Ana Sayfa Blog Sayfa 117

Yağmacı, Katliamcı, İşgalci

TC devleti, silâhlı birlikleri ile, 9 Ekim 2019 Çarşamba günü, kuzey Suriye sınırından, Suriye’ye girdi. Trump ile Erdoğan arasındaki telefon konuşmasının ardından, ABD, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin Suriye’ye gireceğini duyurdu. Bunun ardından ABD, kendisinin bölgede bulunan askerlerini çekmeye başladığını ilan etti. Böylece, ABD tarafından, belli anlaşmalar doğrultusunda, TSK’nin Suriye’ye girişine ve PYD güçlerinin elinde tuttuğu alanları işgal etmesine ışık yakılmış oldu.

TC devletinin Suriye’ye karşı bu işgalci tutumu yeni değildir. 2011’de savaş başladığından bu yana, TC devleti, Şam’da öğlen namazı kılmaktan söz etmektedir. Eline geçen her fırsatta, TC devleti, Suriye topraklarına dalmak için büyük bir dürtüye sahiptir.

2011 yılından bu yana, Osmanlıcılık, işgalcilik, savaş naraları, katliamlara eşlik etmektedir. Afrin’e saldırıyı ve Afrin’in işgalini, bugünkü Fırat’ın doğusuna dönük saldırıyı, ÖSO organizasyonlarının gerçekleştirilmesini, IŞİD güçlerinin açıkça desteklenmesi ve başka işlerde kullanılmasını, hep bu politikanın parçaları olarak görmek gerekir.

Yani, TC devletinin, Suriye’ye dönük bu işgalci politikası yeni değildir. Sadece bir yenisi daha devreye sokulmuştur.

1-

2011’den bu yana süren Suriye savaşının, bugün TC devletinin yeni bir bölgeye dönük işgal hareketi ile yeni bir evreye girdiğini tespit edebiliriz. Bu yeni evre, yağma, katliam ve işgal politikalarının daha açık devreye sokulduğu, sokulacağı bir evre olacaktır.

Gerçekte, Suriye savaşı, büyük ölçüde “bitmiş” görünmekteydi. Bir açıdan da öyledir. Ama, ABD ve ABD ile birlikte bu savaşı organize edenler (yani ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan ve diğerleri), yenilgiyi kabul etmek ve sahadan çekilmek istemiyor. Bu nedenle savaş, bir sona doğru yaklaştığında, yeni hamlelerle savaş uzatılıyor.

ABD ve TC, bu savaşta yenilmiş olan cepheyi temsil etmektedir.

Ancak, ABD, bölgede kalabilmek için, savaşı dünya çapında bir savaşa dönüştürme tehditlerini, TC eli ile bir kere daha devreye sokmuştur.

2-

ABD, Suriye savaşında yenilmiştir. Bu nettir. Ama bu savaş, ABD içinde süren açık bir savaş değildir. Elbette ABD’de de bu savaşın etkileri vardır ve az ya da çok, derin ya da yüzeysel bir iç savaşa neden olmaktadır. Ama, ABD, “ben yenildim” diyerek teslim olmayacaktır. Bu nedenle, kendine bölgede kalıcılık yolları aramaktadır.

ABD’nin Kürtlerle ilişkisinin temelinde bu vardır.

Öcalan’ın teslim edilişi sürecinin bir “uluslararası komplo” olduğu açıktır. Bu komploda ABD başrolü oynamıştır. Belli şartlarla Öcalan’ı TC devletine teslim eden ABD’nin, Kürt halkına “dost” olabilmesi mümkün değildir.

Kaldı ki, ABD, dünya tarihi boyunca, hiçbir halka “dost” olmamıştır, olmaz da. Emperyalist bir güç olmanın, halklara dostluk ile bir bağı olabilir mi? Elbette olamaz.

Bugün, ABD, bölgede kalabilmek için, Kürt güçleri içinde kendine “yakın” bir örgütlenme gerçekleştirmek istemiştir. Bu konuda epeyce de yol almıştır.

Suriye’deki Kürtler ile, PKK arasındaki ideolojik, politik ve pratik bağları kesmek için birçok yol denemiştir.

TC devletinin, Irak Kürdistanı’nda sürdürdüğü Pençe harekâtı, aslında bu amaca dönük bir harekâttır. ABD, bu harekâtın bizzat içindedir. ABD, bu yolla, Suriye Kürtleri üzerindeki “etkisini” daha da artırmayı hedeflemiştir. Kürtlerin güvenini kazanmak için, onları TC devletinin katliam politikalarından “koruma” sözü vermesi epeyce işe yarayacak bir argümandır. Öyle olmuştur. “ABD bölgeden çıkarsa, TC devleti saldırır” düşüncesi ve kabulü, aslında kendi gücüne daha fazla güven temelinde bir Kürt örgütlenmesini şart koşar. Ama bunun yerine, ABD’ye sırtını dayama eğilimi, bazı Kürt gruplar içinde oldukça yaygındır. Biz buna, kabaca Barzani çizgisi diyoruz. Barzani çizgisi, PKK çizgisinin tam karşıtıdır ve Kürtlerin kendilerine güven temelinde özgürlük mücadelesini satmaya dönük pratikleri çoktur.

Pençe harekâtını iki açıdan NATO operasyonu olarak görmek gerekir: 1- PKK’nin Suriye Kürtleri üzerindeki günlük etkisini sağlayan bağları kesmek, 2- İran’a karşı saldırı için, bölgede üsler oluşturmak. ABD ve NATO bu işin içindedir.

Bu doğru ise, şimdi, ABD’nin TC devletinin saldırısını teşvik etmesi bin kat daha anlaşılır hâle gelmektedir.

3-

“Güvenlikli bölge” anlaşması, gerçekte bu saldırının ön hazırlığıdır. Öyle anlaşılmaktadır. Güvenlikli bölge, TC devletinin Suriye sınırında 30 km’lik bir alanı temel alıyordu. Bu harita, BM oturumlarında Erdoğan’ın elinde, elbette ABD bilgisi ve teşviki dahilinde dolaşmıştır. Bunu anlamamak çok büyük saflık olur.

ABD, “güvenlikli bölge” tartışmaları temelinde, TC devleti ile PYD güçlerini pazarlığa oturtmuştur. Bu pazarlıkta PYD, bazı yerlerde 15 km’ye uzanan ama aslında 5 km derinlikte bir alanı kabul etmiştir. Bu hatadır.

“Güvenlikli Bölge” denilen yer, gerçekte, cihatçı, IŞİD’ci çetelerin, Suriyeli bazı sığınmacılarla birlikte yerleşeceği bir alan demektir.

TC devleti, bu planı hayata geçirirse, zaten uygulamakta olduğu Kürt katliamları politikasını daha da ileri taşıyacaktır. Bölgeye yerleştirilecek IŞİD çeteleri, gerçekte, iki ülkedeki Türkiye ve Suriye’deki Kürtlere karşı katliam politikalarının hazırlığı, büyük çaplı bir katliamın hazırlığı olarak okunmalıdır.

Bu plan ABD planı olmayabilir. Ama ABD’nin haberdar olduğu bir plandır ve ABD, bu sayede, TC devletini destekleyerek, bölgede uzun bir süre kalabilme olanağının peşindedir. Geniş bir alanda, IŞİD’ci çetelerin istenilen herhangi bir yere karşı kullanılabilmesi için büyük bir olanak örgütlenmektedir.

TC devleti ile IŞİD çetelerinin bağı biliniyor.

ABD devleti ile IŞİD çetelerinin bağı biliniyor.

Bu nedenle, “güvenlikli bölge”, kulaklara hoş görünse de, öyle değildir, Kürt halkı başta olmak üzere bölge halklarına karşı katliam politikaları için yeni bir olanak demektir.

ABD ve TC arasında yapılan anlaşma, PYD onayını almış iken, neden böyle bir saldırı devreye sokulmuştur? Aslında bu soru fazladır. Çünkü zaten bu amaçla bu saldırı için, bu ön anlaşma yapılmıştır. ABD, bir anda, “çekiliyorum” diyerek yolu açtığını ilan etmiştir. Dahası, kesinlikle istihbarat bilgisi verilmektedir. NATO sekreterinin saldırı başlar başlamaz gerçekleşen ziyareti bunun içindir.

4-

“ABD Kürtleri satmıştır” sözü bizce doğru değildir. ABD herkesi satar. Bu bilinmez değildir. Ama Kürtler, satılık değildir, olmamalıdır.

Doğru söz şöyle olabilir: ABD, Kürtlerin bir bölümünün desteğini alarak, Kürt hareketinin devrimci çizgisine karşı savaş örgütlemektedir. Barzani çizgisini daha da yaymak, Kürt halkı içinde ana eğilim hâline getirmek istemektedir.

Bazı Kürt grupların, ABD politikalarını anlayamaması, aslında tam da bu Barzani çizgisi nedeniyledir.

5-

TC devleti, Afrin’de işgalcidir.

TC devleti, İdlib’de IŞİD unsurlarının baş destekçisidir.

TC devleti, bugün, Fırat’ın doğusunda yeni alanlar işgal etme hevesindedir.

Bu, bir yandan, Erdoğan ve Saray Rejimi’nin varlığını sürdürme girişimi olarak iç politika ile ilgilidir. Zaten Saray Rejimi, Suriye savaşı sonrasında şekillenmiştir. Saray Rejimi’nin oluşumu, yağma, rant ve savaş ekonomisine bağlıdır ve bu nedenle savaşçı politikaların yükselmesi rejimin ve Erdoğan iktidarının devamı için elzem görünmektedir.

Şimdiden söyleyelim, bu savaş da Saray Rejimi’ni ve Erdoğan’ı kurtaramayacaktır. Kriz daha da derinleşecek, işçi ve emekçiler üzerindeki yük daha da artacak ve eninde sonunda Saray Rejimi yenilecektir.

Ama bu saldırganlığın bir yönü iç politika ile, Saray Rejimi ve Erdoğan iktidarının devam ettirilmesi isteği ile ilgilidir. Ama hepsi bundan ibaret değildir.

İşin ikinci yönü, katliam politikaları için daha geniş bir zemin oluşturma girişimidir. TC devleti, Kürt halkına karşı daha geniş çaplı bir katliam politikasını devreye sokmak için, “güvenlikli bölge” planlarını geliştirmektedir. Bu saldırının hedeflerinden biri de budur.

Üçüncüsü de var. ABD’nin bölgede sürekli kalabilmesinin yolu açılmaktadır. TC devletinin denetiminde, petrol hatlarının İskenderun limanına inebilmesi için yollar aranmaktadır.

Dördüncüsü, bu üçüncü nokta ile bağlantılı olarak İdlib’in Suriye ordusunca geri alınmasının önü tıkatılmak istenmektedir.

Beşincisi, tüm bunlarla birlikte Suriye savaşının sonu gelmeden, Suriye’den önemli bir parça koparılmak istenmektedir. Bu nedenle TC devletinin Suriye’ye saldırganlığı geçici değildir. ÖSO organizasyonu, başlı başına Suriye devletinin egemenliğine karşı bir savaştır. Şimdi TC devleti, Suriye Milli Ordusu diye bir ordu oluşturmaktadır. Bu ABD ve CIA politikasıdır. Suriye devletinin kendi ordusu “milli” değil ama TC eli ile, IŞİD çetelerinden oluşturulan ordu “milli” olarak ilan edilmektedir.

6-

Tüm bunlar, Suriye savaşının, bölgede genişleyerek daha da uzayacağını, yıllarca süreceği anlamına gelmektedir.

Ve bu savaşın her alanında Kürt halkı vardır. Afrin’de de, Fırat’ın doğusu diye tanımlanan alanda da Kürtler yaşamaktadır. Elbette sadece Kürtler değil, ama en başta Kürtler, katliamla karşı karşıya bırakılmaktadır ve bu NATO-ABD politikalarının devamıdır.

Uzun bir Suriye savaşı daha önümüzde durmaktadır.

ABD ve destekçileri, TC savaş yenilgisini kabul etmedikleri sürece, bölgeden çıkmayacaklardır.

İstedikleri budur.

Elbette, savaş birçok gelişmeye açıktır. Kürtlerin direnişi, bu planları kökünden değiştirebilme olanağına sahiptir.

7-

Rusya’nın sık sık dile getirdiği, bölgeden tüm yabancı güçler çıkmalıdır tezi, elbette doğru ve mantıklıdır. Suriye savaşının sonrasında, yeni bir sistemin kurulmasının koşulu da budur. Ama ABD varlığından rahatsız olunurken, TC devletinin bölgeye yerleşmesine razı olmak, “yabancı güçlerin bölgeden çıkması” görüşüne katkı mı sağlayacaktır? Bu doğru değildir.

Savaşın sonu geldi derken, savaşın daha da kapsamlı hâle gelmesi süreci işlemektedir. Kürtler ve bölge halkları katliam politikalarının içine atılmaktadır.

TC devleti, sık sık, “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız” demektedir. Şam’da öğlen namazı kılma hevesleri, bu “saygı” ile zerre kadar bağlı olmadıklarının göstergesidir. TC devleti, bugün Suriye Milli Ordusu oluşturmaktadır. Bunun ne denli “ordu” ve ne denli kaale alınır bir güç olduğu ayrı bir konudur. Ama bu tutum, “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız” nakaratının samimiyetsizliğini göstermektedir. Kürt hareketinin bölgedeki varlığını bir tehdit unsuru olarak ilan etmek de o kadar abestir. TC devleti, tüm bunları kullanarak, kendi sınırları içindeki Kürt hareketine karşı uyguladığı katliam politikalarını daha da genişletmek istemektedir.

TC devleti, IŞİD unsurlarının hamiliğini tamamen almak konusunda ABD ile anlaşmış gibidir. Peki bu unsurları ne yapacaktır? Kürtlere karşı katliamlar organize etmeyecekse, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılı ise, bu unsurları ne yapacaktır?

Bugün, IŞİD unsurlarından rahatsız olduğunu söyleyen ABD, Türkiye, İsrail vb. gibi ülkeler, bizzat bu unsurların örgütleyicileri ve destekçileri değil midir?

8-

TC devleti, tarihinden gelen saldırganlığını bir kere daha ateşlemiş, Osmanlı hayallerini körüklemiş, kabartmış durumdadır.

Saray Rejimi, hem içeride kendi varlığını sürdürebilmek için, yağma, rant ve savaş ekonomisini devam ettirebilmek için bu savaşa ihtiyaç duymaktadır, hem de ABD adına tetikçiliğe devam etmek istemektedir.

Trump’ın, “ekonominizi mahvederim” tehdidi, aslında anlaşmanın itirafıdır. Trump, açıkça, konulan anlaşma kurallarına uyulması için bunu söylemektedir. Ortada Trump ve Erdoğan karşıtlığı yoktur. Mesele, TC ordusunun, sahada bu sınırlara ne kadar uyacağı meselesidir.

TC devletinin sınırı geçmesinin hemen ardından, IŞİD güçlerinin bölgede saldırılara başlaması, TC devletinin nasıl bir yol izleyeceğinin kanıtıdır. Ankara’da Gar katliamında IŞİD güçlerini kullanan bu aynı devlettir ve şimdi Suriye topraklarında Kürt illerinde bu saldırıları yapması şaşırtıcı değildir.

Bu, bir yağma harekâtıdır.

Bu, bir katliam politikasını genişletme girişimidir.

Bu, işgalciliği genişletme girişimidir.

Biz işçiler, biz emekçiler, biz Anadolu’nun kadınları ve erkekleri bu işgal, yağma ve katliam harekâtının destekçisi olmayacağız.

Saray Rejimi sallanmaktadır.

İşçiler ve emekçiler, bu savaşa karşı durmaz ve tereddüt ederlerse, daha büyük baskılara, daha ağır sömürüye, genişletilmiş bir esarete yol açmış olacaktır.

Türkiye halklarının Kürtlerle, Türkiye halklarının Suriye halkı ile hiçbir sorunu, çözülemeyecek hiçbir sorunu yoktur. Bu savaş, emperyalist paylaşım savaşımının bir parçasıdır. Bu savaş, emperyalist güçlerin ve onların tetikçisi devletlerin halklarımıza, bölgemize dayattığı bir savaştır.

Susmak, yağmaya, katliamlara ve işgale evet demektir.

Biz, bu savaşta, özgürlük ve sosyalizm mücadelesi etrafında, tüm halkların anti-emperyalist mücadelesinin destekçileriyiz. Bizim yerimiz devletlerin yanı değildir. İşçi ve emekçiler, kendi iktidarları için mücadele etmelidir. Gerçek anlamda barış ve özgürlük, devrim ve sosyalizm ile gelecektir.

İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler Saray Rejimi’nin ve emperyalist efendilerin savaşçıları olmayı reddedecektir.

TC devleti, hiçbir uluslararası baskıyı vb. beklemeksizin, derhal Suriye topraklarından çıkmalıdır. Kürt halkına dönük katliam politikalarına son vermelidir. Bölgemizde ve ülkemizde süren yağmaya son vermelidir.

Saray Rejimi kendi gelecek korkusunu, halka bulaştırmak istemektedir. Saray Rejimi, halkları milliyetçilik, savaş ve saldırganlık propagandaları ile kör ve ruhsuz hâle getirmek istemektedir.

Buna dur demek, Saray Rejimi’ni alaşağı etmek mümkündür.

Yaşasın halkların kardeşliği!

Kahrolsun emperyalizm!

Yaşasın devrimci sosyalizm!

“Her savaş, bir iç savaştır”

Bilinen ve eski bir saptamadır bu; her savaş, bir iç savaştır. Bugün, geçerli olmaması için hiçbir neden yok. Ama sadece Suriye savaşından söz etmiyoruz. Biraz resmi büyütelim.

İngiliz parlamentosu, geçen ay feshedildi. 1200’lerin ikinci yarısından başlatılan “İngiliz demokrasi tarihi”, gerçekte eli kanlı bir tarihtir. Üzerinde güneş batmayan imparatorluk, kan ve zalimlikle, yağma ve savaşlarla, ünlü “İngiliz kurnazlıkları” ile ayakta durmuştur. Ama yine de 1200’lerin ikinci yarısından başlayan Magna Carta soslu “demokrasi” tarihi, İngiliz parlamentosunun feshedilmesi ile peçelerini indirmeye başladı.

Artık “demokrasicilik” oyunu, kapitalist dünyanın “egemen” devletlerine fazla lüks, zaman alıcı, yavaşlatıcı geliyor. Artık, o demokrasicilik oyunundaki “zarafeti”, silâh sanayiinde, saldırı ve bombalamalarda, IŞİD tarzı çete örgütleri, çete devletleri yaratmakta kullanmak istiyorlar. İngiliz devletinin damarlarına, daha fazla kan ve şiddet, daha fazla kaybetme korkusu ve daha fazla saldırganlık pompalamak istiyorlar. Henüz yeterince açığa çıkmamış olsa da Saray’da dolaşan korku, “parlamentonun feshini” beraberinde getiriyor.

Boris Janson, politik iflasını yaşayan May’in yerine, “seçilmemiş başbakan” olarak seçiliyor. Bu yetmiyor. Janson, parlamentonun feshedilmesi için Kraliçe’yi “ikna” ediyor. İngiliz bürokrasisi, savaş hazırlıkları yapıyor.

Bu, savaş hazırlığıdır.

Demek oluyor ki, Brexit, yani İngiltere’nin Avrupa Birliği (AB)’nden ayrılması, sanılandan daha da sancılı olacağa benziyor. İngiltere, ekonomik ve diğer sorumluluklarını yerine getirmemek için, “olağan hâl”den, “olağanüstü hâl”e doğru meylediyor, parlamentoyu feshediyor. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu durum dahi bir çözüm getirmekten, İngiliz burjuvazisini rahatlatmaktan uzak görünüyor.

İşte resmi büyütmek derken bunun gibi gelişmelerden söz ediyoruz.

1-

Kapitalist dünya sistemi, ömrünü doldurmuş bir sistemdir. Ömrünü doldurmuş organizmalar, bir yol bulup, zorla varlıklarını devam ettirdiklerinde, giderek daha ucube, daha biçimsiz, daha tuhaf yaratıklara dönüşüyorlar. Kapitalist dünya sistemi için de bunlar geçerlidir.

Kapitalist sistem, 1917 yılında, Ekim Devrimi ile miadını doldurmuş bir sistem olarak insanlığın tarihine geçmiştir. Ama Ekim Devrimi, dünyaya yayılamamış ve emperyalist güçlerce kuşatılmıştır. Bu kuşatma İkinci Dünya Savaşı’nda SSCB’nin yok edilmesi planlarına dönüşmüş ama külleri içinden doğan SSCB, kapitalist dünya sistemindeki gediği daha da büyütmüştür.

Tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca emperyalist güçler, anti-komünist mücadeleyi daha da geliştirmişlerdir. Başında ABD’nin oturduğu bir örgütlenme ile, dünyanın her yerinde komünizme karşı mücadeleyi, kapitalist sistemi ayakta tutmak için, kapitalizmin ömrünü uzatmak için kullanmışlardır.

Bugün, SSCB yok ve dünyanın hiçbir aklı başında insanı için kapitalizm yaşanır bir sistem değildir. Kapitalizmin, çoktan tarihin çöplüğündeki yerini alması gerekirken, şiddet ve zorla, insansızlaştırma politikaları ile ömrü uzatılmıştır. Aslında bu durum, kapitalizmi “zafer” kazanmış bir varlığa dönüştürmüyor, her şeyi yok eden, yutan bir canavara dönüştürüyor.

Bu nedenle de kapitalizme karşı mücadele, insan olma mücadelesi hâline dönüşmüştür.

2-

SSCB çözüldükten sonra, komünizme karşı savaş için örgütlenmiş “emperyalist cephe”, çatırdamaya başlamıştır. En başta beş emperyalist güç, dünyanın yeniden paylaşımı için, kendi konumlarını yeniden ayarlamaya başlamıştır. Bu beş emperyalist güç, ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’dir. Elbette başkaları da var, ama esas olan bu beş emperyalist güçtür.

Bunlardan Almanya ve Japonya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, silâh üretmeleri ve orduları üzerinde çeşitli kontroller olan ülkelerdir. Toyota fabrikasının bir anda tank üretebilir hâle gelmesinin önkoşullarından biri, fabrikada otomobil stoğunun bulunmaması gereğidir. Bu “sıfır stoklu üretim” modeli, aslında İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına dayanmaktadır. Almanya’da üretilen ama Avusturya’da tanka çevrilen Leoparların hikâyesi de İkinci Dünya Savaşı sonuçlarına dayanır. Almanya ve Japonya, askerî sanayiye dayalı olmayan bir gelişme yolu bulmuş olmanın avantajına rağmen, askerî açıdan geri olmalarının dezavantajını yaşamaktadır. Bu iki ülke de, SSCB’nin çözülmesinden başlayarak, çeşitli olaylarda ABD’ye destek vererek, kendi ülkelerindeki ABD üslerinin kapatılmasının yollarını aradılar, arıyorlar. Her iki ülkede de birçok ABD üssü kapatılmıştır. Her iki ülke de, ABD tarafından izlenmek, dinlenmek ile uğraşmaktadır.

Almanya, yıkılan duvardan sonra, Demokratik Almanya ile birleşmekle kalmadı, Doğu Avrupa’da önemli bir ekonomik yayılma gerçekleştirdi. Japonya’nın böyle bir şansı henüz olmadı. Güney Kore’deki Japon yatırımları, Güney Kore’yi ABD-Japonya arasında bir ortak alan hâline getirmiştir. Japonya’nın Vietnam’a dönük yatırımları ise, Almanya’nın Doğu Avrupa’ya yayılması ile karşılaştırılamaz bile.

Fransa ve İngiltere ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve Japonya gibi “yenilmiş” ülkeler statüsünde yer almadılar. İngiltere daha çok olmak üzere Fransa’nın da siyasal manevralarına tanık olmuşuzdur. Soğuk Savaş döneminde bu iki ülke, ABD karşısında siyasal manevra yapmakta daha “özgür” oldular.

Bugün, Almanya ve Japonya, daha çok da Almanya, ekonomik olarak ABD’nin “ticaret savaşlarına” konu olmaktadır. Askerî gücünün yeterli olmamasına rağmen durum budur.

ABD, hâlâ askerî açıdan üstün iken, 1990’lı yıllarda, “dünya imparatorluğu” planlarını dillendirmeye başladı. Üçüncü Roma olma hevesindeydiler ve bunu yüksek sesle söylerken, eylem planlarını da ortaya koydular. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın öngünlerinde Kautsky’nin emperyalist savaşı desteklemesine benzer şekilde, sol cepheden, ABD’nin imparatorluk planlarına destekler geldi: “İmparatorluk barışı sağlar” masallarını epeyce dinledik. Bir yanda teneke trampetlerle çalınan “elveda proletarya” nakaratlı zafer şarkıları yükselirken, diğer yandan tütsülü papaz duaları gibi “imparatorluk barışın garantisidir” masalları anlatılıyordu.

Ama öyle olmadı. İmparatorluk masalları hızlı başladı. Afganistan ve Irak savaşının ardından hız kesti. Tek merkezli dünya hayali son buldu.

Bu süreç, emperyalist güçler arasında paylaşım savaşımını daha da yoğunlaştırdı. Tüm emperyalist güçler, var güçleri ile bir savaş hazırlık dönemi başlattılar. Öncelikle birbirlerinin yüzlerine cilalı dişlerini gösteren gülümsemeler sürerken, arkadan savaş hazırlıklarına başladılar. Ardından, bir sonraki aşamaya geçildi, her biri, kendine bağlı güçler üzerinden belli sahalarda savaşlar geliştirmeye, kendini ortaya koymaya başladı.

3-

Birinci Dünya Savaşı, tam bir paylaşım savaşımıdır. İkincisi öyle değildir. İkincisi birincisinden epeyce farklıdır.

Birinci Dünya Savaşı, en son noktasına kadar gitmedi. Belki de Ekim Devrimi ile yolu kesilip, savaş sonlandırılmak zorunda kalınmasa idi, Ortadoğu’da haritalar İngiliz cetvelleri ile çizilmeyecekti. Belki de Türkiye Cumhuriyeti olmayacaktı.

Daha fazlasını tartışmaya gerek yok. Bizim yaşadığımız bu coğrafyada, bu ikisini söyleyebiliriz. Ekim Devrimi, Birinci Paylaşım Savaşımı’nı durdurmuştur.

Avı paylaşmak için birbiri ile boğuşan, pastayı bölüşmek için birbiri ile savaşan güçler, bir anda, büyük bir parçanın, hepsine meydan okur tarzda ayağa kalktığını gördüler. Hem pasta küçüldü, hem de kendileri için bilinmedik bir tehdit yeryüzünü kaplamaya başladı. Çar, eninde sonunda paylaşımda anlaşacakları bir güçtü. Ama Bolşeviklerin önderliğindeki işçi Sovyetleri, bambaşka bir şey demekti.

İkinci Dünya Savaşı, emperyalist sistemin, ABD, İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa ve Japonya’nın, Sovyetler’i yok etme planıdır. Bu konuda başarılı olsalardı, işte o zaman kendi aralarında bir paylaşım savaşı devrede olacaktı. Eğer öyle olsa idi, muhtemeldir ki, SSCB yenildikten sonra, Almanya, ABD, İngiltere, İtalya, Japonya epeyce pay alacaktı, Fransa ise daha da az. Ve eğer öyle olsa idi, dünya, daha çok Almanya, ABD ve Japonya arasında paylaşılmış olacaktı.

Ama SSCB, külleri içinden doğdu ve Berlin’e doğru Nazileri sürmeye başlayınca, savaşın kaybedildiğini gören ABD, Almanya’ya savaş açmak durumunda kaldı. Açıktır ki, ABD, İngiliz belgeleri gösteriyor ki, onlar, Nazilerin yenilgiye uğratılması gibi şeylerle değil, Batı Avrupa’nın Kızılordu’dan korunması ile ilgili oldular.

Bugün, üçüncü dünya savaşının arifesindeyiz. Bu, mutlaka bu savaş gerçekleşecek anlamına gelmez. Ama bugün, biz, fiilî olarak bu savaşı yaşıyoruz. Tüm açıklığı ile olmasa da, bu, yeni paylaşım savaşımıdır. Burada “açıklık”, tüm cephelerin esas aktörlerince yürütülen bir savaş anlamında açıklıktır. Yoksa bunun bir paylaşım savaşı olduğu açıktır.

İşte bu savaş, Birinci Dünya Savaşı öncesi döneme doğru tarihin yayını adeta çekmiş, germiştir. Birçok açıdan, Birinci Dünya Savaşı sonuçları gündem edilmektedir. Elbette farklılık vardır. Ama tıpkı o dönemdeki gibi, bir günde yeni anlaşmalar yapılmakta, ertesi gün o anlaşmaları ortadan kaldıran yeni anlaşmalar yapılmaktadır.

Savaş, belli bölgelerde odaklanmaktadır.

4-

Suriye savaşı, yeni aşamadır. Suriye savaşı ile birlikte, dünyanın iki büyük, geçmişi sosyalist olan gücü sahne almaya başlamıştır: Rusya ve Çin.

Bu durum, ABD’nin, Batı cephesini, NATO ve Soğuk Savaş dönemi müttefiklerini denetimde, ABD denetiminde tutma girişimlerinin de bir sonucudur.

Afganistan ve Irak savaşlarından istediğini bulamayan ABD, Batı ittifakı için yollar aramak zorunda kaldı. Zira dünya imparatorluğu hayalleri artık anlamını yitirmişti. Bu durumda hâlâ askerî üstünlük ABD’de iken, belli alanlarda gücünü takviye etmek ve savaş için diğerlerine şans bırakmayacak tutum almak istiyordu. Obama dönemi, bir “mola” dönemidir. Bu molada ABD, güçlerini yeniden yerleştirirken, elbette diğer emperyalist güçler de, kendi hazırlıklarına hız verdiler. ABD, Fransa ve İngiltere’yi daha yakınına almak için Libya operasyonlarını devreye soktu. Bir anlamı olmuş olmalıdır. Ama istenilen sonucu elde edemedi.

Sıra Suriye’ye geldi. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da gücü toplamak için harekete geçmenin ilk adımı Suriye oldu. Ve Suriye savaşı, Rusya ve Çin’i harekete geçirdi.

ABD, gördü ki, askerî açıdan kendisine karşı koyabilecek güçler ortaya çıktı. Buna karşı, Ukrayna üzerinden harekete geçti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kanada’ya yerleştirilmiş Nazi artıklarını devreye sokarak, Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı hamleler yapmaya başladı. Gerçekten de etkili olmuş gibi idi. İlk olarak yakınlaşmakta olan Almanya-Rusya arasına kamayı sokmuş oldu. İkincisi, kardeş olarak anılan Ukrayna ve Rusya arasında kan dökülmeye başlamıştı. Ama anlaşıldı ki, Rusya bu hamlelere sert yanıtlar vermekten çekinmiyordu.

Bu kez Çin denizinde Çin’i sıkıştırarak, Japonya ve Güney Kore ile ittifak politikalarını güçlendirme arayışına girişti. ABD’nin Çin’e karşı savaş naraları yükselmeye başladı.

Aynı anda, Venezuela’ya karşı harekete geçti.

Bugün hâlâ, Suriye, Ortadoğu, İran bir çatışma noktasıdır. Bugün hâlâ Ukrayna bir çatışma noktasıdır. Bugün hâlâ Venezuela bir çatışma noktasıdır ve bugün hâlâ Çin denizi bir çatışma noktasıdır. ABD, bu dört noktada da, çatışmanın tansiyonunu yükseltip alçaltarak hamleler yapıyor.

Rusya ve Çin’in sahneye çıkması ile, ABD’nin askerî alandaki rakipsiz olma iddiası, algısı çürümeye başladı.

Ama aynı zamanda, İngiltere, Almanya, Japonya, Fransa ve ABD güçleri arasındaki savaşları biraz daha geriye attı. Bu güçler hâlâ bu savaşta kendilerine bağlı çeteleri, kendilerine bağlı güçleri devreye sokmaktadırlar.

5-

Suriye savaşı ve diğer alanlardaki gelişmeler, sadece bu etkilerle kalmadı. Aynı zamanda ABD hegemonyasının bitmekte olduğunu göstermeye başladı. Venezuela’daki ABD müdahalesi, başarısız oldu ve ABD, burada da istediği sonucu tam olarak elde edemedi.

Aslında tüm bu savaşlarda, ABD’nin bir şeyler elde ettiği de söylenebilir. Mesela Suriye savaşında, Suriye’yi yerle bir etmek bir kazanç olarak ele alınabilir ya da Fırat’ın doğusunda ABD üsleri bir kazanç olarak ele alınabilir. Ama ABD, daha fazlasını istemekteydi. Bunu görebiliyoruz ve tereddütsüz söyleyebiliriz ki, ABD, Suriye’de kaybetmiştir.

ABD hegemonyasının çözülmesi, 21. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuracak olaylardan olacaktır.

6-

Okuyucu dikkat ediyorsa, biz, Rusya ve Çin söz konusu oldu mu, bunlara büyük güçler derken, emperyalist güçlerin içinde saymıyoruz. Bunu bilerek yapıyoruz.

Emperyalizm, kapitalist dünya sistemi içinde, sömürgeciliğe dayanır. Tekeller çağının ürünüdür ve feodal dönemin emperyalizminden farklıdır. Bu nedenle, kapitalist-emperyalizm terimini kullanma gereğini hissettiğimiz anlar olmuştur.

Rusya ve Çin, bugün hâlâ o kapitalist dönüşümü yapmış, tamamlanmış ülkeler değildir. Rusya biraz daha ilerde olsa da, Çin, dünya kapitalist sisteminin fabrikası hâline gelmiş olsa da, bu durumun farklılığını görmek gereklidir. Sosyalizm ile kapitalizm karışımının “iyi” ve savunulur bir şey olduğu sonucu çıkarmak isteyenler varsa, biz bu fikri savunmadığımızı da açıkça ortaya koyalım. Hayır, biz sosyalizmden, dünya çapında sosyalizmin zaferinden, daha ileri bir sosyalist sistem örgütlenmesinden yanayız. Dünya işçi sınıfının Ekim Devrimi de içinde, Küba Devrimi de, Çin Devrimi de ve diğerleri de içinde olmak üzere var olan sosyalizm deneyiminin 100 yılı geçtiğini biliyorsak, bunun deneyimlerinin üzerinde daha ileri bir sosyalizm kurulabileceğini, bugün bir bölgede başlayan sosyalist kalkışmanın daha hızla dünyaya yayılma olasılığının olduğunu ve komünizme geçiş sürecinin daha da kısalmakta olduğunu, nesnel olarak böyle olduğunu söylüyoruz. Bu görüşlerimiz de yeni değildir. Tüm bunların ışığında Çin ve Rusya’nın emperyalist olarak nitelendirilemeyeceği görüşündeyiz. Emperyalist dünya için, paylaşılacak dünya pastasının, dünya pazarının içinde bu ülkeler de vardır.

7-

Suriye savaşı, dünyanın paylaşımı için yürüyen emperyalist savaşı, daha açık hâle getirmiştir. Dün, yani Suriye savaşından önce, biz Kaldıraç sayfalarında “dünya savaşından” söz ettiğimizde, bize garip bir şeyden söz ediyormuşuz gibi bakanlar, bugün, bu gerçeği daha net görmeye başlamışlardır.

Biliniyor, her savaş, bir iç savaştır.

Suriye savaşında daha aktif olan güçler şunlardır: ABD, İngiltere, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve diğer Arap ülkeleri. Bu ilk 6 ülke, IŞİD denilen organizasyonu kuran, bu konuda bir görev dağılımı yapmış olan ülkelerdir. Suudi Arabistan ve Katar, bu işin finansörü olmuşlardır. Zaman zaman diğer körfez ülkeleri de buna katılmıştır. Türkiye ve İsrail, çetelerin eğitimi ve pratikte yönlendirilmesi işini üstlenmişlerdir. Türkiye, aynı zamanda bu çetelerin geçiş noktası olmuştur. İsrail ve Türkiye bu çetelere lojistik destek vermiş, hastahanelerini devreye sokmuş, silâh sevk etmiştir. Türkiye, bu savaşta açık bir tetikçi olarak devrede olmuştur. Suriye savaşının başladığı 2011 yılında, Türkiye yetkilileri, birkaç saat içinde Şam’da öğlen namazı kılmaktan söz etmişlerdir. İsrail ve Türkiye, hâlen, Suriye’de toprak işgal eder durumdadır, işgalcidir.

İşte bu savaş, bugün, savaşın içinde ne ölçüde yer aldığına bağlı olarak, savaşın içinde yer alan ülkelerde de bir iç savaş olarak yansımaktadır.

Kiminde daha büyük bir iç savaş, kiminde daha küçük bir iç savaş olarak.

Türkiye’de bu savaşın yansımalarını her açıdan görmek mümkündür.

Suriye sahasında ne kadar çete varsa, bir o kadar da üstüne koyarak, tümünü Türkiye’nin içinde, devletin koruyucu desteği ile birlikte görmek mümkündür. TC devleti, bu çeteleri, kendi iç politikalarında, kitlelerin eylemlerine karşı açık olarak kullanmıştır ve kullanmaktadır. Bu, en üst düzey tarafından itiraf edilmiştir. Bugünlerde Davutoğlu, “teröre karşı savaş için yapılanları” açıklamakla tehdit ettiğinde, aslında bunları söylemektedir.

Suriye savaşı, sadece mülteci krizi olarak bize yansımakla kalmamaktadır. Ondan çok daha önce, doğrudan çete organizasyonları şeklinde de yansımasını bulmaktadır.

Bugün Saray Rejimi, kendi ömrünü uzatmak, Suriye savaşının sonucunda savaş suçlusu sandalyesine oturmamak için, sürekli olarak Suriye içlerine saldırı politikalarını devreye sokmaya çalışmaktadır. Açık olarak Saray Rejimi, ABD’den izin isteyerek, Fırat’ın doğusuna bir yeni işgal harekâtı başlatmak istemektedir. Irak topraklarında ve Suriye topraklarında, ABD ile anlaşmalı olarak varlığını sürdürmektedir. Ve hâlâ Şam’da öğlen namazını kılma felsefesi geçerliliğini korumaktadır.

Bu saldırgan tetikçi tutum, içeride, katliam politikaları olarak kendini dışa vurmaktadır. Dahası, iç politikada nefes almak için dahi Saray Rejimi, saldırgan politikalara yönelmekten geri durmamaktadır.

ABD’de de bir iç savaş vardır. Bu elbette sadece Suriye savaşının yansıması olarak kalmıyor. ABD’nin dünyada yürüttüğü birçok alandaki savaşın yansımasıdır bu. Uzun süredir, ABD denilince, hangi ABD diye sorulması bundandır ve yabana atılır değildir. Elbette ABD’nin gücü, bu savaşın günlük yaşama daha yoğun yansımasını biraz olsun engellemektedir. Ama daha fazla yansıdığını göreceğimiz günler gelecektir.

Savaş, eğer kazanılıyorsa, emperyalist güçler için, krizleri hafifletici bir olgu olabilmektedir. Ama eğer savaş kaybediliyorsa, durum aynı olmaz. Elbette her durumda silâh sanayii için büyük olanaklar demektir savaş. Ama savaş kayıpları arttığında, durum aynı olmaz. Kayıplar ile kazançlar muhasebesi, o kadar kolaylıkla yapılamaz.

İşte bu nedenle, ABD, Suriye savaşını bitirmek istemiyor ya da bitirmek istemeyenlerin dediği oluyor. Bugün ABD, İran’a karşı savaş naraları atmaktadır. Bu elbette Suriye’de kalma isteği ile de örtüşmektedir. ABD, savaşı büyütmek istemektedir. Ki, zaten bu eğilim vardır.

Suudi Arabistan’da da bir iç savaş vardır.

İngiltere’de, Brexit’i de içine koyarsak, savaşın içte yansımalarını görmeye başlıyoruz. Parlamentonun feshedilmesi, Janson’ın seçilmemiş bir başbakan olarak atanmasından daha ilgiye değerdir. Trump, Macron, Janson gibi liderlerin varlığı, savaş aklının nasıl hükümetlere yol açtığının kanıtıdır.

Müthiş “Batı değerleri” ve “Batı demokrasisi”, tüm çekiciliğini kaybetmektedir. Cilası dökülmüş kraliyet mobilyalarını andırmaktadır. Artık, “Batı değerleri” ve “Batı demokrasisi” eskici pazarlarında antika niyetine ucuza satışa çıkarılmıştır.

8-

Dünya burjuvazisinde bir panik havası başlamaktadır. Bugün bunu bazı ülkelerde görüyoruz. Dahasını göreceğimizin kanıtıdır bu. Yolun başındayız.

Dünya kapitalist sistemi içinde “demokrasi” görünümlü burjuva diktatörlükler, bizim deyişimizle tekelci polis devleti, kendi üzerindeki şalı kaldırmakta, devlet makinasının dişlilerini ortaya çıkarmaktan çekinmemektedir. Hemen her ileri kapitalist ülkede, “terörle mücadele yasaları” adı altında devlet terörü, günlük hayatı sarmış durumdadır. Demokrasi nutukları, artık, BM toplantılarında Erdoğan’a havale edilmiştir. Bu komik midir, yoksa traji-komik midir? İngiliz parlamentosunun feshedilmesi, bu açıdan ele alınırsa, bu süreçle birleştirilirse daha doğru anlaşılabilir.

Ve elbette, bu gelişmiş kapitalist ülkelerde, işçi sınıfına dönük saldırılar daha da şiddetlenmektedir ve daha da şiddetlenecektir.

Buna karşılık, bu ileri kapitalist ülkelerde kitle eylemleri, işçi eylemleri her alanda, yaşamın tüm alanlarında gelişmeye başlayacaktır.

Kapitalizm ömrünü doldurmuştur.

Mesele, bu şekilsiz canavarı insanlık tarihinden çıkarıp mezarına göndermeye yetenekli tek sınıf olan işçi sınıfının ayağa kalkmasındadır.

Mesele, dünya işçi sınıfının enternasyonalist birliğinin gelişmesindedir.

Gelişmelere bakılırsa, dünya devrimci hareketinin önünde, oldukça zorlu, oldukça hareketli, oldukça yaratıcılığa açık bir mücadele dönemi vardır.

Bu kez, nesnel şartlar daha uygun, daha elverişlidir. Devrimin zaferinin önünde çetin bir sınıf savaşımları olduğu ne kadar kesin ise, zaferin yayılma hızının daha fazla olacağı da o kadar kesindir. Ekonomik gelişmişlik düzeyi, komünizme geçiş sürecini kısaltmıştır.

Üretim araçları, kendi gelişimlerinin önünde bir engel olarak dikilen tüm kapitalist mülkiyet ilişkilerini parçalamayı ve bunu hızla yapmayı olanaklı kılacak durumdadır. Kapitalizm, insanın her türlü gelişimi, insanlaşması, tüm insanlık özlemlerinin önünde büyük bir engeldir. Özgürlük ve sosyalizm savaşımı, sadece zaferi olanaklı bir savaş değildir. Aynı zamanda, insanlığı kurtarabilecek biricik yoldur. Savaşları önleyecek, yıkımları durduracak, yağmayı ve insanlığın yok oluşunu önleyecek, kadının aşağılanmasını ve her türlü aşağılanmayı ve sömürüyü yok edecek, özgürlük ve kardeşliği sağlayacak tek yoldur.

Ya sosyalizm ya ölüm!

Ekmek, adalet ve barış için; Genel grev! Genel direniş!

Evet zamanıdır.

Genel grevin, genel direnişin şimdi tam da zamanıdır.

Saray Rejimi, Suriye sınırını geçip, işgal politikalarına yeni sahalar eklemek istiyor.

Saray Rejimi, içeride ve dışarıda katliam politikalarını daha da tırmandırarak sürdürmek için saldırıyor.

Bu yolla, içeride, “milliyetçi” bir destek peşindedirler. Krizi örtmek, içinde bulundukları oy kaybetme ve itibarsızlaşma sürecini gizlemek için, savaş naraları atıyorlar.

Savaş, ekonomik krizi çözmez. Tersine daha da artırır. Savaş, halkın çocuklarının cepheye sürülmesidir. Savaş, ölüm ve gözyaşı demektir. Hele bu savaş, Suriye halklarına, Kürtlere karşı katliam politikalarının, içeride ve dışarıda artırılması demektir.

Savaş silâh şirketleri için daha çok kâr demektir. En büyük silâh şirketleri, ikinci damat Bayraktar ile, kendini Şems olarak tanıtıp Erdoğan’a Mevlana benzetmesi yapan Sancak aileleridir. Savaş, onların daha da zenginleşmesi demek iken, halkın, işçilerin daha da yoksullaşması, ilave vergiler, ilave zamlar demektir.

Saray Rejimi bu politika ile, hem Suriye’de işgalci konumunu daha da perçinlemek istiyor, hem katliamcı karakterini daha da öne çıkarmak istiyor, hem fetihçi “ruhları” kendi etrafında toplamak istiyor, hem de içeride ekonomik krizi, yağmayı ve rantı örtmek istiyor.

Tam savaş sırasında Haydarpaşa ve Sirkeci garlarının ihalesi Bilal oğlanın paravan şirketine verilmiştir.

Savaşta kan dökmekte yarışanlar, halk çocuklarına “şehadet şerbeti” içme edebiyatı yapıyorlar. Öyle ise, önden buyursunlar, “şehadet şerbetini” ilk içen olmak için cepheye koşsunlar.

Ama onlar, tersine, Somalı işçilere saldırıyorlar. Soma katliamında ölen 301 kişinin davalarını süründürenler, adaleti mezara gömenler, şimdi, tazminatını alamayan Somalı işçilerin yürüyüşünü engelliyor, ona saldırıyorlar.

Tren kazasında ölenlerin ailelerinin mahkemeye koşmalarını önlemek için, bu ailelere saldırıyorlar.

Hakkını aramak için eylem yapmaya başlayan Cargill işçilerine karşı polis gücünü devreye sokuyorlar.

Aliağa’da işçilere saldırıyorlar.

Metal işçilerinin hak arama girişimlerini önlemek için, polis coplarını, TOMA’ları devreye sokuyor, işçileri copluyorlar.

Her hak arama eyleminin karşısına, tüm devlet güçleri, yargısı, polisi, jandarması, TOMA’sı, coplu süngüsü ile dikiliyorlar.

Krizin faturasını işçilere ödetmek için, en küçük bir gerçeği söyleme girişiminde bulunan basın mensuplarını hapse atıyorlar, sosyal medya kullanıcılarını tutukluyorlar.

Erdoğan, bizzat kendi emri ile, kendi davaları ile, tehditleri ile, “en çok hakarete uğrayan lider” unvanının sahibi olmuştur bile. Ondan çok hakarete uğrayanı mutlaka vardır, ama bunu bizzat kendi açtığı davalarla tescil eden ilk liderdir.

Tüm bunlar, işçileri susturmak içindir, toplumu sessizliğe gömmek içindir, halkın başlamış olan direnişinin yayılmasını ve gelişmesini bastırmak içindir.

Gezi Direnişi’nden bu yana, bu topraklarda direniş, yerel olsa da, sürekli gelişmekte, hiç aralıksız devam etmektedir.

İşçiler, artık, Saray Rejimi’nin, devletin ne olduğunu anlamaya başlamış, bunun karşısında susmama, direnme yolunu aramaya başlamışlardır.

Kendini yakan bir emekli, “beni bu adalet bu hâle getirdi” diyordu. Yerindedir. Doğrudur. Adalet sistemi, işçi ve emekçiyi yok etmek, sesini kısmak, köleleştirmek için, polis gücünün yanına eklenmiştir. Artık bu ülkenin mahkemelerine güven yoktur.

Ülkede ekonomik kriz var.

Milyonlarca işçi işini kaybetmektedir.

Gıda fiyatları son bir yıl içinde en az, en az, en az %50 artmış iken, elektriğe, doğalgaza gelen zam %50’yi çoktan geçmiş iken, devlet, %9 enflasyon açıklamaktadır.

İşçilerin çoğu işini kaybetmemek için daha uzun süre çalışmaya evet demek zorunda kalmaktadır. Çalışma koşulları sürekli kötüleşmektedir. İş yerleri cinayet mahalli hâline gelmiştir. Birçok sektörde işçiler evden çıkarken, iş cinayetine kurban gitme düşüncesi içinde ailesi ile vedalaşmaktadır.

Bu koşullarda devlet, memura %4+6 zam önermektedir.

Sendikaların önemli bir çoğunluğu, devlet sendikası hâline gelmiş, sarı sendikadır. Hatta dahası sendikalar, sendika mafyasının denetiminde işçilere karşı kullanılmaktadır.

Evet, şimdi zamanıdır.

Şimdi, işçilerin kendilerini frenlemeye çalışan sendika mafyasının denetimine hayır demelerinin zamanıdır.

Evet, şimdi zamanıdır.

İşçi sınıfının her yerde gelişen işyeri eylemlerini bir bütün ve ortaklaşa harekete geçirmelerinin zamanıdır.

Evet, şimdi, işçi sınıfının Birleşik İşçi Kurultayı etrafında birleşmesinin zamanıdır.

Evet, işçi sınıfının başını kaldırmasının, ellerini toprağa bastırıp ayakları üzerine doğrulmasının zamanıdır.

Evet, şimdi, korkmuş sendikacıların kendileri ile hesaplaşarak, ya işçi sınıfının önüne geçme ve öyle yürüme ya da yoldan çekilmelerinin zamanıdır.

Evet, şimdi, genel grev örgütlemenin zamanıdır.

Tüm işçileri, bunun için örgütlenmeye, ortak bir gün belirlemeye ve genel grev için harekete geçmeye çağırıyoruz.

Tüm duyarlı sendikacıları, bu örgütlenmeye yardımcı olmaya, bu genel grev örgütlenmesine katkı vermeye, gerekirse buna önderlik etmeye çağırıyoruz. Elini taşın altına koyma zamanı gelmiştir de geçmektedir.

Tüm devrimci işçileri Birleşik İşçi Kurultayı örgütlenmesi içinde birleşmeye, bu örgütlenmeye destek vermeye, işçi sınıfının genel hareketinin yolunu açmaya çağırıyoruz.

Saray Rejimi’nin baskı ve zorbalıklarına karşı,

Savaş, rant ve yağma ekonomisine karşı,

Devletin yaratmaya çalıştığı korku duvarlarını delmek için,

İşçi sınıfının krizin bedelini ödemesini önlemek için,

Biz de varız demek için,

Barış ve özgürlük için,

Adalet ve emek için,

Genel greve!

Şimdi örgütlenme ve direnişi büyütme zamanıdır.

Kayyumlara karşı ‘halk belediyeciliği’

Selim Gencer

“Binaya kayyum atadınız ama biz halkımızın arasındayız”1

31 Mart’ta halk, yağmacı, talancı kayyumları kovarak, belediyeleri tekrar gerçek sahiplerine, kendi temsilcilerine vererek iradesini net bir şekilde ortaya koymuştu.

Seçimlerin öncesinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ‘bir beş yıl daha’ yönetebilirlerse, sonrasında Kürt halkının, ‘seve seve’ kayyum politikalarına, onların icraatlarına ikna olacağını söylemekteydi. Herhâlde bu kanıya kendi kişisel tarihinde yaptığı büyük dönemeçlere bakarak varmıştı. Yoksa Kürt halkının direniş tarihi başka bir şey anlatmaktaydı.

Nitekim 31 Mart seçimleri, İçişleri Bakanının fikirlerinin karşılığı olup olmadığını kendisine göstermiş oldu.

19 Ağustos’ta, hazmedemedikleri seçim sonuçlarına karşı harekete geçerek, Diyarbakır, Mardin ve Van belediye binalarına, ‘burma kadayıfçı’, ‘gümüşçü’, ‘saray özentili’ kayyumlarını atadılar. Evet beton binaları zor yoluyla yeniden ‘fethettiler’. Kayyumlarla beraber aynı gün 500’e yakın HDP üye ve yöneticisini gözaltına alarak oluşacak tepkileri önlemenin adımlarını attılar.

Tıpkı Afrin işgali sırasında olduğu gibi, sokağa çıkan halkı yıldırmak için polisi ve jandarması ile vahşice saldırarak protestoların önüne geçmeye çalıştılar. Her şeye rağmen, protestoları bitiremediler. Kayyuma karşı eylemler, sadece kayyum atanan illerle de sınırlı olmadı, birçok yerde eylemler gerçekleştirildi. Kayyumlar, ‘Batı’da yaşayanlar tarafından da kendi iradelerine karşı yapılmış bir saldırı olarak algılandı ve tepki açığa çıkarttı.

Saray Rejimi bu sefer, mesele Kürtler olunca arkasına dizdiği burjuva muhalefeti de sorgusuz sualsiz yanında göremedi. ‘Terör’ demagojisi bu sefer bir karşılık bulmadı.

Böyle bir sıkışmışlığın içinde, Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde patlatılan bir bomba ile 7 kişinin hayatını kaybetmesi, bunun üzerinden Kulp Belediyesi eşbaşkanlarının gözaltına alınıp tutuklanması ile, ‘terör’ demagojisini güçlendirmeye çalıştılar. Kulp’ta patlayan bombanın olduğu bölgede belediye kepçelerinin çalıştığı yalanı ile kurdukları tezgâh üzerinden belediye eşbaşkanlarını tutuklayıp, yerine kayyum atadılar.

Ama bizler de bu arada, para aktarılıyor denilen belediyelerde 7/24 içişleri bakanlığı müfettişlerinin denetim yaptığını, iş araçlarının hizmet için gidecekleri her yeri, önceden emniyet ya da jandarmaya bildirdiğini, GPS sistemi ile sürekli takip edildiklerini öğrendik. Bu sayede, Kulp’taki patlama yerinde olduğu söylenen iş makinasının, tam tersi istikamette, emniyet ve jandarmanın bilgisi dahilinde çalıştığını da öğrendik.

Bir taraftan belediyelere tekrar kayyumlar atanırken, hemen hemen eşzamanlı olarak HDP Diyarbakır il örgütü önüne ‘anneler’ polis nezaretinde getirilerek, yeni bir hamle yaptılar. Bu sayede ‘terör’ demagojisini bir üst aşamaya sıçratmaya çalıştılar. Havuz ve yandaş medyada her gün bunun propagandasını yaparak, 7 Haziran’dan bu yana gelişen Kürt halkının mücadelesi ile batıdaki mücadelenin birleşme eğilimine HDP üzerinden bir darbe vurmaya çalıştılar. Sonuç, AK Parti önünde kamu emekçilerinin, 15 Temmuz darbe girişimi nedeni ile ömür boyu hapis cezası almış askerî okul öğrencilerinin annelerinin eyleme başlaması oldu. Son olarak, çocukları polis tarafından öldürülen aileler de AK Parti önünde eylem yapma kararı aldılar.

Tüm bu yaşananların Suriye’deki gelişmelerle de yakından bağı olmakla birlikte, bu yazının konusu, binalara atanan kayyumlara karşı halkın ve halkın seçtiği temsilcilerin binasız da kendi kendini yönetebileceğini tartışmak.

Bir taraftan, kayyumlara karşı eylemleri geliştirmek, kayyumlar gidene, halkın iradesine saygı duyulana kadar mücadeleyi sürdürmek, direnişi geliştirmek önemli ve bu konuda sürekli bir arayışın olduğunu, eylemli bir arayışın olduğunu söylemek mümkün. Direnişin bir diğer boyutu olarak, belediye binalarına, güçlü mali olanaklara sahip olmadan da, halkın kendi kendini yönetmesine dair adımlar atmak, buna uygun örgütlülüğü geliştirmeye çalışmak da en az diğeri kadar önemli. Sanıyorlar ki, halkın temsilcileri beton binalar olmadan, büyük paralar olmadan hiçbir şey yapamazlar.

Öncesi bir yana, bu topraklarda, Gezi Direnişi’nden bu yana, halkın kendi sözünü söylemek, iradesini örgütlemek için örgütlenmelere giriştiğini biliyoruz. Gezi Direnişi sonrası park forumları ile başlayan süreç, halkın yaşadığı sokağa, mahallesine, ilçesine sahip çıkmaya, bir özne olarak sözünü söylemeye doğru evrilmişti. Sürekliliğini sağlamak noktasında tekil örnekler dışında bir yaygınlık kazanamasa da, özellikle seçim süreçlerinde hızla aktifleşen meclis örgütlenmeleri açığa çıkmıştı.

Kürt illerinde ise benzer bakışla, belediyelerin olanaklarını da değerlendirerek adımlar atılmış, eleştiriler, eksikler olsa da toplumun örgütlülüğünü geliştirmek adına çalışmalar yapılmaktaydı.

Yaşanan bu süreç, özellikle 31 Mart seçimlerinde adayların, halkın yönetime katılmasını öne çıkaran, mahalle meclisleri fikrinin yaygınca tartışılıp, propaganda edilmesine neden oldu. Bu aslında, toplumdaki bilincin farklı bir boyuta geldiğinin de göstergesidir. Özellikle Kürt halkının, onun öncülerinin uzun yıllardır geliştirmeye çalıştığı, azımsanmayacak bir yol aldığı meseledir.

Belediye olanakları toplumun örgütlenmesi ve kendi kendini yönetmesi için kullanılmaya çalışılmıştı. Bu noktada yetersiz olsa da bir yol alındığını söylemek yanlış olmaz. Çocuklar, gençler için eğitime destek, kültürel-sanatsal faaliyetler, kadınların toplumsal yaşama katılımının önünü açacak örnek örgütlenme ve organizasyonlar gerçekleştirilmişti. Kayyumların ilk geldiğinde bu alanlarda yapılan çalışmaları dağıtmaları önemini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Çocuklar, gençler ve kadınlar kayyum saldırısında öncelikli hedef olmuştur.

Diğer yandan, belediyelerin mali olanakları ve genel olarak burjuva düzenin “ver oyu al hizmeti” anlayışı köklü olduğundan, halkın yönetime bizzat katılmasının araçlarını yaratmak o kadar kolay olmamıştır. ‘Hizmet’ anlayışı tam olarak kırılamamış, bürokratik işleyiş tam anlamıyla kaldırılamamıştır. Buna bir de ‘kentsel dönüşüm’ adı altında, inşaat sektörü üzerine şekillenmiş ekonomik yapı, ülkenin her yanında olduğu gibi TOKİ zihniyeti olarak buralarda da hükmünü yürütmüştür.

İkinci kayyum saldırısı ile yok sayılan halk iradesi, büyük bir öfke ortaya çıkartmıştır. Kayyumların tanınmadığı, asla kabul edilmeyeceğine dair yapılan açıklamalar boş bir slogandan ibaret değildir. Halkın iliklerinde hissettiği duyguların özlü ifadesidir.

Evet, binalara el koymuşlar, büyük mali olanaklara tabiri caizse çökmüşlerdir. Ama moral üstünlük, iradesini 31 Mart seçimlerinde gösteren halktadır. 31 Mart seçimleri süresinde hedeflerden biri, belediyeleri kayyumların elinden geri almak ise, diğeri daha önceki deneyimlerde eksik bırakılan, yeterince gerçekleştirilemeyen hedeflere ulaşmak noktasında daha fazla çalışmaktı.

Halkın kendi kendisini yönetmesi için binalara, büyük mali olanaklara sahip olmanın zorunlu olmadığını göstermek mümkün değil midir? Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi meclisinin direniş alanında yaptığı meclis toplantısı simgeseldir ama önemlidir. Simgesel kalmak zorunda mıdır? Çocukların eğitimine, gelişimine destek olmak için belediyenin yaptığı binalara, maaşını verdiği eğitmenlere mi ihtiyaç vardır? Kültürel sanatsal faaliyetler için belediyelerin kültür merkezleri şart mıdır? Hep böyle mi olmuştu?

Halkın kendi yaşadığı sokağını, mahallesini daha yaşanılır hâle getirmek için kolektif bir emek harcaması, bunun için örgütlenmesi imkânsız mıdır? Yaşadığı ekonomik, sosyal, siyasal sorunları tartışması, karar alması, ortak hareket etmesi, bunun mekanizmalarını kurması imkânsız mıdır? Bu yönde atılacak en ufak bir adım, belediyenin vereceği hizmetten daha değerli, daha kazandırıcı değil midir?

Belki büyük altyapı projelerini hayata geçiremeyebiliriz, ama halkın örgütlülüğünü geliştirmek için atılacak her adım, en büyük ‘altyapı projesi’ değil midir?

Bu hedef, sadece kayyum atanan yerler için değil, ülkenin her yeri geçerli en acil hedeftir…


1 HDP Şırnak milletvekili Leyla İmir’in, 25 Eylül’de Van’daki kayyum protestosunda yaptığı konuşmadan

“Olağan hâli” kalmayan ülke!

Aslında TC tarihinde “olağanüstü hâl” uygulamaları, oldukça yaygındır. Adına çok farklı şeyler söylenmiş olsa da (sıkıyönetim, olağanüstü hâl, darbe dönemi vb.), hepsinin ortak özelliği, “olağan olmayan hâl” olarak görülmeleridir. Ama bu bir yıl değil, beş yıl değil, onlarca yıldır böyledir ve artık bu hâl “olağan”dır.

Olağanüstü hâl, olağan hâle gelmiş ise, sistem hâlâ ayakta duramıyorsa, daha ileri uygulamalara başvurmak zorundadır. Bu daha ileri uygulamalar, bu kez “olağan hâl” hâline gelmiş olan “olağanüstü hâl” uygulamalarının sıradanlaşması ile bağlantılıdır.

Şöyle düşünelim: Bir devlet, yönetebilmek için zorlandığı zaman, “olağanüstü” uygulamalara başvurur. Bu olağanüstü uygulamalar, aslında verili sisteme yeniden döneceğiz imasını da içerir. Yani, derler ki, biz şu ya da bu nedenden ötürü, “olağan” işleyişi bir kenara bırakıyoruz ve olağanüstü hâl ilan ediyoruz, en kısa sürede de olağan hâle geri döneceğiz. Böyle demek isterler. Ama bizim ülkemizdeki örnekte bu “olağanüstü hâl” gerekçeleri hiç bitmiyor. Böylece, devlet, kendi yönetememe durumunu, daha fazla devlet terörü ile, daha fazla kendi hukuk sistemini askıya alarak, daha fazla şiddetle, daha fazla çete uygulamaları ile kapatmaya çalışıyor.

Bu durum, bir yandan baskının, hukuk ihlallerinin, devlet terörünün (ki gerçekte terör, tüm insanlık tarihi boyunca devlet terörü olarak gelişmiştir, öyle evrimleşmiştir) “normalleşmesi” olarak kendini ortaya koyarken, bunun geniş kitlelerde korku yaratması beklenir, ama bu, aynı zamanda egemen sınıf içinde de, devlet çarkının her kademesinde de büyük bir korkunun egemen olduğunun itirafıdır. Korktukça saldırıyorlar, saldırdıkça daha da fazla korkuyorlar.

Hangisini saymalı bilemiyoruz, suçlarının haddi hesabı yoktur. Adam kaçırma mı dersiniz, işkence mi? İçerideki gazetecilerden mi bahsedeceksiniz, basının dışarıda abluka altına alınmasından mı? Hapishanelerin doldurulmasından mı söz etmeliyiz, yoksa dışarısının, tüm ülkenin açık bir hapishaneye çevrilmesinden mi? Kadına şiddeti, iş cinayetlerini, doğa katliamlarını ödüllendiren ve bunun için dahi hukuklarını ayaklar altına alan bir çete iktidarından söz ediyoruz. Mafya ile, İslamî görüntülü çeteleri ile, devlet çarkının içine yerleşmiş tarikatları ile “dehşet saçmaya çalışan” bir Saray Rejimi’dir bu. Telefon dinlemeleri, kendi içindekilerin her adımının kontrolünü sağlama girişimleri almış başını yürümüş.

Acaba kayyumlardan mı söz etmek gerekir, yoksa yıkılmış, katliamlar sahnelenmiş Sur gibi ilçelerden mi? Ali İsmail gibi sokakta linç edilenlerden mi söz etmeli, her gün öldürülen kadınlardan mı? İşçilerin işyerlerinde öldürülmesinden mi söz edelim, her işçi eyleminin karşısına dikilen TOMA’lı, zırhlı birliklerden mi? Üniversite ve lise öğrencilerini açıkça düşman ilan etmiş bir sistemdir bu.

Soylu, 23 Haziran seçimlerinde İstanbul’u kazanabilmek için, sahipleri tarafından geri çekilmişti. Daha az görünüyordu. Daha az konuşuyordu. Ama Diyarbakır, Van ve Mardin’e yeniden kayyum atanmasının ardından, yeniden ortalığa çıktı ve demeçler birbirini izliyor. İstanbul Belediye Başkanı’nı tehdit ediyor. İçişleri Bakanı, belediye başkanlarını açıkça tehdit ediyor. Amacı, İmamoğlu’nu cumhurbaşkanı olarak görmek değildir herhâlde. Amacı, muhtemelen tehdit etmektir. Ama, bu o kadar büyük bir korkunun ürünüdür ki, artık, dışarıdan anlaşılıyor.

Soylu, “acaba İstanbul’a da kayyum atanır mı” diye soran gazetecilere, izleyici rekorları kırsın diye bir TV kanalında pazar günü katılacağı bir programı referans veriyor: “Pazar günü açıklayacağım” diyor. Toplumun bir kesimi, “İstanbul’a da kayyum geliyor” diye okuyor mesajı. Oysa tehdit ediyor. TV programında ise, “İstanbul ve Ankara’ya kayyum atanmayacak, çünkü terörle bir bağlantıları yok” diyor. Gördünüz mü ne kadar adil, ne kadar hukuka bağlı ve ne kadar komik bir Bakanımız var! Kayyum atanmayacakmış. İşte size müjde! Gazeteci Hakan Çelik ise, hemen bunu manşet yapalım diyor, sevindirik oluyor, demek bir oh çekebiliriz, İstanbul ve Ankara’ya kayyum yok. İşte size “olağanüstü hâl”in, olağanlaşmış biçimi.

Bu, korku değilse nedir?

Bu, halkı cahil yerine koymak değilse nedir?

Bu, dalga geçmek değilse nedir?

Saray’ın Sultanı, kendine bir başvezir bulmuş, başvezir, milletle kafa buluyor, müjde, İstanbul ve Ankara’ya kayyum yok. İşte size demokrasi!

Diyarbakır, Mardin ve Van illerine kayyum atanması için başvuru, 1 Nisan 2019’da yapılmış. Seçimler 31 Mart 2019’da idi. Yani seçim sonuçları belli olur olmaz, daha belediyeler, yeni seçilmiş başkanlarınca devralınmadan önce, eski kayyum daha gitmeden önce, seçilmiş başkanlar mazbatalarını almadan önce, yeni kayyum için harekete geçilmiş bile.

Erdoğan, 31 Mart 2019 yerel seçimleri kampanyasında, kendisi bizzat kampanyayı yürütmüş kişi olarak, “merak etmeyin, kaybedersek kayyum atarız” demişti.

Demek oluyor ki, Diyarbakır, Van ve Mardin için kayyum atanmasının hiçbir hukukî temeli yoktur. Zaten, Saray Rejimi, böyle bir hukukî dayanak peşinde de değildir.

Bu TV show programında Hakan Çelik’in konuğu olmadan önce, iki olay daha yaşanıyor.

Biri, Soylu’nun aktivitesidir. İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu’nu “pejmürde” etmekten söz ediyor. Değişik bir Türkçe olduğunu da kabul etmek gerekir. İçişleri Bakanı “pejmürde” etmek sözünü kullanıyor. Muhtemelen, “perişan etmek” hafif geliyor, daha kötüsünü kastettiğini anlatmak istiyor. Tehdit eden mafya üyeleri, etkili sözler söylemek isterler. “Seni öldürürüz” demek yetersiz gelir, “senin leşini köpeklere atarız” derler ve böylece daha korkunç görünmek isterler. Bu “pejmürde” sözü böyle bir söze benziyor. Perişandan da daha kötü demek istiyor. Ali Püsküllüoğlu’nun “Türkçe Sözlük”ü, pejmürde maddesinde şöyle yazıyor. “1- (kılık için) eski püskü, yırtık pırtık. 2- (kişi için) eski püskü kılıklı, üstü başı dağınık, perişan. 3- rengi atmış, solmuş.” Bu üç maddeden ilki kılık için olduğundan onu geçelim. Demek ki, Soylu, İmamoğlu’nun “iyi giyindiğini” düşünüyor ve ona senin kılık kıyafetini bozar sana eski püsküleri giydirir, seni perişan ederim demek istiyor. Bu durumda, senin mal varlığına el koyarım mı demek istiyor? Yoksa ona senin rengini soldururum mu demek istiyor. Yukarıda söyledik, mafya ağzı ile, daha tehditkâr konuşmak için, konuşmasına ilginçlik katıyor olmalı.

İkinci olay, TV showundan önce olmalı, Kaftancıoğlu, bir tweet nedeni ile 9 yılı aşkın bir ceza alıyor. Ve cezaya dayanak olarak, pişman olmayıp, mahkemede şiir okuması da ekleniyor.

Demek ki, Soylu ve Erdoğan, Kaftancıoğlu ve İmamoğlu’nu, daha büyük makamlar için, yeni liderler olarak hazırlıyor diyebilir miyiz? Hani, Erdoğan’ın şiir hikâyesini hatırlayalım. Şiir nedeni ile hapis yatmış bir Cumhurbaşkanı, Saray sahibi, Sultan, Reis, şimdi benzer bir saldırı organize ediyor.

Yargı, hukuk sistemi, kolluk kuvvetinin, devlet terörünün, baskı aygıtlarının bir uzantısı olarak, doğrudan iş görüyor.

Olağanüstü hâller olağanlaştıkça, ülkede her şey, biraz komik, biraz trajik ve biraz da korku filmi karşımına dönüşüyor. Türkiye’de, yeni bir edebiyat akımı doğuyor, komedi değil, trajedi değil, traji-komik türünden de değil, korku soslu traji-komik bir tür ortaya çıkıyor. Bu yeni türün, edebiyat bilimi açısından büyük bir fakirlik, büyük bir bayağılaşma olduğunu, büyük bir yavanlaşma olduğunu söylemeye gerek yok.

Çok korkan egemenler, elitler, devlet çarkının içindekiler, Saray Rejimi, korkusunu gizlemek için her gün, bir olağanüstü şey yapıyor. Bu olağanüstü şeylerin toplamı, olağan hâle geliyor. Artık hiçbir şey “şaşırtıcı” gelmiyor. İktidar, kendi korkusunu halka, işçi ve emekçilere, kadınlara, gençlere bulaştırmak istiyor. Bu yolla, “hey bu ülkenin sahibi biziz” demeye çalışıyorlar. Bu ruh hâli, onları daha da fazla korkutuyor. Ve böylece hem olağanüstü hâl olağanlaşıyor, hem korkuları kartopu misali yuvarlandıkça büyüyor.

İşçi ve emekçiler, bir yandan bu tatsız tuzsuz yeni tür şovu seyrediyor, diğer yandan ise hayatın içinde kendi direnişlerini ve örgütlenmelerini geliştirmeye çalışıyorlar.

İşte bu işi, direniş ve örgütlenme işini, olabildiğince sakin, kararlı ve var gücümüzle çalışarak geliştirmeliyiz. Biz bunu yapabildiğimiz oranda, onların korkularının ne kadar da büyük olduğunu da görme olanağını elde edeceğiz.

Madem şiirlerden söz açılıyor, biz de sözü Enver Gökçe’ye bırakalım:

“Ben berceste mısraı buldum
Hey ömrümce söylerim
Gözden, gezden, arpacıktan olsun
Hey ömrümce söylerim!

Bizsiz Ilgaz’ın çam ormanları güzel değildir.
Hayda günlerim hayda
Sırtını düşmana verdikçe
Murat dağları güzel değildir,
Dost dost ille kavga!

Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday,
Ayın onbeşi;
Biz olmasak Taşova’nın tütünü, Kütahya’nın çinisi,
Yani bizsiz
Anne dizi, kardeş dizi, yar dizi
Güzel değildir.

Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim,
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan Kemah’tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!

Adana’nın pamuğu dokumada;
Diyarbakır, Afyon, Kütahya fabrikada
Ümit işkencede mahzun
Tenim, ayaklarım uryan
Ekmek işkencede mahzun
Ve Divrik’in demiri arabada
İşçi-köylü ve işçi birarada
Söyle türküler yadigârı kardeş
Söyle ağrılar yadigârı kardeş
Neden alınterleri
Nimetler, haklar haram oldu sana!

Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan, Kemah’tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!

Sana selâm olsun
Hürriyetlerin meçhul olduğu dünya
Canım Türkiye,
Memleketimiz!
Çalışan halklarıyla ümmi
Çalışan halklarıyla garip,
Irgadı, esnafı, madencisi, iptidai aletleri
Kadınları, erkekleri, hapishaneleri;
Başı boş suları, dumanlı vadileri, yoz topraklarıyla,
İşsizleri, realist şairleri, mücahitleri,
Sokak şarkısı, keten helvası,
Akşam haberleri satanlarıyla memleketim!

Sana selâm olsun
Sürgünler, mahkûmlar, hastalar
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya,
Sizlere selâm olsun üniversiteler!
Öğretmenleri alınmış kürsüler,
Öğretmenler
Sizlere selâm olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller
Sizlere selâm olsun makineler
Entertipler, rotatifler, bobinler
Bu gülünç, aşağılık,
Namussuz şeyler dışında,
Sana selâm olsun
Zincirin zulmün kâr etmediği,
Kırbacın kâr etmediği
Büyük tahammül!

Gel günlerim gel de dol!
Gel Aydınlım, İzmirlim,
Gel aslanım Mamak’tan
Erzincan’dan, Kemah’tan
Düşmanlar selâm ister
Gözden, gezden, arpacıktan!”

Saray “oyunları” ve Muktedir

Türkiye’deki devlet çarkının, daha net söyleyelim çağımız kapitalizminin devleti olan Tekelci Polis Devleti’nin özel olarak “Saray Rejimi”ne dönüşmesi, daha çok üç etkene bağlıdır. Birincisi, emperyalist güçler arasında dünyanın paylaşılması için yürütülen savaştır. Bu savaşın Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına kadar inen bir derinliği var. Başlıca beş büyük güç öndedir. Diğer aktörler de var elbette. Ama bu beş güç, yeni paylaşım savaşımının ardındaki güçlerdir: ABD, İngiltere, Almanya, Japonya ve Fransa. Tekrar olsun, elbette paylaşım savaşımından pay alma heveslisi herkes bu savaşın içindedir. Kanada, İspanya, hatta Türkiye vb. Ama burada kampları oluşturacak olan, bu beş güçtür. Rusya ve Çin’i, biz bu büyük savaşımın içinde ama paylaşım savaşımının dışında ele alıyoruz. Rusya ve Çin, büyük güçler olsalar da, birer emperyalist güç değildirler. Elbette kendi çıkarlarını korurlar ama bu apayrı bir durumdur. Paylaşım savaşımını, belki daha detaylı ele almak gerekir. Ama biz burada, esas olarak TC devletinin son yıllarda Saray Rejimi organizasyonunu, bu paylaşım savaşımının nasıl etkilediğini açıklamak istiyoruz. Bu emperyalist güçler, dünyayı yeniden paylaşmak için devreye girdiklerinde, Türkiye, AB’ye mi, yoksa ABD’ye mi bağlı kalacak tartışması da gündeme oturdu. TC devleti kuruluşunda, Sovyetler’e karşı bir ileri karakol olarak örgütlendi. Bu durum, tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca pekişti. Bu durum, TC devletini, ekonomik olarak bir AB sömürgesi, siyasal olarak ise bir ABD sömürgesi hâline getirmiştir. Bu ikili yapı, “ortaklaşa sömürge” olma hâli, SSCB var iken sorun değildi. Ama 1990’lardan başlayarak, artık bir yol ayrımı, paylaşım savaşımının gelişimine paralel olarak şekillenmeye başladı. Bugün, hâlâ bu süreç devam ediyor. Siyasal alana sahip olan ABD, ekonomik alanı da kendi isteklerine uygun organize etmek istiyor. AK Parti, tam bunun projesidir. Yağma, rant ve savaş ekonomisi, bunun temel dayanaklarından biridir. Ve bugün, ülkede her kurumun içinde, en az beş istihbarat örgütünün örgütlediği çeteler vardır. Bu çeteleşme, gerçekte, paylaşım savaşımının içe yansımaları ile birleşmiştir.

İkincisi, Suriye savaşıdır. Suriye savaşı, ABD adına TC devletinin tetikçiliğe soyunmasının açık hâlidir. ABD-İngiltere-İsrail-Katar-Suudi Arabistan ve Türkiye işbirliği ile IŞİD çetelerinin organizasyonu gerçekleştirildi. Her savaş nihayetinde bir iç savaştır. Ve Suriye savaşına göbekleme dalan Türkiye, bu çeteleri içeride de kullanmaya başladı. İçerideki çeteleşme ile bu “özel” çeteleşme iç içe geçmeye başladı. Saray Rejiminin oluşum sürecinde Suriye savaşı özel bir yer tutar.

Üçüncüsü, Kürt halkının direnişinin ve Gezi Direnişi’nin bastırılması süreci vardır. Elbette burada Kürt halkının direnişinin daha büyük bir ağırlığı olduğu açık. Bizim, bu iki alandaki direnişi birlikte ele almamızın nedeni, ikisini eşitlemek değil, ikisinin karşısında devlet organizasyonunun aldığı tutumu ortaya koymaktır. Kürt halkına karşı savaş, şu ya da bu düzeyde sürekli vardı. Ama Dolmabahçe fotoğrafındaki görüşme masasının devrilmesi, devlet çarkının daha farklı organizasyonunun, Saray Rejiminin oluşumunun önemli etkenlerinden biri olmuştur.

Mesela SADAT, mesela basın organizasyonu, mesela polis organizasyonu vb. bunlar içerideki savaş, Kürt halkına ve Gezi Direnişi’ne karşı savaş olmadan, yerine oturtulamaz.

Saray Rejimi, birçok ardarda hamle ile oturtulmaya çalışıldı. Anayasa referandumu, Kürtlere karşı yoğun saldırı, Gezi’nin bastırılması savaşımı, 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarının ortadan kaldırılması süreci, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının CHP’nin de desteği ile kaldırılması, 1 Kasım seçim süreci, 15 Temmuz tiyatrosu, Türk tipi başkanlık sistemi referandumu, kayyum uygulamaları vb.

Tüm bu sürecin, bizim cephemizden, bir direniş dönemi olduğu da açıktır. Birçok direniş ortaya kondu, hâlâ konmaktadır.

Şimdi, 31 Mart seçimleri sonrasında Saray Rejimi şunları gördü:

1- Direniş hiçbir biçimde durdurulamıyor.

2- Rant, yağma ve savaş ekonomisi iflas etmiştir.

3- Kürt halkının iradesi hiçbir biçimde kırılamamıştır.

4- Başkanlık sistemi ya da cumhurbaşkanlığı sistemi, Saray Rejimi, oturtulamıyor. Bahçeli’nin desteğine rağmen, ABD ve AB’nin desteğine rağmen başkanlık sistemi bir yere oturmuyor.

Saray, aynı zamanda “oyunlar”ın yeridir. Osmanlı tarihi, başka ülkelerin saray tarihleri olduğu gibi, bunun kanıtıdır.

Devlet yapılanması, Saray, Muktedir iç içe geçmiştir. Ve bu yapılar iç içe geçerken, aynı zamanda çeteler de bunların her alanında yerleşmiştir. Acaba, Erdoğan, muktedir olarak kararlar verirken, Pelikan Çetesine mi daha fazla kulak veriyor, yoksa mesela Damat Çetesine mi? Bu konuda bir bilgimiz olmadığını hemen söyleyelim. Öyle bir dönemdeyiz ki, kim bir şey söyleyecekse, hemen “yer yerinden oynar” demektedir. Bizde böyle bir bilgi yok, olsa hemen açıklardık. Çünkü bizim için yer yerinden oynaması denilen şey, “işçi sınıfının ve emekçilerin ayağa kalkması”dır. Bizim için Erdoğan ve Davutoğlu arasındaki ilişkiler, Babacan’ın eşinin konuşurum ha tehditleri, “yer yerinden oynar” sözlerinin kanıtı değil. Sadece devlet içindeki, iktidardaki çetelerin çatışmalarının dışavurmasıdır.

Şimdilerde biliyoruz ki, Erdoğan, çözülmekte olan “muktedir”lik çarkını sağlam tutmak istiyor. Erdoğan, Saray Rejimi organizasyonu sırasında, a- parlamentoyu, b- siyasal partileri, c- sandık sistemini yok etti. Başkanlık sisteminde arkasında olan AB ve ABD, yani tüm NATO güçleri, bugün, bazı konularda Erdoğan’ın arkasında değildir. Başkanlık sistemi, hem Almanya için, hem ABD için uygundur, sadece başında kendi adamları olması koşulu ile. Ama sıra yerel seçimlere gelince, sıra kriz sürecine gelince, sıra Suriye meselesine gelince vb. tutumlar değişiklik gösteriyor. Paylaşım savaşı böyledir. Her gün bir anlaşma yaparlar, her gün yenisi ile eskisini bozarlar.

Acaba Davutoğlu partiyi ne zaman kurar? Acaba Babacan partiyi neden geciktiriyor vb. gibi sorular, günlük sorulardır ve aslında resmin tümünü görmemizi engellemektedir.

1- Suriye savaşı TC için bir yenilgidir ve ABD, bu yenilginin tüm faturasını Türkiye’ye yıkmak isteyecektir. Bu yenilginin etkileri, tam anlamı ile henüz ortaya çıkmamıştır ve daha fazla kendini hissetirecektir.

2- Kürt hareketini baskı ve şiddetle yok etmek, mümkün görünmemektedir ve bunun da bir sonu vardır.

3- Batı’da direniş gelişmektedir ve sürekli baskı ve yalan politikası artık bir para etmez hâle gelecektir. Direniş, kendi yolunu bulmaktadır.

İşte bu şartlarda, Saray Rejimi, Erdoğan, Bahçeli-Erdoğan ittifakı vb. gibi konuların yeniden şekillendirilmesi tartışması, egemen çevrelerde yapılmaktadır. Erdoğan’ın “başkanlık” sisteminin bazı tadilatlara ihtiyacı olduğu açıklamaları, Metiner’in kalkıp da AK Parti’yi kapatalım, Reis’in önderliğinde yeni bir parti kuralım, demesi, Baro Başkanı’nın “devletin bekası söz konusu olunca gerisi teferruattır” açıklaması, Erdoğan’ın belediye başkanları toplantısı, Akşener’in Erdoğan’ın oğlu ile muhabbeti vb. tam da bu sorunun boyutlarını göstermektedir.

Bu arada Kılıçdaroğlu, dün parlamenter sisteme dönelim derken, şimdi, bağımsız yargı+başkanlık sistemine yatkın gibi görünmektedir.

Ortaya çıkan tabloya göre, bir grubun planı şudur: Erdoğan cumhurbaşkanı olarak kalsın, ama AK Parti başkanlığını bıraksın. Bu öneri, öyle anlaşılıyor ki, Babacan önerisidir. Babacan ekibi, Gül ekibi, İngiltere diye okunmaktadır. Bu ekip, muhtemelen İyi Parti ile de CHP ile de temastadır. Ama hâlâ AK Parti içindedirler. Bir türlü parti kurmak için harekete geçmiyorlar. İşte Metiner’in, Reis’e bağlı bir kişiyim diyerek, başka bir parti kuralım demesi bu durumun itirafı gibidir. Başında Erdoğan’ın olmadığı bir AK Parti işe yaramaz. Öte yandan ise, tümü ile cumhurbaşkanlığı alanına çekilmiş bir Erdoğan da o kadar etkili olmaz. İşte Metiner, “bu parti zaten bizim değil, biz bunu verelim, yenisini kuralım” demek istiyor. Davutoğlu’nun ihraç süreci, Babacan ekibinin şansını artırıyor gibidir. Görünen o ki, Babacan AK Parti’nin başına gelme ihtimalini de dışlamamıştır. Babacan’ın ailesinden “konuşursam yer yerinden oynar” açıklamasının gelmesi, Davutoğlu’nun konuşursam kimse kimsenin yüzüne bakamaz açıklaması, tam da bu tartışma ve pazarlıkların şiddetini göstermektedir.

İkinci senaryo, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığından ve partiden istifa etmesi, yeni bir seçim sürecinin başlamasıdır. Bu durumda Erdoğan, muktedir olamayacağı için, saray oyunlarının ilk kurbanı olmak istemeyecektir. Ama bu istifanın dile getirildiği de artık çok sık konuşuluyor. “Mesele devlet olunca gerisi teferruattır” diye konuşan bir Baro Başkanı, başka türlü sahne alır mıydı? Eğer Erdoğan istifa ederse, bu durumda, anayasa değişikliği ve başkanlık sisteminin masaya yatırılması durumu gündeme gelecektir. Erdoğan’ın, sistemde rötuşlar yapılacağını açıklaması bunun sonucu olsagerek. Bahçeli çetesinin buna karşı çıktığı anlaşılmaktadır.

Büyükşehir beleyi başkanları toplantısında yaşanan “sandalye parodisi”, bu saray oyunlarının düzeyi hakkında da bilgi vermektedir. Soylu’nun İstanbul’a kayyum atanacak mı sorusuna “pazar günü açıklayacağım” demesi de bu parodinin bir başka türüdür. Soylu, kendi kararlarını kendisi verir pozisyonundadır. Bu çetelerin her biri, söze sıra gelince Erdoğan’a bağlıdır ama Erdoğan’ın böyle hissetmediği de açıktır. Muktedir, Erdoğan, öyle anlaşılıyor ki, Bahçeli’ye çok ihtiyaç duymaktadır.

Peki bu saray oyunları, gerçek sorunlara bir çözüm müdür? Mesela Suriye savaşına, mesela Kürt sorununa, mesela savaş politikalarına, mesela iflas eden “rant, yağma ve savaş ekonomisine”, mesela Batı’da gelişen direnişe vb. bir çözüm müdür?

Öyle anlaşılıyor ki, devletin içindekiler, daha çok günlük, daha çok saatlik adımlar atarak varlıklarını korumak, sürdürmek yolları aramaktadır. Yani, mesela, Baro Başkanı’nın, “devlet söz konusu olunca gerisi teferruattır” sözünü yiyeceği ve “konuşursam” diye başlayacak cümleler kuracağı günler yakındır. Baro Başkanı’nın “teferruat” dediği şeylere, büyük önem atfedeceği günler gelmektedir. Yani, Davutoğlu’nun daha fazla açıklama yapmak zorunda kalacağı günler yakındır. Yani Babacan’ın eteğindeki taşları dökmeye başlacağı günler yakındır. Peki, ya Bahçeli ve Perinçek, onlar ne zaman “konuşursam yer yerinden oynar” diyecekler. Belki de onlardan önce Erdoğan “konuşursam yer yerinden oynar” diyecektir.

İşçi ve emekçilerin, yeri yerinden oynatacak güçleri olduğu açıktır. Onların neler diyeceğini aşağı yukarı biliyoruz. Zira hepsini yaşadık ve yaşıyoruz. Mesele onların neler söyleyeceği değildir. Mesele, işçi sınıfının ayağa dikilmesi, direnişini geliştirmesi ve örgütlenmesidir. İşte o zaman biri değil, hepsi bir anda ifadelerini açıkça verecektir, halkın önünde.

İşçi sınıfı ve emekçiler için mesele, sadece Erdoğan’ın gidişi değildir. Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi, bu yolla devlet çarkının parçalanarak, işçi ve emekçilerin devletinin kurulması meselesidir. Ancak o zaman bu topraklarda özgürlük havası esecektir. Ancak o zaman insanın insana kulluğu son bulacaktır, kadına dönük şiddet, aşağılanma, gençlerin uyuşturulması son bulacaktır. Ancak o zaman badeci şeyhler ülkesi, yerini, özgürlüğe bırakacaktır. Yok edilmeye çalışılan insanlık, o zaman yeniden ayağa kalkacaktır. Yağma ve rant, savaş ekonomisi o zaman bitecektir. Güzel şeyler, o zaman olmaya başlayacaktır.

Şimdi direniş ve örgütlenme zamanıdır.

Devrimlere, kadınlara ve Narodniklere dair…¹

“Olayları oldukları biçimde
ele almalıyız;
yani devrimci duyguları,
değişen koşullara
uygun olarak kullanmalıyız.”
2

Devrimler altüst oluş momentleridir. Altüst eder ve dönüştürürler.

Yalnızca bünyesinde gerçekleştikleri toplumsal/sınıfsal bağlamı ya da üretim ilişkilerini, iktidar yapılarını vb. değil. “Eski” toplumda hüküm süren tüm değerleri, tüm hiyerarşileri de. En alttakilere soluk alabilecekleri yeni menfezler açar, onları yukarı-öne doğru çeker, bastırılmışlara güç, susturulmuşlara ses katar.

Üstelik “en alttakiler”, zorunlu olarak devrimin birincil özneleri değildir. Örneğin feodal soylulara karşı ayaklanan kentli orta sınıflar, toprak ağalarına karşı ayaklanan köylüler, burjuvalara karşı ayaklanan işçiler, efendilere karşı ayaklanan köleler gibi… Devrimler, sömürülen sınıfların yanı sıra, tüm ezilenlere bir özgürlük alanı açar: dinsel-etnik-cinsel azınlıklar, kadınlar…

Elbette, devrimler, nihayetinde sınıflar arasında gerçekleşir. Sınıfları karşı karşıya getirir. Ve alt sınıflara, yönetilenlere, alan açar. Hatta onları ya da içlerinden bir kesimi iktidara da getirir. Mevcut iktisadî ilişkileri dönüştürür, üretim tarzı ve ilişkilerinde köklü değişimlere yol açarlar.

Ama devrimler salt ekonomi-politik ya da salt siyasal hadiseler değildir. Toplumsal-kültürel yaşamın derinliklerine nüfuz ederek tüm toplumsal dokuyu da başkalaştırırlar. Alışılagelmiş, geleneksel olan, saygıdeğer sayılan ne varsa bir anda tarihin çöplüğünde buluverir kendini. Hiyerarşiler tepetaklak, deyim yerindeyse “ayaklar, baş olur.” Tüm bir yaşam biçimi dönüşür, başkalaşır…

Ve bu dönüşüm önce ekonomi politikte değil, hayatın ince dokularında hissettirir kendini çoğunlukla. İnsanlar politize olur, otorite daha çok sorgulanır hâle gelir, itaatsizliğin çeşitli biçimleri açığa çıkar, çocuklar ebeveynlerine, işçiler patronlarına, sivil halk polise, askerler komutanlarına, azınlık mensupları düzenin muhafızlarına, kadınlar babalarına, kocalarına daha çok itiraz ederler. Etiketler geçersizleşir… “Yeni Hayat”ın emareleri çıkmıştır ortaya; yasaklar, baskılar çoğaldıkça etkinliklerini yitirir…

“Kadınlar” dedim… Binlerce yılın ezilmişliğiyle büyük değişimi mafsallarında ilk hissedenler onlardır. Devrim, onları alışageldiklerini, sorgusuzca kabullendiklerini, boyun eğdiklerini sorgulamaya yöneltir. Nasıl yaşamaları, nasıl düşünmeleri, nasıl davranmaları, nasıl giyinmelerini belleten gelenekler, örfler, adetler apansız birer karikatüre dönüşür. Ve daha ufukta görünmeyen devrimin çağrısı, sızlayan dizleri üzerinde doğrulmaya, arkalardan ön saflara doğru atılmaya zorlar onları.

1917 Sovyet devrimi, buna çok iyi bir örnek. Alexandra Kollontai, Inessa Armand, Nadezda Krupskaia, Rosalia Zemlyachka… Devrimin ön saflara ittiği, ateşle, kanla sınanmış kadınlar. Adları belleklerimizde, suretleri 8 Mart’larda taşıdığımız pankartlarda.

Ama öncelleri de var. Adları pek duyulmamış. Yalnızca Rusya’yı değil, tüm yeryüzünü dönüştürecek olan 1917 Ekim’ini onlarca yıl önce kemiklerinde hissederek o büyük çağrıya ayak uyduran…

Vera Figner onlardan biri. Taşralı bir aristokrat ailenin kızı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, tipik Rus taşralı aristokrat bir aile kızını nasıl yetiştiriyorsa öyle yetiştirilmiş: otoriter, sert bir baba, suskun, silik, ürkek bir anne ve kardeşleri Rus köylülüğünün dünyasına erginleyen sevecen, ilgili, sevimli bir dadı gölgesinde geçen gamsız kırsal çocukluk yılları… Mutlaka en düzgün giysilerle katılınan ritüalistik aile sofraları ile dağlarda, bayırlarda, ağaç tepelerinde, dere yataklarında arasında salınan bir ilk gençlik.

Aykırılık, önceleri yoğun bir okuma arzusuyla açığa vuracaktır. Dönem Rusyası, özellikle de kırsal Rusya’da kadınlar için pek alışılmadık bir istek. Ancak olanaksız da değil: Soylu genç kızlara mahsus, manastırvari birkaç enstitü, bu “moda”nın çekiciliğine kapılan genç kızların ve “açık fikirli” ailelerinin taleplerini karşılamak için faaliyete geçmiş bile. Ne de olsa “çağa ayak uydurmak gerek”…

Peki enstitüden sonra? Normali, aynı sınıfsal kökenden, kendini Çarlığın hizmetine adamış, geleceği parlak genç bir subay, doktor, müfettiş vb. ile evlendirilip yaşamın geri kalanını zaman zaman St. Petersburg’daki davetlerde boy gösteren bir taşra “hanımefendisi” olarak geçirmek.

Vera buna yanaşmadı… Ne olduğunu, nasıl olacağını tam olarak kestiremediği bir geleceğin tutkusu kavuruyordu yüreğini. Okumak ve sınıfının kendine sağladığı avantajları yoksul, ezilmiş, halkına faydalı bir insan olmak için kullanmak… Oysa Rusya’da yükseköğrenim kapıları, sağlıkçı, mühendis, öğretmen olarak halkına hizmet tutkusuyla tutuşan bu genç kadınlar kuşağına kapalıydı. Çarnaçar, Avrupa’nın, amfilerini, laboratuvarlarını kadın öğrencilere açan tek üniversitesine ev sahipliği yapan Zürih’te alacaktı soluğu: yürekleri Rus Aydınlanması ve bilim tutkusuyla tutuşmuş, yüzü aşkın genç Rus kadın gibi…

Zürih, Vera ve çok sayıda genç Rus kadın öğrencinin halka hizmet tutkusuyla tutuşan genç idealistler olarak girip birer radikal devrimci olarak çıktıkları koza oldu. Orada deneyimledikleri özgürlükler ülkelerindeki otokratik Çarlık rejiminin baskıcı atmosferinden o kadar farklıydı ki… Dönüşmüşlerdi. Narodnizm’in fikir babaları Çernişevski, Plekhanov, Nekrasov gibi yazarların kitapları elden ele dolaşıyor, genç devrimciler, Nekrasov’un Saşa’sını, Çernişevski’nin Kirsanov’unu, Vera’sını idealleştirerek hayatlarını devletin ya da ailelerinin istekleri üzere değil de, kendi seçtikleri yüce idealler doğrultusunda biçimlendirme kararlılığını pekiştiriyorlardı. Kısmen Aydınlanma’dan, kısmen serflikten yeni kurtulan Rus köylülüğünün yaşadığı derin sefaletin etkilerinden, kısmen de Kutsal Kitap’taki özgecilik ve feda kıssalarından beslenen yüce idealler…

Çarlık rejiminin bu idealizmi kendine yönelik bir “tehdit” olarak algılaması, bu yeni ve sınıfından kopmuş genç intelligentsia’nın hızla politize olmasına yol açacaktı. Kadınlı-erkekli… Çarlık yönetiminin, 1873’te Zürih Üniversitesi’nden alınan diplomaları geçersiz sayacağını ilan ederek kadın öğrencileri geri çağırması, genç zihinlerde, otokrasi koşullarında halka doktor-hemşire-öğretmen olarak hizmet etmektense, halkı sosyalizme açılan bir rejim değişikliğine ikna için çalışmanın daha verimli olacağı düşüncesini kökleştirdi… Yüzlerce, binlerce genç aydını birer devrimci propagandist olarak köylere, ücra köşelere, yoksul mahallelere yönelten Halka Doğru hareketi başlamıştı. Ve kadınlar bu hareketin yüreğindeydi: çoğunlukla erkek yoldaşlarıyla yaptıkları anlaşmalı evliliklerle aile baskısından kurtulan genç ve eğitimli kadınlar, sağlık memuru, öğretmen, ebe olarak gittikleri köylerde sıkı bir propaganda ve örgütlenme çalışmasına koyuluyorlardı. 1872-82 yıllarına ait polis kayıtları, tespit edilebilen 1611 devrimci propagandistin yüzde 15’ini kadınların oluşturduğunu, faaliyetteki 22 propaganda merkezinden beşinin kadınların yönetiminde olduğunu gösteriyordu. Çar II. Alexander’in Adalet Bakanı Kont Pahlen, 1874’te Çar’a sunduğu raporda devrimci propagandanın başarısını kadınların mevcudiyetine bağlıyordu.3

Baskılar, kovuşturmalar, hapisler, sürgünler onları yıldırmıyor, aksine radikalleştiriyor, tek seçenek olarak devrimci şiddete yöneltiyordu.

Çekirdeğini kadınların oluşturduğu Narodnaia Volya (Halkın İradesi) böyle şekillendi: Vera Figner, Anna Korba, Olga Liubatovich, Sophia Perovskaya, Gesia Gelfman, Anna Yakimova, Tatiana Lebedeva: İşçi-köylüler arasında sosyalizm propagandası stratejisini benimseyen ve Rusya topraklarının köylülere dağıtılmasını savunan Bakunin’ci Toprak ve Özgürlük Hareketinden ayrılarak Rusya halklarında devrimci bir dönüşümün ancak Çarlık rejimine yönelik radikal devrimci şiddet eylemleriyle mümkün olabileceğini savunan örgütün kurucu kadrosunda yer alan kadınlardı. Narodnaya Volya’nın 18 kişilik yürütme kurulunun 10’u kadınlardı ve rol modelleri, 1877’de Saint Petersburg valisi General Trepov’u kurşunlayan Toprak ve Özgürlük üyesi Vera Zasulich’di…

Ancak 1881’de (birkaç başarısız denemenin ardından) gerçekleştirdikleri, radikallikte Zasulich’in suikast girişimini fersah fersah geride bırakan bir eylem olacaktı: Çar II. Alexander’ın bedeni, Narodnaya Volya üyelerinin bombalarıyla parça parça oldu… Suikastı izleyen apansız ve acımasız devlet terörü, devrimci Rus kadınlarına ilk idamları yaşatacaktı; Çarlık güvenlik göçlerinin tereddütsüz misillemesinde meydanlarda idam edilen dört Narodnik’ten ikisi kadındı: Sofia Perevskaya ile Gesia Gelfman.

***

Denilebilir ki “Kadınların Özgürlüğü” fikri, Rusya’ya -Çariçe Katerina ve ardından da onun kurucusu olduğu Smolnyi Enstitüsü’nün yönetimini devralan gelini İmparatoriçe Maria’nın kız çocukların eğitimi konusundaki girişimlerini saymazsak- 19. yüzyılın ikinci yarısında Narodniklerle birlikte giriş yaptı. Bu bağlamda Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’sının genç devrimciler üzerindeki devasa etkisi es geçilmemeli…

Ne ki, “Kadınların Özgürlüğü” söylemi, erkeklerin politik özneler sayıldığı, buna karşılık kadınların her türlü siyasal haktan yoksun olduğu Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi özgül (siyasal ya da toplumsal) hak talepleri, dolayısıyla da özgül bir kadın mücadelesi (feminizm) biçimini almayacaktı. 19. yüzyılın ikinci yarısı Rusyası’nda “Kadın özgürlüğü”, tüm yurttaşların Çarlık otokrasisinden özgürleşme talebinin bir bileşeniydi ve “Kurtuluş” kadınların siyasal-toplumsal haklarını kazanması değil, ezilen-emekçi sınıfların genel özgürleşmesi bağlamında kavranılmaktaydı. Kendileri gibi idealist genç Narodnik erkeklerle düzmece evlilikler gerçekleştirerek aile baskısından kurtulan Narodnik kadınlar, her türlü bireysel haz ve lüksten vaz geçerek kendilerini kavganın yüreğine atıyorlar, bu uğurda en ağır bedelleri ödemekten kaçınmıyorlardı. Söz ve eylemin tutarlılığı ethos’unda birleşen genç kadın ve erkekler gülerek koşuyordu Çarlık polisinin en ağır işkencelerine, dayanılması zor zindanlara, Sibirya sürgünlerine, hatta ölüme. Bu özgürlüğün bedeli, kayıtsız ve koşulsuz bir özgecilikti; (hak) kazanımlar(ı) değil…

***

Ütopyacı ve köylücü Narodnik miras, bir kuşak sonrasında, 1917 devrimini gerçekleştiren Bolşevikler tarafından kıyasıya -ve haklı gerekçelerle- eleştirilecektir. Ancak Narodnik kadınların kendilerini izleyen devrimci kuşaklara bıraktığı tutarlılık, sahicilik ve gözükaralık ethosu Bolşevik kadınlar için paha biçilmez bir bağlam oluşturmuştur.

Evet, Devrim, gölgesi henüz tarih sahnesine düşmemişken, kendini genç, duyarlı kadınların iliklerinde, kemiklerinde hissettirerek onları dönüştürdü. Okuyacağınız, böylesi bir dönüşüm öyküsü. Avare ve kendinden hoşnut taşra bir taşra aristokrasisinin, “süslü, ama içi boş” bebeği Vera Figner’in Rus Çarı’nı katleden gözükara bir eylemciye dönüşmesinin öyküsü…

Ama tarihe mal olmuş bir kişinin olup-bitmiş öyküsünden ibaret değil. İçinde dünyayı daha yaşanılası, daha özgür, daha eşitlikçi bir yere dönüştürmeye kararlı kadın ve erkekler, ve yaşamlarına ataerkinin kendilerini yazgılı kıldığı kafesten çok daha fazlasını layık gören kadınlar için önemli ipuçları içeriyor.

Nihayetinde rotamızı çizerken hem bizden öncekilerden, hem de birbirimizden öğrenecek çok şey var, öyle değil mi?

 28 Eylül 2018, Dragos.

1- Lynne Ann Hartnett’e ait ‘Vera Figner-Bir Muhalifin Hayatı’ (Çev. Ertuğrul Uzun, Eskişehir: Verba, 2019) başlıklı eserde “Türkçe Baskıya Önsöz” üst başlığıyla yayımlandı.
2- Karl Marx.
3- Alena Heitlinger, Women and Social Change in Socialist Societies, with Special Reference to the Soviet Union and Czechoslavakia, Leicester Üniversitesi, Doktora Tezi, 1977, s. 80.

TC devleti üzerine

Geçtiğimiz Ağustos ayı, Diyarbakır, Mardin ve Van illerine kayyum atanması ile, “kayyum politikasının” yeni bir zirve yaptığı ay oldu. Öncesi var. 31 Mart’tan önce, yine birçok il ve ilçede kayyumlar atanarak, seçilmiş belediye başkanlarının görevleri gasp edildi. Onların deyimi ile “milli irade” ayaklar altına alındı. Kılıçdaroğlu’nun deyimi ile “hukuk ayaklar altına alındı.” Uzun bir süre bu “yeni” olan kayyum politikası ile belediyeler yönetildi.

Sonra 31 Mart seçimlerine gidildi.

Seçimlerde, açıkça ve herkesin gözü önünde, herkesle alay edercesine hukukî veya hukuk dışı hileler yapıldı. Başka bir ülkede acaba mümkün müdür; %70 ile seçimi kazananlar, seçimi kaybetti. 31 Mart’ta İstanbul’u kaybedenler, tekrar seçim kararı aldırdı ve YSK, kanunları aşmakla kalmadı, kendini de aştı.

Soylu, tüm kanunların üzerindeki içişleri Bakanı, en kabadayı bakan, en sert dönen bakan, “eğer” dedi, “bir 5 yıl daha kayyum ile yönetirsek, kesinlikle Kürt halkı bizi seçecektir.” İşte böyle dedi. Yani demek istedi ki, bir halka ne kadar zulüm yaparsak, bir halkı ne kadar aşağılarsak, bir halkı ne kadar soyarsak, bir halkın belediyelerini alıp genelev gibi kullanırsak, bir halkın iradesini ne kadar yok sayarsak, o kadar bize bağlanır.

Tecavüz olayları arttıkça, tarikatlar ve cemaatler devletten gördükleri destekle uçkurlarını kontrol etmeyi tamamen bıraktıkça, tartışma şu hâle geldi: Üç yaşında çocuk tecavüze uğramış ise, çocuk, tecavüzcüsü ile evlenebilir, ama acaba üç yaşında mı, beş yaşında mı?

İşte Soylu, beş yıl daha kayyum kalırsa, bu halk, tecavüzcüsünü mecburen sevecek ve onunla evlenecek, oyunu ona verecek diyor. Mantıktaki paralelliği görebildiniz mi?

İşte, beş yıl daha kayyum ile yönetilirse, bu halk artık HDP’yi seçmez diye düşünen mantık, Saray, yeni kayyum atama işini devreye soktu.

Kayyum mekaniği işliyor.

İstanbul ve Ankara’ya sıra gelecek elbette. Bu nedenle susmak, bu gaspa, bu haydutluğa, bu kibre son vermek için, daha iyi bir an asla olmayacak. Şimdi zamanıdır.

İşte bu vesile ile biz, biraz bakışımızı genişletelim istiyoruz.

1- Çağımızın burjuva devleti, Tekelci Polis Devletidir. Bu konuda, Kaldıraç yayınlarından çıkmış olan “Tekelci Polis Devleti” çalışmasını okumayanların okuması yerinde olur. Zira biz burada o kapsamda bir tartışma yürütmeyeceğiz. Ama eğer “tekelci polis devleti” kavranmazsa, bizim adına Saray Rejimi dediğimiz bu siyasal rejim, başkalarının ‘tek adam diktatörlüğü’ diye yumuşak ve sıradan bir ifade ile andıkları bu rejim anlaşılamaz.

Tekelci polis devleti, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesinin ardından, tüm emperyalist kampın devleti yeniden örgütlemelerini ifade eder.

1960’larda, 1970’lerde, 1980’lerde, bir tartışma vardı. Bunun hâlâ izleri vardır. Tartışma şöyle idi, bir ülkede siyasal iktidar biraz sertleşti mi, hemen “faşizm” geldi deniyordu. Ve tersine biraz yumuşadı mı, bu kez de “demokrasi” varmış gibi bir algı oluşuyordu. Böylece devlet, birçok yerde, “demokrasi” ile “faşizm” arasında salınıp duruyordu.

Bugün hâlâ, birçokları (bizi en çok entelektüeller, Marksistler, devrimciler ilgilendiriyor, liberaller değil), liberal düşüncenin etkisi ile, Batı demokrasileri üzerine methiyeler yazıyorlar. Hatta en son, Artı TV’de S-400’lerin gelişi üzerine süren bir tartışmada, Eser Karakaş, eğer bir seçim yapmamız gerekiyorsa, ben Batı demokrasisini seçiyorum, NATO bunun katlanılacak sonucu ise o da kabulüm, olarak özetlenebilecek (birebir bu cümlelerle söylenmiş değildir) bir söylemi dile getirdi ve doğrusu görüşleri birçok konuda açık ve net olan başkaları da bu görüşe itiraz bile etmediler. Evet, S-400’ler bizde gerekmeyebilir, buna katılırız. Silâhlanmaya karşıyız, bu net. Ama eğer S-400’ler ülkenin NATO’dan çıkmasına neden olacaksa (ki neden olmayacak), işte katlanabilir olan bu olurdu. NATO, katlanılabilir değildir. NATO, demokrasi ile alâkalı bir kurum değildir. NATO, tüm kapitalist kampta anti-komünizm, kontr-gerilla, savaş kundakçılığı, her ülkeye özgü örgütlenmiş Gladio, katliamlar vb. demektir.

Bu bakışın temelinde, Batı demokrasisi inancı yatıyor. “Batı değerler sistemi” ve “Batı demokrasisi” ham bir hayaldir.

SSCB çözüldükten sonra, bunu hâlâ anlamayan varsa, onun gözlerinin görmesinin körlüğüne engel olmadığını iddia ederiz. Dünyada El Kaide, El Nusra, IŞİD diye örgütler, NATO ve ABD işidir. Batı demokrasisi tam da budur. İngiltere’de ya da ABD’de ya da Almanya’da ya da Fransa’da demokrasi üzerine övgüler yazmak, 21. yüzyılda ancak bir reklâm kampanyası ve film setinde olanaklıdır.

ABD, Japonya, Fransa, İngiltere ve Almanya, emperyalist ülkelerin en ileri gelenleridir ve bugün bu beşli arasında bir paylaşım savaşı vardır. Bu paylaşım savaşımı, Birinci Dünya Savaşı’nın kaldığı yerden devam etmektedir. Bu beş ülkenin hangisinde “demokrasi” vardır? Devlet hakkında ham hayalleri olmayan, aklını bu ham hayallerle doldurmamış hiç kimse, bunu iddia edemez. Afganistan’a götürülen “demokrasi”, Irak’a taşınan “demokrasi”, Libya’ya dayatılan “demokrasi”, tamamen ama tamamen Batı demokrasisi ve Batı değerler sisteminin ürünüdür. Hiç eksiksiz. Irak’ta öldürülen 1 milyon kişi, Batı değerler sistemi ve Batı demokrasisinin doğrudan ürünüdür.

Bugün ABD’de, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de komünist avı yapılmıyorsa, bunun nedeni “demokrasi” değil, tersine bu avı daha başka yöntemlerle yapabiliyor olmaları nedeni iledir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “demokrasi” cephesi diye kendini adlandıran Avrupa ve ABD’de, komünist avı, demokrasinin korunması kutsal amacı için değil miydi? İngiltere’de ya da Almanya’da ya da ABD’de, acaba polisin uygulamaları ve yetkileri nasıldır? Tekelci polis devleti dediğimizde, daha içeriğini anlayamamış bile olsanız, size sıcak gelmiyor mu?

Uzatmak mümkün. Ama fazla örnek yerine, Kaldıraç yayınlarından çıkan kitabımızı, Tekelci Polis Devleti analizimizi önerelim. En azından bu sayede, bu yazı etrafında değinmek istediğimiz diğer konulara girelim.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, faşizmin yenilgisi, gerçekte emperyalist kampın yenilgisi idi. Bunu net olarak kabul etmek gerekir.

Emperyalist sistem, büyük yıkıntılar ve kayıplar pahasına zaferi elde eden Sovyetler Birliği ve dünya sosyalist hareketini durdurmak için, bir karşı saldırı başlatmıştır. Bu saldırı, politik arenada McCarthycilik ve Truman Doktrini ile ün yaptı. NATO, bu sürecin örgütüdür. Hem Sovyetler Birliği ve dünya komünist hareketine karşı uluslararası bir savaş yürütme organıdır, hem de her kapitalist ülkede devleti yeniden organize etmenin aracıdır. Bunun, ABD hegemonyasının da bir aracı olması, ayrı bir konudur.

Tekeller çağı, 1880’lerde başlıyor ve Birinci Dünya Savaşı, bu çağın kapitalist dünyasının ürünüdür. Tekel, sadece bir ekonomik olgu değildir. Tekelci egemenlik, pazar hakimiyeti ve bunun gerektirdiği şiddet örgütlenmesi demektir. Bu ise devletin, işçi sınıfına karşı, yeniden örgütlenmesidir. Sovyet Devrimi’ne karşı, karşı-devrim, devleti değiştirmiş, yeniden yapılandırmaya girişmiştir. Faşizm bu tepkinin ilk hâlidir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında “demokrasi” şalı altında faşist devletin tüm aygıtları yeniden organize edilmiştir.

Devlet sınıf savaşımına göre şekillenir. Bu sınıf savaşımı, dünya çapında bir savaştır ve modern devlet, bu savaşın tüm deneyimlerini içselleştirerek, dünya işçi sınıfına karşı, karşı-devrim örgütüdür.

Bizim zaman zaman “faşizm” geldi, zaman zaman ise “demokrasi” yürürlükte diye düşündüğümüz durum, aslında devletin yeni yapısının işaretidir. Devletin burjuva karakteri değişmemiştir, sadece burjuvazi daha da daralmış, tekeller olarak organize olmuş ve devlet de bu tekelelerin örgütü hâline dönüşmüştür. Bu süreç, sınıf savaşımının deneyimleri ile şekillenmiştir, ki başkası da mümkün değildir.

Tekelci polis devleti, gelişmiş reklâm ağının da olanakları ile, toplumu kontrol etmeyi, polisiye metotlarla her şeyi izlemeyi organize etmiştir. İşler kontrolden çıkma eğilimi gösterdiğinde, devlet, kadife eldivenin altına saklanmış demir yumruğunu, kadife şal ile örtülmüş makinalarını devreye sokmaktadır. Böyle olunca “faşizm geliyor” ve sınıf savaşımı daha “barışçıl” bir süreçten geçtiğinde ise “demokrasi geliyor” demek yanlıştır.

Basın, medya, yargı, polis örgütlenmesi, halkın izlenmesi, yönlendirilmesi, kitlelerin uyutulması vb. gelişmiştir. O kadar ki Hitler’in yalanları ile ünlü Goebbels’ini çırak çıkaracak kadar gelişmiş bir yalan makinası üretmişlerdir. CIA başta olmak üzere, tüm emperyalist kamp, Hitler’in artıklarını kendi örgütlenmesinin içine, kardeş olarak almıştır.

2- Devlet her zaman belli bir ülkede, kendine ait “özgünlükler” taşır. Yani Alman devleti ile ABD devleti aynı karakterde olsa da, farklı gelenekleri olan yapılardır. Bu, sınıf savaşımının her coğrafyada etkilerinin farklı gelişmesinin de ürünüdür. Öyle ya, her zaman biz Marksistler, olaylara belli bir tarih içinde bakarız. Toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak sınıflar, sınıflar arasındaki savaşım ve buna bağlı olarak sınıfların örgütleri farklılıklar gösterirler. Devlet de burjuvazinin, aynı anlama gelmek üzere tekellerin örgütüdür, o da bu tarihsel ve toplumsal etkiler içinde şekillenir.

Örnek olsun, TC devletinin şekillenişini incelediğimizde, paylaşım savaşımının birincisini, Ekim Devrimi’nin etkilerini, halklar meselesine çözüm olarak Türk kimliğinin yaratılmasını, başlıca emperyalist güçler açısından komünizme karşı bir ileri karakol olarak ülkenin ele alınmış olmasını hesaba katmamız gerekir. Türkiye, ortaklaşa bir sömürge olarak, NATO üyesi bir ülke olarak, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilmesi sonrasında yeniden organize edilmiştir. Mesela Gladio denilen, bizde Ergenekon veya kontr-gerilla denilen yapılanmalar bunun sonucudur. Hatta Türk-İş ya da Diyanet İşleri Başkanlığı da böyle örgütlenmiştir. Dün, emperyalist sistem, komünizme karşı ileri bir karakol olarak Türkiye’yi örgütlerken, NATO mekanizmaları içinde hepsi bir arada idi. Ekonomik olarak Avrupa’ya bağlı, siyasal olarak ise NATO mekanizmaları ile ABD sömürgesi olarak örgütlenmiş bir “ortaklaşa sömürge”dir Türkiye. Bugün, SSCB çözüldükten sonra, bu eski emperyalist ortaklar arasında başlayan paylaşım savaşımının ana sorusu, Türkiye’nin kimin elinde kalacağı sorusudur: Siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin mi, yoksa ekonomik olarak bağlı olduğu Avrupa’nın, daha çok da Almanya’nın mı elinde kalacak? Bu soru hâlâ tam olarak yanıtını bulmuş değildir. Ve unutmamak gerekir ki, bizim, işçi sınıfının de bu soruya başka bir yaklaşımı vardır, ülke sosyalist devrim ile tüm emperyalist güçleri kovacak ve özgürleşecek ve bölgedeki halklarla barışarak, bölgesel sosyalist devrimin bir parçası olarak dünya devrimine bağlanacaktır. Bu da bizim çözüm önerimizdir.

Burada oluşmuş olan devlet, en başından beri halklara düşman, halklara “bu devlete bir millet lazım” gömleğini giydirmeye çalışan, emperyalizme bağımlı, sınıfların varlığını yani işçi sınıfının her türlü varlık göstergesini inkâr eden bir devlettir. Bir iç savaş örgütü olarak, emperyalizmin çıkarlarının tetikçisi olagelmiştir. Böyle olduğu için “olağan hâlleri” istisna, “olağanüstü hâlleri” kural olagelmiş bir burjuva devlettir. Burjuvazinin kendi iç dinamiği, tamamen emperyalist sermaye ile bağlı olarak şekillendiğinden, devleti de öyle olmuştur. ABD’den bağımsız hiçbir adım atmamış bir devlet yapısı söz konusudur.

3- Devletin genel yapısı ve özelliklerine rağmen, sisteme egemen olan tekelci polis devleti örgütlenmesi TC devleti için de geçerlidir. Hem de fazlası ile. Özgün tarzda.

Ancak, bugünkü Saray Rejimi’ni şekillendiren şey, daha çok emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır. Bu paylaşım savaşımı, ekonomiye hakim olanların devleti istemesi, devlete hakim olanların ise ekonomiyi kendi kontrollerine geçirmek istemesi şeklinde bize yansımıştır, yansımaktadır. Bu nedenle, devlet ciddi bir tarzda çeteleşmektedir.

Dünya çapında burjuva devlette (burjuva devlet, devletin genel adıdır, bugünkü şekli tekelci polis devletidir. Burjuva devlet dediğimiz zaman, aynı şeyi kastediyoruz. 20. yüzyılın başlarında, 1800’lerin sonlarında var olan burjuva devlete “burjuva demokrasisi” demenin, her devlet sınıf egemenliğinin bir aracıdır doğru önermesini aklımızda tuttuğumuz sürece bir sakıncası yoktur) bu çeteleşme eğilimi mevcuttur. ABD’de de, İngiltere’de de, Fransa’da da bu çeteleşme söz konusudur. Ama ülkemizdeki devlette çeteleşme çok daha ileri boyuttadır. Bunun nedeni, paylaşım savaşımının her bir gücü, Almanya’sı, ABD’si, İsrail’i, İngiltere’si, Fransa’sı vb. TC devleti içinde kendi çetelerini örgütlemektedir. Bu, bugün, devletin her kurumunda vardır. Belki Almanya’da devletin ekonomik organlarında bu çeteleşmeyi bizim ülkemizdeki kadar açık görmek mümkün değildir. ABD’de gördüğümüz ve bize eğer doğru ise Pentagon ve CIA çatışması olarak gösterilen şey, bu çeteleşmenin kendisidir. Nerede “savaş” daha sıcak olarak yaşanıyorsa, orada çeteleşme daha ileri biçimlerde karşımıza çıkıyor. Ama sömürge bir ülke olarak Türkiye’de bu çeteleşme çok daha ileri boyutlardadır. Belki, bir başka ülkede, sömürge ülkede, örneğin İsrail’i bu çetelerin içinde görmek o kadar mümkün olmayabilir. Ama bizde bu da devreye girmektedir.

Bunun bir nedeni de bölgemizde sıcak biçimler alan paylaşım savaşımıdır. Afganistan, Libya biraz uzak gibi dursalar da bu savaşın içinde Türkiye vardır. Ama Irak ve Suriye savaşı, bu açıdan daha etkileyici, daha sonuçları ve ilişkileri gözlenebilen örneklerdir.

İşte bugünkü Saray Rejimi diye adlandırdığımız şey, bu paylaşım savaşımının etkileri ile oluşmuştur.

Saray Rejimi dediğimiz zaman, tekelci polis devleti olarak adlandırdığımız devletin karakterinin değiştiğini söylemiş olmayız. Sadece, daha özgün bir süreci ortaya koymuş oluruz ki, bu sadece emperyalist paylaşım savaşımı ile oluşmuyor. Bunun üzerine binen diğer etkenler de var.

Şimdi, okuyucu bir durmalı ve “yeni Türkiye” diye ortaya konan, Graham Fuller tarafından kitaplaştırılmış olan projenin bunlarla bağını düşünmelidir. Gülen hareketini bu çerçevede ele almalıdır. El Kaide, IŞİD ve Müslüman Kardeşler bağlarını bu çerçevede ele almalıdır. Türkiye’nin sahibi kim olacak, bu ortaklaşa sömürgede “ortaklık” nasıl sona erecek sorusu etrafında ele almalıdır. Dahası, ülkede uygulanan ekonomi politikaya bu gözle bakmalıdır. Enerji politikalarına, inşaat sektörü yartırımlarına, tarımın tarumar edilmesine, ülkenin her yerinin yakılmasına, maden çalışmalarına, HES’lere, yeni zenginler yaratma politikalarına sadece “Erdoğan’ın cebini doldurma” isteği olarak bakmamalıdır. Elbette bu da var. Ama bu sınırlı bir bakış olur. Bu aynı zamanda ABD’nin ekonomiye müdahalesinin parçalarıdır. Emperyalist sermayeye bağlı “eski” güçler ile, yine emperyalist sermayenin ajanı olarak yükselen yeni güçler arasındaki kavgaya, “Türkiye kimin elinde kalacak, siyasal alana sahip olan ABD’nin mi, ekonomik alana sahip olan AB’nin mi” sorusu çerçevesinde bakmayı başarmamız gerekir.

Saray Rejimi ve Erdoğan’ın, hizmetkârı olduğu bazı sermaye kesimlerini tehdit edebilmesi de bu gerçekler ışığında anlaşılabilir.

Ülkenin büyük çaplı kara para ile dönmesi, silâh, eroin vb. kaçakçılığı da dahil büyük çaplı sermaye aklama alanı hâline gelmesi bu çerçeve içine oturtulursa yerinde olacaktır. Kaz Dağlarına da, yangın yerine dönen ülke ormanlarına da bu gözle bakmak gerekir. Bir bakanın, THK’nin elinde uçak yok demesi, THK’nin hayır uçaklarımız var demesi, Bakanın “ama uçaklar çalışmıyor” demesi, THK’nin uçaklarımız çalışır durumdadır ama yardım isteyen yok demesi vb. şeklinde süren söz düellosu, bu çeteleşmenin ortaya serilmesinden başka bir şey değildir.

Ekonomi, savaş, rant ve yağma ekonomisidir, bunu planlayan daha çok siyasal alanı elinde tutanlardır.

Ve elbette Saray Rejimi bunların üzerine yükselmektedir. Bu nedenle tüm hukuk ortadan kaldırılmıştır.

Ve elbette, Kürt halkına karşı sürdürülen savaş da bu işin bir parçasıdır. Hem çeteleşmeyi, hem de farklı burjuva egemen çevreleri birarada tutmayı sağlayan, Kürtlere karşı savaş mekaniğidir. Bu savaş, birçok şeyi örtme aracıdır da. Ama aynı zamanda, Kürt halkı nezdinde, tüm halklara karşı, işçi sınıfına karşı acımasız ve kirli bir savaşın devamı demektir. Egemenler ne zaman ortak hareket etme ihtiyacı duyarlarsa, hemen Kürtlere karşı daha ileri şiddette bir saldırı emri vermekle işe başlıyorlar.

Kürt hareketine karşı yürütülen savaş ile, Suriye ve Irak’a dönük işgal politikaları birbirine bağlıdır. IŞİD ve benzeri çeteler, devlet çarkının içinde yerleşik durumdadır. Bu çeteler, Ankara ve Suruç bombalamalarında olduğu gibi içte de kullanılmaktadır.

Bugün kayyum atama politikası da bunun bir uzantısıdır. Dün Sur ilçesi gibi Kürt kentlerini tümden yok etmeye, katliam politikalarını devreye sokmaya başlayan aynı mantık, bugün kayyum politikalarını devreye sokmaktadır.

Diyanet işleri, Saray Rejimi ile daha aktif olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yargı tamamen polis gücünün bir uzantısı olarak baskı aygıtına eklenmiştir. Basın, baskı aygıtının ve devlet propaganda şefliğinin uzantısıdır. Diyanet işleri, daha çok MİT’e eklemlenmiş gibidir. Son çıkan, gizli ibareli ama herkesin ulaşabildiği “Dini-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dini-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dini Yönelişler” başlıklı tarikat raporu, Diyanet işleri ile MİT ilişkisine iyi bir örnektir.

Yargı, tamamen baskı aygıtının bir uzantısı hâline getirilmiştir. Çeteleşme, bu alanda da oldukça yaygındır. Artık, yargı, doğrudan Saray emri ile hareket etmekte, hukuka ve yasalara bağlı kalmadan hareket etmektedir.

Basın, tam anlamı ile Saray borazanı hâline getirilmiştir. Kara ve yalan propagandanın aracıdır, karartma aracıdır. Gerçeklerin üzerini örtme işi ile görevlidir. Basın tetikçidir de. Basın, aynı zamanda çeteleşmenin etkili alanlarından da biridir.

Saray Rejimi, tüm bunların, içinden geçilen döneme özgü olacak şekilde örgütlenmiş olması demektir.

Saray Rejimi, burjuvazinin, egemenlerin, devletin güçsüzlüğünün kanıtıdır, paylaşım savaşımında tetikçi rolünü oynayanların aslında paylaşım masasındaki pastanın bir parçası olmalarının kanıtıdır. Bu saldırganlık, boyu aşan korkularının dışavurumudur.

4- Saray Rejimi denildi mi sadece Erdoğan ve AK Parti’yi ele almak yanlış olur. Sadece “cumhurbaşkanlığı sistemi” diye başlar başlamaz sona ermiş olan sistemi anlamamak gerekir. Bu eksik olur.

Parlamento bitmiştir. Bir teatral hamle ile, meclisin bombalanmasından söz etmiyoruz. Meclis artık fiilen ortada yoktur. Ne milletvekili olmanın bir anlamı vardır, ne de milletvekili seçimi diye bir şey vardır. Büyük ölçüde vekiller, Erdoğan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu vb. tarafından önceden seçilmektedir. Ve buna rağmen seçimlere hile karışmakta, her türlü ayak oyunu sahnelenmektedir. Sandık, isteildiği an gömülmekte, tekmelenmektedir.

En son yerel seçimlerde bu tekmelemenin örnekleri sunulmuştur.

Bugün kayyum politikası, yerel seçimlerin sonuçlarına bile tahammülleri olmadığının kanıtıdır. Erdoğan, “merak etmeyin, seçilirlerse kayyum atarız” demekte bir beis görmemiştir.

Siyasal partiler tükenmiş, parti olmaktan çıkmıştır. AK Parti diye bir parti yoktur. O kadar ki, ondan ayrılıp yeni bir parti kuracak olanların da bir önemi ve anlamı yoktur.

MHP diye bir parti yoktur. Bahçeli partisi vardır. Perinçek partisinden bir farkı da yoktur. Sadece hangisi Erdoğan’ın daha fazla şefkatini ve desteğini alacak konusunda yarış hâlindedirler.

CHP diye bir parti de artık kalmamıştır.

5- Kılıçdaroğlu, Saray Rejimi’nin bir görevlisidir. Erdoğan ve Saray Rejimi’ne muhalif değildir. Erdoğan hakkında konuşmalarının tümü, devlet süzgecinden geçirilmektedir.

Kılıçdaroğlu, her durumda “devlet çıkarları” mantığı ile hareket etme refleksini CHP saflarındaki derin devletçiliği korumak için öne sürmektedir. Diyelim ki, Diyarbakır’a kayyum mu atandı, “herkes evinde durmalı.” Diyelim ki, seçimlerde hile mi var, “herkes evinde durmalı.”

Kılıçdaroğlu’nun görevi, işçi ve emekçilerin tehdit ve sopa ile yılmayan kesimlerini “evde tutmak”tır. Bu açıdan Saray Rejiminin gardiyanıdır.

Saray Rejimi, her türlü baskı ve hukuksuzluğu devreye soktukça, halka karşı açık bir iç savaş yürüttükçe, CHP, kitlelerin sola yönelmesini önlemek üzere devreye girmektedir.

Derin devletin Kılıçdaroğlu üzerinde etkisi çok nettir. Zira kendisi politika da bilmez ve memurdur. Memur derken SSK’dan söz etmiyoruz, MİT’ten söz ediyoruz.

Bahçeli ile Kılıçdaroğlu, aynı yere çalışmaktadır, aynı yerden emir almaktadır. Bahçeli, Erdoğan’a açık destek vererek Erdoğan’ı yönlendirmek üzere hamleler yapmaktadır. Kılıçdaroğlu ise, bu duruma tepki duyan kitleleri evlerinde tutmak, onları Saray, Erdoğan, dinci çeteler öcüsü ile korkutarak sokaktan uzak tutmak misyonu ile davranmaktadır. Bahçeli ve Kılıçdaroğlu, birbirini tamamlamaktadır.

Saray Rejimi dediğimiz zaman, bunun muhalefetteki burjuva partilerini de içerdiğini düşünmek gereklidir. Bu açıdan, MHP ve CHP özel önemdedir ve Erdoğan’ı yöneten mekanizma, bu ikisini de yönetmektedir.

Ne Bahçeli’nin, ne de Kılıçdaroğlu’nun, herhangi bir konuda kendi fikirleri yoktur. Bu kadardırlar. Fikirler, devletin ilgili katlarından gelmekte, onlar da hiçbir hırs vb. göstermeksizin bu fikirleri dile getirmektedirler.

Elbette Erdoğan yolun sonuna gelmektedir. İdlib ve Suriye savaşı, Erdoğan’ın ömrünü uzatmaktadır ve Erdoğan bunu bilerek hareket etmektedir. Yoksa efendileri, Erdoğan’ın sonunu hazırlamış olmalıdır. Saray Rejimi ve Erdoğan, birebir aynı şey değildir. Erdoğan gidince, yerine üretilecek yeni projeler konusunda ABD ve AB ya da NATO tek bir fikre sahip değildir. Bu nedenle AB, Erdoğan’ın gitmesine artık ikna olmuş iken, ABD, hâlâ Erdoğan’ın oyunda kalmasını istemektedir. Trump ve Erdoğan birlikte AB ülkelerini IŞİD çetelerini Avrupa’ya göndermekle tehdit etmektedir. Bu paralellik, rastlantı değildir.

Erdoğan’ın gidişi, Saray Rejimi’nin dağılmasını büyük ölçüde beraberinde getirecektir. Çünkü Erdoğan, kuralsız bir sistem olarak gelişen Saray Rejimi’nin her alanında vardır. Bu nedenle, devletin diğer egemenleri ile Erdoğan arasında bir anlaşma söz konusudur. Egemenler, devletteki çözülmeyi durdurmak istiyorlar. Ama giderek daha da fazla batmakta, daha da fazla tükenmektedirler.

Böylece anlaşılmaktadır ki, paylaşım savaşımının Türkiye’ye etkileri daha da fazla artacaktır. Bu, çetelerin hayatın her alanında daha fazla etkili olacağı anlamına da gelmektedir. Çünkü, her çete aynı zamanda bazı uluslararası güçlerin tetikçisi olarak da iş görmektedir.

Demek oluyor ki, Bahçeli de bir çetedir, Kılıçdaroğlu da. AK Parti içinde de bu çeteler etkindir, en sıradan bir devlet kurumunda da. Saray’da da bu çeteler etkindir, Erdoğan’ın en yakın çevresinde de.

Davutoğlu, kendisinin yeni parti için yola çıkma girişimleri karşısında hainlikle suçlanınca, 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 arasındaki dönemde, terörle mücadele adı altında yapılanları deşifre etme tehdidinde bulunmuştur. Açıklanmalıdır. Soylu çetesinin, Ağar çetesinin vb. ne işle uğraştığı, o zaman daha iyi açığa çıkacaktır.

6- Çanakkale’nin, Bodrum’un, Cudi’nin vb. yakılması, dağlara saldırı, tarımın tarumar edilmesi, Kaz Dağları vb. gibi yağmalar, gerçekte, kayyum meselesi ile yakından ilişkilidir. Bunların tümü, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” dediğimiz ve Saray Rejimi’nin de temelini oluşturan ekonomik politikanın içinde ele alınmalıdır.

Kayyum atanmasına ilişkin süreç, 1 Nisan 2019’da başlatılmıştır. Yani, seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz. 31 Mart gecesi seçim sonuçları ortaya çıkmış ve 1 Nisan günü, yani seçimden saatler sonra, kayyum mekanizması işletilmeye başlanmıştır.

Bunun Ağustos ayında yapılması, Suriye savaşı, Kürtlere karşı sınır ötesi operasyonlar, ABD ile görüşmeler vb. ile yakından ilişkilidir.

Kayyum politikası, Diyarbakır, Mardin ve Van’dan başlatılmıştır. Urfa ve Şırnak hile ile AK Parti’ye zaten verilmişti. Böylece Fırat’ın doğusu denilen alanda, operasyonlar için geniş bir alan açılmaktadır.

Kayyum, sadece Kürt halkının oylarının gasp edilmesi değildir. Kılıçdaroğlu’nun deyimi ile hukukun ayaklar altına alınması ile sınırlı da değildir. Zaten hukuku epey zamandır ayaklar altından kimse çıkarmamıştır. Ayrıca “hukukun ayaklar altına alınması”nda, Kılıçdaroğlu çetesinin de katkısı büyüktür. Bu saldırı, daha kapsamlıdır ve İstanbul ve Ankara’yı da içine alacak gibi durmaktadır. Zira, Saray Rejimi’nin önemli bir ayağı, büyük şehir belediyeleridir. Yağma ve rant ekonomisi açısından da bu çok önemlidir. Bu şehirlerde üretilen gelirlerin, futursuzca, “hukuku el üstünde tutarak” değil, hukuk tanımayarak gasp edilmesi yeni değildir. Bu uzun süredir vardır ve Saray Rejimi buna devam etmek istemektedir.

7- Ülkenin her tarafın yangın içindedir. Bu, yağma ve rant ekonomisinin, savaş ekonomisinin bir parçasıdır. Kaz Dağlarından Cudi Dağı’na, Sur’dan Bodrum’a katliamların her türlüsü sahnelenmektedir.

Her gün kadınlar öldürülmekte, tecavüze uğramaktadır. Kadın ölümleri, muhalefeti ve iktidarı ile bu ülkedeki tüm burjuva partilerinin “kayıtsızlıkla” seyrettikleri bir olgudur. Saray Rejimi, kadına karşı şiddeti daha da artırmıştır. Erkek egemen düşünce tarzı, toplumsal ilişkilerin her alanında daha da pervasızca devreye sokulmuştur. Diyanet işleri, bunu bilerek teşvik etmekte, hukuk sistemi bilerek desteklemekte, Saray bilerek beslemektedir. Kadın cinayetleri, tecavüz ve giyim kuşama karışma, doğrudan siyasi bir süreç hâline dönmüştür. Ülkede her yıl kadın cinayetlerine kurban gidenlerin sayısı binlerle ölçülmektedir.

İş cinayetleri, çalışma yaşamının günlük sıradan olayı hâline gelmiştir. İnşaat sektöründe işçiler sabah evlerinden çıkarken “hakkını helâl et, gitmek var dönmek yok” diye helâlleşmektedirler. İnşaat sektöründe büyük çaplı bir durgunluk olduğu hâlde, iş cinayetleri aylık 200 ölümün altına düşmemektedir. Yaralılar hesaba bile katılmamaktadır.

Her büyük kentte, her şehir merkezinde TOMA’lar, polis timleri, silâhlı siviller kitle gösterilerine saldırmak için konumlanmıştır. En sıradan bir hak arama eylemi, karşısında doğrudan devleti bulmaktadır. Devletin basını, devletin kolluk kuvvetleri, devletin savaş araçları, devletin yargısı, devletin en başı, Saray Rejimi’nin tüm kurumları, işçinin, öğrencinin, kadının, Kürd’ün, Laz’ın, kısacası hakkını arayan herkesin karşısına dikilmektedir.

Yargı, devletin baskı aygıtı olarak, çıplak bir tarzda devreye sokulmuştur. Sadece Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları onbinleri geçmiştir. Yargı, sosyal medyayı izlemekte, sosyal medya üzerinde denetim artırıcı polisiye örgütlenmeler hazırlanmaktadır. Tekelci polis devletinin tüm kapitalist ülkelerdeki denetim-gözetim-polisiye mekanizmaları, hakimiyet araçları, bizim gibi sınıf savaşımının öne çıkmaya başladığı ülkelerde, tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmakta, üzerindeki “demokrasi” şalını atmakta, açık bir tehdit unsuru olarak devreye sokulmaktadır. Tekelci polis devletinin tüm fişleme mekanizmaları, açığa çıkmakta, tehdit etmek amacı ile kullanılmaya başlanmaktadır.

Basın, büyük ölçüde devlet çarkına, devlet örgütlenmesine eklemlenmiştir. Tüm kapitalist dünyadaki bu eğilim “özgür basın” denilen şeyi laf düzeyine indirmiştir. Ama ülkemizde Saray Rejimi, bu devlete eklemlenme süreci tam bir uzantı hâline getirmiştir. Basın doğrudan polis teşkilatına bağlı operasyon aracı hâline getirilmiştir. Basın, doğrudan cumhurbaşkanlığına bağlı birimler tarafından yönetilmekte, her kanal ve gazetede görevli “komiser”lerin denetiminden geçmeden haber verilememektedir.

Ve tüm bunlara rağmen, ülkenin her alanında, her tarafında direniş sürmektedir. Kayyum politikasına karşı Kürt halkının direnişi, ilk kayyum döneminden çok farklı olarak sokaklara yansımıştır. CHP’nin devleti koruma tavrı, evinizden çıkmayın açıklaması etkili olsa da, Batı şehir merkezlerinde de protestolar yükselmektedir.

Kaz Dağları, tarihî yağmaya karşı, tarihî bir direnişin de merkezi olmaya başlamıştır. Kaz Dağları, sadece doğanın yağması değildir, tarihteki İda dağının da yağmasıdır. Ve direniş de bir tarihsel derinlik kazanacaktır.

Kadın cinayetlerine karşı tepkiler sokaklara yansımaktadır. Sıradan bir cinayetin haberlerine erişim yasağı konması, aslında bir korkunun açık itirafıdır.

Devlete eklenmiş gazeteler, devlet mekanizmasının parçası hâline getirilmiş medya artık seyredilmemekte, izlenmemektedir. Hürriyet gazetesinin tirajı, 30 binlere kadar düşmüştür. Buna karşılık, mesela geçenlerde kapatılan, onlarca kere kapatılan “direnişteyiz.org” çok daha büyük kitlelere ulaşmaktadır. Birçok internet haber sitesi takip rekorları kırmaktadır.

Her gün, irili ufaklı işçi direnişleri ortaya çıkmakta, yayılmaktadır. Burjuva medyanın tüm karartma girişimlerine rağmen, işçi direnişleri, toplumun bilgisi ve ilgisi dahilindedir.

Kısacası, hayatın her alanında, çok çok farklı biçimlerde direniş gelişmektedir. Mücadele büyümekte ve yayılmaktadır.

Bugün, devrimci hareketin esas dikkat noktası, direnişi ve onu sürekli kılacak örgütlenmeyi geliştirmek olmalıdır.

İşçi sınıfı, tüm toplumsal mücadelenin, sosyalist devrimin öncüsü olarak, devrimci görevini oynamak üzere, devrimci sosyalizm saflarında örgütlenmelidir.

Meclis, parlamento ortadan kalkmıştır. Öyle ise, halklar kendi meclislerini, kendi doğrudan temsil sistemlerini, kendi iradelerini yansıtacak meclisler örgütlenmesini yaratmakla karşı karşıyadır.

Korkuyorlar.

Saldırganlıklarının büyüklüğü, korkularının büyüklüğünden gelmektedir.

Gelecekleri yoktur. Mesele, tarihin çöplüğünde yerlerini almalarını, işçi sınıfının ne zaman başaracağı, devrimin ne zaman zafere ulaşacağı meselesidir. Ve bu sorunun yanıtı, işçi sınıfının devrimcileşme sürecine ve hızına, örgütlenmenin sağlamlığına bağlıdır.

Suriye savaşı ve Saray Rejimi

Artık kabul etmek gerekir ki, bizim Suriye savaşı ve Saray Rejimi arasında kurduğumuz bağ yerindedir ve doğrudur. Üç açıdan da bu sonuca varmak mümkündür. Saray Rejimi, bir yandan, emperyalistler arasındaki dünyanın paylaşımı için süren savaşın bir sonucudur. Suriye savaşı, TC devletinin tetikçiliği doğrudan üstlendiği bir savaştır. Etkileri sadece Suriye topraklarında da yansımamıştır. Kürdistan, Anadolu yani tüm ülkeye yansımıştır. Ankara Garı’ndaki bombalama, Suriye savaşı ile ne kadar bağlı bir Saray Rejimi örgütlenmesinin mevcut olduğunun en somut kanıtıdır. Dünyanın yeniden paylaşımı savaşımının içine tetikçi olarak dalan Türkiye, aynı zamanda bu paylaşım savaşımının konusudur. Ülkedeki çeteleşmenin bununla yoğun bağı vardır. Saray Rejimi, devletteki çeteleşmenin en somut yansımasıdır. Buna birinci nokta diyelim. Öte yandan, Saray Rejimi, Kürt halkına karşı sürdürülen savaş (eğer Batı’da işçi sınıfına ve devrime karşı sürdürülen savaş da bunun içine dahil edilirse, ki öyledir) ile doğrudan bağlantılıdır. Şiddet ve çete örgütlenmesinin, bu ikisi ile bağı vardır. Ve üçüncüsü, bizim yine haklı olduğumuz bir değerlendirmemiz olan “rant, yağma ve savaş ekonomisi” meselesidir. Saray Rejimi, bu rant, yağma ve savaş ekonomisi üzerinde yükselmektedir. İşte bu; (1) paylaşım savaşı ve bunun Suriye savaşı hâline dönüşmesi, TC devletinin bu savaşta tetikçiliği açıkça kabul etmesi, (2) içeride süren Batı’da işçi sınıfına, Gezi Direnişi’ne ve Doğu’da Kürt halkına karşı süren savaş ve (3) “rant yağma ve savaş ekonomisi”, Saray Rejimi olarak karşımıza çıkmış olan çeteleşmiş, devlet terörünü azgınca kullanan, hiçbir yasayı tanımayan yapının dayanaklarıdır.

Acaba, İdlib, Erdoğan’ın sonu mudur? Yani, Suriye ordusu İdlib’deki işgali kırar ve İdlib’i geri alırsa, bu durum, ABD açısından Erdoğan’a duyulan ihtiyacı ortadan kaldırabilir mi? Bu anlamda Erdoğan’ın sonu mudur?

Öyle görünüyor.

Peki ya Erdoğan’ın gitmesi Saray Rejimi’nin sonu mudur? Buna “evet” demek o kadar kolay değil. Erdoğan’ın gitmesi, otomatik olarak Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesi demek değildir. Mesela İngiltere, bu rejimi ister, başında Ali Babacan ya da Abdullah Gül olursa. Mesela ABD, bu rejimin devamını ister, başında kendi adamları olursa. Mesela Almanya, bu rejimi ister başında kendi adamları olması kaydı ile. Öyle ise Erdoğan’ın nasıl gideceği ile, Saray Rejimi’nin dağılıp dağılmaması arasında bir ilişki vardır. Eğer Erdoğan, halkların direnişi ile, işçi ve emekçilerin sokakları işgal etmesi, kamu binalarının kontrolünü ele geçirmesi vb. ile gidecekse, bu elbette Saray Rejimi’ni de dağıtacaktır.

Suriye savaşı, hem emperyalist paylaşım savaşımının etkileri, hem Kürt halkına karşı girişilen savaş, hem de içeride toplumsal muhalefete karşı artırılan baskı ve saldırı ile doğrudan bağlıdır. Ve her zaman eklemeyi doğru buluyoruz, bu aynı zamanda “rant, yağma ve savaş ekonomisi” ile de sıkı sıkıya bağlıdır.

İdlib meselesi, yani İdlib’in Suriye ordusu tarafından kurtarılması, gerçekten de Suriye savaşı açısından bir dönüm noktası olacağa benzemektedir.

Tablo net olarak şöyledir:

ABD ve Türkiye, orada cihatçı çeteleri kullanıp, savaşı uzatmak istiyorlar. Türkiye, Rusya ile sözümona “ittifak” içinde imiş görüntüsü vererek, ABD adına sürecin uzatılması için “konsomatris”lik yapmaktadır.

Rusya, sürecin kontrollü olarak uzamasından, İdlib meselesinde Türkiye’nin isteklerine sıcak bakıyormuş gibi yapıp, Suriye’yi daha yavaş hareket etmeye ikna etmekten yanadır. İdlib meselesi üzerinden Rusya, Türkiye ile ABD arasındaki çelişkilerin büyümesini beklemektedir.

Bu süreçte ABD, Fırat’ın doğusunda Kürt hareketinin bazı unsurları ile kurduğu ilişkileri derinleştirmeye, böylece, o alana yerleşmeye, yarın pazarlık edecek bir koz olarak Kürtleri kullanmayı daha da geliştirmeye çalışmaktadır.

Saray Rejimi, TC devleti, tüm bu süreçte, a- ABD ile kesinlikle derin bir bağlılık içinde, b- Rusları idare ederek ABD planlarına uygun hamleler yapmaya çalışıyor.

TC devletinin politikası şöyle özetlenebilir:

– Pençe Harekâtı diye anılan harekâtla, PKK’ye karşı savaşı geliştirerek, bölgede, yani Irak topraklarının bir bölümünde yerleşmek. Bu yerleşme, tek başına bir amaç değildir. Bu yerleşim, bir NATO operasyonudur. Yani Pençe Harekâtı bir NATO operasyonudur. TC ordusunun yerleştiği alanlara ABD askeri de yerleştirilmek istenmektedir. Bu nedenle bu harekâta bir NATO harekâtı demek yerindedir.

– TC devleti, ABD emirlerine ve planına bağlı olarak, PKK ile Suriye Kürtleri arasındaki geçiş noktalarını ve bağları kesmek istiyor. Aslında, ABD, bunu açıkça ilan etmiştir. ABD, YPG güçlerine ya da onların bir bölümüne, açıkça PKK ile bağınızı kesin, hatta ona karşı savaşın diye talimatlar vermektedir. Bunun başarılı olup olmamasını tartışmıyoruz, ABD’nin isteğini konuşuyoruz. ABD Suriye Kürtlerinin sosyalist eğilimlerle bağını da kesmek istiyor. Bu nedenle, PKK’ye karşı TC saldırıları, içeride kayyum atamalar, içeride Kürtlere karşı azgınca baskılar, Pençe Harekâtı vb. ile birlikte gelişmektedir. Bu nedenle, Pençe Harekâtı bir NATO operasyonudur.

– TC devleti, Suriye’de Afrin ve Menbiç’te işgalci olarak kalmak istiyor. Tampon bölge tartışmaları doğrudan bununla ilgilidir. Burada ABD, tampon bölge derken, sınırın hem Türkiye, hem de Suriye tarafında bir bölgeden söz ediyor gibidir. Burada Türkiye ve ABD arasında bazı farklılıklar olduğu kesindir. Ama Türkiye, bu tampon bölgeye, en başta IŞİD’ci, cihatçı grupları doldurmak istemektedir. Bu durum, hem Suriye’den toprak koparmak ve sınırlarını büyütmek planıdır, hem de Kürt halkına karşı bir katliam planı ve nüfus hareketliliği planıdır. Bunun doğru okunması gerekir. Tampon bölge, ABD garantörlüğünde kurulacak diyerek, Suriye Kürtlerinin buna yeşil ışık yakması, ciddi bir tarihsel hatadır. Cihatçı unsurların yerleşeceği bir alan, 5 km Suriye topraklarında, 10 km Türkiye Kürdistanı’nda olmak üzere başarılırsa, bunun ardından nüfus hareketleri gelecektir. Bu topraklarda yaşayan her halk, “nüfus hareketleri” ne demektir bilir.

Bu nedenle, Türkiye, tampon bölge işi netleştikten sonra İdlib’deki unsurların tasfiyesinde Rusya’ya “yardımcı” olacak gibidir. Bu nedenle İdlib’de Rusya aracılığı ile Suriye’yi ne kadar frenlerlerse o kadar iyidir. Bugün, İdlib’den Libya’ya TC devletince taşınan cihatçı unsurlar, yarın Kürtlerin yaşadığı alanlara kaydırılacaktır. Görünen budur.

Eğer böyle değil ise, birisi bize, İdlib’deki cihatçı unsurları destekleyen Türkiye’nin, Fırat’ın doğusunda ne için tampon bölge istediğini söylesin.

– ABD, Pençe Harekâtı ile İran’a gelecekteki bir saldırı için hazırlık yapmaktadır. Ve Türkiye bu saldırının önemli kara güçlerinden biri olacaktır. Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve büyük güçlerden İngiltere, ABD’nin tam olarak ekibini oluşturacak gibi görünmektedir.

Dünya çapındaki gelişmelerin, İran’a karşı bir savaşı, ABD’nin en öncelikli konusu yapıp yapmayacağını bilmiyoruz. Belki de ABD, Çin denizinden bir savaş çıkarma hevesinde olacaktır. ABD ve İngiltere, Hong Kong’un Çin’e devrinden rahatsızdır ve sadece rahatsızlık konuları da bu değildir. Çin denizinde ABD saldırganlığı oldukça artmış durumdadır.

Ama buna rağmen, İran’a bir saldırı hazırlığı yapıldığını anlamak da zor değildir. Pençe Harekâtı’na bir NATO harekâtı dememizin nedeni de budur. Hem Kürt hareketleri-grupları üzerinde PKK etkisini kırmak, hem de İran’a bir harekât için hazırlık, hem ABD’nin emirleridir, hem de TC devletinin çıkar olarak gördüğü şeylerdendir. Devletin dış politikasına da uygundur: Komşularına karşı tetikçi, halklara düşman olmak.

Türkiye için mesele, hem ABD politikalarına tam bağlılığı, hem de Rusya ile “kontromatris” tarzındaki ilişkiyi sürdürmenin oldukça zor olmasıdır. Kısacası, durum, dışarıdan anlaşılmaktadır. Türkiye, dış politikasını ne kadar farklı biçimde ifade ederse etsin, hangi manevraları yaparsa yapsın, bu durum, dışarıdan, çıplak gözlerle anlaşılmaktadır.

İşte tüm bunlar, gelip İdlib meselesine düğümlenmiştir.

İdlib, Suriye ordusunca geri alındığında, tüm cihatçı kadroları bağrına basmaya hazır olan Türkiye, acaba bunları ne yapacak? Bu sorunun es geçilmemesi gerekir.

İdlib geri alındığında, Türkiye’nin Afrin’de varlığı da tartışılmaya başlanacaktır. İşgalci bir dış güç olarak Suriye’deki her alandaki Türk varlığı için bu tartışma vardır ve daha da güncellenecektir.

İdlib, Suriye ordusu tarafından alındığında, ABD’nin Fırat’ın doğusundaki varlığı üzerinde de tartışmalar olacaktır. Buna karşılık ABD’nin ne yapacağını kestirmek zordur. Ama şimdiden ABD, İdlib’de kendisine bağlı güçlerin elindeki “savaş suçu” delillerini yok etmeye başlayacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bir tetikçi güç olarak Türkiye, Ruslarca vurulan konvoyu ile ilgili hemen açıklama yapıp, üç sivilin öldüğünü ilan etmişti. Oysa ortaya çıktı; Türk konvoyunun içinde yer alan cihatçı çeteler vurulmuştur ve Türkiye, bunlarla birlikteliğinin kanıtlarını tüm dünyaya vermiştir. Oysa ABD, böyle davranmaz. ABD, mümkün olduğunca suç kanıtlarını temizlemeye özen gösterir. İdlib’de süreç ilerledikçe, ABD bunu yapacaktır. Belki kendine bağlı bazı güçleri bile yok edecektir.

Ve elbette İdlib süreci, Suriye savaşının bir dönüm noktası olacağı için, içeride iktidarı da etkileyecektir.

ABD’nin Erdoğan’a olan ihtiyacı ortadan kalkacaktır. Artık, Rusya ve Suriye’yi oyalamak için İdlib kartı olmayacağından, bu konuda Rusya-İran-Türkiye ilişkisine de gerek olmayacaktır.

Suriye savaşı yeni bir aşamaya evrildiğinde, içeride TC devletinin baskı ve şiddeti daha da artacaktır. Zaten, en küçük bir hak arama eyleminin karşısına iç savaş görüntüleri ile yüklenen Saray Rejimi, daha da azgınca saldırmak için yol arayacaktır.

Bu durum, ekonomik krizin artan etkisi ile Saray Rejimi’ne karşı gelişecek direnişi, hâlen gelişmekte olan direnişi durdurmaya elbette yetmeyecektir.

İşçi ve emekçiler, gelişen direnişi daha da örgütlü hâle getirmek, meseleyi sadece Erdoğan’ın gitmesi meselesine indirgememek, aynı zamanda Saray Rejimi’nin alaşağı edilmesine dönük bir mücadele geliştirmek zorundadır.

Suriye sınırını geçip, Şam’da öğlen namazı kılmak için yola çıkıp, Saray Rejimi’ni oluşturanlar, şimdi, Suriye savaşının kritik çarpışmalarından biri olan, hâlen süren İdlib meselesi ile daha da dağılma sürecine girecektir.

Kürt halkının, Batı’da işçilerin, kadınların ve gençlerin geliştirdiği direniş, Saray Rejimi’nin sonunun yakın olduğunu göstermektedir. Görev, bu direnişi daha kalıcı, daha örgütlü, daha kapsayıcı ve daha militan hâle getirmektir.

Analar, acılar ve zalimler

Diyarbakır HDP binasının önünde, çocukları “kaçırıldı” diye nöbet eylemi yapan analar, Soylu çetesi, Erdoğan çetesi, Albayrak çetesi ve belki başka çetelerin de işbirliği ile günlerdir Saray medyasının gündemini süslüyor. O kadar samimiyetsizdirler ki, kendilerinin, devlet olanakları ile organize ettikleri “sivil” eyleme bile sahip çıkmaktan uzaktırlar. Çünkü, “show” yapıyorlar. TV kanallarında yayınlanan “reality show” programlarını geride bırakan bir çete mantığı ile, anaların acıları üzerinden şov yapıyorlar.

Bu soysuzlar çetesinin, bu kalpleri kurumuş zalim Saray medyasının yayınlarına bakınca, insan, insan olmaktan utanıyor. Yavuz hırsız misali ev sahibini basıyorlar. Ne yalandan yüzleri kızarıyor, ne acılarla oynamaktan rahatsızlar.

Ama sahtekârlıkları her hâllerinden bellidir.

Tüm TV kanallarını kullansalar da, başarılı olmaları mümkün değildir. Ellerine geçirdikleri her şeyi yok ettikleri gibi, Saray medyasını oluşturduklarında, medyanın tüm gücünü de yok etmeye başladılar.

Diyarbakır HDP önünde devlet destekli bir eylem yapılıyor. Çocuklarının “kaçırıldığını, kandırıldığını” söyleyen aileler, eylemdeler. Olur da aralarına katılan bir aile, çocuğunun dağa kendi isteği ile gitme ihtimalinden söz ederse, onu hemen eylemden dışarıya gönderiyorlar.

HDP, açık olarak bu konuda bir komisyon kurulmasını ve meselenin meclise getirilmesini öneriyor. Hemen Cumhurbaşkanı, “bu meselenin meclise gelmesine izin vermem” diye gürlüyor. Neden peki? Madem bu bir meseledir, buyurun mecliste konuşulsun. Hayır, diyorlar. Sahtekârlık burada ortaya çıkıyor zaten.

Dağa çıkan, PKK saflarına katılan gençler, acaba neden dağa çıkıyorlar? Bu soru tehlikelidir. İddia onların kandırıldığı yönündedir ya da kaçırıldığı yönünde. Ama gerçek hiç de böyle değil. Tarikatlarda çocukları kandırmak denilen şeyi çok iyi bilen iktidar sahipleri, bunu da öyle sunmak istiyorlar. Anaların acılı yüreklerini, kendi işleri, amaçları için kullanmaya çalışıyorlar.

Ama mesela AK Parti önünde bir eylem ortaya çıkarsa, kıyameti koparıyorlar. HDP önünde eyleme Soylu ziyarete gidiyor, ama AK Parti önünde eylem olunca, ziyaretçiler polis, özel kuvvetler, TOMA’lar, coplar oluyor.

Muktedir, Saray Rejimi, HDP önünde eylem yapıyor.

Eylem, her geçen gün, kendilerini ele veriyor.

Cumartesi Annelerini polis dayağından geçirenler, şimdi anaların acılarını satışa çıkarıyorlar. Kontr-gerilla taktikleri, anaların acısında da devreye sokuluyor. Siz Cumartesi Anneleri olarak haklarınızı, hukukunuzu ararsanız, biz de bunu yaparız, diyorlar.

Çeteler, umuyorlar ki, HDP, Kandil’e heyet göndersin ve onlar da, HDP-PKK bağlantısı var, diyerek HDP’yi kapatmak için fırsat elde etsinler.

Bu, kayyum politikasının, bu baskı ve şiddet politikasının, bu Kürt halkına dayatılan kayyum politikasının, bu ülkeyi baskı ve terörle yönetme politikasının bir devamıdır.

Bu, Saray Rejimi’nin korkularının açık itirafıdır.

Bu, yönetme zorluğunun açık ilanıdır.

Meclise getirilmesine izin vermem tonu, bu itirafın afişe edilmiş hâlidir.

Ülkede bir savaş sürmektedir. Bu savaş, sadece Kürt bölgesinde süren bir savaş olmaktan çıkmıştır. Bu savaş, Batı’da da sürmektedir.

Saray Rejimi, ülkenin her yanında baskı ve terör ile, hakkını arayan her işçinin, her emekçinin, her kadının, her gencin karşısına dikilmektedir. Tren kazasında yakınlarını kaybedenlerin, tecavüze uğrayanların, işten atılanların, ücretlerine zam isteyenlerin, çocuklarının kaybedilmiş cesetlerini arayanların, üniversiteden uzaklaştırılanların, barış bildirisine imza koyanların, bir açıklama yapanların, doğanın tahribine direnenlerin hepsinin karşısına TOMA, polis copu, hapishane, yargı sistemi, işkence ile çıkıyorlar. Cumartesi Annelerini yerlerde sürüklüyorlar. AK Parti önünde eylem yapan tek bir kişiye dahi polis kuvvetleri gönderiyorlar. Rabia Naz’ın babasına ölüm tehditleri savuruyorlar. İş cinayetlerinde ölenlerin karşısına her türlü güçleri ile dikiliyorlar. Ve tüm bunlardan sonra kalkıp, utanmazca, HDP önünde anneler toplamaya çalışıyorlar.

Saray Rejimi, tüm zalimliği ile halkın üzerine yürüyor.

Tüm bunlar, her türlü direnişi kırmak içindir.

Saray Rejimi, soru soran, karşı çıkan, hakkını arayan, bel kemiği ve onuru olan kimseyi sevmiyor. Saray Rejimi ve onun etrafındaki çeteler, kendi çıkarları için, halkın her türlü direnişini açık bir tehdit olarak görüyorlar.

TC devleti, halkı, halkları her zaman kendisine düşman olarak görmüştür. Saray Rejimi, bu düşmanlığı açıkça ilan etmiştir. Halkı düşman olarak gören bir iktidardır bu.

Halkı düşman olarak gören bir iktidarın ömrü uzun olamaz. Bunu biliyorlar ve bu korku ile, iktidarı kaybetme korkusu ile var güçleri ile saldırıyorlar.

Ve Gezi Direnişi’nden bu yana, halkta gelişen direniş iradesini, direniş ruhunu, kendi sonları olarak görüyorlar.

Ve haklılar.

Gezi Direnişi, zalimliğin tümünü mezara göndermek üzere hâlâ diridir. Ortada bir hayalet dolaşıyor, devrim ve sosyalizm hayaleti. Bu, Gezi Direnişi’nin kök salması, derinden derine gelişmesi demektir.

Direniş mayalanmaktadır.

İşçi ve emekçilerin en küçük bir eylemine, herhangi bir insanın en sıradan sorusuna büyük bir şiddetle tepki vermelerinin nedeni de budur.

İşte tam da bu nedenle, direnişi geliştirmek, direnişi örgütlü hâle getirmek, işçi ve emekçilerin örgütlenmesini büyütmek, sağlamlaştırmak, direnişte ısrar etmek, inat etmek büyük öneme sahiptir. Tek çıkış yolu budur.

Tüm acılara son verecek şey, Saray Rejimi ve onun omurgası olan tekelci polis devletini yıkmak, sosyalist bir ülke kurmaktır. Bölgemizden emperyalizmi kovmanın, ülkemizde sömürüye, aşağılanmaya, baskı ve devlet terörüne son vermenin tek yolu sosyalist devrimdir. Devrimin zaferi, işçi ve emekçilerin örgütlenmesine, direnişine bağlıdır.

HDP önünde devlet emri ile, “sivil” eylem yapmalarının nedeni, bu direnişi kırmak, Kürt devrimi ile Batı’da işçi hareketi ve devrimci hareketin nesnel ve öznel bağlarını kesmek, her türlü direnişi ezmektir.

Korkuları çok ama çok büyümüştür.

Biz devrimci sosyalist işçilerin görevi, bu korkularını gerçeğe çevirmektir.

Direniş ve örgütlenme hattı, bugün, devrimci hareketin, işçi hareketinin geliştirmiş olduğu en etkili yoldur. Bu yola sahip çıkmak, direniş ve örgütlenme hattını büyütmek ve sağlamlaştırmak esas görevdir.