Ana Sayfa Blog Sayfa 125

Yerel seçimler ve halk meclisleri

Erdoğan, kürsülerden, TV kanallarından, “domates, patates, sivri biber ve patlıcan”a savaş açmış, bunları terör aracı, halcileri terörist ilan etmiş durumdadır.

Bir açıdan haklı. Kendine karşı bir muhalif parti lazım. Kılıçdaroğlu, Akşener pek işe yaramıyor. O nedenle onların yerine, domates, sivri biber, patlıcan ve patates devreye girdi. Öyle ya, karşıda bir düşman tarif edince işler kolay olabilir.

Ama bu seferki “düşman”ların, dilleri başka. Domates domatesçe, patates patatesçe konuşuyor. Sivri biber kendine özgü bir yolla, patlıcan patlıcanca konuşuyor. Ve bu ve diğer yardımcı maddeler, mesela hıyar, mesela dolmalık biber, kürsülere çıkmadıkları için sansürlemek işe yaramıyor. Mesela bunlar miting yapmadıkları için, polis araması, polis sireni ile ses bastırma, coplama, “sizi yürütürsem adam değilim” tarzında ‘adam olmama’ tutumları işe yaramıyor. Bu düşman feci. Zeki mi ne? Topluma bir tarz ulaşıyor ve domates domatesçe, sivri biber sivri biberce, patates patatesçe, hıyar hıyarca konuşuyor. Buna rağmen, herkesin, her ailenin evine girebiliyorlar.

Saray’da Erdoğan, bunları rüyasında görüyor olmalı. MİT başkanı, bunları yakından takip etmekte. İşi biraz zor çünkü bunların üzerinde SIM kart yok. Ordu, bunlara karşı özel savaş taktikleri geliştirmekte. Soylu ise, bu “varlık”ların tümden yasaklanmasını sağlamazsa adam değil.

İşte hayatın böyle muziplikleri vardır.

Sen, Saray’ın başı, her şeyin başkanı olursun. İlk gün işe başladığında senin biat ettiğin uluslararası sermaye sana, tarım politikaları dayatır. Her ABD ziyaretinde elinin altında bir Cargill dosyası ile geri dönersin. Cargill için özel yasalar çıkartırsın. Ama sonunda o domatesler, patatesler, sivri biberler, hıyarlar, patlıcanlar, dolmalık biberler karşına dikilir.

Sen, her şeyin başkanı olmak için yola çıktığında ABD’li efendilerine verdiğin sözler gereği, 2002’den bu yana ülkede görülmemiş bir özelleştirme saldırısının tetikçisi, uygulayıcısı olursun. Devlet basma mı üretir, devlet et mi satar, devlet şeker mi satar, devlet içki mi üretir vb. dersin. Şimdi, kendin gider “tanzim” satış yerleri organize etmeye başlarsın. Hem de nasıl komik kelimelerle, “Terörist bunlar. Bunları da allahın izni ile yok edeceğiz. Cudi’de, Kandil’de ne yaptıksa, bunlara karşı da onu yapacağız.”

Bunları dinleyince, bir korku filmi diye vizyona sürülen filmin, nasıl da ucuz bir komediye dönüştüğünü görüyoruz.

Hayat işte.

Dün özelleştirmeci olursun, gün gelir devletçi olmak zorunda kalırsın.

Tez elden, “Domates, biber, patlıcan” şarkısı yasaklanmalıdır. Yoksa muhalefet, bu şarkıyı kampanya şarkısı yapabilir.

İşte yerel seçimlere giderken siyasal manzara budur.

Sistem, Saray Rejimi çürümüştür ve çevresini de çürütmektedir. Başka türlü de ayakta duramaz.

Bugün, bu yerel seçimlerde, gerçek alternatifi, halk meclislerini yaratarak, uzun soluklu bir mücadeleye hazırlığın ilk adımlarını atabiliriz. Halk meclisleri, mahalle mahalle örgütlenmelidir.

Halk meclisleri, sadece seçim döneminde değil, her zaman varlığını korumalı, kendini geliştirmelidir. Halk meclisleri, en azından muhtarlık bazında ele alınmalıdır. Mahallenin, mahallelerin konumuna göre, belki daha geniş, belki daha dar da ele alınabilir. Ve bu seçimlere, bu gözle bakmamız gerekir.

Halk meclisleri, seçilen belediye başkanlarının üzerinde de bir baskı aracına dönüştürülmelidir. Kentin, mahallenin yağmalanması, rant ile bağlı her türlü adımın önüne geçilmesi, gerçek sorunların, gerçek gündemin ele alınması bu meclislerin görevi olmalıdır.

Saray Rejimi, parlamentoyu yok etmiştir. Parlamento bir özelliği olan organ değildir ve daha da tırpanlanmaktadır. Parlamento, bugün, değil burjuvazinin apış arasını örten bir yaprak, sadece ve sadece Saray’ın apış arasını örten bir organ olarak bile işe yaramaz durumdadır.

Siyasi partiler anlamsızlaşmıştır. AK Parti, kelimenin gerçek anlamında bir parti olarak yoktur. Herhangi bir organının kararlar aldığı, işe yaradığı bir durum söz konusu değildir. MHP diye bir parti yoktur. Elbette MHP vardır, ama bir parti olarak anlamı yoktur. CHP can çekişmektedir. Kılıçdaroğlu, yerel seçim adaylarını parti meclisinden geçiremem diye, kendi yetkisine alıyor ve kendi yetkisi ile atadığı adaylar, şaibelidir. Kılıçdaroğlu’na, Maltepe için Ali Kılıç aday olacak talimatı kimden gelmektedir? Kılıçdaroğlu, küçük Erdoğan olma hevesindedir. CHP hâlâ can çekişmektedir.

Siyasi partiden çok, bunlar, taraftar topluluğu gibidir.

Bu koşullarda, halkın kendi meclislerini yerellerden kurması, bunu geliştirmesi dışında yol yoktur.

31 Mart yerel seçimlerinde elbette HDP adaylarına oy vereceğiz, elbette dürüst, demokrat, sosyalist adaylara oy vereceğiz. Ama esas olan, halk meclisleri etrafındaki bir örgütlenme ile bunu başarmaktır. Tüm seçim çalışmaları boyunca, ister muhtar adayı, ister belediye başkan adayı için olsun, mahallede bir kahvede sürekli, düzenli toplanmak, bu toplantılardan mahalle meclisi çıkarmak gerekir. Seçimlere buna uygun tarzda müdahale etmek gerekir.

Başkaldırıyoruz!

Size her ay kaçar kaçar öldürüldüğümüzü yazmayacağız kızkardeşler..

Yılda kaç kez tecavüze uğradığımızı da…

Size milyonlarcamızın işten yorgun argın gelip bir de evde ücretsiz kaç iş yaptığını anlatmayacağız kızkardeşler…

Adını koysanız da, koymasanız da, çifte emek sömürüsünün ne demek olduğunu biliyorsunuz.

Aşağılayıcı bakışları da, tehdit edenleri de, fetva verenleri de, “iyi hal”lileri de…

Hepsini tanıyorsunuz. Boğazımızı sıkan her bir elin sahiplerini biliyorsunuz.

Ne devletten, ne polisten, ne patrondan, ne kocadan, ne hocadan, ne babadan… Size isyandan bahsedeceğiz bugün kızkardeşler. Birbirimizin gözlerinde gördüğümüz öfkeden ve ateşten.

Affetmeyen, kabullenmeyen, boyun eğmeyen..

Bu bir kavga. Her gün onlarca türlüsüyle karşılaştığımız aşağılamalara boyun eğmeme kavgası. Yaşamın tam göbeğinde emeğiyle var olan, yaratan biz kadınları “süs” diye yaşamın kenarına itmeye çalışanlara karşı verdiğimiz kavga. Ah o “süs”ler olmasa, o karşılığı ödenmemiş “analık, kadınlık” emekleri olmasa nasıl döner kapitalist-emperyalizmin bu çarkı!

Daha kuşaklar boyunca bu çarkın dişlisi olmaya hiç niyetimiz yok. Niyetimiz, yaşamlarımızı çalan bu çarka çomak sokmak!

Bu yüzden her sabah yeniden başkaldırıyoruz.

Kavga yerimiz; fabrika, okul, ev, mahalle, iş yeri, sokak; her yer!

Direnişle özgürleşen Flormar işçilerinin, SİBAŞ işçilerinin güzelliğiyle başkaldırıyoruz.

İki kat sömürülen emeğimizin hakkı için başkaldırıyoruz.

Köyünde santral kurulmasına karşı direnen kadınların inadıyla başkaldırıyoruz.

Emperyalist savaşlarda köle olmayı değil, çetelere karşı savaşmayı seçen kadınların onuruyla başkaldırıyoruz.

Leyla’nın direnciyle başkaldırıyoruz.

Hayatta kalmak değil, yaşamak istiyoruz!

Özgürce yaşamak için dünyayı değiştirmeliyiz. Bunu biliyoruz.

Madem bizim sırtımızdan dönüyor bu çark, biz de değiştirelim o zaman! Emeğimiz için mücadele ederek, özgürlüğümüz için isyan ederek, istediğimiz dünya için adım adım örgütlenerek değiştirelim.

Evlerden, fabrikalardan, mahallelerden başımızı kaldırıp yıldızlara gözümüzü dikelim.

Karşımızdaki sistem; mahkemeleri, polisi, katili, bankası, fetvası, medyası, modasıyla bu kadar örgütlü iken, onlar saltanatlarını sürdürmek için bizim yaşamlarımız üzerinden bin bir plan yaparken, biz kendi yaşamımız için örgütlenelim.

Gözlerimizdeki öfkeyi ve ateşi birleştirelim.

Bakalım o zaman dünya nasıl bir yer olacak!

İşçi sınıfının savaşçısı Duran Baysal kavgamızda yaşıyor!

İşçilerin, emekçilerin alın teri, kanı, gözyaşı üzerine kurulu, kar odaklı bu sistem 3 yıl önce bizden bir canımızı aldı. Devrimci bir inşaat işçisi olan Duran Baysal Diyarbakır’da çalıştığı cami inşaatında, bir halatın kopması sonucu hayatını kaybetti. Duran Baysal işçiydi, devrimciydi, İnşaat-İş Sendikası’nın kurucu üyelerindendi. Bir işçi çocuğu olarak doğmuş, bir işçi olarak yaşamış, sınıfının savaşçısı olmayı seçmişti.

Sayı Değil Yaşam!

Tıpkı Duran gibi önlenebilir nedenlerden sadece 2018 yılında 1923 işçi katledildi.

2002 yılından bu yana ise 22 bin 500 işçi katledildi. Bunlar sadece kayıtlara geçen cinayetler. Yakın zamanda üçüncü havalimanı inşaatında katledilen bir işçinin üzerine beton dökülerek cinayetin saklanılmaya çalışıldığını gördük. İşçinin cansız bedeni işçiler tarafından bulunmasaydı kayıtlara geçmeyecekti. Ve bugün yüz binlerce işçi sigortasız çalıştırılmakta bu sebeple sayısız işçi cinayeti kayıtlara geçirilmemektedir.

Duran’ın ve tüm işçilerin katili, sömürü sistemi, kapitalizmdir.

İşçilerin kanıyla beslenen bu sistem sürdürülemez, çürümüş bir sistemdir. Bu sistem, işçilerin yaşamına kastettiği gibi emeğini, alın terini çalmaktadır. İşçiler haklarını istediklerinde ise polisiyle, jandarmasıyla, biber gazıyla, yargısıyla azgınca saldırmaktadır.

Tüm dünyayı saran ekonomik kriz, ezilen işçilerin emekçilerin omuzuna yüklenmek istenmektedir. İşçiler emekçiler hayat pahalılığı ile açlıkla işsizlikle boğuşurken, egemenler servetlerine servet katmaktadırlar. Sistemin yarattığı kriz derinleşmekte, ezenler ve ezilenler arasındaki uçurum büyümektedir.

İşçiler tahtakurusu sorunun çözülmesi, lavaboların temizlenmesi, gerekli sağlık malzemelerinin temin edilmesi gibi insanca çalışma koşulları istediklerinde ise bir gece yarısı odalarının kapıları kırılarak gözaltına alınmakta ve ardından tutuklanmaktadır. Kendi Anayasalarını dahi çiğneyerek işçilerin grev hakkına, sendikalı olma hakkına, örgütlenme hakkına saldırmaktadırlar.

Egemenler işçilerin sadece emeğine değil yaşamlarına da saldırmaktadır. Saldırılarının nedeni gelecek korkusu, işçi ve emekçilerin birlikte mücadele etmesi korkusudur. Korkmakta haklıdırlar.

Dünyayı İstiyoruz Kırıntılarını değil!

Bugün dünyanın dört bir yanındaki meydanlara işçilerin ayak sesleri duyulmaya başlanmıştır.

Fransa’da sarı yelekliler aylardır sokaklarda, Hindistan’da 200 bin işçi ile, Tunus’ta yüzbinlerce kamu emekçisi grevde, ABD de 30 bin öğretmen, Bangladeş’te tekstil işçileri 6 Ocaktan beri grevdedir. Yaşadığımız topraklarda ise Flormar işçileri, Real market, Makro market, Uzel Traktör, Nursan metalürji, Eti Gümüş, Boz höyük Vitra, Çateş işçileri haklarını almak için direnmektedirler. Bunlar sadece birkaç örnektir.

İşçiler artık ancak direnerek, örgütlenerek haklarını alabileceklerini, insanca bir yaşamı kurabileceklerini anlamaya başlamıştır.

Ve bizler işçiler, emekçiler, üretenler bu dünyanın asıl sahipleriyiz. Bu dünyayı alnın teriyle, emeğiyle kuran da, kurtaracak olan da bizleriz.

Şimdi yapılması gereken şey etrafımıza örülen zincirleri kırmak için fabrikada, iş yerlerinde, okulda, mahallede bulunduğumuz her alanda örgütlenmektir.

Direnerek öğreneceğiz, örgütlü güç ile kazanacağız.

Devrimci İşçi Duran Baysal Ölümsüzdür.
Sermaye Vampirdir, İşçi Kanı Emmektedir.

Yoldaş Chavez’i Anıyoruz

Temel Demirer ve Venezuela İstanbul Başkonsolosluğu’nun katılımıyla istanbul büromuzda gerçekleşecek olan, Venezuela Dayanışma Komitesi’nin düzenlediği Chavez anmasına bekliyoruz.

Zafere kadar, daima!
Hasta la victoria siempre!

“Venezuela’ya emperyalist saldırının en yoğunlaştığı dönemde, Bolivarcı devrimin önderlerinden Komutan Chavez’i ölümünün beşinci yılında anıyoruz.

Chavez’in bıraktığı miras bugün ABD emperyalizmi başta olmak üzere tüm gerici sistemin saldırılarıyla ezilmek isteniyor. Latin Amerika’da egemenlerin hegemonyasına karşı direnişin simgelerinden biri olmuş Venezuela, tekrar neoliberal politikaların dayatıldığı bir ülke haline getirilmeye çalışılıyor.

Bugün Chavez’i anmak ve bıraktığı mirası sahiplenmek üzere toplanıyor, Venezuela halkının yanında olan herkesi etkinliğimize davet ediyoruz.”

Venezuela Dayanışma Komitesi

İşçi Gazetesi’nin 170. sayısı çıktı

Gazetemizi, Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği (AKA-DER) şubeleri, Kaldıraç yayınevi büroları ve yayınlarının satışını yapan kitapevlerinden temin edebilirsiniz.

Okurlarımızı, İşçi gazetesini daha fazla emekçilere ulaştırmak için yürütülen dağıtım satış faaliyetlerine destek olmaya davet ediyoruz.

Dünyayı istiyoruz kırıntıları değil!

İşçi Gazetesi / 27 Şubat 2019

Ya bu düzenle çürümek ya da insanca bir yaşamı örmek

Geçtiğimiz günlerde yine bir taciz haberini internet sayfalarında okuduk. Habere konu olan görüntülere göre tutuklu avukatlar için eylem yapanlara saldıran polis bir kadını gözaltına alınırken fiziki tacizde bulunuyor. Bunun üzerine emniyetten tutun saray medyasına, yargısından Soylu’ya herkes taciz edilen kadın üzerinden bir karalama kampanyasına girişiyor. Dikkat ederseniz tacizciyi aklama değil taciz edileni karalama kampanyasıdır söz konusu olan. Gördüğümüz üzere de olanları gizlemeye yahut üzerini kapatmaya çalışmamaktadır aksine savunmaktadır. Saray rejimi tam da budur; ne kadar rezillik, kepazelik ve ahlaksızlık varsa hepsi onun kendini var etme biçimidir, başka bir şey beklenemezdi.

Bugün tacizci polise “evladımız” diyenler daha dün tecavüz edilip camdan atılan Şule Çet için düzmece adli tıp raporları vermedi mi? 45 çocuğa tecavüz edilmesiyle kendini duyuran Ensar Vakfı bugün belki de yüzlerce okulda ders vermiyor mu? Daha bunlar gibi birçok örneğe günlük hayatımızda rastlıyoruz. Bütün olup bitene, her gün izlediğimiz, okuduğumuz cinsel saldırılara cinayetlere ve savunucularına karşı sessiz kalmak aynı şekilde suça ortak olmak demektir.

Daha kaç tacizin, tecavüzün yaşanması daha kaç insanın ölmesi gerekmekte bunun anlaşılması için? Bizler çözümü ellerimizle yaratmadıkça bütün bu rezilliğe onay veriyor değil miyiz bir yönüyle de? “Bu kadarı da fazla” dediğimiz olaylar gün geçtikçe daha çirkin bir versiyonuyla karşımıza çıkıyor, “bu kadarı” fazla değilmiş, hatta yeterli bile değilmiş demek ki bu rezilliğin sonu gelmiyor. Demek ki bizlerde daha kirlisini, daha çürümüşünü de görmeye razı, olan biteni kanıksayan bir taraf var. O taraf sayesinde bu kepazeliğe rağmen uykularımız kaçmıyor. İşte o tarafımız bizi bütün bu çürümüş sisteme karşı sesimizi yükseltmemize, bütün bu sistemi reddetmemize engel oluyor. İşte o tarafımız, sistemle çürüyen tarafımızdır.

Her şey apaçık: Bu düzenin içinde kendini tarifleyip insan olmak mümkün değil. İki seçenek var, ya bu düzenin içinde o çürüyen tarafı büyütecek, nihayetinde insan dışı, çürük bir varlık haline geleceksin. Ya da bütün bu düzeni reddedip, ona karşı duracak, bu sistemi ellerinle alaşağı etmenin yolunu bulacaksın.

Devrimci öğrenciler olarak çağrımızdır:

Yaşananların hepsi mevcut düzenin çürümüşlüğünün sonucu olduğu gibi çözümü de sisteme karşı olanlardadır. Bu sistemin kirlettiği insanlığı ancak ona karşı durarak temizlemek mümkündür ve bu pisliği de temizleyecek olan devrimdir, devrimcilerdir. Gelin; insan kalmak, insan olmak, insanca yaşamak için devrimcilerin safında örgütlenin!

Öldüren sermayenin kâr hırsıdır, İş cinayetlerini örgütlenerek durduracağız!

3 Mart 1992’de Kozlu maden katliamında yaşamını yitiren 263 işçinin, 3 Mart 2016’da Diyarbakır’da iş cinayetinde yitirdiğimiz inşaat işçisi yoldaşımız Duran Baysal’ın ve iş cinayetlerinde hayatını kaybeden tüm işçi kardeşlerimizin anısına; ‘İş Cinayetleriyle Mücadele Günü’ olarak anılan 3 Mart’ta, İstanbul’da bir etkinlik düzenliyoruz.

Ülkemizde yaşanan işçi cinayetleri ve gündem olarak öne çıkmamasına karşın daha fazla işçi ölümlerine sebep olan meslek hastalıklarının kapitalist sömürü düzeniyle ilişkisini ve iş cinayetlerini durdurmanın işçi sınıfının örgütlenmesiyle bağını ele alacağımız etkinliğe tüm işçi, emekçi kardeşlerimizi davet ediyoruz.

Program:

– Örgütsüz İşçinin Kaderi İş Cinayetleri
İşçi Gazetesi Temsilcisi

– İş Cinayetleri ve İşçi Hakları
Dr. Murat Özveri

– İşçi Sağlığı ve Güvenliği Alanında Mücadele Deneyimleri
Dev Yapı-İş Temsilcisi
Kanber Saygılı (Limter-İş)
Tezcan Acu (İnşaat-İş)
Süleyman Keskin (Enerji-Sen)

3 Mart 2016 Pazar Saat: 16.00

Kozyatağı Kültür Merkezi Toplantı A Salonu

İletişim: 0530 949 39 03

İşçi Gazetesi

“Saray Rejimi”nin meşrebi, “Bu kadar cehalet ancak eğitimle mümkün olur”

Sizin de aklınıza takılmıyor mu? Bu kadar pespayelik, bu kadar kibir, bu denli zorbalık, bu kadar korkaklık, bu denli açgözlülük, bu kadar sinsilik, bu denli yozlaşma, bu denli dini kullanma, bu denli yalan, bu kadar karanlık, bu kadar köhnemişlik, bu denli pis koku, nasıl oluyor da, bugünlerde, zirve yapıyor?

Bu sorunun yanıtını belki bulamayız.

Ama, ortaya konan saray soytarılığını, peş peşe izleyebiliriz. Eğer birkaç olayı peş peşe, alt alta yazıp üzerine düşünürsek, belki de başka bir şey görme olanağımız ortaya çıkar. Gelin bunu deneyelim.

Bu saray soytarılığı mıdır, kibir midir, korku mudur anlamaya çalışırız.

Bu, halkı koyun yerine koymak mıdır, halktan korkmak mıdır, yoksa her ikisi birden bir arada mıdır, öğrenmeye çalışalım.

Bir seçme yapacağız.

Elbette, bu seçmeler içinde daha absürtleri, daha fazla cahillik korkanları, daha tuhafları, daha kibirlileri vardır. Eksik kalacağı kesin. Öyle ise, belki de siz de, yaşınız, işiniz ne olursa olsun, benzer bir kayıt tutar ve bize de yansıtabilirsiniz.

1- ABD, Kürtlere saldırmayın, diye uyarıda bulunuyor. Her timsahın yemeği sindirirken gözyaşı akıttığını biliriz. Eğer her gözyaşı akıtanın üzüldüğünü ezberlemiş olursak, timsah konusunda yanılmış oluruz. Hisli hayvan baksana, diye düşünürüz.

ABD, Kürtleri mi düşünüyor? Bin kere hayır.

Erdoğan ve Trump, ABD ve Türkiye, aralarındaki bakış açısı farklılığına rağmen, aynı takımın oyuncularıdır. ABD, Türkiye’yi Kürtlerin üzerine bir tehdit olarak sürüyor ve Kürtlere de gelin bana sığının, sizi ben korurum diyor.

Oysa biz, Barzani’yi biliriz. Barzani ve onun efendileri, Kürt halkının ağalık, feodalite, esaret, sömürge olarak kalma dönemini, geçmişini yansıtır. Kürt zenginlerinin Barzanici olması boşuna değildir. Barzani işbirlikçidir, her zaman öyle olmuştur.

Bir de Kürtlerin özgürlük ve sosyalizm için savaşan ana kitlesi vardır. Bugün, tüm Ortadoğu halklarının cephesinde olan, geniş Kürt emekçileri var.

ABD’nin neler yaptığını çok iyi biliyoruz.

Cumhurbaşkanlığından Altun, ABD’ye yanıt olarak, “Türkiye Kürtlerin düşmanı değil, hamisidir” demiş. Hami, koruyucu demektir.

Sizce bu kişi dalga mı geçiyor? Kürtleri salak mı sanıyor?

Sizin korumanız, kentleri yerle bir etmek, soykırım, çocukların öldürülmesi, ninelerin kurşunlanması, ölü bedenlerin sokaklarda sürüklenmesidir.

Kendine hami diyen, gerçekte ABD’nin emir eridir.

Sen kendini “hami” ilan etmeden, bir de Kürtlere sor.

Olay bu kadarla bitmedi.

Trump, tweetledi. İnsanoğlunun böyle bir kuş görmüşlüğü yoktur, ama doğrusu iyi tweetliyor. Şöye dedi: “Kürtlere saldırırsa Türkiye’yi ekonomik olarak mahvederiz.”

Ve Erdoğan, ertesi gün Trump’la telefonda görüştü: “Trump’la anlayış birliğine vardığımıza inanıyorum” diye açıklama yaptı.

  • Trump ve Erdoğan, iyi rol yapabiliyorlar. Çünkü, her yaptıkları hata olduğundan, hata yaptıklarında seyirci bunu umursamıyor. Trump, “ekonomik olarak mahvetmek”ten söz ettiğinde, ağır konuşuyor gibidir. Ama bu efendinin uşağı, sahibin tetikçiyi azarlamasından başka bir şey değildir. Yoksa ortak işlerini yürütürler.

Trump’ın açıklaması planlara uygun olmalıdır. ABD yeni bir saldırı için geri çekiliyor, hepsi budur. Bu arada Türkiye’ye bazı görevler veriyor ve doğrusu Kürtleri de “sizin koruyucunuz benim” ile oyalamaya çalışıyor. Trump, Türkiye ile, bölgede korku salmaya çalışıyor. Ve emin olun, Türkiye’nin başını bir yere sokacaktır.

  • Erdoğan, acaba Trump’la anlaştı mı, yoksa anlaşmadı mı? Erdoğan anlayış birliğine vardığına inanıyor.
  • Tampon bölge konuşulmuş: Kürtlere karşı mı, yoksa Kürtleri korumak için mi? Öyle ya, IŞİD artık orada yok, kime karşı tampon bölge kurulacak. Acaba Erdoğan ne dediğini biliyor mu?
  • Tampon bölgeden çok söz edince, acaba Hatay bir tampon bölge haline gelir mi?

2- Bu birincisi çok ciddi oldu. Gelin ikincisine bakalım.

“Meşrebi ve duruşu belli bir cumhurbaşkanını, bira içmeye ve Mozart dinlemeye zorlamak faşistliktir.”

Bu sözler, Cumhurbaşkanı’na aittir.

Bu kadar cehalet, ancak eğitimle sağlanabilir. Bu söz, tam da yerini buluyor.

Kaçıranlar için olay şöyledir. 1- Yılmaz Özdil, Cumhurbaşkanı bira içse iyi olurdu tarzında bir şeyler söylemiş. Cumhurbaşkanına bira içmeyi önermiş mi bilemiyoruz, ama zorladığına şahit olan yok. 2- 5 Ocak 2019’da gazeteci Alev Gürsoy Cimin, Rutkay Aziz ile röportaj yapmış. Sormuş: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fazıl Say’ın konserine gidecek. Fazıl Bey’in daveti bir adım değil mi sizce?” Ve yanıt almış: “Tabii canım bir adımdır. Atılsın yeter ki, gitsin Cumhurbaşkanı bir Mozart bir Beethoven dinlesin. Belki iyi gelir.” Burda da bir zorlama yok gibi, öyle değil mi?

Erdoğan, hemen kürsüde mikrofonu kapmış ve “Meşrebi ve duruşu belli bir cumhurbaşkanını, bira içmeye ve Mozart dinlemeye zorlamak faşistliktir” diye buyurmuş.

  • Demek ki, Erdoğan, bira ve Mozart konusunda çok hassas, birisi önerdiğinde, bunu doğrudan zorlama olarak algılıyor. Bir tip, baştan çıkarıcı teklif gibi olmalı.
  • Bira içmek anlaşıldığına göre, meşrebine uymamaktadır.
  • Mozart dinlemek meşrebine uymamaktadır.
  • Ama Beethoven konusunda bir şey söylemediğine göre, Rutkay Aziz, bir cesaretle, Beethoven dinlemeye “zorlamalı”dır.
  • Bira, zorlamak, Beethoven, Mozart, müzik, faşistlik konusundaki bilgileri yanlıştır, eksiktir. En önemlisi, bunun farkında bile değildir.

3- Ulukışla ilçesinde, seçmen sayısı birden bire 5900’e çıkmıştır. Her yerde hile yapıldığı için, bunun da anlaşılması zor diye düşünmüş olmalılar. Ama o da ne, ilçenin nüfusu 5800. Yani ilçede hiç çocuk yok, herkes 18 yaşından büyük, demek ki ilkokul vb. de yok. Tamam ama yine de 100 kişi fazla.

Yakalandılar.

Ertesi gün, ilçe nüfus tabelası değiştirildi: 7300. Sayım mı yapıldı? Hayır. Ama tabela değiştirildi ve nüfus yükseldi. Konu milli gelir hesapları ve kişi başına düşen milli gelir olursa, o zaman da düşürecekler.

Öyle anlaşılıyor, TC devletinin nüfus müdürlükleri artık seçim öncesi seçmen işlerine özel olarak “bakıyor”lar. Soylu da buna uygundur. Soykırım planları için de nüfus kayıtları önemlidir.

Bu kadar da değil.

Bir evde en çok kaç seçmen bulunabilir. Her gün bu rakam yükseliyor, 18 ile başladık. Yetmedi, 30’a çıktı olmadı, 108’e çıktı olmadı. 300’ü geçti olmadı. En son 2 bin kişiyi aştı. Bir evde 2000 kişiden fazla olunca, o evin bir ilçe olması gerekir. Evin kaymakamı, evin belediye başkanı, evin karakol komutanı, evin jandarma bölüğü, evin müftüsü, evin milli eğitim müdürü vb. olması gerekir. Bu 2000’i aşkın kişiye hizmet verecek hastahane, eczane lazımdır. Bu 2000’den fazla kişi, 3 odalı bir evde, tüm yıl tuvalet sırasına girse, alt katta yaşayanların hâli nice olur?

4- Binali Yıldırım, öteden beri biraz komiktir. Komedi demeyelim de, traji-komik daha uygun düşer. Eminim, hiç kimse Samsun’da, eşinin lokantanın bir köşesinde yalnız ve kader mahkûmu gibi oturtulmasını unutamaz. Başörtülü hanımlara hakaret diye söze girenlere, bunun bir hakaret olup olmadığını sormak gerekir. Bu olaya gülen olmuşsa bile, sonra içi burkulmuştur.

Ama bu bir yana, Binali Yıldırım, AK Parti, İstanbul adayıdır. İstanbul için anketler yapılmış, Bilal Oğlan’ın seçilemeyeceğine karar verilmiş ve Binali Yıldırım seçilmiştir. Aday olmuştur.

Kendisi meclis başkanıdır ve meclis başkanının siyasi parti faaliyetlerine katılması yasaktır. Böyle olunca, normalen istifa etmesi gerekirdi. Oysa istifa etmemektedir.

  • İlk açıklaması, bu sorunun muhatabı ben değilim şeklindedir. Yani, bu soruyu Erdoğan’a sorun diyor. Erdoğan da, istifa etmesi gerekmez, diyor.
  • Binali, istemeyerek aday olmuştur. Erdoğan bunu farketmiş ve Binali’yi İzmir’de kendisine biatının sürdüğüne dair konuşturmuştur.

Binali aday olduktan sonra sorular gelmiştir, yanıt, “seçim bir siyasi faaliyet değildir.”

İşte size altın söz “seçim bir siyasi faaliyet değildir.”

  • Peki eğer seçim bir siyasi faaliyet değilse nedir? Mesela bir spor olabilir mi? Acaba seçim bir sanat dalı mıdır? Yoksa seçim, bir hile oyunu mudur? Binali’nin bildiği nedir de bunu söylüyor?
  • Binali, neden bu denli saçma bir yanıt veriyor? Acaba, istifa etmemek için sıkışmıştır da, tuvalete gitmeden önce mi bu yanıtı alelacele vermiştir? Yoksa Binali, “ben zaten aday olmak istemiyordum, durumu Kılıçdaroğlu’na bile anlattım. 3 saat görüştük. Beni başkan seçtirip, sonra Bilal’i benim yerime geçirecekler. Ben bu arada niye meclis başkanlığından istifa edeyim. Tüm bunları Kılıçdaroğlu’na anlattım. O da gitti Erdoğan’a anlattı. Ben oynamak istemiyorum” diyerek ne zaman ağlayacaktır.
  • Sahi, Kılıçdaroğlu, 3 saat boyunca Binali ile ne görüşmüştür? Özgür Özel, bunu neden açıklamamaktadır?
  • Acaba, Orhan Gencebay, “sanatta siyaset olmaz” derken, Binali’ye mi yanıt vermiştir, yoksa Metin Akpınar, Müjdat Gezen, Deniz Çakır, Fazıl Say, Rutkay Aziz’e mi laf atmıştır? Orhan Baba, “sanatta siyaset olmaz” ise Saray’da işiniz ne, sizi kullanıyor olmasınlar, aldığınız paralar neyin karşılığı?

5- Binali Yıldırım’dan devam edelim.

Demiş ki, “herkes istifa etsin, biz de edelim.”

Binali, yine anlamamış ya da öyle yapıyor. Cehalet midir bu?

Yasaya göre meclis başkanı bağımsız olmalı imiş ve dahası açıkça yazılmış ki, meclis içinde ve dışında siyasi faaliyetlere, parti toplantılarına vb. de katılamazmış. Zaten öyle olduğu için Binali, mecliste oylama olursa oy kullanamamaktadır.

Yani, meclis başkanı, biraz “özel” gibidir.

Gerçekte hiçbir rolü kalmamış bir meclisin başkanının “tarafsız” olması da tuhaf. Hatta bir başkanı olması da tuhaf. Ama durum bu.

Binali Yıldırım, meclis başkanlığının kendisine sağladığı zırha, pek yakında ihtiyaç duyacağını düşünüyor olmalı ki, istifa etmek istemiyor.

Bizce yerden göğe haklıdır.

6- Erdoğan, ilginç sözler ediyor. Acaba, Merve Kavakçı ailesinden birisi mi sözlerini yazmaya başladı?

“Bu kapitalizm nelere kadir” demiş Erdoğan. Doğayı, ormanı, mormanı her şeyi yok ediyor diye buyurmuş. Biraz hata varsa kusura bakmayın, bir Gezici olarak, bu sözlere fazlası ile dikkat kesildim.

  • Kapitalizm nelere kadirmiş. İşte veciz söz budur. Erdoğan, cebindeki, evindeki, kasalardaki, İsviçre’deki vb. paralara bakıyor ve kapitalizmin nelere kadir olduğunu anlıyor.
  • Erdoğan, doğaya zarar verenin, ormanları kesenin, kapitalizm olduğunu söylüyor. Demek Erdoğan, kitleleri, sokağa, isyana çağıracak, işçileri greve çağıracak, halkları mahalle mahalle doğayı korumaya çağıracak, mesela sadece Karadeniz’de yapılmakta olan yüzlerce HES’i engelleyecek. Öyle mi acaba?

7- Ethem Sancak, namı değer “Şems”. Erdoğan’ı Mevlana’ya benzetirken, kendini de Şems olarak ilan eden âşık.

Hızla yükseldi.

Nihayet BMC’yi aldı. BMC’yi alınca, Erdoğan, Türkçe BMC demek yerine, ‘bi em si’ demeye başladı. Mevlana-Şems ilişkisinde Türkçe yerine İngilizce kısaltma okumak yok ama, bu kadarı “kadı kızında” da var.

Şems Ethem, Sakarya’daki tank palet fabrikasını da aldı. Üstelik tuhaf bir özelleştirme ile. Ne ihale var, ne teklif. Şems, Savunma Sanayi Zirvesi’nde, Ocak ayı ortasında, şunları anlatmış:

“Liderimiz bana dedi ki ‘Sen o otomotiv şirketinin altından kalkabilir misin?’ Valla ne emrederseniz onu yaparım. Ama buna gücüm yetmeyebilir. Elimdeki varidatım bu. Savunma sanayiine girmek o gün için bir macera. Ben de eski sosyalist yeni bir Müslüman olarak kardeşlerim arasında adil bölüşmüştüm serveti. 16’da bir parçası kalmıştı. Dedim, bu para var. Bununla alınabiliyorsa ihaleye gireyim. Ama diyelim ki aldım. Bunu emrettiğiniz gibi güçlü bir sanayi şirketi haline getirebilmem için güçlü bir fon olması lazım arkamda. ‘Ne yaparız” dedi. Sizin büyük ferasetinizle Arapların onurlu bir bölümünü kendine getirttiniz. Katar’la neredeyse tek millet iki devlet hâline geldik. Allah da gani gani para vermiş Katar’a. Emir de sizi kırmaz. Katar devletini ve silâhlı kuvvetlerini bana ortak ederseniz bu işin altından kalkarız. Sağolsun Sayın Emir’i aradı, o da kırmadı. BMC’nin yüzde 50 eksi birini Katar ordusuna sattım. Tek başına yapmak istemiyordum. Benim gibi deli bir Laz ortak da önerdi bana Sayın Cumhurbaşkanım. Onu da yanıma aldım; Talip Öztürk, eşit bölüştük.”

İşte size Şems olma hâli.

Demek ihale sistemi budur.

Demek, Katar bağlantılarını Şems emrediyor da Cumhurbaşkanı kuruyor.

Demek, Katar ile bir millet iki devlet hâline geldik, ama Katar’ın haberi yok.

Demek eski sosyalist, yeni Müslüman olununca, BMC ‘bi em si’ oluyor ve bütün yollar Katar’a çıkıyor.

İyi ama, tüm bunlar, Mevlana-Şems ilişkisini tekzip ediyor.

Eski sosyalist, yeni Müslüman, erkenden itirafname yazmaya başlamış gibidir.

Sizce, tüm bunlar, absürt güldürü olarak mı önümüze konmaktadır?

Sizce Saray Rejimi, lime lime dökülmekte midir?

Sizce, Saray’ın her yanını, devletin her katını saran çeteler, derin bir korku içinde midir?

Sizce tüm bunlar cehalet midir?

Cahil, önüne öğrenme fırsatı geldiğinde öğrenebiliyorsa, bunun için istek ve irade geliştiriyorsa, kabul edilebilir bir cahildir. Bu cehalet giderilebilirdir.

Eğer cahil, her şeyi bildiğini sanacak derece cahil ise, bu noktada iş zordur.

Eğer, cahil, eğitilerek cahilleştirilmiş ise, işte o bir felakettir.

Bunca cehalet, bu boyutta cehalet, boylarını aşan kibirle birleşmiş bu cehalet, ancak eğitimle verilmiş olan cinsindendir. Eğitimle verilmiş cehalet, halk için tehdittir. Eğitimle verilmiş cesaret, yıkıcıdır, kıyamcıdır. Eğitimle verilmiş cehalet, rant ve yağma üzerine bir düzen kurmak isteyenler için büyük bir olanak demektir.

“Yönetme krizi” ve “Saray Rejimi”nin korkuları

Erdoğan, “portakal mıdır, mandalina mıdır, narenciye midir” diye bağırıyordu. TV kanalları, hepsi birden, bu “muhteşem” konuşmayı yayınlıyor. Erdoğan, Fox TV haber sunucusu Fatih Portakal’ı hedef almıştı. Ve devamla, “enseni patlatırlar” diye tehdit ediyor. Fatih Portakal, artan zamlara karşı protesto yapmaktan korktuğumuzu, toplum olarak korktuğumuzu vurgulamış. Normalde, bir insanın, “protesto gösterisine çıkmaktan, polis copundan, biber gazından korkuyorum” demesi, hem normal karşılanır, hem de Erdoğan için iyi bir şey olarak algılanmalıdır. Öyle ya, Erdoğan, protestoculardan, Gezicilerden çok korkuyor. Portakal da, zaten korktuğumuz gerçeğinin altını çiziyor.

Ya Fatih Portakal, kalkıp, “arkadaşlar, bu zamlara karşı sessiz mi kalacaksınız, elbette sokağa çıkmalıyız, ben varım, artık korkumuzu yenelim, polis copu, biber gazi vb. vız gelir tırıs gider, artık sokaklarda olacağız” dese idi, daha mi iyi olurdu? Bu ikinci durumda, Fatih Portakal, halkı gösteriye çağırmış olurdu.

Peki bu suç mudur? Değildir. Anayasayı değiştirmeleri gerekir. Normal olarak, her vatandaşın protesto etme, gösteri yapma, izinsiz toplanma hakkı vardır. Portakal da bunu yapabilirdi.

Ama Fatih Portakal bu ikinci şekilde davranmadı. Keşke davransa idi, çünkü bu durumda, en azından, bizim desteğimizi alırdı, işçilerin desteğini alırdı.

Oysa o, korkuyoruz, dedi. Sokağa çıkmaktan korkma durumunu anlattı. Ve elbette, “korku”, “sokak”, “protesto” konusunda son derece gelişmiş bir algıya sahip olan Saray, hemen Fatih Portakal’ın mesajlarını tercüme etti, anladı, yorumladı. Acaba, bu hisleri güçlü Erdoğan danışmanları kimlerdir?

Ve elbette bu durumda, Portakal, mandalina, narenciye vb. oldu. Portakal’a narenciye, mandalina demek, belki de bir aşağılama şeklidir. Bilmiyoruz. Ama enseni patlatırlar, çok açık olarak bir saldırı mesajıdır, tehdittir.

Erdoğan, başkan, cumhurbaşkanı, AK Parti başkanı, yargı başkanı, yürütme başkanı, Varlık Fonu başkanı, futbol federasyonu başkanı, İslam alimleri başkanı, ihale kurulu başkanı, inşaat işleri başkanı vb. unvanları ile, “ensenin patlatılması” işinden söz etti mi, bu ilgili yerlerce hemen kaale alınır.

Ve elbette Genelkurmay Başkanı veya Savunma Bakanı veya İçişleri Bakanı veya Mehmet Ağar veya Perinçek veya Bahçeli, “efendim, bu işlere siz karışmayın, bu da çok uygun olmadı” şeklinde bir sözü yüzüne diyemezler.

Böyle olunca, ense patlatıcılar ile Portakal, karşı karşıya kalır.

Ama bu olay bize, “bu aşırı hassaslığın nedeni nedir” sorusunu sordurmalıdır. Gerçekten de, neden Erdoğan, bu kadar tehditkâr konuşuyor? Bu acaba, Erdoğan’ın özel korkusu mudur? Acaba, Gezi korkusunun bununla bir alâkası var mı?

Tam yerine geldik ve Gezi dosyalarının açılmasına bakalım. Erdoğan ve Saray’ı, ısrarla, Gezi Direnişi’nin dosyalarını yeniden açmak istiyor. O kadar ki, Saray medyası bile, bu kadarına gerek yok diye düşünüyor. “Şimdi Gezi nereden çıktı” diyenler var. Ama tabii, bunlar Erdoğan’ın arkasından, Saray’ın duvarlarına konuşuyorlar. Bu nedenle olmalı, Saray’ın içinde bir korku, adeta hayalet gibi, geceleri ortalığa çıkıp dolaşmakta imiş. Ve bu korku, Erdoğan’a da nüksetmiş ve her durumda bir Gezi Direnişi tekrarını bekliyorlar.

Oysa biz söz verebiliriz: Bir sonrakisi, ilk Gezi gibi olmayacak, tekrarı olmayacak, çok daha gelişmiş olacak, çok daha geniş kitleleri saracak ve emin olun, çok daha görkemli olacak. Yer yerinden oynaması denilen şeyin ne olduğunu, ayak takımının baş olmasının gerçekte ne olduğunu göreceksiniz.

Ocak ayı, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Karadeniz’de boğdurulmasının yıldönümüdür. 1921’in Ocak ayının 28’inde, burjuvazi, Karadeniz’de 15 komünisti öldürdü. “burjuva kemal’in omuzuna binmiş/ kemal kumandanın kordonuna/ kumandan kâhyanın cebine inmiş/ kâhya adamlarının donuna/ uluyorlar// hav… hav… hak… tü”

Ocak ayı, Hrant’ın ölümünün yıldönümüdür. Tüm devlet çarkı birlikte Hrant’ı katletmiştir.

Şimdi, Ocak ayında, 2019’da, bir avukat, Ermenilerin avukatlığını yapıyorsun diye tehdit ediliyor. Açıktan, işyerinin bulunduğu bina kontrol ediliyor. Kameralara yansıyan görüntülerde, “görevli” iki kişi açıkça görülüyor. Saray, tehditlerini daha da artırıyor.

Bir tane daha hatırlayalım: Metin Akpınar ve Müjdat Gezen, gözaltına alınıyorlar. Özeti şudur: Saray Rejimi’ni övücü konuşmamışlardır. Aslında, Fatih Portakal gibi, açıktan, daha açık, daha net bir cephe almış değildirler. Ne Metin Akpınar, ne Müjdat Gezen, kitleleri isyana, direnişe davet etmiş değildir. Ki etmiş olsalar da bu bir anayasal suç değildir. Ama bari, açıktan kitleleri eyleme davet etselerdi, açıktan işçilere direniş çağrıları yapsalardı.

Ne derseniz deyin, eğer siz Erdoğan’ı alkışlamıyorsanız, eğer siz Saray Rejimi’nin çalışanı değil iseniz, bir anda kendinizi hapisle tehdit altında bulabilirsiniz. Madem öyle, öyle ise, mertçe, açıkça, halkı eyleme, direnişe, sokağa çağırın. Mesela polise ve orduya, halkına karşı güç kullanma çağrısı yapın vb.

Hiç değilse, “şunu demek istememiştim” diye bir açıklamanız olmaz. Açıktan, evet öyle dedim, diye bir açıklamanız olur.

Erdoğan, “sanatçı müsveddeleri” diye buyurdu.

Erdoğan, elbette sanat uzmanıdır ve gerçekten de kimin sanatçı, kimin müsvedde olduğunu bilebilecek, en üst makamdır. Zaten en üst makamdır, Ondan daha büyük var mıdır? Elbette ki yoktur. Bu sadece “devletin başı”, sadece Saray’ın başı, sadece İslam’ın başı anlamına gelmez. Elbette, sanat ile ilgili her konunun, yargının da başı anlamına gelir. Zaten yargı kendisine bağlı değil midir? Elbette ki öyledir. Bu nedenle söyledi, bunları gözaltına alın ve elbette Müjdat Gezen ve Metin Akpınar gözaltına alındılar. Demek ki, yargı kendisine bağlıdır. Başka birisine bağlı olması da düşünülemez. Adamın hakkıdır. Ondan daha büyük birisi mi var?

Sanatın da başı olmalıdır.

Tez elden, bir fetva gerekir, sanat ve sanatla ilgili, “içine tükürülecek” ne varsa, hepsinin de başı olmalıdır.

Böylece, sanatın da başı sıfatına sahip olur ve işte o zaman, “sanatçı müsveddeleri” dediğinde, kimsenin bir kuşkusu kalmaz. Kaldı ki, şimdi de ne diyorsa doğrudur, ama yine de küçük bir kuşku kalmaktadır. Bu küçük kuşkuyu yok edecek şey, sanatın başı sıfatını almasıdır. Öyle Orhan Gencebay ile, öyle Mahsun Kırmızıgül ile bu işler olmuyor. Bunlar, belki Saray’a bağlı, ama para ile bağlı, gönülden bağlı olmaları lazım. İşte bu nedenle, sanatın bir başı olması gerekiyorsa, bu mutlaka lazımsa, bunun da kim olması gerektiği bellidir.

Baskıları, sonu gelmez “yasa tanımama” durumu, başka birçok örnekle artırmak mümkün. Hemen her gün bir başkası gerçekleşiyor. Saymakla bitmez.

Bu aslında, bir “korku” hâlidir.

Saray’ın içine sinmiş, tüm odalarını sarmış bir korku hâlidir bu.

Bu bir “yönetme krizi”dir.

Belediye başkanlıkları da dahil tüm yerel yönetimlerin seçilmesi süreci de böyledir. En doğru olanı, mesela İstanbul, Ankara ve İzmir de dahil tüm büyük şehir yönetimlerinin, tek başkanı olmasıdır ve bu da elbette ki Erdoğan’dır. Ve uygun düşer, tüm büyük şehirlerde bir Saray yapılmalıdır. Çünkü güvenlik sorunu vardır. Güvenlik ancak, Saray mantığı ile sağlanabilir. Yakında, Ortaçağ’ın kale inşaatlarını da görürsek şaşmamak gerekir. Hem her kale inşaatı büyük rant demek de olacaktır.

Tüm bunlar, bir yönetememe durumudur.

Bu korku, tam da bunun ifadesidir. Egemen sınıflar, egemen güçler, cennetlerini kaybetme korkusu ile, rant ve yağma ekonomisinden elde ettikleri vurgunları devam ettirememe korkusu ile, kendi çetelerini oluşturmaktadırlar. Tüm sistem, akıl almaz bir hızla ve akıl almaz bir çeşitlilikle çeteler üretmektedir. Bu çeteleşme, gerçekte korkuyu azaltmıyor. Tersine artırıyor. Artık, siyasal partiler birer kadavradır, MHP, CHP ve AK Parti birer kadavradır, bitmiştir. Onların yerine, her burjuva çevre, her iktidar odağı, kendi çetelerini örgütlemektedir.

Korku, onları daha büyük çapta baskıya, daha fazla şiddete yönlendiriyor. Saray’ın başından tehditler, günlük yaşamın bir parçası olmuştur.

Bu baskının, bu devlet terörünün ardında, korkuları vardır. Bu nedenle, aykırı tek sese bile tahammül edemiyorlar. Hem korktukları için bunu yapıyorlar, hem de, zaten bizden daha büyük güç mü var kibri, tüm Saray’ı ve devlet yönetimini sarmıştır.

Korku ve kibrin bu denli iç içe geçip harmanladığı örnek, tarihte de azdır. İstediğimi yaparım, istediğime kimse engel olamaz, her şeyin sahibi benim ve bunun dışında da bir gerçeklik yoktur. Vatan sevgisi denilen şey, benim istediklerime boyun eğmekle ölçülür. Ve bu konuda benim yanımda olanlar, elbette dünyalıklarını yapabilecek olanaklara sahip olurlar. Yağma ve ranttan pay alırlar. İşte size gerçek anlamı ile yönetim sistemi.

Korkuları ise, Gezi ile direnişle özdeşleşmiştir.

Bu nedenle tek bir aykırı sesin, zaten direnen Kürt devriminin yanında, Batı’da yeni bir direnişin kıvılcımı olmasından korkmaktadırlar. Kürt halkının direnişine benzer bir direnişin, Batı’dan yükselmesi, cennetlerini kaybetmeleri demek olacaktır. İşte bu nedenle, her aydın, her işçi, her muhalif, her kadın, her genç onların yanında değil ise açık düşmanlarıdır. Halka potansiyel düşman olarak bakmaktadırlar.

Asgarî ücret “kaldırılsın”!

Kaldırılsın kelimesi tırnak içindedir. Evet, ama gerçeği yansıtıyor.

Acaba, asgarî ücret tespit komisyonu feshedilse, acaba asgarî ücret olmasa ve kaldırılsa ne olur? Tartışmaya değerdir.

2018 yılının başında, 1 ABD Doları, 3,70 TL idi.

2018 yılında, asgarî ücret net 1604 TL idi.

Dolar cinsinden asgarî ücret 433,51 idi.

433 dolar asgarî ücret ile yıla başlayan işçiler, kısa sürede, doların TL karşısında yükselmesi ve gelen zamlar ile, hayat pahalılığı ile ne kaybettiklerini anlamadan, zorlanmaya başlamıştı. Aylardan Ağustos geldiğinde ise, işler zıvanadan çıktı. Dolar 7.00 TL oldu ve işçilerin kayıpları sadece aldıkları ücretin erimesi ile kalmadı. Patates, soğan padişah yemeği gibi fırladı, fiyatları arttı. Ama hemen her şey %50 zamlandı.

2019 yılının başında, asgarî ücret ne olacaktı?

Asgarî ücret tespit komisyonu toplandı. Sonuçta, 2.020 TL asgarî ücrette karar kılındı, ki buna eskiden toplanan fatura-fişlerden gelen asgarî geçim indirimi de dahildir. 2020 TL ne demektir?

Dolar cinsinden 374 dolardır. Dolar kuru her gün değişmektedir. Ve Nisan ayında 1 ABD Doları’nın nerelere çıkacağı konusunda, epeyce senaryo vardır. Bildiğimiz, bugünkü değerlerinin üzerine çıkacağıdır.

Bir de elbette Nisan ayına sağ ve salimen çıkıp çıkamayacağımız sorusu da var.

Dolar cinsinden asgarî ücret, 59,5 dolar düşmüştür, azalmıştır.

Zamlar geliyor, hayat pahalanıyor, ama asgarî ücret, Dolar cinsinden düşüyor!

2018 yılının başında simit 1 TL idi ve 2019 yılına girdiğimizde simit 1,50 TL’dir. Demek ki, 1604 simit yerine, 2019’da, en çok 1347 simit alabileceğiz.

Bunu lütfen, aklınızın bir yerine yazın.

Gelelim ikinci konuya.

Acaba, ülkemizde asgarî ücretin altında ücret alanlar var mı?

Elbette ki var.

9 milyon asgarî ücretle çalışana karşılık, 6 milyon, sigortasız, sosyal güvencesiz çalışan var. Bu sosyal güvencesiz çalışanların önemli bir bölümü, asgarî ücretin de altında ücret almaktadır.

Bir bölüm işçi, oldukça uzun çalışma koşulları altında çalışmaktadır. Eğer 1604 TL 2018 asgarî ücreti, 8 saat x 5,5 gün (hafta) üzerinden hesaplanırsa, aylık 192 saat çalışmak demektir. Bu da, 8,35 TL saat ücreti, 2018 yılı başını temel alırsak 2,25 dolar saat ücreti demektir.

2019 yılının başını alalım. 2020 bölü 192 eşittir 10,5 TL (1,94 dolar) saat başına ücret eder.

Ama bir soru var. Türkiye’de, 9 milyon asgarî ücretli acaba, ayda kaç saat çalışıyor? Haftalık çalışma saatinin, mesai ücreti almadan 60 saat olduğu yazılıp çizilmektedir. Bu da, saat başı ücreti 8,40 TL (1,55 USD) olarak hesaplamamızı gerektirir.

Şimdi, fazladan çalışan, ama bir miktar mesai alan, aldığı mesaiye rağmen, saat başı ücreti 1,94 ABD Doları’nın altında olan acaba kaç işçi vardır?

İşte size sendikalara hesaplamaları için bir bilmece.

Acaba Türkiye’de asgarî ücretin altında ne kadar insan çalışmaktadır?

Bunu da aklınıza kazıyın lütfen.

Şimdi, acaba, çocuk işçilerin durumu nedir? Çocuk işçiler, asgarî ücretin kat be kat altında ücret almaktadır ve sayıları 5,5 milyondur. 5.5 milyon çocuk, asgarî ücretin altında ücret almaktadır.

Bu üç noktayı iyice alt alta yazıp, önünüze koyun. Göreceksiniz ki, asgarî ücret, en düşük ücret demek değildir. Asgarî ücretin altında ücret alan, kâğıt üstünde belki 10 milyon, gerçekte çalışma saatleri ve saat başı ücreti hesaba katılırsa, 15 milyon kişi vardır. 15 milyon kişi asgarî ücretin altında ücret alıyorsa, “asgarî ücret komisyonu” ne işe yarar?

Asgarî ücret komisyonunu, işçi sınıfı, işçiler dağıtmalıdır.

İçinde, işverenin, devletin olduğu, sendika diye “sarı sendikaların” yer aldığı bir “asgarî ücret komisyonu”nun canı cehenneme.

İşçiler, bu komisyonu dağıtmalıdır.

Asgarî ücret komisyonu, maaşların, ücretlerin erimesini kabul ettirmek için iş gören, entrika komisyonudur.

Asgarî ücret komisyonu, işçileri aldatmak için, onları uyutmak için iş gören bir komisyondur.

Asgarî ücret komisyonu, derhal dağıtılmalıdır.

Diyelim ki, asgarî ücret diye bir şey yok, ne olacak?

Ya işçiler, mesela 1000 TL aylık ile çalışacak ya da mücadele etmesini öğrenecekler. Mücadele etmesini öğrenmemiz demek, birleşmemiz demektir. İşçi sınıfının birliğinin sağlanması demektir.

İşte o zaman biz işçi birliğini sağlamış olarak, kendi kurullarımızda, tüm işçi sınıfına çağrı yaparız ve deriz ki, 3.000 TL altında ücret kabul etmiyoruz. Eğer bu gerçekleşmezse, tüm işçiler genel greve gideceğiz. İşte size asgarî ücret tespit komisyonu.

Her sendika, kendi iş kolunda tüm işçilerin birliğini sağlar ve her sendika, kendi iş kolunda en az ücretin ne olacağını belirler. Bunun için toplu sözleşmeler gibi pazarlığını yürütür.

Asgarî ücret tespiti, sadece alınacak aylık ücretin tespiti demek değildir. Bir ülkede açlık sınırını gösteren rakamlar ortaya çıkmış iken, asgarî ücretin açlık sınırının altında olması açıklanabilir midir?

Asgarî ücretin vergiden, gelir vergisinden muaf tutulması da bir “asgarî ücret tespit komisyonu” işidir. Sendikalar, asgarî ücretin vergilerden muaf olmasını talep etmelidir. Madem asgarî, en düşük ücrettir, öyle ise, onun üzerinden vergi alınması saçmadır, adaletsizdir. Asgarî ücretten söz ediyorsak, bu verginin de ortadan kaldırılması gerekir.

Görüldüğü gibi, bu iş sendikaların işidir.

Dahası var.

Kriz koşullarında olduğumuzu söylüyorlar.

Peki, öyle ise, işsizlik sigortasının tüm denetimi, doğrudan işçi birliklerine verilmelidir. Her fabrikadan gerçekleşen kesinti, o fabrikada kurulu bir işçi komitesi tarafından denetlenmeli, sendikalar işsizlik fonunun yönetimini doğrudan devralmalıdır. Devlet, işsizlik sigortasından elini çekmelidir.

Devlet, işsizlik sigortası kesintilerini almakta, bunları, keyfince harcamaktadır, inşaat, yol yapıyorum diye yandaş şirketlerine fon olarak vermekte, seçim çalışmaları için kullanmakta, savaş sanayiinin desteklenmesi için devreye sokmaktadır. Oysa işsizlik fonu, o fonu ödeyenlerin bizzat kendi kararları ile yönetilmelidir.

Kriz var.

Evet, var.

Zamlar aracılığı ile krizin faturasını biz ödüyoruz, işçiler ödüyor.

İşsiz kalarak krizin faturasını işçiler ödüyor.

Vergiler, harçlar vb. yolu ile krizin faturasını biz işçiler ödüyoruz.

Azalan, alım gücü düşen ücretler nedeni ile krizin faturasını biz ödüyoruz.

Ve bize, “kriz var” diyerek, her türlü yolla, “fedakârlık isteklerini” dayatıyorlar. BES kesintileri, işsizlik sigortası kesintileri, deprem kesintileri vb. Akıl almaz bir biçimde her şeyimizi alıyorlar, her fırsatta birkaç liramızı daha çalıyorlar.

Ve şimdi, başa dönelim.

Asgarî ücret kaldırılsa ne olur?

Hiçbir şey olmaz.

Zaten asgarî ücretin altında işçi çalıştırmak yaygındır ve devletin de onayı ve bilgisi dahilindedir. Sigortasız işçi çalıştırmak, doğrudan devletin teşviki ile gerçekleşmektedir.

Ve tüm bunlardan sonra, “asgarî ücret tespit” komisyonunu toplantıları yapıyorlar. Utanmaları yoktur. Yüzlerindeki maskeyi işçiler yırtıp atmadıkça, utanmaları da olmayacaktır.

Asgarî ücret ilan etmezlerse, buyursun, tüm işverenler, istediği ücrete adam çalıştırsın, bakalım sürdürebilirler mi? Bakalım, işçilerin mücadelesi nasıl gelişir? Asgarî ücretleri kendilerinin olsun, bize gerekli olan, işçilerin örgütlü birliğidir. Biz işçiler eğer örgütlü isek, asgarî ücreti belirleme olanağını bizzat kendimiz yaratırız.

Bir ülkede ABD doları %40 artmış iken, siz utanmadan asgarî ücreti %26 artırdığınızda, gerçekte işçileri daha da fakirleştirmiş, sömürüyü daha da artırmış olursunuz. Yaptıkları da budur.