Ana Sayfa Blog Sayfa 117

Yağma, rant, savaş ekonomisi ve çürüme

Uzun zamandır biz, ekonominin, eğer gerekiyorsa bir isim, “yağma-rant ve savaş ekonomisi” olarak adlandırılması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu ısrarla vurguluyoruz. Amacımız da şu: Hani bir şeyi sevmezsiniz ve ona kötü sıfatlar yakıştırırsınız. Böyle anlaşılmasın diye özellikle üzerinde duruyoruz. Yani, “yağma-rant ve savaş ekonomisi”, bize göre, içinden geçilen son 7 yıllık sürecin tam adıdır. Öncesinde bu denli oturmuş değildi ve yağma ile rant daha önde idi. Şimdi, ise tümü bir aradadır.

Dahası var, biz bu yeni “rejimi” açıklamak için, ısrarla “Saray Rejimi” diyoruz. Bunu da aynı titizlikle kullanıyoruz. Hem tekelci polis devleti ile, Saray Rejimi değerlendirmesinin bağını açıklıyoruz, hem de bu Saray Rejimi’nin, aslında üç şeyle ilişkili olduğunu söylüyoruz:

Bir, içinden geçilen emperyalist paylaşım savaşı süreci. Bu süreçte, TC, dünün ortaklaşa sömürgesi, acaba, eski ortaklardan ABD’nin mi, yoksa AB’nin mi elinde kalacak? (Elbette her zaman başka olasılıklar da var, bu daha ayrı bir konu). Siyasal alanı elinde tutan ABD’dir. Siyasal alan dediğimizde, hemen vurguluyoruz ki, bu siyasi partiler, parlamento vb. ile sınırlı değildir. Siyasal alan, ordu, polis, yargı, bürokrasi vb. de dahil, tüm devlet çarkıdır. Bu alanı ABD elinde tutmaktadır. Oysa ekonomik alanı, Almanya başta olmak üzere, daha çok AB elinde tutmaktadır. Bu nedenle, İdlib’de işler zorlaşınca, Erdoğan, ABD’li efendilerinin emirleri ile, İdlib’de yaşayan cihatçıları, “İdlib’den Berlin’e gideceğiz” diye pankart açtırarak yürütüyor. Bu savaş, aslında, bugün, ülkenin her alanına sinmiştir ve devletteki çeteleşmenin de kaynaklarından biridir. Her istihbarat teşkilâtı, ABD, İngiltere, İsrail, Almanya, Fransa vb. kendi güçlerine sahiptir ve bunun çeteleşmeden başka yolu da yoktur.

İki, Kürt halkına ve işçi sınıfına karşı sürdürülen savaş. Bu savaş, devlet çarkındaki çatışmaları zaman zaman örtmek için kullanılmaktadır. Özellikle “Kürd’e saldırmak” devlet içindeki her türlü çetenin ortak birleştirici unsuru olmaktadır. Bunu elbette işçi sınıfına, emekçilere saldırı için de söyleyebiliriz. Sisteme karşı gelişen direniş, aslında devlet çarkını çözücü bir etkiye sahip olsa da, bu etki, diğerlerinin yanında, esas unsur olduğu hâlde, daha az etkilidir. Saray Rejimi, bu nedenle, tekelci polis devletinin, daha kısa süreye ait özel bir organizasyonu olarak ortaya çıkmaktadır. Mesela bizce parlamento yoktur, siyasal partiler, AK Parti, MHP, CHP, İYİ Parti vb. yoktur. Hiçbir bilimsel inceleme, burjuva siyasal ve hukukî normlar içinde AK Parti, CHP, MHP gibi partilerin var olmasını açıklayamaz. Bu ancak, siyasal sistemin analizi ile anlaşılabilirdir. Mesela ortada bir “anayasa” yoktur. Bu aslında, anayasası askıya alınmış bir sistem demektir ve gerçekten de örgütlü bir işçi sınıfı ve devrimci hareket için bu “demokrasi” demektir. Bu sözlerin bazı okurlara ters geleceğini biliyorum, ama bilerek kullanıyorum. En iyi “demokrasi”, bizzat iç savaş koşullarında, ikili iktidar varken var olur diye düşünüyorum. Onun için Saray Rejimi’nin saldırganlığını, korkularının itirafı, dışa vurumu olarak ele almak kesinlikle yerindedir.

Üçüncüsü, Saray Rejimi, ekonomik olarak, yukarıdaki etkenlerle birleşmiş şekilde gelişen, bölgemizi saran paylaşım savaşımının da etkileri ile, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayanmaktadır.

Bu konuya dikkat çekmek, sistemin iç yüzünü doğru biçimde teşhir etmek, küfretmekten daha doğru ve gerçekçi yoldur. Ayrıca sistemi yıkma misyonuna sahip işçilerin karşısına her zaman gerçekle çıkmak doğru olandır. Bu sadece bir ilke olarak değil, politik olarak da doğrudur.

İşte Erzincan depremi ile, bu yağma, rant ve savaş ekonomisi bir kere daha ortaya çıktı. Kızılay, muhtemelen, anket yapılsa, önemli ölçüde güvenilen bir kurum olarak adı öne çıkacaktı, deprem sonrasında, muhtemelen bu imajına da güvenerek, SMS ile, yani cep telefonları üzerinden kısa mesaj attırarak, halktan 10 TL bağış yapmasını istedi. Muhtemelen de epeyce insan yapmıştır.

ABD’li efendileri, Erdoğan’a bazı görevler veriyorlar. Sadece örnek olsun diye yazıyorum, mesela, “senin şu Akdeniz’de, petrol-gaz arama meselelerine bir tepki vermen gerekir. Bu arada İsrail’in bölgenin kaynaklarına el koyma meselesini de örtmeye yardım etmen şart. Öyle ise, sen şu Libya meselesine bir el at” diyorlar. Böylece, ABD-İsrail cephesi, a- Suriye bölgeleri, Lübnan vb. dahil, bölgedeki gazı kendine alıyor ve bunun için bir sistem oluşturuyor. b- Türkiye ile Suriye bir anlaşma yapmış olsa, bu süreç tamamen değişeceği için, İdlib meselesinin sürdürülmesinin faydaları ortaya çıkıyor. c- Libya’ya asker gönderme operasyonu ile, Erdoğan’ın iktidarda kalma, ömrünü orada geçirme heveslerine ABD ve İsrail desteği sağlanmış oluyor. d- Libya’ya Türkiye sokularak, eğer ABD doğrudan girse idi, AB ile karşı karşıya gelme riski de ortadan kaldırılmış oluyor. Ve tüm bunların karşılığında Erdoğan, 13 milyar dolarlık petrolü ailesine alma olanağı elde ediyor, bir de iktidarda kalması için, suç ortakları olan ABD-İsrail desteğini tekrar almış olduğunu düşünüyor.

Gerçi derler ki, elma şekerini kapmak isterken dikkatli olacaksın, sonuçta elma şekerini aldım derken, bir de bakmışsın, şeker yok, elinde sapı kalmış. Bu Libya meselesi böyle olacağa benzer. Ama sonuçta, ABD ve İsrail için, istenilen sonuçlar elde etmek için, daha güzel kullanılabilecek kim var ki?

Kızılay’dan buraya nasıl mı geldik? Şöyle ki, aslında Erdoğan, işin sadece komisyon işi ile meşguldür. Yağma, rant ve savaş ekonomisinden en büyük komisyonu almak ona yetiyor. Ama bunun için Saray Rejimi devam etmeli. Ve Saray Rejimi’nin esas kurucuları, bu durumu, bu zaafı, Erdoğan’ın korkularını birleştirerek iyi kullanıyorlar.

İşte, sistemdeki çürüme, ki bu duyduğunuz koku, bu çürümenin kokusudur, aslında yukarıdaki Libya örneğinde anlatıldığı gibi bir sürece ya da olaylara, süreçlere dayanıyor. Bay komisyoncu, “ülkesini pazarlamakla” görevli, “rant yaratmakla” yükümlü olduğunu bizzat kendisi söylemiştir. Ve tek istediği, öyle “dünya lideri” falan olmak değildir. Onları ona, çevresi yakıştırmaktadır. Derler ye, şeyh uçmaz, cemaat uçurur. Tam da öyle. O ise anonim şirket CEO’su olmak istiyordu, hepsi budur. kadere bakın ki, “çağın lideri” olma misyonu adlı oyunda rol almak zorunda kaldı.

Kızılay SMS ile para toplamak istedi.

Ama ne oldu?

Tüm sistem çürümekte olduğu için ve çürüme kokusu da dahil her şeyden komisyon alındığı için, muktedir böyle istediği için, deprem için SMS’te, başka bir olayın kapısı açıldı.

Uyanık, Torunlar inşaatın, ballı şirketi Başkent Gaz, Kızılay’a, “şartlı” bağışta bulunmuş. Bulunmakla kalmamış, bu olay, tüm sistemi açıklayıcı güzel bir örneğe dönüşmüş.

Başken Gaz, ta Melih Gökçek döneminden başlayarak, galiba 2007 yılı olmalı, özelleştirilmek istenmişti. O zaman da kötü kokular çıkıyordu. Özelleştirildi ama özelleştirilme paraları ödenmeyince, sonra bir daha özelleştirildi. İkincisinde fiyatı daha da düştü. Derken bir daha. Ve Başkent Gaz, Torunlar grubunun eline geçti, en düşük özelleştirme ihalesi ile. Ve o güne kadar, büyük kuruluşların gazını doğrudan veren Botaş, birden bire, Ankara’daki büyük kuruluşların gazını, Başkent Gaz üzerinden vermeye karar verdi. Bu, şirketin ilave 3 kat daha fazla gaz satması demek idi. Böylece, hem alırken en düşük fiyat, hem işletirken en kârlı durum yaratıldı.

Ülkeyi, bir anonim şirket gibi yönetme heveslisi Erdoğan, Torunlar ile çok sıkı fıkı olmalı ki, anonim şirket CEO’su gibi değil de, babasının çiftliği gibi batırmak üzere yönetmeye başladı. Yoksa, inanın, hiçbir holding, mesela Özilhan ailesi, kendi anonim şirketlerini böyle yöneten bir CEO’yu bir dakika görevde tutmaz. Ama bizim Muktedir, her şeyde baş olmak istiyor. Spor kulüpleri başkanı değilse, demek yakında olacaktır.

Başkent Gaz, Torunlar grubunundur. Hani, şu Mecidiyeköy’de, Galatasaray stadyumunun orada yapılan gökdeleni hatırlamayan çıkmaz. Hani asansöründe emekçiler öldüğünde, ambulanstan önce polisin yetiştiği inşaatın sahipleri.

İşte bu Başkent Gaz, deprem SMS’leri atan Kızılay’a, 8 milyon dolar bağış yapıyor. Ama diyor ki, bu bağışın 75 bin dolarını sen alacaksın, kalan 9 milyon 925 bin dolarını ise Ensar Vakfı’na vereceksin. Kızılay öyle yapıyor.

Elbette, önce herkese şaşırtıcı geliyor. Bir işçi, sokaktaki bir normal vatandaş, bir emekçi, bir ev kadını şöyle düşünür: Acaba bu adam, Kızılay’a bu bağışı verip, bu kadar cömertlik yapıyor, neden, paranın Ensar Vakfı’na verilmesini istiyor? Acaba, Ensar Vakfı’na doğrudan yardım yapmak mı istemiyor? Hani, şu Ensar Vakfı, çocukların tecavüze uğradığı ve kadın bakanımızın “bir kereden bir şey olmaz” dediği, olayın örtüldüğü vakıf olduğundan, acaba Başkent Gaz, bu vakfa doğrudan para aktarmak mı istememiş?

Hayır. Öyle değil.

Eğer, siz, Ensar Vakfı’na bağış yaparsanız, mesela 100 TL, bu bağışın %5’i, sizin ödeyeceğiniz vergiden düşmektedir. Aslında siz, 95 TL, gerçekte daha da az bağış yapmış olursunuz. Ama Kızılay’a bağış yaparsanız, bu kez %100’ü, vergiden düşmektedir. Yani, siz devlete vergi olarak vereceğiniz parayı, Kızılay üzerinden Ensar’a vermiş oldunuz.

Niye?

Çünkü, Mr. %10, yani Muktedir, Torunlar’ı aramıştır, belki de vakıf işlerinden sorumlu Bilal Oğlan aramıştır ve bu parayı istemiştir. Uyanık iş adamı, iş bitirici, kan emici Torunlar, hemen, olur ama biz bu parayı vergiden düşmek isteriz demiştir. Ve bu yol bulunmuştur.

Kızılay denilen kurumun başındaki adam, nasıl olur da, kendi adını böyle lekeler? Neden, Sayın Başkent Gaz, bu parayı Ensar Vakfı’na vermek istiyorsanız, nasıl vereceğinizi bilmiyorsanız, biz Bilal’i arayalım, siz de doğrudan oraya yatırın, bizi para aklama operasyonunuza alet etmeyin, demez? Çünkü, emir Muktedirdendir.

Bunlar size de yağma rant ve savaş ekonomisi denilen şeyden bir çürüme kokusu olarak ulaşmıyor mu? Bu kokuyu hissetmeyen var mı? Vardır. Çünkü, lağım derelerinin etrafında yaşayıp da hiç koku duymayanlar vardır, alışmıştır, sanki hayat hep böyle kokar gibidir. Lağım deresinin yanından uzaklaşması, bir süre oraya gitmemesi ve sonra geri dönmesi gerekir ki, kokuyu fark etsin.

Ensar Vakfı, parayı ABD’ye transfer ediyor. Ama para ABD’de de değil. Paranın Makedonya’da olduğu söyleniyor.

İşler açık.

Ama açık yapılmıyor.

Sadece artık gizlenebilecek bir şey kalmadı.

Kızılay Başkanı, ilgi çekici açıklamalar yapıyor. “Vergi kaçırmak başka şey” diyor, “vergiden kaçınmak başka.” Acaba bu bir itiraf mıdır? Vergi kaçıran herkes, vergiden kaçınmak istediğini, ama bunun yolunu bulamadığını söyleyecektir. Demek Saray’a yakın olursan, demek Bilal’e para aktaracaksan, sana yolu da gösteriyorlar.

Torun Mehmet, Ensar Vakfı’na, 31 konut hibe ettiğini de söylüyor. Demek, Ensar Vakfı, çocukların ırzına geçme olayını bu nedenlerle kolayca örtebiliyor. Demek kadın bakan, utanmadan, “bir kereden bir şey olmaz” demeyi, bu nedenle görev biliyor.

İşte çürümenin mekanizmaları buradadır.

Bu çürüme, durdurulamaz.

Bu çürüme, ancak, tüm devlet çarkı yerle bir edilip, işçi sınıfının iktidarı kurulunca, ancak, “ayaklar baş olunca” ortadan kaldırılabilir. Ancak bir devrim, böylesini güçlü bir temizliği yapabilir.

İşte onların korumaya çalıştığı sistem budur. Bu kadar rahat ettikleri bir “cennet” bulmuşlarken, bunu kaybetmemek için saldırganlaşmaları gayet anlaşılırdır. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, bu çürüme, tüm gövdeyi sarmıştır.

“Beraber yürüdük biz bu yollarda”, boru, ittifak arayışları

Saray Rejimi dizaynı ile, Erdoğan’ın muktedir olması aynı şey değildir. Erdoğan, aslında Gülen Hareketi ile kapışmadan önce, kendini “muktedir” ilan etmişti. Demek, Gülen hareketine, bugün FETÖ deniyor, çok ama çok güveniyordu.

Anlaşılırdır. “Beraber yürüdüler” bu yollarda.

Nazi Müslümanlar, Almanya savaşı kaybettiğinde, Nazilerin tüm mirasını devralan ABD’nin projesidir. ABD, Nazi Almanyası’nın, faşizmin tüm dişlilerini alarak, CIA vb. gibi organizasyonlar kurmuştur. Bunun için, tekrar etmekten yorulmayacağız, bizim Tekelci Polis Devleti çalışmamızı (Deniz Adalı’nın bu çalışmasının 4. baskısı bulunabiliyor), okunması için öneriyoruz. İşte faşizmin dişlilerini içerecek tarzda devleti organize eden ABD emperyalizmi, buradan bazı projeler de aldı. Biri, Nazi Müslümanlardır. Nazi Müslümanlar, bizim topraklarımızda yeşertilmiştir. NATO üyesi ve SSCB’ye karşı emperyalizmin ileri karakolu TC devleti, her zaman deneyler ülkesi olagelmiştir. Nazi Müslümanlar başladığında, Erdoğan ortada yoktu. Ama bu projenin sahipleri, Erdoğan ve Gülen hareketinin mimarları olduğu için, beraber yürüdükleri yolun başı buradan başlatılabilir.

Ardından, “Yeşil Kuşak” Projesi gelir. Bunun da iyi biliniyor olması gerekir. Yeşil Kuşak Projesi, SSCB’yi kuşatmak için, İslam ve anti-komünizm arasında bağ kurulması demektir. Taliban da bunun evladıdır, İhvan da, Gülen de. Hepsi, Yeşil Kuşak Projesi’nin içinde büyümüştür.

Türk-İslam sentezi de bunun bir başka versiyonudur. Bahçeli ile yürüdükleri yol, Türk-İslam sentezine dayanmaktadır.

Yeşil Kuşak, Türk-İslam sentezi, bugün yerli ve milli politikalar denilen şeyin temelini oluşturur. Elbette, “yerli ve milli” daha zavallıcadır.

Ama bu projeler için, komünizme karşı mücadele derneklerinde, hem Bahçeli, hem Gülen, hem Erdoğan, çeşitli düzeylerde rol almış, bir “beraber yürüdükleri” yol oluşturmuşlardır.

Efendileri, Erdoğan’ı BOP eşbaşkanı seçerken, emin olmak gerekir ki, onun bel kemiği olmamasına, hiçbir ilke ve inanca, değere sahip olmamasına çok büyük önem vermişlerdir. Emperyalist ideoloji, pragmatisttir de. Pragmatizmi rehber edinmiş mülk sahiplerinin sömürgecilik politikaları için, en uygun “lider”ler, bel kemiği olmayan, değerleri sadece para ile ölçülebilir değerler olanlardır. Erdoğan, buna çok uygundur.

ABD, bu üçlü ayak eli ile, istediği adımı atabilmekte, bu üç ayağı da farklı tarzda beslemektedir. Erdoğan da, Gülen de, Bahçeli de doğrudan ABD’ye bağlıdır ve oradan emir alırlar. Ama her birinin, deyim uygun düşerse kendi çetesi var. NATO içinde yer alan Türkiye’de oluşturulmuş Ergenekon, Kontrgerilla, aslında bunların başka yol arkadaşlarıdır.

Ama ABD, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, dünya liderliği ve imparatorluğu için adım atınca, bazı değişikliklere gitmesi gerekli oldu. Bu biraz da Türkiye’nin durumundan kaynaklanıyordu. NATO’nun SSCB’ye karşı ileri karakolu olan TC, aynı zamanda ortaklaşa bir sömürge idi. Siyasal açıdan ABD’ye bağlı, ekonomik olarak ise daha çok Avrupa’ya. Bu durum, soğuk savaş dönemi boyunca sorun olmuyordu. Ama ABD, dünya imparatorluğunu ilan etmeye hazırlandığında, Türkiye’yi, ABD’nin yeni bir eyaleti olarak organize etmek için harekete geçti.

Bu, Fuller’in deyimi ve Erdoğan, Gülen ekibinin sık sık tekrarladığı “yeni Türkiye” organizasyonu demek idi. İşte bu çerçevede Erdoğan’a BOP başkanlığı verilmiştir.

Erdoğan, Gülen, Bahçeli, bu yollarda, isteseler de istemeseler de beraber yürüdüler, aynı yağmurun altında ıslandılar mı bilemeyiz, daha duygusal bir sahne olur bu, ama yürüyüşlerine şahidiz.

Bu proje su alınca, dünya imparatorluğu biraz geri çekildi ve Afganistan ve Irak işgali projeleri gündeme geldi. Geldi ama, NATO artık eskisi gibi komünizme karşı mücadeleye kilitlenmiş bir NATO değildi, dahası ABD de, eski ortaklarını, hiç kaale almaz bir yola girmiştir. İşte, 1 Mart tezkere krizi kazası, Richard Parle’ü çok kızdıran bu olay, böyle ortaya çıktı. Parle, sadece Mehmet Ali Birand’ın programına çıkıp, küfürler etmekle kalmadı, ABD, çuval olayı ile bir hamle daha yaptı ve TC devletinin hizaya sokulması süreci başlatıldı. Bazı eskimiş kadrolar tasfiye edildi.

Derken, günlerden bir gün, Erdoğan, tam da “muktedir” olduğunu hissettiği, cukkayı yüklü tarzda doldurduğu bir dönemde, 17-25 Aralık operasyonu ile karşılaştı. Banka müdürlerinin evlerinden ayakkabı kutularında paralar ortaya çıktı. Ve sonrası daha iyi hatırlanacaktır.

Gülen ile birlikte, Ergenekon diye tanımlanan yapıya karşı operasyonlar yapan Erdoğan, bu kez, Gülen’e, FETÖ’ye karşı eski Ergenekoncularla işbirliğine başladı.

Şimdilerde ise, durum bir kere daha değişiyor mu, sorusu anlam kazanmaktadır.

Yıl 2009, tarih de 26 Haziran idi. Bu tarihte, ordu mensubu olanların, askerî şahısların, işledikleri suçlarla ilgili, “özel yetkili” mahkemelerde yargılanması kanunu hazırlandı, ‘aniden’ olduğunu öğreniyoruz. Yani İlker Başbuğ’un demesine göre anidenmiş.

İlker Başbuğ, eski Genelkurmay Başkanı, durup dururken, bu sayfayı açtı. Bu kanunu çıkartanlar FETÖ’cüdürler, dedi.

Tam da, FETÖ’nün siyasal ayağı gibi bir tartışma var iken. Erdoğan ve Bahçeli, FETÖ’nün siyasal ayağının CHP olduğunu söylüyor. CHP ise, bunun AK Parti’de aranması gerektiğini. Derken, Başbuğ devreye giriyor ve bu kanuna dikkat çekiyor.

Erdoğan, hemen harekete geçiyor ve milletvekillerini Başbuğ’a karşı dava açmaya çağırıyor. Milletvekilleri de dava açıyor. Tartışma büyüyor. Başbuğ, acaba bu hamleyi bilerek yaptı ve mahkeme açılırsa, bu konu ile ilgili soruşturma mı ortaya çıkacak ve AK Parti içinden tasfiye mi başlayacak, diyenler var. Ya da, bir başka senaryo olarak, acaba Erdoğan, Başbuğ’dan bunu rica etti ve bu yolla temizlik mi yaptırmak istiyor, diye soranlar da var.

Biz biraz daha farklı bir yaklaşım içindeyiz. Bunların hepsi de olasıdır ama durum aslında iktidar içindeki çatışmalardan daha da derindedir.

1- TC devleti çeteleşmiştir, daha da çeteleşecektir. Sadece SADAT aklınızda dursun yeter. Hemen her emperyalist gücün, kendine ait çeteleri, ekonomiyi parselleyen parababalarının, rantçı ve yağmacıların çeteleri ile iç içe geçmektedir.

2- İdlib bitince, yani Suriye ordusu İdlib’i alınca, ABD’nin Erdoğan’a iş yaptırma alanları da daralacaktır. Bunun ABD için sonuçları var. Ama aynı zamanda Saray Rejimi, sadece Erdoğan demek olmadığına göre, TC devletinin Saray Rejimi’ni nasıl devam ettirebileceği sorusu da var.

Her çete, her güç, kendi planlarını yapmaktadır ve her plan yapan gücün, bu planlarının arkasında, emperyalist güçler, sayalım, ABD ve İsrail, İngiltere, Almanya, Fransa vardır.

İdlib, bizzat Erdoğan ve Saray Rejimi tarafından, “rant-yağma-savaş ekonomisi” için bir beka sorununa dönüştürülmüştür. Burada beka, kendilerinin bekasıdır, yoksa ülkenin değil. Ve bu sorun şimdi, sonuna doğru yaklaşmaktadır. Er ya da geç sonuca yaklaşacaktır. Bu sonucu uzatmak için savaş naraları atıp, operasyonlar yapmaları elbette mümkün. Ama yolun sonu da görülmektedir.

İşte bu koşullarda Erdoğan, yol arkadaşlarının içine, eski arkadaşları olan FETÖ’cüleri dahil etmek istemektedir. Ergenekon’un kutsanmış kucağından kalkmadan, acaba, FETÖ’cüleri de yanına alabilir miyim hesapları yapıldığı kesindir.

Davutoğlu’nun partisi, Babacan’ın “parti kuracağım” pazarlığı, aslında Erdoğan’ı, değişikliğe hazırlamak için, ABD’nin operasyonları olarak ele alınabilir. Babacan, bu partiyi bir türlü kuramıyor. Aralık sonu, son tarih idi, yeni yıla kaldı. Ocak sonu son tarih idi, şimdi, hep birlikte Şubat sonu beklenmektedir. Erdoğan, Şubat sonuna kadar Suriye ordusuna, aldığın yerlerden çekil tehdidi savurmaktadır. Akar NATO’dan, Erdoğan ABD’den, Çavuşoğlu da Almanya’dan destek aramaktadır. Böylece, İdlib’i çözülmez bir sorun olarak uzatmak istemektedir. TC devletinin tüm kurumları, çetelerin denetimindeki İdlib’de, çeteciler için diploması yürütmektedir. Çünkü, kendi gelecekleri de buna, İdlib’e bağlanmış durumdadır.

Böylece, bir yandan Rusya ile ilişkilerin gerilmesi doğrultusunda açıklamalar gelmekte, bir yandan da içeride FETÖ’cülerle yeniden ittifak olma hazırlıkları yapılmaktadır. Bu ikisinin aynı anda gerçekleşiyor olması, boşuna değildir. Dün ateş püskürdükleri ABD elçilerinin, Türkçe, “şehit” edebiyatı yapması, tam da bu görüntüye uygundur.

Erdoğan’ın, “bu boruya benzemez” sözleri ile yaptığı çağrı, aslında durumu, yeni ittifak arayışlarını göstermektedir. Zaten ABD, Halk Bankası soruşturması diye geçen, aslında Erdoğan’ın mal varlığı araştırması demek olan davayı, dondurmuştur. Gerçi, nasıl rafa kaldırdılarsa, öyle indirirler ama, şu anda Erdoğan’ın buna acil ihtiyacı vardır.

Erdoğan, “boru”dan söz ederken, aynı anda, Damat’ın, yurt gezisine çıkıp, acaba AK Parti başkanı olarak iş görebilir miyim, diye test etmesi, sürecin diğer yönüdür. Demek oluyor ki, Erdoğan’ın, kendisine dayatılan, “Cumhurbaşkanı olarak kal ama parti başkanlığını bırak” çözümünü denediği, düşündüğü kesindir.

Damat parti başkanı olsa da, durumu toparlamaları mümkün değildir.

Babacan ile anlaşsalar da durumu toparlamaları mümkün değildir.

Davutoğlu partisini kapatıp, özür dileyip, tekrar AK Parti’ye dönse de durumu toparlamaları mümkün değildir.

Sallanmakta olan Saray Rejimi’dir.

Bu nedenle, savaşçı politikalara daha fazla yatmaktadırlar. İçeride ve dışarıda savaş naraları atmaları da bu nedenledir.

İşçi ve emekçilerin örgütsüzlüğü, en büyük avantajlarıdır. Bu nedenle de, mesele, işçi sınıfının devrimcileşmesi, örgütlenmesindedir. Gezi ruhunun, işçi sınıfına taşınması, devrimci görevdir. Bu kargaşaya, üstte süren bu çeteleşmeye değil, gözümüzü, işçi sınıfının devrimcileştirilmesine dikmemiz gereklidir. Bunu yapacak deneyim ve birikimimiz vardır. Yeter ki cesur olalım, yeter ki örgütlü hareket edebilme yeteneğimizi geliştirelim.

İdlib, Suriye savaşında düğüm

Son bir aydır, İdlib’de, Suriye ordusunun ilerleyişi, IŞİD ve diğer çetelerin sahadan temizlenmesi süreci yaşanıyor. Olay bu boyutu ile kalsa, mesele yoktu. Suriye devleti, kendi organizatörleri tarafından bile savunulamayacak durumda olan IŞİD çetelerini, işgal ettikleri topraklardan temizlemek istiyor. Buna normal olarak Türkiye’nin, ki göçten zarar çektiğini söylemektedir, alkış tutması gerekirdi. Ama olayın daha farklı olduğunu biliyoruz.

Suriye ordusu ilerlemeye başlayınca, karşısında IŞİD çeteleri ile birlikte, diğer çetelerle birlikte, aynı anda Türk ordusunu (TSK) buldu. TSK, kendine bağlı olduğunu gizlemediği, açıktan da kabul etmediği, eski adı ÖSO (yani Özgür Suriye Ordusu), yeni adı MSO (Milli Suriye Ordusu) olan güçlerin “kontrolü” altında olduğunu iddia ediyor. Hatta İdlib’de bunlardan başka unsurun da olmadığını, tümünün “ılımlı” unsurlar olduğunu iddia ediyor. Ama işin böyle olmadığı, MSO yanında diğer çetelerle TSK arasında, bilinen, derin ilişkiler olduğu da açık.

Bahçeli, acaba, ÖSO’dan MSO’ya geçerken, MSO adını öneren midir? Hani “milli” ya. Bahçeli “yerli ve milli” iktidar müttefiki olduğu için, Suriye’ye karşı savaşmak için TC tarafından 100 dolar karşılığında kiralanan Suriyelilere, “milli” demeyi akıl etmiş olmalıdır. Erdoğan da bunu kesinlikle takdir etmiştir.

Adını MSO olarak koyarak, Suriye devletine karşı savaştırmak için çeteler organize eden TSK, çetelerin yanında Suriye ordusunun karşısına çıkınca, İdlib’den kayıp haberleri gelmeye başladı: Önce “7 şehit” haberi geldi, ardından da başkaları.

Bu durum, Erdoğan ve Bahçeli’nin farklı yollarla kükremelerine neden oldu. Erdoğan, Şubat sonuna kadar diyerek bir süre verdi ve 1- Suriye ordusu eski konumuna çekilsin, 2- Rusya, Suriye’yi desteklemesin, dedi. Buna uymazlarsa, saldıracaklarını ima etti.

Bahçeli ise, yansın İdlib, kül olsun Şam gibisinden, son derece “vatansever” kükremelerde bulundu. Belki de, yanındakiler, Bahçeli’nin bir koşu Şam’a kadar koşma girişimini zor engellemiştir.

Türkiye ile Rusya arasında bir dizi anlaşma, mutabakat var. Bunlardan biri Soçi Mutabakatı’dır ve Eylül 2018 tarihlidir. Bu mutabakatta, Türkiye, hem Suriye’nin bütünlüğünü kabul ediyor, hem de İdlib’de bulunan çeteleri, kontrol altında tutacağı sözünü veriyordu. Bu nedenle, Rusya, Türkiye’ye gözlem noktaları kurma izni veriyordu ve Türkiye de, M5 ve M4 otoyollarının temizleneceği garantisini veriyordu. Demek ki, aradan bir buçuk yıl geçti. Türkiye’nin gözlem noktaları oluştu. Anlaşmanın bir maddesi ise, hayata geçti. Ama diğer maddeleri, M4 ve M5 otoyolları, çetelerin denetime alınması, ağır silâhların toplanması vb. hiçbir biçimde işlemedi.

Türkiye, bunu açık olarak yapmadı ve yapmayacağı da önceden belli idi, en azından, yapmama ihtimali bir sır değildi.

ABD, Erdoğan’a, İdlib’de Suriye ve Rusları oyalama görevi vermiştir ve bu ABD için zaman kazanmak anlamındadır. Öte yandan, Suriye savaşının karşı tarafı, karşı cephesi dediğimiz yerin başında ABD vardır ve Türkiye, tıpkı İsrail gibi, ABD’nin müttefikidir. Bu savaşta da bu geçerlidir. Dolayısıyla, Türkiye’nin, kendine zarar veren İdlib ve Suriye politikasını uygulaması, ancak ABD kontrolü ile anlaşılırdır. Bu nedenle de, Türkiye’nin Soçi anlaşmasına bağlı kalmasını beklemek mümkün değildi. Rusların böylesi bir beklentisi var mı idi, bilemeyiz, ama görünen o ki, Suriye’nin böyle bir beklentisi yoktu.

Suriye ve Rusya tarafı, Türkiye’yi, Soçi anlaşmasının uygulanmadığı konusunda çok defa uyarmışlardır.

Ve gelinen noktada, Suriye, geçen Kasım ayından başlayarak, harekete geçmeye başladı. Önceleri, yani, Şubat ayına kadar, Türkiye’nin sadece 2 gözlem noktası Suriye ordusunun kurtardığı alanda kalmıştı. TC, bu gözlem noktalarını boşaltmadı. Hatta, bölgeden yansıyan bazı haberlerde, bu gözlem noktalarına sığınan çetelerin olduğu ve bunların zaman zaman saldırıya geçtiği anlaşılmaktadır.

Ama son durum biraz daha farklı.

Sayısını bilmiyorum, ama Suriye’nin geri aldığı alanlar içinde daha fazla “gözlem noktası” var. Ve bu gözlem noktalarından, bu kez açıkça, Suriye ordusuna ateş açılmaktadır. Yani, yakın bir dönemde, bu gözlem noktalarına dönük Suriye saldırıları da gündeme gelebilecek demektir. Tabii, Türkiye, bu gözlem noktalarını boşaltmazsa.

Şimdi, M5 otoyolu temizlenmiş görünmektedir. M4 otoyolunun M5 ile kavşak noktası olan alan da Suriye ordusunca alınmıştır. Bunlar elbette son derece stratejik gözüküyor. Türkiye, bu kavşağı tutmak için, IŞİD çeteleri ile hamle yaptığı sırada, kayıplar vermiştir. Türk tarafının 7 şehit açıklamasına rağmen, bölgeden gelen haberler, kayıpların daha fazla olduğu yönündedir. Aynı anda, MSO ve TSK, birlikte Kürt bölgesine karşı saldırıya geçmiş ve Rus uçaklarının bombardımanı ile durdurulmuşlardır. Ve yine aynı zamanda İsrail, bir yolcu uçağının arkasına gizlediği uçakları ile saldırı gerçekleştirmiştir. Hemen hemen aynı günlerde, ABD askerleri, Kamışlı bölgesinde, devriye hattının dışına çıkarak, halkla karşı karşıya gelmiş, Suriye ordusunca durdurulmuş askerler, halkın taşlı saldırısına silâhla karşılık vermiş, 14 yaşında bir genç ABD askerlerinin kurşunları ile ölmüştür. Suriye askeri ile ABD askerleri arasındaki çatışma, Rusya’nın araya girmesi ile durdurulmuştur.

İşte size açık olarak tablo. Olaylara bak, durumu anla. TC, çeteler, İsrail ve arkalarında ABD, Suriye’de savaşı büyütmek istiyorlar. Her açıdan nettir. IŞİD, çok başlı bir organizasyondur. Hem İsrail’e bağlıdır, zaten İslam radikalizminin hiçbir İsrail hedefine saldırmaması buna kanıttır. Hem de Türkiye’nin kendine has IŞİD’i vardır. Gerektiğinde Ankara’ya çağırıp, Gar bombalanmasında kullanabilecekleri tarzda kendine bağlı IŞİD’cileri vardır. ABD’nin de kendine has IŞİD organizasyonu vardır. Liderini öldürdük demeleri bundandır. Kendi adamlarıdır. Demek ki, bir tane IŞİD yoktur. Her biri, 100 dolar karşılığında saf değiştiren unsurlar, İdlib’de bir aradadır. Hangisinin hangi gruptan olduğunu bilmesek de, her birinin ayrıntılı güçlerini ve ilişkilerini bilmesek de, durum budur. Türkiye’nin Libya’ya taşıdığı gruplar, işte bu çeteler içinden gelmektedir ve her birine, TC vatandaşlığı ve aylık 1500 dolar maaş önerilmektedir.

Ama Suriye yoluna devam edince, Rusya, Suriye’yi desteklediğini ilan edince, durum biraz olsun değişti. ABD, savaşa doğrudan girmeyeceği yolunda açıklamalar yaptı. İsrail, Rusya tarafından uyarıldı. Türkiye ise, hem ABD’ye, hem de NATO’ya koştu.

Erdoğan’ın övdüğü, selâmladığı İdlib’deki unsurlar, muhtemelen TC devletini de tehdit etmektedir. Çünkü, destek eskisi kadar yoğun gidemeyecektir. Zira, Rusya, dünya kamuoyuna, TSK’nin mühimmat sevkiyatının görüntülerini izletmiştir. TSK desteğinin deşifre edilmesi, savaşın sonrasına dönük bir hazırlıktır da.

ABD, hemen birkaç kanaldan Türkiye’ye İdlib konusunda desteğini açıklamıştır. Hatta, Türkçe mülakat içinde “şehitlerimiz” sözcüğünün geçmesi de özeldir. Anlaşılan ABD, Türkiye’nin, Bahçeli ve Erdoğan’ın, hassas duygularını okşamaktadır. Onlar da ABD desteğinin arkalarında olduğunu ilan etmektedirler.

Akar Brüksel’de, Çavuşoğlu Münih’te güvenlik işbirliği toplantısında, bu desteğin peşine düşmüşlerdir.

NATO’yu devreye sokacak olsalar, muhtemelen, NATO, Antep ve Hatay’a yerleşecektir. Bunun TC devleti için ne anlama geleceğini bilmeyiz, ama Suriye devletinin İdlib’i geri alma isteğini önleyeceğini sanmıyoruz.

Meseleye Suriye tarafından bakınca, durum daha farklıdır. Bir yandan, işgal altındaki topraklarını geri almak önde durmaktadır, diğer yandan ise, yeni Suriye’nin siyasal örgütlenmesi önemlidir. Suriye halkları, Kürtler başta, yeni bir anayasa talebindedirler. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda çok da yol almış gibidirler. Suriye cephesinin gündemi, bunlar ve ülkenin savaş yaralarının sarılması olabilir.

Saray Rejimi, ömrünü uzatmak için bir savaş müptelalığı dönemine girmiş durumdadır. Bu doğru bir tespittir.

Ama savaş naraları, dünkü (dün derken, çok eskiye de gitmeye gerek yok, iki yıl öncesi kadar) kadar alkış almamaktadır. Suriye savaşında, “şehit” propagandası, önceki yıllardaki kadar iş görmemektedir. Yani, savaş naraları atmak, Erdoğan için daha büyük miktarda oy demek olmaktan çıkmıştır. Kısacası, Erdoğan, savaş için yeni yollar arasa da, durum o kadar da kolay görünmemektedir.

Suriye savaşının bugünkü aşamasında, İdlib düğümünün çözümüne doğru gidilmektedir. Erdoğan, efendilerine, yardım çağrıları yapmaktadır. Rusya’ya Suriye’den desteğini çek, Suriye’ye Şubat sonuna kadar eski mevzilerine dön, demektedir. Tehdit mi, komiklik mi bilemiyoruz. Sanki komik bir tehdit gibidir. Bir başka ülkeye, IŞİD’i kendi topraklarından temizlerken, “eski mevzilerine dön” demek, olsa olsa, özel içecekler almak, kendini dünya padişahı sanmak gibi durumların sonucu olabilir.

Öte yandan aynı Erdoğan, İdlib’deki çetelere seslenerek, Suriye’ye yeni saldırılar için bahane yaratacak saldırılarda bulunanları uyarmaktadır.

İdlib savaşı, sarsılmakta olan Saray Rejimi’ni daha da sarsacaktır.

İdlib savaşı, TC ve Rusya ilişkilerinde, var olan yarılmayı ortaya çıkaracaktır.

TC devleti, ABD çizgisine doğru meyletmiş durumdadır.

Saray Rejimi’nin ömrünü uzatmak için yapmayacağı şey yoktur. İçeride katliamlar, dışarıda savaş, en kolay yapacakları şeydir. Ve efendi ABD, bu durumu acımasızca değerlendirecektir. Erdoğan, ABD-İsrail hattına, tam olarak oturmaktadır. Abdülhamid’inki bir trajedi idi. Birçok güç arasında bir oyun oynamak ve buradan çıkma isteğinin ifadesi idi. Abdülhamid, yıkılmakta olan Osmanlı’nın küçülmesini hazmedemiyor olabilirdi de. Yani bu sonu belli olan oyunu oynama isteği anlaşılabilirdi.

Abdülhamid özentisi Erdoğan Han, Rusya, AB, ABD arasında gidip gelen bir politika uyguladığını söylüyor olmalıdır. Büyük devlet olarak, büyük oyuncu gibi. Aslında Kaldıraç saylarında bu konuya ilişkin, güzel bir makale yayınlandı. Bu büyük güçler arasındaki yalpalamaya “dans” diyenlere karşı, aslında bu bir “kukla oyunudur” vurgusu ile.

Erdoğan Han, aslında bir kukladır. Böbürlenmeleri, bir kolpacı tarzıdır. Abdülhamid’den farklı olarak, 100 yıl sonrasında, Osmanlı hayalleri kuruyorum derken de yalan söylemektedir. Onun tek hayali, %10 komisyonlarının büyümesidir.

Erdoğan’ı Abdülhamid’e benzetenler, olsa olsa, Abdülhamid’in komiği ile yüz yüze gelirler. Bu nedenle, cihan padişahı Erdoğan, ipleri efendilerinin, ABD, İsrail’in elinde olan kukladır. Hepsi budur.

İdlib savaşı, maskeleri indirecek, hayatın gerçekliği biraz daha fazla su üstüne çıkacaktır.

Direnmeyi biliyoruz, kazanmayı da öğrenelim

Biz tanışıyoruz gözlerimizden.

Gördüklerimizden ve sezdiklerimizden. Bizim namımıza, bizim yerimize konuşulurken devirdiğimiz gözlerimizden. Tehdit eden gözlerin yüzlercesine karşılık verirken, ama en çok da adaletsizliğin karşısına dikilip özgürleşirken ateş saçan gözlerimizden tanışıyoruz. Hani Gezi’deki gibi…

Daha milyonlarca gözümüz var. Henüz kapıların, pencerelerin ardından bakan, henüz ürkek gözlerle sessizce izleyen ve biriktiren, biriktiren…

Biz omuzlarımızdan tanışıyoruz, omuzlarımızdaki bu “ben varım”ı anlamayan her kafaya anlatmak zorunda olma yükünden, omuzlarımızdaki bu “şefkatli, anlayışlı, kapsayıcı ve yumuşak olma” beklentisinin yükünden. Ama en çok da bunları silkeleyip omuz omuza verdiğimiz anlardaki gücümüzden tanışıyoruz. Lübnan’da, Sudan’da, Şili’de isyana katılan, bütün dünyanın baktığı kadınlar gibi.

Daha milyonlarca omzumuz var, henüz bizimkilerle birleşmemiş olan. Kapitalist-emperyalizmin yükünün en ağırlarını taşıyan; kimi köle pazarlarında satılan, kimi ölmekten beter bir geleceksizliği yaşayan kardeşlerimizin omuzları…

Kollarımızdan hele… Hani şu ahtapot kollarımızdan… Herkese ve her şeye yetmeye çalışan ve bunu iyi beceren kollarımızdan… İyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir hasta ve yaşlı bakıcısı, bitmeyen iş ve ev mesailerinin emekçisi, kısacası işlevli bir İsveç çakısı olagelirken, bir anda kol kola giriyor, üretim kooperatifleri kuruyor, ahtapot kollarla bir araya getirmeyi ve özgürlük için örgütlenmeyi öğreniyoruz.

Bir de sistemin, devletin, ailenin, kocanın, babanın, evladın gerekleri için savrulan da savrulan, çırpınan didinen kardeşlerimizin kolları. O kadınlar… Hani o kollarla kendisi için bir şey yapmayı kendine hak görmeyen. Henüz…

Sesimiz hani… “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” derken, “emeğimizin hakkını istiyoruz” derken, “devlet kimdur?” derken, “Savaşa hayır” derken çoğalıyor. Biz seslerimizden tanışıyoruz. “Şehidin helvası sizin ocakta kavrulmadığı sürece size hep tatlı gelecek” diyen annenin sesi de var bu sesin içinde. Egemenleri rahatsız eden her ses tanımaya başlıyor birbirini. Ya daha fazlamızın, milyonlarcamızın sesi? “Dilini koparırım” diye tehdit edilen kardeşlerimizin, genç kızların sesi? Gördüklerini ve sustuklarını bir haykırsa yeri göğü inletecek o ses?

Ellerimiz de tanır ya birbirini, ve aklımız, emeğimiz… Pankart boyayan, makale yazan, çizen, film çeken, müzik yapan ellerimiz tanır ya birbirini.

Bir de patrona kar kazandıran, sömürülen emeğimiz tanır ya… Bu eller üretmez de bir gün durursa nasıl döner onların çarkı?

Tanıyoruz birbirimizi, bir daha tanışalım.

Öldürülmemek istiyoruz, ama yetmez. Kadına şiddet uygulayanların yargılanmasını istiyoruz, ama yetmez. Bedenimize dair tek karar sahibi olmak istiyoruz, ama yetmez. Eşit işe eşit ücret ve kreş hakkımızı istiyoruz, ama yetmez… Bugün bunlar için mücadele ederken, kazanmak ve kazanımlarımızı güvence altına almak için, yaşadığımız tüm yoksunlukların, sömürünün, aşağılanmanın, cinayetlerin ve şiddetin kaynağı olan kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadelenin zorunlu olduğunu savunuyoruz.

Dün başkaları için yaşayan kadınların, doğrudan kendi yaşamına dair ve tüm toplumsal yaşama dair karar sahibi olduğu, özne olduğu bir sosyalist toplumun inşası için, Clara’nın, Rosa’nın, Kollontai’ın izinden devrim için örgütleniyoruz.

Direnmeyi biliyoruz. Artık kazanmayı öğrenmeliyiz. Kazanmak için örgütlenmeliyiz.

Kazanmak için, pencerelerin arkasından izleyen kadınların gözleriyle buluşmaya hazır olalım. Bir adım daha ileri atmak için, mücadeleyi sürekli hale getirelim. Meydanlarda buluştuğumuz gibi işyerlerinde, mahallelerde, okullarda bir araya gelelim, kararlar alıp hayata geçirelim; örgütlenelim.

Direnen, geleceği için örgütlenen ve özgürleşen kadınların kurucusu olduğu bir dünya mümkün.

Her Gün 8 Mart, Her Gün Kavga!

Emperyalist paylaşım savaşımı ve TC devleti – Aslanlar, kedigillerden midir?

TC devletinin, son günlerde, Suriye örneğinde olduğu gibi, bir başka savaş senaryosu içine atılmak üzere Libya’ya yöneldiğini görüyoruz. Özal döneminde Irak için yanıp tutuşan bir eski Osmanlıcılık, Osmanlı-İslam sentezi olarak kendini bize Suriye’de gösterdi. Osmanlı hevesleri işin havası, deyim uygun düşerse işin daha çok “gösteri” tarafı idi. Böylece “Türkçülük” gibi soyut ve kısır bir şeyle değil de, Osmanlı topraklarının yeniden ele geçirilmesi gibi somut ve maceraya açık gözüken bir hevesle yapılan arzulu bir şov. Şimdi ise, daha çok Osmanlı arka plana bırakılıp, daha çok “vatanın bekası” gibi, çok geri bir noktaya gidilerek savunulan bir yeni Libya şovu söz konusu. Bu kez, İslam öndedir. Hem Libya macerası, aynı zamanda IŞİD unsurları ile TC ordusu arasında bağ oluşturmaya pratik olarak çalışan SADAT politikasına da uygundur. Bu yolla, Libya çöllerinde, IŞİD unsurları ile TC ordusunun yeni karakteri uyuşma testine tabi tutulacak.

Suriye, Irak ve yeni olmasına rağmen Libya konusunda tutumumuz biliniyor. Sadece görüşlerimiz değil. Biz bir siyasal hareketiz ve bu nedenle tutumumuz, görüş ve eylem çizgisini bir arada anlatmak üzere önem kazanır. Burada, kuşku yok ki, bu bilindiğini söylediğimiz görüşlerimizi bir kere daha tekrarlayacağız. Elbette. Ama, resmi biraz daha derinlikli olarak ele almak istiyoruz.

Çünkü, bizim görüşümüz, TC devletinin, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımında, kendi durumunu unutup, sanki savaştan pay alacakmış gibi sunarak, tam bir tetikçi olarak davrandığı yönündedir.

Ama muhtemelen bazıları, TC devletinin, bu emperyalist paylaşım savaşımında, aslanlar masasından pay almaya çalıştığını da ileri sürebilir. Belki, biz biraz daha derinlikli tartışmaya çalışırsak, bu konu için de düşündürücü sonuçlara ulaşabiliriz.

Yoksa TC devletinin dış politikasına bakarak, onların kendi söylediklerinden, sadece bunlardan hareket ederek, bütünlüklü ve net bir sonuca varmak mümkün değildir. Onlara göre, daha önceki sayılarda da yazdık, kendilerini kukla gibi oynatanları görmeden, “uluslararası” pistlerde, dans ettiklerini söyleyecekler. Onun için derler ki, kişinin kendisi hakkındaki yargısına bakarak, değerlendirme yapmak yanıltıcıdır.

Durum nasıl ifade edilebilir?

Okuyucu hatırlayacaktır, geçen sayılarda Kaldıraç sayfalarında, durumu, büyük güçlerle dans olarak sunma eğilimlerini açığa çıkartıp, bunun aslında bir kukla oyunu olduğunu ifade etmiştik. Kuklaya sorarsanız, o mükemmel ve kendine özgü, kendine has, yaratıcı ve daha önce eşi benzeri görülmemiş bir dans performansı ortaya koyduğunu söyleyecektir.

Üstelik, Irak ortada, Suriye meselesinde gelinen yer açık iken.

Doğrusu, aslanlar masasına oturup, diğer hayvanları yemek için tartışan aslanlara, kendini kurtarmak, sırf aslanlar da aslında “kedi soyu” sayılır diyerek, “danışmanlık” yaptığını sanan kedinin durumu, TC devletinin durumunu anlatmaktadır. Öyle ki, kedi, gerçekten de onların paylaşacağı bu pastadan, kendisini paylaşmayacakları bir yana, daha da ileri giderek, ona da bir pay vereceklerini düşünebilmektedir.

Demek ki, aslanlardan ya birisi ya da daha fazlası, kediyi hipnotize edecek kadar ileri gitmiştir.

TC devleti, bu paylaşım savaşımından, “bir koyup, üç alma”yı, acaba gerçekten umuyor mu? Saray Rejimi bu kadar körleşmiş midir?

Erdoğan körleşmiştir. O, daha çok kendi kişisel geleceği ile ilgilidir. Amerikalıların “mal varlığını araştırma” tehdidi ile, paralarını bir yerden başkasına kaçırma yolları aramaktadır. Ne ki, kime gitse, o da Müslüman Kardeşler bağı içinde, ipleri ABD’ye çıkan birisi olmaktadır. Bu koşullarda Erdoğan, daha çok kendi kişisel geleceği ile ilgilidir. Bahçeli de, kendini kurtarmak için, imam olmaya karar vermiştir. İstihbaratçı olduğu çok sık ifade edilen Bahçeli’nin, hastalıktan dönüş sonrasında yaptığı meclis konuşması tam bir vaazdır. Ölümden döndüğü için allaha dualar etmektedir. Erdoğan’ın sevincine bakarsanız, kendisini çok iyi anladığı ortadadır. Ama Saray Rejimi olarak şekillenmiş “yeni” hâli ile devlet makinası, gerçekten Suriye ve Libya’dan, bir pay alacağı fikrinde midir?

Kedi, kendisi ile aynı soydan geldiğini iddia ettiği aslanlara, size doğru yolu ben gösteriyorum, benim dediğimi yapın, diyor. Kedi diyor da, aslanlar, neden bu konuşmaları dinliyor? Yoksa kedi, gerçekten biyolojik bir mutasyonla, bir anda aslana dönüşecek bir ilaç mı bulmuştur?

Her örnek, açıklamak için işe yarar ama bir yere kadar.

Demek ki, diyoruz ki, bir emperyalist paylaşım savaşımı var. Bu savaşım, daha şimdiden, ticari olarak, dünya çapında, kuralsız bir savaşa dönüşmüş durumdadır. Bu satırlar yazıldığında Çin’de Wuhan bölgesinde bir yeni virüsün ortaya çıktığı haberleri anons edilmekteydi. Bunun, bu virüs işinin ticaret savaşı denilen şeyin, bir başka aşaması olma ihtimali yüksektir. Elbette, olay henüz yenidir ve bizim elimizde de bir bilgi yok. Ama zaten biz de olasılıktan söz ediyoruz. Umarız yanılırız. Belki bu yazı yayınlanana kadar, bu konu da netlik kazanmış olur. İster öyle olsun, isterse tersi, artık bu savaşın “kural” tanımadığını söylemek istiyoruz. O kadar çok örnek var ki, bunu söylemek abartılı olmaz.

Bu emperyalist paylaşım savaşımı, kendini giderek daha açık biçimlerde ortaya koymaktadır.

Ünlü terim ile, “vekâlet savaşları” bunun bir türüdür. Biz, “vekâlet savaşları” terimini pek uygun görmüyoruz. Çünkü, sömürge ülkelerin ya da güçlerin, emperyalist efendileri adına savaşa sürülmesi, bir açıdan böyle ele alınabilir. Ama emperyalizme karşı savaşan bir gücün, örnek olsun, mesela Kürt hareketinin, ana gövde olarak, bu biçimde ele alınması büyük haksızlıktır. Elbette, diyelim ki, Venezuela’daki bir gücün direnişi, bir başka uluslararası gücün işine yarar ve mesela ABD’nin işine yaramaz. Ama Venezuela direnişi, birisinin vekâlet savaşı olarak ele alınamaz. Bu konuda hassas olmak gerektiği fikrindeyiz. IŞİD, elbette bir araç olarak kullanılmaktadır. Ama IŞİD, El Kaide gibi örgütler ile, diğerleri arasında bile bir farklılık vardır.

Bugünlerde ise, Süleymani örneğinde olduğu gibi, ABD, yani esas güç, doğrudan eyleme geçiyor ve doğrusu eylemi IŞİD aracılığı ile de üstlenmiyor, doğrudan üstleniyor. Ama yine de savaş, bir anda, “vekil”den, asıla geçmiş olmuyor. Emperyalist güçler, dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde, halkları birbirine kırdırma politikaları uygulamışlardır. Ve üstelik bunu sadece, bugünkü gibi, bir emperyalist paylaşım savaşımı sürecinde değil, başka dönemlerde de yapmışlardır.

Süleymani suikastı, hem İran’ı, hem Irak’ı, hem de Suriye’yi hedef almaktadır. İsteyen bunlara, dolaylı olarak başka ülkeleri ve güçleri de ekleyebilir. Ama bu üçü, açıktan hedef tahtasındadır. Ve anlaşılan ABD, bu yolla, savaşı da büyütme riskini göze aldığını söylemektedir. Oysa bu konuda henüz yeterince istekli değildir. İran’ın tepkisinin daha düşük olması için, birçok “diplomatik” süreç işletildiği anlaşılmaktadır. Demek ki, ABD, biraz da cevahiri kurtarma peşindedir. Avın büyük bölümünü kaybetme sürecindeki aslanın, bir ısırık koparması, orman kanunları içinde anlaşılır bir şey olarak değerlendiriliyor olabilir.

Biz yeniden Türkiye’ye dönelim.

1- Bu savaşın bir emperyalist paylaşım savaşı olduğu açık.

2- Bu savaşın, ana unsurlarının, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya olduğu açıktır.

3- Bu savaş, dünya çapındadır ve her gün bir başka coğrafyadan bir ateş yükselmesi mümkündür.

4- Bu savaşın hedefini, Rusya ve Çin’e çevirmek, bu yolla diğer emperyalist güçleri bu hedeflere kilitlemek, ABD’nin stratejisidir. ABD, Suriye savaşı sonrasında karşısına dikilen Rusya ve Çin ortaklığını, ana düşman ilan etmiştir. Savaşın hedefini bu iki ülkeye döndürebilmek için, Batı Değerleri ve Batı Yaşam Tarzı ideolojisine sarılmaktadır. Bu yolla, diğer dört emperyalist güce ya da bu cephe içinde yer alanların tümüne, “biz paylaşalım derken, bu ikisi kendi çevrelerini korumakta” ve böylece, paylaşılacak pastayı küçültmektedir mesajını vermektedir. Gerçekten de Rusya ve Çin, paylaşılacak pastayı küçültücü bir etki yaratmaktadır.

5- Bu paylaşım savaşımında önemli bölgelerden biri, Balkanlar, Kafkaslar ve Kuzey Afrika’yı da içine alacak şekilde Ortadoğu’dur.

Öyle ki, diğer bölgelerde ortaya çıkan “yangınlar” ya da çatışma noktaları, daha çok burada gelişenlerle bağlantılıdır. Mesela ABD, Ukrayna meselesini, Almanya ve Rusya arasında ticaretin gelişimini önlemek için, tam da Suriye savaşından sonra devreye sokmuştur. Benzer biçimde Venezuela da bu bölge ile bağlantılıdır.

Aslında savaşın genel bir dünya savaşı olması da bunu gerektirmektedir.

6- Savaş sürecinde ya da savaşın öngünlerinde, geçici ittifaklar, adeta “kuraldan” sayılmalıdır. Birinci Dünya Savaşı’nı inceleyen herkes, görecektir ki, savaş tam olarak ortaya çıkana kadar, farklı çıkarlar adına, farklı ve geçici ittifaklar sürekli oluşmaktadır. Örneğin, savaşın 5-10 yıl öncesinde, Osmanlı’nın İngiltere saflarında savaşa girmesi beklenirdi. Öyle olmadı. Tersine Türkiye, Almanya saflarında savaşa girdi.

Bugün ortaya çıkan pek çok geçici ittifakın da sonunun ne olacağı belli değildir. Biz, bizzat yaşıyoruz, Astana süreci ile başlayan Rusya-İran ve Türkiye “ittifakı”, aslında çelişkilerle doludur. Ve her gelişmede, “bak ittifak bitti” sözleri işitilmektedir. Kasım Süleymani suikastı, Türkiye’yi İran’a karşı savaşa ikna edebilmek için, önemli argümanlar içermektedir. Benzer biçimde, bu suikast, Rusya ile Türkiye’nin S-400 anlaşmalarının sonunun geldiği yorumlarına yol açmıştır.

Birinci Dünya Savaşı bu açıdan oldukça önemlidir.

Ekim Devrimi’nin 1989’da SSCB’nin çözülmesi ile sonuçlanan yenilgisi, bir anlamda tarihin zembereğini geriye sardı. Dünya, artık Birinci Dünya Savaşı’nın öncesine dönmüş gibidir. Özellikle bölgemiz söz konusu olduğunda bunu söylemek daha kolaydır. Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi tartışmaları, tam da bu anlamda anlamlıdır.

Birinci Dünya Savaşı’nda kaybeden Osmanlı’nın elinde TC toprakları ile yeni bir devlete dönüşmesi, büyük ölçüde, Ekim Devrimi sayesindedir. Ekim Devrimi, sosyalizm rüzgârını, belki de cereyanını demek gerekir, dünyaya yaymaya başlamıştı. Elbette içeride iç savaş, Ekim Devrimi’ni yaratan partiyi, önder kadroyu çok meşgul eder durumda idi. Ama bu süreci anlamadan, Sovyet ve Türk yakınlaşmasını anlamak mümkün değildir. Emperyalist güçler, Anadolu’yu kaybetme riskini gördüler ve bu durumda, Ortadoğu’daki kazanımlarının da yok olma riskini kavradılar. Bu nedenle, Osmanlı’dan geride kalan topraklarda, Wilson Prensipleri 18. maddesine uygun olarak, “Türk unsurunun” egemen olmasına olanak tanıdırlar. İtalya, Fransa, İngiltere gibi güçlerin savaşın ortasında çekilmeye başlaması, Ekim Devrimi’nin yayılma korkusunun ifadesidir. İngiliz emperyalizmi, Ekim Devrimi’ni durdurmak için, Japonya’dan ABD’ye, tüm Avrupa’ya kadar tüm emperyalist güçleri seferber etmiştir.

Durumu kavrayan ya da durum konusunda ”aydınlatılan” Mustafa Kemal ve ekibi, bir yandan yeni Cumhuriyeti kurmak için, içeride, daha çok bir halk direnişi olarak ifade edilebilecek ve anti-emperyalist bilinci henüz zayıf olan kitlesel ve silâhlı hareketi kontrol altına almaya yönelmişlerdir. Zira, bunu başardıkları oranda, Batı, kendilerine bir şans verecekti. Öyle oldu. İçerideki hareketin kontrolü zor olan, bilinci daha ilerdeki unsurlarını bertaraf etmek için, 1918-1925 arasında her türlü dalavereyi devreye soktular. İçerideki katliamlar, İzmir İktisat Kongresi vb. tam olarak Batı’ya güvence vermiştir. 1918-25 arasındaki nispeten “demokratik dönem”, Şeyh Sait ayaklanmasını bastırmak bahanesi ile ilan edilen Takrir-i Sükûn ile birlikte, bir olağanüstü döneme yerini bırakmıştır. Tam da aynı dönem, Sovyet Devrimi’nin dünyaya yayılması frenlenmiştir. Almanya’da devrim 1919’da yenilmiş, devrimin Avrupa kıtasına yayılması önlenmiştir. Elbette, anti-emperyalist mücadele, halkların bağımsızlaşma isteklerini sürdürmesi devam etmiştir.

Bu dönem içinde burjuvazi, eski Osmanlı paşalarının bir bölümü ile, bazı toprak parçalarını kurtarmak için uğraşmıştır. Eski kadronun bir bölümünün Osmanlı rüyası, Enver örneğinde olduğu gibi devam etmiştir. Muhtemelen Enver, Ekim Devrimi’nin önderlerini kandırdığını düşünmüş olmalıdır. Tıpkı, içeride Atatürk’ün Sovyetler’i kullandığı fikri gibi.

Bugün, Saray Rejimi, kendisinin de bulunduğu paylaşım masasından kayıpsız kalkmak için, büyük hamleler yapmaya heveslidir. Eski Başbakan, yeni Gelecek Partisi Lideri Davutoğlu liderliğindeki dış politika, Suriye savaşına, bir parça lokma kapmak ve emperyalist efendileri ABD adına, bu lokmadan aldıkları payı sürekli kılmak için, hevesli davranmışlardır. Aslana kedi, Suriye’yi eli kolu bağlı teslim etme garantisi vermiş gibidir. Davutoğlu ile özdeşleşen bu politika, aslında devletin politikasıdır ve bugün de devam etmektedir. Davutoğlu, kalkıp, Türkeş’in 12 Eylül sonrasında dediğini söylerse yerinde olur. Türkeş, “fikirlerimiz iktidarda biz hapisteyiz” diyordu. Şimdi Davutoğlu, fikirlerim iktidarda, ama ben istenmeyen adamım dese yerinde olur. Bu durum ise, daha çok Erdoğan’ın korkuları ile açıklanabilir. 12 Eylül’de, iktidarın böylesi “beka” korkuları, darbe ile bitmişti. Oysa Saray Rejimi, tüm “güç” gösterilerine rağmen, “beka” sorunundan söz etmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşu döneminde, içerideki baskı ve sindirme, emperyalist dünyaya, Osmanlı’nın kalan toprakları üzerinde Kemalist hareketin egemen olduğunu göstermeye yarıyordu. Bugün ise, baskı ve şiddet, içeride katliam politikası, Saray Rejimi’ni ayakta tutmak için iş görmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşunda Ekim Devrimi, savaşı sonlandırmış ve Osmanlı’dan kalan parçalar üzerinde egemenlik iddiasında olan Kemalist hareket için, Ekim Devrimi’ne yaklaşma dış politikası alternatifini yaratmıştı. Bugün ise, paylaşım savaşının başında, TC yönetenleri, dış politikalarını efendilerine tetikçilik etmek üzere ve içte bunu kullanarak güç toplamak üzere kullanmaktadırlar.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Kemalistler, aniden Ekim Devrimi ile kesilmiş bir paylaşım savaşımından kayıplarını azaltmak üzere dış politika kuruyorlardı. Batı emperyalizmi, Anadolu’da gelişecek devrimci halk hareketini boğmak için her türlü yardıma hazırdı. Oysa bugün, TC devletini yönetenler, daha yeni başlamış olan bir paylaşım savaşımında, efendilerine, kendilerinin de onların soyundan olduğunu anlatarak, pay istemektedirler.

Bugün, Saray Rejimi, içeride kendi iktidarını sağlamlaştırmak için, dış politikada, ABD tetikçisi olarak davranmaktadır. Hatta Erdoğan için bu mesele ailesinin ve mal varlığının “beka”sı hâline gelmiştir.

Suriye’de, kendisi işgalci konumda olan TC devleti, uyguladığı ve kendileri açısından bile yanlışlığı ortaya çıkan politikadan vazgeçmiyor. Bunun ana nedenlerinden biri, içeride iktidarı kaybetme korkusudur. ABD adına, tetikçilik yaparak, bölgede bir güç elde etme isteği, TC devletini, IŞİD ile ittifak eder pozisyona getirmiştir. Yanlışlıkla IŞİD zafer kazanmış olsa, TC devletinin “kontrolümde” dediği gücün, kendisinin kontrolü ile hiçbir bağlantısının olmadığı ortaya çıkacaktır. IŞİD güçlerinin içeride bombalamalarda kullanılması, Suriye savaşı için, “sınırın diğer yanından üç füze atma” provokasyonlarının devletçe organize edilmesi, devletin çeteleşmesi denilen sürecin sadece bir parçasıdır.

Libya’ya, eğer ABD doğrudan kendisi müdahale etmiş olsa idi, düşünelim ne olurdu? İlkin Avrupa ile karşı karşıya kalırdı ki, bugünlerde Rusya ve Çin’e karşı Avrupa’yı yanında tutmak için, Avrupa’ya dönük hamlelerini ertelediği düşünülürse, bu büyük bir sorun demek olacaktı. ABD, hazır elinde, Osmanlı hevesleri ile içerideki iktidarını devam ettirmek için savaşa muhtaç olan bir iktidar varken, neden kendisi devreye girsin? TC devleti devreye girdiğinde, Avrupa ile sorunu olacak olan TC devleti olacaktır. Zaten Suriye savaşı, eninde sonunda TC devleti ile Rusya arasındaki “yakınlaşma” görüntülerini parçalayacaktır, en azından bu potansiyeli vardır. Avrupa ile Libya nedeni ile çatışmaya başlayan bir TC devletinin, ABD’ye biat etmek dışında seçeneği de kalmayacaktır. Öte yandan, TC askerleri ile birlikte IŞİD çetelerini Libya’ya taşıması, IŞİD çetelerinin ömrünü uzatacak, ABD adına, kullanılmaya hazır güçleri de sağ tutacaktır.

Bu süreç, Saray Rejimi’nin ihtiyaç duyduğu savaş ihtiyaçlarını karşılar mı belli değil. Ama Erdoğan için denemeye değer bulunmuştur. Bu yolla Erdoğan iktidarını pekiştirme peşindedir. Bahçeli’nin her durumda “beka” sorunu olarak Libya’yı tartışması zaten ceptedir. Bu arada ise, IŞİD çeteleri ile TC ordusu arasındaki yakınlaşma, SADAT kontrolünde daha da “kurumsallaşacak”tır. Elbette bu hamleler, Rusya ile Türkiye yakınlaşmasına da bir darbe vuracaktır. Beklenti budur.

Tüm bunlar, bölgede İran’a karşı geliştirilen savaş konsepti içine, Türkiye’yi daha çok ABD kucağına ve kontrolüne itecek midir?

İsrail ile “yüzyılın anlaşması” diyerek, Ortadoğu bölgesinde planlarını güncelleyen ABD, belki Trump için bir seçim kazanma dönemine girecektir. Ama bu sayede, Ortadoğu’da, Süleymani suikastı gibi saldırıların yenilerine de olanak oluşturacaktır.

Suriye’de işgal altında tuttuğu topraklardan TC devletinin çıkışı süreci, İdlib’in Suriye’nin kontrolüne geçmesi meselesine bağlıdır. Bu nedenle, İdlib meselesi, tam da İran’a karşı saldırılar diye açıklayacağımız, ABD ve İsrail projesine Türkiye’yi yakınlaştıracaktır. Ayakta kalmak, iktidarı sürdürmek hevesi, Erdoğan’ın bu sürece girmesini kolaylaştırıcı bir unsur gibi durmaktadır.

Demek oluyor ki, ABD bölgede aldığı tüm yenilgilere rağmen, kalıcı bir unsur olmakta diretecektir. Ve öyle anlaşılıyor ki, bu İran’a karşı savaş planları ile bağlantılıdır.

Tüm bu savaş sürecini dağıtmak mümkün müdür?

Mümkündür. Zordur ama mümkündür. Bu süreç, bölgede gelişecek direnişe bağlıdır. Tam da bugün, tüm bölgemizde devrimci kardeşliği geliştirmek önemlidir. Bir devrim, tüm savaşı durdurabilecek tek eylemdir. Bölgemiz, sosyalizme, devrime, barışa, özgürlüğe susamıştır. Bunu başarmak, zor ama mümkündür.

Savaşa, yağmaya, ranta karşı genel grev, genel direniş

Biz diyoruz ki, Saray Rejimi, “savaş, rant ve yağma ekonomisi” üzerinde yükseliyor.

Artık hepsi, tüm Saray, savaş müptelasıdır.

Artık hepsi, tüm Saray ve çevresi, yağmacıdır, rantçıdır.

Artık hepsi, tüm Saray medyası, yalan makinası, karartma merkezidir.

Artık hepsi, yargısı, polisi, ordusu, katliamcıdır, emperyalizmin denetimindedir.

Artık hepsi, tüm Diyanet İşleri, tacizcidir, pazarlamacıdır, tecavüzcüdür, dolandırıcıdır.

Ve hepsi birlikte, Saray Rejimi, modern ortaçağ karanlığının Türkiye versiyonudur.

Erdoğan’ın söylediklerine bakın:

1- İdlib soruluyor kendisine ve şöyle diyor: “Savaş diyebilirim.” Demek TC devleti bir savaş ilan etmiştir ve bunu deklare etmemiştir.

Savaş kime karşı ilan edilmiştir?

Artık niyetler gizlenemiyor. Kel düştü, takke göründü. İdlib’de, IŞİD’ci çetelerle birlikte, Soçi ve Astana’da, terör örgütü ilan ettikleri ile birlikte TC ordusu, ortak saldırı düzenlemektedir.

Orada ölenler, kimin için ölmektedir?

Yanıtı açık, Saray Rejimi, Saray ve çevresinin çıkarları için. Asla ve asla vatan için değil.

2- Libya’da savaşa balıklama dalan savaş seviciler, şunları söylüyorlar:

“Suriye Milli Ordusu’ndan ekiplerimizle beraber oradayız.”

Orası Libya’dır.

Libya’da, TC devletinin ordusu, açık olarak, IŞİD uzantısı çetelerle birliktedir. İtiraf Erdoğan’dan gelmektedir.

Libya’da askerler, yoksul insanların çocukları, kimin için savaşmaktadır? Saray Rejimi’nin ayakta durabilmesi için, acımasızca, askerlerinin kanını döken bir rejim var ortada.

Erdoğan’a soruyorlar, Libya’da şehitlerimiz var mı, diye.

Yanıt: “Birkaç tane şehidimiz var.”

Sanki, sineklerden, sanki patates çuvallarından, sanki petrol varillerinden söz ediyor: “Birkaç tane.”

Acaba, “birkaç tane”si, kaç dolardır? Kaç dolara satılmışlardır?

Erdoğan, savaş naraları, ölüm tacirliği yapar tarzda savaş naraları atıyor: “Şehitler tepesi inşallah boş kalmayacak” diyor.

İnşallah, umuyorum ki, allah izin verirse anlamındadır ve Erdoğan, inşallah daha fazla şehit için dua etmektedir. Amerikan çıkarları, Saray Rejimi’nin devamı için, inşallah daha fazla şehit vermekten söz ediyor. Normali, daha az kayıp vermeyi ummak olmalıdır. Oysa Saray Rejimi, artık, adak adar gibi, askerlerinin kanını dökmektedir.

Libya’da, yabancı basına göre, 16 asker ve 100’den fazla MSO çetesi ölmüştür. İşte size “birkaç tane.”

Libya’da ölen bir subay, gizlice defnedilmiş, silâh arkadaşları tarafından ölüm haberi basına sızdırılmış, basında bu haberi “tweet”leyenlerin sosyal medya hesaplarına el konulmuştur. Ölümleri gizleme üzerine kurulu bir savaş politikası, ABD hizmetinde “Mehmetçiğin” satışa çıkarılması ancak böyle hayata geçirilmektedir. Acaba Suriye’deki kayıpların ne kadarı gizlenmektedir?

Bu, bizim savaşımız değildir.

Bu, halkın savaşı değildir.

Bu, işçilerin, emekçilerin, yoksulların, milyonların savaşı değildir.

Bu, vatan savunması değildir.

Bu savaş, savaş ekonomisini beslemek için vardır.

Bu savaş, Saray Rejimi’ni ayakta tutabilmek için yürütülmektedir.

3- Ülkede ekonomik kriz had safhaya yaklaşmaktadır.

Her gün iş cinayetleri, her gün kadın cinayetleri, her gün çocuk istismarcılığı “birkaç tane”yi aşkın biçimde gerçekleşmektedir.

Her gün, yeni bir intihar vakası ile yoksulluk, açlık, işsizlik, çaresizlik ortaya çıkmaktadır.

7 milyon emekli, asgarî ücretten daha az ücret almaktadır.

İşsizlik hızla artmaktadır.

9 milyon insan asgarî ücretin yarısı kadar gelir elde etmektedir.

Birçok insanın sosyal güvencesi yoktur.

Birçok insan, maaşını alamamaktadır.

Kriz, tüm ağırlığı ile, emekçilerin omuzlarına oturmaktadır.

4- Saray Rejimi, doğayı, kentleri yağmalamaktadır. Rant avcılığı, Saray Rejimi’nin gözde mesleği olmuştur. Her gün, yeni bir rant planı halka dayatılmaktadır. Bunun için belediyelerin tüm olanakları yağmalanmaktadır.

5- Tüm bunlara karşı gelişmekte olan direnişe karşı, her türlü baskı, her türlü şiddet devreye sokulmaktadır. Saray Rejimi, yolun sonunu gördükçe, daha fazla saldırmaktadır. Kendi korkularını, halka bulaştırmak istemektedirler. Söz söylemeyi, gerçekleri haykırmayı, eylemlerle hak aramayı bir yana bırakın, düşünmeyi, nefes almayı yasaklamak için yollar aramaktadırlar.

Bu, iktidarın çaresizliğidir.

İşçi ve emekçiler, halklar, tüm gidişe karşı, hayatın her alanından, direnişler geliştirmektedirler.

Bu direnişlerin büyümesi, bu direnişlerin örgütlü ve kararlı bir mücadeleye dönüşmesi mümkündür.

Sadece mümkün değil, hayatî ölçüde gereklidir.

İşte bu nedenle, genel grev ve genel direniş bayrağını yükseltmek gerekiyor.

Görev budur.

Bu, yarın genel grev anlamına gelmez.

Hayır, örgütsüz, hazırlıksız bir genel grev, büyük bir yenilgi olacaktır.

Saray Rejimi ile işçi ve emekçilerin, iki ayrı cephede savaşmakta olduğunu görerek, adım adım hazırlanarak, bir genel grevden söz etmeliyiz.

Genel grev, aynı zamanda, hayatın her alanında bir genel direnişe dönüştürülmelidir.

Korkuları da budur.

Bunun için azgınca, kuralsızca saldırıyorlar.

Dışarıda süren savaş, içeride bir iç savaşa dönüşmektedir.

İşçi ve emekçiler, bu savaşa hazırlanmak zorundadırlar.

Şimdi, gözyaşları ile kendine acıma zamanı değildir.

Şimdi, çaresizlikle kıvranma zamanı değildir.

Şimdi, bireysel çözümler zamanı değildir.

Şimdi, intihar etme, hayata küsme zamanı değildir.

Şimdi, ağır ağır ayağa dikilme, örgütlenme ve hazırlanma zamanıdır.

Şimdi, genel grev ve genel direniş bayrağına sarılma zamanıdır.

Şimdi, örgütlenme ve örgütlü mücadeleyi sabırla, inatla sürdürme zamanıdır.

Bu bilinçle, tüm devrimci işçileri, tüm aydınları, tüm öğrencileri, tüm kadınları, Kaldıraç Hareketi saflarında mücadeleye çağırıyoruz.

Kahrolsun tekelci polis devleti!

Yaşasın, Anadolu Sosyalist Devrimi!

Transnational solidarity against racism and war!

Hundreds of groups and organizations worldwide sign multilingual statement to join forces and react together to the escalation of recent events taking place on the Greece-Turkey border. This joint statement that we signed is the first step of the cross-border initiative formed by those who unite in the transnational anti-racist struggle for the rights and freedoms of migrants.

Five years after the so-called “refugee crisis” and almost four years after the EU-Turkey deal, we are once again witnessing the violence caused by security-centred migration policies. Since last Thursday (27.02.2020), thousands of people have been moving towards the Turkey-Greece border following the announcement that migrants wanting to reach Europe will no longer be stopped on the Turkish side. The announcement from Turkish government officials came after the death of 33 Turkish soldiers in the Idlib area, where conflict escalation has seen the civilian death toll rapidly increase by the day, with basic infrastructure and health facilities being blatantly fired at. Turkish government keeps its borders with Syria closed while seeing no harm in pushing thousands of migrants towards the doors of Europe, into a limbo.

Migrants and asylum seekers from Syria, Afghanistan, Pakistan and several African countries have been reaching the border-crossing areas of Edirne, Çanakkale, and İzmir; some were brought there by buses of municipalities, some arrived by private taxis, or walking. In the Edirne area, they have been allowed to proceed to the border zone by the Turkish authorities, but Greek police forces prevented them from passing with gas and sound-lighting bombs. At the same time, Turkish authorities restricted the access of journalists and reporters. Those stuck in the grey zone between the two states under heavy rain and with scant food supplies have been shouting for the opening of the borders. Some of those who reach the land border were told by the authorities to cross by sea despite hazardous weather conditions.

In Greece, the scenario is also worsening. The government has recently passed a new stricter and even more inhumane law on asylum entailing detention upon arrival to the Greek territory for all new asylum seekers. In the past days, local communities on the islands of Chios and Lesbos have been clashing with riot-police in opposition to the establishment of new detention facilities. Under the burden of the so-called “refugee crisis” since the EU-Turkey deal, they have been protesting against the deterioration of their own living conditions and of the living conditions of those seeking asylum there. However, xenophobia and racism have never stopped infesting the public discourse. In reaction to the latest events, Greek government officials have been fuelling hatred and fear by spreading the myth of an invasion by “illegals” at the behest of its neighbouring country.

Xenophobia, racism and their normalisation must be opposed everywhere they surface, be it in Turkey, Greece and anywhere else. The instrumentalization of the lives of migrants, asylum seekers and refugees reduced to a threat and a bargaining chip must end, both in domestic electoral campaigns and in the relations between the Turkish government and the EU. The security policies that push thousands of already displaced people into a limbo and the border regimes that cause the endless cycle of violence against them must cease. What we demand are peace, fundamental rights and freedoms of every person on the move.

Borders are killing, open the borders!
Stop the war on refugees & migrants!
Transnational solidarity against racism and war!
For a free world without borders, exploitation, and exile.

For the list of signatories, see here: https://crossbordersolidarity.com/.

Irkçılığa ve savaşa karşı ulusötesi dayanışma!

Yunanistan-Türkiye sınırında yaşananlara karşı bir araya gelmek ve ortaklaşa tepki göstermek için dünya çapında yüzlerce kurum ve topluluk aşağıdaki ortak açıklamaya imza attılar. Kaldıraç olarak imzacısı olduğumuz bu ortak açıklama, göçmenlerin hak ve özgürlükleri için ulusötesi ırkçılık karşıtı mücadelede birleşenlerin oluşturduğu ulusötesi inisiyatifin ilk adımıdır.

AB-Turkiye anlaşması dördüncü yılını doldurmak üzereyken ve sözümona “mülteci krizi”nden beş yıl sonra bugün yine güvenlik odaklı göç politikalarının sebep olduğu şiddetle karşı karşıyayız. Geçtiğimiz Perşembe (27.02.2020) Türkiye tarafından Avrupa’ya geçmek isteyen göçmenlerin daha fazla tutulamayacağı açıklandı. Bunun üzerine binlerce kişi Türkiye-Yunanistan sınırına doğru harekete geçti. Bu açıklama çatışmaların şiddetlenmesiyle günbegün daha fazla sivilin öldürüldüğü, hastane ve temel altyapıların pervasızca hedef alındığı İdlib bölgesinde 33 Türk askerinin hayatını kaybetmesi üzerine yapıldı. Türkiye hükümeti Suriye ile sınırını kapalı tutmaya devam ederken kendi topraklarındaki göçmenleri Avrupa’nın kapılarına, belirsizliğe doğru iteklemekte bir mahzur görmüyor.

Binlerce Suriyeli, Afgan, Pakistanlı ve çeşitli Afrika ülkelerinden göçmen ve sığınmacılar Edirne, Çanakkale ve İzmir gibi sınır bölgelerinde beklemekte; kimileri belediye otobüsleri ile sınıra getirilmiş, kimileri ise taksiyle ya da yürüyerek bölgeye ulaşıyorlar. Edirne’de Türkiye otoriteleri göçmenlerin sınır bölgesine geçmesine izin verirken habercileri durduruyor, Yunan polisi ise gaz ve ses-ışık bombaları ile geçişleri engellemeye çalışıyor. İki devletin sınırı arasındaki bölgeye geçmiş olan göçmenler yoğun yağmurun altında, herhangi bir gıdaya erişimi olmadan beklerken sınırların açılması için sloganlar atıyorlar. Kara sınırında bekleyen bazı kişilere ise tehlikeli hava koşullarına rağmen bizzat yetkililerce deniz yolu ile geçmeleri önerilmiş.

Yunanistan’da da durum kötüye gitmekte. Yakın zamanda hükümet Yunan topraklarına ulaşan her yeni sığınmacının alıkonulmasını öngören daha sıkı ve zalimane bir yasa geçirdi. Geçtiğimiz günlerde Sakız ve Midilli adalarının sakinleri yeni alıkoyma merkezlerinin inşa edilmesine karşı yapılan protestolarda polisle çatıştı. Bu protestolar AB-Türkiye anlaşmasının doğurduğu sözde “mülteci krizinin” yükü altında hem ada halkının hem de sığınmacıların yaşam koşullarının kötüleşmesine karşı ortaya çıktı. Öte yandan yabancı düşmanlığı ve ırkçılık da kamusal söyleme etki etmeye devam ediyor. Son gelişmelerin üzerine, Yunan hükümeti komşu ülkenin emriyle tetiklenen “yasadışı göçmenlerin” istilası miti üzerinden nefret ve korku yaymakta.

İster Türkiye’de ister Yunanistan’da ya da başka bir yerde, her nerede ortaya çıkarlarsa çıksınlar ırkçılığa, yabancı düşmanlığına ve bunların normalleştirilmesine karşı durmalıyız. Göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin hayatlarının bir tehdit ya da pazarlık unsuru haline getirilmesine, devletlerin seçim kampanyalarında ya da Türkiye ile AB arasındaki ilişkide bir koz olarak kullanılmalarına derhal son verilmeli. Halihazırda yerinden edilmiş binlerce kişinin hayatını tekrar belirsizliğe sürükleyen güvenlik politikaları ve insanları sonsuz bir şiddet döngüsüne hapseden sınır politikaları ortadan kalkmalı. Biz barışta ve hareket halindeki her insanın temel hak ve özgürlüklerini talep etmekte ısrar ediyoruz.

Sınırlar öldürüyor, sınırları açın!
Göçmen ve mültecilere karşı savaşa hayır!
Irkçılığa ve savaşa karşı ulusötesi dayanışma!
Sınırsız, sömürüsüz, sürgünsüz bir dünya!

İmza listesine https://crossbordersolidarity.com/ adresinden ulaşabilirsiniz. 

Öfkemizi örgütlüyoruz. Bizden aldıklarınız için dünyayı almaya geliyoruz!

Emine Bulut kocası tarafından öldürüldü.

Ceren Özdemir sokakta yürürken öldürüldü.

Şeyma Yıldız babası tarafından öldürüldü.

Şule Çet bir plazanın 20. katından atıldı.

Ceren Özdemir davasında avukatlar Ceren’i ahlaksızlıkla suçladı.

Nadira Kadirova’ya, Rabia Naz’a, Yeldana Kaharman, Gülistan Doku’ya ne oldu?

Ve bu sırada milyonlarca kadının evde ve işte emeği sömürülmeye devam etti.

Evet öfkemiz büyük, isyanımız da. Dünyaya bakın. Şili’den Sudan’a, Hindistan’dan Irak’a İran’a, Bangladeş’ten Fransa’ya. Biz yeryüzünde milyonlarca kadın sömürüye, cinayetlere, tacize, tecavüze, yoksulluğa karşı ayaktayız. Öfkemiz büyük, isyanımız da.

Ekonomik krizin her gün ağırlaşan koşullarında yaşamaya çalışanlar, güvencesiz, ucuz iş gücü olarak sömürülen kadınlarız. Krizin yarattığı “stres”, “bunalım”, “depresyon” bahanesiyle erkeklerin şiddetine uğrayan da yine biz kadınlarız. Büyüyen işsizliğin getirdiği öfkeyi de saç kurutma makinesiyle çocuğunu ısıtmaya çalışan kadının çaresizliğini de biliyoruz. Öfkemizi biriktiriyoruz, isyanımızı da.

Kendi varlıklarını devam ettirmek için dünyayı savaş alanına çevirenleri, savaşlar üzerine kurulu ekonomileri ile bizi baskıyla yönetebileceklerini düşünenleri biliyoruz. Savaş koşullarında kadınların yaşadıklarını da, göç yollarını da, kadın köle pazarlarını da görüyoruz.

Emine’nin ölmek istemiyorum haykırışı kulaklarımızda. Ve aynı haykırışı 2019 yılında öldürülen 474 kadın için de duyuyoruz. 2019 yılında 474 kadın öldürüldü. ‘Güçlü aileler sorunlarını kendi içinde çözer’ diyerek kadınların içine sıkıştırılmaya çalıştığı ailede yemek, bulaşık, çamaşır, çocuklar döngüsünde sömürüldüğünü de; uğradığı tacizi, tecavüzü, şiddeti de biliyoruz. Öfkemizi biriktiriyoruz, isyanımızı da.

Adına yargı denen ama önce kendisini yargılaması gereken, adalet denen ama katilleri aklayan sistemleri var. Kadınları giyiminden, bulunduğu yerden, akıl sağlığını gerekçe göstererek, özsavunmasından suçlu ilan etmeye çalışan hakimleri ve avukatları var biliyoruz. Öfkemizi biriktiriyoruz, isyanımızı da.

Biz kadınlar, biriken öfkemizle sokaklarda, meydanlardayız.

Biz kadınlar toplumun yarısıyız.

Bizi ikinci cins diyerek önemsizleştirmeye çalışan bu sistemde biz kadınlar üretimden gelen gücümüzle varız, emeğimizle varız, bedenimizle varız, en çok da mücadelemizle varız.

Biz kadınlar direnmeyi biliyoruz, biz kadınlar mücadele etmeyi biliyoruz, biz kadınlar ‘kadınlar vardır’ dedirtmeyi biliyoruz, biz kadınlar toplumun her alanında kendimizi görünür kılmanın yollarını biliyoruz.

Bugün bize gereken ise kazanmayı öğrenmektir.

Ahtapot gibi sekiz kolumuz varmışçasına her işi yapan biz bu dünyanın lanetlileri, her gün bu yaşamı yeniden kendi ellerimizle örüyoruz. Bugün birçok kadın hem çalışıyor, hem de çocuğunun sorumluluğunu, ev işlerinin yükünü tek başına sırtlanıp taşıyor. Biz kadınlar, bu eşitsiz yükün altından kalkmaya gösterdiğimiz gayreti ve gücü kendi yaşamımızı ve toplumu değiştirmek için örgütlediğimizde başaramayacağımız ne olabilir?

Madem bu düzen bizim emeğimizle varlığını sürdürüyor; her türlü sömürüye, aşağılanmaya, şiddete karşı özgür bir dünya yaratmak da ellerimizde. Yükümüz ağır. Gücümüz büyük. Gücümüzün farkında olup, hayatlarımız için, toplumsal hayatın öznesi olmak için bir araya gelelim.

Bugün biriken öfkemiz, bizi bir kadın öldürüldüğünde, tacize uğradığında, işten atıldığında yan yana getiriyor. Bunlar yaşanmadan yan yana gelmenin ve dünyayı değiştirmenin yolu, bunların yaşanmamasını sağlamanın yolu örgütlülüktür. Öfkemizi örgütleyelim, isyanımızı da.

Örgütlenmek, karşımızda duran, her saldırısında bizi daha sık yan yana getiren bu sistemli sömürüye karşı sistemli bir cevap verebilmektir. Yalnız canımız yandığında değil, hak ettiğimizi yani bütün dünyayı istemek için yan yana gelmektir. Bir bildiri dağıtmak, yanımızdaki kadınlara yalnız olmadıklarını göstermektir. Örgütlenmek, sömürüyü nasıl ortadan kaldıracağımızı tartışmaktır. Şiddeti, tacizi, tecavüzü ortadan kaldırmak için yapacağımız eylemlerdir. Örgütlenmek, bu çürümüş düzenin bizi tanımlamasına izin vermeden özne olmak, kararlarımızı biz veririz demektir. Örgütlenmek, başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylemek ve o dünyayı almaya gelmektir.

Sınıfsız ve sınırsız bir dünya için mücadelemizle kendimizi var edelim. 8 Mart’ta, tüm bu saldırılara karşı cevabımızı bir arada verelim. Bütün kadınlara sesleniyoruz, isyanlarımızdan öğreniyoruz, kazanmak için örgütlenelim. Bütün kadınlara sesleniyoruz; kafamızı işyerlerinden, evlerden, üniversitelerden kaldırıp gözümüzü dünyaya dikelim. Öfkemizi örgütleyelim, ellerimizle dünyayı yeniden yaratalım.

Suriye’de savaşa hayır!

27 Şubat gecesi gerçekleşen hava saldırısında -resmî kaynakların açıkladığına göre- 33 askerin hayatını kaybetmesi sonrası Suriye savaşı, örtülü olarak devletler, açıktan çeteler eliyle yürütülen bir ‘vekâlet’ savaşı olmaktan çıkarak, bir üst aşamaya, açıktan devletler eliyle yürütülen bir ‘vekâlet’ savaşına dönme tehlikesi ile karşı karşıyadır.

ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmek için başlattığı saldırganlığın bir aşaması olarak devam eden Suriye savaşı, Irak ve Libya’da da tam olarak zafer elde edemeyen ABD için yenilgi ile sonuçlandı. İşbirlikçi bölge devletleri, onların desteklediği katliam ve tecavüz çeteleri ile yakılıp yıkılan Suriye’de şimdi yenilginin sonuçları yaşanmaktadır.

Bu savaşa, iki saatte Şam’da namaz kılacakları iddiası ile katılan bu ülkenin yönetenleri, şimdi yenilginin sorumluluğunu tek başına üstlenmek zorunda kalıyor. Üstelik, Türkiye de dahil tüm dünyanın ‘terörist’ ilan ettiği, dünyanın birçok yerinden gelen cihatçı çetelerin açıktan hamiliğini yapacak, onlarla aynı siperde savaşacak kadar bir batağın içinde bulunuyor.

İdlib, Suriye savaşında yenilginin tescilleneceği yerdir. Dokuz yıldır süren savaşın gelip sıkıştığı, çetelerden temizlendiğinde gerisinin çorap söküğü gibi geleceği düğümdür. Saray Rejimi için ise bundan sonra ABD açısından desteklenip desteklenmeyeceğinin belirleneceği varlık-yokluk meselesidir.

Türkiye, emperyalizm adına vekâleten, çöken ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ni sürdürmeye çalışmaktadır.

Bu savaşı başlatan başta ABD emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalist ve işbirlikçi bölge devletlerinin askerlerini savaş alanından çektiği, arkadan dolanarak savaşı uzatmaya çalıştığı Suriye’de, Türkiye, emperyalizm adına vekâleten, çöken Büyük Ortadoğu Projesi’ni sürdürmeye çalışmaktadır.

NATO’nun göreve çağrılması da, ABD’den yardım istenmesi de, Avrupa’ya kızarak sınır kapılarının mültecilerin geçişi için açılması da, bu tek kalmışlığın getirdiği çaresizliğin sonuçlarıdır. Dün geceki, 33 askerin hayatını kaybetmesine yol açan saldırı sonrası, tek destek İsrail’den gelmiş, İsrail, Suriye’ye hava saldırısı düzenlemiştir. 

Bu savaş, bu ülkenin emekçilerinin, yoksullarının, halklarının savaşı değildir. Suriye halkları bizim düşmanımız değildir. Savaş, daha fazla yoksulluk, açlık, gözyaşı ve ölümdür. Gazete köşelerinden, kürsülerden, “yansın İdlib, yıkılsın Suriye” diyerek savaşı körükleyenlerin kendileri ya da onların çocukları  ölmüyor, ölmeyecek. Savaşta ölenler bu ülkenin yoksul emekçi çocuklarıdır.

Başka bir ülkenin topraklarında savaş yürütenler, başka bir ülkenin halklarının nasıl yaşayacağına müdahale edenler, kendi topraklarına da benzer gerekçelerle müdahale edilmesini meşrulaştırmış olurlar.

Suriye’deki askerler bir an önce geri çekilmeli, dokuz yıldır Suriye’nin yakılıp yıkılmasına neden olan savaş politikalarına son verilmelidir.

Bölgemizi kan gölüne çeviren emperyalist saldırganlığa karşı, halkları birbirine düşman eden savaş politikalarına karşı halkların ortak anti-emperyalist mücadelesini yükseltelim.

Suriye’de savaşa hayır!

Yaşasın halkların ortak mücadelesi!

KALDIRAÇ

28 Şubat 2019