Ana Sayfa Blog Sayfa 125

Ekonomik kriz üzerine ya da işçilerin sabır taşı

Bugünlerde, yani şu son bir ayda, ekonomik kriz üzerine “beklenenden” az konuşuluyor. Hatta, seçimlerin uzatılmış olan İstanbul etabı ikinci defa sonuçlanınca ve Saray Rejimi de bunu kabul edince, daha büyük bir yoğunlukla “ekonomi” konuşulmalı diye beklentisi olanlar, bu duruma şaşırıyorlar. Ve öyle anlaşılıyor ki, artık bir işe yaramayan, artık etkisi oldukça azalmış olan Saray medyası, özellikle bu alanı konuşmamak için uğraşıyor.

Kaldı ki, “doğal” etkenler de var, ekonomiyi az konuşturacak. Mesela tarikat hocasının “badeleme” deneylerinin yansımaları gibi, mesela Erdoğan’ın muhalifleri tehdit etmesi gibi, mesela Damat Ferit’in yat maceraları gibi (sahi, ben de merak ediyorum, Binali’nin oğlu ile Erdoğan’ın oğlunun daha yakın teşviki mesaisi beklenirken, Damat ve Binali’nin oğlunun yat pozisyonları, magazin dünyası için ne anlama geliyor?). Bunlara “doğal” etkenler diyoruz, çünkü artık içinde yaşadığımız rejim, yeni türden elitlerimiz için eşi benzeri görülmemiş bir yeni yaşama alanı oluşturdu ve Saray Rejimi dediğimiz şey, toplumun yeni “doğa”sı oldu.

Ama yine de “ekonomi”, her yerde konuşuluyor.

Hele ki, son yat macerasından sonra, dayak yemiş Damat’ın azledilmesi beklenirken, onun yerine, Damat’ın anlaşamadığı Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması, MB acaba bağımsız mıdır tartışmaları arasında bir sabah erkenden bu görevden almanın yaşanması, “ekonomi” tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.

Tartışma, halkın tüm ağırlığı ile hissettiği ekonomik krizin açık bir tartışmasından çok, sanki halkı tartışmanın dışına tutmak için yapılıyor gibidir. Bu nedenle, biz de birkaç noktayı tartışalım diyoruz.

En çok tartışılan konular, döviz, faiz, enflasyondur. Bunları, zaman zaman işsizlik izliyor. İşsizliği de tartışmak istemezlerdi muhtemelen ama ne yaparsın ki, gerçekler kendini eninde sonunda hissettirir. Bu nedenle işsizlik tartışmasını yapmak zorunda kalıyorlar.

Döviz kurlarının artması, TL’nin değer kaybetmesi, bir dönem Saray medyası tarafından, ilginç bir biçimde, “yahu bana ne, dövizi olan düşünsün” gibi tartışıldı. Tamamen aldatıcıdır. Döviz artarken, “dövizi olan düşünmez”, tersine kazanır. Dövizi olmayan ama döviz cinsinden borcu olan düşünceli olur, dense doğrudur. Çünkü diyelim ki 100 bin dolar borcunuz vardı, diyelim ki bu bir yıl önce 300 bin TL borç demekti, ama şimdi 580 bin borç demek. Ama biz işe, halk açısından bakalım. Ülkenin hemen hemen çoğu ürünü ithaldir. Tarladan yetişen domatesin, Ankara’da market rafına gelmesine kadar geçen süredeki masrafların hemen tümü, dövize bağlıdır. Bir kere petrol, enerji dövize bağlıdır ve dövizin artması, sadece ithal edilen ürünlerin değil, tüm ürünlerin fiyatlarını artırır. Bizim ülkemizde durum budur. Yok eğer büyük oranda ülke içinde fabrikalarda ürünler üretilse idi, sanayi ithalata bağlı bir yapıda olmamış olsa idi, döviz artışı bu denli etkili olmazdı.

Geçen yıldan bu yana, fiyatı %50 ve üzerinde artmamış hiçbir şey kalmamıştır.

Dövizin artması, aynı zamanda ülkenin var olan 460 milyar dolar borcunun da artması demektir. Yukarıdaki 100 bin dolar borçlu kişi için yaptığımız hesap türünden bir hesaptır bu. Açık ve net. 460 milyar dolar olan borcun, bir bölümü devletin borcudur, bir bölümü ise büyük şirketlerin borçlarıdır. Diyelim ki, Efes Pilsen, yurtdışından kredi bulmuştur vb. Şimdi, ne devlet, ne de bu şirketler, eski faiz oranları ile borç alamıyorlar. Bunlara borç verenler, faiz oranlarını %3’lerden %15’lere çıkartıyorlar. Çünkü riskleri yüksektir, borç çevrilebilir değildir. Devlet, bu noktada, a- Hazine garantili borçları nedeni ile, b- Kendi borçları nedeni ile, c- Özel büyük şirketlerin kredi bulmaktaki zorlukları nedeni ile, içeride kaynak yaratıp çarkı çevirmek isteyecektir. Bunun için, içerideki tüm olanaklar, tüm vergiler, tüm fonlar, hatta en son MB’nin yedekleri kullanılmaya başlanmıştır. Ve bunlar yetmez. Öyle ise, hem faizi yükseltecek, ki kullanılabilecek kaynak bankalarda olsun, hem de vergileri dehşetli bir biçimde artıracak.

Şirketler, daralan pazar ve ekonomik zorluklar nedeni ile, hemen işçi çıkartmaya başladı, bu devam edecek. Bu yolla önlemler alacaklar. Otomotivde bir işçi kıyımı kapıdadır. Böylece şirketler, maliyetlerini kısıp ayakta kalma yollarını arayacak.

Her iki açıdan da, ister devlet, ister özel sektör açısından iş gelip, işçi ve emekçilerin sırtına binecek yüke dayanacak.

Krizde hiçbir günahı olmayan, kimseden borç almamış olan, döviz ile borçlanmamış olan, Üçüncü Havalimanı gibi projelere karar verip kamu kaynaklarını yağmalamamış olan, vergi kaçırmamış olan işçi ve emekçiler, krizin tüm faturasını ödemeye mahkûm olmaktadır.

Diyelim ki, her şeye %50 ve daha fazla zam gelmiş ise, enflasyon nasıl olur da %15-20 arasında olur?

Enflasyonun düşük gösterilmesi bir hiledir.

İşsizlik rakamlarının düşük gösterilmesi bir hiledir.

Düşük enflasyon demek, işçilerin, çalışanların düşük zam alması demektir. Düşük zam oranını kabul etmemizi sağlamak, krizin faturasını bize yüklemek demektir.

İşsizlik, krizin faturasını işçinin, emekçinin ödemesi demektir.

İş adamlarına, en çok da yandaş olanlarına, en çok da “bu milletin anasını s..mekten” söz edenlere ucuz fiyattan döviz transferi, krizin faturasını halka yüklemek demektir. O ucuz dövizin verilişi de yasal değildir.

İş adamlarına, en çok da yandaşlarına, ucuz krediler verilmesi, “ekonomiyi canlı tutuyoruz” yalanı altında, krizin faturasını halka ödetmek demektir.

İşsizlik fonunun yağmalanması, deprem vergilerinin yağmalanması, tam da krizin faturasını işçi ve emekçiye yüklemek demektir.

Şimdi, “kıdem tazminatı”na göz diktiler. Gerçekte, bu, kıdem tazminatı olayı, devletin, burjuva cephenin saldırıda sınır tanımadığını gösteriyor. Ama işçi ve emekçilere deniyor ki, “sen sadece kıdem tazminatını savun, diğerlerini kabul et.” Bu saldırı, yavuz hırsızın saldırısıdır. Öyle bir saldırıdır ki, işçi ve emekçileri beklentiye itiyor. İşçiler, kıdem tazminatına saldırı olursa harekete geçmeyi düşünüyor. Ama aslında adım adım, kriz, işçi ve emekçilerin sırtlarına yükleniyor.

Vergiler artıyor.

Faturalar büyüyor.

Çarşı pazar ateş pahası hâline geliyor.

İşsizlik büyüyor ve işini kaybetme korkusu düşük ücret artışlarını kabul etmek ile sonuçlanıyor.

İşte ekonomik krizin faturası böyle işçi ve emekçilerin sırtına bindiriliyor.

Zamla, vergi artışları ile, düşük ücretlerle, işsizlik fonlarında toplanan paralarla, bunların tümü ile kapitalistlere krediler veriliyor, ucuza krediler sağlanıyor. Yani, işçi ve emekçinin parası, kapitalistlerin ceplerine aktarılıyor.

Saray medyası, liberaller, hepsi ama hepsi yalanlar söylüyorlar.

Erdoğan, 11. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı açıklıyor. Tıpkı İstanbul’u kaybettiğinde balkonda yalnız konuşması gibi bir hâlde iken, hiç de öyle ses tonu ile konuşmuyor. Başarılı imiş gibi konuşuyor.

11. Kalkınma Planı diyor ki, 2023 yılında, bugün 784 milyar dolar olan ülke ekonomisinin büyüklüğü, 1,1 trilyon dolar olacak. Yani %40 büyüyecekler, yani her yıl %10 gibi. İşte size büyük bir yalan.

– 10. Kalkınma Planı’nı 2013’te yapmışlardı. O plana göre 2023’te ekonomi 2 trilyon dolar olacaktı. Geçen altı yıl içinde, iki katı havadan attıklarını kabul ediyorlar demektir.

– 2019’da ekonomi küçülecek. Demek ki, kalan yıllarda %10 bile yetmeyecek.

– Hangi fabrikaları kuracaklar ki bunu yapacaklar?

– Acaba 460 milyar doları ödemek için, ne tavizler verilecek ve dolar kaç TL olacak? Dolar eğer yükselirse, %10 yıllık, %40 2023’e kadar büyümek bile yetmeyecek.

– Hem sonra, bu büyümeden işçilere, emekçilere ne pay düşecek?

– Bu sürede kaç parababası yurtdışına kaçacak?

Bize bu masalları anlatmasınlar.

Bize, mesela çok sevdikleri ülkeleri için, kendi ceplerinden ne koyacaklarını söylesinler. Mesela Erdoğan’ın sıfırlanamayan servetinden, dolarlarından ne kadarı kamuya bağışlanacak?

Artık bu maskaralıktır.

Artık bu para etmeyecek.

Artık bu yalanların ömrü kalmamıştır.

Ve artık, işçi ve emekçilerin sabır taşları çatlamak üzeredir.

İşçilerin sabır taşları çatlamalıdır.

İşçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin öfke keseleri dolmuştur ve taşmalıdır.

Bu gidişi durdurmanın, bu yalanlara son vermenin tek yolu, işçi sınıfının bir güç olmasıdır. Halkın ve işçi sınıfının kendini savunmasıdır. Kendi çıkarlarını sahneye taşımasıdır.

Örgütlenmek ve direnmek, direnmek ve örgütlenmek, çare budur.

Hayatı üretenler, tüm ülkenin gelirinin gerçek sahipleri olanlar, ayağa kalkmalı, haklarını savunmalıdır.

23 Haziran sonrası; belediyecilik üzerine

Yerel seçimlerin hak ve hukuk ile bir bağının olmadığını biliyoruz. Sadece İstanbul seçimleri üzerinde yürüyen tartışmalar, vermeyiz naraları vb. nedeni ile değil. Çalıştırmayız tehditleri nedeni ile değil. Üstelik biri AK Parti’dir ve diğeri de CHP’nin adayıdır. İstanbul söz konusu olunca “çalıştırmayız” naraları, burjuva egemenler arasındaki bir savaştan ibarettir. Ama görüldüğü gibi, hiçbir şeyin kendi ellerinden çıkmasına tahammülleri yoktur.

%70’i aşkın oy alıp da belediye başkanı seçilemeyen kişilerin, ellerinden başkanlık, seçim sonuçlarına göre %20 civarında oy alanlara verilmiştir. Bunun yasalarla, hukukla bir bağı yoktur. Adalet vb. ise hak getire.

31 Mart ve 23 Haziran seçimleri göstermektedir ki Saray Rejimi, hiçbir hukukî durumu kabul etmemektedir. Bana yaramıyorsa o hâlde “yok” hükmündedir. Açıkça iç savaş hukuku uygulanmaktadır.

İçişleri Bakanı, beş yıl daha kayyum uygulayalım, bütün Kürtler bizi seçer, demektedir. Bu ırkçı, işkenceci bir yaklaşımdır.

Birçok HDP’li belediyenin önünde polis barikatları kurulmaktadır. Değil çalıştırılmamak, halkın belediye binalarına ulaşması bile izne bağlanmaktadır. Tabelalar indirilmekte, belediye eşbaşkanları dövülmektedir.

Ve tüm bunlara rağmen, yerel seçimlerin sonucunda oluşmuş belediyeler var. Acaba, şöyle bir soru sorulabilir mi: Nasıl bir belediyecilik yapmalıyız, halkın aktif katılımını sağlayacak bir belediyecilik mümkün müdür?

Bu soruları, çıkarılacak engeller vb. üzerinde tartışmak için sormuyoruz. Biz Kaldıraç Hareketi olarak, belediyecilik deneyimlerine de sahip değiliz. Ama yine de acaba, nasıl bir belediyecilik yapabiliriz diye bir tartışma, çok mu tuhaf kaçar?

Tuhaf kaçmayacağı umuduyla birkaç noktayı belirtmek isteriz.

İlkin, tüm belediye faaliyetlerinin odağına, halkın örgütlülüğünü geliştirmek konmalıdır. Yani halkın sağlam, berrak, bilince dayalı bir örgütlülüğü ortaya çıkarılmalıdır. Amaç bu olmalıdır. Diyelim ki bir Kürt ilinde, diyelim ki bir ilçede, 5 yıl sonra, gerçekten halkın neredeyse tamamının örgütlü olduğu, kentin sorunlarına ortak yaklaşımlar geliştirdiği bir durum ortaya çıkarmalıyız. Bu, her şeyin güzel olacağı anlamında değildir. Hayır. Mücadelesiz bizim irademizi teslim alamayacakları anlamındadır. Elbette biz belediyecilik ile işsizlik sorununu, özel mülkiyet sorununu vb. çözemeyiz. Mesele bu değil. Mesele, ana amaç olarak o bölgenin tüm halkının örgütlenmesinin sağlanmasıdır.

Bu amaç, İstanbul, Ankara ve İzmir’de daha farklı işleyecektir. Ama burada da sorun halkın örgütlenmesidir. Mesela her mahallede bir mahalle meclisi, bunun aktif işletilmesinin sağlanması mümkündür. CHP’nin buna ne kadar destek vereceği ayrı bir konudur. Zaten mesele, kentlerin savunulması için, halkın doğrudan, ortak iradesi ile devreye girmesidir.

İkincisi, belediyecilik ile “hizmet”i anlamayı aşmalıyız. Yani, belediyecilik, çöplerin toplanması, sokakların süpürülmesi, toplu taşıma, temiz su sağlama vb. gibi, her biri önemli olan hizmetlerle sınırlı değildir, olmamalıdır.

Daha çok yaşamın ortaklaşalığı üzerine kurulu bir anlayışın ortaya çıkması geliştirilmesi gerekir. Sorunlara daha derinlemesine bir yaklaşım geliştirmek gerekir. Belki de anlatması kolay değildir. Elbette yapması hiç kolay değildir. Ama bir sorun karşısında ortaklaşa, ortakçı bir zihniyetle tutum almayı geliştirmek gerekir. Bu sadece duyarlılık değildir, bu aynı zamanda bilinçte bir değişim, ama yaşam biçiminde de bir gelişim demektir. Paylaşım, ortaklaşacılık, elde edilen sonucun kendisinden daha önemlidir.

Üçüncüsü, merkezî iktidarın tutumunu biliyoruz. Ödenek vermeyecekler, kaynak kısacaklar vb. Buna karşı, ilkin açık, şeffaf, her sorunu ortaya koyan bir tutum almak gerekir. Sadece bütçeyi, harcamaları açıklamak yetmez, aynı zamanda her sorunu açıkça ilan etmek gerekir. Bu, halkı işin içine çekmenin de yoludur. HDP’li belediyelerin bu konuda epey deneyimi olmalıdır. Halkın işin içine çekilmesi, ortak örgütlenmeye dayalı, ortakçı bir yaşamın temellerinin atılması, şeffaf bir yönetim anlayışı, merkezî iktidarın baskılarını geri püskürtmek için olanak ve güç yaratır.

İkinci olarak, iktidarın kısıtlamalarına karşı, kaynak yaratma yolları aranmalıdır. Şöyle düşünelim, bizim ilçemiz diyelim ki bir “ada” olsun. Başka yerden de bir gelir gelmeyecek olsun. Acaba, kendimiz gelir yaratabilecek bir olanağa sahip olabilir miyiz? Ovacık Belediyesi’nin yaptığının, daha kapsamlısını ve ortaklaşmacı bir anlayışla hayata geçirmek mümkün müdür? İlçenin avantajlı alanlarını ele almak, bu konuda bir bilinç oluşturmak, açık ve her şeyi net bir proje ortaya koymak, bunu ise ortakçı bir tutumla örgütlemek mümkün müdür? Belki bunu ortakçılık, komünal bir bilinçle geliştirmeyi başarabiliriz. Belki bu yolla, yokluklar içinden, zeki adamların emeği ile değil, herkesin emeği ile bir mucize yaratabiliriz. Bu sürecin bizzat kendisi, bizzat kendisi insanı değiştirir, olgunlaştırır, toplumsallaştırır. Köylülerin değirmene sahip çıkması, onu ortaklaşa kurmalarından gelir, herkesin işine yarayan bir sisteme dönüştürüldükçe de devam eder. Bunun gibi düşünülürse, kendimizi sınırlandırmazsak, gerçekten müthiş olanakların ortaya çıkması mümkündür.

Dördüncü olarak, il ve ilçeleri, insana göre düzenleyecek adımlar atmaktır. Gerçekten yaşamın, hegemonyaya göre değil, pazar hakimiyetine göre değil, emeğe ve doğanın korunmasına göre örgütlenmesi mümkün değil midir?

Beşincisi, toplumsal düşünme, ortak yaşamdan başlayarak düşünme tarzının değiştirilmesi gerekir. Gemisini kurtaran kaptan tarzının yerine, toplumsal sorunlara ortak yaklaşımın geliştirilmesi mümkündür. Bu eğitim, sağlık, ulaşım, barınma gibi sorunlar konusunda yağma ve rant ekonomisinin deşifre edilmesi de demektir. Halkın, insanların, gerçeği görebilmesinin yolu budur. Maalesef bizim ilçemiz bir ada değildir ve elbette merkezî iktidara bağlıdır. Ama bu konuda yine de yapılabilecek şeyler vardır. Bir belediye, eğitim sistemini organize edemez. Bu yasal olarak mümkün değil. Ama merkezî eğitim sistemi karşısında da eli kolu bağlı değildir, olamaz. Bir belediye sağlık sistemini organize edemez, ama bu alanda da ortakçı bir bilinç ile yapılabilecek şeyler olduğu kesindir.

Altıncısı, çocuklar, gençlik ve kadın meselesine ilişkin yapılabilecek olanlardır. Bunun da kolay olmadığını biliyoruz. Bir ilçede “kurtarılmış alan” yaratılamaz. Bunu biliyoruz ve zaten ülkenin tümünü isteyen, burjuva iktidara son vermeyi amaçlayanlar olarak bu yalıtılmışlık bize de doğru gelmez. Ama yine de kendini çoğaltabilecek örnekler yaratabilir miyiz?

Acaba, bize izin vermezler, engellerler anlayışını kırmak hayalci midir? Diyelim ki, yaptıklarımızın hepsini engellediler, ama biz bu arada, tüm halkı içine alan bir bilinç yaratabildik, sizce bu az bir başarı mı olur?

Halka balık vermek yerine, balık tutmayı öğretmek ve bunu kolektif, ortakçı bir bilinçle yapmak büyük bir sonuç olmaz mı?

Onlar diyorlar ki, beş yıl daha kayyum ile yönetebilsek, sonra hep bizi seçmelerini sağlayabiliriz. Baskı ile, şiddet ile, yola getirmekle, havuç ve sopa politikası ile, rüşvet dağıtarak, herkesi muhbir yaparak sonuç alacaklarını düşünüyorlar.

Peki biz, halkın kendi sorunlarına sahip çıkmasını sağlayarak, üretken bir yaşam örgütleyerek, ortakçı bir yaşam geliştirerek, bilinci daha da geliştirerek, kendi iradelerine sahip çıkmalarını sağlayarak, bu asalakların bir tek oy alamaz hâle gelmelerini sağlayamaz mıyız?

Sonucu ne olursa olsun, bu değerli bir mücadele olacaktır. Belediyeler, en azından bize, halkın gerçeği anlamasını sağlamak konusunda olanaklar sunmaktadır.

Üstelik bu sadece belediye başkanlıklarının kazanıldığı yerlerle sınırlı değildir. Tüm ülke, bu konuda seferber edilebilir demiyoruz ama sadece o il ve ilçelerle sınırlı bir durum olmadığı da açıktır.

S-400’ler “bardakta durduğu gibi durur” mu?

Erdoğan ne kadar kızarsa kızsın, “milli içeceğimiz” hâlâ rakıdır. Üstelik en çok içilen yerlerden biri de Konya’dır. Konya’yı hor görmüyorum, sadece bir bilgiyi paylaşıyorum. Bizce de bir sakıncası yoktur. Rakı içerken, acemilere ya da hızını ayarlamayı beceremeyenlere söylenir: “Bu meret, bardakta durduğu gibi durmaz.” Aslında su da bardakta durduğu gibi durmaz insan vücudunda. Ama rakı, elbette farklı etkilere yol açar. Sonuçta bir baş dönmesi hâli, içtiklerini çıkarma isteği vb. ortaya çıkar. Oysa rakı içmek bir kültür olduğu için, ağır ağır, sohbet arası içilir.

Acaba bu S-400’ler için de durum benzer midir?

İlk önce açıkça söylemek isteriz ki, biz S-400’lerin son anda iptal edileceği, Erdoğan’ın son anda bu işten vazgeçeceği, birçok kere gördüğümüz gibi, bir anda önceki sözlerini unutup hiç söylememiş gibi tam tersi sözler söyleyeceğini düşünüyorduk. Bu nedenle, S-400’lerin, ilk parti teslimatının Ankara’ya gelmiş olması bizim için “beklenmedik”tir.

Söylenenlere göre, aslında gelen parçalar, daha işin kaba bölümüdür ve gerçekten sistem kuruluşu işi Eylül- Ekim aylarına ertelenmiştir. Dahası, süreç 2020’de tamamlanacaktır. Yani, daha işin rengi henüz belli değildir.

Ama biz bu kadarını da beklemiyorduk.

Eylül, Ekim ayları sözünü duyar duymaz, Erdoğan’ın 2020 Nisanı sözünü duyar duymaz, biz, yine bu S-400 işinde bir cayma olacağını, Türkiye’nin bu sistemleri aktif etmeyeceğini, bir bahane ile, “parası ödenmiş malı” teslim aldıktan sonra, devreye sokmayacağını düşünüyoruz. Kısacası, hâlâ bu işin Erdoğan’ın ABD ile bir pazarlık unsuru olduğunu düşünüyoruz. TC devleti, G-20 toplantılarında, Trump’a silâh siparişi vererek, Kıbrıs yakınlarında sondaj işinden vazgeçerek ve belki başka tavizlerle mi, S-400 konusunda yeni bir takvim elde etmiştir? Bunu bilemiyoruz. Ama Türkiye’nin ABD politikaları ve emirlerinden bağımsız hareket etmediğini biliyoruz. Bu, her konuda geçerlidir, ama buna rağmen Erdoğan projesinin sonunun geldiğini Erdoğan’ın kendisi de bilmektedir. Ve bu nedenle, S-400, Erdoğan’ın iktidardaki ömrünü uzatma girişiminin bir parçasıdır.

Yeni takvim, Saray Rejimi’nin “uzatmalı” devrelerle hayata tutunacağı anlamına gelmektedir. Sürekli yeni bir takvim vardır, 24 Haziran seçimleri, olmadı 31 Mart seçimleri, olmadı S-400 tamamlanma zamanı vb. Şimdi, 2020 Nisan ayı.

Türkiye Cumhuriyeti bağımsız bir ülke değildir. Bir “ortaklaşa” sömürgedir. Siyasal olarak (ordusu, polisi, yargısı, bürokrasisi, siyasi arenası açısından) ABD’ye, ekonomik olarak ise AB’ye bağımlıdır.

NATO, bu siyasal bağımsızlığının olmamasının en açık kanıtıdır. Çuval olayı, AK Parti döneminde yaşanmıştır ve Gül ve Erdoğan, buna destek vermiştir. Balyoz- Ergenekon ve “FETÖ” operasyonlarının tümü, siyasal alana ayar verme operasyonlarıdır ve bunlar ABD emri ile gerçekleşmiştir. Üstüne üstlük burada, “ABD karşıtı” kadrolar da tasfiye edilmemiştir. Tasfiye edilenler, sadece yeni süreçlere ayak uydurma konusunda becerikli olmayanlardır. Biraz da ABD emirlerini yerine getirmekte yavaş olanlardır.

TC devleti, kendi halkına kurşun sıkarken, Gezi’de ve Kürt illerinde saldırılar organize ederken, NATO mekanizması devrededir. NATO mekanizması, sanıldığı gibi, “salt” askerî bir mekanizma değildir ve olamaz. Aynı zamanda siyasal bir mekanizmadır. Bizim Gladio olarak bildiğimiz organizasyon, eninde sonunda siyasal bir organizasyondur. 1 Mayıs’lara kurşun yağdıranlar, 16 Mart’larda bombaları öğrencilerin üzerine atanlar, Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını gerçekleştirenler, Kürt katliamlarını organize edenler, bir siyasal strateji ile hareket etmişlerdir.

Şimdi, bu NATO, olduğu gibi durmaktadır. NATO duruyorken, ne bağımsızlıktan, ne de “demokrasi”den söz edebilirsiniz.

TC devleti, NATO’ya bağlıdır ve Erdoğan, her adımda bu bağlılığı teyit etmektedir. Akar ve ekibi, daha çok İngiltere’ye yakın olabilir. Bu NATO mekanizması için son derece normaldir. Erdoğan iktidarı, gerçekte, bir tür “koalisyon”dur ve en zayıf olanı da Erdoğan’ın kendi çetesidir. Saray Rejimi, bir çeteler organizasyonudur.

Teknik açıdan S-400’lerin, bu sisteme, NATO sistemine bağlanması dışında, bir savunma sistemi kurulması mümkün müdür gibi soruları birçok yerde sürekli okuyoruz. Bize göre, işin teknik yönünü bilmesek de, bu mümkündür. Eğer Türkiye bağımsız bir ülke olsa idi, kesinlikle bu S-400’leri, alır ve çalışır hâle getirirdi. Ama Türkiye bir bağımsız ülke değildir ve üstelik, Saray Rejimi döneminde bu yönde “yerli ve milli” numarası altında, daha da kötüye gitmişlerdir. Ülkenin tüm varlıkları yağmalanmış ve Saray Rejimi, bizzat bu yağmadan pay alma sevdası ile organize edilmiştir. Saray ve çevresi, yağmacılardan oluşmaktadır. Bu rant-yağma ve savaş ekonomisi, ülkenin her kaynağını kurutacak derecede “iç”etmeye çalışmıştır, çalışmaktadır. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlaşma eğilimi diye bir sürecin olmadığının en somut kanıtıdır.

İşte bu nedenle, S-400’lerin çalıştırılması, NATO sistemine entegre edilmesi, ülkenin hava savunma sistemi hâline getirilmesi “taktik” tartışmalar olarak görünmektedir. Erdoğan, ABD ile pazarlıktadır ve görünen o ki, bu işin içinde Ruslara bir kazık daha atmak vardır. Amerika için “görevi tamamlanmış” Erdoğan, Rusya için hiçbir zaman güvenilir olmamıştır.

S-400, gerçekte, kime karşı bir hava savunması yapacak? NATO’nun düşman gördüğü ülkelere karşı mı? NATO, açık olarak Rusya ve Çin’i, İran’ı düşman olarak görmektedir. Bu durumda, S-400 bu işe yarar mı? Elbette yaramaz. Erdoğan ve Trump görüşmesinin gerçekleştiği G-20 toplantısının hemen ardından bir Rus denizaltısında 14 kişinin öldüğü, ABD yetkililerinin acil Beyaz Saray’a davet edildiği, Putin’in tüm görüşmelerini iptal ettiği hatırlanırsa, bir de bu denzialtına bir ABD saldırısı gerçekleştiği varsayılırsa, “dost” ve “düşman” kavramlarının kolayca değişmeyeceği de anlaşılır. Artık, sosyalizm yok ama, hâlâ Batı dünyası için Rusya ve Çin düşmandır. Bunu bizzat Trump’ın “doktrini” dile getirmektedir. Soğuk Savaş, gerçekten bitmiş midir?

Öyle ise Saray Rejimi, Saray’ın korunması için mi bu sistemi devreye sokacaktır? Erdoğan, “allahın bir lütfu” dediği 15 Temmuz tiyatrosunun içinde gerçekleştirilen bombalı saldırılara karşı S-400 ile korunma hevesinde midir? Yazılanlara bakılırsa, G-20 toplantısında buluştuğu Trump’a, darbe girişimi sırasındaki bombaların korkutuculuğundan söz etmiştir. Ama zaten kendisi, önceden haber almış ve İstanbul dışına yerleşmiştir.

Diyelim ki, Erdoğan bu darbe konusunda ciddi. Demek ki darbe yapacak olanlar, bu ordunun içinden çıkacak ve bu bir NATO ordusudur. Bugüne kadar gerçekleşen hiçbir darbe, ABD desteği ve emri olmadan yapılmamıştır. Öyle ise, ABD, bu darbeyi uçak ve füzelerle mi yapacak? Yoksa, 15 Temmuz’da ortaya çıktığı gibi, Fethullahçı bir yaver bulamayacaklar mı? Gerçekten ordunun kontrolü Erdoğan’ın elinde mi? Gerçekten, 15 Temmuz darbesinin arkasındaki güç olarak açığa çıkmış olan ABD, İncirlik Üssü’nü kullanmadı mı? Öyle ise, neden İncirlik Üssü hâlâ açık? Acaba, ABD, bu darbe ile hangi sonuçlara ulaşmak istemiştir? Erdoğan’ın kendisi bir darbeci değil midir? Saray’ın uzman takımı, rakıyı az içtikleri bir günde, bu konuyu tartışabilir mi? Darbenin ardından “allahın lütfu”nu gören Erdoğan’ın yaptığı her şey, ama her şey, acaba darbecilerin planladığı şeylerin çoğu değil mi? Darbeden bu kadar ürken Erdoğan, neden kendi siyasal çevresindekileri temizlemeyi hedeflemez?

Demek oluyor ki, Erdoğan’ın Trump’a G-20’de, darbe sürecini anlatıp, yağan bombaları hatırlatıp, buradan da etkilenerek Trump’ın karar vermesi diye bir şey beklenemez. Trump ile Obama arasındaki fark, ABD devlet işleyişi açısından, böylesi hikâyeler oluşturmaz. Kıbrıs yakınlarında petrol arama ve 35 milyar dolarlık ilave uçak siparişi verme etkili olmuş olabilir. Trump bir tüccardır. Acelesi yoktur. Sattığını satar, sonra işine bakar. Öyle ise, Trump, ABD tarafı, Erdoğan’ın ne diyeceğini önceden bilmektedir. Büyük ihtimalle bu doğrudur, evet bizimkisi bir tahmin ama bunun doğru olma ihtimali yüksektir. Bu bir. İki, Türkiye’nin artık bu işten ikna edilerek vazgeçmesinin bir anlamı olmadığını ABD görmüştür. Zira, Rusya, S-400 Türkiye tarafından satın alınsa da alınmasa da, büyük bir başarı elde etmiştir. İşte bu durumda ABD, daha az konuşmayı tercih etmiş olabilir.

Gerçekte, ABD’nin dünyanın her yerine karışma, emirler verme vb. hakkı yoktur. Elbette bu haydutluktur ve Türkiye’ye de karışma hakkı yoktur. Mesele Türkiyenin ABD’nin adeta 53. eyaleti olmasıdır. Bugünkü Saray Rejimi’nin neredeyse tüm etkili kadrosu, başta Erdoğan, ABD tarafından bulunmuştur. Graham Fuller’in “Yeni Türkiye” programı, Gülen ve Erdoğan’ın ortaklaşa ödevidir. Ve kendileri de buna uygun davranmışlardır. O kadar ki, orduda kalmış olan bir-iki “soru soran” komutanı, binbir tuzakla tasfiye etmek de bu programın bir uzantısıdır. Erdoğan’ın ve Saray’ın kadrosu içinde ABD adına çalışmayan varsa, mutlaka NATO ülkelerinden birine çalışmaktadır. Bu açıdan, durum kontrollerinin dışında değildir.

S-400’lerin gelmesi, Türkiye’nin NATO’dan çıkmasına bir adım mıdır?

Sanmıyoruz.

Çünkü NATO’dan çıkmak, bir siyasal irade ile olur. Erdoğan ve ekibi, 15 Temmuz darbesi diye isimlendirdikleri, hem de allahın lütfu diye andıkları süreçte ABD’nin elini her aşamada görmüştür. Bu süreç, TC devletinin İncirlik, Malatya, Diyarbakır, Konya, İzmir gibi üslerini kapatma kararı ile devam etmemiştir. TC devleti, İncirlik’ten kalkan uçaklardan açık olarak söz etmiş ama bu uçakların kalktığı üssü dahi kapatmamıştır.

TC devletinin NATO’dan çıkması planı olsa idi, evet S-400’lerin alınması ve Ankara’ya gelmesi bir önemli adım olabilirdi. Bu olmadığına göre, Türkiye NATO’da kalmaya devam edeceğine göre bu adım, daha “derin” pazarlıkların bir parçasıdır. Erdoğan, bir ABD projesi olarak yolun sonuna geldiğini bilmektedir. Bu nedenle bu pazarlıklara ihtiyacı vardır. Zamana oynamaktadır.

Hâlâ beklenmesi gereken, Türkiye’nin bu projeyi bir biçimde işlevsiz hâle getirmesidir. Erdoğan için, ne kadar uzun süre S-400 meselesi gündemde taze bir konu olarak kalırsa, o kadar iktidarının uzama şansını elde edecektir. Konu bundan ibarettir.

Ama öte yandan, Türkiye’de S-400’lerin varlığı, NATO içinde çatışmaları daha fazla su üstüne çıkarabilirse, bir olumluluk taşıyacaktır.

Biz bugünden biliyoruz ve öğreniyoruz ki, süreç Eylül-Ekim aylarına hatta 2020 Nisanı’na kadar uzayacaktır. Bu doğru ise, demek ki daha her taraf için hamle şansı var demektir.

Türkiye’nin bağımsızlığından, bağımsız politikalar izlemesinden söz edenlerin, şimdi gündeme NATO’dan çıkma meselesini, ABD üslerinin kapatılması meselesini almaları gerekir. İşte o zaman bunda bir ciddiyet aranabilir. İster kişisel bazda, ister bir grup olarak olsun, bağımsızlıktan söz edenlerin, bağımlılık ilişkisini NATO ile bağlı olarak ele alması gerekir.

Graham Fuller ve ekibince ortaya atılan “ılımlı islam” modeli “Yeni Türkiye” anlayışı içinde yer almış olan iki ana hareket vardır, biri Gülen hareketidir, diğeri ise AK Parti hareketidir. Bu iki “ılımlı İslam” versiyonu arasındaki “kavga” ayrı bir konudur. Ama bugün, bu iki hareketten birinin, bu projenin dışına çıkmak şöyle dursun, bir de NATO’dan çıkmak gibi bir vizyona sahip olmaları mümkün değildir. Ülkemizde, halkta geniş bir kesimde ABD politikalarına karşıtlık, derinlikli olmasa da vardır. Bu Amerikan karşıtlığı, somut olarak NATO ve üsler meselesine yönelmediği sürece, havada asılı kalacaktır.

Saray Rejimi’nde yalan bitmez, oyun ve hile bitmez. Halkı, S-400 sistemlerini şöyle kullanıyoruz, kullanacağız diye kandırmaları hiç de zor değildir. Bu yalanların ne kadar uzun süre etkili olabileceği ayrı bir konudur. Ama her gün, bir tek günü kurtarmak için çalışan devasa yalan makinası, bu konuda beceriklidir.

Saray Rejimi, her gün, bir tek günü kurtarma peşindedir.

Evet bizim cephemizden bakıldığında, S-400’lerin geleceğinden de şüphedeydik. Bu pazarlığın, S-400’ler gelmeden biteceğini düşünüyorduk. Ama öyle olmadı. Doğrusu iyi de oldu. Ama bu durum, S-400’ler meselesinin çözüldüğü anlamına, pazarlığın bittiği anlamına hiç gelmiyor.

İşçi sınıfı ve halk için, meselenin önemli bir yönü de, Rusya’dan S-400, ABD’den 100 adet F-35 almak gibi akıl almaz silâhlanma harcamalarıdır. Erdoğan, kendi ömrünü uzatmak için, Trump’a yeni siparişler vermiştir. Ve gerçekte, tüm bu silâhlanma harcamaları, savaş, yağma ve rant ekonomisinin devamıdır. Hepsi gereksizdir.

S-400 tartışması, daha geniş tartışmaları beraberinde getirmek anlamında da “bardakta durduğu gibi durmuyor.” Bu konuda belli başlı görüşleri de özetlemek gerekir.

Birçok liberal sol, aslında S-400’lerin asla bu noktaya gelemeyeceğini umuyordu. Bu konuda haksız da sayılmazlar. Ama, bugün, S-400’lerin daha ilk parçası gelmiş iken, Erdoğan 2020 Nisanı’ndan söz ettiği hâlde, daha 2020 Nisan ayına oldukça zaman varken, S-400’lerin gelmiş olması karşısında görüşlerini NATO’dan yana ortaya koyuyorlar. Görüşleri özetle şöyledir. S-400’ler teknik olarak NATO sistemine uyumlu değildir. Bu durumda Türkiye’nin NATO’dan çıkması, Batı değerler sisteminden uzaklaşması ihtimali ortaya çıkmaktadır. Bu durumda da, Avrasya yani Rusya ve Çin ekseninden yana olmak ile, Batı ekseninden yana olmak arasında seçim yapılacaktır. Bu liberal solcularımız, elbette hemen Batı ekseninden yana olmaktadırlar.

Bir yandan faili meçhul cinayetleri, bir yandan Erdoğan’ın Saray Rejimi’ni eleştiriyorlar ama öte yandan, tüm cinayetlerin NATO ile bağı yokmuş gibi, bunların Batı ile bir bağı yokmuş gibi, “Batı Değerler Sistemi” yalanının arkasına sığınıp, bu yolla NATO’yu savunuyorlar. Bu liberal solcularımız, bu ülkedeki her darbenin planlayıcısının ABD ve NATO olduğunu bilmezler mi? Bu ülkedeki her katliamın ardında ABD ve Batı Değerler Sisteminin olduğunu bilmezler mi? Batı Değerler Sistemi, Erdoğanlı Saray Rejimi’nin hukuk dışı uygulamalarını görmezler mi? Bu liberal “aydınlarımız”, içine gömüldükleri NATO ve medya karanlığı nedeni ile mi, mesela wikileaks belgelerini okumazlar?

Elbette biz silâhlanmaya, F-35’lere de, S-400’lere de karşı çıkıyoruz. Akıl almaz silâhlanma harcamalarını kabul etmiyoruz. Erdoğan, S-400’ler karşısında Trump’ın tepkisini hafifletmek için, 35 milyar dolarlık silâh siparişi vermiştir. Bu ABD-NATO hattına bağlılığı teyit etmek için bir hamledir.

Öte yandan, gerçekten de S-400 sistemlerinin Saray dışında neyi koruyacağı belirsizdir. NATO sistemlerine uyumsuzdurlar. Ama tam da bu nedenle, S-400 sistemlerinin satın alınması, Türkiye NATO ilişkilerini sarsmaya başladığı için, biz bunu olumlu görürüz. NATO’nun parçalanması, elbette olumludur ve sadece ülkemiz için değil, o kutsanmış “Batı Değerler Sistemi” için de olumludur.

Yani liberal solcularımızın, liberal okumuş-yazmışlarımız için, liberal “muhaliflerimiz” için tekrar söyleyelim: tam da S-400 lerin alınmasının NATO’yu sarsmış olması kazanç olabilir. Yoksa ne buna veya diğer silâhlara para harcanmış olması, silâhlanmaya bu kapsamda paralar harcanması olumlu değildir. Eğer NATO dağılırsa, tüm Türkiye halkları için de, dünya halkları için de bir kazanım olur. Ve S-400’lere karşı çıkmak adına, Türkiye’nin Avrasya hattına dahil olacağı korkusu ile, NATO’yu savunmaya başlamak, gerçekte, ikiyüzlülüğün açık kanıtıdır. Hem de bunu yaparken, insan haklarından söz etmek, daha büyük bir çelişkidir. Sanki Erdoğan’ı bulunduğu yere ABD ve NATO sistemi getirmemiş, sanki Diyarbakır’da insanların katledilişinde ABD ve NATO sistemi dahil değilmiş, sanki Maraş veya Sivas katliamında ABD ve NATO eli yokmuş, sanki Gezi karşısında Erdoğan’ın yanında ABD ve NATO sistemi yokmuş, sanki Erdoğan, tüm basını bizzat kendisi NATO’dan bağımsız denetliyormuş gibi. Bu beyler kendileri bile inanmadıkları liberal masallarını, S-400 tartışmaları sırasında yeniden öne sürmekle kalmıyorlar, aynı zamanda kendi maskelerini de indiriyorlar. Erdoğan’ı destekledik ama bu kadar da değil diyorlar. NATO makinasının devamı olarak iş görmeye, Erdoğan sonrasında yıldızlarını parlatmaya çalışıyorlar. S-400’lere tam da NATO ile ilişkileri sarstığı için karşı çıkıyorlar. Biz de, en olumlu yönünün NATO ile ilişkileri sarsıyor olmasıdır, diyoruz.

Öte yandan ikinci görüş de şudur: S-400’ler, Türkiye’nin “bağımsız olmasını” sağlayacaktır. Bu nedenle, her ne kadar silâhlanma kötü ise de, biz S-400’ler sayesinde Avrasya kampına yakınlaşabiliriz.

Bu görüş daha çok “ulusalcılık” diye aklanmaya çalışılan Ergenekon vb. yapıların uzantıları tarafından dile getiriliyor.

Evet S-400 sisteminin alınması, işlerin bu noktaya gelmiş olması, daha Nisan 2020’ye kadar çok şey değişeceği hâlde, NATO içinde çatlaklara yol açmış ya da var olan ama üstü örtülen çatlakları ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan faydalıdır.

Ama S-400’ler konusunda bu denli kararlı olan Saray Rejimi, acaba, Suriye politikasını değiştirmek ve ABD tetikçisi olmaktan çıkmaya yeltenmek için neden bir tek adım dahi atmamaktadır? Madem bu kadar bağımsızlıktan, bağımsızlık özleminden söz ediyorsunuz, madem bu kadar Avrasya paktına meraklısınız, hatta Erdoğan’ı sizin yönettiğinizi iddia ediyorsunuz, buyurun, Suriye politikası konusunda bir adım atın, attırın. Öyle “zamanı var” masallarını da söylemeyin. Sanki, “zaman” sizin kontrolünüz ve emrinizde bir alet çantası imiş gibi.

Eğer TC devletinin NATO’dan çıkmak diye bir politikası olsa idi, muhtemelen, Kürtlere karşı katliam politikaları yerine, barış politikaları üretmeleri mümkün olurdu. Öyle ya, Kürtlere karşı süren savaş, ABD ve NATO isteği ve iradesi değil midir? Mehmet Ağar ekibi, Erdoğan ekibi, Sadat AŞ ve diğer tüm uygulamalar, Türkiye’deki eroin mafyası ABD ve NATO’dan bağımsız mıdır? Bunun bizzat içinde yer almış olan Ergenekon veya adı ne ise o ekibin kendisi bu gerçeği bilmez mi?

S-400, elbette birçok etki yaratmaktadır. S-400 süreci bir sihir gibi NATO’nun dağılmasını sağlarsa bu başka. Ama TC devletinin NATO’dan çıkma planı yoktur, olmaz da. TC devleti, NATO’nun uzantısıdır, NATO’dan bağımsız bir ordusu yoktur.

Bugün S-400 alımı, Erdoğan’ın ömrünü uzatma girişimidir. Erdoğan, kendisi bir proje olduğu için, bu projenin bittiğinin farkındadır. Eğer S-400’ler vb. olmamış olsa, eğer ABD’nin bugün istediklerini hızla yerine getirmiş olsa, iktidarının sonunun hızla geleceğinin farkındadır. ABD, Suriye savaşında kaybeden taraftır. Erdoğan, ABD’nin Suriye politikasına açıkça karşı çıkamıyor. Suriye ile açık ve net ilişkiler kurmak istemiyor. Kürtlere karşı savaşı, Kürtlere ABD’ye mahkûm etme siyaseti olarak uyguluyor. Ve tüm bunlar ABD’nin Suriye savaşını biraz daha uzatma anlayışının içinde aldığı emirlerdir. Ama bu arada, savaşın tüm suçlarının kendi üzerine yıkılmasını da istemiyor. Çünkü, suçları boyu geçmiştir. Türkiye bir tetikçi olarak Suriye savaşının içine dalmış, tüm kirli işlerin içinde yer almıştır. Bunun tüm belgeleri de ABD’dedir. İşte Erdoğan, ömrünü uzatmak üzere pazarlık unsuru olarak S-400’lere sarılmıştır. Hepsi budur.

Elbette S-400’ler “bardakta durduğu gibi durmuyor.” Ama kimse bize, ellerindeki kiri temizlemek ve aklanmak için, “biz NATO’dan çıkmak” istiyoruz demesin. Zaten, sizin istek ve eylemleriniz ABD ve NATO tarafından biliniyordur. O hâlde, halktan da gizlemeyin, kalkın, cesur olun, neyi savunduğunuzu mertçe açıklayın.

ABD’nin eski hizmetlileri, buyursunlar, madem şimdi ABD karşıtıdırlar, madem şimdi NATO karşıtıdırlar, ellerindeki kirli belgeleri açıklamakla işe başlasınlar.

TC devleti, bugün, FETÖ diye tanımladığı bir örgüt eli ile darbe girişiminde bulunulduğunu iddia etmektedir. Buna göre İncirlik Üssü bu darbe için açıktan kullanılmıştır. Buna göre ABD bu işin içindedir. NATO bu işin içindedir. Buyurun, İncirlik’i kapatın, NATO’nun üslerini kapatın, NATO’dan sizi atarız tehditlerini ters çevirin ve biz NATO’dan çıkıyoruz, deyin.

Oysa siz, NATO’dan aldığınız emirlerle, bu ülkede katliamlar organize ettiniz. Buyurun 6-7 Eylül olayları için yazılmış olanlara, sizin komutanlarınızın anılarına bakın. Buyurun Kore savaşına bakın. Buyurun, Türkiye’deki CIA-kontr-gerilla örgütlenmesine bakın. Buyurun, 1 Mayıs 1977’de NATO’dan gelen emirleri uygulayanlara bakın. Buyurun 16 Mart katliamına bakın. Buyurun Maraş katliamına, Çorum katliamına bakın. Buyurun, Kürtlere karşı sürdürülen savaşa bakın. Bunların tümü, NATO projesidir. Ve sizler bu projelerin tetikçileri oldunuz. Eğer biraz olsun samimi iseniz, kendi suçlarınızı itiraf etmekle başlayın.

Bu ülke NATO’dan çıkacak ve bağımsız bir ülke olacaktır. Bunun tek yolu, halk ayaklanmasıdır. Bunun tek sağlayıcısı devrimci sosyalistlerdir. Bunun gücü işçi sınıfıdır, kadınlardır, gençlerdir. NATO ile birlikte sizin bu kokuşmuş sisteminiz de yıkılacaktır.

Bu ülke, insanlık değerlerine sahip, yaşanılabilir, kardeşliğin kol gezdiği, özgür ve sömürüsüz bir ülkeye dönüşecektir. Bir gün mutlaka. Savaşımız bunun içindir. Ama bu bize sunulan “batı değerler sistemi” değildir. “Batı değerler sistemi”, tam da şu anda yaşadığımız sistem demektir, tam da Saray Rejimi demektir. Elbette bu ülkedeki uygulamanın Almanya’dan farklı olması gerekir. Biri sömürgedir, diğer emperyalist bir ülke. Bu kadar da farklılık olmayacak mı? ABD, Suriye savaşının planlayıcıdır, Türkiye tetikçisi ve kirli işleri yapanıdır. Fark buradan gelir.

Bu ülke, savaşsız, sömürüsüz, özgür bir ülke olsun isteyen varsa, buyurun, başınızı omuzlarımızın yanına koyun, yüreğinizi elinize alın ve devrimci mücadeleye katılın. Öyle büyük güçlerden sizi “kurtarmasını” beklemeyin. Savaşın, mücadele edin. Katliamlara mı karşısınız, buyurun, saflarımıza katılın, birlikte mücadele edelim. Sizi bir de sahada görelim. Buyurun, işçi sınıfının özgürlük ve sosyalizm isteğinin bir parçası olun. Evet, bizim kuracağımız yeni düzende de bazı hatalar, eksiklikler olacak. Ama bu kadar cinayete, bu kadar katliama, bu kadar işkenceye, bu kadar savaşa karşı seyirci kalmış kişiler olarak sizler, belki bizim bu hatalarımıza da “olur bu kadarı” diye bakabilirsiniz, belki siz de içine girip, aksayan yönleri değiştirmek isteyebilirsiniz. Yoksa Avrasya eğilimlerine karşı NATO’yu savunmanız sizi “bir şey” yapmaz. Bunu savunan zaten NATO ve kontr-gerilla var.

31 Mart, 23 Haziran ve sonra…

Şimdi “sonra”dayız, sonranın en başında.

31 Mart yerel seçimlerini, Erdoğan ve ekibi, Saray Medyası ve Saray Rejimi, tam bir “varlık yokluk” sorununa çevirdi. Bahçeli’nin “beka”sı, din ve milliyetçiliğin azgın kullanımı, yeni Türk tipi başkanlık sisteminin test edilmesi süreci olarak sunuldu.

23 Haziran uzatmadır.

23 Haziran, efendilerinin Erdoğan’a ayar vermesi demektir.

Erdoğan ve Bahçeli, neden zaten kaybettikleri seçime girdiler? Kaybettikleri seçimi, İstanbul seçimini biraz daha açık ara kaybedecekleri belli değil miydi? Elbette belli idi. 31 Mart akşamı Balkon’da, eşi ile Erdoğan’ın yalnızlığı, durumun açık ilanı idi.

Ama İstanbul Belediyesinden nemalananlar, rant, yağma ve savaş ekonomisini sürdürenler, ihale çeteleri, vakıf çeteleri, tarikat çeteleri (içinde Bahçeli tarikatı da dahil), hep birlikte, İstanbul’u vermemek üzerine odaklandılar. Kazanmak değil, “vermemek”. Kaybetseler bile “vermemek”. Soylu ve Erdoğan, bu düşünceyi açıkça dile getirdiler.

23 Haziran’da durum, daha da ağırlaştı. Çetelerin, Bilal çetesinin, Damat çetesinin, Bahçeli çetesinin, Kolin İnşaat çetesinin, Kalyoncu İnşaat çetesinin ve diğerlerinin baskı yapma olanağı kalmadı.

23 Haziran, Saray Rejimi’ne; a- delil yok etme, b- biraz daha hazırlıklı olma olanağı sundu. Saray Rejimi ve çeteler, İSPARK gibi şirketlerin, ihalelerin dosyalarını “ayarlama” olanağını yakaladılar ve aynı zamanda “pazarlık yapma” olanakları yakaladılar.

Biz henüz, ne kaçırılan dosyaları biliyoruz, ne de pazarlıkları. Ama bazı tahminlerde bulunmak mümkündür elbette.

Mesela Erdoğan’ın, “yargılanmamak” konusunda bir pazarlık yaptığı söylentileri akla uygundur. Bu pazarlığın, elbette ABD ile yapıldığı konusunda kuşku yok.

Ama İmamoğlu, kendisine oy verenlere bir dirhem saygısı varsa, İstanbul Büyükşehir Belediyesindeki (İBB) tüm yolsuzluk dosyalarını, kimsenin onayını almaya gerek duymadan açıklar, açıklamalıdır. Pazarlıkların, içeride ne denli etkili olduğunu, bu konudaki açıklamalar, deşifrasyonlar ortaya koyacaktır.

Şimdi, seçim sonrasındayız.

Şimdi neler olacak?

1- Biliyoruz ki, ekonomi düzelmeyecek. Bu konuda işçi ve emekçilerin akıllarının açık olması gerekir. Ülke ekonomisi ciddi bir kriz içindedir. Bu kriz, derin bir krizdir ve birkaç yıl içinde çözülmeyecektir. Burjuvalar, egemenler, kapitalistler, siz daha nasıl isterseniz öyle adlandırın, hep birlikte, “ekonomiyi düze çıkarmak” adı altında, krizin tüm faturasını işçi ve emekçilere yıkma peşindedirler.

2- Açıktır ki, bu, Saray Rejimi’nin daha da saldırganlaşması demektir. En küçük bir hak arama eyleminin karşısına şiddetle, ordu ile, polisle, yargı ile, medya ile çıkacakları açıktır. Saray Rejimi, daha fazla yalan üretecek, daha fazla karanlığa sığınacak, korkuları artacak ve korktukça saldıracaktır.

Ta ki, işçi sınıfı ve emekçiler ayağa kalkana kadar.

Ayağa kalkmak, örgütlenmek ve direnmek demektir. Ayağa kalkmak, direnişi geliştirmek demektir.

3- Saray Rejimi ve rejimin uluslararası destekçileri, baskı ve şiddetin yanısıra “uzlaşma” yolu arayacaklardır. Bu geniş halk kesimlerine yayılmaya başlayan, oldukça düşük frekansta gelişen direnişin yayılmasını engellemek amacı güden bir uzlaşmadır.

Bu nedenle, uzmanlarını çıkartıp, her soydan ve her boydan uzmanların ağzından, “mağduriyet” oyları diye direnişi örtmek istiyorlar. İmamoğlu, mağduriyet oylarını almadı. Tersine, ilk seçimde 31 Mart’ta zaten kazanmıştı. Onu kazandıran, mağduriyet değildir, Saray Rejimi’ne karşı gelişen direniştir. Bu direniş, çok geniş bir çerçeve içindedir. Sokaklara sarkan, Gezi tarzında bir direniş değildir bu. Gezi’yi yakın dönemde yaşamış insanlar olarak, daha düşük frekanstaki direnişlere pek direniş deme eğiliminde olmuyoruz. Ama bu yanlıştır. Farkın açılmasının nedeni, AK Parti içinde özellikle yoksul kadınlarda başlayan direniştir. Şimdilik onlar sandıklara gitmeme eğilimini ortaya koymuştur. Ama bu da direnişin bir parçasıdır. İşçiler, emekçiler, Kürtler, gençler, öğrenciler, kadınlar ve tüm yoksullar, bugüne kadar sürdürdükleri direnişi biraz daha devam ettirdiler. Erdoğan, üçüncü bir seçim daha yapabilirdi, duruma ikna olan çeteler, bu yolu tercih etmedi.

Şimdi, “uzlaşma” Saray Rejimi için uygundur. Saray Rejimi, pazarlıklarla, bir sonraki hamleye kadar gücünü toplamak isteyecektir.

Hemen Ergenekon davası sonuçlandırıldı. Ne ilginç, Erdoğan elinde Ergenekon kozunu da artık tutamadı. Ve hep beraber öğrendik ki, Ergenekon diye bir şey hiç yokmuş, olmamış. Böylece, devlet içindeki güçler uzlaşıyor. Ergenekon yokmuş, yarın çeteler de olmayacak, sonra İBB’de yolsuzluklar yok olacak, sonra aslında hiçbir katliam olmamış olacak, sonra, Saray Rejimi de hiç olmamış olacak.

Saray Rejimi, eski devlet sistemine daha iyi oturtulmaya çalışılacak. Erdoğan, Ergenekon mu diyelim, adı nedir bilmiyoruz ama o eski yapının kucağında kıpırdayamaz duruma gelecektir. Bu elbette, içteki iktidar kavgasının penceresinden böyledir.

4- Ama uluslararası alanda durum biraz daha farklıdır. Erdoğan, artık ABD hattına, daha hızlı bir dönüş yapacaktır.

Gerçekte, Erdoğan, S-400’leri bir pazarlık olarak kullanıp ömrünü uzatmayı deneyebilir. Ama sonuç ne olursa olsun, ister Erdoğan kendisini “seçen” efendileri tarafından listeden çıkarılmıştır. Bunun nasıl sonuçlanacağı ise, daha çok uluslararası duruma ve bölgedeki gelişmelere bağlıdır.

Ancak Erdoğan için eğik düzlem kurulmuştur. Bu düzlemden kayışını göreceğiz, hızlı ya da yavaş. Bu ise daha çok bölgemizdeki ve dünyadaki gelişmelere bağlı olacaktır. Çünkü, TC devletinin her alanında, bu uluslararası çatışmanın tarafları yer edinmiştir. Bir tane AK Parti yoktur, ABD’nin bir AK Parti’si, bir de İngiltere’ninki, bir de Almanya’nınki, bir de İsrail’inki, bir de Fransa’nınki vardır. Tıpkı Gülen hareketinde olduğu gibi. Örnek olsun, İçişleri Bakanlığı da böyledir, Dışişleri Bakanlığı da. Hepsinde çeteler vardır. Bu çeteler, uluslararası bağları olan, tarikat bağları olan, mafyatik yapılanmaları olan, yağma-rant ve savaş ekonomisinden pay alan bir karakterdedir.

5- Egemenlerin yeni “uzlaşması”, işçi ve Kürt hareketine karşı saldırı ortak paydası altında toplanmıştır. İçeride bu “uzlaşma”, daha saldırgan politikalara gebedir. Ama, aynı zamanda, Kürt hareketi ile yeni bir “barış süreci”, dünya ve bölgedeki gelişmelerce dayatılacaktır. Bu yeni barış süreci, sistemi ayakta tutma amacı ile birlikte ele alınabilir.

Yeni barış süreci, belki de Erdoğan sonrasını da hedefleyebilir. Ama biz biliyoruz ki, TC devleti, her ne zaman “barış”tan söz ederse, mutlaka katliam planlarını arka cebinde hazır tutar. Bu sefer de öyle olacaktır.

6- AK Parti ve MHP’de bir çözülme öngörmek mümkündür. Bu açıdan 23 Haziran hızlandırıcı bir etki yaratacaktır. 31 Mart sonuçları kabul edilmiş olsa idi, şaşkınlık ve telâş ile çözülme başlayacaktı, başlamıştır. Ama 23 Haziran ile bu süreç daha da hızlanacaktır.

Bu noktada İmamoğlu ve CHP, sistemin sibopları olarak görev yapacaktır, İYİ Parti dağılan MHP’nin yeniden ve farklı tarzda toparlanması demek olacaktır.

7- İdlib ve Suriye savaşı, bu noktada oldukça önemli bir belirleyici olacaktır. İdlib ve Suriye savaşı, TC devletinin açık ve hızlı manevralarla geri çekilmesi olmadığı sürece, Saray Rejimi’ni daha şiddetli sarsacaktır.

TC devleti, şimdi, savaşın daha da büyümesi, İran’ı sarması konusunda ABD ve İsrail politikalarına daha fazla yatacaktır. Bunu açıktan yapmayabilirler. Ama alttan alta, bu yönde çalışacakları da açıktır.

8- İçerideki egemenler arasındaki “uzlaşma”, Türk tipi başkanlık sisteminde bir revizyon mu, yoksa güçlendirilmiş parlamenter siteme dönüş mü tartışması etrafında dönmektedir. Bunun epeyce daha tartışılacağı açıktır.

Uzlaşma eğilimleri ile, işçi hareketine ve Kürt hareketine karşı saldırgan tutum, aslında çelişkili görünse de, çelişkili değildir.

Elbette, tüm bu süreç içinde yeni bir anayasa, bizzat Saray Rejimi tarafından, Erdoğan tarafından yasaların ve anayasanın ayaklar altına alınmış olması ile, gündem hâline gelmiştir. Ama bu gündem fiilî bir gündemdir. İşçi hareketinin örgütlülüğü yeterli olmadıkça, direniş daha da gelişmedikçe, bu fiilî gündemi manipüle etmek, egemen sınıfların ortak amacı olacaktır.

9- Direnişin daha da gelişeceği bir süreç, potansiyel bir olanak olarak önümüzdedir. İşçi hareketi, bu açıdan oldukça avantajlı bir nesnellik elde etmiştir. Ama bunun otomatik bir avantaj olduğu ve sonucun belli olduğu söylenemez. Tersine, büyük ölçüde geliştirilecek direniş ve örgütlülüğe bağlı olarak sonuçlar elde etmek mümkündür.

İşçi hareketi, burjuva partilerden, burjuva güçlerden birinin ardına takılmamalıdır. Bunun yolu, kendi örgütlenmesini hem ekonomik hem de siyasal olarak geliştirmektir. Mücadele bu açıdan çetinleşecektir.

Başka örneğe gerek var mı? Çorlu tren kazasında hayatını kaybedenlerin yakınlarının mahkeme kapısında, Ankara’da gördüğü muamele, polis şiddeti, yargı maskaralığı, hukukun ayaklar altına alınması eğilimlerinin geçerli olduğunu göstermeye yeter.

10- IMF programı, büyük oranda bellidir ve Kaldıraç sayfalarında ele alınmıştır. Bu anlamda egemen güçlerin “nispeten adil” bir yargıdan söz ediyor olmaları anlamlıdır. Adil yargı demiyorlar, “nispeten adil” diyorlar. Bundan daha büyük dalga geçme, bundan daha tuhaf komedi olabilir mi? Ne demek “nispeten adil”? Neye nispetle adil? Ali İsmail Korkmaz’ın ve diğer Gezi direnişçilerinin katledilmesine göre, Çorum tren kazası davası, nispeten adil sayılır mı? Kürt kentlerinde insanları yakma eylemlerine göre nispeten adil sayılır mı? Tren kazasında hayatını kaybeden çocuğu için adalet arayan anneye, “bak seni de öldürmüyoruz, yetmez mi” demek midir “nispeten adil”?

IMF programının nasıl hayat bulacağı ayrı bir konudur, ama bu programda, işçi ve emekçiler için, direnen herkes için “iyi” ve “adil” hiçbir şey olmayacağı açıktır.

IMF programı, krizin tüm faturasını işçi ve emekçilerin üzerine yıkma girişimidir. Uluslararası sermaye, alacaklarının tahsili için, tam bir kontrol planı hayata geçirecektir.

Buna karşı direnişten başka yol yoktur.

Grevsiz sendikal mücadele olmaz!

Hayır, hayır, sendikacı arkadaşlar, heyecana gerek yok. Genel grev çağrısı yapmıyoruz. Ama yine de aklınızda olsun.

Durum şudur:

1- Ülkede derin bir ekonomik kriz var. Kriz, sadece döviz kurlarının, faizin ve enflasyonun yükselmesi şeklinde ortaya çıkmıyor. Aynı zamanda, ciddi bir yağma sürecinden, savaş ekonomisi sürecinden, rant sürecinden geçen ülke ekonomisi tümden üretimden uzaklaşıyor ve büyük ölçüde fakirleşiyor. Saray Rejimi, sürekli olarak istatistik göstergelerle oynuyor ve krizi küçük göstermeye çalışıyor olsa da, her işçi, her emekçi, krizi sıcak bir biçimde yaşıyor. Kriz, henüz daha en dibini görmemiştir ve daha bugünden, milyonlarca işsiz ortaya çıkmıştır. Kriz, Ağustos 2018’de, yani bir yıl önce, kendini döviz kurlarında yükseliş olarak ortaya koyup dikkatleri üzerine çekmiş iken, Saray Rejimi, bunun geçici ve dış manipülasyon olduğunu söylemişti. Ama şimdi biz biliyoruz ki, kriz, sadece yüksek döviz kuru, sadece yüksek faiz, sadece yüksek enflasyon (ki bu gizlenmektedir, enflasyon, bizim çalışmalarımıza göre %45 civarındadır) demek değil, kriz aynı zamanda, ücretlerde düşük, yaşam standartlarında kayıplar, sosyal hakların tırpanlanması ve büyük çaplı işsizlik demektir.

Krizin birinci yılında, işsiz kalan işçi sayısı 2,5 milyona ulaşmıştır. Sendikalar, bu rakamları dahi düzgünce verememektedir.

İşsizlik, kişisel olarak borçla yaşamaya alıştırılmış işçiler için, büyük bir yıkımın kapılarının açılmakta olması demektir.

Yoksulluk, hızla yükselmekte, işçi ailelerinde biriken öfke sisteme karşı savaşıma dönüşmeyince aile içi şiddete dönüşmekte, sosyal haklar tırpanlanmaktadır.

2- Sendika mafyası, sendikaların birkaçı dışında, büyük ölçüde sendikal alanı denetlemektedir. Kamu-Sen’in, bizzat kendisinin talep ettiği zam oranları, komik olmanın ötesindedir. 8+7 birinci yıl, diye başlayan bir talep, olsa olsa, 5+5 ile sonuçlanır ve sendika bunu başarı olarak sunar. Oysa, işçiler bizzat kendi yaşamlarından biliyorlar ki, kiralara, suya, elektriğe, doğalgaza, şehir içi ulaşım ücretlerine, okul ders kitaplarına, ekmeğe, simite, çaya, çorbaya gelen zamn 5+5 ile ölçülebilir değildir. Ve daha önümüzde ağırlaşacak bir kriz süreci vardır.

İşte sendika mafyası, işçileri satmak için, işçi örgütlerini, sendikaları ele geçirmiştir. Bunun dışında kalan sendikalar ise, bu ortamda, yeterince atak davranmamaktadır.

3- Sendikaların “krizin faturasını ödemeyeceğiz” demesi elbette önemlidir. Ama bir örgütlülük ve eylem planı yoksa, işe yaramaz, sonuç vermez bir slogandır bu.

Krizin faturasını her zaman işçiler ve emekçiler, halk öder. İşsiz kalarak, ücretlerini düşürerek, ilave vergiler vermek zorunda kalarak, hayat standartlarından biraz daha kaybederek vb. yollarla, krizin faturasını hep işçiler ve çalışanlar öder, kadınlar ve gençler öder, halk öder. Koç’lar, Sabancı’lar, Mehmet Cengiz’ler, Kolin İnşaat’lar, Vestel’ler vb. ödemez. Onlar zenginliklerine daha büyük zenginlik katarlar. Biri batar, diğer onun mülklerine el koyar.

İşçiler, halk, bu krizin faturasını ödememelidir. Bunu ödemek istemiyoruz. Evet, bu doğru. Ama bunun yolu, direniştir, örgütlenmedir.

Yani, açık olarak, onlar, Saray Rejimi, kapitalistler, patronlar, hepsi hepsi, krizin faturasını işçi ve emekçilere, halka ödetmek istiyorlar. Öyle ya, Saray efradı, yağmacılar, rantçılar kalkıp da “bu sefer biz kaçırdığımız paralarımızı halka verelim” diyecek değiller. Umarız bunu bekleyen işçi ve emekçi yoktur.

Öyle ya, savaş ekonomisini yürütenler, “yeter artık, şimdi biz silâhlanmaya ayırdığımız paraları, eğitime ayıralım, sağlığa ayıralım, sağlık ve eğitim bedava olsun” diyecek değiller. Evet, kendini işçi saymayan banka çalışanları vardır ama, umuyoruz ki, bunu da beklemiyorlardır.

Onlar krizin faturasını işçi ve emekçilere, kendini banka çalışanı diye işçi saymayan, kendini pazarlama elemanı diye işçi saymayan, kendini doktor diye işçi sınıfının içinde görmeyen de dahil, tüm işçi ve emekçilere yıkmak istiyorlar. Hep böyle yapmışlardır, şimdi de öyle yapacaklar.

Biz, işçiler öfkeliyiz, durumu görmeye başladık, uyanmaya başladık, ama hâlâ yeterince güçlü örgütlülüğümüz yok ve hâlâ, “kendini kurtaran kaptan” hesabı, kişisel kurtuluş yolu bulma arayışımız devam ediyor. Durum budur.

Bu durumda, onlar, avantajlı demektir.

Öyle ise, “krizin faturasını ödemeyeceğiz”in, bir karşılığı olmalıdır.

Bu, krizin faturasını ödemek istememek, bu konuda bir iş yapmak, bir irade geliştirmek demektir. Eğer bunu yapabilirsek, son derece hızla işçiler ayağa kalkabilir, son derece hızla işçiler örgütlenebilir ve gelişen direniş her alana yayılabilir. İşte bunun olanağı var.

Bu olanaktır.

Hiçbir şey yapmadan, sadece bekleyerek, bu olanak gerçek hâline gelmez.

Direniş ve örgütlenme hattı işte burada önem kazanıyor.

Tam da bugün yeniden zamanıdır. Sendikalar, toplu sözleşme görüşmelerinde “grev silahını” kullanmayı göze almalıdırlar. Memur sendikalarının grev hakkı yok. Evet biliyoruz. Ama grev yapmadan, greve çıkmadan grev hakkı zaten olmaz.

Bazı sendikaların grev hakkı var. Evet ama o sendikalar patron ile birlikte sendikacılık yapıyorlar, Saray’ın emirleri ile sendikacılık yapıyorlar, işçilerin gerçek örgütlenmelerini önlemeye çalışıyorlar, hiçbir zaman işçi sınıfının çıkarı için direniş aracı olarak grevi ele almıyorlar ve kullanmıyorlar. Bu sendikaların grev hakkı olsa ne olur, olmasa ne olur.

İşçiler, görüşme masasına oturduklarında, sosyal haklarını korumak, ücretlerini enflasyon karşısında korumak, iş ortamlarının iyileşmesini sağlamak vb. için, eğer grev yapmaya hazırlanmıyorlarsa, eğer grev de dahil çeşitli direniş biçimleri için hayal kurmuyorlarsa, hazırlık yapmıyorlarsa, o görüşme masasından hep kayıpla çıkarlar.

Grevsiz sendika olmaz.

Sendikasız işçi olmaz.

İşçiyi satan sendika, sendika olmaktan çıkar.

Tam da bugün, sınıf ve kitle sendikacılığı bayrağını yükseltmek demek, grev silâhını ele almak demektir. Greve alışmak, grev ile duygusal olarak barışmak gerekir.

“Ya şeytan doldurursa” diye korkmadan grev silâhını işçiler ellerine almalıdır.

Direniş ve örgütlenme hattı, bunu gerektiriyor.

Eğitim sistemi: Gençliğin formatlanması

Her zaman geçerlidir; eğitim sistemi, sistemin kendi geleceğini garanti altına almak için, sömürü düzenini sürdürebilmek ve kendi cennetlerini garanti altına almak için, egemenlerin, gençliğin tüm hayallerine el koyması sistemidir.

Harun Karadeniz, çok yerinde olarak, “düzene uygun kafalar yetiştirme”ye vurgu yapmıştır. 1960’lı yılların sonudur ve Harun Karadeniz’in tespiti, son derece yerindedir. Düzene uygun kafalar yetiştirmek için sistem, bir eğitim sistemi organize etmiştir. Bu, her zaman geçerlidir.

Kapitalizm, “zorunlu eğitim” denilen şeyi, insanların öğrenmesi, bilimin topluma yayılması vb. herhangi bir insanî amaç için geliştirmedi. Beş yıl ya da 8 yıl ya da 12 yıl “zorunlu eğitim”, aslında kapitalizmin ihtiyaçları ve çıkarları için geliştirilmiş bir sistemdir. Yoksa çocukların okuma-yazma öğrenmesi, genellersek “cahilliğin” son bulması, aydınlanma vb. adına yapılmış bir iş değildir. Tüm denklem, sistemin devamı üzerine kuruludur. İlk dönemlerinde “zorunlu eğitim”, daha çok erkek çocuklarını ilgilendiriyordu. Ama kapitalist pazar ekonomisi geliştikçe, emperyalizm dünyanın her yerini yağmalamak üzere kapitalist sistemi dünya sistemi olarak yaydıkça, pazarın ihtiyaçlarına uygun olarak “kız çocuklarının” da zorunlu eğitimi devreye alındı. Hâlâ, birçok sömürge kapitalist ülkede, kız çocuklarının eğitimi, çok da istenen bir şey değildir.

Zorunlu eğitim, 1870’lerde, daha çok Prusya’da gelişmeye başlıyor. Kapitalist gelişim ve pazar ihtiyaçları, büyüyen fabrikalarda çalışmayı destekleyecek kadar bir eğitimi zorunlu hâle getiriyor. Ama iş sadece bununla sınırlı değildir. Ağaç yaş iken eğilir ilkesine uygun olarak, canlı birer varlık olmaları ağaç kadar anlam taşıyan işçi ve emekçi çocuklarının eğitimi, aynı zamanda, formatlanması da demektir. Böylece, sisteme karşı isyan önlenmiş olacaktır. “Eğitimsiz” ve özgür olma hâline son verilecek ve “sonuçları önceden bilinen” davranış modelleri okullarda çocuklara verilecektir.

Prusya’da gelişen “zorunlu eğitim” sistemini, ABD, 20. yüzyılın hemen başında, 1. Dünya Savaşı sonrası da dahil, daha dikkatle geliştirdi. Rockefeller ailesinin bu iş için epeyce para döktüğü artık biliniyor. Elinize ciddi bir eğitim konulu kitap alın, göreceksiniz ki, artık bu bilgiler ortadadır. Rockefeller istediğini, yeni eğitim sisteminin amacını, çok net ifade ediyor. Amaç, yeni nesillerin, tüm toplumun, “komutları anlamasını sağlamak” ve “komutları düşünmeden uygulamasını” sağlamaktır.

Bugünkü eğitim sistemi, tüm kapitalist sistem için budur. Bu, egemen ideoloji ve egemen sınıfın çıkarlarına uygun olarak gençlerin geleceklerinin çalınması ve beyinlerinin formatlanması demek değilse nedir?

Komutları anlama, açık olarak, bir okuma-yazma, okuduğunu anlama düzeyi gerektirir. Anlaşılması gereken; edebî, karmaşık vb. cümleler değildir. Çocuğun, gerekli olanı anlaması yeterlidir.

Zaten fazlasını anlaması, düşünmesi, düşünmeyi öğrenmesi vb. istenmez.

Komutları düşünmeden uygulama “becerisi” demek, esas olarak formatlama alanına girmek demektir. Çünkü ne olursa olsun, öğrenme, insanı geliştirir ve düşünmeyi teşvik eder. Zira insanın bir şey öğrenirken, sadece “bir şey” öğrenmesi mümkün değildir, aynı anda birden çok şey öğrenir. Öğrenme sürecinin diyalektik bir süreç olduğu bilinirse, ki öyledir, bu o kadar da kolay değildir.

Bu nedenle, düşünmeden komutları uygulama çıktısını elde etme, bu sonuca ulaşabilme, eğitim sistemi içinde, öğrenim süreci içinde çocuğun “davranışlarının” belirlenmesini sağlamak ile ilgilidir.

Ve dikkat edilsin, bu, “işin ehli” usta öğretmenlerle yapılacak olsa, bu “usta öğretmenler” sistem için inanılmaz bir tehdit hâline gelecektir.

Çocuğa, hakaret edilince susmasını, “büyük ve saygın” kişiler söz konusu olunca nasıl davranması gerektiğini, “otoriteden” korkmasının neden gerekli olduğunu, kendi özgür iradesini neden teslim etmesi gerektiğini, bazı fikirlerin neden tehlikeli olduğunu vb. öğretmek demek, onu formatlamak demektir.

Bir yandan, çocuk, genç öğrenecek, okur-yazar olacak, ama öte yandan, istenileni düşünecek, ötesine geçmeyecek. Bir yandan okur-yazar olacak ama öte yandan, sadece onların istediğini okuyacak. Bir yandan bilecek ama tehlike denilen şeyi daha fazla bilecek. Öğrenecek ama soru sormayacak, sorgulayıcı olmayacak. Bir yandan özgürmüş gibi düşünecek ama öte yandan kafesteki bir kuş kadar bile özgür olmayacak.

Bu nedenle, okulda “aykırı” davranışları olanlar, toplumsal olarak kabul edilecek bir tarzda, “sorunlu” ve tedavi edilmesi gereken çocuklar olacaklar. Öğretmene soru soran ve bunun peşini bırakmayan bir kişi, “aşırı” olarak nitelenecek.

Olur da zeki bir çocuk fark edilirse, o, hemen “genel eğitim sistemi” içinden çekilecek, özel formatlama odası diyebileceğimiz özellikli okullara verilecek. Orada ona, özel format atılacak, hem meyvesini verecek, hem de düşünmenin gerektirdiği sorgulama işini, “makul” ve sistem içi bir yerde gerçekleştirmiş olacak.

Meta ekonomisi geliştikçe, insanoğlu, koyunun sütünden, etinden, yününden ve daha başka neyi varsa tümünden faydalanmayı öğrenmiştir. Modern eğitim sistemi, gençlerin etinden, sütünden, postundan ve daha başka neleri varsa onlardan sistem adına faydalanma üzerine kuruludur ve karşılığında, koyunun sessizliğinden daha fazlası istenmektedir. Kuzuların sessizliği yetmez, daha fazla sessizlik, daha içten bir itaat, daha ileri düzeyde köleliği kabullenme gereklidir. Kilisede, camide kendini allaha adamışlardan daha büyük bir arzu ve içtenlikle, kendini sisteme, efendilerine adamak gereklidir. İstedikleri budur.

Görüldüğü gibi, eğitim sistemi, sadece bilgiler edinme süreci değildir, aynı zamanda da davranışlar edinme sistemidir.

Kapitalist toplumda bilginin düzeyi, “komutları anlama” ile sınırlıdır. En azından istedikleri budur. Bir markette alışveriş yapmak için, bir fabrikada çalışmak için, bir markayı diğerinden ayırmak için vb. okur-yazar olmak gerekir. Okur-yazar olacaksın ama onların istemediği bir şeyi okumayacaksın. Acaba, cep telefonu ve modern taşınabilir bilgisayar-pad vb. bu amaca mı hizmet etmektedir?

Öte yandan bilgin derinlik kazanmayacak, sorgulamayacaksın, hele hele hiç düşünmeyeceksin. Acaba modern medya, içine eğlence-oyun sektörünü de koyarsak bunu mu sağlamaktadır?

Ve bu yolla her zaman reklâmlardan etkilenmeye, oradan gelen komutları almaya hazır olacaksın. Markaya âşık olacaksın ve ancak bir insana âşık olduğunda, bunu karşılaştıracak bir “marka aşkın” var olmuş olacak. Marka aşkın, mümkünse senin ilk aşkın olacak ve ona göre değerlendirme yapacaksın.

Özgürlük senin için, sorunlardan kaçmak, hoş ve boş vakit geçirmek üzere, medya-eğlence-oyun sektörünün içine hapsolmak ile sınırlı olacak. Bir sorun gördün mü, bu “sıkıcı” olacak ve sen, “özgür olmak” adına sorunlardan kaçma hakkını kullanacaksın. Senin öğrenme hakkın, gerçekten kaçmak demek olacak. Yalana inanmayı, inançların en gelişmişi olarak algılayacaksın. Arkadaşına, insana inanmak, aptallık olarak görünecek. Seni aptal hâle getirmiş olan sistem olduğu hâlde, bir arkadaşın sana aptal dedi mi, hakarete uğramış olacaksın. Seni ezen sistem olduğu hâlde, sevgilinle ters düşünce seni ezdiğini düşüneceksin. Köleliğe özgürlük, hakarete övgü diye bakacaksın.

Bu elbette, toplumsal gerçeklikle de iç içe geçecektir. Toplumsal değerler, öylesine bir hâl alacak ki, aslında senin için bir taş hâline gelecek ve bilim tersini söylediği hâlde, sen o toplumsal kuralları yerle bir etmeyi düşünmeyeceksin.

Haksızlığa karşı isyan etmeyeceksin. Haksızlığa uğrayan bir arkadaşın varsa, sen gizlice “allahım şükürler olsun benim başıma gelmedi” diyeceksin. Her şiddet gören kişi, sana senin ne kadar şanslı olduğunu anlatacak. Böylece, tek başına, vahşi bir doğada yaşayan yabanî, yalnız, kader ile çevrelenmiş bir varlık olacaksın. Meta ekonomisi senden ne istiyorsa onu yapacaksın. Arada bir sarhoş olduğunda, beyninin üzerindeki bazı denetimler azaldığında, bir gerçeği bir an için, kısa bir rüya olarak görüp unutacaksın.

Komutları anlama ve onları sorgusuz uygulama üzerine kurulu modern kapitalist sistemin eğitim sistemi, zorunlu olarak, ezberci olmak zorundadır. Zira bilgi, kitapta durduğu gibi durmaz. Öğreneni etkiler ve enerji oluşturur. Maddi bir biçime bürünmek ister, bulunduğu beyinden çıkıp, bir sürü toplumsal bağlarla, maddi bir biçim arar. Onun için, önemli olan bilgi vermek değil, önemli olan komutları anlamasını ve uygulamasını sağmaktır. Bu durumda bilgi vermeden öğretmek gerekiyor. Bu da ezberci eğitim sistemidir.

Metot ezberci ise, bunu verecek öğretmenin de bilgiden azade olması gerekir. Öğretmenin cahil olması gerekir, okumuş cahil. Ki çoğu öyledir. Bir derste çocuk soru sorduğunda, öğretmenin kitapta bulamadığı bir yanıt için neden bu kadar sinirlendiğini, neden soru soranı sevmediğini anlamak, ancak, öğretmenin eğitilmiş bir cahil olduğunu anlamakla mümkündür. O da bu sistemin bir ürünüdür, anaokulundan başlayarak otoriteye ve resmî bilgiye itaat ederek, formatlanarak, eğitim fakültesinden öğretmen olarak çıkmıştır. O da ezberlemiştir. Şimdi karşısında, tüm bunlara henüz boyun eğmemiş olan bir öğrenci, sıradan bir soru sorduğunda, dönüp, hemen kendini sorgulamasını mı bekleyeceksin? Hayır. Bu zordur, nadir bulunur. Onun yerine, tersine, bunca yıl boyun eğmiş birisi olarak öğretmenin, kendini ve sistemi savunmasını bulacaksın.

Sanatçı, yaratıcı yönünü, acaba, sistemin kurutucu çarkı içinde kaybederek mi yok oluyor? Görsel hafızanın gelişiminin, yaratıcılığı beslediği biliniyor. Sistem, yaratıcılığı önlemek için, kontrol altına almak için, sanat eğitimini “özgürleştirici” olmaktan çıkartıyor. Sistemin çarkları arasından geçmeden geliştirilebilen bir sanat eğitimi, özgürlüğe olanak tanıdığı oranda, yeniliklerin ortaya çıkmasına olanak tanıyor. Eğitim sisteminin içine ne kadar az girilmiş ise, o kadar yaratıcı bir düşünme ortaya çıkabiliyor.

Bu nedenle sistem, günümüzde, görsel sanatlar adı verilen dersleri yok etmeyi, azaltmayı ve faydasız ilan etmeyi çok seviyor. Hep sistem içinde kalınarak eğitimi sürdürmeyi, başarı olarak ilan ediyor.

Öğretmen, sistemin bir ürünü olarak formatlandığı ölçüde, sistem bunu başarabildiği ölçüde, öğrenci eğitimi de “zararlı” eğilimlerden kurtarılmış oluyor.

Demek ki, ezberci eğitim sistemi bir hata, bir yanlışlık sonucu gelişmiyor. Tersine sistem bunu istiyor.

Kuran kursları buna iyi bir örnektir. Anlamını anlamaktan yoksun bir biçimde surelerin ezberlenmesi, bir süre sonra hafızada öğrenme sistemini tek yönlü geliştirecek tarzda değişimlere yol açıyor. Çocuk, ezberlediği şeyleri ezberlerken onlara yüklediği anlamla düşünmeyi sürdürüyor. Düşünme-meyi öğreniyor. Düşündüğünü sandığı durumlarda ise, sadece ezberledikleri ile düşünüyor. Bu sırada “itaati” öğreniyor. Allaha itaat, aslında pratikte, karşısındaki imama itaat ile başlıyor ve böylece giderek onunla özdeşleşiyor. “Aşırılık”, o yaptığında anormal, ama sistematik bir biçimde yukarıdan geldiğinde ise, normal oluyor. Cinsel istismar, buna iyi bir örnektir. Bu aynı zamanda travmatik bir darbedir ve çocuğun öğrenme sürecinde itaatin daha da kökleşmesi anlamına da gelmektedir. Böylece “aşırılık” sistem içinde seçilmişlerin elinde bir ayrıcalık oluyor. Günah, bazı kulların özgürlüğü oluyor. Elbette tövbe ederek. Günahkâr “nefsine yenilen” oluyor, tövbe etmesi gerekiyor, ama günahın nesnesi olan kurbanın da tövbe etmesi gerekiyor. Toplumsal kurallar ve toplumsal bilinç, bu kurbanın günahı gizlemesini gerektiriyor. Bu ezberci eğitim sistemi ve travmalar, sonuçta kurbanlar kitlesini oluşturuyor. Bu durumda otoriteyi sorgulamak, elbette çok daha zor oluyor.

Anlamadan öğrenmek, ezberlemenin bir sistem hâline gelmiş durumudur. Eğer bir tek şeyi ezberleyecek olsanız, bu mutlaka bu sonuca varmaz. Ezberci eğitim, sistem hâline gelmiş olmalıdır.

Ezberci eğitim bir “metot” olarak yanlış derseniz, yanlış olur. Çünkü ezberci metot, anlamadan öğrenmenin yoludur. Bilim öğretilecekse, bilimsel bir eğitim verilecekse, özgürleştirici ve sorgulayı bir eğitim verilecekse, ezbercilik de bir metot olarak iş göremez. Ezberciliğe sadece bir metot olarak karşı çıkmak, aslında eğitimin “komutları anlama ve onları sorgulamadan yerine getirme” amacını görmemek anlamına gelmektedir. Esas olarak bu amaca karşı çıkmak gerekir. İnsanı kullaştıran, köleleştiren bir eğitim sistemi var olduğu sürece, eğitim ezberci olacaktır. Deyim uygun düşerse, egemenler, efendiler, gençlere, çocuklara dünyanın anahtarı anlamına gelen insanlığın bilgi birikimini sunmayacaklardır.

Eğitim ve özgürlük arasındaki bağ yok edildi mi, ne bilimsel eğitim ortaya çıkar, ne de ezberci metot ortadan kalkar. Bu nedenle, bazan, az rastlansa da, eğitim sisteminin dışına düşmüş gençlerin, daha özgür ve daha yaratıcı oldukları, okumuş cahil olmaktan kurtuldukları görülebilmektedir. Burada da sorun, sürekliliği olmayan bir eğitim meselesidir. Sistemin dışında sürekliliği olan bir eğitim, ancak örgütlü bir mücadele ile, alternatif eğitim ile sağlanabilir.

Ülkemizde, eğitim üzerine son derece sıcak tartışmalar ortaya çıkmaktadır. Köy Enstitülerini yasaklayan karardan başlayarak, ülkemizde eğitim, ciddi biçimde sürekli geriye sarmakta, sürekli olarak “konutları anlama ve sorgulamadan yerine getirme” amacına uygun olsun diye değişiklikler yapılmaktadır. AK Parti döneminde, bunu daha sık görmeye başladık. Son yıllarda ise, bu değişiklikler, “eğitim reformu” adı altında, hemen her yıl gündeme gelmeye başlamıştır. Son belki 10 yıldır, hiçbir sistem, kendi mezunlarını vermememiştir ve tekrar değiştirilmiştir.

Saray Rejimi ile birlikte, açık olarak eğitimin daha dinî bir taza bürünmesi, tüm okulların imamhatipleştirilmesi uygulamasına tanık olmaktayız. Okulların imamhatip okullarına dönüştürülmesi ile birlikte, aynı zamanda “özel okullaşma” son derece artırılmıştır. Devlet mekanizması, açık olarak “özel eğitime” teşvik vermektedir. Uluslararası sermaye için özel okul, bilgisayarla tanışıklık ve İngilizce başta olmak üzere bir yabancı dil öğrenme anlamında önemlidir. Üretimden çok, ticaret ve hizmet sektörünün geliştirilmesine uygundur. Uluslararası sermaye, kendisine hizmet verecek, kendisi için çalışacak bir kesim istemektedir. Bunlar, “değerler” sisteminden biraz daha kopmuş, paraya daha aşina ve ona tapınan, güç ve otoritenin modern anlamına daha yatkın, modern yaşam olanaklarını elde etmeyi bir ayrıcalık olarak düşünen ve bu yolla uluslararası sermayeye daha iyi hizmet edebilecek bir gençlik yetiştirilmesini istemektedir. Bu arada ise, Saray etrafında kümelenen yeni zenginler, bu “özel okul” sistemini büyük rant ve yağma sürecinin bir parçası olarak algılamaktadır. Böylece, yerli işbirlikçileri eli ile, bozuk eğitim sistemi içinde “özel okul” eğilimi teşvik edilmektedir.

Kalan büyük genç kitle ise, imamhatipleşmiş eğitim sistemi içinde, yeni ihtiyaçlara uygun tarzda formatlanmaktadır.

Saray Rejimi’nin etrafında odaklanmış tarikatlar için bu, bulunmaz bir nimettir. İmamhatipleştirme uygulamalarını, ülkenin dinîleşmesi ve bir İslam devletinin gelecek temeli olarak görmektedirler.

Bu, Saray’ın din ve milliyetçilik pompalayarak kitleleri kolay yönetme politikasına tam uyumlu bir dönüşümdür.

Böylece Milli Eğitim Bakanlığı içinde çöreklenen çeteler, eğitim politikalarını sürekli değiştirmektedir. Hem kârlıdır, hem de “istenilen”dir. Hem para kazanıyorlar, hem de Saray Rejimi’nin ebedî kalmasını sağladıklarına inanıyorlar.

Bunun kapitalist hayatın kendisi ile, pazar ve piyasa ile ne kadar uyumlulaştığı ise, sürekli değişikliklerin temeli oluyor.

Bu nedenle, din derslerini zorunlu hâle getiriyorlar.

Bu nedenle görsel sanatlar vb. tarzda görsel hafızayı güçlendirici dersleri eliyorlar. Müzik ve sanat eğitimini aşağılıyorlar.

En son, felsefe, tarih ve matematik derslerini seçmeli yapacak, kaldıracak adımları attılar. Çetelerin çatışmaları, bu alanda da görülüyor. Bu kararın hemen ardından, gelen tepkilerle birlikte matematik dersi yeniden zorunlu hâle geldi. Ama tarih ve felsefe, ders programlarından çıkarılmak istenmektedir.

Düşünmeyi temelleyecek her şeyi önlemek istiyorlar.

Başında Bilal oğlanın bulunduğu bu sistem, elinden gelse “düşünmeyi” yasaklayacaktır. Saray Rejimi’ne de uygundur. “Her şey çok güzel olacak” sözünün yasaklanması, ardından Soylu’nun, “bir kelime bütününe” getirilmiş bir yasak yok demesi, başlı başına bir göstergedir. Demek, kelimeleri yasaklamak, henüz kelime bütünlerini, cümleleri yasaklamaya varmamıştır. İçişleri Bakanı, kalplere su serpmiştir, henüz o aşamaya gelmedik, daha o aşamaya zaman var. Yasakların sadece renklere, sadece kelimelere gelmiş olması ve henüz daha ileri gitmemiş olmasına şükür etmemiz gerekmektedir.

İmamhatipleştirme ve özel okullaştırma politikası iyi anlaşılırsa, işte o zaman neden Anadolu Liselerine ya da bazı “puan” toplamış ve gözde okul hâline gelmiş eğitim kurumlarına saldırdıkları da ortaya çıkacaktır. Bu eğitim kurumları, devlete bağlı bu gözde okullar, özel okullaşmanın önünde bir engeldir. Bu da eğitimdeki rantı sınırlamaktadır. Tüm özel okullar, birer ticarethanedir ve öğrenciler de onların müşterileridir. Bu müşteriler, uluslararası finans kapitale hizmet etmek için, bilgisayar ve İngilizce öğrenmek istemektedir. Hepsi budur. Aileler, çocuklarını, ya imamhatiplerde okutmak ve büyük sürünün bir parçası hâline getirmek ya da özel okullarda okutmak (bunun ne anlama geldiğini bile düşünmüyorlar) alternatifleri ile karşı karşıyadırlar. Normalde vergilerini veren bu aileler, vergilerinin karşılığı olarak parasız eğitim elde etme haklarından çoktan vazgeçmişlerdir. Hiçbiri, bu konuda haklarının gasp edildiğinin farkında bile değildir. Eğitim sisteminin sürekli kötüleştirilmesi, onlar için de bir vakadır. Ama bu, onların haklarını aramalarına olanak vermemektedir. Bunun yerine, ellerindeki paralarının ölçüsünde, özel eğitim için yollar aramaktadırlar. Bir bölümü, çocuklarını ülke dışında eğitime göndermekte, bu yolla onların “geleceğini” garanti altına aldıklarını düşünmektedir. Aileden uzaklaşmaları anlamında, başka bir toplumu da tanımaları anlamında bunun bir artısı olduğu da kesindir. Ama, önemli bir bölümü, özel okullara razı olmak zorundadır. Özel okullar da, paraya göre oluşmuş bir hiyerarşiye sahiptir.

Sürekli olarak özel okulların ve çetelerin, çeteleşmiş tarikatların etkisi altında “Milli Eğitim Bakanlığı”nın eğitim reformları, daha fazla rant üretmeye ve elbette ki Saray’ın geleceğini garanti altına alacak bir egemenlik sistemi yaratmaya dönüktür. Bu elbette, “komutları anlama ve bunları sorgusuz uygulama” politikasına ters de değildir. Bu genel politikanın da içindedir. Onun için, sadece özel okullaşma ve imamhatipleşmeye karşı tutum almak, yeterli değildir. Bunun dayandığı temele, “komutları anlama ve bunları sorgusuz yerine getirme” çıktısına karşı çıkmadan, özgür ve bilimsel bir eğitimi savunmadan, bir karşı çıkma, yeterli değildir.

Milli Eğitim Bakanlığının çeteleşmesi süreci nasıl bir gerçek ise, tarikatlar ve Diyanet İşlerinin artan etkisi de bir gerçektir. Milyonlarca çocuk ve genç, tarikatların eğitim kurumlarında, diyanet işlerinin müdahaleleri ile eğitim görmektedir.

Eğitim sistemi, üniversiteleri liseleştirerek, üniversiteleri polis ve çeteler ablukası altına alarak da şekillenmektedir.

Baştan aşağıya tüm eğitim sistemi, Saray Rejimi’nin gereklerine göre şekillenmektedir. Uluslararası sermaye söz konusu olduğunda, “dindar ve kindar” bir nesil yetiştirme ortadan kalkmakta, ama içeride yönetmek söz konusu olduğunda öne çıkmaktadır.

Sömürge bir ülkede yaşıyoruz. Eğitim sistemi, buna ve içeride sömürgecilere hizmet eden egemenlerin gereksinimlerine göre şekillenmektedir.

Bunun tümüne karşı çıkmak dışında bir karşı çıkış anlamlı ve yerinde değildir. Özgür ve bilimsel eğitim, ülkemiz gençlerinin kendi geleceklerini kurtarmanın da yoludur. Gençliği, çocukları kendi gelecekleri için tehdit gören egemenler, eğitim reformlarını, tamamen onların geleceklerini karartma üzerine kurmuşlardır. Ülkemizdeki egemenlik sistemi, toplumun geleceği için büyük bir tehdittir.

Özgür ve bilimsel eğitim, örgütlü ve mücadeleci bir gençliğin ellerinde yükselecektir. Bu mücadele, işçi ve emekçilerin sömürülmesine son verecek mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Gençler, öğrenciler, geliştirecekleri mücadele ile, bu sisteme karşı gelişen mücadele ve direnişin bir parçası olacak, bu mücadelenin geneline de katkılarını sunacaklardır.

“Sudan’da devrimci durum gelişiyor”*

*Komünist Parti sözcüsü Dr. Fathi Al Fadol’la röportaj

2018 sonunda hayat pahalılığına karşı başkent Hartum’da başlayan eylemler bütün ülkeye yayılmış ve katliamlara rağmen kesintisiz devam etmişti. Eylemler medyada kendine yer bulsa da bir yönü hep arka planda bırakıldı.

Sudan’daki eylemlerde, hareketin belirleyici güçlerinden bir tanesi Sudan Komünist Partisi(SKP). Sudan Ulusal Kurtuluş Hareketi (özgün adı Hareket-ul Teherrur el Watani el Sudani-HASTO) olarak ülke siyaset sahnesine çıktı; Ağustos 1946’da SKP adını aldı. (Kaynak: Sudan halk ayaklanması hakkında ezber dışı belirlemeler, Faik Bulut, Gazete Duvar)

73 yıllık mücadelesiyle ülke tarihinde önemli bir yeri olan SKP ile görüştük. Parti sözcüsü Dr Al Fadol’la iki bölümden oluşan bir röportaj yaptık.

Hazırladığımız soruların bir kısmı daha güncel olanla ilgiliyken ikinci kısmı tarihsel, toplumsal süreç ve daha genel olanla ilgili. Devrimin yarattığı etki Sudan’la sınırlı kalmıyor, bölgemizdeki bütün devrimci hareketler için öğretici oluyor.

Sokağın durumu nasıl? Ne sıklıkta eylem, etkinlik yapılıyor, katılım ne durumda, yaygınlık durumu nedir?

Evet, protestolar, eylemler, gösteriler, oturma eylemleri ve grevler ülkedeki günlük hayatın bir parçası. Bu eylemler başkentte ya da büyük şehirlerle sınırlı değil, kasabalarda ve kırsal alanlarda da gerçekleştiriliyor. Nedenleri yerele göre farklılık gösteriyor olabilir, ama temel özelliği kitlelerin haklarını talep etmeleri. Ama yerellerde talepler temelde anti diktatoryal ve muhalefet yanlısı. Birleştirici unsur yaşananlara muhalefet güçleri tarafından kurulan ve yaygınlaştırılan direniş komitelerinin önderlik etmesi.

Şunu rahat bir şekilde söyleyebilirim ki kitlesel protesto gösterileri hafiflemeden devam etmekte. 17 Temmuz, Perşembe günü dahi on binlerce insan başkentte toplandı, sivil yönetim ve baskı mağdurlarına adalet talep eden bir haftalık eylemlerin sonuncusunu gerçekleştirdi.

Bu eylemlere katılan insanlar şehirden şehire, kasabadan kasabaya farklılık gösteriyor. Başkentte ve bazı şehirlerde, emekçi halk, işçi sınıfı, profesyoneller (mühendisler, doktorlar vb.) ve kamu görevlileri asıl gücü oluşturuyor. Atbara ve Port Sudan şehirlerinde işçi sınıfı ana güç. Kuzey’de Nil Nehri etrafında ve Orta’da Algazeria bölgesinde köylülük asıl gücü oluşturmakta. Burada, aynı zamanda mühendisler ve tarım işçileri de organizasyonda ve direniş komitelerinin oluşumunda önemli rol oynamaktadır.

Sizin de içinde bulunduğunuz muhalefet koalisyonunun(Özgürlük ve Değişim Bildirgesi Güçleri Koalisyonu) durumu nasıl: Birbirinden farklı yaklaşımlarda örgütlerin yer aldığını görüyoruz. Beşir devrildikten sonra koalisyonda tartıştığınız, adım atmaya çalıştığınız konular neler?

Hem siyasi bir platformu sağlamak hem de muhalefetin geniş bir örgütsel bütünlüğünü sağlamak SKP’ye ve diğer siyasi güçlere düştü. Özgürlük ve Değişim İttifakı, sizin de doğru bir şekilde belirttiğiniz gibi farklı ideolojilerdeki farklı gruplardan oluşmakta. Ama bu, devrimin bu sürecinde doğru taktik olduğunu düşündüğümüz geniş bir cephe’dir.

Her şey tartışılıyor. Çoğunlukla bir uzlaşmaya varılıyor, uzlaşma olmadığı takdirde her parti veya örgütün kendi bağımsız pozisyonunu koruma hakkı saklı. Şu anda, ana olarak hükümetin üç aşamasının oluşturulmasında ve silahlı gruplarla ilişkilerinde temel alınacak iki adet dokümanla ilgili konuşuyoruz. SKP(Sudan Komünist Partisi) olarak, biz eylem birlikteliğini sağlamak için elimizden geleni yapıyoruz. Ama bu 11 Nisan günü tesis ettiğimiz prensibimize ihanet ederek başarılamaz. 11 Nisan darbesi, devrimi engellemek için yapılmış bir darbedir. Albashier’in görevden alınması ile amaçlanan, rejimin ideolojik temelini genişletmek adına, rejime karşı çıkabilecek bir muhalefetin oluşabileceği bir ortamı engellemekti. Askeri Geçiş Konseyi (TMC), El Beşir rejiminin bir devamı olduğu için, SKP, TMC’nin ülkenin geleceğinde oynayabileceği herhangi bir rolü kabul etmemektedir.

Askeri Konsey’le koalisyonun anlaştığı geçiş hükümetinin şartları neler? Koalisyon bu hükümette nasıl konum alacak? Komünist Parti nasıl konum alacak?

Buradaki asıl problem, askerlerin fikirlerini sürekli olarak değiştirmesi. O yüzden, kimin, ne şekilde yönetimde olacağı hususunda bir anlaşma olduğunu söylemek zor. SKP, İttifak’ın içindeki bazı partilerin askerle ilişki şekillerini reddettiği için; eğer bu şekilde anlaşma sağlanırsa, SKP hiçbir şekilde bir geçiş hükümetinde rol almayacaktır.

Askeri Konsey geçtiğimiz günlerde bir darbe girişimi yaşandığını bildirdi. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Muhalefet ile Cunta arasında ne zaman bir anlaşmazlık olsa, Cunta’nın kaçış yolu hep darbeye ithafta bulunmasıdır. Darbe hakkında yaptıkları son açıklama, göreve geldiklerinden beridir yaptıkları dördüncü açıklamadır. Öte yandan, bu açıklamalar uluslararası camiada askerleri dengeleyici unsur olarak gören bazı güçlerin ellerini güçlendirmekte.

Ordu sadece Hızlı destek kuvvetleri, Cuntacılar veya Beşir destekçilerinden mi oluşuyor? Ordu’da muhalefete destek veren bir kesim var mı?

Hâlihazırdaki subaylar çoğunlukla Müslüman Kardeşler tarafından seçilmişti. Aşağı yukarı son on yılda subay seçimleri üzerindeki etkileri zayıflamıştı. Generallere gelince onlar Al Başir’in seçimleri idi. RSF bir savaş lordu tarafından yönetilen (Dagolo, ya da Hamidti diye biliniyor. ÇN.) haydut bir milis kuvvettir ve kim daha fazla teklif verirse onun için savaşır. Şu zamanda tamamen Körfez Ülkeleri’ne satılmış durumdadır.

Elbette askerlerin, düşük rütbeli subayların ve ordunun içinde yurtsever bir grup var.

Ülkenizde yer alan ve muhalefet cephesindeki silahlı örgütlerin bir kısmı, doğru okuyorsak, Cuntayla ayrı bir müzakere süreci yürütmeyi tercih etti. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ülkenizdeki silahlı isyancıların politik tutumu nedir?

Evet, bazı gruplar TMC ile müzakerede bulundular. Fakat bugün, tüm silahlı gruplar sivil hükümet prensiplerini ve askerin kışlalarına dönmesini savunmakta.

Devrimin gelişimine dair nasıl öngörülere sahipsiniz ve SKP şu aşamada neyi örgütlemeye çalışıyor?

Kısacası, Sudan’da içinden geçtiğimiz süreçte aslında devrimci durum gelişiyor. Şimdiye kadar bazı başarılara ulaşıldı, fakat birçok son derece önemli hedef ulaşılmayı bekliyor. Bunu başarmak demek sadece eski rejimi alaşağı etmek demek değil, onu parçalara ayırarak, tasfiye ederek, milli demokratik devrimi gerçekleştirecek adımları atan demokratik bir alternatifi inşa etmektir. Her önemli dönüm noktasında, devrimci mücadelenin yararı için, dikkatli olmalı, önümüzdeki zorlukların farkına varmalı, devrimin amaçlarına ve mücadelenin seviyelerine uygun olacak taktikleri ve ittifakları belirleyebilmeliyiz.

“Deneyimlerimizin ortak devrimci tarihimize bir iki ders daha eklediğine eminiz.”

Bu bölümde devrimin tarihsel, toplumsal dinamiklerini konuştuk. İşçi sınıfı, kadın hareketi, sosyalist hareketin durumuna dair bilgilenmeye çalıştık. Bölgedeki savaşa dair sorular da sorduğumuz söyleşi de Al Fadol bölgemizdeki devrimci hareketleri ortak tutum almaya çağırırken. Ortak eylemi ve fikri geliştirecek bir toplantı çağrısı yaptıklarını ifade etti:

Sudan’da devrim sürecine nasıl bir tarihsel, toplumsal gelişimin devamı olarak ulaştık?

Ülkemiz bağımsızlığını kazandığından beri, partimiz politik bağımsızlığını ekonomik bağımsızlıkla tamamlamak için mücadele veriyor. Ülkenin emperyalist çevrelerden tamamen bağımsız olması için, milli demokratik devrim programının uygulanmasında işçi sınıfının söz sahibi olduğu gerçek bir demokratik devlet haline getirmek için uğraşıyor.

Bununla birlikte, örgütlü kitleler amaçlarına ulaşmaya her yakın olduklarında, ülke içindeki ve dışındaki karşıdevrim güçlerinin bağımsız kitle hareketine karşı fikir birliği sağladığı ve ayaklanmalarını sonlandırmak için silahlara başvurduğu tekrarlanan bir vakadır.

Bu, 1958’de, bağımsızlıktan iki yıl sonra, 1969 ve 1989’da gerçekleşti. Bütün bunlar SKP’yi sarstı. Demokratik sendikalar vahşi bir baskı altına alındı: SKP liderleri, önde gelen sendikacılar ve öğrenci liderleri öldürüldü.

Dolayısıyla, şu anki durumun neyi temsil ettiğini söyleyebiliriz, bağımsızlıktan bu yana mücadelemizi karakterize eden son derece ilerici ve devrimci tarihsel süreçtir. SKP’nin 1989’daki darbeden sonra kendini yeniden kendini inşa etmesi zaman aldı. Parti, hedeflerine ulaşmak için derslerini öğrendi ve Parti’yi kendisinin ve bölgenin engin deneyimleri üstüne inşa ediyor.

İşçi sınıfının durumu nasıl genel hatlarıyla nasıl? Sudan Uzmanlar Örgütü (Sudanese Professionals Association) önemli bir role sahip görünüyor. Bu birlik nasıl işliyor? Organizasyonda işçiler temsil ediliyor mu?

Daha önce SKP’nin ve çalışmalarının her zaman karşı devrimin zaferinde en yüksek bedeli ödediğini belirtmiştik. 1969’da askeri rejiminin hedefi işçi sınıfını ve SKP’yı zayıflatmak amacıyla demokrasiye el koymak, siyasi partileri ve sendikaları ortadan kaldırmak ve yasaklamaktı.

En başından beri örgütlü işçi sınıfını ana düşmanı olarak ilan eden Müslüman Kardeşler’in yönetiminin 30 yılında işçi sınıfı çok fazla acı çekti. Hükümetin sendikaları dışındaki bütün sendikaların sesi kısıldı. Zorlu ve amansız bir mücadele ve fedakarlıklar yoluyla, özellikle 2013’teki ayaklanmadan bu yana geçen yıllarda, komünistler ve müttefikleri, bu hükümet sendikalarına meydan okumak için kademeli olarak demokratik alternatifini kurmayı başardılar.

İşçi sınıfının sendikalarda ve mücadelede eskiden olduğu gibi ana güç haline geldiğini söyleyemeyiz ama etkisi artıyor ve muhalefette önemli rol oynuyor.

Kalifiye işçiler işçi sınıfının yaklaşık% 50’sini temsil etmektedir ve bağımsız sendikalar da örgütlenmiştir. İşçilerin çoğunluğu, demiryollarında, limanda ve özel sektörde çalışıyor. Tahmin edersiniz ki; çalışma koşulları çok kötü. Düşük ücret; sağlık sigortası yok; çok kısa ücretli tatiller var; ve işçinin işten çıkarılmasını önleyen sözleşmeler yok…

SPA (Ç.N: Sudanese Professionals Association; Sudan Uzmanlar Örgütü: Öğretmen komitesi, Sudanlı Doktorlar, Gazeteci Ağı, Demokrat veterinerler, Üniversite Profesörleri Derneği gibi 17 dernekten oluşuyor) süreçte ve ittifakta önemli bir rol oynamaktadır. İşçi sınıfının temsilcileri de dahil olmak üzere tüm profesyonel kuruluşların çatı örgütü.

Bir bütün olarak Devrimci, Sosyalist hareketin durumu ve gelişimini ana hatlarıyla anlatabilir misiniz? Son olarak devrimde nasıl konum alındı?

Devrimci ve sosyalist hareketler hakkında konuşmak zor. SKP’nin stratejik ittifakı işçi sınıfındaki demokratik kitle örgütleri, köylülük, devrimci aydınlar, öğrenciler, gençler ve kadınları içerir. Elbette diğer politik partiler ve Ulusal Konsensüs Güçlerine dahil olan ve dışındaki Arap milliyetçileri de var.

Kadın hareketinin, durumu ve gelişimini ana hatlarıyla anlatabilir misiniz?

Sudanlı Kadınlar Birliği, 50’li yılların başında bir grup komünist ve demokrat kadın tarafından kuruldu. İlk başkanı merhum Fatima Ahmed, SKP’nin bir merkez komite üyesiydi. O zamandan beri, kadın hareketi ile SKP arasında bir etkileşim vardı. Devrimde büyük bir rol oynuyorlar. Siyasi harekette ve sendika hareketinde önde gelen pozisyonlara sahipler. 41 üyeden oluşan merkez komitemizin 12’si kadın yoldaşlardan oluşuyor. İki kadın yoldaş, politbüro üyeleridir. Kadınların kitlesel eylemlere katılımının % 64’e ulaştığı da vurgulanmaya değer.

Bölgeye yayılan 3. Paylaşım savaşının başlangıcı diyebileceğimiz bir süreç yaşıyoruz. Yemen ve bölgedeki savaşı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bölgemizdeki devrimci güçlerle ilişkiniz nasıl? Bölgemizdeki devrimci güçlere dayanışmayı ve mücadeleyi büyütmek için ne yapılmalı?

SKP, bölgedeki komünist partilerin toplanması ve mevcut tehlikeli durumu görüşmesi için çağrıda bulundu. -Yemen’deki savaş, Suriye’deki durum, Kürt sorunu, olası askeri çatışma ve ABD emperyalizminin İran’a müdahalesi ve işgal altındaki Filistin’deki patlamaya hazır durumun üzerine.- Bunlar üçüncü dünya savaşına yol açsa da açmasa da, durum gergin olmaya devam ediyor ve bölgenin komünist partileri ile Akdeniz ve Kızıldeniz etrafındakilerin dikkatini ve ortak eylemini gerektiriyor. Böyle bir toplantının hem ilişkileri, hem anlayışı hem de dayanışmayı geliştirmek için hayati bir öneme sahip olduğunu düşünüyoruz.

Sudan devrim süreci, bölge tarihine zengin deneyimlere katkıda bulunacak. 2016’da yapılan 6. Kongre’nin ardından ülkemizdeki durumu tartışırken, Merkez komitemiz, Mısır, Tunus ve Filistin ayaklanmasının deneyimlerini eleştirel olarak inceledi. Deneyimlerimizin ortak devrimci tarihimize bir iki ders daha eklediğine eminiz.

Dr Fathi Al Fadol

“What we are passing through the revolution in Sudan is a revolutionary crisis developing”

Interview with the Communist Party Spokesman Dr. Fathi Al Fadol

By the end of 2018, actions against the high cost of living that kicked off in Sudan had already spread across the whole country, and continued without a break, despite massacres. Even though these actions received some media coverage, part of them have so far been kept unveiled.

The Sudanese Communist Party (SCP) have been one of the determinant powers in the uprising. The Sudanese National Liberation Movement (org. Hareket-ul Teherrur el Watani el Sudani-HASTO) had changed their name to SCP, in August 1946. (BULUT, Faik.  “Sudan Halk Ayaklanması Hakkında Ezber Dışı Belirlemeler.” https://www.gazeteduvar.com.tr/)

We have talked to SCP, who have played a significant role in the country’s history with a good 73-year-old struggle, and made a two-part interview with party spokesperson, Dr. Al Fadol.

While the first part of our questions were more about the current agenda, the second part focused more on the historical and social processes, and the overall situation. The impacts of the revolution are not solely effective in Sudan, but are also informative for all revolutionary movements in our region.

How are the streets? What is the frequency of protests and activities? Are these protests and activities common in the country and what do you think about the participation of people both in quantity and quality?

Yes, the protest actions, demonstrations, sit-ins, and strikes are some of the daily features in the country. It is not limited to the capital or the main cities, but it is in the towns and rural areas. The local causes are different, but the main feature is the masses are demanding their rights. But local demands are usually anti-dictatorial and pro-opposition in principle. The uniting factor is that they are led by the resistance committees which sprang up or built by the opposition forces.

I can safely say the mass protest action is continuing unabated. As recent as Thursday the 17th of July tens of thousands gathered in the capital marking the end of a week-long mass actions demanding justice to the victims of the repression and civilian rule.

The composition of the people participating in these actions differs so city to city or towns. In the capitals and some cities the working people, the working class the professionals and civil servants are the main forces. In the cities of Atbara and Port Sudan, the working class is the main force. In the North around the River Nile and the Middle in Algazeria region, the peasantry is the main force. Here also the professional engineers and agricultural workers play a major part in the organization and the building of the resistance committees.

(Although we have seen your recent announcement, we thought that it would be educatory for us) What is the current condition of opposition coalition? We see that it consists of organizations with different ideologies. After the fall of Bashir, what are the topics that are discussed in the coalition? Furtherly, what do you plan about these topics as SCP?

It took the SCP are other political forces to establish both the political platform and the loose organizational unity of the opposition. The Freedom and Change Alliance, as you correctly stated consists of different groups that have different ideologies. But it is the Broad Front which we believe is the correct tactics for this period of the revolution.

Everything is being discussed. In the majority of times, an agreement is reached, in other each party or organization may reserve its independent position. At present, the main topics are related to the two documents which will form the basis for the establishment of the three levels of government as well as the relation with the armed groups. For the SCP we are doing our best to achieve unity of action,but that will not be done by betraying our principle stand that what took place in April 11th was a coup to abort the revolution, the removal of Albashier aimed to create the conditions for attracting some opposition whose interests coincide with the regime with the purpose of enlarging the regime base. Because of the TMC is a continuation of Albasiers set up.SCP reject its presence in any role in the future of the country.

What are the terms of goverment that the coalition and the military council agreed on? How will the coalition and communist party take a position in the government?

The problem here every now and the military changes its mind. So, it is difficult to say there is an agreement or a deal on how or who will govern. Because the SCP refused the way some forces within the Alliance have agreed with the military if that deal would stand then the SCP will not form any part of any transitional govt.

The military council reported a coup attemp has occured. How do you evaluate?

It is clear whenever there is a disagreement between the opposition the junta, their way of escape is to refer to a coup. Their last statement of coup happening is the fourth time since they assumed power. On the other hands that call plays in the hands of some forces in the international community who looks at the military as a stabilizing factor.

Does the Army only consist of pro-junta or pro-Beşir or Rapid Support Forces? Is there a group in the Army that supports the opposition?

The present army officers were mainly chosen by the Muslim Brotherhood.may be in the last ten years or so their grip on the choice of officers have weakened. As for the generals they are Albashiers choice. The RSF is a bandit militia led a warlord who readies to serve the high bidder. He is completely sold the Gulf states for the time being.

Of course, within the army and lower levels within the officers and the soldiers, there is a force of the patriotic group.

If we understand right, some of the dissent armed organizations and guerilla groups in your country chose to make seperate negotiations with the junta. How do you evaluate this? What is the political position of the armed rebels?

Yes, some groups negotiated with TMC. But today all the armed groups supports the principle of civilian government and the return of the arm to their barracks.

What is your vision about the direction of the revolution? What is the main subject that SCP is trying to organize?

In a nutshell what we are passing through the revolution in Sudan is a revolutionary crisis developing. So far, several achievements were made, still, several highly important goals lie ahead. To achieve that means not only to topple the old regime but to dismantle it and liquidate it and to build the democratic alternative that behaves the way to completion of the tasks of the national democratic revolution. In each turning point in the advance of the revolutionary struggle, we must be cautious and aware of the difficulties and the change of tactics and alliances to suit the level of the struggles and the goals of the revolution.

“We know for sure that our experiences have added a few more lessons to our mutual revolutionary history.”

In this part, we have talked about the historical and social dynamics of revolution. We tried to learn about the situation of the Proletarian class, the women’s movement, and the socialist movement. Also answering our questions about the ongoing war, Dr. Al Fadoul has called for a common stance by all revolutionary movements in our region, and stated that they are calling for a meeting to improve mutual action and ideas.

How did we reach the revolution process in Sudan with the perspective of historical and social progress?

Since the independence of our country our party has been fighting to complete political independence with economic independence. To rid the country from complete dependence on foreign imperialist circles, to develop the country into a real democratic state where the working people have the real say in implementing the program of the national democratic revolution.

However, it has the repeated case whenever the organized masses were near to achieve their aims the forces of reaction inside and outside the country conspire against the independent mass movement and resout to arms to abort its uprisings.

This happened in 1958, two years after independence, in 1969 and 1989. At all these junctures the SCP, the democratic trade unions were subjected to brutal repression resulting in the killing of SCP leaders, prominent trade unionists, and student leaders.

So, we can say what the present situation represents is the very progressive and revolutionary historical process that characterized our struggle since independence. It took the SCP time to rebuild after the coup in 1989. The SCP has learned its lessons and is building on its vast experience and those of the region to reach its goals.

What is the condition of the working class: (In general terms)

a.    In Quantitative terms: Number of workers, fields of work, working conditions, etc.

b.    State of their organization (Syndicates, unions, etc.) Relationship with revolutionists, the position they take in the revolution…

c.    Sudanese Professionals Association seems to have an important role. How does this association work? Are workers represented in the organization?

As stated earlier the SCP and the working have always paid the highest price on the success of the counter revolution. In 1969 the target of the military regime was to confiscate democracy, abolish and ban political parties and trade unions. Aiming to weaken the SCP and the working class. This after 30 years of the rule of the Muslim Brotherhood, which from the very beginning has declared the organized working class and its part as its main enemy, the working class has suffered a lot.No trade unions were aloud outside the official governmental one. But through arduous and relentless struggle and sacrifices, especially in the years since the uprising in 2013, communists and their allies managed to gradually build democratic alternative organizations to challenge the official ones. We can not say the working class has acquired its previous status as the main force in the trade union movement and the struggle,.Still mits influence is increasing and it is playing a considerable role in the opposition. Skilled workers represent about 50% of the working class. and there organized in independent trade unions. Majority work in the railways, in the port, and the private sector.AS you expect the working conditions are among the worse.NO satisfactory pay, no health insurance, very short paid holidays, and contracts that protect the workers from being dismissed.

The SPA plays an important role in the process and the Alliance. It is grouping all professional bodies, including representatives of the working class.

Can you tell us about the overall state and progress of revolutionist, socialist movements as a whole? How did they take a position in the revolution?

It is difficult to speak about revolutionary and socialist movements. It is around the SCP the democratic mass organizations in the working class, the peasantry, the revolutionary intellectuals the students, youth and women, where the strategic alliance is built. Of course, there exist other political parties that included and grouped in the Forces for National Consensus, Arab Nationalist of different affiliations.

Can you tell us about the overall state and progress of women movement?

The Sudanese Women’s Union was established in the early fifties by a group of communist and democratic women. Its first president late Fatima Ahmed was a member of the CC of the SCP. Since then there is an interaction between the women’s movement and the SCP. Today they are playing a majore role in the revolution. They occupy leading positions in the political and trade union movement.12 female comrades are members of the CC of the Party out 41 Imembers. Two female comrades are members of the PB of the Party. It is worth stressing that female participation in mass actions has reached 64%.

There is a war that going on in Yemen where Sudanese soldiers take part in. If we look at the big picture, we can say there is a process that takes place which we can call the start of the 3rd World War (3rd ‘Sharing of the World’ War). How do you evaluate the war in Yemen and the region? What should be done?

How are your relations with the revolutionary forces in the region? To strengthen the solidarity with the revolutionary forces and to strengthen the struggle, is there anything you wish to say?

The SCP has called for a meeting of the communist parties of the region to discuss the present dangerous situation in the area. It is the war in Yemen, the situation in Syria, the Kurdish problem,  the possible military confrontation, and intervention by US imperialism against Iran, and above the explosive situation in occupied Palestine. Whether this will lead to a third world war or not, the situation remains tense and necessitate attention and common action by the communist parties of the region and those around the Mediterranean and the Red Sea. We feel such a meeting is of vital importance to improve both relations, understanding as well as solidarity.

How do you foresee the impact of Sudan Revolution to the coming revolutions in our region?

The Sudanese revolutionary process will add to the historical rich experiences in the region. While discussing the situation in our country after the 6th Congress held in 2016, the CC studied critically the experiences of the Egyptian, Tunisian and Palestinian uprising. We are sure our experience has added a lesson or two to our common revolution history.

Dr Fathi Al Fadol
Dr Fathi Al Fadol

Tarih-coğrafya ve insan

Ülkemizde gelişen ve giderek keskinleşmeye başlamış olan sınıf savaşımı, birçok alanda tartışmaları da gündeme getiriyor. Bir yandan, “aydın”ın rolünü tartışıyoruz, diğer yandan ise “halkın” işe yaramazlığını tartışıyoruz. Hemen belirtmeliyiz, Kaldıraç’ın 215. sayısında, aydın üzerine yürüyen tartışma son derece akıl açıcıdır. Kavramların ne kadar önemli olduğunu da bize göstermektedir. Tartışmaya, Temel Demirer, Fikret Başkaya, Mete Kaynar, Cenk Yiğiter ve İsmail Beşikçi katıldılar. Fikret Başkaya’nın, “okumuşlar” grubu, “uzman”, “münevver”, “aydın” ve “entelektüel” kavramlarını ayırması yerindedir, önemlidir. Biz burada “aydın” kavramını tırnak içinde kullandığımız zaman, aslında “aydın-entelektüel” dışındakini kastediyoruz. Sayıları oldukça kabarık bir gruptur ve sınıf mücadelesi karşısındaki tutumları, “bu halktan bir şey olmaz”, “bu halkın genleri ile oynanmıştır” şeklindedir.

Biz de, şu “gen” meselesine girelim, diye düşünüyoruz.

Aslında, biyolojinin bu konuda uzmanlaşmış dalları vardır. Muhtemelen adlarını da düzgün söyleyemeyeceğiz. Diyelim ki “genetik” ya da “genetik biyoloji” vb. oldukça fazla uzmanlık alanı oluştuğunu biliyoruz. Bu uzmanlık alanlarındaki arkadaşlarımız bizi affetsinler, tümüne biyoloji diyelim. Biyologlar, bir uzman olmayarak bizim bu alana girmemizi, hele sözler söylememizi olumlu karşılamayacaklardır. Ama hayat böyledir işte, siz resmin bir detayına takılıp uzmanlaştığınızda, eğer resmin tümüne bakmıyorsanız, başkalarının bakmasına da yol vermiş olursunuz.

Değil mi ki, aslında, insan toplumunu doğal tarihin bir devamı olarak ele alırsak, bir tek bilimden söz edebiliriz: Doğa tarihinden. Bu sözler Marx’a aittir. Yine de kızdırdıklarımız olursa, şimdiden özür dileriz.

Önce, insanlaşma sürecinden başlayalım.

İnsanın doğadan koparak, insanlaşması süreci aslında, hem dünya için, elbette ki evren için de, oldukça yeni sayılır. İnsanlaşma süreci, insan toplumunu doğanın bir parçası olarak ele alırsak, aslında bir yandan kopuş iken, bir yandan devamlılık olarak da ele alınabilir. Doğadan kopan, bir anlamda evrimsel bir sıçrama ile ondan kopan insanoğlu, gerçekte doğanın bir parçası olduğunu kavrayabilirse, belki, doğa ile ilişkisi de kökünden değişecektir.

Bu insanlaşma süreci uzun bir evrimdir.

İnsanoğlu, bir yandan üremek, yani neslinin devamını sağlamak, diğer yandan ise, kendini ayakta tutabilmek için yiyeceklerini karşılamak, yani üretmek faaliyetleri, doğa ile bir “mücadeleye” girmiştir. İnsanın iki temel faaliyeti olarak üretim ve biyolojik üreme, gerçekte, insanın kendini yaratması, doğadan kopması sürecinin de belirleyici süreçleridir. Marx ve Engels bu süreci son derece yerinde tespit ediyorlar.

İnsan, belki doğa karşısındaki zayıflıklarını yenmek üzere, topluluklar şeklinde yaşamaya mecbur kaldı. Topluluk şeklinde yaşamak ve üreme ve üretim faaliyeti, insanın oluşumunda ana etkenlerdir. İnsan, ürettikçe, elleri ve eller ile beyin arasındaki bağ nedeni ile beyni farklılaşmaya başladı. Bu, çok uzun bir dönem aldı. Milyonlarca yıldan söz ediyoruz.

Topluluk şeklinde yaşama, biraz ileri gidelim ve toplum yaşamı, toplumsal yaşam diyelim. Toplumsal yaşam, üreme ve üretme faaliyetleri ile birlikte gelişti, kendisi de bir varlık olarak kendini dayatmaya başladı.

Üretme ve üreme faaliyeti, içinde yer aldığı toplumsal yaşamda, insanın düşüncesinin gelişimini sağladı, koşulladı. İnsan, düşüncesini öncelikle, dil ile, başlangıçta bazı seslerden oluşan konuşma ile maddi bir biçime büründürdü. Yazı, daha yeni sayılır, hele ki yazılı tarih. Konuşma, düşünceden ayrılamaz, onun dışa vuruş biçimidir ve bu gerçekleştikten sonra, düşünce, kendini daha da geliştirmiştir. Birçok yerde tartışılır, birçok hayvanın şaşırtıcı işler yaptığı bilinir ve bunun düşünce olarak ele alınıp alınmaması tartışılır. Mesela arının mükemmel bir mimar elinden çıkmış gibi yaptığı petek gibi, ipek böceğinin yaptıkları gibi, ayının bal ile ilişkisi gibi ya da bazı maymun türlerinin (uzman biyologlar beni affetsin, maymun türleri derken, belki de bilimsel olarak konmuş ismi es geçiyorum ve daha günlük bir kavram kullanıyorum. Bunun nedeni, her bilim dalının dil geliştirmesi ile problemim olması değildir) davranışları gibi. Belki burada sayamadığımız daha ilgi çekici ve insan düşünce ve eylemine yakınlık izlenimi veren başka canlı davranışları da vardır. Ama işin özü, tüm bu şaşırtıcı, düşünce ifadesi olan davranışlara rağmen, insanoğlundaki gibi bir durumla karşı karşıya değiliz. Belki de bunun bir nedeni, insanın evrimin bir aşamasında öne geçmiş olması ve diğer canlılar ve doğa üzerinde hegemonya kurmaya yönelmesidir. Ama ayırt edici yön, konuşmadır.

Düşünme sürecinde konuşma, bir başka niteliği ifade eder. Konuşma, tek kişilik bir eylem değildir. Bir toplumsal eylemdir ve insanın kendini yaratması sürecinde toplum, özellikle belirgin karakterde önemlidir. Konuşma ve bunun bir evresinde oluşan dil, gerçekte, bir tarihsel-coğrafik özet gibidir.

İnsanın, üretim yapması değil de, üretim araçları üretmesi nasıl bir sıçrama ise, aynı şekilde insanın düşünmesi değil de, düşüncesini bir başkasına iletmesi, aktarması, düzgün ve sistematik sesler çıkarması o kadar önemlidir.

Doğa, belki bir başka canlıda var olan düşünme yeteneğini, bu düşünceyi aktarmaya uygun olan ses ve diyafram sistemleri olmadığı için, geliştirmesine izin vermemiştir. Yani, bir başka hayvan düşünün, beyinsel gelişimi, sadece ve sadece konuşma gelişmemiş olduğu için, az gelişmiş olabilir mi?

Konuşma, temel iki insan faaliyetinin gerçekleştiği toplumda gerçekleşiyor. İnsan üreyerek kendi neslini, üreterek ise hayatta kalması için gereken ürünleri ve araçları üretirken, bu iki temel faaliyeti toplum içinde yaparken, konuşmayı geliştirmiştir. Konuşma, bu açıdan toplumsal yaşam ve emeğin ürünüdür, ama sonuçta, konuşma, insanlaşma sürecini, toplumsal süreci, üretim sürecini vb. de etkilemiştir.

İlk müziğin, insan üretimi ve üremesi ile bağı, daha çok üretim ile bağı, birçok bilim adamı tarafından ortaya konmuştur. Ama bu ses ve hareketler, yani ritim ve dans, bunun yeniden üretilmesini otomatik sağlamaz. Burada, giderek, günlük üretim ve üreme faaliyetinden kopmaya başlamış bir düşünsel faaliyetin, toplumsal biçime bürünmüş bir düşünsel faaliyetin de gelişiyor olması gerekir.

Buraya kadar, sanırım, hem düşünce ve dil (konuşma) arasındaki bağın önemini, hem de insanın bu faaliyetleri dahil bizzat kendisini yaratma sürecinin toplumsal bir karaktere sahip olduğunu vurgulamış olduk. Sanırım, bu konuda da sorun yoktur. Bu konuda, okuyucu oldukça geniş kaynaklara erişebilir. Engels’in üç çalışmasını biz saymadan geçmeyelim: “Doğanın Diyalektiği”, “Anti-Dühring” ve “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”. Bilimle ilgilenen bir kişinin, isterse fizik, isterse kimya, isterse ve özellikle biyoloji olsun ya da sosyoloji, bu kitapları okumamış olmasını büyük kayıp, en başta zaman kaybı olarak görmek gerekir. Ama elbette, daha birçok kaynak vardır. Marx ve Engels’in yaşadığı dönemde, Anadolu, Mezopotamya, Mısır, Çin ve Hindistan tarihi konusunda, özellikle bu alanlarda oldukça bilgi eksiği vardı. Kuşku yok ki, bugün daha fazlasını biliyoruz. Özellikle Göbeklitepe’de ortaya çıkan tarihî kalıntıların, aydınlatıcı bilgiler sunduğu da açıktır. Yani, bu konuda okuyucu epeyce kaynak bulabilme olanağına sahiptir.

Şimdi başa dönebiliriz.

Acaba, bizim üzerinde yaşadığımız topraklarda, dün veya bugün yaşayan halkların genleri ile mi oynadılar? Umarım soru, yeterince kışkırtıcıdır. Bu soru, benim değil, birçok kere “aydın”lardan duyduğumuz, ama asla yazmadıkları, yazarak kayıt altına almadıkları bir sorudur. Ama, üzerinde tartışmaya değerdir.

İnsanın yukarıda anlatılan, özetlenen, özetin de özeti olacak kadar kısa verilen insanlaşma, yani kendini yaratma süreci, binlerce yıl almış bir süreçtir. Ve bu süreç, tarihsel ve toplumsal bir süreçtir.

Zaman ve mekândan azade madde yoktur. Her maddenin ilk mekânı, kendisidir. Mekân, ille de dışsal bir şey değildir. Hareketsiz madde yoktur. Zaman ve mekân, hareket ile birlikte vardır, ondan bağımsız değildirler. Hareket, değişimin kendisidir.

Ortaya çıkmış olan eski tarih bulgularına bakarsak, bugünden 5 bin yıl öncesinde, yani İsa’dan önce 3000’lerde, Ege, Anadolu ve Mezopotamya’da (belki başka yerlerde de, mesela İran’da), Marduk diye bir tanrının varlığına inanırlardı. 2012 yılında, Marduk diye bir gezegenin, gök cisiminin dünyaya çok yakın yerden geçeceği, bunun bir kıyamete, büyük felaketlere yol açacağı söyleniyordu. Marduk gezegeni her 3600 (küsuratı da var ama hatırlamıyorum) yılda bir, bu rotadan geçermiş. Böyle diyorlar. Mardukçular, İÖ 3000’lerdeki Marduk tanrısına inananlardan değiller. Bunlar, günümüz Mardukçuları, insanın evrimleşerek bu gezegende insanlaşmadığını, insanın uzayda bir yerlerden geldiğini, insanın maymun ataları ile bir ilişkisinin olmadığını iddia ediyorlar. Oysa fosiller, bu üstün genlere sahip Mardukçuları utandırsa da, atalarımızın maymunlar olduğunu gösteriyor. Atalarının maymun olmasından üzüntü duyan ve bunu insanoğlunun aşağılanması olarak gören bir anlayışa mı sahipler? Maymundan gelmiş olursak, neden aşağılanmış olmuş olacağız? Maymunu atası kabul etmeme anlayışı, acaba ne kadar “insanî”dir? İnsan neden bu aşağılanmayı, başka şeyde değil de burada arar? Bu acaba, Hitler’in “arı ırk” arama ya da Yahudiliğin “seçilmiş kavim” olma iddialarına benzer midir?

Mardukçular, maymun atalarından utanadursunlar, İÖ 3000-2000 arasında, evrenin nasıl oluştuğuna ilişkin, oldukça şaşırtıcı bir yaklaşıma ulaşmışlardı. Önce yer ve gök’ün, yumurtamsı bir şey olarak bir ve bütün olduğunu, sonra, bunların ayrıldığını, ikisinin arasına havanın, rüzgârın girdiğini, rüzgârın nemli olan şeyleri aşağıya, daha az nemli olanları ise yukarıya sürüklediğini, bu yolla gök ve yerin oluştuğunu, havanın yukarıda yandığını ve güneş ve ayın öyle oluştuğunu, yeryüzünün daha çok su taşıyan yerlerinde denizlerin, daha az su taşıyan yerlerinde ise karaların oluştuğunu ifade eden bir anlayıştır bu. İçinde karşıtlar, içinde hareket var. Bu açıdan, “dünyanın öküzün boynuzları üzerinde durması” mitine göre çok daha anlamlıdır. Su, toprak, hava ve ateş, bu teorinin içinde gizlidir.

Biz bugüne dönelim. İnsanın evrimleşmesi süreci boyunca, bugün biyologların ya da daha özel bir alanda uzmanlaşmış gen mühendisi biyologların DNA’da, genlerde meydana gelen değişim olup olmadığını anlamaları mümkün müdür?

Soruyu şöyle de sorabiliriz: İnsanı oluşturan genler, DNA, acaba salt biyolojik midir, salt biyolojik kalıtım mı vardır?

Bir deney hatırlıyorum. Bir solucana, ışık yakılır yakılmaz iğne batırılıyor. Solucan, defalarca denemeden sonra, her ışık açılışında, tıpkı iğne batmış gibi kıvranıyor. Buna biyolojik öğrenme adını koymuşlar. Öyle ya, solucanda beyin “yok” ve bir düşünme sistemi yok. Sonra, deneye devam ediliyor. Solucan, iyice öğrenmiştir. Onu rendeliyorlar. Küçük parçacıklarını başka bir solucana yedirtiyorlar ve sonuçta, bu eski öğrenmiş solucanı yiyen yeni solucan, ışık açılınca, hemen kıvranmaya başlıyor. Buna da bilginin genetik aktarımı diyorlar.

Şimdi, konumuza dönebiliriz.

Sizce, bu halkın genleri ile oynanmış sözünü, çok mu ciddiye aldım? Günlük dilde en çok kullandıkları dostlar arası küfür “ibne” oluyor ve “bu halk ibnedir” diye yüksek sesle söyleyen “aydın”larımız var. Fikret Başkaya bizi affetsin, ama bunlar sadece okumuşlar, sadece mektepliler değil, devletin kollarında resmî ideolojinin yeniden üreticileri de değiller. Ama entelektüel hiç değiller. Bu nedenle özellikle “aydın” sözünü tırnağa alıyoruz. Herhâlde, sınıf savaşımının, nasıl “tür”ler yaratacağının bir sınırı olmadığının en somut kanıtı budur.

Gen haritası bize, sizin soyunuzun nereye dayandığı hakkında, eğer çok istekli iseniz, bir bilgi vermektedir. Bu topraklarda, herkesin kendine Türk demesi kolaydır. Bu nedenle yıllarca, soyadı olarak, Türk, öztürk vb. gibi içinde Türk geçen soyadları almışlardır. Birçok ailede, kendisinin soyunun Ortaasya’ya ya da Osmanlı paşalarına dayandığına ilişkin birçok söylence vardır. Bu söylenceler, hiçbir belge olmadan, o kadar inanılmış söylencelerdir ki, dedesinin dedesinin isminin Niko olduğunu öğrenip de günlerce ağlayan, üniversite diplomalı insanlar bulursunuz.

Onun için, birisi, eğer genleri ile ilgili bir analiz talep ediyorsa, bu çocuğunun kendisinden olup olmama ihtimalini öğrenmek için yapılmıyorsa, genellikle, kişinin Rum veya Ermeni olup olmadığının öğrenilmesi amacını güdüyor.

Öyle ya, genlerle bunlar açığa çıkıyor.

Ama bizim solucanımız hesabı, bu genler, başka acılar, travmalar vb. taşımazlar mı? Acaba, biyologlar, uzmanlar, bu konuda ne derler? Genler, acaba, yaşanan toplumsal acılara, katliamlara, kıyımlara, şahit olurlar mı? Bana kızan biyolog kardeşim, sevgili uzman, insanın toplumsal bir varlık olduğunu bilmiyor musun? Biliyorsan, insanın nasıl insanlaştığını ve düşünce denilen şeyin nasıl oluştuğunu bilmez misin, merak etmez misin? Düşüncenin kendini dışa vuruş ve maddeleşmiş biçimlerinden biri olan diller (yazı ve konuşma) üzerine baskı ve yasak konulması, senin gen teknoloji alanındaki uzmanlığını nasıl ilgilendirmez? Olsa olsa, senin, tekellerin kasalarına para akıtmaya bağlanmış çalışmalarını ilgilendirmez ya da onları da tersinden ilgilendirir. Sen, laboratuvarda, genlere müdahale ederek bir insanın nasıl insanî tepkilerden uzaklaştırılacağına yardım ettiğinde, sen değil maymun atalarından utanç duymak, maymun atalarının kemikleri senden utanç duymaktadır. Bilinen en kötü mahlûk sensin. Utanma duygusunu bile unutmuş bir kişisin. Ve genleri ile oynamak üzere girdiğin iş, aslında senin genlerinle oynamıştır. Şimdi dönüp, efendine yanıt verebilirsin, de ki, “bana ne yaptıysanız, onu yaparak başarılı olabilirsiniz, çünkü ben artık insan değilim.”

Acaba, 15 yaşında evlenmiş, Anadolu’da, ister Kürdistan’da, ister Karadeniz’de, ister Konya’da yaşamış olsun, “karnından sıpayı, sırtından sopayı” eksik etmeme anlayışı ile her gün dövülmüş, aşağılanmış, itilip kalkılmış, kocasına isyan etmeyi allaha isyan olarak algılamış, kendi kabuğunda bir varlığa dönüşmüş bir insandan doğan çocukların, 10 nesil sonraki genlerinde, “sırtından sopa, karnından sıpa eksik” olmasın anlayışının izlerini, gen analizi ile görebilir miyiz?

Anadolu, yüzlerce yıldır, savaşlara, göçlere konu olmuş, kadim medeniyetlerin yeşerdiği bir halklar mozaiğidir. Bunu böyle söylemek güzel. Ama tarih ve coğrafyadan bağımsız ele alındı mı insan, gerçekte tam anlaşılmış olmaz.

Coğrafya diye bizlere okullarda okutulan şey, aslında burjuva devlet egemenliğine uygun bir coğrafyadır. Gerçekte, coğrafya denildi mi, bir bütünlük ifade eder. Mesela Kafkaslar gibi. Kafkaslar, eteklerinde çok farklı halkları barındırmış, bunlar genellikle savaşçı halklar olmuş ve her birinin farklı dilleri gelişmiştir. Biz, şimdi Kafkaslarda bir küçük devleti ele alıp, buna “coğrafya” dersek, hatalı iş yapmış oluruz. Aslında yan taraftaki devlette de benzer coğrafî koşullar vardır. Mesela Anadolu, Trakya ve Mezopotamya, bir ucu Balkanları Avrupa’dan ayıran dağlarla çevrili, bir ucu Kafkaslarla, diğer ucu da Afrika ve İran körfezi ile çevrili bir coğrafî bölge olarak ele alınabilir mi? Bu bir sorudur, böyle ele alınsın demiyoruz. Ama bizim içinde yaşadığımız bölgede, ülkelerin sınırlarının bir bölümü cetvelle çizilmiştir ve tarihsel olarak bir zorlamayı, burjuva egemenliği ve emperyalist paylaşım savaşımının sonuçlarını ifade etmektedir.

Anadolu, binlerce yıldır yağmalanan, gelenin geçtiği, farklı egemenlikler yaşamış ve her birini de biraz kendine benzetmiş bir topraktır. Irkların, kültürlerin birbirine karıştığı bir topraktır. Sadece yakın tarihimizde Selçuklu-Osmanlı ve Bizans arasında gidip gelmeleri ele alsak dahi, bu gelenin geçtiği sözünü anlayabiliriz. Sınır uçlarında bir gün Bizansa bağlı, öteki gün ise İslam’a bağlı güçler olmuşlar. Her iki tarafta da, dini resmî dinden ayrı olmuş “batınî” akımlar gelişmiş. Alevilik bizde, Anadolu’da olduğu gibi, Bizans’ın içinde, Hıristiyanlık altında da olmuş. Mesela buradan hareketle Aleviliğin İslam’la bir ilgisi yoktur dersek, en başta devlet ve ardından Aleviler bize karşı çıkacaktır. Devlet, bunu ne karıştırıyorsun, biz zar zor bir elbise giydirdik, Alevilik İslam’ın bir koludur ve en Türk olan demektir diye, sen buna çomak sokma diyecektir. Alevi dostumuz da, bana hakaret ediyorsun diyecektir. Şunun şurasında Ali’nin ve İslam’ın yaşı nedir diye bakmadan, kendi tarihinin İslam’dan önceki bölümünü reddedecektir. Acaba neden? Genleri ile oynanmış olduğu için mi?

Acaba, 1915 Ermeni soykırımının, Pontos ve Süryani soykırımının bu “genleri ile oynanma” sürecinde katkısı var mıdır?

Acaba bu katkı sadece, kıyıma uğrayanda mı vardır? Mesela bugün Kürtler katledilirken, binanın altında 15 kişi yakılırken, pencereden bakan bebek keskin nişancının canlı hedefi olurken, gerillaların cesetleri sokakta sürüklenirken, sadece katliama uğrayanın mı “genleri ile oynanmış” oluyor? Yoksa seyredenin “genleri ile oynanmış” olmuş olmasın?

Bizim gen mühendisi biyoloğumuz, laboratuvarda, insanî davranışları formatlamak için deney yaparken, acaba, önce kendi genleri ile oynanmış bir varlık hâline gelmiş olmuyor mu?

Diyelim ki, Şeyh Bedreddin isyanının bu topraklarda yaşayanlar üzerinde bir etkisi vardır. Baba İshak isyanının da. Zaten bir katkısı olmamış olsa, biliniz ki, resmî tarih, bu olayları, bu isyanları yazmakta beis görmezdi.

Tarih üzerindeki bu karartma, bu sansür, burjuva egemenliğin uzun ve ebedî sürmesi içindir. Bu karartma sadece bugün yapılmıyor, tüm tarih karartma altındadır. Karanlık, egemenlerin en çok sevdiği ortamdır.

İnsan bir toplum içinde, bir tarihsel sürecin ürünüdür. Öyle şekilleniyor.

Bu, bizim üzerinde yaşadığımız topraklar için de geçerlidir.

Begomillerin bugünkü Sultanahmet meydanında katledilmeleri, acaba, bu neslin üzerinde nasıl bir etkiye sahiptir? Çocukluğundan 16 yaşına kadar, her akşam evinde, bilmem kaç yaşında bir kız çocuğunun kendisine tecavüz eden ile evlendirilme yaşı nedir, ne olmalıdır gibi tartışmalar dinleyen, annesinin babasının bu konudaki tepkilerine bakan bir kız çocuğunun genlerindeki değişimi ölçmek mümkün müdür? Nasıl?

Karaman ilçesinde, 45 erkek çocuğun ırzına geçilmesinden sonra, Ensar Vakfı’nın verdiği paralarla, galiba 10’ar bin TL, dava açmaktan bile vazgeçen aileler ve onların komşuları, acaba, selâm verilebilecek varlıklar olmaya devam edebilmişler midir?

Ve şimdi, bu insanlar, bu işe maruz kalanlar mı daha çok “genleri ile oynanmış” olanlardır, yoksa bunu seyredenler mi?

Gerçekten de burada, üzerinde yaşadığımız, Trakya, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında, insan ile çok oynanmıştır. Her gelen işgal etmiş, her birinin ardından diğeri gelmiştir. Sürekli olarak yağmalanmış bir coğrafyadır burası. Hitit’in, Sümer’in ve diğer gelişmiş medeniyetlerin doğduğu ve aynı zamanda yerle yeksan eylendiği bir coğrafyadır burası.

Tüm bu süreçler, elbette ki insanı etkiliyor.

Tarih ve coğrafya, insanı etkiliyor.

İnsan içinde yaşadığı toplumun, tarih boyunca gelen insan toplumunun ürünüdür. Genleriniz ne olursa olsun, size şekil veren toplum, coğrafya bir tarihsel süreçtir. Biz Marksistler biliyoruz ki, büyük kişiler, büyük olaylar ve toplumlar yaratmazlar. Tersine, büyük olaylar ve süreçler, büyük kişilikler yaratırlar. Yani, toplumsal yaşam belirleyicidir.

Bilmiyorum doğru olur mu, ama zekâ, daha bireysel ise, akıl daha toplumsal olandır. Dikkat edilsin, birine bireysel, diğerine toplumsal demiyoruz. Biri daha fazla bireysel, neye göre, diğerine göre. İkincisi daha toplumsal. Vurgu yaptığımız burasıdır.

İsyan ve örgütlenme geleneği, özellikle son bin yılda, oldukça zayıftır. Ve bu zayıflık, insanı da şekillendirmektedir. Katliamlar, son yüz yıldır, özellikle fazladır. Ama sadece son yüz yılda değildir. Hâl toplumun “aklında”, genlere sızmış şekilde Yavuz’un Alevi katliamı diye anılan katliamları vardır. Ve toplumsal hafıza, isyan eğiliminin önünde engelleyici bir “akıl” olarak çıkmaktadır.

İnsan toplumsal bir varlıktır, elbette biyolojik bir varlıktır da. Ama insanın fizyolojisini anlamak için biyoloji ne kadar önemli olursa olsun, yetersiz kalır, düşüncesini ve eylemini anlamak için ise çok az işe yarar.

İnsan, toplumsal bir varlık olarak, tarihsel ve toplumsal koşullar altında şekilleniyor. Aynı genlere sahip iki kardeşin birini, bir katliamın içinde katliama maruz kalan insan olarak düşünün, diğerini de denizlerde seyahat eden bir varlık olarak. Bunların her birinin insanlıkları da farklı olacaktır.

İnsan toplumsal eylemi içinde, kendini adeta yeniden yaratır. Etik ve estetik buna çok bağlıdır. Bir katliamı seyreden ile, bir katliama karşı direnen aynı değerlere artık sahip olamaz. Seyreden kirlenir, katliama uğrayan ölür, yok olur veya sağ kalır ve direnişçi olur, yani daha gelişmiş bir insan belki de. Ama seyreden, insan olarak erozyona uğrar. Bu durumun genlere ne kadar yansıdığını bilmek zor, ama yansımama ihtimali yoktur.

Sürekli katliamlara uğramış bir toplumda, katliama uğrayanlar korkmaz, geride kalanlar korkar. Bu korku altında, toplumsal baskı ile sinme gerçekleşir. Bu toplumsal bir travmadır. Kuşku yok ki, her toplumsal olay, o toplumdaki herkese aynı biçimde yansımaz, farklılıklar içinde yansır. Ama korkmuş kitleler, artık her türlü tecavüze açıktır. Belleklerine müdahale edilebilir ve hafızaları formatlanabilir. Ermeni ve Rum katliamlarından sağ kurtulmuş olanların bir bölümünün, kendini devlete sadık gösterme istek ve enerjisi, ancak böyle anlaşılabilir. Bu durum, sadece Ermeni’yi, sadece Rum’u, Pontos’u, Süryani’yi, Kürd’ü etkilemez. Aynı zamanda toplumun tüm geri kalanını etkiler. Kürt, katliama uğradığında, “şükür ki ben Kürt değilim”, Alevi itilip kalkıldığında “şükür ki ben Alevi değilim” düşüncesi yaygındır ve bu, aslında insan olmaktan çıkmak demektir. Kürtlerin bugün süren mücadelesi ve örgütlülüğü, onların kendilerini koruma ve bu baskıya boyun eğmemelerini sağlamakta, azrailine sevdalanma hastalığına düşmelerini engellemektedir.

Varsayalım ki, 12 Eylül’de, devrimci hareket, sokaklarda bir direniş gösterse idi, sokaklarda direnenler sürekliliği sağlasaydı, bugün 12 Eylül hukuku bu kadar süre geçerli olmazdı. Yunanistan’da cuntayı deviren halk, güzelleşmiştir. Boyun eğen, çirkinleşmektedir. Devrimcileşmek, mücadele etmek, insan özelliklerini korumak ve güzelleşmektir. Çağımızın Don Kişotluğu budur. Yaşamın her alanında egemenlere karşı, ezenlere ve sömürenlere karşı direniş umudun kaynağıdır.

Bir de bunlara, sömürgeleşmeyi eklemek gerekir.

Sömürgeleşmiş bir toplumda, insan davranışlarının çok farklılaştığı, insanın kendine ve çevresine güvenini yok ettiği sanırım ortak kabul görecek bir olgudur. Sömürgeleşmiş halklar, kendi iradelerini teslim etmiş demektir ve sömürgeci olanlar, bunu ciddiye alırlar. Sadece o toprakları yağmalamakla kalmazlar. Kendilerine yetiştirdikleri işbirlikçiler kanalı ile, insanı ciddi boyutta kirletirler. Ta ki, bir isyan ile işçi ve emekçiler iradelerini yeniden kazanana kadar.

Demek oluyor ki, Türkiye toplumunun insanı, elbette sömürgeleşmiş bir toprakta, elbette ciddi toplumsal travmalar altında kendisi olmaya uzaktır. Kendine güvensizdir. Egemenlerin, muktedirlerin, emperyalistlerin kendilerine bıraktığı artıklarla, kendi toplumlarına ihanet etmelerinden, kendilerine ihanet etmeyi öğrenirler. Yabancıya hayranlık, aslında kendine güvensizliğin dışavurumudur. Bu, tüm toplumu sarmıştır. Egemen ideolojinin etki alanından çıkmak, kapitalist meta üretiminin etkilerinden azade olmak, öyle kolay değildir. Bu, bir toplumsal eylemle, bir toplumsal başkaldırı ile olanaklı olabilir.

Yani, insanı kitleten toplumsal ilişkiler ve yaşam ise, düzeltecek olan da bu toplumsal ilişkilere karşı verilen mücadele, geliştirilen eylemdir.

Bu nedenle Anadolu devrimi, bu topraklarda yok edilmeye çalışılan insanlığın bir direnişi ve dirilişi demektir. Bu nedenle Anadolu devrimi, binlerce yıllık tarihle hesaplaşma, yüzleşme, aynı anlamda barışma demektir. İnsanın kendisi ile barışık hâle gelmesi, toplumsal isyandan geçmektedir. Emperyalist despotluk ve egemenlik ile iç içe geçmiş, sömürgeleşmiş doğu despotizmi ve onun insan üzerindeki tüm şekillendirici etkisi, ancak, büyük toplumsal eylemlerle yok edilebilir. Medeniyetler beşiği bu coğrafyada, özgürlük ve sosyalizm talebi, tarihsel bir hesaplaşma talebidir. Kan, gözyaşı, yağma, savaş, kısacası tüm acılar, ancak bir devrimle ortadan kaldırılabilir.

Gezi’de gördüğümüz güzellik ve ışığın, egemenleri bu denli korkutması, onların kimyalarını bozması bu nedenledir. Bir asırı aşan, her birimizin içinde şu ya da bu oranda var olduğumuz devrimci mücadele sürecinin bize öğrettiği şey, bu topraklarda, sadece Anadolu’da değil, tümünde, kolay zafer yoktur. Çürümenin derinliği ve tarihsel kökleri, mücadelenin derinliği ve tarihsel anlamını da belirlemektedir. Anadolu, bu tarihsel devrimin önderlerini, kendi geç kadın ve erkekleri içinde aramaktadır. Bu tarihsel ve büyük çürümüşlüğün içinde, karşıtların birliği ve savaşımı yasasına da uygun olarak, bir yeni mayalanmaktadır, son derece güçlü, kökleri derinlere uzanan ve son derece enternasyonalist bir diriliştir bu. Gözü buraya dikmek gerekir.

Dinin azgınca kullanılması ve Saray Rejimi | “Mazluma dini sorulmaz”

Din, her zaman, egemenler tarafından, yönetmeyi kolaylaştırmak için, ideolojik bir aygıt ya da ideolojik aygıtlardan birisi olarak kullanılmıştır. Din, egemen sınıfın toplum üzerindeki denetiminin, toplumun “rızası”nı almanın aracı hâline getirilmiştir. Dinî inançlar, her zaman egemenler tarafından, körleştirici bir unsur olarak, bir afyon olarak ele alınmış ve öyle kullanılmıştır.

İşin genel karakteri budur. Egemenler, burjuva devletler, sadece baskı ile, sadece şiddet ile yönetmezler. Onlar, aynı zamanda, tarihin her dönemimde görüldüğü gibi, insanların inançlarını, kör inançlarını, geleneklerini vb. de kullanırlar. Bu her devlette, köleci devlette de, feodal devlette de ve en gelişmiş biçimi ile kapitalist devlette de geçerlidir.

Ama iktidarlar, elbette ki farklı dönemlerde, dini daha farklı tarzda kullanmışlardır. Bunun dozajı ve düzeyi, elbette iktidarların durumuna da bağlı olmuştur. Bir yandan sınıf savaşımının gerekliliklerine uygun olarak din öne çıkıp, geriye çekilebiliyor, diğer yandan da iktidarların yapısı bunda etkili oluyor.

TC devleti, tarihinin hiçbir döneminde “laik” olmamıştır. Din, her zaman devletin elinde bir alet olarak işlev görmüştür. 1924’te, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğunda, yapılmak istenen budur. Bir yandan Cumhuriyet, ilk yıllarında cemaat örgütlenmelerini denetim altına almak istiyordu, diğer yandan ise, dini, günümüze uyarlayacak, burjuva egemenliğe uyarlayacak adımlar atmaya çalışıyorlardı. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, dinî tarikat ve cemaatların etkinliğine karşı bir mücadele verilirken, aynı zamanda, dini devletin elinde bir araç hâline getirme süreci işletilmiştir. Diyanet İşleri, aslında bu amaca dönüktür.

Bu düzenleme, 1960 darbesinden sonra, daha bir ince ayar verilerek, daha genişletilmiştir. Tüm anti-komünist mücadele dönemi boyunca, NATO sistemi içinde bir ileri karakol, bir “ortaklaşa sömürge” olarak yer almış Türkiye’de, din, komünizme karşı mücadelenin, sınıf savaşımına karşı koymanın alanı hâline getirildi.

12 Eylül’de Kur’an’dan alıntılarla nutuk atan Kenan Evren, aslında bu ekolün ürünüdür. Erdoğan ve Fethullah Gülen, bu sürecin ürünleridir.

Cumhuriyetin kuruluşunda var olan, “üç tarz-ı siyaset”, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık üzerine kuruludur. Cumhuriyetin başlangıcında Türkçülük, “bu devlete bir ulus” yaratmak temeline dayalı olarak öne çıkmıştır. Millet yaratma siyaseti, ümmet üzerine dayalı dinî anlayışın yeniden şekillendirilmesini de beraberinde getirmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyalizmin zaferi, Alman faşizmi nezdinde faşizmin yenilmesi, anti-komünist bir soğuk savaş dönemini başlatmıştır. NATO’ya girmek için Kore’ye asker gönderen Türkiye, aynı zamanda diyanet işlerini de yeniden, yeni ihtiyaçlara göre ele almaya başladı.

12 Eylül geldiğinde, Türk-İslam sentezi devreye girdi, Atatürkçü Kenan Evren elinde Kur’an ile dolaşmaya, tarikatçı Özal ise orduyu şortla denetlemeye başladı.

Ekonomik olarak AB’ye bağlı olsa da Türkiye, NATO mekanizması ile, siyasal olarak tamamen ABD uzantısı hâline geldi. Bu ortaklaşa sömürge, her açıdan yeniden şekillendirilmeye başlandı. 12 Eylül, dinin kullanımı açısından bir sıçrama yarattı. Özal ile dinî tarikatların bir çok açıdan yolu açıldı. Ve Fethullah Gülen örgütlenmesi, devletin her kademesinde bir ABD projesi olarak devreye sokuldu. Aynı ABD projelerinden biri olan Erdoğan, biraz daha sonra devreye girecektir.

SSCB dağıldıktan sonra, ABD için, kendi kontrolü altındaki Türkiye’yi, ekonomik olarak bağımlı olduğu Avrupa’ya bırakmamak ve sadece kendi sömürgesi olarak örgütlemek önem kazandı. Erdoğan, Gülen örgütlenmesinin hem önünü açacak, hem de birlikte yürüyecek yoldaşı olacaktı. Zemin hazırdı ve Türk-İslam sentezi içinde İslam biraz daha öne çıkarılacaktı.

Nihayet, bu aynı zamanda, diyanet işlerinde de bir yeni organizasyon demekti. TC devleti, dini daha fazla öne çıkartacak, “ılımlı İslam” olarak bölgede, paylaşım savaşımında ABD tetikçisi olarak iş görecekti.

AK Parti iktidarının, Saray Rejimi’ne dönüşümü ile birlikte, içeride şiddet arttıkça, cemaatlerin öne çıkması daha elzem hâle geldi. Kürt devrimini bastırmak için, dinî örgütlenmelere el atıldı. Dinî savaş çeteleri organize edildi. IŞİD’in bir nevî nüveleri, daha çok burada ortaya çıkarıldı. Kürt devrimine karşı dinî tarikatlar, mafyatik bir hâle getirildi, silâhlandırıldı.

Ülkede ekonomik ve sosyal bunalım derinleştikçe, din, Saray Rejimi’nin tekelinde tam bir günlük afyon olarak kullanılmaya başlandı. Soma’da ölen işçilerin ardından Diyanet İşleri Başkanlığından, camilerde iş güvenliği şart değildir tarzında, “işin fıtratında var”ı destekleyecek tarzda hutbeler verildi. Camiler, savaşın bir parçası olarak örgütlenmeye başlandı.

Fethullah Gülen’e karşı girişilen tasfiye süreci, bir yandan egemenler arasındaki kavganın bir uzantısı, Balyoz vb. operasyonların bir nevî yanıtı oldu ise de, aslında devletin içinde dinî çetelerin yerleşmesini sekteye uğratmadı. Başka tarikatlar, devletin içinde yer almaya başladı.

Erdoğan’ın, muktedir olduktan sonra, bir arayış olarak sultan-halife arayışına çıkışı, bu sürecin ardından yükselmiştir. Erdoğan’da ulvî, tanrısal yönler keşfedilmeye başlandı ve bu daha çok 17-25 Aralık sürecinden galip çıktıktan sonra gündeme geldi. Birçok şey söylendi ve en sonunda “allahın tüm sıfatlarını taşıyan adam” unvanı bile dile getirildi. Sultan Halife, Suriye savaşında, İslam ordularını IŞİD çeteleri olarak kullanmaya heveslendi, kullandı. Dışarıda bu yöne giderken, içeride, her tür soygunu, her tür yalanı, her tür yağma ve rantı örtecek tarzda dinî fetvalar devreye sokuldu. Ve nihayet içeride, tarikatlar devletin her yanına girerken, aynı zamanda, Erdoğan’ın hizmetine girmeleri istenmiştir.

İşte bu son aşamayı anlatan bir gelişme yaşandı. Mart ayında, önce Ahmet Nesin, Diyanet İşleri tarafından yapılan bir çalışmadan söz etti. Ardından, Tayfun Atay, 27 Mayıs 2019’da, T24’te bir makale ile konuyu genişletti. Atay, “Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu”nca hazırlanan, “gizli” ibareli rapordan söz etti. Atay, kendisinin de okuduğu bu raporun adının “Dini-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dini-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dini Yönelişler” olduğunu da ekliyor. Atay şöyle bir yorumda bulunuyor: “Bu, ‘istihbari’ bir rapor ve esbab-i mucizesi de kanımca ‘Erdoğan Rejimi’ ile uyumlu bir ‘devlet dini’ yaratma yolunda ‘düzleştirme’ girişimine rehber oluşturmak.”

İşte tam da bu nedenle, dinin kullanımı ile dinî tarikatların devlete sızması arasındaki bu çift yönlü sürecin içinde bulunduğu yeni aşamayı anlatan bir gelişmedir bu.

Tayfun Atay’ın “istihbari” rapor dediği bu tip çalışmaların normalde, MİT ya da MGK tarafından yapılıyor olmasına alışığız. Ama bu kez devreye, 150 bin kişilik kadroya sahip Diyanet İşleri sokulmuştur.

Rapor, neden bu incelemenin yapıldığını da açıklıyormuş. “Türkiye’nin 15 Temmuz 2016’da dini istismar eden Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) eliyle maruz kaldığı ihanet ve darbe girişimi, ülkemizde dernek, cemaat, tarikat veya vakıf adıyla faaliyet yürüten dini yapıların derinlemesine incelenmesini zaruri hale getirmiştir.” (Aktaran Tayfun Atay, 27 Mayıs 2019, T24.com.tr).

Böylece inceleme nedeni de ortaya konmuştur. Atay, 29 Mayıs’ta, bir başka makale ile, konuyu daha etraflıca ele almıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan süreci ve Diyanet İşlerinin ne işlevi olduğunu irdelemiştir.

Ama biz rapora dönelim. Ahmet Nesin’in, bu kitap, seçim öncesinde yayınlanırsa ne ilginç olur, dediği rapor hakkında Gazete Duvar internet sitesinde, Özlem Akarsu Çelik, biraz daha ayrıntı vermiştir. Özlem Akarsu Çelik, gizli ibareli bu raporun başlıklarını yayınlamıştır.

“- Önsöz

– Türkiye’nin Dini Haritası

– Dini Oluşumlarda Görülen Bazı Aşırı Özellikler

– Kur’an İslamı

Abdülaziz Bayındır; Ercümend Özkan ve İktibas Dergisi; Haksöz/Özgür-Der; Mehmet Okuyan; Mustafa İslamoğlu

– Selefi Söylem

Abdullah Yolcu; Alparslan Kuytul (Furkan Vakfı); Feyzullah Birışık; Halis Bayancuk (Ebu Hanzala); Kul Sadi Yüksel; Mehmet Balcıoğlu (Ebu Said Yarpuzî); Mehmet Emin Akın

– Mehdici ve Mesiyanik Söylem

Adnan Oktar; Ahmet Hulusi; İskender Evrenosoğlu

– Gelenekçi

İhsan Şenocak; Nurettin Yıldız; Şahımerdan Sarı (Vasat Grubu)

– Dini ve Siyasi Teşekküller

Davet ve Kardeşlik Vakfı; Hizbu’t Tahrir; Mustazaflar Hareketi (Hizbullah)

– Risale-i Nur Grupları

Kırkıncılar Grubu (Mehmet Kırkıncı); Med-Zehra Grubu (M. Sıddık Şeyhanzade; Okuyucular Grubu (Zübeyir Gündüzalp); Tahşiyeciler Grubu (Muhammed Doğan); Yazıcılar Grubu (Hüsrev Altınbaşak); Yeni Asya Grubu (Mehmet Kutlular); Zehra Grubu (İzzettin Yıldırım)

– Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar (Tarikatlar)

– Nakşibendiler

Erenköy Cemaati; Hazneviler Grubu; Işıkçılar Cemaati; İskenderpaşa Cemaati; İsmail Hakkı Toprak Grubu / Somuncu Baba / Darende Cemaati; İsmailağa Cemaati; Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet); Menzil/Semerkand Cemaati; Norşîn Dergâhı; Ömer Öngüt (Hakikat Grubu); Süleyman Hilmi Tunahan Cemaati; Şeyh Seyda El Cezerî Cemaati; Yahyalı Cemaati

– Halvetiler

Halvetiyye Tarikatı (Uşşakıyye ve Cerrahiyye Kolları)

– Rifailer

Kenan Rifai ve Kubbealtı Vakfı

– Kadiriler

Haydar Baş

– Diğerleri

Nurettin Şirin; Recep İhsan Eliaçık:

– Sonuç”

Raporun başlıkları da bunlar.

Öyle anlaşılıyor ki, Saray Rejimi, tüm bu tarikat, cemaat ve gruplara şekil vermeye, ayar vermeye hazırlanıyor. Zaten, bazı gruplardan da rapora itirazlar yükselmeye başlamış bile.

Saray Rejimi, artık yolun sonuna yaklaşmaktadır. Saray Rejimi, ömrünü sürdürmek için, bir yandan daha fazla şiddete, daha fazla baskıya başvuruyor. Kürtler ve işçi sınıfı söz konusu oldu mu, toplumsal muhalefet söz konusu oldu mu, egemen sınıfın tüm çeteleri, Saray Rejimi ile birlikte azgınca saldırmaktadır.

Öte yandan ise, bir yandan tarikatların devlet çarkı içinde süren çeteleşme ile atbaşı olarak devlet içinde örgütlenmesi gelişiyor. Diğer yandan ise, tarikatlar kendi içlerinde çeteler hâline dönüşüyor. Para ve güç ilişkileri içinde devlete sızmak, günlük hayatlarında çeteler şeklinde organizasyonun da temeli oluyor. Saray, artık, tüm bu tarikatlara kendi cephesinden bir ayar vermeye yöneliyor. Bunu MİT veya MGK eli ile değil de Diyanet İşleri eli ile yapmayı uygun görüyorlar.

Diyanet İşleri Başkanlığına sahip bir devlet, elbette ki laik bir devlet olamaz. Dini, insan ile yaratan arasında bir ilişki olarak tarif etmek yerine, onu siyasal örgütlenmenin bir alanı hâline getirmek demektir bu.

Saray Rejimi, bir yandan, ülkede İslamlaştırma politikalarını eğitimde ve günlük hayatta öne çıkartırken, bu yolla daha rahat bir yönetme olanağı yaratmayı amaçlarken, diğer yandan da, tüm tarikatları bir “resmî” çatı altında organize etmek istiyor.

Tarikatların devlete girmesi, devletin tarikatları yönetme isteği, birbirinin içine girmiş girift ilişki ağlarını da oluşturmaktadır.

Çözülmekte olan Saray Rejimi, dini yıllardır azgınca kullandıkça, dinî çevreler içinde de arayış gelişmeye başlıyor. Çözülme, “resmî” din anlayışının da sorgulanmasını beraberinde getiriyor. Anti-kapitalist, sosyalist yönelimli Müslümanların gelişimi, daha bugünden, Saray Rejimi ve arkasındaki tüm güçleri rahatsız etmiş durumdadır. Müslümanlığı, çeteleşme ile birleştiren, müteahhitlikle iç içe sokan, rant avcılığını İslam kurallarının bir parçası hâline getiren, rüşvet ve yağmayı fetvalarla aklamaya çalışan Saray İslamı, olası “resmî din” ve resmî tarikat dışı oluşumları engellemek istiyor.

Sınıf savaşımının üstünü örtmek için, dini azgınca kullanıyor. Kul hakkı yemeyi, muktedirliklerinin doğal hakkı ve allahın emri imiş gibi göstermeye çalışıyor.

Egemenlik, kendi kalıplarına oturuyor. Adına İslam ya da adına reform ya da adına demokrasi gibi sözcükler eklemesi durumu değiştirmiyor. Egemenler dini kullanmadan yönetemezler.

Kapitalist sistemin gerekleri, İslam’a pazar ekonomisi çerçevesinde format atma eğilimlerini de getiriyor. Aşağılama ve sömürüye dayanan kapitalist egemenlik, ezilenler için dinin azgınca kullanımını koşulluyor.

Bugün egemenler, artık yönetemez durumdadırlar.

Biz, işçi ve emekçiler, biz devrimci sosyalistler aynı yerdeyiz

Direniş güzelleştirir, örgüt özgürleştirir.

Ve bir kere daha söylüyoruz: Mazluma dini sorulmaz. Dinî inancı, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun, tüm işçi ve emekçiler için tek kurtuluş yolu vardır, sosyalist devrim.

Egemenlerin elinde din, yönetme aracıdır. Kullanılır, azgınca, bugünkü gibi ya da daha örtülü şekilde. Ama kullanılır. İşçi ve emekçiler için, inancı ne olursa olsun, tek çıkış yolu vardır, direnmek ve örgütlenmek. Devrim, sosyalizm, sadece Anadolu’nun kurtuluş yolu değildir, insanlığın da tek kurtuluş yoludur. İnsanın insan tarafından sömürüsüne son vermeden, ezenleri alaşağı etmeden, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermeden, insanlık adına bir çıkış yolu yoktur.