Ana Sayfa Blog Sayfa 126

Sokaklar Bizimdir!

5 Şubat’da Milli eğitim bakanlığı ve Ensar vakfı arasında imzalanan protokolü reddettiğimizi, okullarımızda 45 çocuğa cinsel istismarda bulunan Ensar vakfına geçit vermeyeceğimizi haykırmak için liseli gençlik örgütleri olarak Kadıköy’de eylem düzenlemiş 7 liseli devrimci işkence ile gözaltına alınmıştı. Kadıköy’de polis Haziran ayından beridir liseli devrimcilere saldırmakta, gözaltına almakta, işkence etmektedir. Açıkça bilinmelidir ki devletin hiçbir baskı mekanizması bizleri özgürlüğü savunmaktan; onu elde etmek için mücadeleden ve dayanışmadan alıkoyamayacaktır. Biz liseli devrimciler yarış halindeki sınavlardan, staj sömürülerine, geleceğimizi onların belirlemesine izin vermeyeceğimizi onların düzenine uygun kafalar olamayacağımızı haykırmak için sokakta olmaya devam edeceğiz. Buradan bir kez daha haykırıyoruz. Hiçbir güç sokakları bizlere engelleyemez. Hiçbir önlem, baskı onları kaçınılmaz akıbetinden kurtaramaz. Tüm bu saldırılar devrimcileri yıldıramamıştır, bundan sonra da yıldıramayacaktır.

Tüm liselilere çağrımızdır:

Gelin sokağın hakkını beraber verelim. Sokakları, barikatları dolduralım. Sesimiz çıkabildiği kadar gür çıksın. Bizler mücadele etmezsek kimse bize haklarımızı vermeyecektir. Katledilen yıllarımızın, mahvedilen geleceğimizin öfkesiyle kuşatalım sokakları. Liseli devrimciler olarak düşüncelerimizi eyleme geçirmeye devam edeceğiz. Haksızlıklara, baskılara karşı ses çıkaracak, ezilenlerin sömürülenlerin yanında olacağız. Örgütleneceğiz. Düşlerimiz için dövüşeceğiz. Sokakta olmaya devam edeceğiz!

Liseler Bizimdir Bizimle Özgürleşecek!

-Dev-Lis
-Liseli Genç Umut
-Özgür Lise
-Liseli Öğrenci Birliği

Erdoğan’ın ODTÜ ziyareti için açıklamamız

Geçtiğimiz günlerde Erdoğan, atanmış rektör Verşan Kök’ün davetiyle ODTÜ’ye bir ziyaret gerçekleşirdi. Bu ziyaret öyle bir ziyaret ki akademik takvim değiştirildi, kantinler polis ile durduruldu, pankart açmak isteyen 4 SGDF’li öğrenci darp edilerek gözaltına alındı, konuşmanın yapılacağı Kongre ve Kültür Merkezi’nin yakınında durmak bile yasaklandı. Anımsayacaksınız ki aynı Kongre ve Kültür Merkezi, 13. Aykut Kence Evrim Konferansı için tadilat gerekçe gösterilerek öğrencilere verilmemişti.

Evet, bütün karaları, polisleri hatta tadilatları hepsi bizlere karşıdır. Hepsi korkularının dışa vurumunu ifade etmektedir. Verşan Kök korkmaktadır çünkü ODTÜ’nün rektörü değildir ve ODTÜ tarihinde kara bir leke olarak kalacaktır. Erdoğan ise bizzat bu tarihin kendisinden korkmaktadır.

Konuşmasında ODTÜ’nün kuruluş amacıyla kendi politikalarının amacının aynı olduğundan bahsetmiştir. Doğrudur, ikisinin amacı da emperyalistlerin çıkarlarına hizmet etmektedir. Ancak ODTÜ’nün bir de tarihi vardır. Bu tarih devrimci öğrencilerin tarihidir, korkularının yegane sebebidir. Komer’in yanan arabası, “Kötüler direnişe çağırıyor”, “ODTÜ ayakta”, orantısız zeka eylemleri hala akıllarındadır. Erdoğan’ın 2012’deki ziyareti ve karşılaştığı direniş hala aklındadır. Nitekim biz de bunları unutmuş değiliz.

Bekleyin, fırtına yine yakındır ve bu fırtınayı biz ilmek ilmek örmekteyiz. Tüm öğrencilere çağrımızdır: Gelin atanmış rektörlere, saray rejimine karşı üniversiteler bizimdir bizimle özgürleşecek şiarıyla devrimcilerin saflarında örgütlenin.

Selam olsun direnen ODTÜ öğrencilerine!

Selam olsun fırtınayı ören tüm devrimci öğrencilere!

Çeteleşme, Saray Rejimi ve işçi sınıfı

Saray Rejimi diyoruz ve demekte ısrarlıyız. Saray Rejimi, bizim günümüz burjuva demokrasisi ya da burjuva devleti dediğimiz, faşizmin tüm dişlilerini içermiş olan Tekelci Polis Devleti’nin (daha geniş bir okuma için, Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi), özgün hâlidir. Saray Rejimi “ayrı bir devlet” değildir. Burjuva devletin, Tekelci Polis Devleti’nin, bugünkü Türkiye koşullarında aldığı şekildir.

İzninizle biraz çerçeveyi genişletelim ve sonra bu noktaya yeniden dönelim.

Bugün, bölgemizde odaklanan, ama gerçekte tüm dünyada süren bir emperyalist paylaşım savaşımı vardır. Bu paylaşım savaşımının 5 ana aktörü, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya’dır. Bu beş büyük emperyalist güç dışında İtalya, Kanada vb. gibi güçlerin de yer aldığı daha geniş bir halka vardır. Ama bunlar, bu beş ana emperyalist güçten biri veya ötekisi ile birlikte hareket etmektedir.

Demek ki diyoruz ki, Rusya ve Çin, bu emperyalist güçlerden birileri değildir. Rusya ve Çin büyük güçlerdir ama emperyalist olarak tanımlanmaktan uzaktırlar.

ABD, bu dünya savaşımının ana itici gücüdür.

Konumu, Soğuk Savaş döneminden geliyor. II. Dünya Savaşı’nın yenilmiş güçlerinden Japonya ve Almanya başta olmak üzere, diğer emperyalist güçler üzerinde de, “komünizme karşı ortak mücadele” bayrağı altında “kontrol” mekanizmaları elde etmişti. ABD, bu gücünü kullanmakta heveslidir.

  • SSCB dağıldığında, ABD hemen dünya imparatorluğunu ilan etti. Kissinger, hiç utanmadan, pervasızca ve meydan okur tarzda “ABD’nin dış politikaya ihtiyacı var mı” diye sormakta idi. Bu vurgu, ABD’nin dünyanın tek egemen gücü olarak, dünyanın diğer tüm ülkelerini kendi müdahale alanı olarak, içişleri olarak görmek istediğinin göstergesiydi. Hiç utanmadan, Negri, bu politikaya “tek egemen güç gerçek barışı garanti eder” diye destek çıkmakta idi.

Hemen not etmeliyiz. Önceden de Negri üzerine yazdık. Ama not daha geniş; ihanetçi solcular, SSCB yıkıldıktan sonra “liberal demokrat”, “savaşçı barışsever” oldular. İşçi sınıfı bu tipleri Türkiye topraklarında da tanıdı, savaş sıcaklaştıkça daha da tanıyacak.

  • ABD’nin tek egemen imparator devlet hayali çabuk son buldu. Ve ardından ABD, Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’yı kendine karşı hareket edemez kılmak için, NATO’nun varlığının devamını istedi.

İlk aşamada bu, tüm “Batı değerlerini” tehdit eden bir düşman yaratmaya vardı. El Kaide, bunun için sahne aldı. Komünizme karşı beslenen, yeşil kuşak projesinin ürünü olan İslamî hareketler, CIA denetiminde sahne aldı. İslam adı altında, bir yandan İslam’ı paralize ettiler, diğer yandan ise Batı için bir yeni tehdit sahnelediler. Ama bu durum da uzun sürmedi.

Afganistan, Irak işgalleri, istenilen sonuçları vermeyince, bir adım geri atma dönemi geldi. Bu süre zarfında ise, Japonya ve Almanya, “özgürlüklerini satın alacak” hamleler yaptılar. ABD dışındaki emperyalist güçler, kendi konumlarını güçlendirecek adımlar attılar. Yine de güçleri, askerî açıdan henüz ABD’ye yetecek durumda değildi.

2008 krizi, ABD’yi biraz daha düşünmeye itmiş olmalıdır. Hem daha saldırgan olmalı, hem de içeriyi sağlama almalıydılar.

ABD, bazı emperyalist “ortak”larına Libya örneğindeki gibi bazı ayrıcalıklar, pastadan paylar vererek, bir “ortak”lık sürdürme yolu aradı. Ama bu da yeterli olmadı.

Ve sonrasında ABD, Rusya ve Çin’i açık düşman ilan etti. Böylece, hem eski anti-komünist ittifakın alışkanlıkları ve geleneklerini devreye sokmaya başladı, hem de esas olarak bu beş emperyalist güç arasındaki savaşı, kendisi ve Rusya-Çin ittifakına karşı bir savaş hâline getirmeye çalıştı. Hâlâ da bunu yapmaya çalışmaktadır.

Suriye savaşı, bu yolda ilerlemek için, Rusya’nın tehditlere boyun eğip eğmeyeceğinin testi olmuştur. Ve Rusya, Çin, bu tehditlere boyun eğmeyeceklerini ilan etmiştir.

ABD, Rusya ve Çin’i yalnızlaştırmak ve diğer Batılı eski ittifaklarını yanına çekmek için, birçok operasyon sahneye koydu. Kore krizi ısıtıldı, Ukrayna krizi yaratıldı, Japonya ile Çin arasında gerginlik beslendi, Japonya ve Rusya arasında gerginlik için son aylarda düğmeye basıldı.

Tüm bunlar, bazı sonuçlar da verdi. Mesela Ukrayna krizi, Rusya ve Almanya arasında, hatta Fransa arasında gerilimi artırdı. Aynı biçimde Suriye savaşında Fransa’nın daha aktif rol alması için özel alanlar açıldı. Çin ile çatışma süreci, Japonya ile ABD arasında daha sıcak ilişkiler oluşturdu vb.

Böylece bugün, savaş, Rusya ve Çin ile tüm diğer beş büyük güç arasında imiş gibi bir izlenim ortaya konulmaktadır. Oysa bu doğru bir algı değildir.

Evet ABD, Rusya ve Çin’e karşı açık bir saldırganlık içindedir. Ama aynı zamanda Almanya, Fransa ve Japonya ile keskin bir paylaşım savaşımının da içindedir.

Bu paylaşım savaşımı, ülkemizde de yansımasını bulmaktadır.

Türkiye, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, NATO’ya bağlı bir üs olarak kullanıldı. Türkiye, siyasal olarak ABD’nin uzantısı, onun sömürgesi, ekonomik olarak ise AB’ye bağlı, onların sömürgesi durumunda idi. Bu açıdan biz, bu dönemi, “ortaklaşa sömürge” olma durumu olarak ifade ediyoruz.

Bu paylaşım savaşımı, ABD ve AB arasında, Türkiye’nin kimin elinde kalacağı ya da nasıl paylaşılacağı sorusunu da masaya getirmiştir. Soru en genel hâli ile şöyledir: Siyasal alana sahip olan güç ABD, NATO’yu vb. de kullanarak, sermaye transferi gerçekleştirerek, AB’nin ekonomik gücünü kırıp, Türkiye’yi tam olarak kendine bağlayabilecek mi? Çünkü, eğer iş zamana ve kendiliğindenliğe kalırsa ekonomik alanı elinde tutan AB, daha çok da Almanya, siyasal gücü kendine tabi kılacaktır.

Şimdi, bu ana çatışma, belki de Türkiye’nin daha farklı tarzda paylaşımını da gündeme getirebilir. Mesela kimsenin kimseye gücü yetmezse, bir anlaşma olarak, mesela İstanbul nasıl paylaşılabilir gibi. Bunu anlamak için, Kanal İstanbul projesinin ortaya atıldığı tarihe bakmak gerekir. Bu bakış açısına sahip iseniz, belki, neden bu denli inşaat ve enerji yatırımının yapıldığını, belki neden dünyada en büyük ihaleleri alan 10 şirketten 5’inin Türkiye’de olduğunu anlayabilirsiniz. Bu, sermaye transferidir. ABD’nin saldırgan tutumunu burada daha net görebilirsiniz. Ve yine bunu anlarsak, Almanya’nın neden Türkiye’de döviz kurunun yükselmesine karşı çıktığını anlayabilirsiniz. Ve yine bu durumu anlarsanız, 24 Haziran seçimlerinin sandıktan çıkmadığını, NATO operasyonu olarak “uzlaşma” ile gerçekleştirildiğini anlayabiliriz.

Uzattık ama, konumuza bağlıyız, işte bu durum, Saray Rejimi dediğimiz yapılanmanın arka planından biridir.

TC devleti, bu paylaşım savaşına bağlı olarak, ABD tarafından açık ve net olarak bir tetikçi olarak kullanılmaktadır. Suriye’de yapılan budur. Buna ikinci neden diyelim. Arka plandaki ikinci etken, Türkiye’nin Ortadoğu’da kullanılması isteğidir. Bir tetikçi olarak Türkiye, ABD tarafından kullanılmak istenmektedir ve buna uygun bir rejim gereklidir. Öyle parlamentosu, yargısı vb. ayrı ayrı işleyen bir sistem uygun değildir. Tezkere krizlerine takılmak istemeyen ABD, “bir çeşit başkanlık” sistemi devreye sokmuştur. Saray Rejimi’nin arka planındaki gerçeklerden biri de budur.

Ve üçüncüsü, Kürt meselesidir. TC devleti, tüm bunları, normal şartlarda yapmıyor. Bir yandan emperyalist güçler arasında çekişme sürerken, diğer yandan da Kürtlere karşı bir savaş içindedir. Bu konuda TC devleti, ABD ile birlikte hareket etmektedir. En son Suriye süreci, çekilme vb. tartışmaları, PKK yöneticilerine ilişkin tutumlar, Barzanici güçlerin organizasyonu vb. bunun kanıtıdır.

Dördüncüsü, içeride Gezi ile ortaya çıkan direniştir. Gezi Direnişi, 12 Eylül duvarlarının dağılması demektir ve bu durum egemen sınıfların tümünü çok ama çok korkutmuştur. Erdoğan’ın kimyasını değiştirmiştir. Bu durum, Kürt direnişi ile birleşirse olabilecek olanlardan korktukları için, açık olarak Kürt halkına dönük katliam politikalarını, Türkiye’nin diğer bölümlerinde, Anadolu’nun genelinde devlet terörünü egemen kılarak taşıdılar.

İşte Saray Rejimi’nin oluşum sürecini belirleyen etkenler bunlardır.

Bu sürecin tümü, devlet içinde parçalı yönetim ortaya çıkarmıştır.

Bu parçalı yönetim, bugün, tam bir çeteleşmeye dönüşmüştür. Hem de ne çeteler. Her çete, bir yandan ticaretle uğraşmakta, büyük ölçüde rantın paylaşımından pay almakta, hem bir parça mafyalaşmakta, hem de devlet içinde çöreklenmektedir. Erdoğan çetesi de var, Soylu çetesi de. Ağar çetesi mi istersiniz, Bahçeli çetesi mi, Perinçek çetesi mi istersiniz, askerî çeteler mi istersiniz, hepsi bir aradadır. İslamî hareket içindeki her tarikat, hem bu çetelerin uzantısıdır, hem de kendileri birer çetedir. İslamî çeteler-tarikatlar, birbirine karışmıştır. Hem ranttan, yağmadan pay almaktadırlar, hem de silâhlı birlikleri oluşmaktadır.

Saymaya gerek var mı bilemiyoruz. Bu çeteler artık açıktadır. Sağlık bakanlığında bir çete, hazinede başka bir çete. Hemen her bakanlıkta çetelerin de savaşı vardır. Her inşaat şirketi birer çetedir. Limak bir çetedir, Cengiz bir çetedir, Kolin bir çetedir, MNG bir çetedir, IC holding bir çetedir, Astaldi bir çetedir, Kalyon bir çetedir, Özaltın bir çetedir. Bu en çok ihale alan çete-şirketler, aynı zamanda silâhlı çetelerdir, aynı zamanda devletin silâhlı birimlerinde de uzantıları vardır

İslamî gruplar içinde de bu geçerlidir. Hemen her tarikat, belki birkaçı hariç, tıpkı Gülen gibi, birer çetedir. Menzil tarikatı bir çetedir, Cüppeli tarikatı bir çetedir, İsmailağa tarikatı bir çetedir vb. Ve bu çeteler, her birinin silâhlı grupları olduğu gibi, devlet içinde, ordu ve poliste uzantılara sahiptir.

AK Parti, birden fazla çeteden oluşmaktadır. MHP, BBP, Perinçek Partisi vb. içlerinde farklı çeteleri de barındıran çetelerdir.

Ve elbette, paylaşım savaşımının ana aktörleri, doğrudan veya dolaylı yollarla, bu çetelerin içindedir.

Böylece tüm devlet çarkı, bu çeteler tarafından paylaşılmaktadır. Bu çetelerin kendi aralarında kavgalar, daha çok rant ve güç paylaşımına bağlı olarak çıkmakta, belli dönemlerde ise koalisyon yapmaktadırlar. Mesela Kürt meselesi denildi mi hepsi birleşmektedir, mesela Gezi denildi mi hepsi birleşmektedir. Bu çeteler, 24 Haziran seçimlerinde de arkada NATO emri ile birleşmişlerdir.

Şimdi, bu çeteler, camilerde, 8500 camide, 10’ar kişilik silâhlı gruplar oluşturulması emri ile yeniden yapılanmaktadır. Bu emir, diyanet içinde egemen olan çetelerin işine gelmektedir. Zira diyanet içindeki çetelerin gücü artacaktır.

SADAT tarzı daha profesyonel çeteler, doğrudan bu diyanete bağlı camiler aracılığı ile daha detaylı bir örgütlenme yaratma peşinde olacaktır.

Peki ordu ve polis, yargı vb. ne olacak, diye sorarsanız, elbette onlar da birden fazla çetenin denetimi altındadır.

Yerel seçim sürecinde mesela Soylu çetelerinin seçmen değiştirme, silme, kaydırma operasyonlarını, yarın katliam politikalarının temeli olarak düşünmek gerekir. Konu seçim olunca Erdoğan ve Soylu çeteleri bir arada davranmaktadır ama mesele sadece seçim değildir.

Bu çeteler basında da vardır. Saray medyası denilmesi bu nedenle önemlidir, çünkü bu, Saray Rejimi’dir.

Saray medyası, tek bir bütün gibi görünmektedir, ama bu yanıltıcıdır. Gerçekte orada da birçok çete vardır. Nasıl ki, İslamî hareket içindeki çeteleşme ortaya çıkmaya başlamıştır, rant ve güç kavgası herkesi öne çıkmaya itmekte ise, basında da bu gerçekleşecektir. Çok uzun sürmeyeceği açıktır.

İşte bu noktada CHP milletvekili Özgür Özel’in açıklamalarına bakmalıyız. Özgür Özel, Gazete Duvar’a verdiği röportajda, devleti gerçekte ne Bahçeli’nin, ne Erdoğan’ın yönetmediğini, arkada başka güçler olduğunu söylemektedir. Tıpkı Ecevit gibi, 1974 yılında kontr-gerillayı öğrendiğinde Gladio’yu öğrendiğinde verdiği tepkilere benzer tepkiler veriyor. Önce öğrendiği isimleri deklere etmesi gerekir. Özgür Bey, ne biliyorsa açıklaması gerekir.

Zaten ortaya çıkmış olan bir gerçeği, bir CHP milletvekilinin de görmüş olması iyiye işarettir. Demek görme yetenekleri körelmemiş.

Özgür Özel anlamalıdır ki, AK Parti nasıl bitti ise, artık bir parti değil ise, MHP nasıl artık bir parti değil ise, CHP de bir parti olmaktan çıkmıştır. Artık öyle bir parti yoktur. CHP’nin İnce-Erdoğan seçiminde Erdoğan yararına kitlelere attığı kazık, unutulacak cinsten değildir. İnce Erdoğan’ın adamı olmaya hak kazanmıştır. Öyle anlaşılıyor, “devleti yönetenler” şimdi de İmamoğlu’na, Erdoğan’a git demişlerdir.

CHP bu politikaları ile tüm emirleri yerine getirdikten sonra, bir varlığı da kalmayacak. Bu durumda CHP tabanı sola yönelecektir. Özgür Özel, o günlerde CHP tabanını tutabilmek için devreye sokulmak için hazırlanmaktadır. Oysa biz Özgür Bey’e gerçek bir çözüm sunabiliriz, buyurun bildiklerinizi açıkça ortaya koyun. Kılıçdaroğlu, İnce acaba bu “devleti yönetenlerden” nasıl emirler almışlardır? CHP içinde bunların uzantıları kimdir? Bunları açıklayın ve belki o zaman gelecek sol dalga sizi de sürüp götürmez. Samimi hiçbir insanın, CHP’de duracağı bir dakika kalmamıştır.

Tam da burası yeridir.

Çetelere dayalı bu sistem, Saray Rejimi, korku ile ayakta durmaktadır. Korkusunu halka bulaştırmak istemektedir. Ne kadar korkuyorlarsa, halka karşı o kadar saldırgan davranıyorlar. Tüm Saray, korkunun gölgeleri ile dolmuştur. Saray’ın her odasında korku egemendir. Erdoğan hangi odada toplanırsa toplansın, korkusunu azaltacak bir iksir bulamamaktadır. Her geçen gün bu korku büyümektedir. Bu nedenle, hem büyük bir karanlık örmektedirler, hem de büyük bir kinle saldırmaktadırlar. Karanlık ve devlet terörü, Saray Rejimi’nin ana dayanaklarıdır.

Biz, tüm Türkiye’yi, tüm Ortadoğu’yu kurtaracak, tüm bu savaş, baskı, karanlık, rant ve yağma dönemini kapatacak, güneşli günleri müjdeleyecek şeyin bir sosyalist devrim olduğunu görüyoruz. Kürt halkının mücadelesi, direnişi, bir örnektir. İşçi sınıfı, tüm emekçiler, ayaklarının üzerine doğrulacaktır, karanlığı yırtacak, korku duvarlarını parçalayacak ve güneşe uzanmak üzere yürüyecektir.

Ülkenin, tüm toplumun, tüm bölgenin tek ve gerçek kurtarıcısı işçi sınıfı ve emekçilerin ellerinde yükselecek olan bir sosyalist devrimdir.

Ülkenin tüm namuslu insanları bu devrim mücadelesine destek vermeli, devrimci saflarda kendilerini örgütlemelidir. Dışarıdan, başka yerden bir kurtarıcı gelmeyecektir. Devrim, devrimcilerin öncülüğünde, işçi sınıfının öncülüğünde hayata geçecektir.

İşte o zaman, halklar arasında kardeşlik başlayacaktır. İşte o zaman bölgemizden tüm emperyalist güçlerin sökülüp atılması sağlanacak ve gerçekten barış dönemi açılacaktır. İşte o zaman insanın insana kulluğu, sömürü ve aşağılanma, ırk ayrımcılığı, cinsiyet ayrımcılığı, dinin azgınca kullanımı son bulacaktır. Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya için, Anadolu’da, güneş ülkesinde yeni bir hayat kurulacaktır.

Bunu yapacak güç, işçi sınıfı ve emekçi halkta vardır.

Bölgemizin tüm direnen halklarına, direnen işçilere, gelişen özgürlük ve sosyalizm arayışına selâm olsun!

Kriz, çürüme ve direniş!

Çürümek, canlılara dair bir şey. Yaşamın son bulması, organizmanın tekrar doğaya karışıp, yeni bir başlangıç yapması için de zorunlu. Bazen de daha canlı hayat sürerken çürüme başlar, ki bu en kötüsü olsa gerek. Çürüyen organizma, kokuşur, dayanılmaz. İnsanoğlu, mezar kazmayı buradan öğreniyor. Bulaşıcıdır çürüme. Bir çürük patates, bir depo dolusu patatesi çürütebilir örneğin.

Toplumlar da çürüyor. Dinî kitaplar, çürüyen toplumlara ‘tanrı katından’ gönderilen felaketlerle dolu. En meşhuru Nuh Tufanı olsa gerek. Tanrı bile, çürümeye karşı sil baştan yapmayı deniyor.

İnsanı insan yapan şey, toplumsal niteliğidir. Bundan soyutlayınca ortaya bugünkü gibi ucube bir varlık çıkıyor. Bizim bir tufana falan ihtiyacımız yok, zaten içinde yaşadığımız dönem ve sistem, insanoğlunun en büyük cezası. Buradan çıkış insanın kurtuluşu olacaktır.

Emperyalist merkezlerin, sistemin devamı için kurduğu mekanizmaları, sızdığı kadarıyla biliyoruz. Mesela, Baykuş İmparatorluğu en bilineni. Seks köleleri, üç kuruş için her haltı yiyebilecek insanların yaratılmış olması vb. Uzağa gitmeye gerek var mı? IŞİD nedir ki?

Ama yine de en vahimi, tek tek bireyler yoluyla tüm toplumun kirletilmesi. Son günlerde yaşanan birkaç olay çok tartışıldı, daha da sürer. Palu ailesi, kendine özgü, münferit bir olay olarak ele alınacak gibi değil. Herkes şaşırıp dehşete düşmüş gibi yapıyor. Ensar Vakfı’nda ayyuka çıkan çocuk tacizi vakaları benzer vakıflarda, her türlü yurtta, okullarda, işyerlerinde sürekli olarak yaşanıyor. Bu olayı izlenir kılan, canlı yayında bir ailenin bu biçimde ortaya saçılması. Yoksa; diyanetin, din adamı kılıklı bezirgânların fetvaları ne kadar farklı bir şey öneriyor ki?

Özel mülkiyet, en büyük hırsızlıktır. Bu hırsızlığın koruyucusu olan devletler, tüm kurumlarıyla çürümenin merkezidir. İtibar aracı Saray mesela. Biat etmenin merkezidir. Saray’a çıkan iflah olmuş değil, muhtarından sanatçısına. Her gün oradan pompalanan, medyadan yayılan, din adamlarınca tütsülenen onlarca şeye maruz kalıyor toplum. İş cinayetine karşı tedbir almayı Allah’a karşı gelmek sayıyor, ama kendi zırhlı araç kullanıyor. ‘Kul’a şükür vaaz ediyor ama dünyanın en zengin adamları arasına giriyor. Müslüman gibi gözüküyor, ama bütün büyük günahları işliyor. Katliam, hırsızlık, iftira, yalan, dedikodu, her şey var. Fazlasıyla var. Ama başı secdeye değince her şey bitiyor. Biraz şekil yetiyor. Tövbe ediyorsun açılıyor bembeyaz bir sayfa. Yeni gün hayırlı olsun. İşte, çürüme böyle pompalanıyor tüm topluma. Sonunda toplum, ‘o saatte dışarda ne işi var’, ‘anne çocuğunu nasıl bırakır’, gitsin çalışsın’, ‘bal tutan parmağını yalar’, ‘çalıyor ama çalışıyor’ diyen, tuhaf bir mahluk hâline geliyor.

İşçi sınıfı, üreten, varlığı başka bir sınıfın sömürülmesine dayanmayan yegâne sınıftır. Bugün işçi üretici karakterinden koparılıp tüketici hâline getiriliyor. Bahsettiğimiz çürüme, toplumun yüzde 80’ini oluşturan işçi sınıfını da içine alıyor. Kolektif üretim yaptığının farkında olmayan, her koyun kendi bacağından asılır misali, gemisini kurtaran kaptan misali bireysel kurtuluş çare olmuyor, tersine, çürümeyi derinleştiriyor. Her fırsatta ‘direniş güzelleştirir’ diyoruz. Flormar’da, Cargill’de, market işçilerinde, Taş Yapı, TOKİ işçilerinde ve daha birçok yerde bunu görüyoruz. Düne kadar birbirine yabancı olan işçiler örgütlülük ve direnişle birbirinin ve kendinin farkına varıyor. Direnen arkadaşlarını yalnız bırakan, ‘aman işten atılmayayım’ diye daha çok işe sarılan, arkadaşlarına selâm vermekten çekinen, ‘dur bakalım ne olacak bekleyelim’ diyen işçi, yaşam karşısında çürümeyi tercih ediyor. İZBAN grevi yasaklanana kadar, işçilerin direnişine, rahatı bozulduğu için düşmanca yaklaşan işçiler gördük. Ama İZBAN işçisi de artık eski işçi değildir. Kendi kardeşinin direnişine patron, devlet ağzıyla yaklaşan işçi, çürümenin işçi sınıfı içinde aldığı yolu gösteriyor.

Biliyoruz ki, seyreden çürür. Örgüt, bu yüzden özgürlük, bu yüzden kurtuluşun kapısıdır.

Bu yüzden bu pisliği devrim temizler, bu devrimi sadece ve sadece işçi sınıfı yapar. Üreten ve yaratan olduğu için.

Yardım kuruluşu Oxfam’ın yaptığı çalışmaya göre, 26 zengin, yeryüzünde 3,8 milyar kişinin gelirine denk bir gelire sahip. Bu, çürümenin bizatihi kendisidir.

Ekonomik kriz; onlar ve biz

Geçtiğimiz yazın sonlarına doğru patlayan kriz derinleşerek sürüyor. Erdoğan ve damadı gördükleri her kameraya, çıktıkları her kürsüye ekonominin ne kadar iyiye gittiğini anlatıyorlar. Avuçları patlarcasına alkışlayanların bile inandığı şüpheli. Hiçbir şey bilmesek bile rakamların yalan söylemediğini biliyoruz.

Aralık ayında yapılan asgarî ücret görüşmeleri, yüzde 26 zam ile sonuçlandı. AGİ içinde asgarî ücret 2.020 TL oldu. Birleşik Metal İş Sendikası’nın araştırmasına göre, Aralık 2018 itibariyle 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.950, yoksulluk sınırı ise 6.745 TL’ye yükseldi. Bu hâliyle asgarî ücret daha işçinin eline geçmeden açlık sınırının altına düşmüş oluyor. Yüzde 26, psikolojik bir rakam gibi gözüküyor. Erdoğan kendi maaşını bu oranda artırmıştı. Son dönemde gerçekleşen TİS’lerin önemli bir bölümü bu civarda zamlarla bitti. Saray tarafından yasaklanan İZBAN grevi de Yüksek Hakem Kurulu’nda yüzde 26 ile bağlandı. Yine İzmir Metrosunda ‘psikolojik’ olarak yasaklanan grevde yüzde 26 ile bağlandı.

2018 sonunda açıklanan enflasyon yüzde 20,3 oldu. Yıllık enflasyon, memur ve emeklilerin maaş farklarının açıklamasında önem arz ediyor. Yılın son iki ayında, usta işi dokunuşlarla bir ‘düşüş’ sağlandı. Enflasyon sıralamasında dünyada 10. olan Türkiye, gıda enflasyonunda ise 5. oldu. İşçileri en çok ilgilendiren üç kalemde enflasyon, açıklananın üzerinde seyretti: Gıdada yüzde 25, konutta yüzde 24 ve ev eşyasında yüzde 32.

Açıklanan asgarî ücret, 2019’un dokuzuncu ayından itibaren bir üst vergi dilimine girecek ve işçinin eline geçen miktar düşecek.

Bu arada 2018’de çalışanlardan kesilen vergi 83,3 milyar TL olurken, şirketlerin ödediği vergi ise 78,6 milyar TL oldu.

Ekonomik krize çare olarak açıklanan YEP, kamu harcamalarında tasarruf öngörüyordu. Basında çıkan haberlere göre, bazı büyük hastaneler ödenek yokluğundan acil durumlar dışında ameliyat yapmıyor. Hasta yakınları, sarf malzemelerini sağlamak zorunda kalıyor. Buna karşılık, 2019 bütçesinde Cumhurbaşkanlığı bütçesi önceki yıla göre yüzde 233, diyanetin bütçesi ise yüzde 34 artırıldı. Cumhurbaşkanlığı’na 350 yeni araç alındı. Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar adı altında dağıtılacak miktar 12,5 milyon TL oldu. 31 Mart seçimlerine kadar kullanılmak üzere kiralanacak hizmet araçları için Cumhurbaşkanlığı tarafından açılan ihale, yüksek teklif nedeniyle iptal edildi. Ardından aciliyet gerekçesiyle yenilenen ihale kapalı usulle düzenlendi ve Saray’a yakınlığıyla bilinen Akmercanlar Grubu ihaleyi aldı.

Maaşını alamayan, işsizlikten bunalan işçiler canına kıyarken, ülkede bir gelecek göremeyen ciddi sayıda nitelikli genç yurtdışına çıkarken, patronların Malta vatandaşlığı gündem oldu. Sabancı ailesinin birçok ferdi, vergi rekortmeni avukat ve eşi, Kurukahvecilerin sahipleri, Abdi İbrahim’in patronu, Reha Tekstil’in sahibi… Dış basında, bu tip gelişmelerin, çöküş yaşanan ülkelerde ilk belirtiler olduğuna dair yorumlar yer alırken, binlerce dolar milyarderinin de servetleriyle beraber ülkeden çıktığı biliniyor.

Patronlara kıyak ekonomisi

Hiçbir patron, memleketin şuna ihtiyacı var diye ‘üretim’ yapmaz. Onun için önemli olan, kâr etmek, sonra da daha fazla kâr etmektir. Bu yüzden sermaye sürekli daha kârlı alanlara kayar. Yine hiçbir patron, kâr etmeyen bir işletmeyi sürdürmeye devam etmez. Kâr oranları düşebilir, kazançları azalabilir o kadar. İflas eden, konkordato ilan eden patronları duyuyoruz. Hiçbiri, lüks yaşamından bir dirhem taviz vermeden yaşar. Devlet erkanı, emniyeti, savcısı önlerinde el pençe divan durur. Onlara vergi afları, borçlarına erteleme getirilir. İşçi maaşlarını ödemeleri için İşsizlik Fonu önlerine serilir. Yetmezmiş gibi, sigorta prim desteği yüzde 3’ten 5’e yükseltildi. İşsizlik sigortası patron payı yüzde ikiden bire indirildi. Kıdem tazminatı fonu için patronları üzmeyecek çözüm arayışı sürüyor. Birer şirket olan futbol kulüplerinin borçları, Ziraat Bankası bünyesinde yapılandırılıyor. Memura, işçiye, esnafa, çiftçiye bulunamayan kaynak, Varlık Fonu aracılığıyla sağlanıyor. Bu kapsamda olsa gerek, PTT’nin devlet hisseleri Varlık Fonu’na devrediliyor.

İşçiler için müjde olarak sunulan kredi kartı borcu yapılandırması da Ziraat Bankası’na ihale edildi. Böylece, bankalara kaynak aktarılırken, işçilerin önümüzdeki beş yıllık gelirine ipotek konulmuş oluyor.

İşçilerin ekonomisi

Açıklanan asgarî ücreti patronlar neredeyse sevinçle karşıladılar. Krizi her türlü mala yüzde yüze varan zamlarla, işçi çıkarmayla, teşvik ve aflarla fırsata çevirip kârlı çıkmışlardı zaten. Bazı işyerlerinde, işçilerin maaş kartlarını elinde tutan patronların, işçiye asgarî ücretin altında maaş verdiğini biliyoruz. Hatta, maaşını çekip, bir miktarını geri veren işçileri. Önümüzdeki dönem bunların daha fazla yaşandığını göreceğiz. Zira işsizlik tırmanıyor. TÜİK’in verileriyle hem de. 2018 Ekim ayı işgücü istatistiklerine göre, geçen yılın aynı dönemine göre işsiz sayısı 501 bin kişi artarak 3 milyon 788 bin kişi oldu. İşsizlik oranı ise yüzde 1,3 artarak yüzde 11,6 oldu. Yine aynı istatistiklere göre kayıt dışı çalışma oranı yüzde 33,7 oldu.

En büyük sorun ekonomi diyenlerin oranı yüzde 55’e çıkarken, icra dosyalarının sayısı 20 milyona ulaştı. En düşük emekli maaşı bin TL oldu. Tam 105 bin kişi önümüzdeki 3 yıl boyunca zam almadan bin TL maaş almaya devam edecek. Elektrik faturalarında indirim numarası çekilerek, dağıtım şirketlerinin payları artırılarak, şirketlere kaynak aktarıldı. Bizim cebimizden çıkan para en iyi ihtimalle aynı kalacak ama şirketlerin kasasına giren miktar artmış olacak.

‘Yasakçı zihniyet’ iliklerine işlemiş

AK Parti hükümetleri döneminde, İZBAN greviyle birlikte yasaklanan grev sayısı 16 oldu. Erdoğan’ın grev yasaklaması vaka-ı adiye. Sıradan yani. İZBAN grevi; CHP’nin ve eski DİSK Başkanı, daha eski DİSK Ege Bölge Temsilcisi, şimdiki CHP Milletvekili Kani Beko’nun grevci işçileri ve grevi karalayan, grev yasağına çanak tutan tavırlarıyla anılacak. Tüm sermaye partileri söz konusu işçiler ve haklar olunca aynı cephede buluşuyor. Bu işçi düşmanlığı, İZBAN işçilerinden sonra, İzmir Metro işçilerini de istemedikleri bir sözleşmeyi imzalamak zorunda bıraktı. DİSK’in konu hakkındaki sessiz tutumunu da not edelim.

Son günlerde basına yansıyan iki haber sendikal alanda yaşanan çürümeyi gösteren nitelikte. Türk-İş’e bağlı Tarım İş Sendikası’nın son dört yılda 47 yurtdışı gezisine 550 bin TL harcadığı haber oldu. Gezilerin 16’sı kumarhaneleriyle bilinen Kıbrıs’a yapıldı. Bir haber de yine Türk İş’e bağlı Dok Gemi İş Sendikası’ndan. Sendikanın 16 yıllık başkanı, sadece bir yıllık çalışma yaşamı olan oğlunu sendikanın genel merkezine yerleştirdi. Saray’ın danışman atamalarına benziyor.

İşçi cinayetleri

Patronların aşırı kâr hırsına devletin göz yummasıyla işyerleri işçiler için can pazarı olmaya devam ediyor. İSİG Meclisi’nin yaptığı çalışmaya göre 2018 yılında 1.923 işçi tamamen önlenebilir sebeplerle hayatını kaybetti. Bu rakamın en az diye altını çizmek gerekiyor. 3. Havaalanı inşaatında rögarda bulunan ceset, bir başka inşaatta molozların içine atılan ceset, patronların rüşvetle, korkutarak üstünü örttüğü vakalarla sıkça karşılaşıyoruz. İş cinayetlerinin bir de görünmeyen yüzü var. İş hastalıkları. İşçiler, hayatta kalabilecek ücreti almak için son derece kötü şartlarda, sağlık problemleri yaratacak tarzda çalıştırılıyor. Gözünün yaşına bakılmaksızın bu işçiler bir kenara atılıyor, silikozis hastalarında olduğu gibi ölümü bekliyor. İşçi cinayetlerinde sendikalı işçi oranı yüzde iki buçuk gibi düşük bir düzeyde. Bu da iş cinayetlerini önlemek için örgütlülük hakkında fikir veriyor.

İşçi sınıfı sermaye saldırılarına direniyor

Krizin giderek derinleşmesiyle birlikte devlet ve patronların işçi sınıfına yönelik saldırıları da arttı. İşçiler, bu saldırılara farklı biçimlerde eylemleriyle karşılık vermeye devam ediyor.

Son dönemde en çok karşılaşılan eylemler; işçilerin maaşlarını alamamaktan kaynaklı eylemleri. İflas-konkordato ilan edip kayıplara karışan patronlara, taşeron şirketlere karşı işçiler haklarına sahip çıkarak mücadele ediyor.

Bunun yanında, sendikaya üye oldukları için işten atılan işçilerin işe geri dönüş mücadeleleri var. Bazıları uzun süredir devam ediyor. Biten ve başlayan grevler var. KHK’larla işten atılan işçilerin mücadelesi başka bir alan. Tüm bunlarla beraber; ‘krizin bedelini krizi çıkaranlar ödesin’ faaliyetleri de devam ediyor. 

Tamamına vakıf olmak mümkün değil, her gün mutlaka bir yerlerde bir eylem, gelişme yaşanıyor. Toparlayabildiğimiz kadarıyla belli başlıklar altında özetlemeye çalışalım…

Grev

● İzocam Grevi: Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşu arasında yer alan İzocam Ticaret ve Sanayi’nin Kocaeli’nin Dilovası ve Mersin’in Tarsus ilçelerindeki fabrikalarında çalışan işçiler, toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine greve başladı. İşçiler, zam taleplerinin karşılanması yanında sendikal örgütlenme sürecinde baskılara karşı sendikadan istifa etmedikleri için işten atılan arkadaşlarının işe geri alınmasını istiyor. (18 Ocak 2019)

● İzban Grevi: İzmir’de, şehir içi banliyö hizmeti veren Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İZBAN’daki grev, 32’nci gününde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzaladığı kararnameyle yasaklandı. ‘Altmış gün süre ile ertelenmesine’ demeleri yasağın örtüsüdür. AKP/Saray, İZBAN grevine getirilen yasaklamayla beraber 16’ncı işçi grevini yasaklamış oldu. Grev, İZBAN ile Türk-İş’e bağlı Demiryol-İş Sendikası arasındaki toplu sözleşme sürecinde sonuç alınamaması üzerine 10 Aralık 2018’de başlamıştı. Grevin yasaklanması sonrasında sendika ile şirket bürokratları arasında sözleşme imzalandı. İşletmenin daha önce verdikleri, 2 yıllık toplamda yüzde 26 olan zam teklifi sendika tarafından kabul edildi. (21 Ocak 2019)

● Metro ve Tramvay A.Ş. Grevi: İzmir Metro ve Tramvay işletmesinde alınan grev kararı son anda anlaşmaya varılması üzerine başlamadan sona erdi. Bu işletme İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait ve Demiryol-İş Sendikası yetkili… Şirket ile sendika yetkilileri arasında yapılan görüşmede, yüzde 25 zam, seyyanen 700’er TL ve 106 gün ikramiye konusunda uzlaşmaya varılarak toplu iş sözleşmesi imzaladı. (11 Ocak 2019)

İzmir’deki bu gelişmeleri değerlendiren DİSK’in bir önceki genel başkanı Kani Beko’nun grevi yerel seçimlerle ilişkilendirerek grev kararını ve işçileri suçlayan ifadeleri tepkiyle karşılandı. Beko, aynı zamanda CHP kanalıyla DİSK başkanlığına, oradan bu dönem milletvekilliğine taşınan bir isim… 

● Kartal Belediyesi’nde grev kararı: DİSK Genel İş Sendikası ile İstanbul Kartal Belediyesi’nin yürüttüğü toplu sözleşme görüşmeleri ara bulucu sürecinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine grev aşamasına geldi. İşçiler, komşu belediye Maltepe’de kazanılan hakları emsal gösteriyor. Genel-İş Sendikası, yine CHP’li Maltepe Belediyesi ile imzaladığı toplu sözleşmede haftalık 45 saat çalışma süresinin 40 saate düşürülmesi, her kıdem yılına 3 TL kıdem zammı, 1 Mayıs’ta ücretli izin ve ikramiye gibi ek kazanımlar sağlamıştı. Kartal Belediye yönetimi ise, tıpkı İzmir’de olduğu gibi işçileri AK Parti’ye hizmet etmekle suçluyor. (02 Ocak 2019)

Hakları için eylem yapan işçiler

● Real Market işçileri: Real Marketlerin hileli iflas ilanına karşı işçilerin Nakliyat İş Sendikası öncülüğündeki hak arama mücadelesi sürüyor. İşçiler, alacaklı oldukları şirketin yan kuruluşları olan Metro Marketler ve Media Markt mağazalarında kasa kilitleme eylemleri ve mağazaların önünde basın açıklaması eylemleri yapıyor. (20 Ocak 2019)

● Makro Market işçileri: Yine Nakliyat İş Sendikası öncülüğünde, konkordato ilanıyla işsiz kalan ve tazminatları gasp edilen Makro Market işçilerinin mücadelesi de devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde, çeşitli illerden gelen işçilerin Ankara’da yapmak istedikleri basın açıklamasına müdahale eden polis, işçilerin toplanmasına fırsat vermedi. Bu arada işçiler, direnişin ilk kazanımını elde etti. İşçilerden bir kısmının izin paraları konkordato komiseri kararıyla işçilerin hesaplarına yatırıldı. İşçilerin eylemleri yerellerde sürüyor. (20 Ocak 2019)

● Ankara Gülveren TOKİ işçileri: İki yılı bulan süredir maaşlarını alamayan işçilerin direnişi sürüyor. İnşaat alanına gitmeleri engellenen ve her seferinde gözaltına alınıp para cezası kesilen işçilerin 7 Ocak günü, bir AVM önünde yapmak istedikleri açıklamaya da saldıran polis 5 işçiyle beraber, açıklamaya destek veren 5 vatandaşı ve bir gazeteciyi gözaltına alıp para cezası kesti. Ertesi gün, Meclis önünde kendilerini zincirleyen 4 işçi de polis saldırısı ile gözaltına alındı. (21 Ocak 2019)

● Okmeydanı Hastanesi işçileri: Hastanenin ek bina inşaatında çalışan İnşaat-İş Sendikası üyesi taşeron işçilerin ödenmeyen maaşları ve gasp edilen hakları için başlattıkları eylem sonuç getirdi. Defalarca verdiği sözü tutmayarak işçileri oyalayan ana firma Taş Yapı, işçilerin şirketi teşhir eden sürekli eylemleri nedeniyle haklarını ödemek zorunda kaldı. (21 Ocak 2019)

● Başakşehir Şehir Hastanesi işçileri: İstanbul İkitelli’de yapımı devam eden Başakşehir Şehir Hastanesi inşaatında çalışan 4 bin işçi, “yönetim istifa” sloganlarıyla yetersiz ve kötü yemek verilmesini protesto etti. Üyelerinden aldığı bilgiyi paylaşan Dev Yapı İş Sendikası Başkanı Özgür Karabulut; “Öğle yemeği yemeyip, eylem yapan bazı işçilere, firma yetkilileri tarafından pide alındığı söyleniyor” dedi. Şirketin, eylemin ardından talepleri karşılama sözü verdiğini belirten Karabulut, seçilmiş işçi temsilcileri ile firmanın toplantı yapılacağını belirtti. İlerleyen günlerde işçilerin taleplerinin kabul edilmesiyle eylemler sonlandırıldı. (23 Ocak 2019)

● Uzel Traktör işçileri: Son dönemde hakları için mücadele eden işçilerin artmasından etkilenen Uzel işçileri de hakları için harekete geçti. Tam 10 yıl önce, İstanbul Topçular’da bulunan Uzel traktör fabrikasının kapanması üzerine tazminatsız olarak işten atılan 1.500 işçi, haklarını aramak için eylem başlattı. (13 Ocak 2019)

● Tank-Palet işçileri: Sakarya’da bulunan Tank-Palet fabrikasının özelleştirilme kararına işçilerin tepkisi sürüyor. İşçilerin üyesi olduğu Harb-İş Sendikası imza kampanyasını sürdürürken 19 Ocak’ta Türk-İş’in de destek verdiği kitlesel bir miting düzenlendi. Fabrikanın, bizzat Erdoğan’ın isteğiyle Ethem Sancak ve Katarlı ortağına ait BMC’ye satıldığı netleşmiş gibi… (20 Ocak 2019)

● Eti Gümüş işçileri: Kütahya Gümüşköy’de bulunan Eti Gümüş maden işleme fabrikasında işten çıkartılan yaklaşık 900 işçi, 3 aylık maaşlarını alamadıklarını belirterek eylem yaptı. Kent merkezinde gerçekleştirilen eylemde mağduriyetlerinin bir an önce giderilmesini isteyen işçiler, fabrikada sadece 30 işçinin kaldığını, işyerinin kapanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ifade etti. (13 Ocak 2019)

● Nursan metalürji işçileri: 9 Aralık 2015 tarihinde üretimi durdurduktan sonra bir daha açılmayan Hatay Payas Organize Sanayi Sitesi’nde bulunan Nursan isimli metalürji fabrikasında çalışan yaklaşık 900 işçi, maaş ve tazminat hakları ödenmeden işsiz kaldı. Fabrika önünde toplanan 100 işçi, sorunlarının çözümü için yardım istedi. (05 Ocak 2019)

● Bozöyük Vitra işçileri: Bozüyük OSB’de bulunan Vitra’da çalışan işçilerin bir bölümü, istedikleri zammı alamadıklarını söyleyerek fabrika yönetimi ve sendikayı protesto etti. Eylem üzerine 5 işçinin işine son verilince işçiler bu kez arkadaşları için eylem yaparak, patron yanlısı dedikleri sendikacıları protesto ettiler. (09 Ocak 2019)

● Çates işçileri: Kadro hakları için 3 yıl önce 53 gün direniş yapan ve bu nedenle işten atılan Çates işçilerinin hukuk mücadelesi kazanımla sonuçlandı. Yargıtay, işçilerin kadrolu olarak işe iadelerine hükmetti. (27 Aralık 2018) 

Sendika hakkı için süren direnişler 

● Flormar Direnişi: Petrol-İş Sendikası’nın örgütlendiği Flormar fabrikasında, sendika üyeliği nedeniyle işten atılan işçilerin direnişi 8’inci ayını geride bırakıyor. Karakışa rağmen geri adım atmayan işçiler, kaymakamlığın keyfî çadır ve soba yasakları nedeniyle zor günler yaşasa da ilk günkü gibi kararlılıklarını koruyorlar. Fabrika patron tarafından adeta cezaevine dönüştürülmüş. İşçilerse moral ve neşelerinden bir şey kaybetmiş değil. Sendika hakkı için sürdürülen direnişlerin en büyüğü konumundaki Flormar’da, işçiler, kendileri kazanırsa işçi sınıfının kazanacağını bilerek direniyorlar. Direnişe destek ziyaretleri devam ederken, çeşitli yerlerde Flormar mağazaları önünde boykot çağrıları da sürüyor. (20 Ocak 2019)

● Cargill Direnişi: Bursa Orhangazi’de bulunan Cargill fabrikasında 14 işçinin, Tek-Gıda iş Sendikası’na üye oldukları için işten atılmaları üzerine başlayan direnişleri sürüyor. 300 güne yaklaşan direnişte, Eylül ayında İstanbul’a yapılan yürüyüş önemli bir köşe taşı olmuştu. Cargill işçileri, son dönemde sosyal medya üzerinden yaptıkları çağrılarla direnişe desteği büyütmeye çalışıyor. 

● Babacanlar Kargo Direnişi: Dokuz işçinin işten çıkarıldığı Gaziantep Babacanlar Kargo’da işe geri dönme mücadelesi ve sendikal direniş sürüyor. Direniş, 500 günü geride bıraktı. (19 Ocak 2019)

● Aydın Efeler Direnişi: Aydın Büyükşehir Belediyesi’nde otobüs şoförü olarak çalışırken, Sosyal-İş Sendikası’na üye oldukları gerekçesi ile işten çıkartılan işçiler açtıkları işe iade davalarını kazanıyor. Davası kazanımla sonuçlanan Şeref Şahin’in ardından Okan Aslan, Metin Ayen ve Ümit Gündar’ın da çalıştıkları Aydın İmar Sanayi ve Ticaret A.Ş.’deki işlerine iadesine ve kendilerine 4 aylık maaşı kadar tazminat ödenmesine karar verildi. Ayrıca, yasal sürede işe başvurmasına rağmen, işverenin süresi içinde işe başlatmaması halinde de 4 aylık ücretin tazminat olarak işçiye verilmesi kararı alındı. (20 Ocak 2019)

● Muayene İstasyonu Direnişleri: Nakliyat İş Sendikası’nın örgütlenme çalışması yaptığı üç ayrı araç muayene istasyonu işyerinde, işten atılan işçilerin işe geri dönüş mücadelesi sürüyor. Muğla’da 18, Eskişehir’de 15, Urla’da 11 işçinin işyeri önündeki direnişleri devam ediyor. 

● TNT/FEDEX: Yine Nakliyat İş Sendikası’nın çoğunluğu sağlayarak toplu sözleşme yapma hakkı kazandığı TNT/FEDEX lojistik firmasında yetki itirazı yaparak TİS sürecini tıkayan patron, 12 Aralık tarihinde, genel müdürlük önünde yapılan basın açıklaması ile protesto edilmişti. Sorunun çözülmediği için işçiler ve sendika yeni eylem kararları alıyor.

● Sibaş Direnişi: Aydın’ın Söke ilçesinde bulunan Sibaş Gıda fabrikasında işçi ve sendika düşmanlığı devam ediyor. Daha önce Tek Gıda-İş Sendikası’nda üye olan 54 işçiyi işten atan Sibaş patronu sendika üyesi 14 işçiyi daha işten attı. İşten atılan işçiler fabrikanın karşısına çadır kurarak direnişe başladı. Çadırları, evde oldukları saatte jandarma tarafından sökülen işçiler, atılan işçiler geri alınıp sendikayla toplu sözleşme masasına oturulana kadar direnişlerini sürdüreceklerini belirttiler. (29 Aralık 2018) 

Yukarıda sıralamaya çalışılan direnişlerin dışında da direnişlerin yaşanıp bittiğini biliyoruz. Yetişmesi zor. Her işyerinde, her evde “bu böyle gitmez” diye konuşuluyor. Bütün sorun, ne yapacağını bilememek. İşçi sınıfı, uzun zamandır örgütten, devrimcilerden öcü gibi korktu. Neredeyse işçi sınıfının denemediği tek şey kendi gücüne güvenmek kaldı. Özellikle, son dönemde, kararlı direnişlerin sonuç alıcı olması, işçileri cesaretlendiriyor. İşçi hareketinin önümüzdeki dönemde, sanılandan daha büyük ve radikal bir biçimde sahnede olacağını söylemek mümkün. İki yönlü bir çabaya ihtiyaç var. Birincisi; her biri bir işçi olan çevremize İşçi Gazetesi’ni okutmak, içeriğine katkı sunmasını sağlamak. İşyerinde, sendikasında bir gelişme olduğunda, mutlaka gazeteden faydalanacaktır. Bir sorusu varsa bize gelecektir. Sırf bunun için bile, her işçi, ayda hiç olmazsa bir kere ziyaret edilmeyi hak ediyor. İkinci çabamız ise; işçi hareketinin, birleşik bir potada, geniş bir işçi örgütünde buluşmasını sağlamak üzere olmalı. Dünyanın ve bölgemizin üzerinde dolaşan hayalet, ete kemiğe bürünmek için emeğimize bakıyor.

Emperyalist paylaşım savaşı, bir koyup üç almayı bekleyenler ve halkların direnişi

Evet, biz Suriye savaşını, tam da böyle görüyoruz.

Emperyalist güçler, SSCB sonrasında dünyanın yeniden paylaşım savaşımına hız verdiler. Başlarında ABD var. ABD, tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca, Batı kampının, bizim adlandırmamızla kapitalist-emperyalist kampın lideri idi. Savaştan yenilgi ile çıkmış Japonya ve Almanya, ABD kontrolünde hareket etmek zorundaydı ve Fransa ve İngiltere, biraz daha fazla bağımsız hareket edebilme olanaklarına sahipti. Fransa, NATO’nun askerî kanadından çıkabilmişti ve sonra tekrar dahil olmuştu. Bu tip manevralar ne Japonya, ne de Almanya için olanaklı değildi. Her ikisi de açıktan bazı silâhları, mesela tank, üretemiyordu.

Bu beşli emperyalist ülkeler, SSCB çözülür çözülmez, kendi alanlarını büyütmek, sömürgelerini tahkim etmek için harekete geçtiler. Ama elbette Almanya ve Japonya daha temkinli hareket ediyordu. 1. Irak savaşına ciddi ekonomik destek verdiler ve bazı ABD üslerini sökebilmeyi başardılar. Deyim uygun düşerse siyasal bağımsızlıklarının bedellerini ödeyerek ilerlemek istiyorlardı.

ABD ise, hemen, askerî güç açısından üstünlüğünü kullanıp, tek kutuplu dünya, “dünya imparatorluğu”, “üçüncü Roma” gibi sloganlarla dünya egemenliğini ilan etti. Açık ve net olarak etti. Ünlü Dışişleri Bakanı Kissinger, “ABD’ye bir dış politika lazım mı” diye kitaplar yazdı. Dünya ABD’nin ve her “ülke” de gerçekte ABD’nin içi sayılmalı idi.

Bugün, bu durumun çok ötesindeyiz.

Dünya, artık tek kutuplu değil.

Ve bu paylaşım savaşımı da, bir süre uzadı. Uzadıkça, krizler ardı ardına gelmeye başladı. 2008 krizi bunun en somut kanıtıdır ve kapitalizmin insanlık için hiçbir olumluluk taşımadığının, çürüdüğünün ve ömrünü uzatmak için insanı da yok ettiğinin en somut kanıtıdır. 2008 krizi, finansal alandaki çöküşün ne denli tahrip edici olabileceğini de gösterdi. Doğrusu, hâlâ bu krizin etkileri sürmektedir. Ve bugünlerde, bu kriz, daha da derinleşmiş durumdadır.

ABD, dünya egemenliği, tek kutuplu dünya, üçüncü Roma hayallerini kaybettikçe, geri çekilmedi. Tersine, süreç içinde sürekli güç kaybetmekte olduğunu gördüğü için, farklı yollarla saldırganlığını, savaş dayatmasını öne çıkardı. Önce, tüm eski Batı’yı bir araya getirmek için bir düşman buldu. SSCB’yi kuşatma politikasının içinde kullanageldiği İslamî siyasal hareketleri, yeni düşman olarak sahneye sürdü. Bu hareketler, ABD’nin açtığı yoldan, onun istediği tarzda gitmek için hiç tereddüt etmediler. Son derece sığ, son derece yavan bir siyasal anlayışla, ABD’nin istediği her şeyi yaptılar. Böylece, radikal İslam ve cihatçı saldırılar, Batı dünyasını, özellikle de Avrupa’yı tehdit etmeye başladı ve ABD, Avrupa’nın korunmaya ihtiyacı olduğunu öne sürmeye başladı. Bu yeni “ortak düşman”, Batı’yı birbirine tutturmaya yetmedi.

ABD, hemen ardından, Afganistan ve Irak savaşı ile denediği ama tutturamadığı “egemenlik” onaylatma politikasına biraz ara verdi. Libya örneği ile, Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere gibi ülkelere birer pay verdi. Bu teşvik edici paya rağmen, bunun etkisi de uzun sürmedi.

Ve ardından, Suriye savaşına girişti.

Suriye savaşı ile, karşısında Rusya ve Çin’i buldu. ABD’nin, Rusya ve Çin’i paylaşmadan önce, bazı alanları halletme, üstünlüğü sağlama politikası, duvara tosladı.

Irak’ta ve Afganistan’da kazanamayan ABD, bu kez Suriye’de, ardındaki tüm müttefiklerine rağmen kaybetmeye başladı.

İşte bu andan itibaren, ortak düşman radikal islamın yanında, ABD, Rusya ve Çin’i de düşman ilan etti.

Bu aşamadan sonra birçok süreç, bu beş emperyalist güç için daha farklı netleşmeye başladı.

İngiltere, daha çok ABD politikalarının ardına sığınarak, ama kendi etki alanını artırmak için ince ve sinsi yöntemler devreye sokuyor. Ekonomik olarak güç kaybettiği halde, siyasal olarak manevra sahasını geliştirmeye çalışıyor. Uygun zamanlarda, özellikle Rusya’ya karşı, Soğuk Savaş dönemi politikalarını alevlendirip, ABD’yi adım attırmaya çalışıyor. Suriye’de, en ateşli ABD taraftarı, en ateşli işgal yanlısı, ama aynı zamanda mümkün olduğunca geride duran “lord” rolünü oynuyor. İsrail’i de yanına alarak, Ortadoğu’daki yılların birikimi deneyimleri ile, ABD’nin gücünü kullanmak istiyor.

Fransa, fırsat kollar pozisyondadır. Ani bir atakla, etten parça, avdan parça koparmaya çalışan kurt misali davranıyor. Bu arada, kendini çok zeki sandığından olmalı, herkesi kandıracağını sanıyor. Bu nedenledir, ABD denetimli IŞİD, en kanlı ataklarını Fransa’da, Fransa’yı ABD çizgisine çekmek için tezgâhlamıştır

Almanya ve Japonya daha sessiz gidiyor. Ekonomik güçlerini artırarak, adım adım ve güvenli gitmek istiyorlar. ABD ile açıktan karşı karşıya gelmekten kaçınıyorlar. ABD politikalarına parasal destek sağlayıp, ABD üslerinden kurtulmaya çalışıyorlar.

Ama ABD elbette tezgâhçıdır ve yapacağı şeyler vardır. ABD, Almanya ve Japonya’yı, istediği tarzda hareket ettirmek için, çok sayıda olanağa sahiptir. Her ne kadar, Almanya dinleme olaylarını deşifre ederek ABD denetimini aşmaya çalışsa da, iş o kadar kolay yürümüyor.

Ukrayna örneğinde olduğu gibi, bir hamle ile ABD, Almanya’yı Rusya’ya karşı harekete geçirebilmektedir. Zaten Alman ve SCCB savaşı, Almanlar için hâlâ canlıdır ve bu nedenle saldırmak için heveskârdırlar. Ukrayna’da pazar kaybettme ihtimali, ABD’nin provokasyonlarına balıklama atlamalarına olanak vermektedir.

Japonya ise biraz gecikmeli olarak, Rusya ve Çin’e karşı harekete geçmiştir. Mançurya sorunu yeniden ısıtılmaktadır. Bu yolla Çin’e karşı tehditler gelmekte, ABD, hemen savaş gemileri ile Çin’i tehdit etmektedir. Aynı biçimde Japonya, ABD’den alacağına emin olduğu destekle, Ruslarda bulunan adaların mülkiyetini istemektedir.

Almanya ve Japonya, sanki ABD politikalarını daha çok kabul ediyor görünümündedir. İngiltere ve ABD, Rusya Today kanalına karşı kampanya başlattığında, Almanların buna uyması zor olmamaktadır.

ABD bir ambargo başlattığında, Rusya’ya karşı, AB ülkeleri ve Japonya buna hemen ayak uydurmaktadır. Bu yolla da ABD, tüm bu ülkeleri hâlâ kendi arkasında bir yere yerleştirme peşindedir.

Rusya ve Çin’i karşıya koyduğunda ABD, diğer 4 emperyalist kardeşine, paylaşımın önündeki engeli göstermektedir. Böylece savaş, NATO+Japonya+Kanada ile, Rusya-Çin eksenine karşı gelişmektedir. Bu karşı kamp, Rusya ve Çin ise, savaşta istekli değildir. Rusya’nın Suriye’de dişini göstermesi, savaşı önlemek için taviz verme politikasının artık sonuç vermeyeceğine inanmalarındandır. Hâlâ Rusya ve Çin ekseni, Hindistan vb. dahil, bu savaşı istememektedir.

Ama savaş da kapıya yaklaşmaktadır.

Suriye savaşı, bu açıdan önemli bir göstergedir.

Suriye savaşı, asla ve asla bölge ile sınırlı bir savaş değildir. Bu savaş, aynı zamanda, dünya savaşının bir uvertürüdür.

Bugün bu savaş, yeni bir aşamaya gelmiştir.

ABD, çekilme kararını açıklamıştır.

Trump’lı ABD, artık ne derse şüphelidir. Artık gün be gün değişen, yalpalayan bir ABD politikası vardır. Trump, Twitter üzerinden, Suriye’den çekiliyoruz, dedikten sonra, birkaç bürokratı istifa etmiştir. Bu da ABD politikalarının belirsiz olduğunu göstermektedir. Trump, daha önce de, Suriye’den çekiliyorum, demişti.

Bu sefer üzerinden günler geçti ve henüz politikada bir değişiklik yok. Bir yandan açık ve net bir çekilme yok, diğer yandan “şaka yaptık çekilmiyoruz” açıklaması da yok. Bu, çekilme eğilimine bir işaret sayılmalıdır.

ABD, kendine bağlı tetikçiler, tetikçi ülke ve çeteler ile iş yürütüyor. IŞİD böylesi bir çetedir. Türkiye, IŞİD ile içli-dışlı, tetikçi bir devlet olarak davranmaktadır. Suudi Arabistan, Ürdün, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır da öyledir. Bu ülkeler servisçi diye anılacaksa, İsrail servis şefi gibidir.

Ve ABD geri çekiliyoruz dediğinde, yenilgiyi açıktan kabul etmediği sürece, bu tetikçi güçleri, bu servis sağlayıcıları devreye sokacak demektir. Elbette onların da ruh hâli hızla dalgalanıyor.

Ama bu durum, ABD ve uşakları için, amatörce de olsa bir tiyatro sahneleme olanağı da demektir.

Türkiye ve ABD arasında var olan “çatışma” hâli, büyük ölçüde bu tiyatroya örnek olarak ele alınmalıdır. Elbette, duruş noktalarından gelen bakış açısı farklılığı da vardır. TC, Osmanlıcılık hayalleri ile hemen havalanmaktadır. Oysa ABD olaya daha geniş açıdan bakabilmektedir. Ama bunlar, önemli sorunlar değildir.

ABD’nin Kürt politikası bu konuda iyi bir örnektir. Kürt hareketi, bölgede önemli bir güçtür. ABD, bu gücü kendi denetimine almak istiyor ve bunun için PKK’yi sıkıştırarak, ikna etmeye çalışıyordu. TC devletinin masayı atıp, Kürt katliamı politikasını devreye sokması, tam olarak ABD ile koordineli yapılmıştır, yapılmaktadır. TC devleti saldıracak ve ABD kucak açacak. Oyun bu idi.

TC devleti, kuyruğunu Rusya’nın eline kaptırdıktan sonra, benzer bir oyunu ABD-TC, Rusya’ya karşı oynamaya başlamıştır. TC, Rusya’ya açıktan karşı koyamamaktadır. Bu durumda ABD de destek verecek durumda değildir. Öyle ise, durumu idare edip, iki karta da oynamak ilkesi geliştirilmiş, ama elbette ABD ile danışıklı olarak. Ne zaman ABD saldırıya geçmeye başlamıştır, birden bire Astana vb. süreçleri hemen terk edilmiştir. Ne zaman ABD saldırılarının etkisiz olduğu ortaya çıkmıştır, bir miktar daha taviz vererek tekrar Rusya’ya koşulmuştur.

Şimdi, ABD, açıktan TC devletini Suriye’ye davet etmektedir. Aynı ABD, TC devletine, Kürtlere saldırma, demektedir. İyi ama Kürtlere saldırmadan, nasıl Suriye’ye girecekler? Bu soru ortadadır. Böylece, sanki ABD ile TC arasında büyük bir yol ayrımı varmış gibi davranmaktadırlar. Oysa her ikisi de, Kürt hareketi içinde Barzani güçlerini desteklemektedir. Mesele açık olarak, Kürt devrimini gömmek, Barzanici bir Kürt hareketini öne çıkartmaktır. Bunun için, herkesi kandıracaklarını sandıkları bir tiyatro ortaya koyuyorlar.

ABD, eninde sonunda çekilecektir.

Çünkü, ABD ve onunla birlikte olan güçler, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri vb. yenilmişlerdir.

Bu yenilginin bir maliyeti vardır.

Tettikçi Türkiye ve Suudi Arabistan bu maliyeti ödeyecektir. Bunu biz demiyoruz, Trump politikası diyor. Suudi Arabistan mali olarak ödeyecek, Türkiye, savaş suçlusu olarak ödeyecektir. Topraklarını IŞİD’e açmış, kimyasal silâhların sevkiyatına göz yummuş, eğitip-donatmış, hastahanelerinde tedavi etmiş vb. bir Türkiye, ABD çekilmeden önce, Suriye ile açık net, düzeyli ve ilkeli ilişkiler kurup, Kürtlerle açık bir barışa doğru rota kırmazsa, bu maliyeti ödeyecektir. Eğer Türkiye ödemezse, ABD ve İngiltere ödemek zorunda kalacaktır. İşte kendini akıllı sanan Saray Rejimi, bu maliyeti ABD adına ödemeye hazırlandığının bir dirhem bile farkında değildir.

ABD, yenilmiş ise, bölgeden çıkacaktır.

ABD baştır, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan vb. kuyruklardır. Canavar yaralandığında, kuyruğunu yerden yere savurur. Olmakta olan, olacak olan da budur.

Bir koyup üç alacağız, bir günde yola çıkıp, öğlen Emevi Camii’nde namaz kılacağız, yerle bir edeceğiz, Osmanlıcılık oynayacağız, Kürtleri yok edeceğiz, diye yola çıkınca, önüne ne konursa onu yersin. Olmakta olan da budur.

Şimdi ABD, daha büyük bir hamleye hazırlanmaktadır.

Suriye’den çekilme girişimi, saldırganlığın bitmesi değildir.

Dünyada bugün, Çin Denizi, Latin Amerika özellikle Venezuela, Ukrayna ve Ortadoğu son derece hareketlidir. ABD, bu noktalardan bir yeni atak yapmak için hazırlanıyor olmalıdır. Yoksa ABD, kuyruğunu kısıp, yenildik, diyerek geri çekilmeyecektir.

ABD’nin bu yeni saldırısı, çok da uzun sürmeden gündeme gelecek gibidir.

Isıtılan iki nokta vardır.

Biri İran’dır, diğeri Çin Denizi.

İran’a karşı operasyon için, Türkiye’yi kullanmak istedikleri öteden beri bilinmektedir. Erdoğan, Saray Rejimi, tüm çeteleri ile devlet, 24 Haziran’da Erdoğan’ı seçtiren NATO’cular, İran’a karşı bir savaşa bilerek veya bilmeyerek dalacak durumdadırlar.

Dün, 24 Haziran seçimleri öncesinde Erdoğan’ı alkışlayan generaller, bugün acaba neden istifa etmektedir, neden Genelkurmay Başkanı (artık adını bilmiyoruz) çağırdığında gitmemektedir? Neden Hava Kuvvetlerinde üst düzey general istifa etmektedir? Acaba, bunlar yeni, günümüzün General Torumtay örnekleri midir? Torumtay, Özal’ın Irak’a dalma planına karşı çıkmış ve istifa etmişti. Bugün de acaba, İran-Suriye hattına ilişkin yeni bir durum mu söz konusudur?

Çeteleşmiş bir devlet çarkının içinde, savaş dışında bir aklın gelişmesi mümkün müdür?

Acaba, ünlü işadamları neden uçaklarını satmaktadır? Ülker ile başlayan jet satma süreci, Zapsu ile devam ediyor, Zorlu arkasında, toplam 30 işadamının jeti neden satılıktır? Yoksa bu jetlere savaş döneminde Saray el koyma hakkına mı sahiptir?

TC devleti, ABD eli ile geliştirilmekte, kundaklanmakta olan bu yeni saldırıya payanda olmak için dört gözle beklemektedir. ABD’den gelen açıklamalar, TC devleti içindeki grupları savaşa ikna etmek için oynanan bir tiyatrodur. Evet gerçekçi yönleri de vardır. Olmazsa inandırıcı olamaz.

ABD çok kısa sürede yeni saldırılar sahneleyecektir. Saray Rejimi, seçimler öncesinde bu açıdan sıkıştırmaya son derece müsaittir. Korkuları dağları aşmış Saray Rejimi, ABD’nın sıkıştırmaları karşısında, istenilen her şeyi yapmaya eğilimli olacaktır. Ki, zaten tüm devlet çarkının çok önemli bir bölümü, ABD’nin istediklerini ikiletmeyecektir. Tehditlere bakılırsa, süreç son derece yakındır.

Rant ve yağma üzerine kurulu ekonomi, ciddi bir zayıflık oluşturmaktadır. Rant ve yağmaya alışık yeni sermaye, ABD uzantılıdır ve bu konuda elinden geleni yapacaktır. Bunlar, diğer ve eski sermaye gruplarına göre çok daha fazla savaş yanlısı olacaktır. Bunlar, IŞİD petrollerinden, kan ile birleşmiş karlılıktan tat almışlardır.

İşte işçi ve emekçilerin, bu durumu görmeleri gerekir.

Biz devrimciler açıkça ilan etmeliyiz ki, tüm devlet çarkı, tüm yağmacılar, rantçılar, burjuvalar, ABD’nin, efendilerinin istekleri doğrultusunda halkların kanını dökmekte, gençlerimizi kurban vermekte bir an bile tereddüt etmeyeceklerdir.

Bu savaş, bizlerin savaşı değildir.

Bu savaş, işçilerin, emekçilerin savaşı değildir.

Bu savaş, halkların savaşı değildir.

İşçiler ve emekçiler, burjuvalara, rantçılara, yağmacılara, egemen güçlere, devlete, onun ardındaki emperyalist güçlere karşı özgürlük, ekmek ve yaşam mücadelesi vermektedirler. Durum budur.

İşçi ve emekçiler, kendi kardeşlerine karşı, emperyalist efendilerinin kârları, ülkemizdeki para babalarının kârları için silâh sıkmayacaklardır, sıkmamalıdırlar.

İşçiler ve emekçiler savaşı reddetmelidirler.

İşçiler ve emekçiler, kendilerini örgütlemeli, her fabrikayı kendi denetimlerine alacak kadar, derin ve kalıcı örgütlenmeler yaratmalıdırlar.

İşçiler ve emekçiler, her mahalleyi, her okulu kendi alanları hâline getirmelidirler.

İşçi ve emekçiler, her yol ve araçla mücadele etmeli, her olanağı kullanarak örgütlenmeli, her yolla örgütlenmelidirler.

Biz, her işçiye, her öğrenciye, her gence, her işsize, her emekliye, kısacası yaşamı üreten herkese, açık gerçeği söylemekten geri durmamalıyız.

Emperyalist savaşı, ancak ve ancak, işçi sınıfı ve halkların direnişi durdurabilir.

Yerel seçimler, Saray Rejimi’nin korkuları

Söz şöyledir: Osmanlı’da dolap bitmez. Elbette, “dolap” derken, evimizde içine çeşitli eşyalar koyduğumuz ve içindeki eşyalara göre adına “dolap” ile birlikte bir kelime daha eklediğimiz (gardırop, ayakkabı dolabı vb.) ev eşyasını kastetmiyoruz. Hile anlamında dolap’tır.

Yeni Osmanlıcılarımız da, tam da bu heveslerine uygun olarak, Osmanlı gibi, hile ve dolabın “dibine vurdu”lar, çevirmedikleri dolap, yapmadıkları hile bırakmadılar. Hile ve dolapta, coşkun bir yaratıcılık ortaya koydular. O kadar ki, ecdatları kalkıp gelse, “bu hile ve dolapçılığın motivasyonu nedir” diye sormaktan kendilerini alamazlar.  Onlar kalkıp gelmeyeceklerse de, biz yanıt verelim, hile ve dolapta bu maharetin nedeni, yağma ve rant ekonomisine eklenen gelecek korkusudur.

Acaba hangisi ağır basar; yağma ve rant mı, yoksa gelecek korkusu mu? Her ikisinin de motive edici olduğunu biliyoruz. Mesela Süleyman Soylu’yu, seçmen kaydırma ve sahte seçmen oluşturma, seçmen kaydı silme vb. gibi konularda maharetli kılan nedir; acaba rant iştahı mı, yoksa gelecek korkusu mu?

Bu yeni Osmanlıcı Saraylılar, hile ve dolapta da, her şeyde olduğu gibi, ancak ve ancak, Osmanlı’yı taklit ediyorlar. Osmanlı, bir şeyler yaparken, emperyalist efendilerinin emrine bakmazdı. Oysa Saray Rejimi, tam da buna bakıyor. Acaba Vatikan ne der, acaba ABD ne der, acaba AB ne der? Ve dahası, ABD’nin, NATO’nun dediklerinin bir milim dışına çıkmıyorlar. Bu nedenle, Osmanlıcılıkları, aslında “tetikçilik”tir, başkaları adına bir yayılmacılıktır ve hile ve dolapları da, ancak efendilerinin izin verdiği ölçüde geçerlidir.

Yani, Erdoğan şunu biliyor: Ona gücü verenler, almasını daha büyük bir kolaylıkla yerine getirecektir.

Saray’a, efendilerin verdiği yol şu olmalıdır: Tamamdır, yürüyün. Onlar da istedikleri hileyi yapabileceklerinin izinini aldıklarını anlıyorlar. Öyle ise, istedikleri hileyi yapmak üzere, harekete geçiyorlar. Destek var, efendi yürüyün demiş, rant iştah kabartıcı, zaten gelecek korkusu da bacayı sarmış durumda. İşte size ortaya çıkan motivasyonun dayanakları.

Yerel seçim süreci baştan aşağıya anti-demokratiktir. Hatta o kadar ki, bunu söylemek bile fazladır.

Yerel seçimler, gerçekte, “sandığın gömüldüğü” iki “ikna” edici seçim deneyiminin ardından geliyor. 16 Nisan’da hile ve desise ile sandıklardan “zafer” çıkartanlar, 24 Haziran’da da, açık ve net hileye başvurdular.

24 Haziran’da, öyle bir “zafer” ortaya çıktı ki, zaferin ilk anlarında bir tek Erdoğan’ın yüzü asık idi. Bahçeli zafer kazanmıştı, Perinçek zafer kazanmıştı, İnce zafer kazanmıştı, Akşener zafer kazanmıştı ve hepsinin yanında özel olarak da Kılıçdaroğlu zafer kazanmıştı. Hepsi zafer kazanmış, bir tek ülke kaybetmişti.

Bu hepsinin ortak “zafer”i , gerçekte 16 Nisan’da gömülen sandığın, bir daha çıkamadığının da kanıtı idi.

Şimdi, yerel seçimler var. Yerel seçimler, sandığın gömüldüğü, parlamentonun öneminin kalmadığı, o kadar ki, “burjuvazinin apış arasını örten bir yaprak” bile olmaktan çıktığı, siyasal partilerin hükmünün kalmadığı, yargının polis ve orduya ilave bir baskı gücü olarak doğrudan devrede olduğu koşullarda yapılacak. Tüm burjuva medya, bir Saray medyası olmuştur. Sanatçı kimliği ile öne çıkan, Erdoğan ve Saray Rejimi’ne henüz biat etmemiş olan aydınlara dahi açıktan baskılar yapıldığı, bu yolla bir “korku” ortamının yaratılmak istendiği bir ortamda yerel seçimlere giriyoruz.

Yerel seçimler, bir yandan, Kürt illerinde onlarca belediyenin kayyum yolu ile gasp edildiği, bu gaspın hâlâ sürdüğü ve buna paralel olarak Kürt halkına dönük katliamların aralıksız sürdürüldüğü bir ortamda yapılacak.

Yerel seçimler, işçi ve emekçilerin krize, haksızlıklara karşı, ekmek ve özgürlük için giriştikleri her direnişin azgınca bastırıldığı bir ortamda yapılıyor.

Yerel seçimler, burjuvaziyi, egemen sınıfları baştan aşağıya korkunun sardığı, bu korkunun Saray’ın başından tüttüğü, Saray görevlilerinin eteklerinden aktığı, Saray odalarında bir gölge gibi dolaştığı bir ortamda yapılacak.

Yerel seçimler, Suriye savaşının yeni bir aşamaya girdiği, Erdoğan ve Saray’ın açık desteklediği cihatçı grupların birbirini boğazlamaya başladığı, TC devletinin Suriye’de yeni topraklar işgal hayalleri kurduğu, ABD’nin geri çekilme-yeniden saldırma arasında kıvrandığı bir ortamda yapılacak.

İşte bu nedenle, gerçek anlamda, demokratik olmasa bile, burjuva anlamda, usullere uygun bir seçim olacak olsa, farklı sonuçların çıkacağına kesin emin olduğumuz bir seçimdir bu. Ama, durum hiç de böyle değildir.

Saray, TC devleti, bunun farkındadır.

24 Haziran “zaferi”ni üstlenen Genelkurmay ve NATO güçleri, yani gerçek anlamda ülkeyi yöneten NATO’cu güçler, bu seçimin sonuçlarını, oldukça detaylı “planlamaktadırlar”. Bu planlama, 24 Haziran seçimlerinden birkaç gün önce TV kanallarına seçim sonuçlarının yansıması kadar detaylıdır, iyi düşünülmektedir.

Dört tip hile-dolap görebiliyoruz. Ya da daha şimdiden 4 tarz hile-dolap gördük.

Bunlardan birincisi, açık anayasa ihlalleridir. Nedendir bilinmez, Binali Yıldırım, AK Parti’nin İstanbul Belediye Başkan adayı oldu. Kendisi meclis başkanıdır. Ve meclis başkanlığından istifa etmek istemediğini iletmiş olmalıdır. Anlaşılan bu, bizzat Binali Yıldırım’ın isteğidir ve Erdoğan, peki, demiştir. Gerçekte, meclis başkanının “tarafsız” olması ilkesi gereği, seçildikten sonra siyasi faaliyetlere dahi katılmadığı biliniyor. Bu nedenle parlamentoda oy kullanamaz ve eski partisinin grup toplantısına katılamaz. Bu nedenle belediye başkanlığı kampanyasını yürütmek üzere istifa etmesi gerekir. Ama Binali Bey, hayır, diyor. İlk önceleri, “bu benim muhatabı olacağım soru değil” deyip, topu Erdoğan’a atıyordu. Ama ardından, sorular sürdükçe, “seçim siyasi bir faaliyet değildir” dedi.

İlgiye değerdir.

Seçim siyasal bir faaliyet değildir, ne anlama gelir? Bu durumda, seçim acaba bir “ekonomik” faaliyet midir, bir tür spor mudur, bir sanatsal faaliyet midir? Seçim siyasal faaliyet değil ise, siyasal partiler ve seçim sistemi ne işe yarıyor?

Ama Yıldırım haklı olabilir mi?

– Seçim, özellikle de yerel seçim, bir rant kavgasının, rantın paylaşımının aracıdır. Bu nedenle de, belediye başkanlığı seçimi, bir tür ekonomik faaliyet, hatta yağma faaliyeti için bir mevzilenme çalışması olabilir. Ama yine de buna siyaset derler. Hadi diyelim Yıldırım, bir nebze haklı olsun, ama yeterli değil.

– Yıldırım, bu görevi almak istemedi. TBMM başkanlığından da istifa etmemesi şartını bu nedenle getirdi. Şimdi TBMM başkanlığından belediye başkanlığına ineceksin, buna değer mi, diye düşündüğünden değil. Bu, “böyle düşünür herhâlde” diye ortaya atılan, daha çok da mevki ve prestij meraklısı burjuva bürokratların düşünüş tarzıdır. Oysa Yıldırım, son derece pratik bir “işadamı-siyasetçi”dir. İcracıdır. Mesela lokantada yemek mi yenecek, erkek erkeğe mi, hanımını birkaç masa öteye yalnız bırakmaktan sıkılmaz. Pratik çözümler üretir. Hollanda’da gemi işi de öyledir. Ama Yıldırım’ın istifa etmemesinin nedeni var. Çünkü TBMM başkanlığı pek işe yaramasa da, hatta hiçbir rolü kalmamış bir eski kurum olsa da, hâlâ “yargılanmama olanağı” demektir. Ve pratik işadamı-siyasetçi Yıldırım, emireri olarak çantasını taşıdığı Erdoğan’ın yolun sonuna geldiğini hissetmektedir. Bu da bizim iddiamız.

– Ayrıca bir bilgi ortada dolaşmaktadır. Anlaşılan bilgi Yıldırım tarafından CHP’ye sızdırılmıştır. Devleti yöneten çetelerin ortak kararına rağmen, bu kararın dışında Erdoğan, bir hile-dolap çevirmektedir. Yıldırım, İstanbul Belediye Başkanı olacak, Bilal Oğlan da, Fatih Belediyesi’nden encümen vb. olacak. Sonuçta, belediye başkan yardımcısı olacak ve Yıldırım, seçildikten bir süre sonra istifa edip, meclis başkanlığına geri dönecek, bu durumda da belediye başkanı olarak İstanbul, Bilal Oğlan’a bırakılacak. Senaryo budur, söylenen budur. Yine de bir soru açıktadır: Yıldırım, önce istifa etse, sonra seçilse, sonra tekrar istifa etse, sonra tekrar meclis başkanı seçilse olmaz mı? Kanımızca, hukuk ve yasa tanımama alanında liderliği kapmış olan Erdoğan ve Saray Rejimi için hiçbir sakıncası olmamalıdır. Yani pekâla olur. Öyle ise neden istifa etmek istememektedir? Yoksa, Yıldırım, bırakacağı meclis başkanlığı zırhına, 31 Mart’tan önce mi ihtiyaç duyacaktır? Öyle ise, 31 Mart’tan önce ne beklemektedir?

Bunlar bilgilerdir.

Ama açık olarak görülmektedir ki, Saray Rejimi, çok da açıklanır olmayan nedenlerle, anayasayı, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde çiğnemektedir. Bunun önemli bir nedeni olmalıdır. Olmalıdır, çünkü, sonuçta binbir hile ile kazanma olanakları olanlar, bir yerden kazık yemekten korkuyor olmalıdırlar. Öyle ise Erdoğan, Bahçeli’den kazık yiyeceği düşüncesindedir.

Binali Yıldırım, İzmir’de konuşma yapmaya zorlanmıştır. Bundan anlaşılıyor ki, Erdoğan, 19 Ocak öncesinde, yani adaylıklar kesinleşmeden, ondan biat açıklaması istemiştir ve o da çıkıp yapmıştır. Böylece muhtemelen FETÖ’cü olmaktan bir süreliğine kurtulmuştur.

Bu durum, Saray Rejimi’nde bir korkuyu, telâşı ifade etmektedir. Bu korku ve telâşın bir bölümü, halktan gelecek kuvvetli bir red ihtimalidir, bir bölümü de iktidarı paylaştığı güçlerle, çetelerle yaptığı anlaşmalara güvenememesidir.

Elbette daha seçimlere kadar, yeni anayasa ihlalleri göreceğiz.

YSK, bizzat karar alıp, anayasal bir hak olan seçme ve seçilme hakkını hiçe sayarak, tutukluların oy kullanmasını engelleyen kararlar almıştır. Bunlar da anayasal suçtur.

İkinci tip hile-dolap, seçim rüşvetleridir. Bu her seçimde var, ne farkeder demeyin lütfen. Koskoca merkez bankasının her yıl nisan ayında yapılan genel kurulu, 18 Ocak’a alındı ve bu yolla seçimler için kullanılacak bir kaynak, sanki bir süre sonra ülkeyi bunlar yönetmeyecekmiş ve bu kaynaklara ihtiyaçları olmayacakmış gibi, telâşla hazineye aktarılmıştır. Seçimi finanse etmek için, gelecekteki bir gelir, öne çekilmiştir. 24 Haziran seçimlerini öne çekerken yaptıkları el çabukluğunun bir benzerini, şimdi Merkez Bankası için yaptılar.

Ama olay bu kadarla sınırlı değildir.

Kredi kartlarının bir merkezde toplanması ve Ziraat Bankası’nın, zararına bunları finanse etmesi planlanmıştır. Elbette bu Ziraat Bankası yöneticilerinin yarın yargılanacakları bir yasa ihlali ya da yasallaştırılmış bir rüşvettir.

Ama buna fazla takılmayın. Dahası var.

Futbol kulüplerinin borçlarının silinmesi, yapılandırılması var. Bu da açıkça yasal değildir ve suçtur. Sonuçta bu kulüpler birer şirkettir. Ve şirketlerin borçlarına bu biçimde yaklaşım, normalde mümkün değildir.

Uzatmaya gerek yok. Bu yolla planlanan 7-8 maddelik bir paket devreye sokulmuştur. Bu paket, baştan aşağıya açık rüşvettir.

Üçüncü hile-dolap, nüfus hareketleridir. Seçmen kayıtları üzerinden yürütülen bu hareketin baş mimarı Soylu’dur. İçişleri Bakanı, Erdoğan dışında bir başka çete olarak ünlenmektedir. İşbirliği içindedirler ama farklı çetelere ait oldukları söylenmektedir. İşte bu Soylu, nüfus hareketleri konusunda yeteneklidir. Bu nedenle, seçmen kaydırma işleri kendisine verilmiştir. Adalar örneğinde olduğu gibi, AK Parti’nin kazanması için gereken eksik oy kadar seçmen kaydı yapılmıştır. Bu kayıtlar, örneğin evin iki girişi varsa iki adres hâline getirilerek yapılacak kadar ince ayarlanmıştır.

Bir başka çeşiti de vardır. Kürdistan’da fark fazladır. Bu illerde, ilk iş HDP’li seçmenler silinmektedir. HDP bu durumu meclise taşımıştır. HDP’li seçmen silinmekle yetinilmiyor. Bir de yeni seçmenler kaydedilmektedir. O kadar ki, oy farkı büyük olduğundan, bir daireye 700 kişi kaydedilmektedir. Ve hiç utanmadan, “aile kalabalıkmış” diye açıklama yapmaktadırlar. Utanmazlığın bu kadarı az görülür.

Özrü kabahatinden büyük, bu demek olsa gerektir.

Ama korku ve rant beklentisi birleşince, işte bu denli zor durumlara düşüyor insan.

Ya da Kürt illerine, bir anda binlerce asker ve polis taşınmaktadır. Bu da hile ve dolabın bir başka biçimidir.

Bu kadar ucuzlamış, bu kadar ipi pazara çıkmış yollarla seçim hazırlığı yapmak, olsa olsa Saray Rejimi’ne yakışır.

Korku büyüktür, rant da.

Evet kefenin cebi yok ama, dünya malından da kolay vazgeçilmiyor be abi!

Dördüncü hile-dolap, artan baskı, şiddet ve yalandır. Bu açıdan AK Parti iktidarının, oldukça heveslice yöntemler ürettiği görülmektedir. Sanatçılara karşı saldırganlık, bunun sadece bir tanesidir.

Bu baskı ve şiddet, özellikle, seçim öncesinde her türlü siyasal karşı duruşu, her türlü direnişi önlemeye dönüktür. Tüm işçi eylemlerine, tüm öğrenci direnişlerine saldırmalarının nedeni budur. Bu saldırganlık, aslında onların korkularının derinliğini, büyüklüğünü göstermektedir.

O kadar korkuyorlar ki, bu korkuyu bastırmak için, yakıp yıkmak dışında yol bulamıyorlar. saldırganlıklarının arkasında, dağları aşan korkuları var.

Korktukça karanlık üretiyorlar. Ancak karanlıktan medet umuyorlar. Bu nedenle, bir yığın yalakayı, gazeteci olarak, aydın olarak öne çıkartıyorlar. Oysa hiçbirinin bir trol kadar rolü bile olmuyor. Büyük medyaları, büyük karanlık üretmek için çalışmaktadır.

İşte iktidarın seçim hile ve dolaplarını bu biçimde sınıflamak mümkün. Elbette seçime kadar daha yenileri de buna eklenecektir. Hile ve dolap konusunda çok yaratıcıdırlar.

Şimdi, bu koşullar altında, seçimlerin demokratik olacağını söylemek ve beklemek doğru değildir.

Öte yandan, Erdoğan, açık olarak, kaybedeceği her belediyeye isterse kayyum atayacağı tehdidini de savurmuştur, savurmaktadır.

Bu koşullarda, seçimin anlamı nedir?

İlkin, bu yerel seçimler, Kürt halkı için bir öneme sahiptir. HDP, kayyumla yönetilen yerleri geri almayı ve halkın iradesini göstermeyi istemektedir.

Doğrusu şu ki, Kürt halkının istek ve iradesinin nerede olduğunu bir kere daha tescil etmek elbette faydalıdır. Üstelik birçok hile yapılsa bile bu geçerlidir. Diyelim ki, bir ilde AK Parti kazandı diye ilan edilirse, buna kimse inanmayacaktır. kaldı ki, seçim sonrasında AK Parti kaybettiği her belediyeye kayyum atamaya yönelecektir. Bunu bilmek gerekir. Zira bu devletin tüm çetelerinin, sadece Erdoğan çetesinin değil, tüm çetelerin ortak davranışı olacaktır.

Batı’da ise, durum daha da olumsuzdur.

Burjuva cephe, ister AK Parti-MHP cephesi olsun, ister CHP ve İYİ Parti cephesi olsun, tam olarak, Saray Rejimi’ne, tereddütsüz hizmet etmek üzere hareket etmektedirler. CHP kendi adaylarını bile, AK Parti’nin kazanmasına hizmet edecek şekilde organize etmektedir. Dahası, yeni başkanlık sisteminin önemli ayağı olması gereken yerel yönetimleri, her türlü ihtimali düşünerek, tamamen kendi adamlarından oluşturmak istiyorlar. Bunun dışına çıkıldığı alanlarda “kayyum” uygulaması devreye girecektir.

Bu sürece CHP de dahildir.

CHP, tam anlamı ile, tıpkı MHP gibi, Saray Rejimi’nin isteklerine uygun davranmaktadır. Tüm hareket motivasyonları Saray Rejimi’nin “zafer”lerini sağlayan NATO’cu güçlerin teşviklerinden oluşmaktadır.

Biz, elbette mevcut seçimde, HDP’nin adaylarını destekleyeceğiz. Bu adayların desteklenmesi, Kürt illerinde bizim verebileceğimiz bir katkı anlamına gelmiyor. Zaten Kürt hareketi orada yeterince güçlüdür. Kürt illerinde, özellikle kayyum atanmış belediyelerin tekrar HDP tarafından alınması, tekrar kayyum atanacak olsa da önemli bir adım olacaktır.

Batı’da ise, HDP adaylarının yanı sıra, varsa eğer dürüst, halktan yana, bulunduğu partiye muhalif adayları destekleyeceğiz.

Elbette seçimler, var olan sistemin ne denli hukuk dışı işletildiğini, ne denli anti-demokratik olduğunu, Saray’ın her alanını nasıl bir korkunun kaplamış olduğunu anlatmak için bir araçtır. Bu açıdan devletin, Saray Rejimi’nin, sadece AK Parti ve Erdoğan’ın değil, onunla işbirliği yapan iktidar koalisyonunun gerçek yüzünü ortaya sermek için bir fırsattır.

Doğrusunu söylemek gerekirse, hepsi de budur.

Sandığın zaten gömülmüş olduğu bir “demokrasi”de, tüm oyun kurallarının her saat değiştirildiği, her tür hilenin yapıldığı bir seçim, Saray Rejimi’ni meşrulaştıramaz. Bahçeli’nin dediği gibi, çok önemli de olamaz. Sadece korkularını ortaya koyar, koymaktadır da.

Bu nedenle, seçime giderken, açık olarak halka, örgütlü olmanın önemini anlatmak gerekir. İşçi sınıfı, bu örgütlülüğü geliştirdikçe, söz hakkı elde edebilecektir.

Seçimin hemen arkasından gelecek olan süreç, ekonomik bunalımın daha da artacağı bir süreçtir. Bu nedenle, işçi sınıfını daha zorlu günler beklemektedir. İşçi sınıfının örgütlülüğü, her yolla, her araçla geliştirilmelidir. Görevimiz budur. Yoksa, bundan bağımsız bir seçim gündemimiz yoktur.

Leyla Güven ve İmralı tecridi

Leyla Güven, HDP milletvekilidir. Abdullah Öcalan’ın İmralı’da süren tecridine son verilmesi için açlık grevine başlamıştır. Bu yazı Kaldıraç sayfalarında yer aldığında, muhtemelen 90. gününü açlık grevinde geçirmiş olacaktır. Tabii, bu noktaya gelmeden önce, Öcalan’a uygulanan tecrit sona ermemiş ise. Ya da 90. gününe sağ çıkabilmiş ise.

İnsanın, kendi vücudunu açlığa bırakması, tarihte ilk değildir. Öncesi vardır ve mutlaka sonrası da var olacaktır.

Bu yazının amacı ise, eylemin ne denli büyük bir irade ile başladığını anlatmak değildir. Eylemin kendisi zaten kendini gösteriyor. Dahası Leyla Güven’in başlattığı eylem, çok farklı yerlerden katılımlarla, Türkiye’de ve Avrupa’da sürüyor, büyüyor. Bizim burada amacımız, şu ya da bu nedenle, bu eyleme yeterince dikkat etmeyen Türkiye sol kamuoyuna seslenmektir.

Birçok farklı nedenden dolayı, bu eyleme yeterince duyarlılık gösterilmediği bir gerçek. Açık olmak gerekir. Nedeni ne olursa olsun bu duyarsızlık, devrimcilik adına iyi bir duruma işaret etmez. Ne enternasyonalist bir ruhu ifade eder, ne de devrimci olmayı.

Nedenler çok farklı. Biz de bu solun içindeyiz ve bu nedenleri biraz olsun yakından biliyoruz.

İlki, gündemin yoğunluğu ve Kürt hareketinin zaten kendi işini görebilecek kadar güçlü olduğu düşüncesidir. Gerçekten de gündem yoğundur. Açlık grevi, bir yandan artan saldırılara, bir yandan yerel seçim gündemine denk gelmiştir. Ama doğrusu, bu ülkenin gündemi hiçbir zaman “sakin” ve “durgun” olmayacaktır. Gündemin yoğunluğu bir gerçek. Evet, yine Kürt hareketinin kendi işlerini görebilecek kadar gücü olduğu da bir gerçektir. Birçok durumda biz, Kürt hareketinin desteğine ihtiyaç duyarken, böyle düşünmek, anlaşılır ama kabul edilebilir değildir. Anlaşılırdır, yapacak bir şey varsa onlar yapardı, diye düşünmek, aslında “az düşünmek” ya da “düşünmemek”tir. Ama hiçbir durumda kabul edilebilir değildir. Değildir çünkü, bu konuda bir kamuoyu yaratma çabası, zaten eylemin amacına da son derece uygundur. Bu nedenle, nedeni ne olursa olsun sessizlik, bir anlamda egemenlerin görmek istediği tabloya yardımcı olmaktır.

Bu en hafif olanıdır.

İkincisi, solun bir kesiminde yaygın olan, kendini PKK ile aynı safta, aynı yerde görmeme veya göstermeme isteği nedeni ile “uzak durma” hâlidir. Bu, devrimcilikle hiçbir biçimde bağdaşmayacağı gibi, insan olma durumu ile de bağdaşmaz. Akıl karışıklığının ifadesidir. Şöyle ki, eğer devrimci isek, dünyanın, coğrafyamızın başka bir yerinde, bizimle aynı şeyleri düşünmese de bir devrimci ile aynı safta görünmek, bize nasıl “zarar” verebilir? Bu yere batası kibir nedendir? Dünyanın başka uzak coğrafyalarında, bizimle aynı fikre sahip olmasa da direnen devrimcileri selâmlamak ile burnunun dibinde, seninle aynı sahada, aynı yerde direneni sahiplenmek arasında farkı nasıl buluyorsunuz? Yoksa, seninle aynı topraklarda direnenleri selâmlamanın maliyetleri olduğundan mıdır? Öyle ise bu, ucuz bir solculuktur. Ucuz solculuk, herhâlde, egemen sınıfın değerleri ile bakmak ile örtüşüyor. En ucuz, en maliyetsiz yaşama yolu, egemen sınıfın bakış açısı ile yaşamaktır. İyi ama bunun devrimcilikle alâkası yoktur.

Üçüncüsü, PKK gibi düşünmediği için, onunla aynı yerde kendini görmediği için, sessiz kalma hâlidir. Bu da kötü bir ruh hâlidir. Biz, devrimci dayanışmayı, bizimle aynı şeyi düşünen, yani aynı örgütsel yapının içinde yer aldığımız kişilere karşı mı göstereceğiz? Kimisine göre, PKK yeterince Marksist-Leninist değildir. Varsayalım ki doğru, bu, tecride karşı çıkmayı nasıl engeller? Bu Leyla Güven’in direnişini desteklemeyi nasıl engeller? Kaldı ki, biz Türkiye sol hareketi onlarca farklı yapıdan oluşuyoruz ve son derece az sayıda konu üzerinde fikir birliğine sahibiz. Bu durumda, biz de birbirimizin eylemlerine “bu benim eylemim değil” diyerek destek vermekten çekinecek miyiz?

Öcalan yıllardır hapistedir. Son yıllarda geliştirilen tecrit politikası, gerçekte, ABD öncülüğü ve emri ile başlayan, Kürt hareketine karşı ve Kürt halkına karşı kıyım politikasının bir devamıdır. Görüşme masasını Erdoğan ya da TC devleti, kendi iradesi ile devirmedi. ABD, bu masanın devrilmesini emretti. Masa devrildi ve Kürt halkına karşı katliamlara varan özel bir saldırı başlatıldı. TC eli ile bu saldırı geliştirilirken, ABD, arkadan, PKK’nin ve tüm Kürt hareketinin kendisine “sığınmasını” bekledi. Bunun için yolları açtı. Suriye’de Irak’ta, bu oyun tekrar edildi. Şengal saldırısı, Rojava’ya karşı saldırı, bunların hepsi, bir yandan kaç, diğer yandan gel benim kollarımın altına sığın, taktiğinin uygulamaları idi. TC devleti, azgınca bir saldırı ile, Kürt il ve ilçelerini yıkmaya başladığında, beklenen Kürtlerin, ama en çok da PKK’nin, ABD’ye sığınması idi.

Öcalan’a uygulanan tecrit, bu saldırının bir başka boyutudur.

Aynı anda, bu katliam politikası, Batı tarafında büyük bir baskı ve şiddeti beraberinde getirmiştir. Bu, azgınca, Saray Rejimi’nin oturtulması girişimidir. Bu, işçi ve emekçilerin soluksuz, sessiz bırakılması girişimidir. Bu, halkların, Kürt halkı seçilerek direnişinin kırılması girişimidir. Biz buna Saray Rejimi diyoruz.

Saray Rejimi’ne karşı her türlü direnişi saygı ile karşılıyoruz.

Kaldı ki, Kürt halkının direnişi olmamış olsa, içinde bulunduğumuz topraklarda, daha zulmün kaç türünü daha göreceğimizi düşünmek bile zordur. Kürt halkının direnişi, tüm toplum için, tüm Türkiye halkları için, işçi sınıfı ve emekçiler için bir umuttur.

Bugün, tüm bölgemizi sarmakta olan bir direniş vardır.

Suriye halkının, halklarının direnişi, tüm bölgede önemli sonuçlar doğuracaktır.

Tüm bölgede gelişen bu direnişin en örgütlü parçası Kürt halkıdır. Bu nedenle, Kürt halkına karşı saldırılar, sadece Saray Rejimi için değil, tüm dünya gericiliği için sürekli gündemdir.

Leyla Güven, İmralı’da süren tecridi dünyanın dikkatine taşımak için bedenini açlığa yatırmıştır. Bu direniş, bir kere daha göstermiştir ki, İmralı tecridi, Kürt halkının mücadelesini durdurmak için geliştirilen bir saldırıdır. Ve bu saldırı, Saray Rejimi’nin içte ve dışta yürüttüğü saldırgan politikanın, kanlı politikanın, katliamcı politikanın bir parçasıdır.

İşçi Gazetesi’nin 169. sayısı çıktı

Gazetemizi, Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği (AKA-DER) şubeleri, Kaldıraç yayınevi büroları ve yayınlarının satışını yapan kitapevlerinden temin edebilirsiniz.

Okurlarımızı, İşçi gazetesini daha fazla emekçilere ulaştırmak için yürütülen dağıtım satış faaliyetlerine destek olmaya davet ediyoruz.

Dünyayı istiyoruz kırıntıları değil!

İşçi Gazetesi / 30 Ocak 2019

Bir kontrol mekanizması olarak internet-iletişim

Bugün, 21. yüzyılın ilk 20 yılını daha tamamlamamışken, iletişim, internet, reklâmcılık ve eğlence alanını kapsayan bir “göz alıcı” teknoloji, günlük yaşamımızın her alanına sızmış durumdadır.

Modern kapitalizm, bize yeni teknoloji olarak, en çok iletişim, eğlence, internet vb. alanındaki teknolojiyi sunuyor. Aslında, üretim alanında “sanayi devrimi” tarzında gelişmeleri yaratacak bir altyapı oluşmuş olduğu hâlde, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, bu alanda gelişimi frenliyor. Üretim ilişkileri, yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, kâr için üretim ve bunun beraberinde getirdiği tüm toplumsal kabuk, üretici güçlerin ileriye doğru sıçramasını engelliyor. Ve bu durumda geriye kalan, bu üretim ilişkilerinin, özel mülkiyet, modern tekelci yapılanma ve tekelci egemenliğin, hakimiyet ilişkilerinin tümü ile uyumlu olarak öne çıkartılabilen, iletişim-eğlence teknolojileri kalıyor.

Kapitalizm, sınıflı toplumların, yani insanın insanı sömürdüğü tüm sınıflı toplumların, kölecilik, feodalizm dahil tümünün en gelişmişidir. Aynı anlama gelmek üzere, en vahşisi, en insanlık dışı olanıdır da.

Tüm sınıflı toplumlar, bir avuç egemenin, toplumun geniş kesimlerini bastırması üzerine kurulu devletli toplumlardır. Kapitalist devlet, bu devletlerin en gelişmişi, aynı anlama gelmek üzere en çirkini, en pisleşmiş, topluma en çok yabancılaşmış olanıdır.

Kapitalist sömürü sistemi, geniş yığınları baskı altında tutmayı, onları sadece şiddet ile bastırmayı değil aynı zamanda onları kontrol etmeyi sağlayabildiği ölçüde varlığını sürdürebilmektedir. Sistemin varlığını sürdürmesi, tekelci kapitalizmde, büyük ölçüde manipülasyona bağlıdır.

Tekeller çağı, kapitalist egemenliğin hem dünyaya yayılmasıdır, hem de zaten var olduğu bir alanda derinlemesine bir egemenlik oluşması demektir. Tekelci kapitalizm, kapitalist-emperyalizmin temeli demektir. Dünya çapında burjuva egemenliğin hem yayılması, hem de her parçada derinleşmesi demektir.

Tekeller çağı, büyük çaplı üretim ve tekelci rekabet demektir. Bu hem reklâmcılığın, hem de mafyatik organizasyonların toplumu sarması demektir.

Kitlesel üretim, kitlesel tüketim toplumlarının yaratılmasını tetikler, tekelci rekabet, mafyatik çeteleşmelerin yeniden şekillenmesi demektir.

Tüm bunlar, pazarın, aynı anlama gelmek üzere toplumun kontrolü meselesini öne çıkartmaktadır.

Tekelci kapitalizm, sadece pazarı, pazardaki fiyatları kontrol etmek demek değildir. Aynı zamanda tüketim toplumu “ideolojisi” ile modern reklâmcılığın, ihtiyaç olmadan tüketim yapılmasını, böylece kitlesel üretimin sürdürülebilmesini sağlamak da demektir.

Bu elbette, insanın sadece fizikî zamanının değil, düşünce sisteminin, alışkanlıklarının vb. tekellerin isteklerine uygun olarak formatlanması da demektir. Bu, 1900’lerin başlarında kendini açığa vuran bir gelişimdir.

Artık meta değişimi, değer avcılığı, her katı şeyi eritmeye, bozmaya başlamıştır. En kutsal duygular kirlenmektedir dersek, rahip olduğumuz sanılacak. Ama kullanılmayan kutsal inanç, kullanılmayan duygu, kullanılmayan ilişki kalmamaktadır. Eskiden toprak, değeri olmadığı hâlde satılabilir bir meta hâline gelerek, aslında meta ekonomisinin ne kadar geliştiğini gösteren çarpıcı bir örnek idi. Eskiden, vicdanlar da metadır, satın alınmakta ve satılmaktadır denildiğinde, örnek sorulmakta idi. Oysa bugün, hem toprak, hem vicdan birer meta olarak, her yerde alınıp satılmaktadır. O zamanlar suyun satılacağı, gölgenin ya da güneşin, kumsalın veya orman havasının ilerde satılacağı söylendiğinde, bu uzak bir ihtimal olarak akılları zorlamak demek olurdu. Oysa bugün, tüm bunlar satılmaktadır.

Ve tekelci rekabetin, tekelci egemenliğin bir parçası ya da doğrudan evladı olan reklâmcılık, tüm bu satış işini yapmak üzere, katı olan her şeyi eritmekte, her şeyi metanın alanı içine sokmaktadır. Aşk, anne sevgisi, dostluk vb. gibi duygular, kapitalist egemenliğin savaş açtığı “katı şey”ler olmaktadır. Bunları para ve meta ilişkilerinin içine sokmak için reklâm şirketleri büyük bir enerji ile çalışmaktadır.

İletişim teknolojileri, tekellere, reklâm ve medya şirketlerine bazı avantajlar sağlamakta ve bu avantajlarla, tüm bu teknoloji, insanların denetimi, yönlendirilmesi ve nihayet köleleştirilmesi için kullanılmaktadır.

Tüm şehir yaşamı, kent anlayışı buna göre şekillenmektedir. İnsanların yaşama alanları olarak kentler demode olmakta, daha çok bir trafik akışı olarak kentler düzenlenmektedir. Araçların dili olsa, kentlerin kendileri için yapıldığını söylemekten geri durmazlardı herhâlde.

Tüm kent, kameralarla donatılmaktadır. Mesela İstanbul’da dışarıdan gelip şöyle bir dikkatli gezgin olarak dolaşsanız, acaba kaç kameraya bakmış olursunuz? Her yerde kameralar var. AVM’lerde kameralar, taksilerde kameralar, yollarda kameralar, sitelerde kameralar, sinema salonlarında kameralar, caddelerde kameralar, acaba ne işe yarıyorlar?

Cep telefonlarımız ve internet de üstüne eklenmelidir. Böylece görüntü kayıtlarına, ses ve yazı ile yapılan iletişim de eklenmektedir. Kameralar, internet ve cep telefonu, aslında bambaşka bir amaç için kullanılabilmektedir.

Birçok kişi, kendi deneyleri ile farkına varmıştır ki, Google üzerinde bir arama yapmasını izleyen dakikalar içinde aradığı şeyle ilgili reklâmlar kendisine ulaşmaktadır ve bunun için hiçbir zaman kendi izni alınmamaktadır. Bankaların kredi sözleşmelerini küçük ve okunmaz puntolarla yazıp size sözleşmeler imzalatmaları gibi, internet, cep telefonu firmaları ve şehir kameralarını kuranlar da sizden hiçbir izin almadan, sizin her türlü kaydınızı almaktadır.

Bunları “güvenlik” için yapmadıklarını herkes biliyor. Öyle olsa idi, suç çeteleri, mafyalar, eroin kaçakçıları vb. ele geçirilirdi. Oysa işler öyle yürümüyor.

Cep telefonunuza yüklenmiş bazı uygulamalar, kamera sistemleri ve internetteki bilgiler, sizin, mesela bir mağazada nasıl dolaştığınız, ne ile ilgilendiğiniz, nelere baktığınız, dikkatinizi neyin çektiği gibi konularda sizin verilerinizi toplamaktadır. Google, galiba adı “Beacon” olan bir uygulama ile, sizin mağaza içindeki ya da bir kent merkezindeki dolaşımınızı kontrol etmektedir. Bu bilgileri, reklâm alacağı firmalara satmaktadır. Facebook, sizin nasıl bir tüketici karakteri olduğunuzu tespit etmek için, arka planda, oldukça gelişmiş programlar işletmektedir. Samsung TV’ler, sizin ses kaydınızı almakta, Amazon Echo sistemi sizin seslerinizi izlemekte, Siri uygulaması ile konuşmalarınız kaydedilmektedir. Bunları abarttığımızı düşünüyorsanız, şunu ekleyelim ki, bazı mahkemelerde, bu ses kayıtlarının dinlenmesi talep edilmektedir. Aslında sizin izniniz alınmadan, kullandığınız bilgisayar, Google uygulamaları, Siri, Amazon Echo veya bazı televizyonlar sizin seslerinizi kaydetmektedir. Üstelik bu “teknoloji” size satılmaktadır. Yani siz bunun için para ödemektesiniz. Cep telefonunuzdan bir telefon bulup çevirmek yerine, ona, bu komutu verme olanağını satın almanız istenmektedir. Bu ses uygulaması sizden, kişilerinize, fotoğraflarınıza ulaşmayı talep etmekte, bulunduğunuz konumu kullanmayı istemektedir. Ve tüm bu bilgiler, şirketlerin veri tabanlarına akmaktadır. Şirketler, bu verileri, reklâm faaliyetleri, sizin bilgilerinizi alarak size doğrudan pazarlama yapma olanakları için kullanmakta, ilgili yerlere satmaktadır.

Ve bu arada siz, okulda, fabrikada, oturduğunuz apartmanda, otobanda, sinemada, takside, sokakta izlenmeyi, takip edilmeyi, kayıtlarınızın alınmasını sıradan bir olay olarak ele almaya, buna alışmaya başlamaktasınız. Normal olan, neredeyse doğal olan bu olmaktadır. Kent denilen yer, sürekli izlenen bir yer, kente yaşayan da her türlü kaydı alınan bir varlık olarak ele alınmaktadır.

Bu, elbette bir güvenlik çalışması değildir.

Bu denli korkuya neden olacak güvenlik sorunu, bizzat kapitalizmin kendisidir. Ve eğer bu konuda kamusal bir direnç ortaya çıkmış olsa, emin olun bizzat kendileri, sizin izlenmeyi kabul etmenizi sağlamak için, kentin ortasında iki bomba patlatmaktan çekinmeyeceklerdir.

Artık, “özel” alan yok, artık “kamusal” alan yok. Artık, daha çok denetlenen, kontrol edilen, davranışlarınıza yön vermek üzere bilgilerinizin alındığı alanlar var.

Sizin WhatsApp, Facebook üzerinden bilgileriniz alınmakta, sizinle ilgili analizler yapılmakta, bazan sizin adınıza paylaşımlar yapılabilmekte ve tüm bunlar sosyal manipülasyon için akıl almaz bilgilerin, tekellerin, özel şirketlerin elinde toplanması anlamına gelmektedir.

Facebook’un, CIA tarafından takdir edilmesine bakınca, acaba Facebook’un gerçek yaratıcısının CIA olup olmadığı sorusu da akla gelmektedir. CIA, Facebook yolu ile iki yılda elde ettiği bilginin, tüm o güne kadar topladıklarının kat be kat üstünde olduğunu açıklamıştı. Elbette bunun için, mutlaka CIA’nın bu firmayı kurması gerekmez. Ama kurulmuş bu firma ve uygulamayı, mesela vergi kaçırmasına göz yumma karşılığında tüm bilgilerini kendilerine vermelerini sağlayacak bir anlaşma yaptığı kesindir. Facebook, Google, Twitter vb. en çok vergi kaçıran firmalardır. Bu firmaların yasaların üstünde oldukları da kesindir. Bu nedenle CIA ile işbirlikleri konusunda şüpheye yer kalmamaktadır.

Bu, sadece bir yönlendirme, reklâm ve eğlence sektörü için bir altyapı demek değildir. Bu, aynı zamanda bir manipülasyon olanağıdır ve bu manipülasyon da yapılmaktadır.

İnsanların beyinleri denetim altına alınmak istenmektedir.

Fabrikalarda kontrol altına alınmış olan 8 saatin dışındaki zamanın hem fizikî, hem de düşünsel olarak kontrol altına alınması amaçlanmaktadır. Boş, yani üretim alanı dışındaki zamanınızda ne yapacağınız, nasıl eğleneceğiniz, kiminle nasıl iletişim kuracağınız, ne ile uğraşacağınız onlar tarafından planlanmak istenmektedir. Böylece, her zaman kuzulaşmış bir insan topluluğu elde edecekler ve bu elbette yönetilmesi kolay bir topluluktur.

Nihayetinde bu sanal hayat, “kolay” bir yaşam da demektir. İkiyüzlü, cesaret gerektirmeyen, açık ve dürüst olunması şart olmayan, kısacası hiçbir “katı” şeyin olmadığı, her şeyin “özgür” olduğu bir sanal hayattır. Çoğu sahtekârlıkla doludur ve sizin akıl almaz ölçüde zamanınızı almaktadır. Bu arada siz, içine kapanık, korkak, a-sosyal, kendini saklayan, kendine güveni olmayan varlıklara dönmektesiniz. Sizin için, iki hayat oluşmaktadır, biri gerçek hayattır, fabrikada çalıştığınız, evinizde açlıkla boğuştuğunuz, eşinizle ve çocuğunuzla kavga ettiğiniz bir gerçek hayat, ikincisi ise, sanal dünyaya adım attığınız, internet üzerine kurulu, her türlü sahte davranışınıza izin olan bir sanal hayat. Bu sanal hayatta cesur olmaya, düşüncelerinizi söyleme başlarsanız eğer, sizi izleyen “birader”ler, sizin için gerekli suç işlemlerini hemen başlatabilmektedir. Bu durumda sizin bu alanda var olan “özgür” hayatınızın da aslında bir sanallık içerdiğini anlamanız kısa sürecektir.

Parasını ödeyerek, gönüllü bir biçimde, modern eğlence, iletişim ve reklâm sektörünün nesnelerinden, deney farelerinden biri olmaktasınız. Hatta, ne kadar “like” aldığınıza bakarak, kendinizi sanal alemde bir “star” olarak da görmeniz mümkündür. Oysa siz, gerçekte, size ait olan her şeyi vermekte, kendinizi bir köle durumuna getirenlere izin vermektesiniz. Google, Facebook, Twitter size kolaylıklar sağlayan, sizi sosyalleştiren ağlar olarak görünmektedir. Oysa gerçek bunun tam tersidir. Bunlar, sizi köleleştirme uygulamalarıdır. Şu soruyu kendinize sormalısınız, neden tüm bu uygulamalar sizin tüm bilgilerinizin kaydını tutmakta, bu bilgileri kişilik analizleri, kişilik profilleri de dahil çeşitli arka plan uygulamaları ile analize tabi tutmaktadır? Gerçekten size yardım etmek için mi? Nasıl bir yardım? Öyle ise, bu uygulamaların sahibi şirketler, bu kadar büyük miktarda parayı nasıl kazanabilmektedir? Amazon, Facebook ve Google’de çalışanların çalışma koşullarının bu denli kötü olmasının acaba nedeni ne olabilir? Bu şirketlere tanınan vergi avantajlarının nedeni nedir?

Kapitalizm, modern toplumsal sistem, kendi yaşamını, kendi ömrünü uzatmak için, insanlığı köleleştirme, kirletme, mümkünse insan olmaktan çıkarma dışında bir yola sahip değildir. Bu nedenle, insanlığın geleceği ile, kapitalist sistem arasında bir savaş olduğunu söylemek abartılı olmaz. Kapitalist sistemi, onun devletleri, emperyalist güçler temsil etmektedir. İnsanlığın geleceği için mücadelenin ana gücü de işçi sınıfıdır. Kapitalizmi yıkmak, insanlık adına, gelecek ve insanlığın kurtuluşu adına, işçi ve emekçilerin önünde duran büyük görevdir.

Venezuela’nın yoksul emekçi halkının yanındayız!

ABD emperyalizmi 2002’de Bolivarcı Devrim’in önderi Chavez’e karşı gerçekleştirdiği fakat başaramadığı askeri darbe sonrası, uzun bir hazırlıktan sonra, bu sefer sivil görünümlü bir darbeye girişmiştir.

Chavez’le birlikte, Latin Amerika’nın ABD boyunduruğundan kurtulması için atılan adımlardan büyük rahatsızlık duyan ABD, Chavez’e karşı askeri darbe ile başaramadığını, sivil görünümle Maduro’ya karşı başarmak istemektedir.

Komutan Chavez’in Latin Amerika halkları ile geliştirdiği dayanışma, kıtadaki solcu hükümetlerle geliştirdiği ekonomik ve siyasi ortaklık çabaları, ABD emperyalizminin “arka bahçesi” olarak gördüğü kıtada gücünün azalmasına neden olmuştu.

Uzun süredir, sosyalist olmasa da, kıtada yoksul halk lehine atılan en küçük adımlara dahi tahammül edemeyen ABD emperyalizminin yönlendirmeleriyle Arjantin ve Brezilya’dan başlayan sivil darbelerle solcu hükümetlerin devrilmesi sağlanarak, Chavez’in kurmaya çalıştığı anti-emperyalist birlik akamete uğratılmaya çalışılıyordu. Buna paralel, Obama döneminde “olağanüstü tehdit” olarak ilan edilen Bolivarcı Venezuela hem ekonomik, hem de siyasi olarak abluka altına alınmıştı. Bu sayede, Venezuela’dan başlayan sol rüzgârın önü kesilmeye ve Venezuela kuşatılmaya çalışılıyordu.

ABD’de parlatılan “muhalif lider”in kendi kendisini başkan ilan etmesi ve hemen arkasından ABD Başkanı Trump’ın tanıdığını açıklaması, kıtadaki işbirlikçilerin de tanıma sırasına girmesi, yaşanan sürecin ABD’nin açık bir saldırısı olduğunu göstermektedir.

2002’de Chavez’e karşı gerçekleştirilen darbeyi, Venezuela’nın yoksul emekçileri sokağa inerek püskürtmüştü. Sonrasında Chavez, daha soldan, halktan yana politikalarla yanıt vermişti.

Yine son sözü Venezuela’nın yoksulları söyleyecektir.

Chavez’in başlattığı Bolivarcı yürüyüşteki geri düşüş nedeniyle yaşadıkları tüm sıkıntılara rağmen, Venezuela’nın yoksul emekçi halkı ve devrimcileri, emperyalizmin bu darbesini püskürterek ve Bolivarcı Devrimi Chavez’in bıraktığı yerden daha ileri taşımaya çalışacaktır.

Emperyalizme direnen Venezuela halkının yanındayız!

El pueblo unido jamas sera vencido/ Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!

Socialismo o muerte/ Ya sosyalizm ya ölüm!