu bir katkısı vardır. Örgütlenmenin gündem hâline gelmesinde önemli bir kuvvet, etken budur.

İkincisi, yani örgütlenmeyi bu denli acil yapan, işçi sınıfının örgütlenmesi sorununu gündem yapan ikinci etken, Kürt devriminin, Kürt halkının direnişidir. Zorlu koşullarda, katliam politikalarına karşı sürmekte olan direniş, örgütlü halkın gücünü göstermesi açısından oldukça önemlidir. Elbette, Kürt devriminde bir siyasal örgütlenme de vardır. Oysa biz daha çok demokratik kitle örgütlenmesini ele almak istiyoruz. Ama hayat, hiçbir şeyi, kesin çizgilerle birbirinden ayırmaz. Hele ki demokratik ve siyasal örgütlenmeler söz konusu olduğunda bu ayrım, çok abartılmamalıdır.

Üçüncüsü, Gezi Direnişi ruhudur. Bu ruh, devrimci bir ruhtur. Kendiliğinden bir sosyal patlama olan Gezi Direnişi’nin ışığı, ruhu, hâlâ tüm toplumu etkilemektedir ve canlıdır.

Dördüncüsü, Saray Rejimi’nin baskı, şiddet, yıldırma, karartma, yalan politikalarıdır. Saray Rejimi, kendi hukukunu tanımamaktadır. Saray Rejimi, en sıradan bir demokratik ya da anayasal hakkın dile getirilmesine dahi müsade etmek istememektedir. Soylu içişleri bakanı, “bir kelime bütününü” yasaklamadık diye tuhaf açıklamalar yapmaktadır.

Bu baskı ve şiddet, bu hukuksuz durum, bu karartma politikası, Saray Rejimi’ne karşı duyulan tepkiyi, gelişen öfkeyi de beraberinde getirmektedir.

Saray Rejimi’nin durumu, en sıradan insanî, anayasal, demokratik, ekonomik bir hakkın dile getirilişini, doğrudan siyasal bir eylem hâline sokmaktadır. Ekonomik talepler, hızla siyasallaşmaktadır.

Demek ki, biz ne kadar demokratik kitle örgütlenmesini tartışırsak tartışalım, bizzat burjuva devlet, Saray Rejimi, en sıradan ekonomik talepleri, en sıradan insanî talepleri siyasal bir sürece taşımaktadır. Demek oluyor ki, demokratik kitle örgütlenmesi asla yeterli olmayacaktır. Zaten böyle bir görüşümüz de yok. Tersine, bir toplumda işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi ne kadar gelişmiş olursa, o toplumda demokratik kitle örgütlenmelerinin de o kadar gelişeceğini iddia ediyoruz.

12 Eylül darbesini takiben, sadece devrimci hareketler tırpanlanmadı. Sadece devrimciler işkencehanelere alınıp öldürülmedi. Devrimci hareket, 12 Eylül darbesine karşı açık ve net bir direniş örgütlemeyi başaramadı.

Bu durum, işçi sınıfının ve toplumun geliştirmiş olduğu tüm demokratik kitle örgütlenmelerine dönük devlet saldırısının daha da şiddetli olmasına olanak verdi.

Devlet, en başta sendikaları kapattı, sonra, sendikal alana bir biçim vermeye, bir format atmaya çalıştı. Sendikaların yönetimlerini, devlet patron ve mafya ağı ile organize etti. Biz bu nedenle, her gün kendini kanıtlayan tespitimizi bir kere daha anmak istiyoruz, sendikalar artık sendika mafyasının denetimi altındadır. Eski vurgumuz, sarı sendikalardaki sendikal bürokrasi idi. Bu bürokrasi artık, bir çeşit mafyatik örgütlenmeye dönüşmüştür.

Devlet, sendikaları kendi kontrolüne almıştır. Birkaç sendika, belli açılardan hâlâ bu sürecin dışında olsa da, işçi sendikalarının büyük bir kesimi, artık, bir işçi sendikası dahi değildir.

Bu durum sadece işçi sendikalarının başına gelmedi. Birçok dernek, birçok örgütlenme, ya kapatıldı, dağıtıldı ya da içine devletin yerleştirildiği örgütler hâline getirildi.

İşte tam da bu yolla, demokratik kitle örgütlenmesinin yerine, STK sözleri kullanılmaya başlandı. Burjuva devlet, tekelci polis devleti, nasıl kendine “demokrasi” diye bir görüntü ayarlıyor ise, toplumsal örgütlenme alanında da STK’lar gibi kavramları öne çıkarıyor. Sivil Toplum Kurumları, o kadar süslüdür ki, süsünden geçilmiyor ve bir şey yaptıklarına şahit dahi olamıyoruz. Batı “demokrasinin” keşiflerinden biri olarak STK’lar, liberal solcularımız tarafından, ülkemize taşındı.

Sahi, yeri gelmiş iken, liberal solcu ne demektir? Liberal tamam, bunu anlıyoruz. Burjuva “demokrasisi”, serbest piyasa ekonomisi vb. savunucuları, eskiden beri, daha “devletçi” burjuva yaklaşımların yerine, liberal kavramına sarılmışlardır. Ama bunun neresi sol’dur? Liberal solcular, 12 Eylül sonrası oluşturulan siyasal burjuva jargonun ürünüdür, tıpkı STK’lar gibi.

Oysa demokratik kitle örgütlenmeleri, aşağıdan gelen, kitlelerin ekonomik-demokratik sorunları etrafındaki örgütlenmeyi ifade eden örgütlenmelerdir.

Bir demokratik kitle örgütü, mutlaka kitlesel olmalıdır. Sendika bir demokratik kitle örgütüdür. İşçilerin tümüne açıktır. Demokratik kitle örgütleri (DKÖ) öyle olmalıdır.

DKÖ’ler, demokratiktir, çünkü, aşağıdan yukarıya doğru bir örgütsel işleyişe sahiptir. Atamanın yerine seçilmenin ve görevden alınabilmenin geçtiği bir örgütlenmedir. Bir sendika diyelim. Sendika, işyeri temsilciliği üzerine yükselir. Bir fabrika söz konusu ise, o fabrikada sendikalı işçiler, bir temsilcilik seçerler. Bu en az üç kişidir ve mutlaka bunların yedekleri de olur. Bu temsilciler, iş kolunun ve bulunulan ilin sendika yöneticilerini seçerler. Diyelim ki bu sendika şubeleri ise (çünkü sendika her ilde veya ilçede şube açmaz. Bir ilde o iş koluna ait işyeri yoksa orada şube açmanın anlamı da yoktur), sendika şubeleri, işyerlerinden gelen temsilcilerin oyları ile oluşur. Sendika şube yönetimleri, o şubedeki işçilerin, belli bir orandaki çoğunluğu ile de görevden alınabilirler. Bu sendika üst yönetimine kadar böyle gider.

DKÖ, alttan yukarıya seçilebilme, göreve getirilme ve görevden alınma mekanizmasına sahip olmalıdır.

Bize STK olarak yutturulan örgütlenmeler, diyelim ki bir sanat derneği, sürekli aynı kişilerin yönetiminde olduğu, sosyal sorumluluk vb. projeler adı altında bir tür “reklâm ve tanıtım” çalışması yürüttüğü ve oradan da parlamento vb. adaylıklarına yükselindiği örgütlenmelerdir.

DKÖ, her şeyden önce, üyelerinin ekonomik, demokratik çıkarlarını savunur. Diyelim ki, bir Alevi derneği, amacı ne ise, bu amaç için oraya gelenler, üye olanların ekonomik, demokratik çıkarlarını savunmakla yükümlüdür. Bunu düzgünce yapabilmesi, üyeliklerin sadece kâğıt üstünde kalmamasının sağlanması, bunun da anlamı bir örgütlenmeye sahip olması gerekir. Bu örgütlenme, aşağıdan yukarıya doğru yükselmelidir ve kendi kitlesinin en geniş anlamda çıkarlarını savunacak yol ve araçlar geliştirmek zorundadır. Yoksa yozlaşacaktır.

Bir sendika, işçilerin ekonomik çıkarlarını savunur. Ama sadece bununla yetinmez. İşyeri çalışma koşulları ve işçinin yaşama koşulları da bunun bir parçasıdır. Ekonomik ve sosyal sorunlar, ekonomik ve sosyal çıkarlar dersek yerinde olur. Bu durum, sendikayı, örneğin sendikalar yasası konusunda tutum almaya da iter. Bu nedenle sosyal vurgusu, sadece işyerindeki çalışma koşulları ve yaşam alanlarındaki sorunları ile sınırlı değildir.

Görüldüğü gibi, demokratik kitle örgütleri, apolitik değildir.

Burjuvazi, “politikayı”, politikacılara özgü bir iş, bir meslek hâline sokar. Böylece halkın, günlük hayatında politikadan uzak durmasını ister. Apolitikleşmiş bir halk, gerçekte, kendi sorunlarını dahi savunamaz. Çünkü olup biteni anlayamaz.

Oysa DKÖ, toplumun en geniş örgütlenmesi anlamına gelir ve DKÖ’ler yaygınlaştıkça, halkın politik duyarlılığı da artar.

Örgütlenmiş halk, kendini daha yakından ve doğru temelde tanıma şansını da elde eder. Aynı şekilde kendisinin yanında ve karşısında bulunanı da tanıma şansını elde eder.

STK kavramı, aslında, DKÖ’lerin içini boşaltma, kendini bir şeyle meşgul etme girişimine “örgütlenme” deme durumunun öne çıkarılmasıdır.

Örgütlenme, insanî faaliyetin, üretim, bölüşüm faaliyetlerinin, ekonomik, sosyal-kültürel ve siyasal faaliyetlerin tümünü, yani hayatın her alanı kapsar. Örgütlenme, özgürleşmenin ete kemiğe bürünmüş hâlidir.

Örgütlenme, bir tür sosyal faaliyet, bir tür zaman geçirme ile sınırlı bir anlama sahip değildir. Tersine, yaşamsaldır. Örgütlü değil ise bir kişinin yetenekleri ne olursa olsun, gerçeği anlayabilme olanağı bile olmaz.

Demokratik kitle örgütü, adı üstünde kitleseldir. Farklı inanışlara, farklı kimliklere, farklı düşüncelere sahip olsa da, insanların, günlük yaşamlarını örgütlemeleri, haklarını korumaları için, devlete karşı kendilerini korumaları için, en geniş insan gruplarını bir araya getirmeyi hedefler.

Toplumsal mücadelenin asla tümü değildir. DKÖ’ler, toplumsal mücadelenin önemli kuvvetlerinden biridir. Ama asla, toplumsal mücadelenin tümü, bütünü olarak ele alınamazlar.

DKÖ’ler, elbette mevcut iktidarlara karşı, en geniş kitlenin haklarını korumak için vardır. İşçilerin sendikaları, elbette burjuvalara, patronlara karşı işçilerin haklarını korumak için vardır. Devlet, patronun, burjuvanın örgütüdür. İşçiler de elbette kendi güçlerini örgütleyerek, bir mücadele yürütebilirler. Kadın örgütlenmesi, egemen olana, cinsiyet ayrımcılığının temsilcisi olan iktidara karşı bir geniş örgütlenmedir. Elbette gençlik örgütlenmesi de, egemene olan, egemen eğitim sistemi ve gençleri düzene uygun kafalar hâline getirme programlarına, köhnemiş burjuva egemenliğe karşı örgütlenmelerdir. Gençlerin yarınlarını çalan sisteme karşı mücadeledir.

Tüm bu örgütlenmelerin, ekonomik, sosyal, kültürel vb. ortak paydaları vardır. Elbette hiçbir ekonomik talep, salt ekonomik, hiçbir kültürel talep salt kültürel olarak kalmaz. Bunlar, siyasal alanı da etkilerler.

Bu nedenle, DKÖ’leri, yapıları gereği siyasal örgütlenmenin yerine koymuyoruz. Siyasal örgütlenmede görüş, anlayış, davranış birliği, yukarıdan aşağıya bir örgütlenme modeli vardır. Yani, her ikisinin yapıları da farklıdır.

Ülkemizde, bugün toplumun her kesiminde, geniş demokratik kitle örgütlenmeleri eksiktir. Bir üniversitede, nüfusu oluşturan öğrenciler, okul yönetiminde temsil bile edilmezler. Temsil edilmeyi bırakın, sorun olarak, problem olarak, dizginlenmesi gerekenler olarak ele alınırlar. Bu açık olarak, geniş öğrenci örgütlenmesinin eksikliğindendir. Bir öğrencinin, eğitime katılma hakkı, bir öğrencinin okulda insan olarak muamele görme hakkı, bir öğrencinin bilimsel eğitim talep etme hakkı, bir öğrencinin düzgün okul ortamı talep etme hakkı, bir öğrencinin okulun kararlarına katılma hakkı için mücadele etmesi için, mutlaka devrimci, mutlaka sosyalist olması gerekmez. Görüşlerinden bağımsız olarak, her öğrenci böyle bir mücadeleyi yürütmelidir.

Bir kadının evde dayak yemeye son demesi onu devrimci yapmaz, evde dayak yediği için karakola gittiğinde orada da aşağılanması, otobüste tacize uğraması, çalışırken, okurken sokakta, evde cinsel ayrımcılığa uğraması ve tüm bunlara isyan etmesi için sadece insan olması yeterlidir. Sosyalist olması, devrimci olması ayrı bir meseledir.

İşte bu geniş örgütlenmeler olmadığından, yeterince güçlü olmadığından, örgütlenme meselesi son derece acil bir meseledir.

Ve elbette tüm bu örgütlenmelere, hayatın her alanındaki DKÖ’lere, biz devrimci sosyalistlerin müdahale etmesi, önderlik etmesi gerekmektedir.

Örgüt güçtür.

Örgüt özgürlüktür.

Güzel günler göreceğiz

15-16 Haziran 1970’teki büyük işçi direnişinin 49. yıl dönümünü bu ülkede yaşayanların artık daha çok alıştığı bir süreçte kutlayacağız. Neden iptal edildiğinin açıklanamadığı ama sebebini herkesin bildiği bir seçim sürecinin içerisindeyiz.

“İstanbul’u veren Türkiye’yi verir” diyen egemenlerin/iktidarın kaybetmekle vermemek arasındaki farkı iyi bildikleri ortada. 31 Mart seçimlerinde kaybedilen verilmemiştir ve 23 Haziran’da da verileceği şüphelidir. Egemenler için İstanbul’un ne kadar önemli olduğu açık. İstanbul’u vermek istemiyorlar çünkü akıl almaz rantlar burada dönüyor. İstanbul’u vermek istemiyorlar çünkü hortum ve yağmanın boyutu çok büyük. Vermek istemiyorlar çünkü binlerce vakıf, dernek, yağmacı buradan besleniyor. İstanbul’u vermek istemiyorlar çünkü İstanbul’u verirlerse kurdukları cennetlerini kaybedebilirler.

Kendileri için cennet yaratma çabasında olanlar, bizlere cehennemde yaşamayı vadediyorlar. Her gün televizyon ekranlarından haykırılan savaş söylemi bu çabanın göstergesidir. Hem iç politikasında hem de dış politikada savaşmaktan başka çözüm yolu bulamayan saray rejimi, başta Kürt halkı olmak üzere tüm halklara düşman olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Irak işgalinin yanında olduğunu göstermek için tezkere geçirenler, Suriye’deki savaş sürecinde aktif rol almış ve tetikçiliğe soyunmuştur. Görünen odur ki efendilerinin yeni savaş senaryolarında halklardan yana tavır almak yerine içerde ve dışarda savaşı körükleyecekler.

Bir yandan yürütülen savaş ekonomisi, bir yandan akıl almaz boyutlara varan yağma ve rant, aynı zamanda artan dış borçların etkisi ile ekonomik kriz artık gizlenemez duruma gelmiştir. Her ne kadar iktidarın söylemleri ve medya ile üzeri örtülmeye çalışılsa da ekonomik kriz işçi ve emekçilerin yaşamını günden güne zorlaştırıyor. Adeta yarın yokmuş gibi ülkeyi soyanlar, yaptıklarının faturasını biz işçi emekçilere yıkmak istiyorlar. Damat bakanın açıkladığı kıdem tazminatı gaspı bu çabanın ürünüdür. Zorunlu BES uygulamaları bu çabanın ürünüdür. Temel ihtiyaçlara, elektriğe, doğalgaza, benzine art arda yapılan zamlar vergiler, toplu işten çıkarmalar bu niyetin açık göstergesidir. Devletin resmi kurumlarının açıkladığı işsizlik oranı bile %14,7 seviyesindedir. Bizler gerçek rakamın bunun çok çok üzerinde olduğunu biliyoruz. Çalışılan birçok yerde de asgari ücret dahi verilmemektedir. Aynı zamanda holdingler kar üstüne kar açıklamaya, ülke yeni milyarderler yaratmaya devam etmektedir.

Onlar kendi cennetlerinin devamı için bunları yaparken bizim cephemizde de umut inatla kendini var etmeye devam ediyor. Tüm karatmalarına, yok saymalarına, baskı, tehdit ve saldırılarına karşı direnişin ışığı bizleri aydınlatıyor. “Flormar değil direniş güzelleştirir” diyen Flormar işçileri tüm baskılara ve engellemelere rağmen direnişlerini kararlılıkla sonuna kadar sürdürdü. Cargill işçileri direniş deneyimleriyle yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Anadolu’nun yüzlerce yerinde irili ufaklıda olsa devam eden işçi direnişleri umudumuzu büyütüyor. Sadece işçiler mi, her tüllü tacize, tecavüze, aşağılanmaya, yok sayılmaya karşı kararlılıkla direnen kadınlar, LGBTİ’ler, özgür bilimsel eğitim için sınıflarında, okullarında, amfilerinde direnen öğrenciler, açlık grevlerine dikkat çekmek, ses olmak için direnen analar ve tarihimizdeki tüm direnişler umudumuzun parçasıdırlar.

15-16 Haziran 1970’de İstanbul’u direnişleriyle iki gün teslim alan işçiler göstermişlerdir ki, her şeyin çok güzel olmasının tek yolu işçilerin kendi kendilerini yönetmeleridir. Gezi direnişi bize nasıl bir yaşam, nasıl bir toplum istediğimizi göstermiştir. Gezi direnişi bize, sokaklarında özgürce dolaşılabilen, tacizin, tecavüzün olmadığı, kimsenin yok sayılmadığı, sömürünün olmadığı, yardımlaşarak, dayanışma ile her sorunu çözülebilen bir toplum olabileceğini ve böyle bir ülke hayalinin aslında çokta uzak olmadığını göstermiştir. Yeter ki örgütlenelim; mahalle mahalle, okul okul, fabrika fabrika direniş çizgisinde örgütlenelim.

15-16 Haziran’dan Gezi’ye, direniş ruhuyla geleceğimizi kurmaya!

15-16 Haziran 1970’te ne olmuştu?

Sermaye, Türk-İş Sendikası’nın da desteğiyle yürürlükteki 274-275 sayılı Sendikalar Yasası ile Toplu sözleşme, Grev ve Lokavt yasalarını değiştirerek DİSK’i fiilen etkisiz kılmayı, sendika seçme özgürlüğünü ortadan kaldırarak sendikal tekel yaratmayı hedefledi. Bu saldırı karşısında DİSK, anayasanın tanıdığı direnme hakkını kullanacağını açıkladı. İşçiler sendikalarına, örgütlerine, haklarına getirilen bu yasakları yırtıp atmakta kararlıydı ve 15-16 Haziran’da İstanbul sokaklarını işgal ettiler. İstanbul ve çevre illerdeki tüm fabrikalarda üretim durdu, yüz binlerce işçi kent meydanlarına aktı. Devlet, Taksim’de işçilerin birleşmesini engellemek için Galata Köprüsü’nü açtı, vapur seferlerini iptal etti, ama tüm bunlar, işçileri durdurmaya yetmedi. İşçiler motorlarla karşıya geçip bir araya geldiler ve Başbakan Demirel’in de bulunduğu İstanbul Valiliği’ne yürüdüler. Polis ve asker barikatlarını yıkarak aştılar. Çatışmalarda üç işçi can verdi. Bu direniş, DİSK yöneticilerinin yoğun uğraşları ve sıkıyönetim ilan edilmesiyle ancak sona erdirildi. İşçiler işe geri döndüklerinde, 4 bin işçi önderi işten atıldı. Ancak tepkinin büyüklüğü, yasanın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesini sağladı. 15-16 Haziran direnişi, Anadolu işçi sınıfı tarihinin en büyük işçi direnişi olarak kayıtlara geçti.

15-16 Haziran Direnişi’nin öğrettikleri

15-16 Haziran direnişi; işçi sınıfının bir sınıf olarak, örgütlü bir güç olarak hareket ettiğinde tüm engelleri aşabileceğini gösterdi. Burjuva yasaların icazetine sığınan uzlaşmacı anlayışları yıktı. “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır” gerçeğini dosta düşmana gösterdi. Sendikal mücadelenin sadece ekonomik haklar elde etme mücadelesi olmadığını, demokratik ve politik haklar için de mücadelenin şart olduğunu gösterdi. İşçi sınıfı bugün daha kapsamlı saldırılarla karşı karşıyadır. Soma’daki madenci katliamı, her ay 150’ye ulaşan sayıda işçinin sermayenin kâr hırsına kurban gitmesi, işçileri tamamen güvencesiz hâle getirip patronların, işçi simsarlarının, taşeronların kucağına iten kölelik yasaları saldırıların vardığı düzeyi göstermektedir. İşçi sınıfı bugün içinde bulunduğu sürece karşı cevabı, tarihini hatırlayarak, tarihini yeniden yaratarak verecektir. Her yıl Anadolu’nun dört bir yanında yüzlerce işçi eylemi, direnişi gerçekleşmektedir. Metal fabrikalarında, maden ocaklarında, deride, kimyada, gıdada, belediyede, nakliyat ambarlarında… birçok fabrika ve işyerinde işçiler hakları için direnişe geçtiler. Şimdi direnişi ve örgütlü gücü büyütme, bir sınıf olarak mücadele etme zamanıdır!

Olaylar ve tespitler

31 Mart 2019’da yerel seçimler yapıldı. Ama yerel seçimler bitmedi. Seçimler mahkemelik olunca, YSK, hiçbir hukuku tanımayan kararlar aldı. Saymakla bitmez, ama ikisi önemli, biri Kürt ilçelerinde ve illerinde, HDP’nin kazandığı seçimleri, bir bahane bulup, seçimi kazanmamış olan, tekrar olursa kazanamayacak olan AK Parti adayının kazandığını ilan etmeleridir. %70 ile seçimleri kazanmış bir adayın elinden seçimleri %20 civarında oy almış AK Parti adayına verdiler. Ne kanun var, ne hukuk var.

Bir tespit yapabiliriz:

Yargı, devletin silâhlı güçleri olan ordu, polis teşkilâtının yanına eklenmiştir. Saray Rejimi’nde yargı, bir “bastırma aracı”dır. Bunu hemen her “muhalif” insanın uğradığı soruşturmalardan görebilirsiniz. “Muhalif” sözünü bilerek tırnağa alıyoruz, çünkü, ne kadar muhalif olduğunun da artık bir önemi yoktur.

İkincisi, İstanbul seçimlerinin iptal edilmesidir. Neden iptal edildiği sorulduğunda, sandık görevlilerinin devlet memuru olmaması gösterilmiştir. Ama Erdoğan, bunun mantıksız olduğunu anladığından, “hırsızlık var” diye bağırmaktadır. Binali, seçimde 999 ali çıkınca, gönülsüz sürdürdüğü adaylığını daha aktif bir görüntü vererek sürdürme niyetini, “çaldılar” diye ortaya koydu. Ama YSK kararı böyle değil. Seçimlerin tümü de iptal edilmemiştir. AK Parti ve Saray Rejimi, kazandığı 25 belediyede yaptığı hileleri bildiği için, meclisteki çoğunluğunu kaybetmemek için, seçimlerin tümünü iptal etmemiştir.

Ne farkeder ki? Saray Rejimi’nin karanlık üretme merkezi medyadır. Medya, yalan haber servis etmek, karartmak, şantaj aracıdır. Binali’nin çalışması ve canla başla çalışması için, kirli çamaşırları ortaya konulmaktadır. Henüz ucu gösterilmiştir. Saray, Binali’ye, öyle 999 ali olmak yok, “anca beraber, kanca beraber” demektedir. Ve bu, medya aracılığı ile söylenmektedir. Halka, işçilere karşı bir karartma görevi gören basın, aynı zamanda şantaj aracıdır. Medya, Saray Rejimi’nde, çeteleşmiş bir yapı olarak devlete eklenmiştir.

Devam edelim.

İstanbul seçimlerinin iptali, İstanbul Belediyesi’nden ortaya çıkacak olan Saray Rejimi’nin kirli çamaşırlarının engellenmesini sağlamaya dönüktür. Sadece buna dönük değil, AK Parti ve Saray Rejimi’nde başlayan dağılmayı durdurmak içindir. Sadece bunun için değil, çeteleşmiş, yağmacı, rantçı iş çevrelerinin kazançlarını korumak içindir. Başlangıçta, 31 Mart akşamı yenilgiyi kabul etmiş olan Erdoğan, bu çeteler tarafından ikna edilmiştir.

İki tespit eklemenin zamanıdır: Demek ki, çeteler, mafyatik bir yapıdadır, işadamları, ideologları, bu mafyatik yapının bir parçasıdır. Bu bir. İki, Erdoğan, artık bu çetelerin baskısı altındadır. 31 Mart’tan seçimlerin iptaline kadarki süreç, aslında bu nedenle bu kadar uzamıştır.

Seçimlerin iptalinden sonra, peş peşe saldırılar gelmektedir. Çeteler, devlet, Saray Rejimi, her fırsatta saldırmaktadır.

İhsan Eliaçık, Ramazan’ın ilk günlerinde, yeryüzü sofrasında saldırıya uğramıştır. Eliaçık yerlerde sürüklenmiş, yeryüzü sofrası dağıtılmış, Eliaçık gözaltına alınmış ve devletin kolluk güçleri, Eliaçık’ı, “ateistlerden korumak amaçlı” müdahale ettiklerini ifade etmiştir. Eliaçık, böyle bir koruma talep etmemiş, kendisinin yerlerde sürüklenmesini istememiştir. Ateistlerin kendisine saldırısı yoktur.

İmamoğlu’nun bağış kampanyasına 20 TL gönderen, kanser hastası ve Erdoğan’ın manevi kızı, kalçasından bıçaklanmıştır.

İmamoğlu’nu destekleyen bir gazeteci, İyi Parti’ye yakın bir gazeteci, TV programından sonra sopalarla dövülmüş, saldırgan 6 kişi gözaltına alındıktan sonra hemen serbest bırakılmıştır. Soylu tarzı bir eyleme benzerdir.

Tecride karşı Leyla Güven’in öncülüğü ile başlayan ve yaygınlaşan açlık grevlerindeki çocukları için eylem yapan annelere saldırılmıştır. Ne bir kere, ne iki kere. Her seferinde saldırılmaktadır. Annelere karşı uygulanan şiddet, her seferinde dozajı artırılan bir tarz almıştır.

Tüm bunlar, şiddetin, bir yıldırma politikası olarak artırılmakta olduğunu göstermektedir. Bununla yetinmeyecekleri de açıktır.

Tespit: Saray Rejimi’nin korkusu büyümektedir. Korku, Saray’ı sarmıştır. Ve buna karşı buldukları yol, devlet terörü, daha fazla yalan, daha fazla karanlık, daha aktif hilekârlıktır.

Tüm bunlar olurken, toplumun değişik kesimlerinden sesler yükselmektedir. Tanınmış kişilerin tweetlerinde “her şey çok güzel olacak” gibi bir söz geçtiği için, Saray Rejimi, çeteler harekete geçmiştir. Yakın döneme kadar sessiz kalan bu tanınmış kişiler, peş peşe tehditler almaya başlamışlardır. “Bunun bedelini ödeyeceksiniz” tarzında açıklamalar yükselmektedir.

Bahçeli, “her şey çok güzel olacak” diyen Cem Yılmaz için, “Cem Yılmaz’ı bundan sonra sevemem” demektedir. Cem Yılmaz, Bahçeli’nin sevgisi olmadan, muhtemelen kendini daha iyi hissedecektir. Saray Rejimi’nin bu baskıcı ve esir alan “sevgisi”nden kurtulduğu için, muhtemelen kendini daha özgür hissediyordur.

Cem Küçük, “bu ülkede bedel ödeme kültürünü kesinlikle oturtacağız” demektedir. Burada durmuyor “Gezi terörizmini destekleyen gazeteciler ve sanatçılar zerre kadar bedel ödemediler” diyor. Bunlara bedel ödetmekten söz ediyor. Ahmet Hakan’ı, Fatih Altaylı’yı, Hande Fırat’ı bile ismen anmayı ihmal etmiyor. “Gülben Ergen, Sevilay Yılman bugün iş buldu ise bunu Binali Yıldırım’a borçludur. Yoksa Yılman bir ‘medeni ölü’ydü. Fakat Yılman da esen rüzgâr var sanıp 8 Mayıs’ta Habertürk’te yazdığı bir yazıyla anında Binali Yıldırım’ı sattı ve Ekrem İmamoğlu’na destek verdi. Bu gerçeği Binali Yıldırım ve basın danışmanı Sinan Çetin de görmeli” diyor.

“İktidar nimetlerinden istifade edip zor gününde satan sözde sanatçıları bizim taraf ekranlarında gördüğünüz an lütfen bana haber verin sayın okurlarım” diyerek, Cem Küçük, okurlarını aktif göreve çağırıyor.

“Her şey çok güzel olacak” sözünün yasaklandığı duyuruluyor. Bunun üzerine Soylu, “bir kelime bütününe, bir cümle bütününe yönelik yasaklama söz konusu değil” diye düzeltiyor. Demek ki, bir kelime bütününe yasak koymak, bir cümleye yasak koymak da mümkün imiş.

Tüm bunlar, bir, Saray Rejimi’nin içinde bulunduğu kaybetme ruh hâlinin göstergesidir, korkularının göstergesidir. Ama bir o kadar da itiraftırlar.

Erdoğan, kapalı bir toplantıda, “karınlarını doyuruyoruz ama yine de oy vermiyorlar” diyor. Midelerini doyuruyoruz dediği seçmenler midir? Yoksa, daha çok AK Parti’nin kadrolarının eksik çalışmasından mı yakınıyor?

Bu bir itiraftır.

Rüşvet ile oy almanın itirafıdır.

Seçimleri kaybettiğini bildiğinin itirafıdır.

Seçimlerde yaptıkları hilelere rağmen kazanamadıklarının itirafıdır.

Erdoğan’ın, Saray Rejimi’nin karınlarını doyurduğu kimlerdir? Gerçekte, ortada büyük bir açlık, büyük bir işsizlik, büyük bir yoksulluk vardır. Bu açlık, işsizlik, yoksulluğun karşısında, bir saatte trilyonlar götüren, hortumcular, yağmacılar vardır. Bu yağmacıların, bu hortumcuların karınlarını doyurdukları açıktır.

Cem Küçük, karnı doyurulduğu hâlde oy vermeyenlere de bir ceza kesmeli, onlara da bir ödetilecek bedel çıkarmalıdır. Bu, karnı doyurulduğu hâlde oy vermeyenleri, Cem Küçük’ün saygı değer okurları, her gördükleri fırsatta kendisine ihbar etmelidirler. Hatta bununla tek tek uğraşmayıp, İstanbul’un tümünü cezalandırmayı önermesi daha yerinde olur. Zira, o kadar da çok zamanları yok.

Saray Rejimi’nde korku ve telâş vardır.

Saray Rejimi ve AK Parti’de çözülme süreci yaşanmaktadır.

Ve bunu önlemek için, medya aracılığı ile şantaj, medya aracılığı ile daha fazla yalan ve karanlık pompalama, direnen herkese karşı, hakkını arayan herkese karşı daha fazla şiddet, çeteleri sahaya daha fazla sürmek dışında yolları da kalmamış gibidir.

Peki, İstanbul seçimlerini “kazanırlarsa”, bu çözülme, bu telâş bitecek midir? Bir moral bulacakları kesin, ama gerçekte bu seçimleri çoktan kaybetmişlerdir. 31 Mart’ta bu ortaya çıkmıştır. “İstanbul’u veren, Türkiye’yi verir” diyorlar. Demek ki, kaybettik ama vermiyoruz, diyorlar. Tekrar bunu yapacaklardır. Peki ne değişecek? Bu süreç durdurulabilir mi?

Baskı, şiddet, adaletsizlik karşısında gelişmeye başlayan direniş sona mı erecektir? Bu mümkün değildir. Bunu onlar da biliyorlar.

İstanbul seçimlerini ikinci kere kaybederlerse, bu kez, telâşları, çözülüşleri duracak mı?

Bu kanın, bu baskının, bu yalanların, bu şiddetin üzerinde oturmak ne zamana kadar mümkündür?

Bu seçim sürecinde, hem baskının, şiddetin, yalanın, karartmanın farklı biçimlerini göreceğiz, hem de tuhaf itiraflar duyacağız. Böyle görünüyor.

Ama Saray Rejimi, halkın direnişi, işçi sınıfının örgütlülüğünün gelişmesine bağlı olarak yıkılacaktır. Ana halka burasıdır. Biz devrimciler, bu noktaya gözümüzü dikmeliyiz.

Güzellik direnişle gelir.

Güç, örgütlülükle sağlanır.

Özgürlük, örgütlü direnişle elde edilir.

İran’a karşı saldırı histerisi

ABD yönetimi, Trump ile birlikte, önce, İran ile yapılmış nükleer anlaşmayı tek taraflı olarak iptal ettiğini duyurdu. Sanırım, bunun üzerinden iki yıl geçmiştir. İki yıl boyunca Trump, bir yandan Suriye’den çekileceğini açıkladı, diğer yandan ise başka alanlarda saldırı planları devreye soktu.

Biz bu süre içinde, eğer doğru anladıksa, ABD içinde iki ayrı politikanın var olduğunu gördük. En azından iki ayrı. Biri şahin ve saldırgan politikadır, diğeri ise daha ağırdan alan bir politikadır. Doğru anladıksa diyoruz, çünkü, belki de bu durum, bir rol gereğidir. Yani biri şahin, diğeri güvercin olan iki kanat gösterilerek, ABD’nin kaybettiği hegemonyayı kazanmaya çalışıyorlar. En azından biz, bunu net olarak bilemiyoruz. Bilenler olduğu ise kesindir.

Trump, her gün ne dedi ise, tıpkı Erdoğan gibi, ertesi gün de tersini söylemiş ya da yapmıştır. Bu nedenle, ne kadar ağırlığı olduğu da tartışılır. Tıpkı Erdoğan gibi. 31 Mart gecesi Erdoğan, seçimi kaybettiğini, büyükşehir belediyesini kaybettiğini açıklıyordu. Ama sonra, seçimin açık olarak iptalini emretti. Demek, “küçük Amerika olmak”, biraz da böyle gerçekleşiyor.

Trump, son aylarda, hızla İran’ın üzerine saldırı planları yaptığını açıklamaya başladı. Trump, ABD, öncelikle, Arap ülkelerini, başta Suudi Arabistan olmak üzere, İran karşıtı bir cephede, İsrail yanında toplamaya başladı.

ABD’nin Suriye savaşındaki planı ile uyumludur. Clinton ekibi, eğer başarabilse idi, Suriye’yi hallettikten sonra, İran’a saldıracaktı. Suriye, İran’a giriş için bir anahtar idi. Ama öyle olmadı. Suriye’de ABD ve müttefikleri açıkça yenildiler.

Ama bu “lokal” yenilgi, ABD’yi durdurmaya yetmedi. Önce Ukrayna ile başladılar. Ukrayna, Rusya’yı sıkıştırmanın yolu olarak görüldü. Başarılı olamadılar. Elbette Ukrayna’dan, orada savaşı kışkırtmadan vazgeçmeyecekleri açıktır.

Ardından, Çin’e karşı harekete geçtiler. Sadece anlamsız bir ekonomik savaş başlatmadılar. Aynı zamanda Çin’e karşı, Hindistan’a karşı Keşmir’den denemeler başlattılar. Biraz hazırlıksız oldukları anlaşılıyor. Ama bundan da vazgeçmeyecekleri kesindir.

Ardından ise, Venezuela’ya karşı saldırıya geçtiler. Maduro yönetimine karşı tehditler, komplolar hiç bitmedi ve nihayet darbe denemesi ile 30 Nisan’da sahaya çıktılar. Orada da kaybettiler. Yine vazgeçmeyecekleri kesindir.

Ve bu dört “sıcak” noktaya yenilerini eklemek istiyorlar.

Kendilerine tetikçilik edecek ülkeleri de devreye sokuyorlar. Bölgemizde Erdoğan, tam bir ABD tetikçisidir, sadece “kuyruğunu” Rusya’ya kaptırmıştır. Yoksa Erdoğan’ın eline meşaleyi verip istedikleri yeri yangın yerine çevirmekte tereddüt etmezler. Bölgemizde Suudi Rejimi tam bir tetikçidir, hem de parası da var. İran’a karşı cephe oluşturmak için her türlü rezilliği yapmakta beis görmemektedir.

Ve ABD, Venezuela sonrasında, hızla okun ucuna, hedef tahtasına İran’ı koydu.

Aynı anda, Çin denizinde Çin’e karşı hamleler yapmaya başladı.

Demek ki, bu dört sıcak noktaya yenilerini ekleyecektir. Büyük ve dünya çapında süren bu savaştan kesin bir yenilgi alıncaya kadar, bu süreci süreceği anlaşılıyor. Ya da bu süreci, ancak yeni bir sosyalist devrim dalgası durdurabilir. Bu dalga, ABD halklarının isyanı ile birleşebilirse…

Elbette İran, ne bir Afganistan’dır, ne bir Irak. ABD’nin politikalarına diplomatik olarak da son derece akıllıca hamlelerle yanıt verebilecek geleneğe sahiptir. Ama ABD, saldırı niyetlerini açıktan ortaya koymaktan çekinmemektedir. Uçak gemileri ve beraberindekiler, bölgeye yığılmıştır.

120 bin asker gönderme planı, bir açıklanıp, bir yalanlanmaktadır.

Muhtemelen ABD, sahaya sürmek üzere, İran’a karşı Türk ordusunu düşünmektedir. Bunun o kadar kolay olmadığı da açıktır. Sonuçta ABD açısından fark etmez, İran ve Türkiye savaşırsa, buradan her ikisi de zararla çıkar ve bu ABD için bir kazançtır.

Suriye’den çekileceğini 6 ay önce ilan eden Trump idi. ABD, yıllar önce Afganistan ve Irak’tan çekileceğini ilan etmişti. Ama ortada hiçbir emare yoktur. Tersine, saldırı için hazırlık yapar görünmektedirler.

İran’a karşı savaş, savaşı dünya çapına yayma eğilimi demektir.

İran, bu savaşı, sadece İran topraklarında kabul etmeyecektir dersek, kâhin olarak görülmemiş oluruz.

Öte yandan ABD, bu saldırı ile, esas olarak Rusya ve Çin’i sınırlandırıp, dünyanın paylaşımı için, Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa ile karşı karşıya gelme isteğindedir. Rusya ve Çin, anlaşılan o ki, bir savaş istememektedirler ve bunu ertelemek için uğraşmaktadırlar. Her ikisi de, kendilerine karşı tehdidi durdurma isteğindedirler.

Hegemonyasını kaybetmeye başlamış ABD, durma niyetinde değil gibi görünmektedir. Bu nedenle, yeni savaş noktaları açmakta tereddüt etmemektedir.

İran savaşı, kuşku yok ki, bölgemizi kana boyayacaktır. Suudi krallığı başta olmak üzere, birçok Arap ülkesi, böylesi bir savaş için çok heveslidir. İsrail, elbette heveslidir. Türkiye’nin de fırsat kolladığı açıktır.

Türkiye, Rusya ile S-400 anlaşmalarını bozmak için de fırsat kollamaktadır.

Dahası böylesi bir savaş, bölge halklarına karşı katliam politikalarının devreye girmesi de demektir. Savaş bahane edilerek, tıpkı 1915’te olduğu gibi, bölgede direnen halklara karşı katliamlar gündeme getirilmesi mümkündür. Kürt halkı ve Filistin halkları ile sınırlı olmayacağı da açıktır.

Öte yandan, bu savaş, İran tarafından “olmayacak bir savaş” olarak da görülmektedir. Bu durumda bile, ABD, bölgede gerilimi artıracak, tüm bölgeyi etkileyecek sonuçlar elde edecektir. Bu durum sadece İsrail’in ABD tarafından korunması isteği ile sınırlı bir durum değildir.

ABD, bölgede, yeniden yerleşmektedir.

Suudi Arabistan başta olmak üzere, bölgedeki üslerini takviye etmekte, yeni üsler oluşturmaktadır. Buna Suriye de dahildir.

Suriye ordusunun İdlib’den gelen saldırılara karşı, artık saldırıya geçmesi de bu durumun bir parçasıdır. Tüm bölgeyi saran bir yeni gerilim gelişmektedir. Bu yolla ABD, bölgede kalıcı olduğunu beyan etmek istemektedir.

Suriye savaşının bitirilmesi bu kadar yakın iken, ABD yeni hamlelerle süreci uzatmaktadır.

Türkiye, en başından beri, buna Soçi mutabakatı da dahil, Suriye savaşında Rusya’yı oyalamak için rol almıştır. Evet bir yandan Rusya ile zorunlu bir işbirliği içine girmiştir. Rusya ve İran ile bu zorunlu işbirliği, aslında ABD hamlelerine de bir engel değildir.

ABD, bugünlerde İran’a karşı bir savaş senaryosunu devreye sokamasa dahi, bunun için hazırlıklar yapacak ve savaş naralarını yükseltecektir. Bu durumda, biraz daha uzak bir dönemde, bu aynı savaş, yeniden gündeme gelecektir.

ABD, ne Ukrayna’dan, ne Venezuela’dan, ne Çin denizindeki hamlelerinden, ne Suriye’den çekilme niyetinde değildir. İran hamleleri, açıkça bu durumu göstermektedir. ABD sadece ve sadece, AB ülkeleri ve Japonya’dan destek arama peşindedir. Bir adım ileri atıp, iki adım geri çekilmesi, aslında ABD’nin iki farklı politikasının ürünü müdür, yoksa durumun gereği midir? Önemli soru budur. Öyle anlaşılıyor ki, ABD, ipi gerip gevşeterek, daha büyük çaplı bir savaş için hazırlıklar yapmaktadır.

İran sürecinin ardından, başka noktalardan, yeni gerilim yaratan provokasyon hamleleri devreye sokacağı kesindir.

İran’a karşı savaş, tüm bölge halklarının kaybı demektir. Elbette, bölge ülkelerinde ABD kuklası iktidarlardan söz etmiyoruz. Doğrudan halklardan söz ediyoruz. Bu ne Arap halklarının, ne diğer halkların yararına bir durum yaratmaz.

Bu nedenle de, ancak ve ancak bu savaş, bölge halklarının kararlı anti-emperyalist mücadelesi ve tutumu ile önlenebilir. Suriye halklarının, Kürt halkının, Filistinlilerin gösterdiği direniş daha da genişleyebilirse, diğer bölge halklarına etki ederse, Mısır, Irak ve Türkiye gibi bölge ülkelerinin halklarını içine alırsa, işte o zaman savaş önlenebilir. Demek ki, ülkemiz halklarının direnişi, burada büyük önem taşımaktadır.

Saray Rejimi’nin baskıcı, IŞİD terörünü destekleyen, çeteleri besleyen, katliamcı, provokatif eylemlerine karşı gelişmekte olan direniş, işte tam da bu nedenle çok kıymetlidir. Barış ve özgürlük, büyük güçlere bel bağlamaktan geçmiyor, kendi gücünü, direnişi geliştirmekten, örgütlemekten geçiyor. ABD ve AB emperyalist güçlerinin halkları kullanmaktan, onları savaşlarının araçları hâline getirmekten başka bir amacı yoktur, olamaz.

Bu uzak gibi görünen bir çıkıştır. Ama bunun temeli vardır. Bölgemizde direniş gelişmektedir. Zor olduğu kesindir. Ama “imkânsızı istemek” denilen şey tam da budur. Kürt halkının ve diğer halkların gösterdiği direniş, bunun en somut kanıtıdır. Halklar, kendi geleceğini, kendi kaderini kendi ellerine alma olanağına, en zor durumda bile, sahiptir.

Emperyalist paylaşım savaşı ve ABD’nin saldırı histerisi, ancak bu yolla önlenebilir.

Venezuela’da darbe girişimi, ABD hegemonyasının sonu mu?

ABD, Venezuela’da, hiç de şaşırtıcı olmayan bir deneme daha yaptı, Maduro hükümetine karşı darbe girişimini sahneye koydu. Kendini “başkan” ilan eden, bunu ABD eli ile yapan, arkadaki faşist güçlerin öne sürdüğü bir “lider”, bir askerî üsteki “askerlerle” birlikte görüntü vererek, ülke yönetimine el koymak üzere, darbe yaptıklarını ilan ettiler.

“Başkan” ilan edilen ABD kuklası, bu açıklamayı yapar yapmaz, gladio artıkları harekete geçti. Ama çok kısa bir süre içinde halk, Maduro tarafından yapılan açıklamalara uygun olarak sokaklarda darbecilere karşı harekete geçti. Aynı anda, ordu, ana kadrosu ile hükümete bağlılığını ilan etti ve darbeci askerler, kısa sürede bastırıldı.

Gladiocu faşist liderler İspanya konsolosluğuna sığındı. Ama ABD’nin emri ile kendini “başkan” ilan eden, henüz tutuklu değil. Darbeye katılan askerlerin %80’i ise, aslında kendilerinin kandırıldığını, bir darbe yapılacağından bilgilerinin olmadığını söylediler.

Demek oluyor ki, ABD, Saddam rejiminin generallerini satın aldığı gibi, Venezuela’da bazı generalleri satın almaya çalışmış, bunun belki bir bölümünü satın almış, ama oldukça etkisiz bir darbe gerçekleştirmiştir.

ABD Doları, acaba cazibesini mi kaybediyor nedir, bazı durumlarda insanları satın almaya yetmiyormuş.

Bu, belki bizim ülkemizde, kendini, kalemini, kafasını, ülkesini 100 dolara satan politikacı, yargıç, general ve bürokratlar için ilgi çekici olabilir. Ortadoğu’da, kendini 100 dolara satan çok adam bulmak mümkündür. Hatta bir bölümü, ABD adına, ABD’den daha Amerikancı kesilmektedir ve gönüllü olarak bu işi yaptıkları şüphesi bile vardır.

Latin Amerika’da, belki direniş geleneğinin, belki yüzlerce yıllık direniş geçmişinin bir sonucu olarak, 100 dolar ve daha fazlası işe yaramayabiliyor.

Venezuela halkı, Bolivarcı geleneğine bir kere daha sahip çıktı.

Chávez’in ardından, Maduro’nun, hem halk desteğinin yeterli olmadığı, hem de liderliğinin Chávez kadar güçlü olmadığı inancı vardır. Bu hâlâ geçerlidir. Chávez’in daha atak politikalar izlediği, oysa Maduro’nun daha “ılımlı” politikalar izlediği fikri yaygındır. En azından, bu darbe sürecinde, Maduro’nun kolay lokma olmadığı ve halkın Bolivarcı geleneğe sahip çıkma potansiyelinin fiilî bir güç olduğu anlaşılmıştır.

Venezuela, ciddi ölçüde ambargo ve içeride tahrip edici burjuva-faşist muhalefet ile uğraşmaktadır. Dışarıdan ambargo, içeriden ise zenginlerin sistemi tıkama girişimleri, ekonomik anlamda ciddi sorunların oluşmasına neden olmuştur. Bu ciddi ekonomik sorunlar, aslında bir savaşın parçasıdır. Petrol şirketlerinin kamulaştırılması süreci ile başlayan Bolivarcı değişim, karşısında ciddi bir burjuva direniş bulmaktadır. Bu direniş, ABD tarafından ciddi tarzda desteklenmektedir. Bu gerici faşist çeteler, her yolla saldırılarını sürdürmektedir.

Ve Venezuela, tüm bunları baskı ve yasaklarla yok etme yolunu etkin bir tarzda izlemiyor. Hâlâ, ülkede basın, iktidarın denetimi altında değil ve bunu biraz da Maduro yönetiminin yapmak istemediği söyleniyor.

Bizim ülkemizdeki Saray Rejimi ve basını düşünürsek, Venezuela’ya diktatörlük demek, ancak bizim sol-liberallerimizin işi olabiliyor. Kendi ülkelerindeki baskıya, şiddete, zulme, işkenceye, basının durumuna kısacası Saray Rejimi’nin tüm hukuksuzluklarına sesini çıkaramayanlar, konu Venezuela olunca, “diktatör” sözünü kullanmakta duraksamıyorlar.

Venezuela’da bir ikili iktidar durumu fiilî olarak vardır. Bir yandan, parlamentoda çoğunluğu elinde tutanlar, diğer tarafta ise seçilmiş ülke yönetimi ve onun Bolivarcı örgütlenmeleri.

Darbe, durumu, Bolivarcı komiteler, örgütlenmeler ve Maduro taraftarları aleyhinde değiştirme girişimi idi. Ama başaramadı ve şimdi durum, bu faşist çetelerin aleyhinde ilerlemektedir.

Çılgına dönen ABD yönetimi, Venezuela’ya askerî müdahale tehditlerini savurmakta, bu konuda Rusya ve Çin’i suçlamakta, onların Maduro’ya destek verdiklerini ilan etmektedir. O kadar ki, konu Venezuela değil, konu Rusya ve Çin’in etkisinin sınırlandırılmasıdır diye açıktan beyanat veren ABD yetkililerine bile rastlanmaktadır.

ABD, Kolombiya sınırında, Blackwater isimli şirkete bağlı kontr-gerilla timlerini bekletmektedir. 5 bin Blackwater paralı askeri, Kolombiya sınırında beklemektedir.

Blackwater paralı askerlerini Irak savaşından biliyoruz. Bunlar, sadece Irak’ta öldürülen milyonlarca insanın katili değil, aynı zamanda Irak’ın yağmalanmasının da aktörleridir. ABD, Amerikan sermayesi, bu güçleri sahaya sürerek, kontr-gerilla savaş taktiklerini uygulamaktadır.

ABD, Venezuela’da, Suriye’dekine benzer bir uygulama devreye sokmak istiyor. Suriye’de Türkiye üzerinden çeteler, IŞİD grupları devreye sokulmuştu. Şimdi aynı uygulamayı, bazı farklılıklarla Kolombiya üzerinden Venezuela’ya karşı devreye sokmak istiyorlar.

ABD, Venezuela’da Rus askerî ve gıda desteğinin önünü almak, Venezuela’yı yalnızlaştırmak istiyor. Bu nedenle, Küba ve Bolivya’ya karşı tehditler savuruyorlar. Küba ve Bolivya’nın varlığı, savaşın tüm Latin Amerika’yı, aynı anlama gelmek üzere tüm Amerika’yı sarması anlamına da geliyor. Her ne kadar Brezilya’da bir darbe ile seçilmiş sol yönetimi alaşağı etmeyi başarmış olsalar da, Meksika dahil tüm Latin Amerika halkları, bu darbenin açık olarak karşısında, ABD’ye karşı savaşma cesaretindedir.

Venezuela’da askerî darbe girişimi, ABD’nin tüm planlarını bir kere daha deşifre etmiş, ABD’nin ne kadar saldırgan bir politika izlediğini bir kere daha ortaya koymuştur. Muhtemeldir ki, darbe girişimi, vaktinden önce öğrenilmiş ve erkene alınmıştır.

Ama bu darbe girişiminin bastırılması, ABD’nin hegemonyasına bel bağlayan, ABD adına hareket etmekten çekinmeyen sömürge ülkelerdeki yönetimleri de düşündürmeye başlayacaktır. Ve belirtmek gerekir ki, nedeni ne olursa olsun, Erdoğan’ın darbeyi kınaması önemlidir.

ABD hegemonyası açısından ise, bakıldığında ilgi çekici bir tablo ortaya çıkmaktadır. Kaldıraç okurları, bizim bu süreci, çok zamandır, Üçüncü Paylaşım Savaşı olarak adlandırdığımızı bilirler. Bu dünya savaşı, farklı bir seyir izlemektedir.

Suriye savaşı ile ABD, karşısında bir direniş cephesi buldu. Rusya ve Çin liderliğindeki bu direniş cephesi, Suriye’de, bugüne kadar ABD planlarının başarısını önlemeyi başarmıştır. ABD ve onunla birlikte Suudi Arabistan, İngiltere, İsrail ve Türkiye, yanlarına bazı küçük destekçi ülkeleri de siz koyun, net bir kayıp yaşamışlardır.

ABD, Suriye savaşındaki gerilemesine karşılık, bir anda Ukrayna üzerinde bir cephe açmıştır. Bu cephe ile Almanya başta olmak üzere, Avrupa’yı Rusya’ya karşı harekete geçirmiştir. Ama görünen o ki, Ukrayna’da da işler istediği gibi gitmemektedir. Elbette bir karışıklık ortaya çıkmış, uzun yıllara dayalı Rusya ve Ukrayna kardeşliği ciddi yaralar almıştır.

ABD, Suriye ve Ukrayna’dan sonra, iki cephe daha açmaya başlamıştır. Biri, Suriye’den IŞİD çetelerini taşıdıkları Pakistan ve Afganistan üzerinden Hindistan ve Çin’e karşı bir cephedir. İkincisi ise Venezuela’dır.

Suriye cephesi, gerçekte içine İran’ı da alacak tarzda büyütülmektedir. İran’a karşı son dönemde ortaya konan saldırganlık ve ambargolar, Suriye cephesinin devamı niteliğindedir. Bu nedenle açıkça söylemek gerekir ki, Suriye’nin tümünde ABD ve diğer ülkelere ait askerler geri çekilmedikçe, Suriye topraklarının işgali sona ermedikçe, İran’a karşı saldırı politikası daha da artırılacaktır.

Suriye’de savaşı kaybettikleri hâlde, ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, İsrail ve Türkiye’nin geri çekilmemesi, dahası Türkiye’nin özellikle işgal ettiği topraklar üzerinden savaşı uzun süreye yayması ABD’nin İran saldırganlığının bir parçasıdır. ABD, açık olarak Türkiye’ye, Moskova’yı oyalama görevini vermiştir. Sonuçta, Astana sürecinin ülkeleri olan Rusya ve İran’dan farklı olarak Türkiye, Suriye’de işgalcidir. İşgal ettiği topraklardan kolaylıkla çekilmeyeceğini de beyan etmektedir. Türkiye, açık olarak Rusya’yı İdlib’de oyalamaktadır. Rusların, siyasal çözüm arayışı, Suriye ve Türkiye’nin karşılıklı savaşa girmesini istememesi, bu oyalama sürecini işler hâle getirmektedir. Fırsattan yararlanan Türkiye, Şırnak üzerinden Suriye ve Irak topraklarına sarkmaya çalışmaktadır. İdlib’deki durum, Türkiye’nin, bir ABD projesi olarak devreye soktuğu oyalama manevralarına olanak sağlamaktadır.

Muhtemeldir ki ABD, Erdoğan’a olan desteğini İdlib ve Suriye politikalarına bağlamıştır.

ABD, bu süreçte, savaşı dünyanın farklı noktalarına yayma isteğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu dört noktaya bir yenisini ekleyeceklerinden şüphe duymamak gerekir. Zira ABD’nin saldırganlık dışında başka yolu yoktur. ABD’nin, durum değerlendirmesi yapıp, bu koşullarda dünya hegemonyası iddialarından çekiliyoruz demesini beklemek, oldukça hayalci olacaktır. Ekonomisi savaş sanayiine dayalıdır ve gerginliklerden para kazanmaktadır. Ama bu, sadece bununla sınırlı değildir. AB ile ekonomik anlamda kıyaslandığında birçok dezavantajı vardır ve bu koşullarda, paylaşım savaşımından kayıpları çok büyük olacaktır. Öte yandan askerî üstünlüğü de birçok ülkeye göre açıktır ve bu avantajını kullanmaktan çekinmediği de açıktır. Tarih de bunun kanıtları ile doludur. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, hiçbir neden yok iken, Japonya’ya attıkları atom bombaları, bunun kanıtıdır. Bunu durduracak şey, ABD halklarının içeride geliştireceği direniştir. Böylesi bir direniş, kapitalizme karşı savaşan tüm dünya halklarının, dünya işçi sınıfının mücadelesi açısından çok büyük bir değere sahip olacaktır.

Dikkat edilirse ABD, savaşa giriştiği hiçbir yerden, aldığı yenilgiler nedeni ile çekilme eğilimi taşımamaktadır. Afganistan ve Irak’tan çekileceklerini açıklamışlardı. Bu Obama döneminde söylenen, açıkta ilan edilen bir şey idi. Ama buna rağmen, ortalıkta çekilme işaretleri yoktur. Sadece ABD, her yeni durumda kendine ittifaklar kuracak ve NATO’yu ayakta tutacak adımlar atmakta, yeni manevralar devreye sokmaktadır.

NATO, ABD denetimindedir ve ABD’nin en başta AB ülkelerini, bazı rakiplerini denetim altında tutma aracı durumundadır. NATO yeri geldiğinde bir tehdit aracıdır. Ve emperyalist güçler arasındaki rekabet ne kadar şiddetlenirse şiddetlensin, NATO’yu dağıtma eğilimi ortaya çıkmaktan uzaktır.

Emperyalist güçlerin özellikle beşini saymak gerekir. Bunlar ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya’dır. Bu beşli güç, kendi aralarında dünyayı paylaşmak için sadece ticari bir savaş yürütmüyorlar. Söz konusu olan Çin oldu mu, hemen ortaklaşa hareket edebilme olanakları yaratıyorlar. Söz konusu olan Rusya oldu mu, hepsi birlikte ortaklaşa ambargolar uygulamaktadırlar. Bugün, Rusya ve İran’a karşı ambargolara AB ve diğer emperyalist güçlerin açık destek vermediğini hayal edin, bu durumda bu ambargolar, tümden işlevsiz kalırdı.

Venezuela meselesine bir de bu açıdan bakmak gerekir. Konu Venezuela oldu mu, bu güçler hemen bir araya gelmektedir.

Evet, ABD, hegemonyasını kaybetmeye başlamıştır. SSCB çözüldüğünde, “dünya imparatorluğu” planlarını ilan etmişlerdi. Bugün, başka güçlerin de var olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Ama buna rağmen, ABD saldırganlığını artırarak sürdürmektedir. Bu saldırganlık, dünyanın kaynaklarının savaşa ve silâh sanayiine kayması demektir ve bu oldukça artarak sürmektedir.

Dünya halklarının, insanlığın, bu savaşa, bu emperyalist politikalara, emperyalist yağmaya karşı tek umudu, kendi gücü ile, her türlü zorbalığı, her türlü sömürüyü yeryüzünden silecek bir direniş geliştirmesinden geçmektedir.

Dünyada eksik olan şey, işçi sınıfının dünya çapındaki örgütlenmesidir.

Ancak yeni bir sosyalist devrim dalgası savaşlara ve emperyalist hegemonyaya son verebilir, yeryüzünü bir cennet hâline getirebilir ve dünyayı kurtarabilir. Dünya ve onun üzerinde varlığını sürdüren insanlık, ancak proletarya enternasyonalizmi ile varlığını koruyabilir.

Bu, sadece emperyalist hegemonyaya, sadece sömürüye son verme savaşı değildir. İnsanlığın varlık ve yokluk mücadelesidir. Sosyalizm dışında hiçbir şey, her türlü ayrımcılığa, her türlü sömürüye ve nihayet sınıfların varlığına son veremez.

Dünyanın tüm işçileri, dünyanın tüm ezilenleri birleşiniz!

Cem Küçük doğru söylüyor!

İktidarın (AK Parti’nin, Erdoğan’ın değil, ‘iktidarın’ diyorum, yarın ‘Başkan Erdoğan’ olmayabilir), medya ve ‘sanat dünyası’ndaki tetikçisi olarak görevli olduğu anlaşılan Cem Küçük, 6 Mayıs’taki YSK’nin İBB seçimleri iptal kararından sonra, İmamoğlu’nun, “herkes konuşacak ve her şey çok güzel olacak” sözünü yayan sanatçılara ateş püsküren, açlıkla tehdit eden bir yazı kaleme aldı.

Yazının girişinde şöyle diyor Cem Küçük; “Daha önce de bu köşede ifade etmiştim. Türkiye’nin kesinlikle bedel ödeme kültürüne ihtiyacı vardır. Çünkü ne yaparsan yap bedel ödemediğin bir ülkede ahlâksızlık hâkim olur. Cezasızlık kültürü aslında her ülkeyi uçuruma sürükleyen korkunç bir olaydır. Bedel ödeme kültürü demek illa ki hapis ve sürgün demek değildir. İlla mahkemelerin devreye girmesi değildir. Sivil mekanizmalarla da bedel ödenir.”

Ne kadar da doğru söylemiş… Evet insan yaptıklarının ya da yapamadıklarının sorumluluğunu taşımalıdır. Önce kendi vicdanında sonra topluma karşı başı dik gezebilmelidir. Evet, sözün bir ağırlığı vardır. İnsan bir laf etti mi onun nereye gideceğini bilmeli, sonrasında o sözün arkasında durup gereğini yapmalı, bedelini de ödemelidir. Göze alamıyorsa bir bedel ödemeyi, söylememelidir.

Evet, sözün ağırlığını yitirmesi ahlâksızlığı büyütür. Sözün ağırlığı ise çok bağırıyor olmaktan, arkasına yaslandığı iktidara güvenerek sağa sola tehdit yağdırmaktan gelmez. Bu hâli ile, daha çok ahlâksızlıktan gelir. Sözün ağırlığı, belirtiğimiz gibi, ‘özün ve sözün bir olması’ndan gelir.

İlk defa olmamak üzere, sanatçıları, medya dünyasını her fırsatta tehdit etmeyi görev bellemiş Cem Küçük’ten örneğin, Ensar Vakfı’nda tecavüze uğrayan çocuklarla ilgili bir şey duyamadık. Mavi Marmara gemisi ile Gazze ablukasını kırmak için yola çıkanları, Erdoğan’ın “giderken bize mi sordunuz” diyerek satmasından sonra ‘manyak’ olarak tanımladığını gördük. Şuna emin olmak gerekir ki, Ensar tecavüzcüsüne Erdoğan bir laf etmiş olsa idi, Cem Küçük urganı mürekkebe batırıp bir yazı yazardı.

Örneğin Cem Küçük’ten ayyuka çıkan yolsuzluklara ilişkin, örneğin İBB’de geçmişi bir yana son günlerde açığa çıkan yolsuzluklara ilişkin yazdığını, konuştuğunu göremedik. Zamanında AK Parti içinde küçük, amatör, salakça yapanlar olarak geçiştirmeyi yeğlediği yolsuzluk tespitleri dışında, örneğin TÜRGEV’e aktarılan milyonları, arsaların, binaların vb. eleştirisini hiç göremedik.

O sadece, AK Parti’yi eleştiren köşe yazarlarına, sanatçılara verilen paralarla ilgili.

Daha sonra yazdığı bir yazıda da aslında bu sanatçılar kimi desteklerse halkımızın tersini yaptığını söyleyerek, “her şey çok güzel olacak” sözünü yazan söyleyen sanatçıların Saray’a getirilmesi için uğraşılmasını da ‘Başkan’a komplo olarak değerlendiriyor. Elbette bir önceki yazısında, bu sanatçıları niye eleştirdiği konusu ise boşlukta sallanan bir çelişki olarak duruyor. Ne demeli; sözün ağırlığı olsa gerek!

Cem Küçük aynı paragrafta cezasızlığın bir ülkeyi uçuruma sürükleyebileceğinden söz ediyor. Ne kadar doğru! Ama onun için suç olan tek şey, bugün için ‘Başkan Erdoğan’ yarın bir başkası fark etmez, meşruiyet krizi yaşayan iktidarı eleştirmekten ibaret.

Örneğin 740 haftadır Cumartesi Annelerinin çocuklarının mezarını ve katillerini aramalarına sessiz kalmak, katillerini cezasız bırakmak; örneğin, Soma’da hayatını kaybeden 400’e yakın madencinin katili olan patrona her can başına 5 gün gibi bir ceza vererek cezasız bırakmak, üstüne bir de maden işletme ruhsatını yenilemek ülkeyi uçuruma götürmüyor Cem Küçük için… Ama ‘Başkan Erdoğan’ı değil de İmamoğlu’nu desteklemenin cezasız bırakılması ülkeyi uçuruma sürükleyebiliyor!

Mutlaka hapsetmek gerekmeyebilir diyor örneğin, barış akademisyenleri, gazeteciler, parti başkanları, belediye başkanları, milletvekilleri, öğrenciler, devrimciler gibi… Ama en azından açlıkla terbiye edilmeliler diyor Cem Küçük…

Ama işte öyle olmuyor, olamıyor maalesef Cem Küçük… Onlarca kanalda her gün, her saat yayılan o karanlığı halkımızın izlemesi için, o sanatçılara milyonlar vererek o basmakalıp dizileri izletmek zorunda olduğunu biliyor sahiplerin… O yüzden de havuç-sopa politikasını eksik etmiyorlar.

Bir taraftan ‘küçük tetikçi’leri ile sopayı gösterirken, diğer yandan milyonlar ödeyerek birbirinin aynısı dizilerde oynatarak havuç sunuyorlar. Sonra da Saray’da iftara davet edip fotoğraf vermeye çalışıyorlar.

Tamamen keyfiyete dayanan, kendi koyduğu hukuku dahi hiçe sayan, aynı konuşma içerisinde birbirine zıt şeyleri fütursuzca söyleyebilen, YSK’nin gerekçe koyamayan ‘gerekçeli kararı’ sonrası, “çaldı dedik ama, halkımız anlasın diye öyle dedik, yoksa hukukî bir terim değil” diyebilecek kadar bedel ödemeyeceğine güvenen, insanlığın bugüne kadar yarattığı tüm değerleri kendi soysuz çıkarları için ağızlarına alıp iğdiş eden bir avuç asalağın cenneti için kurulmuş bir organizasyondur bu.

Yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine kurulmuş bu Saray Rejimi’nde Cem Küçük de bir tetikçi olarak görev alıyor. Bu görevi karşılığında milyonlar mı, yüzbinler mi aldığını bilmiyoruz ama, gönüllü bir ‘dava neferi’ olarak yapmadığını biliyoruz.

Hayatında bedel ödememiş, zamanında cemaatı överken, sonrasında ‘Cehennem Köpekleri’ diye kitap yazacak kadar dönüş yapma kabiliyetine sahip, bugünün ‘Başkan Erdoğan’cısı Cem Küçük’e vakti geldiğinde, en şanlı elbisesi, işçi tulumuyla dolaşmaya başladığında bu memlekette hürriyet, sözün ağırlığını da, bedel ödeme kültürünü de hatırlatanlar çıkacaktır…

1 Mayıs 2019 ve saf tutma zamanıdır

Bizim, 1 Mayıs kutlamalarına ilişkin, artık bir gelenek hâline gelmiş değerlendirme yaklaşımımız var. Bize göre 1 Mayıs, bir yandan, bir önceki yıldan alanlara yansıyan bir özettir, bir yandan da, gelecek yıla ışık tutan bir ön göstergeler bütünüdür. Önümüzdeki dönemin sınıf mücadelesine ilişkin ipuçları verir.

Bunun bir nedeni, ülkemizde, 12 Eylül sonrasında, birçok alanda eylemsiz kalınsa da, konu 1 Mayıs olduğu zaman, kararlı, anlamlı bir ısrar sergilenmiş olmasıdır. Bu durum, burjuva devlet için de öyledir. 1 Mayıs gösterilerini ve özellikle Taksim’i yasaklamak, burjuva devlet içinde bir ısrar konusudur. Taksim herkese açılır ama, işçi sınıfına açılmaz. Başka alanlarda işçiler 1 Mayıs’ı kutlasa olur ama Taksim’de olmaz. Bu “anlamsız” gibi duran tutum, aslında, katliamcı zihniyetin, TC devletinin hücrelerine işlemiş katliamcı tutumun açık göstergesidir.

Tersinden de işçi sınıfı ve devrimciler için Taksim, gerçekten 1 Mayıs alanıdır. Ankara Gar Meydanı’nın adının da değişmesi gereklidir. İmamoğlu, olur da “efendilerinin” izni ile Büyükşehir Belediye Başkanı olursa, önerimizdir, Taksim alanının adını, “Taksim 1 Mayıs Alanı” olarak değiştirmelidir. Katliamlarla dolu tarihimize bir ışık tutmak açısından çok kıymetlidir.

İşte bu nedenlerle, devrimci işçiler ve işçi sınıfı, 1 Mayıs kutlamalarını özellikle sahiplenmişlerdir. 12 Eylül sonrası uzun yıllar, sadece 1 Mayıs’larda kendini ortaya koyan bir enerji birikmiştir ve bu durum sınıf mücadelesinin genel gidişini analiz etmek için oldukça önemli olmuştur. Yoksa, yarın, mücadele daha da geliştiğinde, bir yılda birkaç kere 1 Mayıs ebatında eylemler gerçekleştirildiğinde, işçi sınıfının durumunu analiz etmek için 1 Mayıs bu kadar önemli olmayabilir.

Biz, bu 2019 1 Mayısı’na da bu gözle bakacağız, hem durumu hem de gelecek eğilimleri barındırması açısından.

1- Yukarıdaki nedenlerle biz, 1 Mayıs kutlamalarının, İstanbul’da Taksim’de yapılmasından yanayız, hep öyle olacağız. Bu konuda da yalnız değiliz, hiçbir zaman da olmayacağız. Taksim, 1 Mayıs alanıdır ve öyle anılacaktır. Ve eninde sonunda, o meydana kurşun sıkan katillerden, onların arkasındaki NATO yönetimindeki derin devletten hesap sorulacaktır. O meydanda şehit düşenler, silkinip kalkacaklar kabirlerinden ve bir güneş gibi taşıyacaklar göğüslerindeki yaralarını, işte o zaman biz, yıkacağız şahmeranın mağarasını.

İşte bu nedenle, bu yıl da 1 Mayıs’ın Taksim’de olmasını istedik.

Bir yandan, sınıf savaşımının içinde bulunduğu koşullar nedeni ile, kitlesel bir 1 Mayıs kutlamasının gerekliliği, diğer yandan ise Taksim’de bunu yapabilmenin zorluğu, işin kilitlendiği nokta idi. Bir kere daha gördük ki, gerçekte, kararlılıkla Taksim istenemiyorsa, gerçekte bunun için bir hazırlık yapılamıyorsa, Saray Rejimi ne kadar zayıf olursa olsun, biz, ancak gösterilen alanlardan birini alabiliyoruz.

Bunu vurguluyoruz, çünkü, 2020 1 Mayısı’nı, Taksim’de kutlamak istiyoruz; kitlesel ve görkemli şekilde. Bunu başarabilecek güç vardır. Mesele bunun iradesini göstermektedir. Sendikalar, odalar, meslek kuruluşları, örgütlü tüm güçler, siyasal parti ve hareketler, bugünden bu iradeyi koyarlarsa, bugünden bunun adımları atılırsa, bu mümkündür.

İşçi sınıfı, kitleler, 1 Mayıs’ta Bakırköy Halkpazarı’na sığmamıştır. Bu durum, 1 Mayıs’ın kutlanması etkinliklerini aksatmaktadır. Düzgün bir yürüyüş kolu oluşmamakta, dahası, kitleler alana sığmadığından, istense de bir miting yapılamamaktadır.

2- 2019 1 Mayısı’nda, düzenleme komitesinin birçok hatası olmuştur. Bu hataları eleştirmek, bunların yapılmamasını sağlamak amaçlıdır. Yoksa kimseyi tu kaka ilan etme isteğimiz değildir.

En başta, yürüyüş kolları oldukça kısa tutulmuştur. 400’er metrelik yürüyüş kolları, 1 Mayıs’ı “sıkıştırmak” için devletin bulduğu yöntemlerdir ve doğrusu bunlara razı olmamak gerekir.

İkincisi, yürüyüş kolları boyunca konulan polis bariyerleri, sokakları daha da daraltma amaçlıdır. Güvenlik amaçlı değildir. Bariyerler, belki sokak başlarında kurulabilir. Caddeler, yürüyüş koluna açık tutulmalıdır. Bu, “güvenlik” önlemi değildir, bu tersine, korkutma amaçlıdır ve olası bir durumda insanların birbirini ezmesine yol açacaktır. Bu bariyerler, kitlelerdeki özgüveni kırma amaçlıdır, psikolojik baskı amaçlıdır. Bunları kesinlikle kabul etmiyoruz, etmemeliyiz.

Üçüncüsü, pankartlar, sloganlar, posterler, semboller üzerindeki hiçbir denetimi kabul etmiyoruz. Tertip komitesinin de bunu kabul etmemesi gerekir. Diyarbakır 1 Mayıs alanına beyaz eşarpların sokulmamasını ele alırsak ne denmek istendiği anlaşılacaktır. Sloganlar, pankartlar, ifade özgürlüğüne girer ve anayasal haktır. Saray Rejimi’nin sansür uygulamalarına 1 Mayıs meydanında olanak tanımamak gerekir. Bu uygulamaları reddetmeliyiz. Saray Rejimi, kendine bağlı kitabevlerinde, içinde “aykırı fikirler” yer alan kitapları sattırmayabilir. Ama 1 Mayıs alanında işçilerin, kitlenin taşıyacağı dövizlere karışamazlar. Tertip komiteleri bu konuda açık tutum almalıdır.

3- 2019 1 Mayıs kutlamaları, ülkenin her alanında, daha kitlesel olmuştur. İşçiler, işsizler, toplumun her alanından sorunlarını alanlara taşımak isteyenler, kadınlar ve gençler, alanları doldurmuştur.

Daha çok ekonomik talepler öne çıkmıştır. Bir yandan kriz, diğer yandan ise, Saray Rejimi’nin işçilere daha da fazla saldırma isteğini beyan etmiş olması, kıdem tazminatlarını gasp etme girişimleri, artan işsizlik vb. bu ekonomik sloganları, ekonomik istekleri öne çıkarmıştır. Bu bir yandan, bir dinamizmdir, bir duyarlılık göstergesidir, ama diğer yandan ise, siyasal alanda bir geriliğin, işçi sınıfının ve kitlelerin siyasal arayışındaki eksikliğin göstergesidir.

İçinden geçtiğimiz koşullarda, işçi sınıfı ve halklar ağır baskı ve şiddet altındadır. Saray Rejimi, devlet, en küçük bir ekonomik hak karşısına coplarla, TOMA’larla, baskı ve şiddet ile dikilmektedir. Polis gücü, ordu birlikleri, yargı sistemi, medyası ile Saray Rejimi, en küçük bir talebin karşısına şiddeti ve karanlığı ile dikilmekte, en sıradan bir hak arayışını boğmaya çalışmaktadır. Bu koşullarda, talep edenlerin niyetlerinden bağımsız olarak en küçük bir hak arayışı, siyasallaşmaktadır. Ekonomik bir talep, birdenbire siyasallaşmaktadır. Soma iş cinayeti davası siyasal bir davaya dönüşmektedir, bir Rabia Naz cinayeti siyasallaşmaktadır. İşte bu nedenle, işçi sınıfının talepleri arasında siyasal taleplerin artık öne çıkması gereklidir.

Sendikalar, işçi örgütleri olmalıdır.

Bir işçi örgütü olmayı başarmış ise, bir sendika, işçilere gerçeği, gerçek durumu tüm çıplaklığı ile anlatmak zorundadır. İşçiler, AK Parti’den kopup, MHP’den kopup, CHP kuyruğuna katılarak özgürleşemezler. İşçiler, ancak kendi örgütleri ile, kendi çıkarlarını her durumda savunacak devrimci sosyalist örgütlerle siyasallaşabilirler.

4- İşçilerin devrimcileşmekten başka çıkar yolu, başka bir kurtuluş yolu yoktur.

İşçi sınıfı, tüm ana gövdesi ile, tüm kesimleri ile, tüm varlığı ile, sahaya çıkmak, toplumu kurtaracak gücün kendinde olduğunu anlamak zorundadır. Açık ve bellidir ki, devrimden başka bir çıkış yolu yoktur. Özgürleşmek, örgütlenmek, siyasal olarak devrimcileşmek olmadan, işçi sınıfı kendini kurtaramaz. Ancak devrimcileşmiş bir işçi sınıfı, kendi siyasal örgütü aracılığı ile, hem kendini hem de toplumu kurtarabilir.

İşçi sınıfı, liberal solcuların, devletçi partilerin “demokrasi” yalanları ile ancak kendini avutabilir, kendini oyalar, yıllarını kaybeder, her seferinde yeniden aldatılmış olur. İşçiler, fabrikalardan başlayarak kendi örgütlerini geliştirmek zorundadırlar.

Bunun yolu açıktır. Bu bilinç, Gezi’den bu yana mayalanmaktadır. Bu bilinç, alttan alta gelişmektedir. Bu bilinç, kararlı adımlarla ilerlemektedir. Alanda bunun yansımaları vardır. İşçiler, meydana, yürüyüş kollarına bir disiplin ve kararlılık taşımışlardır. Bu durum, 2019 1 Mayısı’na yansımıştır. Bu durum, önümüzdeki dönemde, sertleşeceği kesin olan sınıf savaşımına hazırlıklı olmak açısından bir nesnel olanak sunmaktadır. Şimdi, bunu bir enerjik örgütlenme faaliyetine çevirmek gerekir. İşçiler, nerede örgütlenmişlerse, bu örgütlenme ne kadar zayıf olsa da, sonuç almaktadırlar.

5- Meydanlarda her devrimci ve sol hareket, kendi sloganları ile yerini almıştır. Elbette Türkiye solunun belli kanalları vardır ve bunlar kendi yollarında yürüyecektir. Ancak, devrimci hareketin içinde yer arayan insanların, artık daha net saf tutmaları gereklidir. Gelişmekte olan sınıf savaşımı, devrimci hareketin öncülüğüne ihtiyaç duymaktadır. Bunu alanlarda görmek mümkündür. Sadece kitlelerin kalabalıklığına değil, aynı zamanda devrimci kararlılığa bakmak da gereklidir.

Biz, Kaldıraç Hareketi olarak, devrimcileri saflarımıza çağırıyoruz. Artık seyrederek “anlamak” ve “analiz etmek” mümkün değildir. Bunun dönemi geçmiştir. 1 Mayıs meydanlarına daha kararlı gelebilmenin yolu, devrimci olarak saf tutmaktan geçmektedir. Mesafe koyarak seyretme dönemi bitmiştir, bitmektedir.

Bu, aydınlar için de geçerlidir.

Aydınlar, daha militanca mücadeleyi savunmak, daha militanca mücadeleyi desteklemek, onun içinde yer almak, birikimlerini bu alanda esirgemeden ortaya koymak zorundadır.

Egemen güçler, Saray Rejimi, açık olarak bir iç savaş yürütmektedir. Bu iç savaş, bugün tüm çıplaklığı ile açığa çıkmıyorsa, bu, onların saldırılarının azlığından değildir. Bunun ana nedeni, işçi sınıfı ve devrimci hareketin, karşı cephede net olarak bir güç olarak yer alamıyor olmasıdır.

İşçi sınıfı hareketinin ve devrimci hareketin, daha çok bilime, daha çok bilgiye, daha çok deneyime ihtiyacı olduğu bir dönemden geçiyoruz.

6- 1 Mayıs kutlamalarında, hemen hemen her ilde, her alanda, ortaya çıkan bir durum da, kürsülerin alanlara akan kitleleri yönetmekten uzak durumda olması gerçeğidir. Bu durum, devrimci hareketin daha fazla ağırlık koyması gereğini göstermektedir. 1 Mayıs alanlarında eksikliği görülen, bu iradedir. Bu, aslında tüm sınıf savaşımında bugün var olan bir gerçekliktir. Kitleler, devrimci öncüsünü aramaktadır.

7- Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde de 1 Mayıs 2019, daha kitlesel bir tarzda kutlanmıştır. Sınıf savaşımının daha hareketli olduğu, hareketliliğin daha fazla dışa vurduğu yerlerde, Fransa gibi, mücadele daha da keskin hâller almıştır, almaktadır. Fransa’da “sarı yelekliler”, bir nebze olsun “kızıl” tonlarını ortaya koyma eğilimine girmişlerdir.

Dünyanın her yerinde işçiler, ömrünü tamamlamış ve insanlık için büyük tehdit olan kapitalizme karşı mücadelenin yükselmekte olduğunu haber vermişlerdir. 1 Mayıs 2019, dünya işçi sınıfının arayışının da önemli bir kanıtı olmuştur.

1 Mayıs meydanları, 2019 yılında, “işçi sınıfı bitti” masallarını yerle bir etmiştir. İlave kanıta ihtiyaç yoktur.

Mesele devrimci sosyalizmin, dünyanın her yerinde, daha çok bilimle, daha çok akıl ile, daha büyük bir enerji ve kararlılık ile devrim ve sosyalizm mücadelesini örgütlemesinde, yükseltmesindedir.

8- Devrimci hareket ile işçi hareketinin daha sıkı bağlarla birbirine bağlanması, aradaki güvensizliklerin aşılması gerekir. Bu, önümüzdeki dönemin ana görevidir. Zor olduğu kesindir, güzellik bu zorluğun içindedir.

Önümüzde sınıf savaşımının oldukça özgün, oldukça yaratıcı ama bir o kadar da zorlu bir dönemi vardır. Bu koşullarda, seyretmek, kimseyi “temiz” ve “haklı” kılmayacaktır. Saf tutmanın, iradeyi ortak iradeye katmanın zamanıdır.

Biz yaşamız, onlar ölüm.

Biz yeniyiz, onlar köhnemiş.

Biz Gezici’yiz, onlar gidici.

Her gün 1 Mayıs, her gün kavga. Zafere kadar…

Direniş aydınlatıyor

Bir yanda karanlık var. Saray Rejimi’nin pompaladığı, güneşi kesmeyi hedefleyen bir karanlık.

Diğer yanda direniş var. Tecride karşı Kürt halkının ve tutsakların geliştirdiği, Leyla Güven ile başlayan direniş. Fabrikalarda gelişen, henüz ülke çapında merkezîleşmemiş olsa da, işçilerin gaspedilen haklarını almak için direniş. Toplumun tüm kesimlerini saran, ekonomik krize ve hak gasplarına karşı direniş.

Bir yanda, Saray Rejimi ve devletin geliştirdiği baskı ve şiddet politikası, hukuksuzluk, yalan, rant ve yağma ekonomisi var.

Diğer yanda ise, adım adım gelişen, küçük adımlarla ve birbirinden bağımsız olarak gelişmekte olan direniş.

Bir yanda ölümü dayatan Saray Rejimi, diğer yandan yaşamı savunan işçiler, emekçiler ve halklar.

Bir yanda esareti savunan, tüm toplumu esir tutmak için çırpınan Saray Rejimi, diğer yanda, özgürlük ve adalet istemini savunan kitleler

Bir yanda örgütlü, çetelere dayanan, medyayı ele geçirmiş olan Saray Rejimi, diğer yandan Kürt halkı bir yana bırakılırsa nispeten örgütsüz ve dağınık işçi ve emekçiler, halklar.

İşte 23 Haziran seçimlerine giderken tablo aşağı yukarı böyledir.

Saray Rejimi, 31 Mart seçim sonuçlarını kabul etmedi. İstanbul seçimlerini iptal etti. Kürt il ve ilçelerinde hukuksuzca, seçim sonuçlarını gaspetti, halkın iradesini gaspetti. Ve bugün, 23 Haziran’a giderken, her türlü hile, her türlü şantaj, her türlü baskı politikaları ile tüm toplumu tehdit etmektedir.

Ama halkların, işçi ve emekçilerin akılları açılıyor. Direniş, işçi ve emekçilerde bir yeni aydınlanmaya olanak veriyor. Elbette çok ileri bir aydınlanma, çok gelişmiş bir direniş değildir bu. Ama giderek kararlılık kazanmaktadır.

Seçimlerin, 23 Haziran’ın, sonucu ne olursa olsun, isterse AK Parti kazansın, isterse kaybetsin, sonuçta AK Parti ve Saray Rejimi’nin politikalarının iflas ettiği gerçeği değişmeyecektir. Hile ve yalan, eskisi gibi kâr etmeyecektir.

AK Parti adayı kazanırsa, “oy kullanmaya gelen seçmenleri gözlerinden anlayan” anlayış kazanmış olmayacaktır. Tersine, sandıkların gasp edilmesi gerçeği daha fazla su üstüne çıkacaktır. Yok eğer Saray Rejimi, İstanbul seçimlerini bir kere daha kaybederse, bir günde yok olup gitmeyecektir. Ama direniş, her iki durumda da daha kararlı hâle gelecektir.

Açlık grevlerine, tecride karşı gelişen direnişe, annelerin eylemlerine acımasızca, vahşice saldıran Saray Rejimi, daha da deşifre olacaktır. Hile ve yalan politikası daha fazla deşifre olacaktır.

Saray Rejimi’ni götürecek, tarihe gömecek şey, gelişmekte olan direniştir. Bu direniş, bu yeni seçim döneminde daha da gelişme eğilimine sahiptir.

Rejimin ırkçı ve daha fazla şiddete dayalı politikaları, bir kere daha iflas etmektedir. Artık, olup biteni kavramak, işçi ve emekçiler için daha olanaklı olacaktır. Farklı dozlarda da olsa direniş yayılacaktır. Toplumun farklı kesimlerinde direniş, elbette farklı yoğunlukta yaşanmaktadır. Kimisi, en başta da ünlüler, seslerini çıkarmanın denemelerini yapmaktadır. Ama işçiler, daha büyük bir kararlılıkla kendi haklarını ve yaşamlarını savunmaya yönelmektedirler. Kürt halkının geliştirdiği direniş kadar kararlı, o kadar cesur olmasa da, bu direniş de gelişecektir. Kadınların, gençlerin direnişi daha da boyutlanacaktır.

Elbette burada önemli olan, direniş ve örgütlenme çizgisidir. Daha ileri, daha gelişmiş örgütlenmeler olmadan, Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi mümkün değildir.

Bu nedenle, 23 Haziran sürecinin ana halkası, örgütlenmek ve direniş hattının genişletilmesidir. İşçi sınıfı bu örgütlenmede en temel alandır. İşçiler, yaşam koşullarına, geleceklerine dönük saldırının farkına varmaktadırlar. Bu elbette henüz bilinçte, işçi sınıfının bilincinde bir sıçrama noktasına gelmiş değildir. Ama gelişen direnişin, yaygınlaşan direnişin bulaşıcı olduğu da kesindir.

Saray Rejimi çürümektedir. Tüm toplumu çürütmektedir. Bu çürüme geliştikçe, iç savaş dayatmaları daha da artmaktadır. Saray Rejimi, her gün daha saldırgan, her gün şiddete daha fazla yaslanan bir yola girmiştir.

Bu şiddetin hedefi, halkların, işçi ve emekçilerin, toplumun her kesiminin direnişini kırmak, esaret koşullarını halka zorla kabul ettirmektir.

Elbette, seçimin sonuçları kendi aleyhlerinde çıkarsa, tıpkı 31 Mart’taki gibi, “vermeyiz” tarzında, sonuçları kabul etmeme tarzında müdahaleleri olacaktır. Ama bu, sonucu değiştirmeyecektir. Saray Rejimi kaybetmektedir. Toplumda artık bir karşılığı kalmamaktadır. Ne ırkçı politikaları, ne şiddetleri, ne hukuksuzlukları, artık eskisi gibi kabul edilmeyecektir.

Tüm bu koşullarda, direnişi geliştirmek, örgütlenmek ve direnişi örgütlemek önem kazanmaktadır.

Seçim sürecine bu gözle bakmak gerekir.

Direniş aydınlatıcıdır.

Direniş güzelleştirir.

Direniş örgütlendikçe kalıcı bir karakter kazanacaktır.

Seçimin sonuçlarından daha önemlisi, örgütlenmenin ve direnişin geliştirilmesidir.

Saray Rejimi’nin rant, yağma, savaş ekonomisi, sınırlarına dayanmaktadır.

İşçi sınıfı, sadece ekonomik hakları için mücadele etmekle yetinmemelidir. Aynı zamanda siyasal taleplerini de öne çıkarmak zorundadır.

İşçi sınıfının sahneye çıkması, bir sınıf olarak kendi kaderine sahip çıkması, tüm toplumsal direnişe ve mücadeleye önderlik edecek bir yapıya sahip olması gereklidir. En küçük bir ekonomik eyleme saldıran, en küçük bir hak arama eyleminin karşısına şiddet ve baskı ile dikilen Saray Rejimi’ne karşı mücadele, sadece ekonomik bir mücadele olarak ele alınamaz.

Saray Rejimi’nin yağma, rant ve savaş ekonomisi, siyasal alanda baskı, şiddet, yalan, hile, ırkçılık politikalarından ayrılamaz. Saray Rejimi, yargıyı doğrudan bir baskı aracı hâline getirmiştir. Bu boşuna değildir.

Tüm buna karşı mücadele sadece ekonomik bir mücadele olamaz.

Direniş, kendi yolunu bulacaktır.

Devrimci görev, direnişi daha da örgütlemek ve geliştirmek üzere, kitleleri örgütlemektir.

Örgüt, güç demektir.

Örgüt özgürleştirir.

23 Haziran seçim süreci, bunun için önemli bir alandır.

Hayatın her alanında, her düzeyde, her yolla direniş ve örgütlenme dönemidir.

Gezi biziz, biz gerçeğiz!

Bu topraklarda mayalanan özgürlük istemine güven.

Gezi ‘nin derslerinden birincisidir bu.

Gezi 6. yılında bize öğretmeye devam ediyor. Kendi gücünü bildiğin kadar, özgürlüğü istersin ve özgürlüğü istedikçe, kendi gücünün farkına varırsın.

İstedik, istiyoruz. Gezi’de özgürlük istedik ve tattık özgürlüğü. Bu ülkenin egemenleri, o tattığımız özgürlüğü bize unutturmak için 6 yılda ellerinden geleni artlarına koymadılar. Amed’de, Suruç’ta, Ankara’da bombalar patlattılar. Dostlarımızın, yoldaşlarımızın yaşamlarını çaldılar. Aydınları, akademisyenleri, öğrencileri tutukladılar. Topluma topyekûn bir saldırı dalgası başlattılar. Gezi’de “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” demiştik. Bu egemenler açısından da böyle oldu. Gezi onların kimyasını bozdu. Kendi hukuklarını dahi tanımaz ve bununla yönetemez hale geldiler. Ellerinde kalan tüm baskı aygıtlarıyla var güçleriyle saldırdılar.

Onlar saldırdıkça çözülmeye devam ettiler. Bir yandan fazla zamanlarının kalmadığını hissetmişçesine yağma ve talana hız verdiler. Bir yandan da bizlerin; işçilerin, emekçilerin, halkların, kadınların, gençlerin özgürlüğü soluduğu Gezi’nin sonuçlarını ortadan kaldırmak için bizleri saldırılarla yalnızlaştırmaya, Gezi’de yıkılan korku duvarını yeniden örmeye çalıştılar. Her seferinde de hileyle altını oydukları sandığı tekrar tekrar önümüze koyup, aklımızı, isteklerimizi, taleplerimizi bununla sınırlamaya çalıştılar. Bizi bir oy toplamı olarak gördüklerinde, işleri daha kolay. Çünkü hilenin sınırı yok. Bunun medyası var, YSK’sı var, kayyumu var… Ama sokaklara çıktık mı, işte o zaman korkuyorlar. Çünkü biz her bir araya geldiğimizde Gezi’yi hatırlıyorlar. Ya bu kalabalıklar birlikte hareket etmeye devam ederse, ya meclisler kurar, ortak karar alırlarsa, ya şalterleri indirirlerse, ya işçiler greve çıkarsa, ya kadınlar sokaklardan evlerine dönmezse diye korkuyla izliyorlar.

Haklılar: Biz bir oy toplamı değiliz. Etiyle, kemiğiyle milyonlarız. Emeğiyle tüm sektörlerde tüm yaşamı üreten, fikirleriyle yeniyi yaratacak olan, kendi kararlarını alabilecek iradeye sahip olan milyonlarız. İşçiler, emekçiler, halklar, kadınlar, gençleriz biz. Gezi’cileriz biz.

Eminiz ki, kâbusları olan Gezi’yi sadece bize unutturmayı değil, kendileri de unutmayı çok isterlerdi. Ama çare yok onlar için. Çünkü biz gerçeğiz. Evet, isyan ettik Gezi’yle, isyan insanlaştırdı hepimizi. Evet, kurduk o barikatları elden ele. Evet, direndik. Direndikçe güzelleştik. Bizim dedik bu ağaç, bu park, bu şehir, bu topraklar… Parklara komünler kurduk. Forumlar oluşturduk. Hiçbir kurtarıcı beklemedik. Kendi kararlarımızı aldık. Adaleti getirecek olanın, yanı başımızdakilerin elleriyle bizim ellerimiz olduğunun farkına vardık.

Biz aradan geçen 6 yılda her bir araya geldiğimizde, Gezi hafızası yeniden canlandı. 7 Haziran’da, referandum sürecinde kurduğumuz Hayır Meclis’lerinde, sokaklarda kalabalık olduğumuz her anda Gezi’den öğrendiklerimiz de vardı.

Gezi’de soluduğumuz o özgürlüğü unutmuyoruz. Ellerimizin yaratan gücünü unutmuyoruz. Yüzlerimize yayılan kocaman gülümsemeyi… Yanı başımızda mutluluktan ağlayan o gözleri… Saldırılara karşı beraber göğüs germenin ciddileştirdiği yüzlerdeki onuru… Yıllarca korkarak yaşamışların gösterdiği cesareti… Tozun, dumanın, gazın ve betonun arasından fışkıran hayatı…

Unutmuyoruz. Tıpkı Tekel Direnişi’nde, şehrin başkentinde kurduğumuz direniş çadırlarından öğrendiklerimizi unutmadığımız gibi… Tıpkı 15-16 Haziran 1970’te şalterleri indirip şehrin caddelerinden akan işçilerin şanlı direnişini unutmadığımız gibi. Unutmuyoruz ki, bugün gelişen büyük-küçük demeden tüm direnişlerin içindeki özgürlük arayışını görelim. Unutmuyoruz ki, kurtarıcı beklemeden kendi gücümüze güvenerek direnişi örgütlemeye devam edelim. Kendi kararlarımızı verelim. Unutmuyoruz ki, direnişlerden öğrenip, örgütlenip geleceğimizi kuralım.

Bugün Gezi’yi yeniden anlamanın zamanıdır. Yılgın olanlara, gerçeklerin farkında olmayanlara anlatalım. Yok sayıldığımız, aşağılandığımız, işçi cinayetlerinde katledildiğimiz, kadın cinayetlerinde katledildiğimiz, memleketi açık hava hapishanesine dönüştüren bu çürümüş düzene karşı bizden olan herkesi; işçileri, emekçileri, kadınları, gençleri direnişi örmeye çağıralım. Emeğimiz için, özgürlüğümüz için bir araya gelelim, bunun için çalışalım.

Biz direnişi büyüttüğümüzde, biz kendi kararlarımızı verdiğimizde, biz örgütlü hareket ettiğimizde, biliyoruz ki her şey çok güzel olacak. Çünkü bizim yaşamımıza, emeğimize, geleceğimize ancak biz sahip çıkabiliriz. Özgürlüğümüzü ancak biz, tırnaklarımızla sökerek kazanabiliriz. Gezi’de Taksim’de göz kırpan devrimi hatırlayarak… Omuz omuza yürüyerek…

BU DAHA BAŞLANGIÇ, MÜCADELEYE DEVAM!

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA; YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ!

“Ben susmayacağım, sen utanacaksın!”

İstanbul’da bir toplu taşımada, bir “erkek” tarafından tacize uğrayan kadın, bekleneni yapmadı, birdenbire, kendine sarkıntılık yapan, fermuarını açan “erkek”e dönerek bağırmaya başladı. Söyledikleri, çok değerlidir.

Tacize uğrayan kadın, sadece bağırmakla kalmadı. Her kadının ya da büyük bir çoğunluğun her gün, her an yaşadığı bu taciz durumunu, bu durumda kalabalıklar içinde yaşadığı “utanma” duygusunu, yaşadıklarını, son derece vurucu sözlerle ifade etti.

Tacizci, çoğunlukla “erkek”tir. Ve “erkek” olarak kendini üstün, kadını ise zayıf, dokunulabilir, ezilebilir, tokatlanabilir vb. görmektedir.

Tacizci, çoğunlukla, kadının, tacize uğrayanın, kalabalık içinde bu durumdan utanç duyacağı için, sessiz kalacağını hesaplamaktadır. Muhtemeldir tacizci, bu sessizliği “kabullenme” olmaya dahi yormaktadır. O kadar ileri bir durumdur ki bu, tacize uğrayan, utanç içinde, toplumsal baskı ve kabullerin baskısı altında ezilirken, tacizci, sanki kendini “şeyi ile dokunduğunda kutsal bir iş yapan” varlık olarak görmektedir. Camide imamın, aile içinde büyüklerin, yan köydeki “cinci hocanın”, Ensar Vakfı’ndaki yöneticilerin, yurtlardaki yöneticilerin, kuran kurslarındaki ve tarikatlardaki abilerin-ablaların sürekli yaptıkları şey budur. Ve toplumsal ortalama bilinç, kadını ikinci sınıf varlık olarak kabul eden erkek egemen ideolojinin ta kendisidir. Bu nedenle, tüm bu taciz ve cinsel suçlar, “iyi hâl” indirimine layık görülürler. Tüm devlet yönetimi, Saray Rejimi’nin hemen her kademesi, bu çağdışı saldırganlığı hoş görmekte, bunda bir “kutsallık” aramaktadır.

Kendisi de “kadın” olan bir bakan, “bir kereden bir şey olmaz” diyerek, çocukların uğradığı cinsel saldırıyı kutsamıştır.

Acaba hangisi daha ağır bir suçtur; bizzat çocukların tacize uğraması mı, 21 yüzyılın ilk çeyreğinde bir kadın bakanın “bir kereden bir şey olmaz” sözleri mi? Hangisi daha ağırdır?

Din bayrağı altına saklanarak, çoluk-çocuk demeden, kadın-erkek demeden, her yerde cinsel saldırıyı, tacizi kutsamaya başlayan, her türlü saldırganlığı örtmek için din şalını kullanan Saray Rejimi, cinsel saldırılarda yeni merhaleler kaydediyor. Çocukların cinsel tacize uğraması yetmiyor, bir de bunun üzerine, acaba “3 yaşında tacize uğrayan çocuğu tacizcisi ile evlendirmek dinen caiz midir” tartışmaları yükseliyor. Henüz, tacize uğrayan erkek çocukları için, Saray Rejimi ve onun emrinde dini öteye beriye çeken “uzmanlar”, henüz bir öneri geliştirmediler. Bu konuda da yeni merhaleler kat edeceklerine inancımız tamdır.

Tacize uğrayan çocuğun kaç yaşında olduğuna bağlı olarak tacizcisi ile, yani tecavüzcüsü ile evlendirilmesi isteği, bir insan toplumunda yaşayan, bu nedenle annesi, kızkardeşi, kız arkadaşı, sevgilisi vb. olmuş bir insanın tartışabileceği bir konu değildir. Bunu tartışabilen kafalar, ihtimal odur ki, toplum dışı, hasta ruhlu insanlardır ve bunlara insan demeye bin şahit lazımdır. İster misiniz, tacizcisi ile evlendirme meselesini tartıştıran yöneticilerin, kendi çocuklarına bu tacizci takımı dadansın? Elbette istemezsiniz. Ama tacizci değil mi bu, bir bakmışsın, kendine yüksek kademelerden bir “kayınbaba” bulmaya karar vermiş ve işini bu doğrultuda yapmaya başlamış. O zaman bu tacizcisi ile evlendirme tartışmasını yürütenler, kalkıp, bizden ya da toplumdan değil, kendilerinden utanacaklar mı?

Biraz uzattık mı? Belki ama cinsel saldırı suçlarında durum, bizim burada anlattıklarımızdan çok daha kötüdür. Evinde ailesi tarafından tacize uğrayanlar, okulda, işyerinde, hele ki dinî kurumlarda tacize uğrayanlar sayılabilir durumda değildir. Öyle anlaşılıyor ki, ülkemizde “erkek egemen ideoloji”, baskının her alanında olduğu gibi bu alanda da yepyeni saldırganlıklar sergilemektedir.

İşte durum bu kadar ağırdır.

Toplu taşıma araçlarında cinsel tacize uğrayanlar, bu genel durum içinde seslerini çıkartamaz durumdadır. Bilmem nasıl giyindi diye saldırıya uğrayanlar, öldürülenler, uğradıkları saldırı ile kalıyorlar. Saldırganlar, eğer öldürme noktasına gelmemiş ise, “kahraman”vari açıklamalarla serbest bırakılıyorlar. Bu, korkunun daha da artmasına neden olmaktadır.

İşte, adını bilmediğimiz kadının toplu taşıma aracında, fermuarını indiren “erkek”e dönüp, ben susmayacağım, diye haykırması, bu nedenle çok önemlidir. Kendisini sarılıp öpmek, tebrik etmek isterim. Sadece tepkisini ortaya koymakla kalmadı, aynı zamanda, ne yapılması gerektiğini çok güzel ifade etti.

Bilinç işte budur.

“Ben susmayacağım, sen utanacaksın.”

Tam da bunu yapmak gerekiyor.

Kadın sustukça, tacize uğrayan utandıkça, tacize uğrayan uğradığı durumu anlatamaz hâle geldikçe, yaşadıklarını anlattığı en yakınlarının bile kendisine “şüphe” ile baktığını gördükçe, tacizci utanmıyor.

Tacize uğrayan, en çok da kadın sustukça, kendisi utanıyor.

Kadın sustukça, saldırgan, suçlu, “kahraman” oluyor. Mahkemesi, polisi, seyreden kalabalıkları hepsi, hepsi ona dokunmamak için hareket ediyor. Hepsi anlaşmış gibi, saldırıya uğrayan kadına “suçlar” gibi bakıyorlar.

Hem tacize uğrayan, hem de utanan, kadının kendisi oluyor.

Bu nedenle, yerindedir.

Susmayacağız ve onlar utanacak.

Utanması gereken saldırıya uğrayan kadın, çocuk, kurban değildir. Utanması gereken, saldırgandır ve utancında boğulacak kadar büyük bir suç işlemektedir. Yasalar, erkek egemen ideolojinin ürünü olarak, saldırganın açıkça yanındadır. Açıkça, “dişi köpek kuyruğunu sallamasa” diye propaganda yapmaktadırlar. Köpek olmayı onlar bu kadar kolay kabul edebilirler, ama hiçbir kadın, hiçbir tacize uğrayan kişi, hiçbir tacize uğrayan hayvan, bir canlı olarak kuyruğunu sallayan cümlesindeki anlamda köpek değildir.

Polisi, kolluk kuvvetleri, ortalama toplumsal kabulleri, mahkemeleri, hepsi bu cinsel suçlarda saldırganın yanındadır.

Bu durumda, kadının kendini savunması için her önlemi alması zorunlu hâle gelmiştir. Toplu taşıma araçlarında dahi bu saldırganlıktan utanmayan “erkek” varlığı, sadece kadınları değil, bir insan cinsi olarak erkekleri de rahatsız etmelidir. Bundan rahatsız olmayan erkek, sevgilisinin, eşinin, kızının, kızkardeşinin, komşusunun, herhangi bir kadının ve hatta ve hatta aynada kendisinin yüzüne bakamaz durumda demektir.

Utanma duygusu işte buradadır.

İstanbul’da bir toplu taşıma aracında saldırıya uğrayan kadının, “ben susmayacağım, sen utanacaksın” cümlesi, tam da yerine oturmaktadır.

Bu, yeni bir bilincin de işaretidir.

Gelişmekte olan devrim, Gezi’de Taksim’i bir süreliğine özgürleştiren dalga, dünyanın her alanında, en başta yanıbaşımızda Kürdistan’da gelişen devrimler, kadının büyük rol oynadığı, oynayacağı süreçlerdir. Toplumun özgürleşmesi, burjuva egemenliğin yıkılması mücadelesinde, sosyalizm mücadelesinde kadının oynayacağı rolün en açık göstergesidir bu.

O toplu taşıma aracında ifade edilen söz, gerçekten de her türlü cinsel ayrımcılığa karşı, her türlü cinsel saldırıya karşı alınması gereken tutumun ifadesidir.

Susmayacağız, onlar utanacak.

Aile içinde, işyerinde, sokakta, okulda, dinî eğitim verilen kurumlarda, toplu taşıma alanlarında, mahallede, hayatın her alanında cinsel saldırıyı duyuracağız, sesimizi yükselteceğiz, saldırganı deşifre edeceğiz.

Biz susmayacağız, onlar utanacak.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...