Ana Sayfa Blog Sayfa 125

Komünist yazar Temel Demirer serbest bırakılsın!

Dergimiz yazarlarından, dostumuz, yoldaşmız, Temel Demirer, Ankara’da başlatılan bir soruşturma nedeniyle, 6 Ekim 2018 Cumartesi günü sabah saatlerinde evinden gözaltına alınmıştır.

Pendik Polis karakolundan, Kartal İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne götürülen Temel Hocamız, Kartal Emniyeti’nden verilen bilgiye göre, Ankara’ya götürülmüştür.

Bugüne kadar, yaptığı konuşmalardan, yazdığı yazılardan yüzlerce dava açılan Temel Demirer, her davada fikirlerini mahkemelerde de savunmaya devam etmiş bir devrimcidir. Devrimci aydınımızdır.

Bu gözaltıların Temel Hocamızı fikirlerinden, duruşundan alıkoyamayacağını yönetenler de bilmektedir. Çaresizce saldırmak dışında bir yol bulamamaktadırlar.

Temel Demirer, her koşulda; işçilere, öğrencilere, ezilen halklara, “yeryüzünün lanetlilerine” devrimci fikirleri anlatmaya, mücadele etmek isteyenlere bilinç ve moral taşımaya devam edecek…

“Fikirleri hapsedemezsiniz”…

Temel Demirer serbest bırakılsın!

KALDIRAÇ

6 Ekim 2018

Saldırın efendiler

Saldırın efendiler, coplarınızla, biber gazınızla, TOMA’nızla, ordunuzla, polisinizle saldırın.

Nasılsa meydan sizin.

Nasılsa, sarayınız var.

Nasılsa karanlıklar üreten basınınız var.

Nasılsa kan dökmeye alışıksınız.

Nasılsa yağma ve rant üzerine kurulu rejiminiz henüz ayakta.

3. Havalimanındaki işçilere nasıl saldırdınızsa, öyle saldırın. Nasılsa hapishaneleriniz, yargınız sizin emrinizde.

Soma işçilerine saldırdığınız gibi saldırın, işçileri tekmeleyin, coplayın.

Gezi Direnişi’ne saldırdığınız gibi saldırın. Palalılarınızı, çetelerinizi toplayıp kadınların, gençlerin üzerine saldırın.

Lice’de saldırdığınız gibi saldırın, insanları ateşe verin. Kadın çocuk ayırmadan saldırın. Evleri yıkın, bombalayın, yakın tüm mahalleyi.

Meydan sizin.

Otobüslerde kadınlara saldırın, yoldan yürüyenlerin giysilerine saldırın.

Grevdeki işçilere saldırdığınız gibi saldırın, onları köleliğe “razı” edene kadar, topunuz tüfeğinizle saldırın.

Açlıktan kıvranana, yaz günü sıtmadan ölene, yere düşene saldırın.

Kasalarınızın içi dolana kadar.

Torunlar inşaatta asansörde ölenlerin hesabını soralım diyenlere saldırın.

Annelere, Galatasaray meydanında toplanıp kayıplarını yıllardır arayan analara saldırın. Sakın aman vermeyin, her yerde saldırın.

Avukatlara saldırın.

Öğretim üyelerine saldırın. Barıştan söz eden herkese nasıl saldırıyorsanız öyle saldırın. Kimsenin çığlığına aldırmayın, sadece saldırın.

Öğrencilere saldırın. Hapishanelere tıkın. Linç edin.

Gazetecilere saldırın.

Milyonlarca insana, bir an tereddüt etmeden saldırın.

Mitinglere, barış mitinglerine saldırın. Ankara Garı’nın önünde olduğu gibi, barış isteyenlere saldırın. Suruç’ta olduğu gibi saldırın. IŞİD çetelerini, mafyanızı devreye sokarak, halkın üzerine sürün.

Ama ne yapsanız, bu zulüm sonsuza dek sürmeyecek.

Ne yapsanız, halk size boyun eğmeyecek.

Ne yapsanız sizin aç gözlülüğünüz doymayacak.

Ne yapsanız elinizdeki bu kan kurumayacak.

Hazır işçiler henüz yeterince örgütsüz iken, hazır halk henüz yeterince örgütsüz iken durmadan saldırın.

Ama siz de biliyorsunuz ki, günleriniz sayılıdır. Bu zulüm, bu baskı, sizi ayakta tutmaya artık yetmeyecek.

Hapishaneler, size yetmeyecek.

Yargınız, polisiniz, jandarmanız, TOMA’nız, harekete geçen halkın karşısında dayanamayacak.

Gezi Direnişi’ni hatırlayın. Biber gazına karşı, elleri çıplak, “at at” diyen, “sık sık” diyen kalabalıkları hatırlayın. Halkın biriken öfkesinin ne demek olduğunu hatırlayın. Metal Fırtına’yı hatırlayın.

Bu baskı ve şiddetin içinde, bu kan gölünün içinde, bu çürümüşlüğün ve kokuşmuşluğun içinden işçi sınıfının dirilişi, ağır ağır gerçekleşmektedir.

Saldırın efendiler.

Durmadan saldırın.

Bir daha bu günleri göremeyeceksiniz.

Biz biliyoruz ki, çok ama çok korkuyorsunuz. Biz biliyoruz ki, korktukça daha da saldırganlaşıyorsunuz. Biz biliyoruz ki, er ya da geç, bu korkularınız gerçeğe dönüşecek.

Nasırlı ellerini toprağa basarak işçi sınıfı, ayakları üzerine dikilecek, örgütlenecek ve sizi hak ettiğiniz yere, tarihin karanlık sayfalarına gönderecek. Gençler, kadınlar, tüm halk, bu karanlığa, bu kokuşmuşluğa son verecek birikimi er ya da geç yakalayacak. Anadolu’nun güneş ülkesi olduğunu unutmayın. Sizin basınınız bu güneşi solduramayacak. Ebedî karanlığınız sizinle birlikte tarih olacak.

Siz de biliyorsunuz, başlangıcı olan her şeyin, bir de sonu vardır. o

Savaş kundakçılığı ve Ortadoğu

SSCB çözüldükten, bir anda, beklenmedik bir biçimde Gorbaçov’un sözüm ona durumu düzeltme hamleleri ile, perestroyka sloganları altında dağıldıktan sonra, komünizme karşı birleşmiş emperyalist dünya, Batı dünyası, NATO ve G7 ülkeleri, kendi aralarında dünyanın yeniden paylaşımı dönemini ağır ağır açtılar. Bu, Üçüncü Dünya Savaşı perdesinin açılması da demek idi.

Beş büyük emperyalist güç arasında bir paylaşım savaşımıdır bu. Bunlar, ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa’dır. Elbette başkaları da var, ama iş büyük ölçüde bu beşlinin arasında süren bir hâl almıştır.

SSCB var olduğu dönemde, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, komünizme karşı birlikte hareket eden bu güçler, aynı zamanda, direkt veya dolaylı ABD kontrolünü de kabul etmiş idiler. ABD, burada, sanki, hiyerarşide bir üst pozisyonda idi. Özellikle askerî alanda bunu görmek mümkündür. Ama bu arada, elbette bu emperyalist güçler, kendi sömürgelerini organize etmede “özgür” idiler. Bazı ortaklıklar koşulu ile bu “özgürlük” vardı.

SSCB çözülünce, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, ayrı ayrı kollardan, ABD kontrolünü kırmaya başladılar. Gladio örgütlenmeleri deşifre edildi, ABD üslerinin kapatılması istendi, dinleme-kulak sistemleri ortalığa saçıldı vb. Böylece, bu güçler, kendilerini daha “özgür” hâle getirmeye çalıştılar.

Aynı anda ABD, dünya imparatorluğunu ve tek kutuplu dünyayı ilan etti. Kissinger’in ağzından, ABD’nin dış politikaya ihtiyacı olmadığını dile getirdiler. Ama uzun sürmedi.

Bir süre sonra, ABD, soğuk savaş döneminde elde ettiği olanaklara dayanarak, “hür dünya” için, yeni bir tehdit ortaya çıkarma işine koyuldu. İslam, radikal İslam bunun için öne çıkarıldı. ABD, bu iş için, çok da emek vermedi, zekâ da gerektiren bir iş değildi. Hazır komünizme karşı yeşil kuşak projesi vardı. Bu projeye biraz şekil verip, biraz copy-paste yaptınız mı, El Kaide gibi bir organizasyona ulaşmanız zor olmazdı. Öyle yaptılar. Müslüman Kardeşler, Gülen hareketi, bugünkü AK Parti, aslında hep bu yeşil kuşak projesi ile ABD’nin İslam’ı denetim altında tutma projesinin devamıdır. İşte SSCB yok olunca, Batı dünyasını, tek kutuplu bir dünya hayali ile ABD şemsiyesi altında birleştirmek için, radikal İslam devreye sokuldu.

Afganistan ve Irak işgalleri, bu süreçte, ABD’nin, paylaşım savaşımını, “ortak” rakipleri olan Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa’ya karşı önde götürme isteğinin bir ürünü idi. ABD, pastadan istediğini alıp, yeteri kadarını vermek üzere bu güçleri kendi şemsiyesi altına çağırdı. Eğer hayır derlerse, savaş gücünü devreye sokmakla tehdit etti. Bu yıllar boyunca kurulan yüzlerce üssün amacı da budur.

Ne ki, ekonomi denlen şey, kendine has bir dayanıklılığa sahiptir. Ve ABD güçlerini sahaya sürerken, Japonya, Almanya ve diğerleri, ekonomik gücünü daha da etkili kullanma ve ABD kontrolünden kurtulma yolunda ilerledi.

Bugün, bu savaşın, bu beşli arasındaki çatışmanın her açıdan kanıtlarını görmek mümkündür.

Libya savaşı, hem ABD’nin Ortadoğu’yu, Büyük Ortadoğu olarak algılamasının sonucudur, hem de Afganistan ve Irak’ta aklı karışan Batılı müttefiklerine bir parmak bal sunma girişimidir. Fransa ve İngiltere, bu sunulan pastanın üzerine atılmakta hiç tereddüt etmediler. Almanya ve Japonya, sürece daha uzak durdu.

Ama Libya “zaferi” de, Batı’nın ABD hegemonyasını tekrar eski tarzda kabul etmesine yetmedi.

Ve sıra Suriye savaşına geldi.

Suriye savaşı, hem İslamî radikalizmin başka türlerinin IŞİD tarzının ortaya çıkması demek idi, hem de görülmemiş bir yıkım makinası olarak ABD gücünün devreye girmesi demek idi. Kısacası ABD, çok ama çok iddialı idi. İngiltere ve İsrail, elbette ABD ile hemen aynı safta yer aldı.

Ama işler istenildiği gibi gitmedi. Suriye, bir direniş sahası olmaya başladı ve Suriye halkları, süreci tersine çevirdi.

ABD-İngiltere ve İsrail önderliğinde, bu yağma ve yıkım savaşına tetikçi olarak destek veren Türkiye, bugün yaşadığı birçok sorunu, bu yolla elde etti. Bugün bu sorunlar Türkiye’nin boyunu aşmış durumdadır.

Suriye savaşı, aslında, Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilmesi hedefini güdüyordu. Bu nedenle, önce zayıf görülen Suriye halledilecek, sonra sıra İran’a gelecekti.

Bugün durum tersinedir. Suriye direniyor ve savaşın kazananı konumundadır.

Ama, yine İran’ı hedefe koyma konusunda ABD-İngiltere ve İsrail üçlüsü çok ısrarcıdır. Ve Trump, açık olarak İran’ı hedef tahtasını koyduğunu ilan etmiştir. Nükleer anlaşmadan tek taraflı ve uluslararası hukukta az görünür bir tarzda çekilmiştir. Şimdi de, İran’a karşı ilan ettiği ambargoları delecek Batılı tekellere, “ya İran’la iş yapın ya da Amerika ile” diye buyruklar vermektedir.

ABD, bir yandan Rusya ve Çin’e karşı ekonomik bir savaş ilan etmiştir. Bu savaşı, İran’ı da içine alacak şekilde genişletmektedir. Diğer yandan ise, Ortadoğu’da, açık, silâhlı çatışmalar şeklinde bir savaş zaten mevcuttur.

SSCB’nin var olduğu soğuk savaş dönemi de dahil, SSCB’siz dönem de dahil, ABD, sürekli olarak savaş kundakçılığı yapmaktan geri durmamıştır. Elbette ekonomisinin militarist karakteri bunun bir nedenidir. Ama yine de ABD’nin dünya liderliği iddiası, bu kundakçılığın önemli bir kaynağıdır.

Ve Suriye savaşı, ABD’nin dünya liderliği hayallerini gömdüğü savaştır, tarih bunu böyle yazacaktır.

Bu savaşı bu nedenle önemsemek gerekir. Suriye savaşı, hem bölgesel, hem de dünya çapında bir savaştır.

Bu savaşta, TC devleti, ABD emrinde bir tetikçi olarak iş tutmuştur. Kendi komşusuna karşı açık saldırgan ve işgalci bir tutum almıştır. IŞİD gibi karanlık güçleri açıktan desteklemiş, onlara lojistik destek sağlamış, onlarla ticaret yapmış, onlara kol kanat germiştir. Bu, bu yolla, Suriye’yi Afganistan’laştırırken, kendisini de Pakistan’laştırmıştır. Savaş, TC devletini tamamen bir çete devletine dönüştürmüştür.

Bu savaşta ABD tarafının yenilgisi, elbette Türkiye’nin de yenilgisidir. Kuyruğunu Rusya’ya kaptırmış Türkiye, bir yandan Rusya’yı da idare eder pozisyona girmektedir. Ama eline geçen ilk fırsatta, ABD adına yeni tetikçilikler yapmaktan geri durmayacaktır.

ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsü, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi için, İran’a karşı operasyon hazırlığındadır. Bu süreç, tüm Avrupa’ya, İran’a karşı ABD’nin yanında tutum aldırmaya yetmiyor. Tersine AB ülkeleri, başta Almanya, bu savaşı istemediğini açıkça ilan ediyor.

Aslında, 24 Haziran seçimleri öncesinde, muhtemelen son haftasında, AB ve ABD arasında, NATO şemsiyesi altında bir anlaşma gerçekleştiği ve Erdoğan’ın böylece, sandıklar dahi sayılmadan seçildiği anlaşılıyor.

Bu anlaşma, muhtemeldir ki, İran ve Suriye meselesini de içermektedir. İran konusunda muhtemelen ABD, Suriye meselesinde de muhtemelen AB geri adımlar atmıştır. Ama elbette biz bunun detaylarını bilmiyoruz. Anlaşılan o ki, ABD, bugün, kendi adamı Erdoğan seçilmiş olduktan sonra, anlaşmayı bozma eğilimindedir.

Rahip Brunson olayını bir bahane olarak kullanan ABD, acaba Türkiye’yi İran konusunda tetikçi olmaya mı teşvik ediyor? Erdoğan, Brunson olayından, “oların doları varsa bizim de allahımız var” tarzı ile yararlanmayı hedefliyor. Böylece, ekonomik krizi, tümü ile dışardan kaynaklı bir şey hâline getirip, kendini ak-u pak ilan etmek istiyor.

Türkiye, sıkıştıkça, İran’a karşı operasyon yapma yoluna girecek mi? Erdoğan’ın bunu istediğinden şüphe duymaya bile gerek yoktur. Kendisi BOP eş başkanıdır ya da eş başkanı idi. Bunu unutmamak gerekir. ABD politikaları ve onun gerekleri dışında konuşmalar yaptığı söylenebilir, ama ne ABD’ye, ne de İsrail’e karşı tek bir adım atmamış, tersine, hep onların istediğini yapmıştır, yapmaktadır.

Demek ki, İran meselesi gündeme ABD, İngiltere ve İsrail projesi olarak taşınmaktadır. İlk adım olarak, Ürdün, Mısır, BAE ve Suudi Arabistan’dan oluşan bir ittifakı, İran’a karşı operasyon için birleştirmiş durumdadırlar. Suudi Arabistan’ın bölgede, İsrail ile geliştirdiği ilişkiler, oldukça boyutlanmış gibidir. Muhtemeldir ki, Erdoğan bu ilişkiyi kıskanmaktadır. Bu ittifak, gerçekte, İran’a karşı savaş hazırlığının bir adımıdır.

İkinci adım, ambargo ile ekonomik sıkıştırmadır. Bu ekonomik sıkıştırmanın, içeride yaratacağı rahatsızlık, muhtemeldir ki, İran’ı daha çok AB’ye yakınlaştıracaktır. Bu ise, İran’ın bölgesel gücünü kısıtlama konusunda bir adım demektir. İran, içeride ekonomik sorunlarla boğuşurken, dışarıda da çevresi sarılmaktadır.

Üçüncü adım, Türkiye üzerinden planlanıyor gibidir. Türkiye, kendi ekonomik sıkışmışlığını aşmak için, Erdoğan ve Trump oyunları ile, İran’a karşı operasyona ikna edilmek isteniyor. Bu açıktan bir operasyon olabilir mi? Yoksa bu operasyon, daha çok Azerilerin vb. kullanılması ile mi mümkündür? Öyle görünüyor ki, bu konuda pazarlıklar sürmektedir. Türkiye ve Erdoğan, bu konuda ikirciklidir. Erdoğan, ABD politikalarına her zaman yatkın olmuştur. Kuyruğu Rusya’nın elinde ise, başı da ABD’nin elindedir. Bundan şüphe duymamak gerekir. Bu nedenle, Erdoğan’ın İran’a karşı savaştan yana olması, ülke için büyük kayıplar anlamına gelse de, yapılabilirdir.

Suriye savaşı bunun en somut örneğidir.

Türkiye, Suriye savaşı öncesinde, Suriye ile, çok yönlü ilişkilere sahip idi. Birlikte, iki ülke bakanlar kurulları toplanıyordu. Ekonomik anlamda Suriye’de Türkiye mallarına bir talep vardı. Ve ilişkiler, gelişme potansiyeli açısından son derece olumlu bir havada idi. Buna rağmen, akıl sağlığı yerinde olan bir “milli ve yerli” politikacı, ABD emri ile, tüm bu ilişkileri savaşa heba edebilir miydi? İşte etti. Sabah yola çıkacaktı ve öğlen namazını Emevi Camii’nde kılacaktı. Sabah yola çıktılar, onca kan döktüler, IŞİD çetelerini ortalığa saldılar. Kadın çocuk demeden katlettiler. Ağza alınmayacak kadar vahşilikler sergilediler. Ve sonuçta, o camide o namazı kılamadılar. Buna rağmen, Suriye savaşında angajmanları hiçbir zaman bitmedi. Her yeni ABD saldırısında, hevesle ABD’nin saldırılarını alkışladılar.

İran konusunda Türkiye’nin tutumu, sadece daha fazla korku duyduğu için temkinlilikle dolu olur. Ama bu TC devletinin tutumudur, Erdoğan’ın tutumu, ABD ne isterse o olur, tutumudur.

Tüm bu cephenin hazırlıklarına rağmen, tüm bu savaş kundakçılığına rağmen, ABD, İngiltere ve İsrail’in kazanma şansı yüksek değildir. Bu nedenle Türkiye’ye tetikçilik görevi vermek istiyorlar. Mehmetçik başına para önerdiklerinden bir dirhem şüphemiz yoktur. Kore savaşında 23 sent fiyat biçilen Mehmetçiğin, bugün daha ucuza gideceği de açıktır. Tüm bu ekonomik süreçler, ranta alışmış ve özledikleri cenneti bu iktidarla bu dünyada bulmuş olanları ikna etmek için oldukça uygun bir zemin hazırlıyor.

Suriye savaşı, hâlâ önemini korumaktadır.

İdlib’in düşmesi, Suriye ordusu tarafından geri alınması, önemli bir merhale olacağa benzemektedir. Bunun gerçekleşmesi hâlinde, ABD’nin ve diğer tüm yabancı güçlerin Suriye topraklarını terk etme süreci başlayacaktır. Bugün hâlâ, İdlib’deki güçlerin en büyük destekçisi, her açıdan Türkiye’dir. ABD, muhtemelen Türkiye’ye, İdlib ile Suriye ve Rusya’yı meşgul etme görevi vermiş olmalıdır. İdlib, bugün çetelerin yığınak yaptığı bir yer hâline gelmiştir. Ve İdlib’in Suriye ordusunca geri alınması, süreci başka bir noktaya getirecek, Suriye savaşının sonunu gösterecektir.

Demek oluyor ki, İran’a saldırı için, ABD, İngiltere ve İsrail, onların gizli ortağı Saray Rejimi ve Erdoğan’ın çok da aceleleri var. İdlib’in kıştan önce düşmesi ihtimali yüksektir. Bu durumda, İran’a saldırı için, ABD, İngiltere ve İsrail, kısa vadeli bir plan yapıyor olmalıdır. Suriye savaşının sonunda ABD’nin çekilmesi, Kürt sorununun Suriye içinde farklı bir tarzda yol alması vb. bölgede kaosu azaltacak, IŞİD güçlerini etkisiz hâle getirecektir. Bu durum, ABD, İngiltere ve İsrail için, zemini elverişsiz yapacaktır. Bu savaş kundakçıları, bu işgalciler, her zaman karışık, kaos içinde yol alan durumları tercih ederler.

İran savaşı, Suriye savaşının daha da büyüğü olacaktır. Suriye’nin aksine, İran bu savaşı, sadece kendi içinde karşılama eğiliminde olmayacaktır. Sadece İsrail değil, taraf ülkelerin tümü bir saldırı sahası hâline gelebilecektir.

İsrail’in bu saldırıya çok hevesli olduğu açık.

İsrail, hangi araçlarla Türkiye’yi bu saldırı için ikna etmeyi deneyecektir? Bu soru ciddiye alınmalıdır.

Tüm bunlar Ortadoğu’da paylaşım savaşımının çok daha kızışmakta olduğunu göstermektedir.

Suriye savaşı, giderek dünyaya yayılmaktadır.

Ve aynı zamanda Suriye’de direnen halklar, Ezidisi, Kürdü, Süryanisi, Ermenisi, Arabı, Çerkesi vb. bölgede aynı zamanda bir direniş kültürünün gelişmesini de temellemektedir. Bu direniş, elbette anti-emperyalist bir karakter aldığı ölçüde, kökleşecek, yolunu açacaktır.

Önümüzdeki dönemde, biz, aynı zamanda direnişin daha da genişlediğine tanık olacağız.

Tüm bölgeyi bir devrimci hava sarmaktadır. Tüm bölge halklarında, emperyalist güçlerin tümünden kurtulma isteği, kök salmaktadır. Ve tüm bölgede sosyalizmin üzerine daha ciddi düşünme dönemi başlamıştır. o

Milyonların kurtuluş arayışı

Bir yandan, Saray Rejimi, baskı ve şiddeti sürekli artırarak, her türlü hile ve hukuksuzluğa başvurarak, varlığını sürdürmenin yollarını arıyor. Ve bugüne kadar da bulduğu anlaşılıyor.

Ama diğer yandan, işçi sınıfı, emekçiler, gençler ve kadınlar, kısacası halk, bu duruma karşı, Saray Rejimi’ne karşı direniş yolları geliştiriyor.

Erdoğan iktidarı, Saray Rejimi, gerçekte 12 Eylül karşı-devriminin devamıdır. Hem de her açıdan devamıdır.

Her ikisi de birer ABD ve NATO projesidir.

Erdoğan, 2002’de bir özel proje olarak organize edilirken, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, bir yandan Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması, diğer yandan ise, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya gibi emperyalist güçler arasında gelişen yeni paylaşım savaşımının bir aracı olarak devreye sokulmuştur.

AK Parti ve Erdoğan projesi, SSCB döneminde geliştirilmiş olan “yeşil kuşak” projesinin artıkları ile devam ettirilen projelerin devamıdır. SSCB’ye karşı geliştirilen “yeşil kuşak” projesi, El Kaide, Müslüman Kardeşler, Fethullah Gülen gibi hemen her İslam ülkesinde organize edilmiş projelere dönüştürülmüştür. Bu projeler, doğrudan ABD elindedir, sahaya öyle sürülmektedir. AK Parti ve Erdoğan projesi, bu projelerle doğrudan bağlı, onların bir parçasıdır.

Saray Rejimi, egemen sınıflar için, Sabancı’lar, Koç’lar vb. için, büyük ölçüde kârlılık demektir. İşçi sınıfının bastırılması, kapitalistlerin kârlarına kâr katmaktadır. Ülkemiz, sigortasız işçi çalıştırma, ucuz emek cennetlerinden biridir. İşçi ücretleri aylık 1000 TL civarında dolaşmaktadır, ki bu 170 euro demektir ya da 200 dolar demektir. Bu nedenle, Saray Rejimi, her ne kadar bazı dinî söylemleri ve eylemleri ile endişe yaratsa da, zenginler için büyük kârlılık dönemi demektir. Tüm burjuvalar, bu nedenle Erdoğan’ı, Saray Rejimi’ni, bugüne kadar desteklemiştir. Son dönemde bu destek, koşullu desteğe, yarı mecburî desteğe dönüşmüştür. Bugün, bazı rahatsızlıkların dile geldiği görülebilmektedir. Yaşam tarzı, dinî alanlar vb. üzerinden dile getirdikleri rahatsızlıklar ise, artık bir anlam da ifade etmemektedir.

Saray Rejimi, açık biçimde baskı ve şiddeti sürekli tırmandırmakta, işçi sınıfı ve emekçilere karşı açık bir savaş yürütmekte, ülkede bir iç savaş organizasyonu ile ayakta durmaktadır. Sadece Kürt halkına dönük saldırı ve hukuk tanımazlığı, katliamcılığı ele alsak dahi, bunu söylemek mümkündür. Ama bu saldırı sadece Kürt halkına karşı değildir. Bu saldırı, tüm işçi ve emekçilere, tüm özgürlük, ekmek arayışına, tüm kadın ve gençlere, kısacası milyonlara, ezilen sınıflara dönük bir saldırıdır.

Saldırı sadece polis ve ordu eli ile yürütülmüyor. Bunlara ilave olarak Ergenekon-gladio tipi örgütlenmeler, bunların hem eskileri hem de SADAT gibi yenileri, bazı mafya grupları ve çeteler de bu baskı aygıtının yanında iş görmektedir.

Ve ilave olarak yargı sistemi, baskı aygıtının bir parçası hâline getirilmiştir. Öyle genel anlamı ile bir parçası değil, zaten bu anlamda hep bir parçasıdır. Burada daha özel olarak hukuk sistemi, yargı sistemi, tamamen halka karşı yürütülen “özel savaş”ın bir parçası olarak devrededir.

Basın, tamamen Saray medyası hâline gelmiştir. Tüm haber kanalları, ajanslar, TV kanalları, gazeteler Saray medyası olarak örgütlenmiştir. Bu, halka sürekli olarak karanlık pompalama makinasıdır.

Bunun üstüne, tarikatları ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da eklemek gerekir. İdeolojik saldırının, halkın yaşamına doğrudan müdahalenin, hurafeleri egemen kılmanın önemli araçlarından biri de budur. Medya kadar etkili olmaması ayrı bir konudur ama medya ile birleşmektedir ve bu durum, halkın “uyuşturulması” için büyük ölçüde iş görmektedir.

Tarikatlar, devlet aygıtının kontrolünde, modern dinî çeteler, modern dinî mafya grupları hâline gelmiştir. Tümü, kara-para ile ilgilidir ve tümünün şiddeti kullandıkları da açıktır. Bu şiddet sadece silâhlı ekipleri eli ile uygulanmıyor, bu aynı zamanda cinsel bir şiddet olarak da organize ediliyor. Bu açıdan, Gülen organizasyonunun biraz farklı versiyonları devrede, sahada ve etkindir. Sağlık bakanının Coşan tarikatından olması ya da bazı bakanlıkları mesela Menzil tarikatının ele geçirmiş olması, işin boyutlarını gösteren örneklerdir.

Bu tarikatlar, devletin yanında, işçi ve emekçilerin mücadelesine karşı, özgürlük, barış ve ekmek mücadelesine karşı kullanılmaktadır. Özellikle Kürt illerinde bu tarikatlara yol açılması boşuna değildir.

Saray Rejimi, bir rant ve yağma ekonomisine dayanmaktadır. Bu durum, savaş yanlısı politikaların da bir gereğidir. ABD adına, Ortadoğu’da tetikçilik yapılması, elbette bu çeteci mantığın, bu yağma mantığının, bu rant ekonomisinin gelişimi için büyük bir destek sunmaktadır. Saray’ın ve Erdoğan’ın çevresinde kümelenmiş bir “yeni zenginler” grubu, bu rant ekonomisi ve yağma ile büyümektedir. Çeteler buradan beslenmektedir.

Bu, işin devlet, egemen sınıflar ile ilgili tarafıdır.

Ortada şöyle bir soru vardır: Bunca baskıya, bunca rüşvete, bunca hukuksuzluğa, bunca yağmaya, bunca yalana karşı işçi sınıfı ve halk neden bir şey yapmıyor? Soru budur ve hemen her düşünen insan tarafından dile getirilmektedir.

Ama diğer yandan, halkların, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin, kısacası milyonlarca emekçinin bir arayışı olduğu da kesindir.

Gezi Direnişi bunun en açık ifadesidir. Gezi Direnişi, iktidarı alaşağı etme hedefini gütmemişti. Baskıya, yağmaya, aşağılanmaya, günlük yaşama müdahaleye, rant ekonomisine karşı, insanların kendiliğinden bir direnişi idi. İktidarı hedef almamış olsa da, iktidar, Gezi’yi hedef almakta çekinmedi, bugün hâlâ hedefindedir.

7 Haziran seçimlerinde, AK Parti iktidarına son veren sonuçların ortaya çıkmış olması da, bu direnişin, milyonlarca emekçideki arayışın bir sonucudur. Bu direniş, 7 Haziran sonuçları, hile ile, her türlü hukuksuzlukla ortadan kaldırıldı ve Saray, halka karşı, işçi sınıfı ve emekçilere karşı, gençlere karşı açık bir saldırı başlattı. 3 Kasım seçimleri, tüm bu saldırılara rağmen, hile ile gerçekleşen müdahaledir.

16 Nisan referandumu da direnişin sonuç verdiği, ama sonucun kabul edilmediği bir başka olaydır. 16 Nisan’da hayır oyları fazla çıkmıştır ve Saray, AK Parti’si, CHP’si, MHP’si ile bu sonuçları tersine çevirmiştir. 16 Nisan referandumu ile, işçi sınıfı ve halklar, açıkça, kendi karşılarında, polisi, ordusu, yargısı, YSK’si, CHP’si, AK Parti’si, MHP’si ile tüm sistemi bulmuştur. Sandığa olan inanç sarsılmıştır.

Son 24 Haziran seçimleri de, yine Saray’ın ve sistemin kaybı demektir. Ama sonuçlar tersi olarak resmîleşmiştir. Sandıklar bile sayılmamıştır. İnce ve Erdoğan ittifakı, seçimlerden Saray’ın istediği sonuçları çıkarmıştır. Sokaklarda gösteri yapmak için çıkan çetelerin, halkı kurşunlayacağı korkusu ile sonuçları kabul ettiği ileri sürülen İnce, aslında, Kalın’ın bir başka çeşididir. NATO ve TC derin devleti, Erdoğan’ı galip ilan etmiştir. Erdoğan, artık işe yarar olmaktan çıktığı hâlde, NATO ve ABD eli ile, önüne bir plan konularak iktidarda tutulmuştur. Bu plan, sadece içeride iş görmek için değil, Rusya’ya ve Çin’e karşı bir plan olarak görülmelidir. Yeri gelmişken, Türkiye ile ABD arasındaki gerilimin büyük ölçüde bir tiyatro olduğunu eklemek gerekir.

Şimdi sorumuza dönelim: Neden işçi sınıfı ve halk, tüm bu baskıya, yalana, talana, rant ve yağmaya karşı sesini çıkarmıyor?

Aslında soru yanlıştır. Sesini çıkartıyor, ama sonuç alınamıyor. Neden sonuç alınamadığı sorusu sorulabilir.

İnce’nin mitinglerine akan milyonlarca insan, gerçekte CHP seçmeni bile değildir. Ama bir şüphe ile olsa da arayış içinde olan milyonlardır.

İnce ve Kılıçdaroğlu’nun başarısı, milyonlarca küskün seçmeni, tekrar sandığa çekebilmelerindedir. Bunun zemini de vardı. Ama, bugün, İnce ve Kılıçdaroğlu, bu krediyi Erdoğan lehinde kullanmıştır. Şimdi, milyonlarca işçi ve emekçi, Erdoğan ve Saray Rejimi denildi mi, bunun sadece AK Parti ve MHP ittifakını değil, CHP ittifakını da içerdiğini anlamaya başlayacaktır.

Saray Rejimi, eğer hâlâ yerinde ise, bunun ana nedeni, işçi sınıfının ve emekçilerin örgütlenmesindeki eksiklik ve zayıflıktır. Yani, mesele “tepki yok” değildir. Tepki vardır. Ama tepkinin, direnişin sonuç vermesi için, işçi ve emekçilerin kendi örgütlülüğüne dayanan bir hareket içinde olmaları gereklidir.

12 Eylül ile başlayan dönemde, yani 40 yıldır, işçi sınıfı, devrimci hareketten uzak durmaktadır. Sürekli olarak yakınmakta, yerel eylemler geliştirmekte, ama hep düzen partilerinden birinin peşine takılmaktadır. Kendi bağımsız örgütlenmesini geliştirmekten uzak durmaktadır. Devrimci harekete uzak durmaktadır. Mesele bunun yıkılması ile çözülecektir.

İşçi sınıfı, her alanda örgütlenmek zorundadır.

İşçi sınıfı devrimci mücadele dışında bir yolla sonuç alamaz.

Bu sadece sandıklara güven üzerinden bir direnişle sağlanamaz.

Kurtuluş, sandıklardan çıkacak sonuçlarda değildir.

Sandıklarda hile yapmaya niyetli bir sistemi, bir devleti, engellemek mümkün değildir. Bu ancak, ileri bir örgütlenme ile olur. Bu örgütlenme, devrimci bir örgütlenme olmak zorundadır. Yani, düzen partileri ile bağını kesmiş, hiçbir burjuva partiye güvenmeyen, tersine kendi öz örgütlenmesine güvenen bir işçi sınıfı, sonuç alabilir.

Mesele bir şeyler yapmak değildir, mesele gerekli olanı yapmaktır.

Kurtuluş, işçi sınıfının sınıf çıkarlarını savunan, devrimci bir eylem çizgisinde eylem yapabilmekten geçer.

Kurtuluş, işçi sınıfının devrimcileşmesine bağlıdır.

Bugün, Saray Rejimi, açık bir yönetme krizi içindedir. Geniş kitlelerin bu sistemden rahatsızlıkları vardır. Bunu dile getirme şekilleri farklı olabilir. Ama artık bu bilinmektedir. Erdoğan ve Saray Rejimi, kendi geleceğinden endişelidir. Erdoğan ve Saray Rejimi, orada, NATO, derin devlet, ABD desteği ile durmaktadır.

Saray Rejimi, içeride baskıya, daha çok baskıya, yalana, daha çok yalana, ranta ve yağmaya ve bunların daha çoğuna dayanmak zorundadır. Dışarıda ise, savaşa, daha fazla savaşa dayanmak zorundadır.

Bir bütün olarak Türkiye’deki sistem çökmektedir. Bu sadece ekonomik bir süreç değildir. Bu, sosyal, ideolojik ve siyasal bir süreçtir de.

Ve bu koşullarda tek çıkış, işçi sınıfının devrimcileşmesi yolu ile gerçekleşebilir.

Bugün, TC devleti, Saray Rejimi, giderek daha eskiye dönme isteği ile çıkış aramaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerinde adına “üç tarz-ı siyaset” denilen politika, bugün, bir çorba şeklinde devreye sokulmaktadır. Üç tarz-ı siyaset, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslam üzerine dayanır ve devletin bunların en az ikisini birleştirmesi ile TC devleti organize edilmiştir. Osmanlı çöktüğü için, Türkçülük ve İslam öne geçmiştir. Bugün, Osmanlıcılık, milliyetçilik ve İslamcılık olarak, Saray Rejimi tarafından ifade edilen “yeni ideoloji”, “yeni Türkiye” aslında bir başka çöküş sürecini ifade etmektedir.

Osmanlıcılık, milliyetçilik ve İslam, son 10 yılda açık olarak birbirine çorba edilerek kullanılmaktadır. Saray Rejimi, “yerli ve milli” yaklaşımı ile, bu siyasetin çökmekte olduğunu itiraf etmektedir.

Türkiye, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, NATO’nun ve emperyalizmin SSCB’ye karşı ileri karakolu olarak organize edilmiştir. Kore savaşına asker gönderilmesi bu sürecin açık sonucudur.

Bu, aynı zamanda, ABD’nin siyasal egemenliği altına girmek demek idi. Öyle olmuştur. ABD, ordu, diyanet, yargı sistemi, polis gücü de dahil tüm siyasal yapıyı kontrol etmiştir. Bu soğuk savaş dönemi boyunca, ekonomik alanda Türkiye bir Avrupa sömürgesi olmuştur. Bu özgün durumu biz, “ortaklaşa sömürge” olarak tarif edebiliriz. Siyasal alanda ABD’nin egemenliği ve ekonomik alanda Avrupa egemenliği. Soğuk savaş dönemi boyunca bu durum, çok da problem olmamıştır. Ama SSCB çözüldükten sonra, emperyalist güçler arasında, dünyanın ve bölgemizin yeniden paylaşılması savaşı öne çıkmaya başlamıştır. Bugün, bu süreç yaşanmaktadır. Erdoğan eli ile organize edilen Saray Rejimi, bu amaca dönük bir organizasyondur.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilere dönük, halklara dönük daha büyük baskı demektir. Bu noktada, 12 Eylül’ün tam olarak devamıdır. Ama paylaşım savaşımı açısından, ondan farklıdır. Tam bir ABD tetikçisi olarak iş görmek üzere organize edilmek istenmektedir.

İşte işçi sınıfının, halkların kurtuluş arayışı bu koşulları göz önüne almak zorundadır.

Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci çizgisi, halkların kurtuluş arayışı, kesinlikle anti-emperyalist olmak zorundadır. Bu durum, tüm bölgede süren paylaşım savaşında, doğrudan halkları muhatap almak demektir. Yani, şu ya da bu emperyalist güce güvenmek diye bir çıkış yolu yoktur. Tersine, kendi öz gücünü örgütlemek ve yine kendi özgücünü örgütlemiş halkların ortak direnişini örgütlemek temeldir.

Bölgemiz, devrimci örgütlenmeye ihtiyaç duymaktadır.

İşçi sınıfı, kendi devrimci örgütlenmesi ile, sadece kendi kurtuluşu için mücadeleyi ileri taşımakla kalmayacaktır. Aynı zamanda, tüm halkların anti-emperyalist direnişinin de yolunu açacaktır.

İşçi sınıfının, halkların, kadınların, gençlerin bir arayışı, bir kurtuluş, özgürlük arayışı var. Bunu hem yakın geçmişte görmek mümkündür, hem de bizzat bugün. Bu arayış, elbette istenen sonucu vermemiştir. Buna bakarak, işçi sınıfı ve halkların direnişini küçümsemek aymazlık olur. Tersine bu direnişi daha da büyütmek ve bunun yolunu görmek/göstermek gerekir.

Direnişi, milyonların arayışını bu gözle ele almak gerekir.

Direniş, artık her türlü mücadele yöntemini meşru kılmaktadır. Sadece sandığa bağlı kalmak, bir sonraki sandığa kadar halka, işçi sınıfı ve emekçilere “kaderine razı ol” demek, CHP’nin, AK Parti’nin, MHP’nin vb. işidir.

Tersine işçi sınıfının örgütlenme ve direniş bağını doğru kurması gereklidir.

Akıl burada gereklidir, cesaret burada gereklidir.

Her tür örgütlenme, yol açıcı olacaktır. İşçi sınıfı kendini bağımsız ve devrimci bir sınıf olarak örgütlemeden, kendi gücünün farkına varamayacaktır.

Kitlelerin arayışının ifadesi olan eylemlerinin tümüne bu gözle bakmak gerekir.

Örgütlenme ne ölçüde gelişirse, işçi sınıfı ne ölçüde burjuva partilerin denetiminden çıkabilirse, o ölçüde sonuç alıcı direniş gelişecektir.

Hem sultan hem halife Komik ve trajik

Erdoğan, kendisinin dahi sevinçle karşılayamadığı son “seçim zaferi” ile, kendine açılan yoldan ilerlemeye devam ediyor. Erdoğan’ın “seçim zaferi”, hem seçimle bir alâkası olmaması, sandıkların dahi sayılmasına gerek duyulmaması açısından tırnak içindedir, hem de “zafer” olması açısından tırnak içindedir.

İnce ve Kalın ikilisinden, Mr. İnce tarafından ilan edilen bir seçim “zaferi”nin Erdoğan’ı bile sevindirmemesi anlaşılırdır. İnce’ye CHP başkanlığını mı önerdiler? Öyle görünüyor. Ama Erdoğan “zaferi”nin, başka birisi tarafından ilan edilmesine, muhtemelen daha çok sevinirdi.

Son “zafer” bir NATO operasyonudur ve bir anlaşmaya dayandığı anlaşılıyor. Erdoğan iktidarı, bizim tanımlamamızla Saray Rejimi, tamamen NATO kontrollü bir iktidardır. Bu tespitin önemli olduğu kanısındayız. Ama biz daha çok, işin başka yönlerine bakacağız.

Erdoğan’ı seçenler, ABD-İngiltere ve İsrail bağlantılı organizasyonlardır. Bu 20 yılın hikâyesidir ve büyük ölçüde, Ortadoğu ve İslam’ın şekillendirilmesi amacına dönüktür. Yeri gelmişken tekrar edelim, Erdoğan ve AK Parti projesi, Gülen projesinin tamamlayanıdır. İkisi de aynı merkezlidir. Birbirine rakip değil birbirini tamamlayandır. Ve bu projenin bütünü, İslam’ı, ABD-İngiltere ve İsrail kontrolüne verme girişimidir. Gülen ve Erdoğan projesi ile eşanlı Müslüman Kardeşlerin öne çıkışı buna dayanır. Ve tümü, eski Sovyetler Birliği’ni kuşatma amaçlı “yeşil kuşak” projesinin devamıdır.

Bugün, Erdoğan ve FETÖ arasındaki “kavga”ya bakıp, bundan, bu iki gücün rakip olduğu sonucunu çıkarmak fazla olur. Onun yerine, sormak lazım, neden FETÖ deniyor da, Gülen Hareketi terör örgütü denmiyor ya da neden Hizmet Hareketi terör örgütü denmiyor? Bu soruların yanıtları, aynı zamanda neden FETÖ denilen örgütün AK Parti de dahil siyasal alandaki uzantılarına karşı operasyon yapılmadığının da kanıtıdır. Ortada, bir operasyon varmış gibi görünüyor. Hepsi budur.

Demek oluyor ki, Müslümanlar, hele hele İslamî hareketler, ne kadar “komünizm düşmanlığı” ile hareket etmişse, o ölçüde, kendileri olmaktan çıkıp, ABD ve NATO güçlerinin uzantısı hâline gelmişlerdir. ABD ve NATO, anti-komünizm temelinde İslamî hareketleri örgütlemiştir. Bizde adı gladio-Ergenekon olan ve tüm NATO ülkelerinde var olduğu bilinen örgütlenmenin bir uzantısıdır İslamî hareketlerin bu örgütlenmesi. Rastlantı olamaz, bir yandan El Kaide, diğer yandan IŞİD, tamamen bu güçlerin organizasyonudur. Her ikisinin de ABD ve NATO örgütleri olduğu artık biliniyor. Bunu tüm İslamî hareketler de kabul ediyor. Bazıları bu durum için, “biz de ABD’yi kullanıyoruz” deseler de, bu kendilerinin bile inanmadığı bir yalan olarak durmaktadır. Yine rastlantı olamaz, her iki güç de, şiddeti asla ve asla Filistin halkının mücadelesi için kullanmayı bile düşünmedi. Dahası, Suriye ve Irak sahasında yerden hızlı büyüyen bir bitki misali bitiveren IŞİD, her nedense asla ve asla İsrail güçlerine karşı eylem yapmadı. Oysa ideolojilerine bakınca, en çok İsrail ile sorunları olmalı gibi duruyor. Suudi Arabistan-İsrail ittifakı bu açıdan ilgiye değerdir. İslamî hareket diye kendini sunanların çok büyük çoğunluğu, ABD ve NATO güçlerinden açık emirler almakta sakınca görmemişlerdir.

Gülen hareketi, Müslüman Kardeşler ve AK Parti-Erdoğan projesi de, bunun bir başka versiyonudur. Açık olması açısından, El Kaide, IŞİD vb. gibi örgütlenmelerin siyasal alanda, ABD ve NATO güçlerince organize olmuş hâllerinden birkaçı, Müslüman Kardeşler, Gülen hareketi ve AK Parti-Erdoğan projesidir. Bu hareketler de, her zaman ABD emperyalizminin istekleri doğrultusunda siyasal, toplumsal organizasyonlar yapmışlardır. ABD çizgisinden bir milim şaşmamışlardır.

Yeri gelmiş iken, son 24 Haziran “zaferi” nedeni ile Erdoğan’ın sevinememesinin belki bir nedeni, artık tek emir aldığı ABD yerine, bundan böyle, yedi kocalı hürmüz gibi, NATO’dan emir alacak olması olabilir. Ama sadece bir nedeni. İngiltere ziyaretinde Erdoğan, Kraliçe’nin huzurunda acaba, ABD’ye ne garantiler vermiştir? Sadece para istediği, istediği 100 milyar doların Kıbrıs konusunda istenilenleri yapmak için bir bedel olarak sunulduğu vb. işin muhtemelen ayrıntılarıdır.

Demek oluyor ki, El Kaide, IŞİD, Müslüman Kardeşler, Gülen hareketi (Gülen hareketinin ismini FETÖ diye TC devleti koymuştur. Devlet, Gülen hareketini kurtarmak için bunu yapmıştır. Çünkü FETÖ diye bir örgütün varlığı yoktur. En militan Gülen’ciler dahi, Hizmet Hareketi dedikleri bir harekete katılmışlardır. Bu bir tarikattır. CIA organizasyonu olan bir İslamî tarikat. Gerçekte devlet bunu değil de, adına FETÖ dediği bir şeyi terör örgütü ilan etmiştir. Bu gerçekte Gülen’i kurtarmanın da yoludur) ve AK Parti-Erdoğan projeleri, hepsi ABD projeleridir ve tümünün hedefi aynıdır: Ortadoğu’nun ve İslam ülkelerinin yeniden paylaşılması, İslam’ın bir siyasal organizasyon olarak ABD, İngiltere ve İsrail çetelerinin kontrolüne verilmesi.

Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak sunulmuştur ve bu projenin eş başkanı olduğunu bizzat Erdoğan’ın kendisi söylemiştir. BOP, aslında Ortadoğu’nun ABD öncülüğünde, muhtemelen AB ülkeleri aleyhinde yeniden paylaşılması demektir.

Bu proje, daha şimdiden bir önemli sonuç doğurmuştur. İslam, ABD kontrolüne büyük ölçüde girmiştir, büyük ölçüde bitirilmiştir. İslam’ı etkisiz kılma ayağı, büyük ölçüde başarıya ulaşmıştır. İslamî hareketlerin hiçbir ideolojik özelliği kalmamış, tümü ile, ABD emperyalizminin istekleri doğrultusunda fetvalar verilen bir liderlik tarafından yönetilir hâle gelmiştir. Tümü ile İslam ülkelerinin liderleri, baştan aşağıya borç, rüşvet, yolsuzluk batağına batmış ve tüm dizginleri olduğu gibi Amerikalı efendilerinin eline teslim etmişlerdir. Bir yandan İslam adına konuşmalarına olanak tanınmış, kendilerinden bu özellikle istenmiştir. Erdoğan örneğinde görüldüğü gibi, her adımında İslamî söylemi kullanması teşvik edilmiştir. Erdoğan, attığı birçok adımı, İslam’ı referans göstererek atmış, dahası İslam adına konuşan bir lider olarak ortaya çıkmaya çalışmıştır. Ama öte yandan, rüşvet, yolsuzluk ve “dünya işlerinin” İslam kurallarını ayaklar altına alan işleyişi, yeri geldiğinde ortaya yayılacak şekilde organize edilmiştir. Ve elbette “alim” diye tanınan hocaların (mesela bizim ülkemizde Hayrettin Karaman, 17-25 Aralık dosyalarındaki paraları, peygamberin de %10 aldığını açıklayarak aklamaya çalışmıştır. Galiba şu an kendisi Ziraat Bankası yönetimindedir), bu büyük çaplı parasal, mafyasal, çetesel ilişkiler ağında fetvalar yayınlamaları, bu fetvaların yolsuzluk, hırsızlık vb. alanlarda siyasi İslamcıları haklı göstermesi, işin tuzu biberi olmaktadır. Böylece İslam, ABD ve NATO kontrolünde, bölgemizdeki liderler tarafından acımasızca kullanıldıkça, içeriği tamamen boşalmaktadır. Dinin, egemenlerin iktidarının devamı için, halkın afyonu olarak kullanılması yeni değildir. Ama bu denli bir çetesel ilişki ağının içinde kullanılması az rastlanırdır. İslam, bugün, bir çetesel ağ tarafından kontrol edilmektedir, kullanılmaktadır.

Erdoğan’ın bu son seçim zaferi, bu açıdan da kullanılmak istenmektedir. Erdoğan’ın ağzından İslam’da reform önerileri, kuşku yok ki, Erdoğan’ın İslam’ın Martin Luther King’i olma isteğinin ürünü değildir. Daha çok, kendisinin bir “yer” edindiği ve bu “yeri”, ABD, İngiltere ve İsrail çıkarları için kullanması gerektiği gerçeğinin ürünüdür.

Bugünlerde Erdoğan’ın İslam’da reform tezlerinin nedeni, tamamen bu proje nedeni ile aldığı görevlerin gereğidir. Erdoğan’ın bu reformları hayata geçirecek kadar “yukarılarda” kalamayacağı artık görülüyor. Onu oraya çıkartanlar, bu son seçimlerde İnce eli ile “zafer”ini ilan ettiklerinde, aslında uzun olmayan bir iktidar geleceği öngörmüş gibidirler. Bu anlamda Erdoğan’lı iktidarın ömrü kısadır. İslam’da reform ise biraz daha uzun vadeli bir iştir. Belki bu iş için, Erdoğan ortamı hazırladıktan sonra, Gülen’in yeniden devreye girmesini düşünmektedirler. Bunu bilemiyoruz.

Ama, Erdoğan’a, Davut peygamberden söz ettikleri anlaşılıyor. Yakında Erdoğan ve çevresi Davut hakkında konuşmaya başlayacaktır.

Davut, hem peygamberdir, hem de kral.

İşte Erdoğan’ın özlemi de budur; hem peygamber, hem de sultan.

Aslında halife ve sultan denilince, daha çok akla Abdülhamit gelir. Ve en çok da konuşulan budur. Ama burada bir sorun var. Halife ile peygamber arasında bir fark var. Peygamber, allahın aracı olarak seçtiği ve mesajlarını ilettiği insandır. Oysa halife, hilafete dayalı iktidarın dinî lideridir. Ama halife, aynı zamanda tüm İslam üzerine etkilidir.

İslam’ın bugünkü hâli ile, halife olarak birisinin mesela Erdoğan’ın, tüm İslam alemine etki etmesi mümkün değildir. Suudi anlayışı Vahabilik nedeni ile bunu asla kabul etmez. Aynı şekilde İslam dünyası içindeki Şiilerin bunu tanıması mümkün değildir. Önemli bir ülke olarak Mısır’ın da durumu aynıdır. Bu durumda Erdoğan’ın halifelik yolu ile etki edeceği ülke bir tek Katar olarak kalır. Öyle anlaşılıyor ki, bu, iş görmeyecektir.

Bu durumda “İslam’da reform” daha akıllıca görülebilir. İşte Davut alternatifi burada devreye giriyor. Hazır Hayrettin Kahraman Ziraat Bankası Yönetim Kurulu’nda, gelen paraların renkleri ile bu denli ilgili iken, İslam’da reform üzerine çalışabilir. Mesela ramazan ayının, yaz aylarında oruç tutmanın zorluğu nedeni ile hep aralık ayına alınması uygun olur. Hem bu, belki de geniş bir kitlenin ilgisini de çekebilir. Ama bu, işin makyajı olacaktır. Esas mesele, tüm İslam’ı bir merkezden yönetebilmek ve bu merkezin de ABD, İngiltere ve İsrail kontrolünde olmasıdır.

Bu proje, anlaşılacağı üzere uzun yıllara ihtiyaç duyulan bir projedir. Erdoğan bugün, bilerek bilmeyerek, bu proje için gerekli “yıkma” görevinde iş yapabilir.

Ama öte yandan cin şişeden çıkmıştır.

Erdoğan, iktidar veya güç denilen şeyin tadını almıştır. Her gün onlarca yalan söylemeyi de başarmaktadır. Kendisinden ülke içinde hesap soran da yoktur. Şimdi, hem ABD hem de NATO kanalı ile AB’ye hesap vermek zorunda olduğuna göre, artık muktedir ama yedi kocalı hürmüz gibidir.

İşte canını sıkan bu durumdan kurtulmak için, Abdülhamid özlemleri yeniden alevlenmek zorundadır. Bu konuda tempo tutan bir kitle bulmak da zor olmasa gerek.

Abdülhamid, ikinci kere yaşatılacak.

Halifelik ve sultanlık, ikinci kere denenecek.

İlkinde trajedi idi. Pek çok Abdülhamid hayranı için bu trajedi kabul edilir bir tanımlamadır. Birçok şeyi istemeden yaptığı söylenir. Hep denir ki, ondan önceki padişahlar aslında bilinen hataları yapmamış olsalardı, Abdülhamid başarılı olabilirdi. İşte bunun için, trajedi olarak anılır.

Abdülhamid’den söz edilince, Berat için Damat Ferit benzetmesi akla geliyor.

Bu sefer tarih, traji-komik sahneler kaydedecek. Belki Erdoğan, Abdülhamid rolüne kendini fazla kaptırmış iken, Damat Ferit, gerçek iktidarı çoktan almış olacak.

Osmanlı Sarayı’nın, son dönemelerini yaşamış olduğu Abdülhamid döneminde dahi, bazı gelenekleri vardı. Haremi ile, içoğlanları ile, ulemaları ile, koca bir imparatorluğun çökmekte olan hâli idi. Bu şaşalı imparatorluğun içine düştüğü bu durum, düyun-u umumiyecileri sevindirse de, Saray mensupları için trajik bir durum olduğundan şüphe yok.

Ama, projelendirilmiş bir Erdoğan sultanlığı ile, Suriye savaşında yerle bir olan bir bölgesel otoritesine dayanan bir halifeliğin, nostaljik yönü ne kadar çekici olsa da, bir traji-komik tiyatroyu andıracağından şüphe duymamak gerekir. Erdoğan, mümkündür haremi, içoğlanlık sistemini kurabilir. Mümkündür, meşveret meclisine ofis de diyebilir. Hazineyi damada teslim edebilir. Ama Bilal ne olacak? Hem sonra meşveret odasında perde arkasından tartışmaları dinlemek yerine, elektronik kulak kullacağı ve meşveret meclisindeki herkesi her an dinleyeceği de kesin. İyi ama bu elektronik sistemlerin başka nelere olanak verecekleri belli midir? Hani Erdoğan’ın “kriptolu telefonumu dinlediler” dediği anı hatırlayalım. Bu FETÖ dediklerinin ağababası CIA değil mi? NATO ve gladio ile bu denli iç içe geçince, düyun-u umumiye yerine hazine garantili kredileri, varlık fonunu koyunca Osmanlı’nın son dönemini temel alarak, Osmanlı olunamayacağı açık değil mi? Osmanlı’nın yeniçeri ocağının yerine, SADAT iş görür mü, yoksa Sedat Peker’in mafyasını mı kullanacaklar? Çakıcı’nın çıkışlarına bakarsak, Sedat Peker’in epeyce şansı var gibi. Peki, Sedat Peker veya SADAT, Erdoğan’ın kontrolünde mi olacak?

Sadece halifelik de, sadece sultanlık da traji-komiktir. İkisinin bileşimi, traji-komik tiyatroyu daha da ucuzlatacaktır. Ne ağlamak mümkün, ne gülmek.

Oysa Erdoğan’ın Saray Rejimi esastır.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilerin daha fazla sömürüsü, halkların daha şiddetle bastırılması, insanî değerlerin ayaklar altına alınması, dinin sınır tanımaz kullanımı, ekonominin ve devletin çeteleşmesi, hak ve hukuğun yok edilmesi, sokak başlarında gençlerin öldürülmesi, çocukların organ mafyası için bitki vazifesi görmesi, kadınların ve çocukların cinsel olarak pazarlanması, tüm toplumun polisiye yöntemlerle denetim altında tutulması demektir. Saray Rejimi, ABD adına bölgede tetikçilik yapabilmek için, 23 sente asker olmak demektir. Saray Rejimi, yoksulluk demektir. Saray Rejimi, sadaka ile övünülmesi, her türlü ahlâksızlığın yaşamın devamı için zorunlu hâle getirilmesi demektir. Saray Rejimi, yağma ve talan, rant ekonomisi demektir.

Saray’daki ister Erdoğan olsun, ister Damat Ferit, ister Bilal Oğlan olsun. Saray Rejimi, milyonlarca emekçi için açlık, yokluk demektir.

Eğer bu traji-komik dönemi seyretmekle yetinmeyeceksek, biz işçilerin, biz emekçilerin örgütlenmesi esastır. İşte o zaman bu kurulan sahnenin arkasındaki güçleri açığa çıkarabiliriz. İşte o zaman, bu tarihi değiştirebiliriz. Geçmişe değil, geleceğe; padişahlığa değil, özgür bir geleceğe, insanın insana kulluğunun son bulacağı bir geleceğe yürüyebiliriz.

Ekonomik kriz ve işçi sınıfı

Saray Rejimi, 24 Haziran seçimlerinde iktidarı el çabukluğu ile gaspetmeyi başardı. Derin devlet, bu konuda belli ki, en az, Erdoğan kadar istekli davrandı. Buradan hareketle, birçok yerde, “var olan ekonomik krizi çözmek için Erdoğan’dan başka alternatif olmadığı” inancı pompalanmaya devam ediliyor.

Derin devletin bir başka adamı İnce, muhtemelen, bu krizi ben çözerim, demiştir. Ama ne ki, İnce’nin bu görev için uygun olmadığına karar verilmiş olmalı. O zaman da İnce, ben de bari CHP’nin başına geçeyim, diye tutturdu. Oysa, bir dernek kursa ve başına geçse belki daha büyük bir güç elde ederdi. Bunu daha sonra anlayacak. Zaten CHP, çoktan harakiri yapmış bir partidir. Ruhuna fatiha!

Krize dönelim.

Oysa Saray Rejimi ve Erdoğan, krizi çözme olanaklarına hiç ama hiç sahip değildir.

Önce krize bakalım.

Kriz denilen şey kendini nasıl ortaya koyuyor?

1- İşsizlik olarak ortaya koyuyor. Ekonominin büyüdüğü iddialarına rağmen, bu artan işsizlik, devlet eli ile yapılan hileli istatistik düzenlemeleri ile azaltılmaya, olduğundan daha az gösterilmeye çalışılıyor.

Buradan bir konu dışı çıkarsama yapmak mümkün, devlet-hükümet, Saray Rejimi, sürekli olarak makyajlama işi ile uğraşıyor. Bu konuda iyi olup olmadıklarını da pek bilemeyiz, çünkü öyle bir basın var ki, kötü olsalar da fark ettirmezler. Bu makyajlama, artık bir AŞ olarak yönetilmeye and içilen TC devleti için, normal hâle gelmiştir. Ama yine de sıradan bir şirkette dahi makyajlama, mali suç olarak ele alınır.

İşsizlik, sürekli artıyor. Ve tüm yalan istatistiklere rağmen durum böyledir.

2- İkinci ve esas olarak şirketler ve meşhur “piyasa” için daha da önemli kriz göstergesi, TL’nin değer kaybı, dolar ve euro’nun sürekli artışıdır. 2018 yılının başında, 1 dolar 3,70 TL iken, bugün 6 TL’nin üzerindedir. Yaklaşık %62 civarında bir devalüasyona rağmen, dolar’ın nerede duracağı belli değildir.

3- Enflasyon yükselmekte, faizler yükselmektedir.

Bu üç göstergeye bakarak krizin varolduğu söylenmektedir.

Doğrusu, bu üç gösterge, bugün olduğu gibi olmadan da, mesela 2018’in Ocak veya Şubat ayında da bir ekonomik kriz vardı. Türkiye, giderek daha da derinleşen bir ekonomik krizin içindedir.

Esas olarak, bu göstergelere değil, bunların arkasındaki gerçeğe bakmamız gerekir.

– Erdoğan’ın ve Saray’ın söylediğinin aksine, Türkiye’nin borçları artmaktadır. Dış borçları oldukça fazla artmıştır. Erdoğan ve Saray, sürekli olarak IMF’ye borçlu olma dönemine son verdik, diye övünmektedir. Ama bu, borçların azaldığı anlamında değildir. Ve bir anonim şirket (AŞ) olarak yönetilen Türkiye’de borç seviyesi batma noktasındadır. Bu durumda Erdoğan’ın, borçları bitirdik açıklaması yalandır, yani AŞ’nin CEO’su, yalan söylemektedir. Genellikle şirket sahiplerine yalan söyleyen ceo’nun işine son verilir.

Bu borç yükü, 2018 yılının Temmuz ayını temel alırsak, yaklaşık olarak önümüzdeki 12 ay için, aylık ortalama 20 milyar dolardır. Temmuz ve Ağustos ayları biraz daha düşük olması koşulu ile aşağı yukarı durum budur.

Bu durumda döviz borcu olanlar, döviz almayı sürdürecektir.

– Türkiye AŞ’nin, bazı projelerinin finansmanı için bulunan kredilerin karşılığında, hazine garantisi vardır. Hazine garantisi demek, kredinin ödenmemesi durumunda, devlet (pardon AŞ) hazinesine gidecek olan bazı gelirlerin doğrudan kredi alınan yerlere ödeneceği anlamındadır. Demek ki, bu kredilerin bulunması ve teminatı konusunda sorun vardı. Hazine garantisinin nedeni budur. Krediyi veren garanti istemiştir. Bu projeler, Avrasya Tüneli, Orhangazi köprüsü, 3. boğaz köprüsü ve 3. havalimanı gibi projelerdir. Bu projeleri verdikleri “inşaat firmaları”, yandaş ve Erdoğan ailesinin ortak olduğu şirketlerdir. Bu nedenle, hazine garantisi olmadan kredi bulabilmeleri de çok zor idi, zordur. Üstüne üstlük bu projelerin yüklenici firmaları ile geçecek araç satısına göre anlaşmalar yapılmıştır. Bu anlaşmalar bugünlerde, “şehir hastahaneleri” için de yapılmaktadır. Mesela devlet, 25 yıl boyunca gelecek hasta sayısı konusunda bir garanti vermiştir. Bu sayı tutmazsa, hazine bu parayı ödeyecektir. Hastalıkları önlemek için var olması gereken sağlık sistemi, ne kadar çok hasta üretilirse, o kadar sevinmektedir. Devlet de, hastahanelere “müşteri” garantisi vermektedir.

İşte bu nedenle, artık kredi bulmak için verilen hazine garantisi de işe yaramamaktadır. Varlık Fonu ve başındaki Yiğit Bulut da, bu konuda güven vermiyor olmalı ki, ancak bazı Katar firmalarından kredi sağlanabilmiş ve artık bu kanal da tıkanmaya başlamıştır.

Halka işsizliği farklı göstermek için makyajlama yapmak kolaydır ama kredi verecek finans şirketlerini makyajla kandırmak kolay olmuyor. Jöleli bile jöleleri ile etkili olamıyor. Belki pembe jöle sürerse, bir şansı olabilir.

Dışarıdan para gelmeyince, yani yeni krediler gelmeyince, döviz ihtiyacını karşılamak da zor oluyor. Hele ki, Haziran ve Temmuz aylarında birçok turist geldiği hâlde, döviz yükseliyorsa, daha da yükselecek anlamına gelmektedir.

Bir de döviz ihtiyacını yaratan önemli bir faktör olarak cari açığı da saymak gerekir. İthalat sürekli olarak ihracattan fazladır ve yaklaşık 60 milyar dolar bundan kaynaklı açık oluşmaktadır.

– Elbette bu arada, Saray başta olmak üzere, devletin harcamalarındaki rekor artışlar da önemlidir.

– Ekonomik büyüme denilen şey, büyük ölçüde inşaata dayanmaktadır. Bir fabrika ile bir yol ya da bir inşaat vb. arasında epeyce farklılık vardır. Üretim, belli bir sürekliliği ve sürekli yeni değerler, artı-değerler yaratmayı sağlar. Ama inşaat işi böyle değildir. Sonuçta dün 1.5 milyona satılan daireler, bugün 1 milyona bile satılamaz hâldedir. Elbette ki, her havalimanı, her yol, her inşaat işi, ihaleleri vb, hepsi ama hepsi, büyük rant kaynağıdır. Bu rant kaynağı, doğanın yağmalanması kadar, aynı zamanda bir ranta dayalı rüşvet ve zenginleşme ağı da demektir. Bu aslında bir büyüme, gelişme değil, daha çok, ranta dayalı bir şişme ve yağmadır.

– Öyle görünüyor, AB’nin ekonomik gücünü, bu alandaki ağırlığını dengelemek için, ABD, Erdoğan eli ile yeni zenginler yaratmayı hedeflemektedir. Ama bu, kısa vadede bitecek bir program değildir. Bir Koç ve Sabancı yaratmak, inşaat alanından gelen rant ile mümkün değildir. Bunun için büyük zamana ihtiyaç vardır. Bugün, kriz, sermayenin el değiştirmesi için de kullanılacaktır. Ama kriz, inşaat sektörünü feci hâlde vurmaktadır. Bu durumda bu zenginleşmenin ABD ve Erdoğan’ın istediği şekilde sonuçlanacağının garantisi yoktur.

– Bir de savaş ekonomisi meselesi var. Ülkemizde bir iç savaş yürüdüğü açıktır. Yakın döneme kadar sadece Kürtlere karşı yürüyen savaş, son dönemde daha da boyutlanmıştır. Elbette her savaşın bir ekonomik yükü vardır. Konumuz ekonomi olduğu için, toplumsal, insanî yüklerini burada ele almıyoruz.

TC devleti, pardon Türkiye AŞ, dışarıda da bir savaştadır. Suriye savaşının getirilerini (kaçak petrol, silâh satışı, organ mafyası vb.) özel şirketler yutarken, Suriye savaşının ekonomiye bir maliyeti olduğu da açıktır.

Ethem Sancak’ın, nam-ı diğer Şems’in, silâh sanayiine BMC ile dalışı, Erdoğan çevresindeki ABD bağlantılı şirketlerin sanayi alanında bir güç edinme isteğini göstermektedir. Ama bu daha işin başlangıcı sayılmalıdır.

İşte kriz göstergesi olarak ele alınan, döviz kuru yükselmesi, enflasyon yükselmesi, faiz yükselmesi ve artan işsizlik süreçlerinin arkasında bu gibi etkenler vardır. Türkiye AŞ, yakında iflas erteleme talep edecektir. Böylece yöneticileri soydukları ile kalacak, ama şirket batacaktır. Ve muhtemelen IMF, son günlerin modası ile söylersek, Türkiye AŞ için bir kayyum atayacaktır.

İşte bu tablo içinde, kriz giderek daha fazla su üstüne vurmaya başlıyor.

Yağma, hazineyi boşaltmış gibidir.

Borçlar, dövizi yükseltmektedir.

Faizin artışı, inşaat alımlarını tamamen durdurmaktadır. Konut satışlarındaki düşme, rantı ve fiyatları aşağıya çekmektedir. Bu durum, daha şimdiden, inşaat alanındaki taşeronların batmasına yol açmaktadır.

Suriye savaşının seyrinin değişmiş olduğu açıktır. Bu, birçok problemi daha da ağırlaştıracaktır.

Bu koşullarda, Türkiye AŞ’nin borç bulması zorlaşmaktadır ya da kredilerin faizleri artmaktadır.

Daha bunların üzerine dış dalgaların etkileri de tam olarak yansımış değildir.

Anlaşılan IMF ile bazı görüşmeler yapılmış, IMF, şart olarak Kemal Derviş tarzı bir kendi adamını önermiştir. Bunlar doğru ise, Saray kabinesinin aile organizasyonu büyük yara alacak demektir.

Öte yandan İngiltere başta olmak üzere bazı ülkelerle yapılan pazarlıklar da tıkanmaya başlamıştır.

Tüm bunlar şunu gösteriyor, dün de bir kriz vardı. Ama borç çarkı ile bu kriz, daha düşük faizler ve daha düşük döviz kuru ile çevrilebiliyordu. Yani batak bir firma, yine de dönebiliyordu. Şimdi, dönme sağlanamamaktadır.

Aynı süreç emekçiler için de, işçiler için de geçerlidir. Pompalanan tüketim alışkanlığı ile, modern cep telefonlarını kredi ile satın alanlar, bugün, gelecekteki 12 aylık gelirlerini harcamış durumdadır. Bugün, bazı aileler için bu artık dönmemektedir. Ama bazı aileler için hâlâ döngü sağlanabilmektedir. Ekonomik kriz, işten çıkarmaları beraberinde getirdikçe, döngü de sağlanamayacaktır. Bu nedenle olsa gerek, üniversite mezunu kadınlar, kafeteryalarda 1000 TL ücret karşılığı çalışmak zorunda kalmaktadır. İşsizliğin daha da artması durumunda, bu döngü, daha fazla sayıda insan için sağlanamaz hâle gelecektir.

Öte yandan son 10 yılın en kârlı ya da yüksek kârlı alanları olan enerji, iletişim, eğitim ve sağlık alanlarında, artık kârlılık düşmektedir.

Ve tüm bunlar, siyasal kriz ile de birleşmekte, bölgemizde süren paylaşım savaşımının etkileri ile daha da ağırlaşmaktadır. Türkiye AŞ, bölgemizdeki her ülke ile kavgalı, ABD adına tetikçilik yapan bir güç durumundadır. Bu durum, riskleri daha da artırmakta, bu da sermayenin kaçışına zemin hazırlamaktadır.

Ekonomik kriz, dış politikadan gelen siyasal kriz ile birleşmektedir.

Ekonomik kriz, içeride süren iç savaş ile birleşmektedir.

Türkiye AŞ ve onun yönetimi, krizden çıkış için, işçi ve emekçilere ağır faturalar yüklemeye hazırlanmaktadır.

İşçi sınıfı, zaten çok ama çok zor koşullarda hayatını sürdürmektedir.

– Her gün, 4-5 işçinin öldüğü iş cinayetleri artık had safhaya yükselmiştir.

– İşçi ücretleri sürekli düşmektedir. İşçi ücretlerinin sadece satın alma gücü düşmekle kalmıyor, fiilî olarak da işçi ücretleri düşmektedir. Yani sadece eline geçen para ile daha az et, daha az peynir almıyor işçiler, aynı zamanda eline geçen para da düşmektedir.

– Milyonlarca işçi emeklisinin gelirleri düşmektedir.

– Eğitim ve sağlık alanı tamamen patlamıştır. Bu durum, yaşamı daha da zorlaştırmaktadır.

– Bunların üzerine ek vergiler gelmekte, maaş kesintileri binmektedir.

Ve yeni olarak ekonomik krizin faturası yeni yükler getirecektir. Şimdi Türkiye AŞ yönetiminin planı budur. Bunalımı halkın, işçi ve emekçilerin üzerine yıkmak.

Toplumun en örgütsüz kesimi olan çalışanlar, işçi sınıfı, bu krize karşı yerel eylemlerini artırmaktadır.

Krizin faturasını ödemeyi kabul ettiği sürece işçi sınıfı, daha da çekilmez yaşam koşullarını kabul edecek demektir.

Bunu kabul etmemesi demek, direnmesi demektir ve bu durum, örgütlenme iradesini geliştirmekle mümkündür. Sandıktan sandığa oy vermek, oylarına sahip çıkmak için sandıklarda güvenlik almak vb. artık eskimiş birer masal hâline gelmiştir. Örgütlenmek, hayatı savunabilmek için, tüm bu vahşi yaşama, savaşa, krize, yokluğa, yoksulluğa karşı işçi sınıfının tek çıkış yoludur.

Üstelik işçi sınıfı bunu başarmak için, sadece ekonomik örgütlenme ile de yetinemez, yetinmemelidir. Kendi çıkarlarını her koşulda savunacak devrimci örgütlenmelere yönelmek zorundadır.

Saray’ın ucuz anti-emperyalizmi

Biz devrimciler için, bir sömürge ülkede yaşıyorsak hele, emperyalizme karşı mücadele, sosyalizm mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle biz devrimci sosyalistler, anti-emperyalist mücadele vermeye yönelmiş kişi ve grupları, farklı ideolojileri olsa da, müttefik olarak görürüz. Ama her zaman ve her zaman biliriz ki, tutarlı bir anti-emperyalizm, ancak sosyalizm savunusu ile, ancak anti-kapitalist olma ile mümkündür. Kapitalizme karşı mücadele etmeden, tutarlı bir anti-emperyalist olunamaz.

Bizim içinde yaşadığımız Ortadoğu coğrafyasında, birçok “ulusal” hareket, anti-emperyalist bir mücadeleye başlamıştır. Ancak, bu mücadelenin başarısı, onların anti- kapitalist olmalarına, yani sosyalizm için mücadele etmelerine bağlı olmuştur. Bu nedenle birçok anti-emperyalist “ulusalcılık” sonuçta, emperyalizme bir başka tarzda bağlanmıştır.

Aynı şekilde İslamî hareket içinde, anti-emperyalist mücadeleden yana olanlar olmuş, bu konuda samimi olanlar olmuştur. Ama kapitalizme karşı tutarlı bir mücadele yok ise, bu anti-emperyalizm çocukça bir istem olarak kalır.

İslamî hareket denildi mi, çoğunlukla, komünizme karşı mücadele adına, emperyalizm tarafından, daha çok da ABD emperyalizmi tarafından kullanılmış hareketler anlaşılır. Birkaç istisna dışında tüm İslamî hareketler, bu eksende, SSCB’ye karşı eski “yeşil kuşak” projesinin içinde şekillenmiştir.

Gülen hareketi ne kadar ABD’ye bağlı ise ya da İsrail’e, İngiltere’ye, Almanya’ya vb. bağlı ise, AK Parti de o kadar Müslüman Kardeşler gibidir ve ABD çizgisindedir. AK Parti’nin özel bir proje olması da bu anlamdadır.

BOP eş başkanı olduğunu bizzat kendi ağzından, övünerek söylemiş olan Erdoğan, İsrail’e mi karşıdır? Kudüs’ün başkent ilan edilmesi kararına mı karşıdır? Elbette ki değildir. Erdoğan ve AK Parti’nin ana kadrosu, kesinlikle ABD, İngiltere ve İsrail hattına, sonuna kadar bağlıdır.

Erdoğan, Şam’ın işgalinden söz ediyordu. Ve Erdoğan ve ekibi, TC devleti Suriye savaşında, tüm kadroları ile bir tetikçi olarak davranmıştır. Suriye’nin işgalinde rol almıştır, almaktadır.

Ne zaman ki, Rusya ile karşı karşıya kalındı ve ne zaman ki, Suriye savaşı ABD aleyhinde gelişmeye başladı, ne zaman ki, ABD, İngiltere, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye destekli IŞİD güçleri yenilmeye başladı, o andan itibaren ABD ile Türkiye arasında bir açı farkı oluşmaya başladı.

Bugün, ABD, Türkiye’nin İran’a girmesini talep ediyor mu? Eğer ediyorsa, bu nedenle, Erdoğan ve Trump’ın ortaklaşa tırmandırdıkları bir sözde kriz mi vardır? Varsa bu krizin amacı, İran’a savaş için, TC devletini topyekûn olarak ikna edebilmek midir? İran’a karşı savaş karşılığında Türkiye acaba ne kadar para talep etmektedir?

Erdoğan, İran’a karşı savaşırsa sonu gelmiştir, savaşmazsa ABD ipini çekecektir ikilemi ile karşı karşıyadır ve AB’ye bu nedenle yeniden yaklaşmaya başlamıştır. Almanya ve AB, büyük ölçüde İran savaşına karşıdır.

İşte Erdoğan ve AK Partili hükümetin anti- Amerikan tutumu gibi gözüken bağırıp çağırmaları bu nedenledir.

Rahip Brunson’u ABD’ye karşı kullanmak, gerçek olamayacak kadar çocukçadır. TC devletinin de, ABD’nin de karşılıklı kullanabilecekleri daha fazla kozları, daha ciddi kozları olmalıdır.

Mesela Türkiye, açık olarak İncirlik üssünü kapatacağını ilan edebilir. İncirlik başta olmak üzere ABD üsleri söz konusu iken, Türkiye’nin rahibi kullanması, “al papazı ver papazı” tarzını öne çıkarması, daha çok, içeride AK Parti’yi destekleyenleri kazanmak içindir. Başka bir etkisi de olmaz, amacı da.

Brunson olayını kullanmak, Erdoğan için, ekonomik krizi kendi hükümetinin politikalarının sonucu değilmiş gibi göstermek amacına hizmet eder.

İdlib, Suriye ordusu tarafından alındığında, Suriye savaşı büyük ölçüde bitmiş olacaktır. ABD, Türkiye’ye, bu süreci uzatma, bu açıdan Rusya’yı oyalama görevi vermiş olmalıdır. Öyle anlaşılıyor ki, bu oyalama işe de yaramaktadır.

Saray basını, anti-Amerikan bir tutum izlendiği izlenimi yaratarak, Erdoğan ve AK Parti’yi aklamaya çalışıyor.

Ama bu arada ne olursa olsun, halkta Amerikan karşıtlığı da gelişmektedir. Bu gelişen Amerikan karşıtlığı, sağlam temellere bağlı değildir.

Değildir çünkü, anti-emperyalizm temelli değildir.

Barlas’ın, iPhone kullananlar sadece FETÖ’cülerdir, demesi de bu ciddiyetsizliğin kanıtıdır. Barlas, büyük Amerikan sevdalısıdır ve şimdi, Amerikan malı olduğu için iPhone’a karşı mücadele başlatmıştır! Gözlerimiz yaşarıyor.

Barlas, dolar aşığıdır. Ve şimdi, anti-Amerikan olmuştur. Yarın ise tekrar ABD sevdalısı olacaktır.

Buyursunlar, gerçek anlamda anti-Amerikan olacaklarsa, ilk iş olarak, ABD ile yapılmış tüm ikili anlaşmaları açıklasınlar. Erdoğan mesela bu ikili anlaşmaları yırtsın. Mesela İsrail ile olan ikili anlaşmaları yırtsınlar.

Amerikan mallarına ambargo uygulayacaklarsa, mesela ABD silâhlarını reddetsinler, mesela Cargill’in aldığı imtiyazları yok etsinler.

ABD üslerine karşı çıksınlar. Eğer bağımsızlıktan söz ediyorlarsa, NATO’dan çıksınlar.

Bunları yapmadan, anti-emperyalist, anti-Amerikan olmak mümkün değildir. Erdoğan ve hükümetin, Amerika’ya karşı açık bir tutumu yoktur, daha çok sahneyi dolduran tutumları, show yapmaya yönelik tutumları vardır.

Hükümet, Suriye savaşı konusunda ABD’den gelen açık emirleri, yapılan anlaşmaları vb. açıklasın. IŞİD’e giden silâhları açıklasınlar. IŞİD petrollerinin pazarlanma şekillerini açıklasınlar.

Erdoğan’ın İsrail karşıtlığının ne anlama geldiğini biliyoruz. İsrail ile bağlı ihaleleri mi iptal ettiler? Şimdi, aynı tiyatro, anti-Amerikancılık olarak oynanıyor.

Evet halkta, işçi ve emekçilerde bir anti-emperyalist ruh gelişmektedir. Bu anti-emperyalizm, ancak içteki sömürüye ve sermaye egemenliğine karşı çıkarak tutarlı bir hâl alabilir. Bu nedenle, işçi sınıfının sahneye çıkması, gerçek anlamı ile ülkenin sahibi olarak davranması dışında bir anti-emperyalizm mümkün değildir. İçeride sömürüye, içeride sermaye egemenliğine karşı çıkmadan, emperyalizme karşı olmak mümkün değildir, tutarsızdır.

Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbrahim’lerin katlini lanetleyerek işe başlasınlar.

Suriye’de emperyalizme verdikleri desteği çeksinler, Suriye’den hemen çekilsinler, bunu zorla değil, açıkça emperyalist işgale karşı olduklarını açıklayarak yapsınlar. Kendi işledikleri suçlar da dahil, Suriye’de emperyalist güçlerin işledikleri tüm suçları itiraf etsinler. Ve ABD ile yapılmış tüm ikili, gizli ve açık anlaşmaları deşifre etsinler. Barlas ve onun gibiler, bununla işe başlasınlar. Saray basını, her gün bir ABD belgesini yayınlasın. Tüm bunlar, rahip olayı etrafında kopartılan sahte fırtınadan çok daha anlamlı olacaktır.

İşçiler ve emekçiler o kadar örgütsüzdür ki, emperyalizmin uşakları, anti-emperyalist rollere bürünebilmektedirler.

Bu ucuz anti-Amerikancılığın ipliğini pazara çıkarak şey, işçi ve emekçilerin, halkın gerçek anti-emperyalist tutumu olacaktır. İşçi ve emekçiler gerçek anti-emperyalist tutum ile sahneye çıktıkça, görülecektir ki, bunlar, önce işçilere karşı mücadeleye başlayacaklardır.

Ucuz politikaların sonuna gelinmektedir.

İşçi ve emekçiler, bu ciddiyetle örgütlenmelidir.

Cumartesi Anneleri… 700 Hafta… Sanmayın ki hesap sorulmayacak

Cumartesi Anneleri’nin 700. hafta eylemine bir saldırı gerçekleşti.

Bu saldırı, Saray Rejimi’nin kaymakamı Savaş Ünlü, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve bu rejimin diğer yöneticilerinin talimatıyla İstanbul emniyetine bağlı polislerce yaptırılmıştır.

Bu saldırı, beyaz toroslarla hesaplaşma iddiasıyla iktidar olanlar tarafından, kollarına Ağar ve Çiller’i takarak, Cumartesi Anneleri’ne ve halka yapılmıştır.

Annelerimizin çağrısıyla gelen insanların bir araya gelmesi, birbirini görmesi, polis gücüyle engellenmeye çalışılsa da, İstiklal’den yansıyan görüntüde haykırıldığı gibi, “Anne buradayız” diyen yüzleri susturamadılar. Eyleme gelenler bu saldırıya direndiler.

İşte onların anlayamayacağı şey, bu direnişin özünde saklı: Bastırılamayacak olan kitlelerin özgürlük istemi ve adalet arayışıdır.

Bu adalet arayışı, dayanışmayla büyüyecektir. Annelerimizin direnişinin, halkların direnişinin, işçi direnişleriyle aynı kanala akmasıyla büyüyecektir. Adalet arayışı ve özgürlük isteminin daha sıkı sıkıya bağlanmasıyla büyüyecektir.

Kaldıraç
25.08.2018

“Rahip krizi”.. “Ekonomik savaş”.. “Kahrolsun ABD!”

Hatırlayalım; Şubat 2018’de, cezaevinde bir yıldır tutklu bulunan Alman vatandaşı gazeteci Deniz Yücel, Almanya ile yürütülen kapalı pazarlıklar sonucunda sessiz sedasız tahliye edilmiş, özel bir uçakla Almanya’ya dönmüştü.

Bunun öncesinde yine Almanya ile basın üzerinden atışmalar yürütülüyor, Saray’ın, Erdoğan’ın “dik duruşu”ndan söz ediliyordu. O zaman Türk Lirasının değeri böyle düşmemiş, ekonomi de bugünkü gibi kriz tartışmaları ayyuka çıkmamıştı.

Alman vatandaşı gazeteci Deniz Yücel ile benzer suçlamalarla tutuklu bulunan ABD vatandaşı Rahip Brunson da ise, görüşmeler kamuya açık bir şekilde basın ve sosyal medyadan karşılıklı restleşmelerle sürdürülmekte. Görüşmelerin yarattığı kriz ise, Türk Lirasının değerinde büyük kayıplara yol açarken, ekonomik kriz tartışmaları artık bir gerçek olarak dillendirilmekte.

Burada ikinci bir hatırlatmaya ihtiyaç var. 2019’un Kasım ayında yapılacak genel seçimler, 1,5 yıl önceye çekilerek, geçtiğimiz Haziran ayında yapıldı. Saray rejimi, Erdoğan, yaşanan ekonomik krizi artık saklayamayacaklarını anladıklarından, erken seçime gitmişlerdi. Ekonomik krizin yaratacağı öfkenin 2019’daki seçimlerde kendi iktidarlarını tehlikeye sokacağını görerek hareket etmişlerdi.

Buradan bazı sonuçlara varmak mümkündür.

1- Bu kriz, borcu boçla çeviren, rant ve yağma ekonomisinin eskisi gibi borç para bulamamasından kaynaklanmaktadır. 2002 yılında yaklaşık 100 milyar dolar olan dış borç, bugün özeli ve devleti ile toplam 450 milyar dolara ulaşmıştır. 16 yılda tam 350 milyar dolar para bu ülkeye borç olarak girmiştir.

Bu 350 milyar dolar, yollara, köprülere, havaalanlarına, inşaata ve ihalelerden alınan komisyonlar üzerinden yönetenlerin ceplerine indirilmiştir. Sadece, 2018 yılı sonuna kadar ödenmesi gereken borç miktarı 180 milyar dolardır.

2- 24 Haziran seçimleri ile kurumsallaştırlmaya başlanan Saray Rejimi, başta ABD olmak üzere emperyalist merkezlerin üzerinde anlaştığı yeni yönetim modelidir. Dolayısıyla ortada, Saray’a, Erdoğan’a karşı ilan edilmiş bir savaş yoktur.
Tam tersine, ülke ekonomisinin kaçınılmaz krizinin sorumluluğunun Saray ve Erdoğan’a kalmasını engellemenin bir yolu olarak “Rahip Krizi” devreye girmiştir.

3- Türkiye, Sovyetler Birliği’nin varolduğu dönemde, sosyalizme karşı bir tampon ülke olarak organize edilmiş, ekonomik olarak Avrupa sermayesine, siyasi olarak ABD’ye bağlı bir sömürge ülkedir.

Bugün yaşanan emperyalist paylaşım savaşında, ortaklalaşa sömürge olan Türkiye’de emperyalist güçler, Avrupa ve ABD bir paylaşım savaşına tutuşmuşlardır.

Türkiyede en büyük yatırıma Avrupa sermayesi sahipken ABD’nin yatırımları çok düşüktür. Bu nedenle ABD, “Rahip Krizi”ni Avrupa sermayesini sıkıştırmanın bir aracı haline dönüştürmüştür. Almanya’nın; “Türkiye’nin ekonomik krizi bizim çıkarlarımıza terstir” açıklaması boşuna değildir. Yine Almanya’nın müdahalesi ile, dövizdeki gerileme, ABD ve Saray’dan yapılan açıklamalarla boşa düşürülmeye çalışılmaktadır.

Aslında ortada Trump’ın ABD’si ve Erdoğan’ın Türkiye’si arasında danışıklı bir dövüş vardır.

Bu ülkede yaşayan kimsenin hukuk işlediği için Rahip Brunson’un serbest bırakılmadığını düşünmesi mümkün değildir. Çünkü geçmişi bir yana bıraksak bile son iki yıldır hiçbir hukuk kuralının işlemediğini herkes bilmektedir.

4- Bu arada gerçekte varolan ekonomik krizin sorumlusu olarak bize ABD gösterilmiş ve altı boş bir ABD düşmanlığı körüklenmiştir.

Eğer gerçekten ABD emperyalizmi ile bir çatışama var ise, eğer gerçekten Siyonist İsrail’e karşı lafta her türlü söz söylenirken ticari, askeri, siyasi ilişkilerin geliştirildiği gibi bir tiyatro oynanmıyor ise, Saray ve Erdoğan ABD emperyalizmine karşı gerçek adımlar atsın.

Başta İncirlik olmak üzere tüm ABD üsleri kapatılsın.
Ülke topraklarındaki tüm ABD askerleri sınırdışı edilsin.
ABD büyükelçiliği kapatılsın, çalışanlar sınırdışı edilsin.
Erdoğan’ın kameralar karşısında elektronik eşyaları boykot edeceğiz derken, arttırılan gümrük vergilerinde olmayan elektronik eşyalar da dahil, tüm ABD ürünlerinin ülkeye girişi yasaklansın.

Doğrudan ya da dolaylı az miktarda da olsa tüm ABD yatırımları ülkeden çıkarılsın.

Eğer bunlar yapılmıyorsa bilelim ki, bizim inanmamız için oynanan bir tiyatro vardır. Biz buna inandıkça, onlar gerçekte varolan ekonomik krizin yükünü bizim sırtımıza yükleyeceklerdir.

16 yıldır sürdürülen yağma ekonomisinde deniz bitmiş, şimdi kendi sorumluluklarından kurtulmak için dış güçler yalanına sarılmışlardır.

Bu krizin faturasını, 16 yılda 350 milyar doları ceplerine indirenler, biz işçi-emekçilerin alınteri ile zenginleşenler ödesin.

Bize düşen;
Bu kriz ile neredeyse yarı yarıya azalan başta asgari ücret olmak üzere ücretlere zam istemektir.

İşten atmalara karşı direnmektir.

İğneden ipliğe, elektrikten doğalgaza, ekmekten şekere yağmur gibi gelen zamları kabul etmemek, bunun için mücadele etmektir.

Bilelim ki; biz örgütsüz oldukça, yan yana gelip beraber hareket etmedikçe, tek başına bu kabustan sıyrılmaya çalıştıkça, bu faturalar bize ödetilecek. Yönetenler, patronlar zenginliklerine zenginlik katmaya devam edecek.

Onların anti-emperyalizmi bir masaldır.

Yalanlara inanma, krizin faturasını ödememek için, örgütlü direnişe!

Bizler örgütlendikçe saldırıları püskürtecek, direndikçe kazanacağız.

Krizin faturasını krizi çıkaranlar ödesin!

KALDIRAÇ
18 Ağustos 2018

Krizin Faturasını 350 Milyar Doları Yiyenler Ödesin!

“Acaba dolar 7 TL’yi geçecek mi yoksa 5 TL’ye mi inecek?” “ Euro 8 TL olur mu?”… Günlerdir başka bir gündemimiz yok. Herkesi bir ekonomik kriz korkusu sardı. Kolay değil, kriz denildi mi başımıza geleni biliyoruz. İşsizlik, yoksulluk, kredi ile aldığımız ve işimizden olup elimizden gitmesin diye susarak köle gibi çalıştığımız ev ve arabalar ya giderse korkusu.. Kredi ile eve girmeyenlerin kira ödeyemeyip evden atılma korkusu…
Evet daha öncekilerden biliyoruz ki, ne zaman ekonomik kriz var denilse, patronlara, zenginlere bir şey olmuyor ama emeği ile, alınteri ile geçinen milyonlar için çile doldurmakla geçen, çocuklar için katlanılan hayatın dahi artık sürdürülemez hale gelmesi anlamına geliyor.

Bu kriz dış güçlerin oyunu mu?

Hatırlayalım, 2019’un Kasım ayında yapılacak genel seçimler, 1,5 yıl önceye çekilerek, geçtiğimiz Haziran ayında yapıldı. Saray rejimi, Erdoğan, yaşanan ekonomik krizi artık saklayamayacaklarını anladıklarından, erken seçime gitmişlerdi.

O zaman Rahip krizi yoktu ve seçimler öncesi dolar 5 TL’ye yaklaşmıştı.

Bu kriz, borcu boçla çeviren, rant ve yağma ekonomisinin eskisi gibi borç para bulamamasından kaynaklanmaktadır. 2002 yılında yaklaşık 100 milyar dolar olan dış borç, bugün özeli ve devleti ile toplam 450 milyar dolara ulaşmıştır. 16 yılda tam 350 milyar dolar para bu ülkeye borç olarak girmiştir.

Bu 350 milyar dolar, yollara, köprülere, havaalanlarına, inşaata ve ihalelerden alınan komisyonlar üzerinden yönetenlerin ceplerine indirilmiştir. Sadece, 2018 yılı sonuna kadar ödenmesi gereken borç miktarı 180 milyar dolardır.

350 milyar dolar borçla ekonomiyi büyüttüğünü söyleyenler, GSMH ‘yi 10 bin dolara çıkardık diye övünenler, şimdi borçlarını kapatacak borç para bulamıyorlar. Artık kredi bulmakta da sıkıntı içindedirler. Kamu bankaları yağmalanmakta, faiz ve dolar kuru aynı anda artmakta, enflasyondaki artış, onların rakamları ile yükselmekte, tüm makyajlamalara rağmen işsizlik yükselmektedir.

 

Tüm bunların üzerine gelen “Rahip krizi”, Erdoğan için bulunmaz nimet olmuştur.

 

ABD ve Trump sanki ekonomik krizin toplumda yaratacağı öfkenin Saray’a, patronlara yönelmesini engellemek için çalışmaktadır.

 

16 yıldır sürdürülen yağma ekonomisinde deniz bitmiş, şimdi kendi sorumluluklarından kurtulmak için dış güçler yalanına sarılmışlardır.

 

Bu ekonomik ve siyasal çöküşün yaratacağı öfkenin gerçek sorumluları olan Saray’a, patronlara yönelmemesi için dış ve iç düşman yalanlarına sarılarak, milliyetçiliği, ırkçılığı yükseltiyorlar, yükseltecekler. Savaş politikalarını derinleştirerek, işçi-emekçilerin, halkın kendilerini desteklemelerini istiyorlar, istemeye devam edecekler. Bu krizi daha fazla yağmayla, rantla, artan vergi oranlarıyla, BES’leriyle, bedelli askerlik paralarıyla aşmaya çalışacaklar.

16 yılda 350 milyar doları iç edenler ekonomik krizin yükünü çeksinler.

Erdoğan 100 gün eylem planında halka “Yastık altından dövizleri çıkarın. Altınlarınızı çıkartın, gelin bunları TL’ye dönüştürün.” dedi. Hangi işçinin, hangi emekçinin yastığının altında döviz var? Bizim yastığımızın altında yatağımızdan başka bir şeyimiz yok.

 

Bu krizin faturasını, 16 yılda 350 milyar doları ceplerine indirenler, biz işçi-emekçilerin alınteri ile zenginleşenler ödesin. Çıkartacakları savaşlara kendi çocukları gitsin.

 

Bize düşen;

Bu kriz ile neredeyse yarı yarıya azalan başta asgari ücret olmak üzere ücretlere zam istemektir.

İşten atmalara karşı direnmektir.

İğneden ipliğe, elektrikten doğalgaza, ekmekten şekere yağmur gibi gelen zamları kabul etmemek, bunun için mücadele etmektir.

 

Bilelim ki; biz örgütsüz oldukça, yan yana gelip beraber hareket etmedikçe, tek başına bu kabustan sıyrılmaya çalıştıkça, bu faturalar bize ödetilecek. Yönetenler, patronlar zenginliklerine zenginlik katmaya devam edecek.

 

“Acaba dolar 7 TL’yi geçecek mi yoksa 5 TL’ye mi inecek?” “ Euro 8 TL olur mu?”… Günlerdir başka bir gündemimiz yok. Herkesi bir ekonomik kriz korkusu sardı. Kolay değil, kriz denildi mi başımıza geleni biliyoruz. İşsizlik, yoksulluk, kredi ile aldığımız ve işimizden olup elimizden gitmesin diye susarak köle gibi çalıştığımız ev ve arabalar ya giderse korkusu.. Kredi ile eve girmeyenlerin kira ödeyemeyip evden atılma korkusu…
Evet daha öncekilerden biliyoruz ki, ne zaman ekonomik kriz var denilse, patronlara, zenginlere bir şey olmuyor ama emeği ile, alınteri ile geçinen milyonlar için çile doldurmakla geçen, çocuklar için katlanılan hayatın dahi artık sürdürülemez hale gelmesi anlamına geliyor.

Bu kriz dış güçlerin oyunu mu?

 

Hatırlayalım, 2019’un Kasım ayında yapılacak genel seçimler, 1,5 yıl önceye çekilerek, geçtiğimiz Haziran ayında yapıldı. Saray rejimi, Erdoğan, yaşanan ekonomik krizi artık saklayamayacaklarını anladıklarından, erken seçime gitmişlerdi.

O zaman Rahip krizi yoktu ve seçimler öncesi dolar 5 TL’ye yaklaşmıştı.

Bu kriz, borcu boçla çeviren, rant ve yağma ekonomisinin eskisi gibi borç para bulamamasından kaynaklanmaktadır. 2002 yılında yaklaşık 100 milyar dolar olan dış borç, bugün özeli ve devleti ile toplam 450 milyar dolara ulaşmıştır. 16 yılda tam 350 milyar dolar para bu ülkeye borç olarak girmiştir.

Bu 350 milyar dolar, yollara, köprülere, havaalanlarına, inşaata ve ihalelerden alınan komisyonlar üzerinden yönetenlerin ceplerine indirilmiştir. Sadece, 2018 yılı sonuna kadar ödenmesi gereken borç miktarı 180 milyar dolardır.

350 milyar dolar borçla ekonomiyi büyüttüğünü söyleyenler, GSMH ‘yi 10 bin dolara çıkardık diye övünenler, şimdi borçlarını kapatacak borç para bulamıyorlar. Artık kredi bulmakta da sıkıntı içindedirler. Kamu bankaları yağmalanmakta, faiz ve dolar kuru aynı anda artmakta, enflasyondaki artış, onların rakamları ile yükselmekte, tüm makyajlamalara rağmen işsizlik yükselmektedir.

 

Tüm bunların üzerine gelen “Rahip krizi”, Erdoğan için bulunmaz nimet olmuştur.

 

ABD ve Trump sanki ekonomik krizin toplumda yaratacağı öfkenin Saray’a, patronlara yönelmesini engellemek için çalışmaktadır.

 

16 yıldır sürdürülen yağma ekonomisinde deniz bitmiş, şimdi kendi sorumluluklarından kurtulmak için dış güçler yalanına sarılmışlardır.

 

Bu ekonomik ve siyasal çöküşün yaratacağı öfkenin gerçek sorumluları olan Saray’a, patronlara yönelmemesi için dış ve iç düşman yalanlarına sarılarak, milliyetçiliği, ırkçılığı yükseltiyorlar, yükseltecekler. Savaş politikalarını derinleştirerek, işçi-emekçilerin, halkın kendilerini desteklemelerini istiyorlar, istemeye devam edecekler. Bu krizi daha fazla yağmayla, rantla, artan vergi oranlarıyla, BES’leriyle, bedelli askerlik paralarıyla aşmaya çalışacaklar.

16 yılda 350 milyar doları iç edenler ekonomik krizin yükünü çeksinler.

 

Erdoğan 100 gün eylem planında halka “Yastık altından dövizleri çıkarın. Altınlarınızı çıkartın, gelin bunları TL’ye dönüştürün.” dedi. Hangi işçinin, hangi emekçinin yastığının altında döviz var? Bizim yastığımızın altında yatağımızdan başka bir şeyimiz yok.

 

Bu krizin faturasını, 16 yılda 350 milyar doları ceplerine indirenler, biz işçi-emekçilerin alınteri ile zenginleşenler ödesin. Çıkartacakları savaşlara kendi çocukları gitsin.

 

Bize düşen;

 

Bu kriz ile neredeyse yarı yarıya azalan başta asgari ücret olmak üzere ücretlere zam istemektir. 

 

İşten atmalara karşı direnmektir. 

 

İğneden ipliğe, elektrikten doğalgaza, ekmekten şekere yağmur gibi gelen zamları kabul etmemek, bunun için mücadele etmektir.

 

Bilelim ki; biz örgütsüz oldukça, yan yana gelip beraber hareket etmedikçe, tek başına bu kabustan sıyrılmaya çalıştıkça, bu faturalar bize ödetilecek. Yönetenler, patronlar zenginliklerine zenginlik katmaya devam edecek.

 

Bizler örgütlendikçe saldırıları püskürtecek, direndikçe kazanacağız.

 

Krizin faturasını krizi çıkaranlar ödesin!

 

KALDIRAÇ
13 Agustos 2018

 

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...