Ana Sayfa Blog Sayfa 124

Saray Rejimi ve aydınlar

Son yıllarda, Saray Rejimi, toplumu sindirme, bastırma politikaları ile ayakta duruyor. TC devleti, tüm tarihi boyunca, şiddeti, baskıyı hep ileri düzeyde kullanmıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca, “olağanüstü hâl”, neredeyse olağan durum olmuştur. Savaş yıllarını bir yana bırakırsak, 96 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca, sürekli “olağanüstü” haller ile ülke yönetilmiştir. Sürekli “iç savaş” korkusu, sürekli “komünizm korkusu” pompalanmıştır. Baskı ve şiddet sürekli halkı, işçi ve emekçileri yönetmenin ana yöntemi olmuştur.

İdeoloji de elbette devrede olmuştur. İdeolojik olarak milliyetçilik, Türkçülük ve din, bunların şu ya da bu düzeyde karışımı kullanılmıştır.

TC devleti, en başından beri, üzerinde kurulduğu temelleri ayakta tutmaya çalıştı. Bunlardan biri, anti-komünizmdir. Bu anti-komünizm, “sınıfsız imtiyazsız bir toplum” tarifinin de temelidir. Üstelik öyle yerli-milli falan da değildir. Bu anti-komünizm, Ekim Devrimi’ne karşı “ileri bir karakol” olarak emperyalist güçlerin hizmetinde olmak ile bağlantılıdır. Sınıfsız ve imtiyazsız toplum olmak, gerçekte, imtiyazlı zenginler ve bürokrasiyi düşününce, açık olarak, işçi sınıfının inkârı anlamına gelmektedir. Elbette, TC devleti, burjuvalar ve onların emperyalist efendileri, işçi sınıfını bir ekonomik varlık olarak görüyor ve biliyorlardı. Ama onun adı, onun sınıf olduğu gerçeği ortaya çıkmamalı idi. Bu nedenle, çok uzun bir süre, Nazi artığı yasalarla, işçi ve emekçilerin her türlü arayışını bastırmanın yollarını aradılar. Yine aynı nedenlerle, bir yandan halifelik kaldırılıp laiklik ilan edilirken, diğer yandan dinin devlet eli ile halkı uyutmak için, komünizme karşı zehir olarak, bir yönetim aracı olarak kullanılması devreye sokuldu. TC devleti, tarihinin hiçbir döneminde gerçek anlamı ile laik olmamıştır. Dahası, bu halkı kendine düşman görme durumu, ülkemizdeki katliamların da temelidir. TC devleti, en başından, “devlete bir millet yaratma” politikası ile gittiği için, bu topraklardaki tüm halkları, kendine potansiyel düşman olarak görmüştür. Sadece işçileri, sadece Rumları, sadece Ermenileri değil, Türkleri, Kürtleri, Lazları vb. de kendine potansiyel düşman olarak görmüştür. Halk ve devlet, iki uç olarak şekillenmiştir. Halkın potansiyel tehdit olarak görülmesi, şiddetin ölçüsünü hem artırmıştır, hem de sürekli “olağanüstü hâl” denilen uygulamaların temeli olmuştur. TC devleti, bağımlı bir ülke olarak yolunu seçmiştir. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğulması, Ermeni ve Rum katliamları, Çerkes Ethem ve yoldaşlarının tasfiyesi, Takrir-i Sükûn yasası, aslında burjuvazinin, emperyalizme bağlılığının da ifadeleridir. Ekim Devrimi’ne sınır olan ve halkların mozaiği olan bir ülkede, Ekim Devrimi rüzgârını durdurmak için, hem halklara hem de komünistlere karşı azgınca saldırılar devreye konuldu. TC devleti, bu nedenle, kendini, komünizme karşı, bir “ileri karakol” olarak gören emperyalist efendilerinin her zaman hizmetinde olmuştur. İşte halkı “düşman” olarak görmenin temelleri burada yatmaktadır.

İkincisi, TC devletinin üzerinde kurulu olduğu ikinci temel, emperyalizme bağımlı, bir sömürge olmaktır. Her katliamlarının, her sıradan ekonomik kararlarının, her eğitim politikalarının vb. ardında emperyalist efendilerden gelen emirler vardır. Bunun dışına çıkıldığı da olmuştur, ama mutlaka kısa sürmüş, buna yönelenler de tasfiye edilmiştir. Yani, TC devleti, her zaman bir sömürge devlet, her zaman emperyalist kampa dahil bir güç, her zaman bir tetikçi olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Kore’ye asker göndererek, NATO’ya girebilme olanağı elde etme, gerçekte, ülkeye, burjuva anlamda da ihanettir. Bunun gibi, her adımda TC devleti, sürekli emperyalist efendilerinin emirlerini yerine getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile, ABD hegemonyasının netleştiği dönem arasında, bir miktar “bağımsız” hareket edebilme olanağı elde etmiş olabilir. Ama 1965 sonrasında, bu tam bir ABD emireri olmaya dönüşmüştür. Türkiye, bugüne kadar, “ortaklaşa sömürge” olarak, bu 1950-60’larda formatlanmıştır; ekonomik olarak Avrupa’ya bağlı, siyasal olarak NATO vb. kanallar da içinde, doğrudan ABD’ye bağlı bir “ortaklaşa sömürge”.

Bu iki kuruluş temeli doğru anlaşılmadan, genel olarak devlet (yani her ülkede var olduğu gibi, kapitalist sistem içinde var olan devlet gibi, bir sınıfın diğer sınıfları baskı altında tutma aygıtı olarak devlet, burjuvazinin egemenlik aracı, burjuvazinin ortak örgütü olarak devlet) anlaşılmış olsa da, TC devleti doğru anlaşılamaz. Devlet denilen şeyi, genel olarak anlamak yeterli olmaz, somut olarak, tarihi ile, dokusu ile vb. anlamak esastır. Elbette, devlet denilen şeyin teorik bilgisi olmadan, somut olarak devleti, tarih ve coğrafya içinde, sınıf savaşları içinde kavramak da mümkün değildir.

Her şeyin bir tarihi vardır. Tarih, bizim ilkokullardan beri sevmemeyi öğrendiğimiz tarih, gerçekte bilimdir. Ve tarih bilimi, en çok ama en çok geleceğin sahibi olan işçi ve emekçilere, gençlere, mücadele edenlere lazımdır. Devletleri de Marx-Engels-Lenin’in ortaya koyduğu teori ile “genel” olarak ele almak yeterli değildir. Onlar, elbette işin teorisini ortaya koymuşlardır ve devlet de budur. Ama her devletin, sınıf savaşımı tarihi içinde şekillendiğini unutmamak lazım.

Tarih bilgisi olmadan, tarih bilimi olmadan, TC devletini ve bugün bizim adına Tekelci Polis Devleti dediğimiz yapılanmayı ve yine daha yakın dönemde ülkemizde adına “Saray Rejimi” demekte ısrar ettiğimiz şekillenmeyi anlamak mümkün değildir.

Görüldüğü gibi, “aydın” üzerine tartışmadan önce, devleti ve sayfa sınırlarımız içinde tarihi ile birlikte kısaca özetlemek zorunda kalıyoruz (Detaylı tartışma için, bakınız; “Tekelci Polis Devleti” ve ayrıca “Anadolu, Tarih ve Devrim” çalışmalarımıza bakabilirsiniz. Her ikisi de Kaldıraç yayınlarınca basılmıştır).

Sınıflı toplumların tarihi, büyük ölçüde sınıf savaşları tarihidir. Bu doğrudur. Bu sınıf savaşları tarihi ise, düz bir çizgi izlemez. Karmaşıktır. Hem gelişimi öyledir, hem de iki karşıt sınıf arasındaki, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki “yalıtık” bir savaş değildir. Toplumun tüm sınıf ve katmanlarını içine alır. İçine girmek istemeyeni bile.

Bir bakmışsınız, bir işçi, burjuva saflarda kendi sınıfına karşı savaşıyor, bir bakmışsınız ki, bir burjuva kökenli devrimci işçi sınıfı saflarında iktidara ve sisteme karşı savaşıyor.

Aydınlar da bu savaşımın parçasıdırlar. İsteseler de istemeseler de. Bu durum, en net bunalım dönemlerinde ortaya çıkar. Bugün Saray Rejimi, bir bunalımın sonucudur ve neredeyse tüm aydınlar, isteseler de istemeseler de bu savaşın bir parçasıdırlar.

Saray Rejimi, bir yandan Kürt devrimine karşı TC devletinin yürüttüğü kirli savaşın, diğer yandan, Gezi ile ortaya çıkan ve devlet kadrolarının kimyasını değiştiren direniş sürecinin ve bunlara ek olarak bölgemizde yoğunlaşan emperyalist paylaşım savaşımının ürünüdür. Öyle şekillenmiştir, öyle şekillenmektedir. Emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımı, “ortaklaşa sömürge” olan Türkiye’nin kimin elinde kalacağı sorusuna bir yanıt içermelidir. Siyasal olarak bağlı olduğu ABD’nin elinde mi kalacak, yoksa ekonomik olarak bağlı olduğu AB’nin elinde mi kalacak? Bu elbette, başta bölgemiz olmak üzere, dünya üzerindeki gelişmelere de bağlıdır, çünkü bu paylaşım savaşı evrenseldir, tüm yeryüzünü kapsamaktadır. Kapitalizm var oldukça da devam edecektir. Elbette, tüm bu savaşlara son verecek bir devrimsel gelişme mümkündür. Biz de bunun için mücadele ediyoruz. Herkesi de tüm varlığı ile bu insanlık mücadelesine çağırıyoruz. Savaşları, kanı, katliamları, sömürüyü bitirecek bir devrim, bu kez daha gür olarak yükselsin istiyorsanız, durmayın, hemen mücadeleye katılın. Sizi saflarımıza dövüşmeye, özgürlük ve eşitlik için dövüşmeye çağırıyoruz. Şimdi zamanıdır.

Saray Rejimi, baskı, şiddet politikalarına, dışarıda da savaşa ihtiyaç duymaktadır. Nedeni bu üç noktadır; Kürt devrimi, Gezi ile başlayan direniş ve paylaşım savaşımı. Paylaşım savaşımı ve savaş politikaları, devletin çeteleşmesini beraberinde getirmektedir. “Tek adam rejimi” denilen şey, aslında ABD’nin NATO ortaklarına da onaylattığı bir projedir. Bu nedenle tek adam rejimi de yerinde değildir. Bu projeler, gerçek diktatörlerini, komik olanı gittikten sonra sahneye sürerler. Demek ki, Erdoğan sonrasına hazırlanan bir başkası vardır. Bu bir Saray Rejimidir. “Saray Rejimi”, tam anlamı ile tüm halkı kendine düşman gören bir mantığın üstüne oturmaktadır. Bu, bölgemizdeki diğer halklar için de geçerlidir. Kendi halkını bu denli net düşman olarak gören bir rejim olmadan, ABD’nin emperyalist amaçlarına ulaşmak için bu rejimi kullanması o kadar kolay değildir. Hani araç, amaca göre şekillenir. Koyun kesecek bir bıçak ile ekmek kesecek bir bıçak arasında fark olduğu gibi. ABD, Saray Rejimi’ni, tam da kendi isteğine uygun olarak şekillendirmektedir: Tüm halkı düşman olarak gören bir rejim. Saray’a yönelmesi de, eski Osmanlı döneminde “saray ve halk” olarak adlandırılan sınıf çelişkisine uygundur. Her burjuva devlet, iktidarını tehlikede görünce, işçi ve emekçilere saldırır. Ama her burjuva devlet, Ankara Garı’nda, halkın üzerine bombalarla saldırılmasını bu denli aleni planlamaz. Bu, halkı kendine düşman görme mantığının ne demek olduğunu kavramak için bir ölçüdür.

Saray Rejimi, elbette daha geniş açılabilir. Ama bu zaten Kaldıraç sayfalarında yapılmaktadır. Bugünden, “Saray Rejimi” adlandırmasının yaygınlaşmasını da olumlu buluyoruz. Sınıf savaşımının uzun tarihi içinde bu önemlidir.

Saray Rejimi, toplumu bastırmak, susturmak istiyor. Nasıl?

1- Karanlık ile. Karanlık, cehaletin üretilmesi anlamındadır. “Cehaletin bu kadarı, ancak eğitimle verilebilir” sözü, bugün tam karşılığını bulmaktadır.

Medya, en etkili araçlarından biridir. Bugün öyledir. Saray Rejimi, medya için özel araçlar organize etmiştir. Her TV kanalında bir “sansür komiseri” vardır. Bu komiser, hangi haberin yayınlanıp hangisinin yayınlanmayacağına karar vermektedir. Saray Rejimi, idari işleri kolaylaştırmıştır. Bunun için Cumhurbaşkanının, ailenin vb. bir adam ataması yeterlidir. RTÜK vb. sadece görünendir. Medya, olduğu gibi denetim altındadır. Bunun bir-iki istisnası vardır, ki bunlar da etkili değildir. Halk TV, Sözcü aslında bu denetimin bir başka yüzüdür. Onlar da bu işin bir parçasıdır. Denetim dışında kalan bir-iki gazete, TV vb. son derece sınırlı bir etkiye ve güce sahiptir. Saray Rejimi, “muhalefet lazımsa onu da biz yaparız” mantığı ile hareket etmektedir. Bu, bilinen bir hikâyedir, “komünist partisi lazımsa onu da biz kurarız” mantığının devamıdır.

Medya bir karanlık üretim merkezidir.

Medya, cehalet üreten bir sistemin odak noktasına yerleştirilmiştir.

Eğitim, tam olarak bu rotada organize edilmektedir. Bir yandan özel paralı okullar, diğer yandan da tam anlamı ile “komutları anlayanlar” kitlesi yetiştirecek bir sistem. İşte peşinde oldukları şey budur. Bunu dinî görüntü altında yapmaları tam bir manipülasyondur.

İstedikleri şey, öğrencinin, yeni nesillerin, cahilleştirilmesidir. Bu eğitim sistemi, sadece ve sadece “komutları anlama” eğitimi üzerine kuruludur. Yani ülkemizde istenen, sadece verilen emirleri, yazılı ve sözlü komutları anlayan bir kitle yetiştirmektir. Okur yazarlığı da bu kadar, anlama kapasitesi de bu kadar, düşünme yeteneği de bu kadar olan bir geniş kitle yetiştirmek istiyorlar.

Bir yanda özel ve paralı okullar, diğer yanda ise milyonlarca öğrencinin içinde yer aldığı devlet okulları: Hepsinde esas amaç, cehaleti yeniden üretmektir.

Bu işi örtme güçleri ise medyadır.

Din, bu konuda oldukça acımasızca kullanılmaktadır. “Acımasızca” derken, halka acımıyorlar anlamında değil. Zaten halkı sevmezler, ama bizim dediğimiz şey, dinî inancı olanlara hiçbir saygı göstermeden, acımasızca, fütursuzca dinin kullanılmasıdır. İslam aydınlarının bu konudaki suskunluğu ise evlere şenlik bir durumdur.

2- Baskı ve şiddet. Kürt hareketine ve Gezi Direnişi ile başlayan direnişlere, işçi, kadın, öğrenci eylemlerine karşı azgınca bir saldırı. Yasaları altüst etmeyi göze alarak, tam bir kanunsuzlukla tutuklamalar, şiddet ve daha fazla şiddet. Bunun için IŞİD’i kullanmaktan geri durmayan bir mekanizma örgütlüyorlar. Ve çeteleşen devletin her çetesi, bu saldırganlıktan prim yapma peşindedir. Böylece çeteler, kendi suçlarını örtme şansını da elde etmektedir. Devletin her kurumunun içinde çeteleşme vardır. Bu şiddet, esas olarak toplumsal muhalefeti hedef almaktadır, devrimci olan herkes, işçiler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler her yolla saldırıya uğramaktadırlar. Böylece, işçi sınıfı ve onun bileşenleri başlarını kaldırmadan ezilmek istenmektedir. Bir daha Gezi ortaya çıkmaması için, baskı ve şiddet, akıl almaz bir hukuksuzlukla atbaşı gitmektedir.

3- Aydınların susturulması. Aydınlar, barış bildirisine imza atmış olanlar da dahil, şiddetli bir yıldırma ve baskı politikası ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Hukuksuz bir biçimde maaşları kesilmekte, üniversitelerinden atılmaktadırlar. 12 Eylül rejiminin başlangıcında ortaya konan üniversiteli öğretim üyesi kıyımının bir tekrarı yaşatılmıştır. Sadece öğretim üyelerine dönük değil, mesela Çağdaş Avukatlar’a dönük saldırılar da, simgeseldir ve yıldırma amacını gütmektedir.

Devrimci, kimliği açık aydınları saymıyoruz bile. Çünkü onlar bu baskılarla yıldırılamayacaklarını ispatlamış durumdadır. Bu nedenle, aydınlara dönük baskıların “kapsamı” genişletilmektedir.

Simge isimlere dönük, toplumu korkutma amaçlı saldırılar da sınırsızca devreye sokulmaktadır. Müjdat Gezen, Metin Akpınar, bazı TV sunucuları, sanatçılar vb. hepsine dönük saldırılar, gerçekte, korkutma ve sindirme amaçlıdır. 1915 sürecinin tam olarak başlangıcı denemese de, önemli bir başlangıç adımı, aydınların ülkeden atılması girişimleri idi. Her baskı ve şiddet, her katliam politikası, aydınların susturulması ile atbaşı gidiyor.

İşte tüm bunlar toplumu bastırma, susturma işinin parçasıdır.

Ve bu baskı ve şiddet tablosu, seçim sandıklarının kimin tarafından sayıldığının, çıkacak sonuçlarının ne olduğunun önceden belli olmasının etkisi altında, aydın kesimde, bir yılgınlık üretmektedir.

İşte bu yılgınlık, bizim tartışmak istediğimiz konudur.

Burada önemli sorulardan biri aydın tarifidir. Kime aydın diyeceğiz? Gerçekte, tüm sistemin işleyişinin farkına varmamış birisi ne kadar “aydın”dır? Gerçekte, haksızlığa, zulme karşı koymayan birisi ne kadar aydındır? Gerçekte, bilimin bastırılmasına, bilimsel eğitim olanaklarının yok edilmesine, bilimin ve sanatın aşağılanmasına karşı durmayı düşünmeyen acaba aydın mıdır?

Bu soruları şimdilik bir yana bırakalım. Baskı altına alınan “aydın” kavramının genişlemesi bir gerçek. Saray Rejimi, toplumun önde gelenlerinin tam bir biatını istemektedir.

Ama ortaya çıkan bir gerçek var ki, “aydın”larda oluşan korku, etkili bir sessizlik yaratmaktadır. Zaten, işçi ve emekçi direnişleri burjuva medyanın karanlığını yırtamamakta, Saray Medyası bu eylemleri, bu direnişleri görmemekte, yalanlarla manipüle etme yoluna gitmektedir. Bunu örneklemek gerekir, 2019 Newrozu’nu Anadolu Ajansı, haber olarak vermemiştir. Türkiye’de milyonlarca insan Diyarbakır’da bir Newroz yapıldığından habersizdir. Bu bir örnek. Birçok durumda biz, hareket olarak, bu hareketin içinde yer alan devrimciler olarak biz, çok yakınımızdakilere, işçi eylemlerini anlattığımızda, şaşkın gözlerle bize bakıldığını görüyoruz. Yani, bu manipülasyon, bu medyanın karanlığı sıradan bir durum değildir ve “eylemsizlik” umutsuzluk, yılgınlık yaratmaktadır. Oysa ortada bu denli bir “sessizlik” yoktur. Bizim mahalle, oldukça hareketli demesek de, asla sessiz değildir. Ya sizin mahalle?

Aydınlarda da ortaya çıkan bu “etkili sessizlik”, beraberinde, farklı sorgulamaları getirmektedir.

Aydınlar arasında en çok konuşulan şey, bu halka güvenilemeyeceği, “hani nerde işçi sınıfı” vb.dir. Aslında bu, aydının kendi sorumluluğunu, başkalarının üstüne atma eğilimidir. Herhâlde bizim toplumda bu hep vardır, herkes hatayı başkasında arar. Oysa geliştirici olan, önce hatayı sistemde, sonra kendinde, en son başkasında aramaktır. Kendine aydın diyenler, burjuvalar gibi, ülkeyi terk edip etmeme arasında kararsızlık içinde, halka güvensizliği dile getirmektedir. “Bu halk bunu hak ediyor” sözü çok yaygındır.

Oysa seçimlerde AK Parti’ye veya Erdoğan’a verilen oylar, “aydınların” inandıkları sandık sonuçları gibi değildir. Biz hep birlikte biliyoruz ki, 7 Haziran seçimlerinde AK Parti iktidarı kaybetmiştir. Seçimlerin yok sayılması, ardından gelen şiddet vb. hatırlardadır. Sonra Kasım ayında yenilenen seçimler ile yeniden AK Parti iktidarı gerçekleşmiştir. O günden bu yana, parlamento tamamen bitirilmiştir, siyasal partiler burjuva siyasal partiler anlamında, yok edilmiştir. Böylece bir “rejim” değişikliği ortaya konmuştur. Kasım seçimlerinin sonuçlarına neden inanmamız gerekiyor? Eğer “Bu halk bunu hak ediyor”un ölçütü seçim sonuçları ise, mesela 7 Haziran seçim sonuçları neden hesaba katılmıyor? Mesela Kürt illerinde belediyelere kayyum atanması “bu halk bunu hak ediyor” sözü ile uyuşuyor mu?

Evet, “bu halk bunu hak ediyor” sözünün bir gerçekliği vardır. Eğer bu halk, henüz bir devrimle, iktidarı kendisi almamış ise, eğer işçi sınıfı iktidarı almamış ise, bunda elbette kendi suçu vardır. Ama bu, aydının, sorumluluğunu artırır. Aydın, samimi bir biçimde, işçi sınıfının iktidarı alıp, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma savaşımı için yol gösterici bir mücadelenin içine girer, girmelidir. Bu, aydının görevidir.

“Bu halk bunu hak ediyor”, aydınlar arasındaki sohbetlerin sözü olmamalıdır. Tam tersine, değiştirilmesi gereken bir durumun tespitinde bir anlam ifade edebilir. “Bu halk bunu hak ediyor” ile anlatılmak istenen durum, değiştirilmek üzere, müdahale edilmek üzere söyleniyorsa, bir gerçekliği ifade eder. Yoksa yakınmak ve kendi eylemsizliğimize bahane aramak üzere söyleniyorsa, bu hak edenlerin içinde kendimiz olduğumuzu da unutmayalım. Halkın, işçi sınıfının devrimcileşmesi için aydınların neler yapması gerektiği anlamında bir tartışmanın temeli olacaksa, bir anlam ifade edebilir. Yoksa, çaresizlik içinde içki masalarının mezesi olmaktan başka bir anlam ifade etmez.

24 Haziran seçimlerinin sonuçları, üç gün önce TV kanalından yayınlanmıştır. Bunu aydın birisinin gözardı etmesi doğru değildir, suçtur. Bunu bir işçinin görmemesi, bir işçinin gazete ve TV kanalları ile gelen bilgilerin ötesine geçerek gerçek durumu analiz edememesi daha normaldir. O da bir sorundur, eksiktir. Ama aydın için bu bir “suç”tur.

Gerçi bu yakınmaların “olumlu” bir tarafı da vardır.

“Bu işçiler bunu hak ediyor”, “nerede işçi örgütleri”, “nerede devrimciler” yakınmaları, aslında bir davettir. Demek oluyor ki, aydınlar, işçileri devrimin önderi olmaya, kendi tarihsel rollerini (bireysel olarak bu yakınmada bulunan aydın olmadan), oynamaya bir çağrı vardır. Bu açıdan, bu olumludur. Biz, bir devrimci işçi hareketi olarak, Kaldıraç hareketi olarak, bu çağrıyı kendimize yapılan bir çağrı olarak, eksikliğimizin bize söylenmesi, özlenen noktanın vurgulanması olarak görüyoruz. Bu açıdan kabulümüzdür. Bunu yerine getireceğiz. Ama aydınlara da bir çağrımız var, gelin saflarımıza katılın, bize güç olun, aklınızı aklımızın yanına, ellerinizi ellerimizin yanına, kalbinizi omuzlarımızın yanına koyun. Gelin bu karanlığı parçalayacak olan işçi sınıfının örgütlenmesinde bizimle birlikte mücadele edin. Gelin, korkularınızı aşın ve gelmekte olan devrimin birer neferi olun. Gelin, elinizden geleni yapın. Gelin, örgüt özgürlüktür ilkesini yükseltelim.

Yakınma budur, “bu halktan bir şey olmaz.” Belki de “bir şey” olmaz ama çok şey olur. Önce, aydınlar, kendi sorumluluklarını yerine getirmelidirler.

İktidarın, aydını ve “tanınmış kişi”leri hedef alması sürecine biraz daha yakından bakalım.

Neden sistem, seçmeli bir biçimde, toplumda önemli isimlere saldırıyor? Mesela Metin Akpınar ne yaptı, örgütlü bir mücadelenin içine mi girdi? Hayır. Sadece, açık olarak konuştu. Sadece, insan olarak fikrini söyledi. Belki de bu fikri her gün bir başka yerde duymamış olsa idi, belki de bu fikirlerinin bu denli “tehlikeli” olduğunu düşünmüş olsa idi, söylemezdi. Saray Rejimi’ni rahatsız eden, oradaki fikirler değil, bu fikirlerin Metin Akpınar’ın ağzından dile getirilmesidir. Toplumda seveni olan, öne çıkmış bir ismin bunları söylemesidir.

Metin Akpınar, Yılmaz Erdoğan ile kıyaslanmayacak şekilde bel kemiğine, insanî dürüstlüğe sahiptir. Metin Akpınar, belki de tahmin etmediği bu saldırı karşısında dik durmuş, bir adım öne çıkmıştır. Yılmaz Erdoğan, Saray’ın hoşlanmayacağı şeyleri önceden “tahmin” etme yeteneğini geliştirmiştir. O, sınırlarını bilmektedir, başka bir şey bilmesine gerek yoktur. “Ucuz yaşam” buna derler. İş olanaklarını kaybetmemek, Saray’ın hışmına uğramamak, basında linç kampanyalarına maruz kalmamak için, kendine “otosansür” uygulamada, pek çok kişiyi aşmış durumdadır. Evinde bile, ağzını açmamak için uğraşmaktadır. Rakının verdiği hoşluk içinde ağzından laflar kaçar düşüncesi ile, tek başına rakı içmeyi seçmektedir. Evde rakı imalatı yapanlar, ondan bin kat daha cesurdur. Korku, onu esir almıştır ve Saray’ın merdivenlerine yapıştırmıştır. Bu üretimine de yansımıştır, Saray merdivenlerinden ne, ne kadar görülebiliyorsa, o kadar “üretim” yapabilmektedir.

Elbette daha beteri de var. İktidara yamanmak konusunda bir bölümü, ünlü teyzenin “götünün kılı olmak” sözünü rehber edinmişlerdir. Yavuz Bingöl ile “baba” Orhan Gencebay’ın yer kapma yarışı mide bulandırıcıdır. Şafak Sezer, zavallı, orada yer bulmuş değil, oradan dökülmüş bir “kıl” olmayı kabul etmek zorunda kaldı. “Sanatçının” kendini sokanına acaba ne derler, Şafak Sezer mi, yoksa Yavuz Bingöl mü? Saray’ın politikası açık: Bir uçta açlık- hapis sopası, diğer uçta iş-ün-para havucu. Açlık ve hapis sopası ve iş-ün-para havucu arasında tereddüt etmeden seçim yapıp, “kıl” olmayı uygun görenlerin de kullanım süreleri sınırlıdır, raf ömürleri sınırlıdır. İktidar raflarında yer alan her “aydın”ın, her “tanınmış kişi”nin ömrü, son derece sınırlı olur.

Toplumsal sorunlara duyarlılığı kalmamış bir kişinin “aydın” olarak nitelenmesi doğru değildir. Bu, temel ölçülerden biridir. Bir kişi, sadece kendisi için yaşıyorsa, artık onun toplumsal rolü, sıradandır. Bu elbetteki normaldir de, ama insan olmaktan çıkma durumunun da göstergesidir. Kendisi için yaşayan bir insan, bilgi ve birikimi ne olursa olsun, aydın olarak ele alınamaz.

Oysa aydın, gelişmiş bir insan, daha da insanlaşmış bir insan demektir. Bu açıdan, hem mütevazi olması beklenir, hem de mücadele eden, haksızlıklara karşı koyan, ön açan olması beklenir.

“Bu halktan bir şey olmaz”, eğer kendi eylemsizliğimiz, kendi çaresizliğimiz için bir yakınma durumu değil ise, kendini beğenmişlik demektir.

Bir sinema yönetmeni, filmlerinde konu aldığı gerçekliği, toplumsal sorunları, toplumsal gerçekliği, günlük yaşamında da ilgi alanının içinde tutmalıdır. Yoksa, onun farkı nereden gelir? Yani, bir yönetmen, “filmi” ile konuştuğu şeyin, biraz olsun arkasında durmalıdır.

Eserleri ile öne çıkan bir yazar, bir sanatçı, toplumsal sorunlar karşısında “politika benim işim değil” türünden bir tutum alınca, kendini “tarafsız” hâle getirmiş olmaz. Tersine güçlü olandan, yani iktidardan yana taraf hâline getirir. Kaldı ki, bugünün iktidarı, Saray Rejimi için bu bile yeterli değildir. Saray Rejimi, açık olarak toplumda öne çıkmış isimleri kendi etrafında “tutum” alır durumda görmek istemektedir. Ve bunu yapanlara daha çok parasal ve maddi ödüller vermekte, tersini yapanlara ise, seslerini çıkardıkları anda hapis yollarını göstermektedir.

Sanatçı ve yazarın, kendine “tarafsız” bir yer edinme isteği, büyük ölçüde bir kılıftır. Nesnel olmak, tarafsız olmak anlamına gelmemektedir. Nesnel olmak, objektif olmak, gerçekten yana tutum almak demektir, ki bu, iktidarın hışmını üstüne çekmek için yeterlidir. Birçok kişi, mesela iktisatçı, “ekonomik kriz var” dedikleri için işlerinden olmuşlardır ya da istenmeyen kişi ilan edilip, TV tartışmalarına bile sokulmamaktadır. Birçok gazeteci, sadece gerçeği yazdıkları için, sadece önceden belirlenmiş soruları değil de kendi akıllarındaki soruları sordukları için oyun dışına itilmiş, ellerinden basın kartları alınmıştır.

Bu koşullarda, etliye sütlüye dokunmamak üzere yazıp çizenler, aslında, kendi bireysel yeteneklerini sergilemek dışında bir iş yapamaz durumdadırlar. Otosansür, onların kafalarını kemirmektedir. Bu bir üretim, aydınca bir üretim değil, bir “tüketim” sürecidir ve aynı zamanda aydının tükenişi sürecidir. Mücadeleden kaçan aydın, aslında kendini de tüketmektedir.

Mücadele kaçkınlığı, açık olarak örgütten kaçmakta ortaya çıkar. Örgüt özgürlüktür diyemeyen bir aydın, aslında, gerçeği de sahiplenemez. İster fizikçi olsun, ister kimyacı, ister köşe yazarı olsun, ister matematikçi, ister gazeteci olsun, ister Nobel ödüllü roman yazarı, ister müzisyen olsun ister felsefeci. Örgütten ve mücadeleden kaçış, aydın için, bir nevî verem gibidir. Bu veremin yeri ciğerler değil, beyindir. Aydın, bir kere kendi beynini geri vitese taktı mı, artık onun iyileşmesi ancak büyük toplumsal olayların sarsıcı etkisine kalmıştır. Bu örgütten ve mücadeleden kaçış, aydının beynini bir verem gibi yiyip bitirir. Bir süre sonra verem, bu kaçkınlık hâli, beyni esir alır.

Korku hep böyledir, beyni siler, olumsuz anlamda temizler, tarihsiz, öncesiz ve sonrasız bırakır. Ve bu olumsuz anlamda temizlenmiş beyinlere, iktidarın istedikleri yazılmaya başlar. Eğer bu kişi bir aydın ise, bir yazar ise, iktidarın istediklerini halkın beynine yazdırmak için araç haline getirilir. Buna “tarafsızlık” denilebilir mi?

Demek ki, bir aydını, biz kendi saflarımızda örgütlü mücadeleye çağırıyorsak, onu “gel bize tabi ol ve aydın özgürlüğünü kaybet” demiş olmuyoruz. Bu korkuyu biz biliriz. Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz, örgüt disiplini korkusunun kaynağı, devrimci örgütlerin aydınları disiplin altına alması değildir, 12 Eylül rejiminin bizzat kendisidir. Dürüst olmak gerekir, bugüne kadar hiçbir devrimci örgüt, bizim ülkemizde aydının özgürlüğünü köreltmedi. Tersine, birçok “aydın”, o örgütlerde kendini eğitme şansını elde etti.

Biz, aydını kendi saflarımızda, elbette disiplinle, örgütlü olarak mücadele etmeye çağırıyorsak, aslında, onun kendini kurtarma yolunu tarif ediyoruz. Yoksa bu beyne girmiş veremden, kendini tüketmekten kaçış yoktur.

Bir işçi direnişine, bir iş cinayetine, bir üniversitelinin coplanmasına, bir kadın cinayetine, bir çocuğun kaçırılmasına, cinsel tacize uğratılmasına, savaşa, katliamlara, tren hatlarının hazır olmadan açılmasına, kentlerin yağmalanmasına, gökdelenlerin yaşamı tüketmesine, tarımın Cargill’in istekleri ile organize edilmesine, yağma ve talan rejimine sessiz kalan bir kişi, “tarafsız” mı olur?

Peki ya aydın olur mu?

Aydın ne kadar cahilleşiyorsa, o kadar kibire bulanıyor. Saray Rejimi’nin son yıllardaki deneyimi bunun en açık kanıtıdır. Hep birlikte bunu yaşıyoruz. Aydınlarımız cahilleşiyor, fakirleşiyor, korku ile siniyor ve iktidar raflarında yer alan, uygun zamanda kullanılacak mallara dönüşüyor.

Toplumsal gerçekliği, sınıf savaşımını göremeyen bir aydın, kendi gerçekliğini de göremez hâle geliyor. Bunun en son kanıtı, çok ciddi eserler veren Fazıl Say’ın tutumunda görülebilir. Say, kendi gerçekliğini, yalnızlık olarak görüyor olmalı. Oysa direnmeye yetecek kadar gücü vardır, belki cesareti eksikti. Bu cesaretsizlik, hep birlikte yaşayacağız, onu daha kötü adımlar atmaya zorlayacaktır. Egemenler biatını istediklerinden bir olumlu yanıt aldılar mı, mutlaka fazlasını da talep ederler. Aydın, toplumsal mücadele içinde aldığı tutumlarla yoluna devam edebilir. Müjdat Gezen’in bir adım daha büyüdüğünü tespit etmek mümkündür. Görüşlerinin ne kadar yol açıcı olduğunu tartışmıyoruz, baskı ve şiddet karşısında aldığı tutumun önemine işaret ediyoruz.

İtaati ve biatı öğütleyen bir aydının, devlet kontrolünde dini kullanan bir vaizden farkı kalmaz. Gün gelir, vaaz olarak, işyerinde iş güvenliği önlemi almanın allaha karşı çıkmak anlamına geldiğini söylemek zorunda kalır.

Saray Rejimi, kendi zayıflığını örtmek için, etrafında “aydınlar”, tanınmış simalar toplamaya çalışıyor. Bunun için hem havuç, hem sopa birlikte kullanılıyor. Böylece, kendi korkusunu, bu tanınmış simalara bulaştırarak, işçi ve emekçilerin mücadele azmini kırmaya çalışıyor. Buna araç olan bir kişinin “aydın” olma durumu kalmaz. Gerçeklikle bağını bu denli koparmış bir kişinin tarafsızlığa sığınması, karanlığa sığınmasından farklı değildir. Devekuşunun korunmak için kafasını kuma gömmesinden farksızdır.

Bilim adamlarının, üniversitelerdeki öğretim üyelerinin, gerçekliğe bu denli gözlerini kapatmaları, bilim adına “objektiflik” olarak sunulamaz. Burjuva hukukunu bile savunamayan hukukçuların, bilimin ve aklın önemine vurgu yapmaktan korkan fizikçilerin, uluslararası tekellerin emrinde yeteneklerini sergileyen kimyacıların, insandan ümidini kesmiş edebiyatçıların, toplumsal gerçeklikten kopmuş düşünürlerin vb. varlığını fakirleşme, derinliğini kaybetme hâli olarak ele almak mümkündür. Bunun aydın olmakla bir ilişkisi olamaz. Bu, aydın olmanın, dahası insan olmanın aşağılanmasıdır.

Ülkenin tarımının durumu konusunda açıklama bile yapamayan, hiçbir direniş göstermeyen ziraat mühendislerinin bilgileri ne işe yarar? Bilimi ve gerçeği savunamayan, bunları söylersem başıma neler gelir diye korkan bir bilim adamının, kendini tüketmekte olduğunu söylemek acaba fazla mı kaçar?

Aydının ya da “tanınmış simaların” iktidara biatı, halk için yaratılan karanlık ortamın oluşumuna en az baskı kadar etkilidir. Saray Rejimi’nin bu çabalarının anlamı da buradadır.

Ortaçağ karanlığına benzer, içinde yer aldığımız çağ nedeni ile daha beter bir karanlık anlamına gelen bu karanlığın dağıtılmasında aydının, hiç de azalmayan bir rolü vardır, olacaktır.

Bu nedenle, bu durum, aydının yeniden doğuşu için de bir fırsattır. Aydın, adı üstünde aydınlatmanın militanı olmak durumundadır. Toplumsal gerçekliğe, sınıf savaşımına gözlerini kapatarak bunu yapmak mümkün değildir. Hapse atılan aydın, hapishaneyi bir üniversiteye dönüştürmenin olanaklarını yaratmalıdır, üniversiteden kovulan bir öğretim görevlisi, işlevini sürdürecek, öğrencileri ile bağını sürdürecek bir işçi üniversitesi kurmanın yollarını aramalıdır, bilim adamı bilimi geniş kitlelere ulaştırmanın yollarını aramalıdır, sanatçı eserlerinde toplumsal gerçekliği yansıtmaktan çekinmemelidir. Bunun kolay olmayacağı açıktır.

İnsan mücadele içinde insanlaşıyor. Aydın için de bu geçerlidir.

Ve aydının, bizim topraklarımızdaki ana sorunu, bu mücadelenin bireysel bir mücadele olduğuna kendini inandırmasıdır. Birçok dürüst aydın, başına gelecekler nedeni ile “örgütlü mücadele”den kaçmaktadır. Bunun yerine, bireysel olarak “elinden geleni yapma” yolunu tutmaktadır. Elbette bu çabaları değerlidir. Ama bu bir handikaptır: Toplumsal devrimi çıkış yolu olarak görüp, örgütlü mücadeleyi “uzak durulacak bir bela” gibi görmek.

Örgüt özgürlüktür. Bu, gerçeğin ta kendisidir.

İşçiler, örgütsüzlükleri oranında esirdirler. Bu durum, “örgüt özgürlüktür” cümlesinin bir başka söyleniş tarzıdır. Ve bu durum aydınlar için de geçerlidir.

Ne tarafsızlık, ne örgütsüzlük, bir aydının sığınabileceği sığınak değildir.

Objektif olmak, bilimden ve gerçekten yana olmak, bir taraf olmak durumudur. Bu, sınıf savaşımının açık ve şiddetli biçimde yürüdüğü bizim ülkemizde son derece açıktır. Gerçekten yana olmak, gerçeği söylemek pahalı bir iştir bugünlerde.

Örgütten uzak durma hâli ise oldukça yaygındır. Neredeyse aklı başında olan, kafası çalışan herkes, biz devrimcileri, açıkça “salak”, “saf”, “deli” olarak nitelemektedir. Bu ideolojik olarak “örgütsüzlüğün” savunusudur. Ne demek mi istiyoruz? Şöyle; diyelim ki bir Kürt, bugün Kürdistan’da, örgütlü mücadeleye girmeyebilir. Ama örgütlü mücadeleyi saflık, salaklık vb. olarak tanımlayamaz. Tersine kendi durumunu tanımlar, korkuyorum der, çoluk çocuğum var der, param ve mülklerim var der vb. Ama bizde, bu durum, örgütlü mücadeleden kaçış için bir de teori var. İdeolojik olarak “örgütlü mücadele” küçümsenmektedir. Bugüne kadar kimler denedi olmadı denmektedir. Oysa bir aydın bilir ki, Guernica tablosundaki at yüzlerce kere çalışılmıştır ve Picasso, bunu yapacak enerjiyi bulmuş pes etmemiştir. Oysa bilirler ki, Pasteur, binlerce kere denediği hâlde aşı üzerine uğraşmaktan vazgeçmemiştir. Oysa çok iyi bilirler ki, Tesla, deli diye anılırdı. Ve çok iyi bilirler ki, insanlık tarihi sayısız isyanlarla doludur ve bunların ancak çok azı zaferle sonuçlanmıştır, çoğu yenilgi ile bitmiştir. Buna rağmen insanlık, özgürlük, adalet, eşitlik mücadelesini sürdürmüştür.

Demek ki, açıkça “örgütlü mücadele”yi aşağılayan birisi, bu insanlık mücadelesini reddediyor demektir. Öyle ise, mert olmalı ve öyle demeli. “Hayır, insanoğlunun bu mülkiyet zincirlerinden, bu insanın insana kulluğu çarkından kurtulma, özgürleşme şansı yoktur” demelisiniz. Bunu demeden, örgütlü mücadeleyi aşağılamak, küçük görmek mümkün değildir.

Evet bize, biz devrimcilere pek çok isim konmaktadır. İktidarların koyduğu tek isim var, terörist. Ama dost cepheden, bugünlerde bizi anlatmak için en yaygın kullanılan isimler; salak, saf, çocuk, delidir. Kim nasıl layık görüyorsa, hepsi kabulümüzdür. Biz yenilmiş bir devrimci hareketin devamcılarıyız. 12 Eylül yenilgisini, henüz bir ters dalgaya çevirebilmiş değiliz. Bu nedenle, bugün bize takılan isimlerin kahraman vb. olmasını bekleme hakkımız henüz yok.

Ama, bildiklerimizden, bilimden ve gelecekten zerre kadar da şüphemiz yok.

Düşmanlarımız saf tutmuştur.

Dostlarımızı saf tutmaya çağırıyoruz, büyük kavgada, açık ve endişesiz saf tutmaya.

Yerel seçimlerden 1 Mayıs 2019’a

Yerel seçimler, baskı ve şiddetin kol gezdiği bir genel seçim havasında gerçekleşti. Saray Rejimi, tüm gücü ve olanakları ile her türlü hileyi devreye soktu. Ama buna rağmen, sandığa yansıyan sonuçların bir bölümünü manipüle edebildi. Tüm hilelerine rağmen, istedikleri sonuçları elde edemediler. İstanbul ve Ankara’yı vermeye razı olmak zorunda kaldılar.

Yerel seçimler şunu göstermiştir:

1- Bu ülkede artık, seçimler “normal”ite içinde gerçekleşmemektedir. Ortada bir Saray Rejimi vardır ve gerçekte, bu Saray Rejimi, ancak devrimle, ancak işçi sınıfının öncülüğünde bir ayaklanma ile gönderilirse, “bahar” gelir.

2- Yerel seçimler göstermiştir, Saray Rejimi, Şırnak, Muş ve Iğdır’da seçim değil, bir “özel harp operasyonu” devreye koymuştur. Kürt illerinin bütünlüklü bir harita oluşturmaması ve Suriye-Irak hattına doğru saldırılar için, özel bir yerleşim ayarlanmıştır.

Buna rağmen, “kayyum” politikası çökmüştür.

Bu kayyum politikası, Batı’da HDP oylarının oynadığı rol ile de bir kere daha çökmüştür. Adana, Mersin, İstanbul, Ankara başta olmak üzere Kürt oylarının sonuçlara nasıl yansıma olanağı olduğu ortaya çıkmıştır.

3- Yerel seçimler, sandıklardan açıklanan sonuçlarla ne kadar gizlenmeye çalışılsa da, Saray Rejimi’nin ciddi bir gerilemesine olanak vermiştir. Gerçekte, sandıklar doğru sayılmış olsa (değil demokratik bir seçim olsa, bunu tümden bir yana bırakarak konuşuyoruz), AK Parti ve MHP cephesinin oylarının %30’lar civarında olduğu görülecekti.

Bu durum, kitlelerde Saray Rejimi, onun savaş ve baskı politikaları, onun “yağma, rant ve savaş ekonomisi”ne karşı ciddi bir öfkenin biriktiğinin göstergesidir.

4- Direniş, yol açıcıdır, öğreticidir ve aynı zamanda kazandırıcı tek yoldur. Saray Rejimi’ne karşı gelişen direnişin, bu sonuçlar üzerinde büyük etkisi vardır.

Erdoğan, seçim gecesi balkondan, ekonomik kemer sıkmanın artacağını, baskı ve savaş politikalarının daha da yükseleceğini ilan etmiştir. Söylediklerinin Türkçe meali budur ve bu konuda harekete geçmekte gecikmeyeceklerdir.

İşçi ve emekçilerde gelişmekte olan moral ve umudu kırmak için, baskı-şiddet ve yalan politikaları daha da geliştirilecektir. İşçiler, Kürtler, halklar, devrimciler, bu baskının ana hedefi olacaktır.

İşte, yaklaşmakta olan 1 Mayıs 2019’a bu durumun bilincinde olarak hazırlanmalıyız.

Ülkenin her alanında, her yerinde, işsizliğe, açlığa, ekonomik krize karşı geliştirilen eylemler, parça parça da olsa sürmektedir.

Önümüzde, krizin daha da ağırlaşacağı, faturanın işçi ve emekçilere ödettirileceği bir süreç var. Daha çok işsizlik, daha çok açlık, daha çok çalışma, daha az ücret, daha çok iş cinayeti, daha çok adaletsizlik vb. ile karşı karşıya kalacağız.

Ve açıktır ki, tüm direnişlere rağmen, tüm eylemlere rağmen, işçi sınıfı, ana gövdesi ile, bir çınar gibi, bir bütün olarak sahnede değildir. İşçi sınıfının alanlara çıkmadığı, kendi istemlerini dile getirmediği, kendi çıkarlarının savunucusu olmadığı bir ortamda, burjuva partilerin, devletin vb. daha açık saldıracağı, işçi sınıfı ve emekçilerin üzerine daha çok vergi ile, zamlar ile, daha düşük ücret ile vb. geleceği açıktır.

İşçi sınıfının kendi taleplerini açıkça ortaya koyacağı önemli bir gün, 1 Mayıs 2019 önümüzde durmaktadır.

Yağma, rant ve savaş ekonomisine karşı, işçi sınıfının taleplerini dile getirmek üzere alanlara akması, sendikalarını bu doğrultuda davranmaya, tutum almaya zorlaması gerekir. Birçok işçi direnişi, birçok işçi eylemi, başka yerlerdeki işçiler tarafından bile duyulmaz durumdadır. Basının karartma politikasını delmenin, diğer işçilere ve tüm topluma gerçeği göstermenin önemli alanlarından biri 1 Mayıs alanlarıdır.

Bu nedenle, işçi kortejlerinin 1 Mayıs alanlarına akması gerekir.

İşçi sınıfının bir sınıf olarak sahnede yerini almasında, 1 Mayıs 2019 bir adım olmalıdır. Bunun yolu, örgütlenmekten geçmektedir. Sendikalara müdahale etmekten geçmektedir.

Evet seçim sonrasında AK Parti ve Saray Rejimi’nde çözülmeler başlayacaktır. Bu yüksek bir olasılıktır. Ama eğer işçi sınıfı, alanlara çıkarsa, eğer işçi sınıfı kendi örgütlü gücünü en başta kendisi hisseder, anlar ve ortaya koyarsa, bu çözülme çok daha hızlı olacaktır.

Mesele direniş ve örgütlenme hattını hayata geçirmektedir.

İşçi sınıfı sahneye çıkmadan, ne kendisi, ne de toplum kalıcı bir zafer kazanamaz.

Örgütlü ve görkemli bir 1 Mayıs, işçi sınıfının örgütlenmesine de katkı sağlayacaktır.

Savaşa, savaş politikalarına, savaş ekonomisine karşı alanlara!

Yağma ve rant ekonomisine karşı, işçi sınıfının direnişini örgütleyelim!

Saray Rejimi ve onun politikalarına karşı, güçlü bir 1 Mayıs için alanlara!

Saray Rejimi ve yerel seçimler

Adına “seçim” denilebilir mi?

7 Haziran 2015’ten bu yana, Saray Rejimi, seçim sistemini toprağa gömmüştür. 7 Haziran’da, “iktidarı” kaybeden AK Parti, iktidarda kalabilmek için, yasa ve hukuk tanımadan, baskı ve şiddeti devreye sokarak, bu iki yolla, iktidarda kalmanın gereklerini yerine getirmek için uğraştı. 7 Haziran seçimlerinin ardından, parlamentoyu feshederek, seçimleri “yok” hükmünde ilan etti. “Millet iradesi” diye nutuk atan tüm burjuva partiler, AK Parti’nin arkasına yerleşti ve yasalar altüst edilerek, yeni seçim süreci başlatıldı. Ve Kasım seçimlerine kadar, büyük bir baskı ve şiddet politikası devreye sokuldu.

Bu baskı ve şiddet politikası, bu hukuk tanımazlık, basının da kontrolü ile desteklendi ve ortaya Saray Rejimi çıktı.
“Kürtlere karşı savaş” cephesi içinde tüm burjuva partiler, CHP’si, MHP’si ve diğerleri, Saray Rejimi’ne dayanak oldular.

O günden bu yana, her seçim, ister genel seçim olsun, ister cumhurbaşkanlığı seçimi olsun, ister yerel seçim olsun, tümü, tam bir baskı ve şiddet gösterileri, yalan ve iftira kampanyaları, tutuklamalar vb. eşliğinde yürütüldü.
31 Mart 2019 yerel seçimleri de böyle oldu.

Her seçimde bu hukuk tanımazlık, bu baskı ve şiddet, bu yalan ve karalama daha da ölçüsüz hâle getirilmeye çalışıldı. 31 Mart seçimlerinin süreci de böyle oldu.

Ama her şeyin bir sonu vardır. 31 Mart seçimlerinde, AK Partili Saray Rejimi, geriletildi.

Anlamak için, önce 24 Haziran seçimlerine bakmalıyız.
Erkene alınan, doların hızla tavan yapması ile krizin açığa çıkmasından önceye alınan seçimler, başkanlık sistemi ya da Türk usulu başkanlık sistemi için, MHP-AK Parti ittifakının zaferi ile sonuçlandı.

Ne zafer ama?

Soru şudur: Neden seçim yapıyorlar?

Seçim sonuçlarını Anadolu Ajansı (AA) önceden ilan edebildiğine göre, neden seçim yapmak gereği duyuyorlar?

Sistem, kendi iradesini zorla “halka kabul ettirme” aracı olarak seçimleri kullanmaya başlamıştır. Artık, seçimler, halkın oyları ile tüm bağlantısını kesmiştir. 24 Haziran seçimleri bunun en somut kanıtıdır.

24 Haziran seçimlerinde sandıklar dahi sayılmadı.
AB ve ABD ittifakı olarak NATO kararı ile seçimler organize edilmiş, sonuçları buna göre ayarlanmıştı.

AB ve ABD, başkanlık sistemi denilen sistemi istemiş ve geçirmişlerdir. Ve üstelik kesinlikle ve net olarak, halkın tersi yönde iradesine rağmen. Bunun altını, özellikle aydınlar için çizmek istiyoruz. 24 Haziran seçimleri meşru değildir ve seçimle bir şey değişmeyeceği hâlde, seçimlerde akıl almaz hileler devreye sokmuşlardır. “Bu halktan bir şey olmaz” diyenler, bu sonuçlara bakarak bunu söylüyorlarsa, ne seçim sistemini ne de bugünkü rejimi bir dirhem anlamıyorlar demektir.

AB ve ABD, ortaklaşa, anlaşarak, “başkanlık” sistemi değişikliğini onaylayacak adımı atmışlardır. Bu her ikisinin de çıkarınadır.

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, özellikle bu dönemden bu yana, tam bir “ortaklaşa sömürge”dir. Siyasal olarak (yani ordusu, polisi, yargısı, partileri vb. ile) ABD’ye bağlı, ekonomik olarak ise AB’ye.

Bugün, AB ve ABD arasında bir savaş, bir paylaşım savaşı var.

Ama buna rağmen, “başkanlık sistemi” her ikisinin de ortak çıkarınadır. Bir sürü ayrıntı ile uğraşmak yerine, bir adamla, son derece pratik bir biçimde, bir şirketi yönetir gibi Türkiye’yi yönetmeleri bu sayede olanaklı olacaktır. Birçok ayak bağından kurtulmuş olacaklardır. Ve bunu yaptılar.

Erdoğan ve Saray Rejimi, bu sistemin gereği olarak “zafer” ile sonuçlanan bir seçim organize etti. Gerçekte, kaybettikleri seçimi, hile ile kazandılar. Bu hile işinde Erdoğan’a, MHP ve Perinçek partisi açıktan, CHP ve İYİ Parti dolaylı destek verdiler. “Zafer” dedikleri şey, Erdoğan kadar İnce’nin, AK Parti ve MHP kadar İYİ Parti ve CHP’nin eseri olmuştur. Sandıktan hayır çıktığı o kadar belli idi ki, sandıkları bile saymadılar. Kendi hukuklarını ayakları altına aldılar.

Yoksa seçimle bir şey değişmez.

Eğer seçimle bir şeyler değişecek olsa idi, emin olun, sistem seçimleri yasaklardı.

31 Mart seçimleri ise, farklı sonuçlandı.

“Kudüs”ü kaybetmek gibi denilen yerleri AK Parti kaybetti. İstanbul ve Ankara’yı kaybetti.

Sahi, acaba gerçekte, değil demokratik bir seçim olması, bunu bir yana bırakalım, bu anti-demokratik seçimde dahi, gerçek anlamı ile sandıklar sayılsa idi, acaba AK Parti’nin oyu %25’i ne kadar aşardı? İstanbul’u bir yana bırakalım, mesela Şırnak’ı, Muş’u almışlar mıdır? Kesinlikle alamamışlardır.

Acaba Bursa, AK Parti’nin zaferi mi demektir? Sandıklar, sadece sandıklar hilesiz sayılsa idi, AK Parti çok daha fazla ili kaybetmiş olurdu.

Bir ileri adım daha atalım. Acaba, gerçekten demokratik bir seçim olsa idi, mesela basın herkese eşit davransa idi, mesela Kürtler ve devrimciler tutuklanarak hapislere atılmasa idi, mesela Demirtaş dışarıda olsa idi, mesela yalan ve iftira kampanyaları yapılmamış olsa idi, mesela devlet, bizzat tüm olanakları ile bir taraftan yana olmasa idi vb. acaba AK Parti, %10’ları bulabilir miydi?

Demek ki, seçimlerin oylarla, halkın iradesi ile bir ilişkisi, bir alâkası, bir örtüşme noktası vb. yoktur.

31 Mart seçimlerini anlamak için, resmi biraz büyütelim.
Üç güç, bu seçimlerde etkili olmuştur. İlk ikisini önceden biliyoruz, AB ve ABD. Bu seçimlerde bir de, 460 milyar dolar alacağı olanlar, yani Türkiye’ye borç verip fonlamış olanlar da bir güç olarak devreye girmiştir.

Saray Rejimi ve Erdoğan, bu seçimlerde, Ankara ve İstanbul’u almış olsa idi, ne olacaktı? Bu sadece bir zafer olmayacaktı. Bu aynı zamanda, Saray Rejimi’nin, bazı sermaye kesimlerini de içine alacak şekilde saldırılar yapacağı bir dönem olacaktı.

Elbette Kürtlere, devrimcilere, işçilere, halka saldıracaklardı.

Bunu, bu iki ili kaybetmiş ve “geriletilmiş” olsalar da yapacaklar. Saray Rejimi, yine, işçi ve emekçilere, Kürtlere, devrimcilere saldırcaktır. Bu değişmez. Bu durum ne ABD’nin, ne AB’nin, ne de uluslararası sermayenin derdidir. Kürde saldırı, işçi ve emekçilere saldırı, devrimcilere, Gezi’ye saldırı her durumda hepsinin ortak noktasıdır.

Ama ekonomik kriz koşullarında, rant kapıları kesilmiş bazı kesimlerin Saray Rejimi ile olan bağları, iş dünyasını da içine alacak bazı saldırıları gerçekleştireceği açık idi. Bu durum, AB ve uluslararası sermayenin umurunda idi. AB, kendi sermayesini korumak ve konumunu bozmamak istiyor, uluslararası sermaye de hem borçlarını alabilmek, hem de AB’nin kaygıları nedeni ile bu durumu umursuyordu. Her ikisine göre, Erdoğan’ın frenlenmesi, biraz zayıflaması gerekiyordu, ki söz dinlesin.

Bu durum ABD’nin pek de umurunda olmazdı. Zira ABD için önemli olan, Ortadoğu’da Türkiye’ye verdiği işlerin yerine getirilmesi ve S-400 gibi arayışların son bulması idi. Bunları yapmaları için Erdoğan’ın mutlaka zayıflaması gerekli, şart değil idi. Bu iki şeyi, yaptırabileceklerini biliyorlardı. Sermaye meselesi, özellikle ABD için yakıcı değildi.

Uluslararası sermayenin ana derdi, verdikleri borçları geri alabilmek, bu geri ödemeyi garanti altına alacak bir sistem kurmaktır. IMF, bunun için önemli bir araçtır. IMF, hem belli bir miktar fonlama ile sistemin tıkanmasını önlemek, hem de “kemer sıkma” olarak adlandırılan acı reçete ile tüm gelirleri, borçları ödeyecek şekilde dizayn etmek için vardır. Bunu yapabilmesi için, Damat’ın yerine bir yeni “Derviş” gerekli idi. Damat’ı vermek, seçim öncesinde yapılan tartışmalarda Erdoğan’a ağır gelmiştir.

Ve Damat, “yağma, rant ve savaş” ekonomisi için gerekli idi.

AB de bu yönde isteklere sahip idi. Belki bu isteklere, biraz hukukî reformlar da ekleyeceklerdir. Hukuk, sermayenin geleceğini garanti altına almak, ülkede bulunan yabancı yatırımcıların güvende hissedecekleri bir ortam oluşturmak için şarttır. Bu nedenle, AB’nin istekleri, biraz daha kapsamlıdır.

Demek ki, AB ve “alacaklı olan finansörler”, birbirine paralel, ABD ise daha farklı bir tutumda idi. Ama ABD’nin olmazsa olmazları daha azdır demeliyiz. Çünkü, yerel seçimler aracılığı ile bir tokat yiyerek zayıflatılmış olan Erdoğan’dan, yine istediklerini alabilirler. Yani, ABD için, başkanlık sistemi ve Saray Rejimi’nin varlığını koruması yeterlidir. Kazansa da, az biraz kaybetse de çok büyük farklılıklar ortaya çıkmayacaktı. ABD cephesinin durumu budur.

İşte İstanbul ve Ankara’nın AK Parti denetiminden çıkışının ana nedeni bu tablodur.

Gerçekte, sadece Ankara ve İstanbul değil, daha pek çok il çıkmıştır ve AK Parti, çok ciddi güç kaybetmiştir. Sadece, durumu bu noktada tutma kararı verilmiştir.

Bu nedenle seçimlerde yine de hile vardır. Seçimler zaten baştan aşağıya anti-demokratiktir. Ama sayım yine de hilelidir. Fakat bu hile, AK Parti’nin, tümden güçsüzleşmiş olmasını önlemek içindir. Nihayetinde, bir iktidar değişikliği, ne ABD’nin, ne AB’nin, ne de alacaklı sermayenin işine gelmemektedir.

Burada bir geniş paranteze ihtiyaç vardır. Bizim Saray Rejimi adlandırmamız son derece yerindedir, başka türlü sistemi analamak mümkün değildir. Saray Rejimi, sadece Erdoğan demek değildir, onunla birlikte, burjuva partilerin tümüdür, farklı rollerde olmaları koşulu ile.

İkinci vurgumuz, “yağma, rant, savaş ekonomisi” vurgusudur. Yerindedir ve hayat bizi doğrulamaktadır. Bu, tespiti biraz açmalıyız.

Erdoğan ile başlayan süreç, bir yerden sonra, tam bir yağma, rant ve savaş ekonomisine dönüşmüştür, ki Saray Rejimi’nin ekonomisi budur.

Yağma, uluslararası sermayenin de isteğidir. Bu yağma, özelleştirmelerle, Cargillerle, tarım politikaları ile, üretimi yok eden uygulamalarla vb. ortaya konan ekonomik yapının adıdır. Doğanın, kaynakların, insanın yağmasıdır bu.

Rant, bu yağma ekonomisine bağlı, onunla bütünleşmiş bir ekonomik gerçekliktir. İnşaat sektörü, bu işin lokomotifidir. Rant üretmek, Erdoğan’ın Gezi sürecinde ağzından kaçırdığı ana görevidir.

Ve savaş ekonomisini anmamak, bu tabloyu eksik ele almak olur. ABD emireri, tetikçisi olarak bölgede oynadığı rol, yağma ve rant ekonomisi ile birleşen bir savaş ekonomisi yaratmaktadır.

Şimdi, konumuza dönebiliriz. Demek ki, “yağma, rant ve savaş ekonomisi”, mevcut durumun bilimsel tanımlanması olarak ortadadır.

31 Mart yerel seçimlerinde, rant kaynaklarının önemli ölçüde zarar görme ihtimali vardı. İşte, Erdoğan’ı esas telâşlandıran da budur. Daha doğrusu, Saray Rejimi’nin çevresini sarmış sermaye çetelerini, devlet içindeki çeteleri telâşlandıran gerçek şey bu rant kapılarının kapanma ihtimalidir. Bu rant, şimdi, CHP’li belediyeler eli ile yeniden biçimlendirilecektir. Bu da, Saray çevresindeki bazı sermaye gruplarının ve çetelerin zararınadır.

Erdoğan’ın “kaybettik” açıklamasına rağmen, “kazandık” diye çırpınanlar, aslında daha çok bu çevrelerdir. Bunlar, Erdoğan’dan korktuklarından değil, bu rant olanaklarını kaybetmekten korktuklarından ve gelecekleri hakkında derin endişeler hissettiklerinden bu tutumu almaktadırlar.
Seçimin bir numaralı sonucu budur, rant ekonomisinde bir değişim gerçekleşecektir.

Seçimin iki numaralı sonucu, AK Parti’de bir çözülme yaratacak olmasıdır. Zaten bu çözülme, başkanlık sistemi nedeni ile başlamıştı. Bu çözülme artacaktır.

Seçimin en önemli siyasal sonucu, tüm baskı ve şiddete rağmen, tüm aymazlığa ve kuraldışılığa rağmen, tüm yalan ve iftiraya rağmen, Kürt illerinde HDP’den alınıp kayyum atanan illerde, “kayyum” politikalarının çökmüş olmasıdır. Bu durum, yeni kayyumların oluşumunu engellemeyebilir. Ama, ne olursa olsun, bu politika çökmüştür. Kayyum ile yönetilen illeri kaybeden Saray Rejimi, belediye binalarını yağmalamakta, binaları kolluk kuvvetlerine bağışlamaktadır. Bu, “yağma” politikasının siyasal alanda devreye girişidir. Gerçek anlamda çöküşün de ifadesidir. Seçimin en net siyasal sonucu budur.

Seçimin net siyasal sonuçlarından biri de, kitlelerde, işçi ve emekçilerde Saray Rejimi’ne karşı birikmiş öfkenin ortaya çıkmasıdır. Bu açıdan AK Parti’nin ve onunla birlikte MHP’nin oylarının, gerçek anlamda %30-35 aralığında olduğunu tahmin etmek mümkündür. Bu büyük bir gerilemedir. Direniş ve mücadele, Saray Rejimi’ni geriletmiştir. Bu gerilemenin tescil edilmesi, gerçekte, sandıkların sayılması ile ortaya çıkmış değildir. Hayır. Bu gerileme, sandıklarda ne hile yaparlarsa yapsınlar ortaya çıkmış gizlenemez bir durumdur. Uluslararası durum, bunun İstanbul ve Ankara’ya yansımasına olanak vermiştir. Gerileme daha büyüktür.

Seçimin önemli siyasal sonuçlarından biri, HDP ve Kürtlerin yok sayılarak siyaset yapılamayacağıdır.

Seçimin önemli sonuçlarından biri, devlet çarkının, Saray Rejimi’nin nasıl çözüldüğünün ortaya çıkmış olmasıdır. AA’nın tutumu, AA’nın seçim gecesi “hikâyesi”, içler acısı değil ise, bir komedi değil midir? “Sahadan veri alamadığımız için veri veremiyoruz” sözleri, acaba, nasıl yorumlanabilir? Devlet çarkı çürümüş, çeteleşmiştir. Erdoğan’a rağmen seçim sonuçlarını kabul etmemek, aslında çetelerin ne kadar derin çıkar çatışması içinde olduğunun da kanıtıdır.

Şimdi, Saray Rejimi, kendi önlemlerini almakla uğraşacaktır.

Bir yandan anlaşılıyor ki, “belediyelerin” terk edilmeden yağmalanması, evrakların yok edilmesi süreci işleyecektir. Bu korku, gerçekte, hızlı bir dağılma sürecinin işaretidir. Önümüzdeki dönemde, itiraflar ortaya dökülecektir. Saray çevresinde, paçasını kurtarma yarışı devreye girecektir. Kaybetmekte olandan uzak durma anlayışı gelişecektir.

Elbette Saray, önce bu kesimlere karşı saldırıya geçecektir. İktidar ellerindedir ve gereğini yapacaklarından şüphe duymamak gerekir. Ama bu durum da çözülüşü durdurmaya yetmeyecektir.

Erdoğan, konuşmasında, kendisine telkin edilen programı açıklamıştır. Erdoğan’ın, yenilgiyi bu denli çabuk kabul edişi, AK Parti ve Saray çevrelerinde endişe ile karşılanmaktadır. Erdoğan’ın, balkondan “yalnız adam” görüntüsü ile, kendi taraftarlarına seslenmesi, allaha şükrediyorum ki, bana sizin gibi taraftarlar verdi demesi, destek isteğidir. Çözülmeyi önleme isteğidir, beni anlayın deme isteğidir.

İnce’nin 24 Haziran seçimlerinde, gece ortadan kaybolması ve “tehdit edildi” söylentilerinin çıkmasına benzer bir durum mu yaşandı ki, Erdoğan, hızla ikna oldu? Yoksa, kayıplar çok ama çok büyük mü idi ki, İstanbul ve Ankara’yı vermeye razı oldu? Bunu bilemiyoruz. Ama Yalnız Adam balkonu adımlarken, kendisine verilmiş bir programı okudu. Bu kesin.

Bir, serbest piyasa ekonomisinin kuralları içinde kalacağız. Bunu söyledi. İlk madde budur. Bu, uluslararası sermayeye sesleniştir. Dediklerinizi kabul edeceğiz, demektir. Buna, en çok Aydın Doğan mı sevinmiştir, yoksa TÜSİAD mı?

İki, ekonomik reformlar yapacağız. Bu ikinci maddedir. Yalnız Adam balkonda, programı okuyor. Bu, IMF’ye giden kapının açılması ve Damat’ın değiştirilmesi süreci midir? Damat, uygun bir tarzda, kenara mı çekilecektir? İstanbul sonuçlarına karşı çete hareketlerini devreye sokanlardan biri Soylu, diğeri Damat mıdır?

Ve elbette, reformlar, sadece ekonomik olamaz. Hukukî bazı adımların da atılması gereklidir. Bunu da yapacağını ifade ediyor gibidir. Hapishanelerden bazı isimlerin bırakılması da dahil midir? Bilmiyoruz. Ama sermaye, hukuk da ister, hak değil, adalet değil, ama hukuk ister. Bu da Soylu’nun gidişi midir?

Bu ekonomik reformlar, işçiler ve emekçiler için, daha fazla zam, daha fazla hayat pahalılığı, daha fazla işsizlik, daha fazla çalışma, daha fazla açlık, daha çok kemer sıkma vb. demektir. IMF budur. Bu durum, işçilere, devrimcilere karşı şiddet politikalarının devamının geleceği demektir. Ve CHP, bu konuda Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.

Üç, Yalnız Adam modu ile çıkılan balkondan, “beka meselesi anlaşıldı” diye söylendi. Erdoğan, bununla Kürt meselesini anlatıyor. Şırnak, güvenlik güçleri yığılarak AK Parti’ye verilmiştir. Bu, bir seçim değil, operasyondur. Muş, hile ile AK Parti’ye verilmek istenmektedir. Iğdır aynı şekilde. Böylece, Kürt illerinin tümünün HDP’yi seçmediği ortaya konularak, yeni başkanlık sisteminde, oradan ortak bir iradenin olmadığı gösterilmek istenmiştir.

Bu, Kürtlere karşı savaş politikalarının devamı demektir. Ve bu konuda, CHP, İYİ Parti vb. aynı dili kullanacaklardır. Bu tescilli bir gerçektir. Savaş politikalarının devamı istenmektedir. Katliam politikalarının devamı istenmektedir. Balkondan söylenen budur.

Dört, Suriye meselesi ve savaş meselesi. Erdoğan, açık olarak, savaş politikalarına devam edileceğinin, ABD’nin emireri olunacağının mesajını vermiştir.

Elbette S-400 meselesinin ne olacağı da buradan çıkıyor. Bu durum, yakın zamanda Suriye sahasında işlerin yeniden karışacağı anlamına da gelir. İdlib meselenin çözümünün acilleşmesi, bunu desteklemektedir.

Saray Rejimi’nin geriletilmesi, bir adım da olsa sağlanmıştır. Bu, esas olarak, direniş çizgisi ile sağlanmıştır.

Şimdi, bu direnişi daha da genişletmek, daha da güçlü ve kararlı hâle getirmek zamanıdır.

“Yaşam standardı” ve gerçek yaşam

Toplumsal bilinç, gerçekte hafife alınamayacak kadar güçlü bir varlıktır. Toplumsal bilinç, insan toplumunda oluşur ama, bireysel olarak insanın bilincinin dışında bir nesnelliktir. Toplumsal bilinç, bir varlık olarak toplumsal varlığın belirlediği tüm düşünsel-ruhsal yapının tümüdür. Toplumun değer yargıları, ahlâk anlayışı, ortalama düşünce sistematiği, kabulleri, gerçeği algılayış şekli vb. toplumsal bilincin içindedir. Toplumsa bilinç, gerçekte o toplumda egemen olan sınıfın bilincidir, tarihsel ve toplumsal süreçler içinde onun tarafından belirlenir. Ve bir taştan daha katıdır. “Atomu parçalamak, alışkanlıkları parçalamaktan daha kolaydır” sözü, bugün artık bir anlam ifade etmiyor. Zira atom çoktan parçalandı ve alışkanlıklar ve önyargılar, hâlâ varlığını sürdürüyor. Aslında, sadece sınıflı toplumda değil, hemen her toplumda önyargılar ve alışkanlıklar var olur. Ama sınıflı toplumda egemen sınıf, bu önyargı ve alışkanlıkları biçimlendirir ve egemenliği için kullanır.

Toplumda var olan “ahlâk” anlayışı, binlerce kadının taşla linç edilmesine yol açmıştır, hâlâ da açmaktadır.

Bu örnekler, bize “toplumsal bilinç” denilen ortalama bilincin, ne kadar katı olduğunu hatırlatmak içindir.

Birçok değer yargısı, böyle oluşmuştur. Mesela “orduya duyulan avanakça güven”, sadece kendiliğinden de oluşmamıştır, egemen sınıfın ince çalışmaları ile beslenerek oluşturulmuştur.

Ya da üniformalı birisine karşı beslenen “korku karışımlı saygı”, gerçekte, oluşmuş toplumsal bilincin ifadesidir. Bir sivil giyimli kişi size saldırırsa ona karşılık vermekte tereddüt etmezsiniz, ama eğer üzerinde polis üniforması varsa, tereddüt edersiniz. Bu durumu akıllıca kullanan hırsızlar, birçok durumda, polis elbisesi ile işlerini yürütebilmişlerdir. Bugünlerde sahte polise gerek yok, zaten gerçekleri de bu yağma ve rant sisteminin, her türlü istismar sürecinin içindedirler.

Demek oluyor ki, bizim günlük hayatımıza girmiş, birçoğumuzun üzerine hiç düşünmediği, ayrıntı gibi gelen toplumsal bilinç öğeleri vardır ve bunlar gerçek yaşamı büyük ölçüde belirler durumdadır.

Cumhurbaşkanı bir seferinde, kendisinin kökeni konusunda konuşurken, “afedersiniz Ermeni” demişti. Aynı toplumsal bilinç, kirli toplumsal hafıza onu otomatik olarak konuşturmuştur.

Yaşadığınız ortam, yaşadığınız sosyal doku, içinde büyüdüğünüz değerler sistemi, sizin için bazı önkabuller, önyargılar, alışkanlıklar, değerler oluşturuyor. Ve eğer siz, bunu bilinçle sorgulamazsanız, o toplumsal kabullerin esiri oluyorsunuz.

Yaşam standardı da böyle bir konudur.

Modern kapitalizm, bize, birçok “renkli” ambalaj içinde, tüketim nesneleri sunar. Bu tüketim nesneleri, “kaliteli” bir yaşam ya da “yaşam standardı”nın basamakları olarak önümüze gelir.

Ve bunlara sahip olmak, “adam olmak”, bunlara sahip olmamak ise, insan olamamak demek oluyor.

Mesela “araba sahibi olmak”. Şarkıda dediği gibi, “onun arabası var, güzel mi güzel, bastı mı gaza gider mi gider.” İşte size “yaşam standardı”nın önemli bir göstergesi. Arabası varsa, güzeldir ve gaza basarsa giderdir. Ama bu doğru değil. Mesela İstanbul’u ele alalım. Normalde, aklı olan, zekâsında sorun olmayan bir insanın, özel durumlar hariç, özel araba kullanmaması makul olandır. Yani, akıl göstergesi olan şey, mesela Kadıköy’e, mesela Bakırköy’e, mesela Beşiktaş’a, mesela Eminönü’ne, mesela Taksim’e vb. arabasız gitmektir. Eğer, insanlar bu toplumsal kabullerin esiri olmamış olsa, hemen hiçbiri, bu sayılan yerlere gitmek için araba kullanmazdı.

Bu durumda, İstanbul gibi kentlerde arabası olmak, güzel mi bilemesek bile, bastı mı gaza gider mi sorusunun yanıtını biliyoruz: Gitmez, gidemez. Araba, önü açıksa gidebilir, ama önü açık değil.

Normalde yaya 30 dakikada yürünecek, yol açık olsa 10 dakikada alınacak mesafeyi “özel araç”ınla 2 saatte gitmeyi tercih etmek, aklî muhakeme yeteneklerinin dumura uğramış olduğunun göstergesidir. Hele bunu her gün yaşamak ve buna alışmak, yaşamını mahvettiğini bile bile bunu yapmak, koyundan da beter olmak demektir.

Koyunlar, sürü hâlinde otlar ve dolaşırken, en öndeki uçurumdan atlarsa, diğerleri de onu izler. O ilk atlayan koyunun konuşma yeteneği yok ki, dile gelip de, “arkadaşlar, sevgili koyun sürüsü, ben yanlışlıkla düştüm, gelmeyin” diyebilsin.

Ve koyundan biraz daha kötü yönü de var. İnsan, İstanbul gibi, kentsel yaşamın tahrip edildiği, ranta göre düzenlenip rant ve yağma için kurban edildiği modern kentlerde, bu trafik içinde arabası olması hâlini, toplumsal statüde üst basamağa çıkmak, “ezik” vatandaş durumundan kurtulmak, “varlıklı” vatandaş sınıfında olmak olarak kabul etmektedir. İşte bu durum, bu en çirkin ve rezil durumu yüceltme hâli, koyun ırkını bile aşan bir bilinç kaybına işarettir.

Araba, bir toplumsal yaşam standardının göstergesidir.

Oysa işe yaramıyor ve yaşamı yok ediyor, hem sahip olanın yaşamını, hem de olmayanın.

Ortalığa korkunç bir trafik, akıl almaz bir ruh hâline sahip sürücüler, inanılmaz bir park yeri ve sokak görüntüsü sorunu çıkmaktadır.

Ve bu durumdan, tıpkı bu satırların yazarı kadar rahatsız olmayan da yoktur. Herkesin yakındığı bir sorun, toplumun sosyal statü olarak gördüğü araba sevdasının inanılmaz öbür yüzüdür.

Oysa bir kent düşünün, 4 milyon araç yerine, 500 bin araçla, trafik sorunu ve ulaşım sorununu kökünden çözmüş bir kent olsun. Bu mümkün müdür? Elbette. Metrobüs yapmanıza da gerek yok. Bu yollarda, mevcut metrobüslerin 30 katı kadar aracı, her yöne harekete geçirin, bakın işler nasıl çözülecektir. Demiryolu ağını geliştirin, deniz yolu ağını geliştirin ve trafikte ortalama her gün kaybedilen 3-4 saati geri kazanın.

İşte bu, yaşam standardının yükselmesi anlamına gerçekten gelebilir. Düşünün, günde 4 saatlik trafikten kurtuluyorsunuz, size yaşamak için ilave 4 saat. Bu 4 saatlik trafik sürecindeki sinir harbi ve zekâ kaybı durumundan kurtuluyorsunuz, işte size sağlığınız için yeni olanaklar. Yaşam standardınız yükseldi demektir.

Amaç ulaşım sorununu çözmek mi, yoksa araba sahibi olup, toplumsal cinnet hâlinde yaşamak mı?

***

Eminim her işçi, mutlaka defalarca düşünmüştür, bu zenginler, bu para babaları acaba ne yerler? Dünyanın 8 büyük ailesinin serveti, dünyanın yarısının servetinden fazladır. Peki bu 8 zengin ailede yaşayanlar ne yerler? Mesela Rockefeller ailesinin üyeleri, çorba mı içerler, mesela et mi yerler, mesela hamburger mi yerler, mesela kuru fasulye yeseler beğenirler mi, mesela elma yemezler mi?

Bu soruyu işçiler, günlük hayatlarında, bunlar bu kadar parayı ne yapacak diye düşündüklerinden sorarlar. Oysa para, yemek yeme meselesi değildir. Onlar için, dünyanın egemeni olmak, başkalarının emeğine el koymak, toplumları yönetmek, kendi cennetlerini kurmak önemlidir.

Ama yine de evert, muhtemelen, Davos’ta toplanan zenginler de biraz daha pahalı olanlarını yemek koşulu ile çorba, et vb. yerler. Bizdeki Nusret’in “tuz atma el hareketi”, normalde kibir, tuhaflık olarak değerlendirileceğine, moda etkisi ile yılın hareketi hâline nasıl gelmiş ve onun etleri nasıl pahalı olmuş ise, onların da çorbaları benzer biçimde pahalıdır. Zenginler, ayrıcalıklı olma durumu için yüksek para öderler. Yoksa, halk ile birlikte yemek yeme durumunda kalırlar ki, bu onlar için en kötülerden biridir.

Aslında, kural az yemektir.

Öyle çok yiyerek, sonra spor salonları ve diyetisyenlerin müşterisi hâline gelmek, “yaşam standardı”nın yükselmesi mi demektir? Evet, tam da öyledir. Bu aklını kullanmayı bilmeyen, zengin ve sonradan görme sürüsünün, yaşam standardı biçimidir. Şişmanlamazlarsa ne konuşacaklar? Bu kadar yemek üzerine konuşmak olmazsa, ne konuşacaklar? Derler ki “yediğin içtiğin senin olsun, bana gördüklerini anlat.” Ama bunlara bu sözü söyleseniz, size gördükleri yemekleri anlatacaklardır.

Oysa, ne yiyoruz, ne tüketiyoruz?

Bundan emin miyiz? Yediğimiz gerçekten domates mi, bunca değişikliklerden sonra ona hâlâ domates dememiz doğru mu?

Önce, şehir sularını kirlettiler. Sonra bu sorunu ranta çevirdiler, suyu şişeleyip satmaya başladılar. Şimdi, Türkiye’nin kentlerinde, musluktan su içemiyorsun. Sizce bu yaşam standardının yükselmiş hâli mi?

Musluğundan akan suyun içilmediği, milyon dolarlık lüks daireler? Acaba bu lüks dairelerin nesi lüks? Musluğundan akan suyun içildiği evlerden neden ve nasıl daha yüksek bir yaşam standardına işarettirler?

Musluğundan akan suyun içilmediği, bu nedenle, içlerinde nasıl bir suyun olduğu bilinmeyen ambalajlanmış suların satıldığı bir kent, nasıl olur da yaşam standardını yükseltmiş olur? Bu acaba, nasıl bir düşünme ve değerlendirme sistemidir?

Ne yediğimizi bilmediğimiz bir hayat, suyunu ücretsiz ve sağlıklı içemediğimiz bir kent, nasıl olur da ileri bir standarda işaret eder?

Ekmeğini yiyemezsin, çünkü buğdayı artık zehir saçıyor. Şekerini çayına atamazsın çünkü şekeri kanserojen, mısırının genetiği ile olumsuz yönde oynanmış bir dünya, acaba nasıl olur da daha iyi bir dünyanın işareti olabilir?

İngiliz Kraliçesi, kendi sarayında doğal yiyecekler yetiştirmeye çalışıyor. Erdoğan’ın Saray Rejimi, tüm çiftçiyi yok ederken, köylüyü açlığa mahkûm ederken, tarımı bitirirken, Erdoğan Saray’ın bahçelerinde kendi tarımını yapmaktadır. Bu ikiyüzlülüğün nedeni nedir?

***

Sokaklarında güvenlik içinde dolaşamadığınız, çocuklarınızı sokağa bırakamadığınız kentler, nasıl olur da yaşam standartlarının yükseldiği kentler olabilirler?

Her yıl 10 binden fazla çocuğun kaybolduğu bir ülke, nasıl olur da yaşam standartlarının geliştiği bir ülke olabilir?

Sokaklarında, mafyanın, eroin çetelerinin, rant ve yağma peşinde koşan zenginlerin çetelerinin cirit attığı bir kent nasıl olur da yaşam standardının yükseldiği bir kent olabilir?

Balkonu olmayan, 50 katlı ve kutu gibi binaların içinde süren yalnız, kapanık hayatın standardı ne olabilir?

Komuşularıyla selâmlaşmayan insanların, sabah işe giderken yüzü asık güne başlayan insanların yaşadığı bir kentte yaşam standardı da ne demektir?

Kadınların aşağılandığı, gün ortasında dövüldüğü, öldürüldüğü bir kentte, yaşam standardı ne anlama gelebilir ki?

İşçilerin her gün işe değil de ölüme yolculuk yapar gibi evden çıktığı, evde kalanlarla her gün açık veya gizli vedalaştığı bir ülkede nasıl bir yaşam standardından söz edilebilir?

AVM’lerinin yükseldiği, betonlar içinde yeşilin gömüldüğü, her yağmurda rögarların taştığı, yağan yağmurun neredeyse toprağa dokunamadığı bir kentte nasıl bir yaşam standardından söz edebilirsiniz?

Korkudan, araçların, kişilerinin üzerlerinin her köşe başında, her AVM girişinde arandığı bir kentte yaşam standardı demek ne demektir?

Gökdelenler, beton yığınları arasında, küçülmüş insanların, sokaklarında, güneşi bile göremeden akşamı ettiği bir kent yaşamının nasıl bir “yaşam standardı”ndan söz edebilirsiniz?

***

Bunları uzatmak elbette mümkündür.

2008 ekonomik krizini analiz eden iktisatçılar, burjuva iktisatçılar, ilginç itiraflarda bulunmuşlardı. Bir gecede, bankaların yok olduğunu gördüklerinde, kapitalizmin eski krizlerinde de, hisse senedi, para, tahvil gibi kâğıtların nasıl kıymetsiz hâle geldiğini hatırlamışlardı. Yani, o şirketlerin çekleri, o hisse senetleri, o paralar, o tahviller vb. bir anda uçup gitme “yeteneği”ne sahiptirler. Bunu biliyorlardı.

Ama 2008’de, bir yeni vurgu da vardı. İlk kez koca koca binaların, trilyonluk mülklerin bir anda havaya uçan hisse senetleri gibi değersizleştiğini gördüler.

Citibank, bir anda 250 milyarlık bir banka iken 2008’de, Çinlilere 25 milyar dolara satılma durumu ile karşı karşıya kaldı. Rockefeller ailesi, elbette korunur, zira Citibank içinde, CIA’nın yürüttüğü operasyonlar da vardır ve bu sırların açığa çıkması başka felaketlere de yol açabilir. Citibank, değerinin çok ama çok üstünde devlet yardımı ile kurtarıldı ve hâlâ özel bir banka olmaya devam etmektedir. Kriz sırasında Citibank’ın binaları aşırı değer kaybettiler, bu binaların kriz öncesi değerleri, krizde Çinlilere bankanın satılacağı fiyattan çok daha fazla ediyordu. Demek ki, bina gibi katı varlıklar da buharlaşabiliyordu.

Ve bu burjuva iktisatçılar, farkettiler ki, içecek temiz bir suyunun olması, yiyecek doğal ve sağlıklı yiyeceklerinin olması, başını sokacak bir evinin olması, sosyal olarak sağlıklı bir toplumda yaşıyor olmak, en büyük zenginlik anlamına gelmektedir.

Yani şimdinin Küba’sı gibi.

Belki lüks arabaları yok. Ama gerçekten o lüks arabalara ihtiyaçları olduğu da tartışılır. Kamu taşımacılığı için araçları olursa yeterlidir. Sağlık sorununu çözüş tarzları da zenginliğin gerçekte ne demek olduğunu göstermektedir.

Aklımıza kazınmış ve Müslümanlar için kıblenin önemi kadar önem kazanmış tüketim nesnelerine sahip olma isteği, gerçekte, yaşam standardından çok, insanî bir çürümenin göstergesidir. O kadar çelişkili bir durumdur ki bu, milyarlarca para ödenen evlerin musluklarından içme suyu akmamaktadır. Milyonlarca lira ödenen evlerin etrafında çocuklar oynayamamaktadır, milyonlarca lira gömülen AVM’lere üstünüz aranmadan girememektesiniz vb.

Evinizin ısınması elbette bir ihtiyaçtır. Ama 25 metrekarelik salonlarda dev ekranlı televizyonlar, ihtiyaç değildir demek yetmiyor. Hem ihtiyaç değildirler, hem de fazlalıktırlar, yaşama alanınızı küçülten, evinizi kirleten aletlerdirler. Ama elbette komşunuz, o dev ekranı görünce, sizin yaşam standardında bir level üste çıktığınızı düşünmektedir ve bu sizin için büyük bir saygı demektir. Kendi varlığınız ve kişiliğiniz ile kazanamadığınız saygınlığı, evinizdeki TV markası ve boyutu ile kazanmaktasınız.

Çocuğunu özel okula göndermek için inanılmaz paralar harcayıp, sonuçta devlet okulundaki gibi bir eğitime mahkûm olmak, yine yaşam standardını yükseltmektedir. Oysa o çabanın aynısı, devlet okullarında düzgün bir eğitim verilmesi için sosyal mücadele alanında verilse idi, çocuğunuz için daha iyi bir hayat biraz daha erken mümkün olacaktır.

Toplumsal bilinç, egemenlerin bilincidir, onların çıkarlarının ifadesidir. Bir bilinç durumunu ifade etmez. Sürüye katılma hâlini daha çok ifade eder.

Toplumsal değerler, toplumsal bilinç, toplumsal baskı, taştan daha serttir. Parçalanması için, mutlaka ve mutlaka yere çalınması gereklidir. Bunu yapmak, buna girişmek bir bilinç göstergesi, bir bilinç hâlidir.

Meta ilişkilerinin egemen olduğu, mülkiyet ilişkileri ve onun uzantılarının yaşamı belirlediği bir dünyaya meydan okumak, insan olma hâlinin gereğidir.

Domates, patlıcan, terörist ve mermi

Sahi bunlar nasıl bir araya geldi? Bunları bir araya getirip bir yazının başlığı yapmak, içinde yaşadığımız durum var olmamış olsa mümkün olmazdı.

Acaba, bunun gibi, daha ne kadar “şey”, bu içinden geçtiğimiz Saray Rejimi koşulları olmamış olsa yaşanmayacaktı? Acaba bunları tespit etmek mümkün mü? Yoksa, tüm halk, biz hepimiz, ağır ağır “kurbağa” örneğindeki gibi sıcaklığa mı alışıyoruz. Yandığımızda, haberimiz mi olmayacak?

Seçimler nedeni ile ortaya konan “politika”, gerçekten de pespaye tiyatrolardan bir kat daha kötüdür.

Her adımlarında Saray Rejimi’nin derinliklerinden çürüme yansımaktadır. Bu pis kokular, aslında çürümekte olan sistemin kendisinden gelmektedir. Ve buna alışmayı reddetmek gerekir.

Domatesin kokusunu unutmayın.

Patlıcanın rengi aklınızda kalsın.

Patates, hiç sesi çıkmayanlara eleştiri olarak söylendiğinde, sofradakinden daha iyi durumu anlatır. Ama siz yine de patates kokusunu unutmayın.

Sivri biber? İşte hem sivri, hem biber olunca, iş değişiyor.

Kesinlikle Erdoğan’ı, “terörist”e ulaştıran aklın, sivri biberle zoru vardır. Hem sivri olacaksın, hem de biber, senden daha büyük terörist olur mu? Kime karşı sivrisin, garanti Saray’a karşı. Kime karşı bibersin, kimin ağzını yakacaksın, garanti Saray’dakilerin. Öyle ise sen teröristsin.

İşte seçim böyle nutuklar arasında gerçekleşiyor. Kayda geçmelidir, sistemin çürüme hâlinin açık kanıtlarıdır bunlar. Önce örneklere bakalım.

***

Alparslan Kuytul, Saadet Partisi adına etkili nutuk atmak için, kalabalığın azlığına hiç aldırmadan, etkili bir konuşma yapmak için eline mikrofonu aldığında, güzide polis kuvvetleri, “operasyona” başladı.

Polis, zamanlaması çok iyi ayarlanmış, çok ileri teknik gerektiren, çok bilgili kadrolara ihtiyaç duyulan, özel bir operasyona başladı. Kuytul’un konuşmasını bastırmak için, kürsünün hemen yanından sirenler çalmaya başladılar. Böylece ses duyulmadı.

Devlet güçleri, böylece bir “eylem” yapmış oldu.

Akla geliyor işte; acaba bir gün bu polisler, Erdoğan’ın mitingini böyle sabote ederlerse, suçları ne olur? Siren çalmak mı, Erdoğan’a hakaret mi, Cumhurbaşkanı’nın sesinin duyulmasını önlemek üzere terörist eylem mi? Gerçekten merak konusudur, nasıl yargılanırlardı?

Peki, acaba Alparslan Kuytul, böyle susturulmamış olsa idi, daha fazla mı etkili olurdu? Bu soruya evet demek zor. Yani devlet, öyle bir saldırganlıkla bastırmaya çalışıyor ki, bu kadarı artık gülünç oluyor. Korkuları, gerçekten boylarını aşmış durumdadır. Muhtemelen Kuytul’u dinlemeye gelenler, onu başka yerde de dinlerler. Ama Kuytul’un konuşturulmaması, daha geniş bir kitlenin dikkatini çekmiştir.

***

Bir AK Parti’li ne demiş: “AK Parti’ye vereceğiniz oy, ahirette af belgesi olacaktır.” Bakmayın tırnak içine almış olmamıza, tam böyle değilse de buna benzer bir şey söyledi. Belki ahiret yerine öbür tarafta demiştir. Peki niye tam sözü bulup tırnak içinde vermiyoruz? Ne olacak ki, bu, bu alanda söylenen ilk söz değil ki.

Demek oluyor ki, bunları söyleyen adam dindardır.

Demek oluyor ki, öbür taraftan haberdardır. Sadece “inanmış” birisi değil, bizzat diğer taraftan haberdardır.

Demek ki, diğer tarafta “af belgesi” varmış.

Ve demek ki, kefenin cebi yok da yalanmış. Öbür tarafa “af belgesi” götürebiliyoruz. Aman siz siz olun, öbür tarafa götüreceğiniz bu belgeyi, normal postaya vermeyin. Biri çıksa da adama sorsa, acaba nasıl götüreceğiz? Muhtemelen yanıtı “Allah bunu zaten görür” olacaktır. Eee o zaman belgeye ne gerek var?

Ve elbette ki AK Parti’ye oy vermek bir af belgesi oluyorsa, adam, bunun bu dünyalık bir iş olduğunu çok iyi biliyor.

Adam, konuşurken, korkutmaya çalışıyor.

İşte size dinin harcı alem kullanılışı. Saray Rejimi, dini hep böyle kullanıyor. Alınan rüşvetleri aklamak için fetvalar, iş cinayetlerini örtmek için işvereni aklayan fetvalar hep böylesi düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Sadece giderek daha da ucuzluyor. Bir oy, af belgesine yetiyormuş. Öyle ise, tüm tarikatlarda işlenen tecavüzler affolacak, tüm tacizler ortadan kalkacak. İşte işin sırrı da buradadır. Bu kadarla da kalmaz. Eğer, AK Parti’ye birkaç sahte oy bulabilirsen, o zaman af belgen de çoğalır. Belki, bundan sonra işleyeceğin suçlar için, peşin af belgen elinde olmuş olur. Hazır af belgen de elinde, o zaman git istediğin kadar haram ye, istediğin kadar günah işle. Nasılsa oy verirsen, işler hâlloluyor.

***

Tokat’ta, 6 ay geçici çalışmak üzere işçi alımına karar verilmiş. Kış günü bu 6 aylık işçiler tarım işçisi de olmaz ama, neyse işe alınacaklar. İşsizlerin işe alınması girişimi, bir “zekâ sahibi” AK Parti’linin fikridir elbette. Her zamanki numaralardan biri. 6 ay falan filan, zaten ne olacak ki, ortada yapılacak iş de yok.

Bu 6 aylık geçici işçi alımı ile AK Parti, Tokat’ta belediye başkanlığını almayı hedefliyor.

Başvuru, işe alınacak rakamın çok çok üstünde oluyor. Hâl böyle olunca, işçilerin “çekilişle işe alınması”na karar veriliyor. Çekiliş yapılıyor ve işçiler, her nasılsa AK Parti’lilerin işe alındığını, dahası akrabaların işe alındığını görüyorlar. Bunun üzerine işler karışıyor.

Bir kadın, sahneye çıkıyor ve “açım aç” diye bağırıp iş istiyor. Başka protestocular da ortaya çıkıyor ve polis, açım aç diye bağıran kadın da dahil, itiraz edenlere müdahale ediyor.

Şimdi, oy alabilmek için, 6 ay geçici olduğu belli olan bir işe, işçiler almak yolu ile oylarını toplamak girişimi, acaba, sonuçta tam bir fiyaskoya dönmedi mi?

Onların oy kazanmak ve halkın gözünü boyamak için kullandıkları bu iş bulma metodu, gerçekte, gerçeğin, işsizlik denilen sorunun ne kadar ağırlaşmış olduğunu ortaya çıkarmıştır.

***

Kartal’da bir bina çöktü. Binanın enkazından 21 insanın ölü bedeni çıkarıldı. Ve Soylu, içişleri bakanıdır, kaç kişi kurtardıklarını açıklayıp, gururlu olduğunu ifade etmenin yolunu bulmuştur. Ahmet Davutoğlu, Ankara Garı’nın önünde bomba ile insanlar öldürüldükten sonra, oylarının arttığını ifade etmişti. Öyle anlaşılıyor, Soylu da, koltuk hesabındadır. 21 kişinin öldüğü bir yerde, böylesi gamsız, duygusuz açıklamalar, olsa olsa çeteleşmiş yapının göstergesi olur.

Dahası var.

Devletin savcıları, mahkemeleri, Kartal’da çöken binanın haberleri için yayın yasağı koydular.

Aslında yayın yasağı, sanki, daha çok, bir panik havası oluşmasın diye konulur diye düşünürsünüz. Oysa öyle değil. Diyelim ki, siyasal iktidara sorun yaratacak bir gelişme varsa, hemen yayını yasaklanmaktadır.

Zaten, basın dediğimiz şey karanlık üretmektedir.

Karartma siyasetinde Goebbels’leri geride bıraktıkları kesindir.

Peki ama, yine de bu yayın yasağının anlamı ne idi? Zaten bina çökmüş, zaten olan olmuş, zaten ölüler ortada, ne için yayın yasağı kondu?

Kartal’daki çökme, hem 25 yıldır İstanbul’u yöneten yağmacı-rantçı zihniyeti ortaya koymuştur, hem de iktidarın, devletin ne denli beceriksiz ve duyarsız olduğunu göstermiştir.

Bir binanın enkazından 50 kişiyi 10 günde kurtaramayan bir sistem, beklenen İstanbul depreminde acaba ne yapabilir? Bu sorunun yanıtı bellidir. Bir binanın enkazından 10 günde canlı bedenleri çıkartamayan bir sistem, bir iktidar, bir gecede gümrük yasaları, bir saatte yeni yasalar vb. çıkarabilmektedir, yeter ki sonunda rant, yeter ki sonunda “arpa” olsun. Yeter ki sonunda yağmalanacak bir şey olsun.

***

Milli Eğitim Bakanı, itirafname yazar gibi bir açıklamada bulundu. Geçen ay, Şems hazretleri Ethem Sancak, sanki Cumhurbaşkanı yolun sonuna geldi de, yargılanacak, o da önceden ifadesini veriyor gibi ilgi çekici itiraflarda bulunmuştu.

Bakan’ınki öyle değil. Bakan çaresizlikten konuşmuş gibidir. Diyor ki özetle, “Gücümüzün yetmediği ve yetki alanımızın dışında olan husular var. Haddimizi biliyorum.” Konu ise, dinî vakıflardır.

Milli Eğitim Bakanı, acaba, Bilal’in yardımcısı mıdır?

Bilal’in gücünün yetmediği ve yetki alanını aşan hiçbir konu yok. O istediği gibi Milli Eğitim Bakanlığı’na iş yaptırabilmektedir.

Soru şudur: Neden açık olarak Bilal oğlan, Milli Eğitim Bakanı değil?

Bakan, kendisinin bakan olmadığının ayırdına erken varmış gibidir. Kendisini kutlarız. Hele hele haddini bilmesi nedeni ile Erdoğan’dan alacağı övgünün haddi hesabı yoktur.

Yine de bu itiraftır ve bir gün bir yerde lazım olacaktır.

***

Binali Yıldırım, istifa edip etmeme arasında gidip gelmektedir.

Bugünlerde, AK Parti çevresinde, Erdoğan’dan kurtulma duaları, kurtulmak için adak adamalar çok yaygınmış. Herhâlde Yıldırım da böyle düşünüyor.

Bu nedenle, işi espriye vurdu diyeceğiz ama öyle değil. Bu nedenle aklı karışık demek daha yerinde olur.

Yıldırım, “Tarlabaşı’nda tarla yok” demiş.

Yağma ve rant diyarından, uzak yağma ve rant gezegeninden mi geldin? Tarlabaşı’nda tarla kalmayalı çok oluyor. Esatpaşa’da da “esat” yok. Gel ki Maltepe’de çok “mal” bulunur ama Söğütözü’nde söğüt kalmadığı kesindir. Topkapı’da top yok, dahası, Tuzluçayır’da tuz hiç kalmamış. Bak şu işe ki, Ankara’nın her şeyi kara.

Bu seçimler Yıldırım için, çocukça bir şenlik olarak geçmelidir. Meclis başkanlığından sonra, en hoş alan burası olabilirdi. Zaten meclisin var olan bazı yetkileri de kırpılmakta, kırpılmak üzere kanun olmak için torbaya girmiş durumdadır. Bu nedenle, en iyisi Yıldırım’ın, Tarlabaşı’nda tarla kalmamış olmasına şaşmasıdır. Kadıköy’de kadı aramalı, Beyoğlu’nda bey bulmalı, Karaköy’ü karaya bulamalı, Ak Saray’da, ak hiçbir yönün bulunmadığına şaşmalıdır. Çocuklar gibi şen olması, sağlığına da iyi gelir.

***

AK Parti’li bir yetkili, hırsız bir belediye başkan adayını savunmak için, elinden geleni yapmış. “Hırsız,” demiş, “bizim hırsızımız.” Biz bu bizim hırsızımızı elbette ki savunacağız.

İşte size bir itiraf daha.

Nedendir acaba, sık sık itirafnameler ortaya çıkıyor. Çökmekte olan yapıların göstergesidir bu. İtiraflar, savunur gibi yapılmaktadır. Öyle bir savunu ki, düşman başına.

Hısız elbette onların. Zaten çoğu onların.

Adamın biri, AK Parti’lidir ve Erdoğan’ı dinlemeye gitmiştir. Kalabalığın içinde cüzdanını yoklar cüzdanı çalınmıştır. “Hırsız” diye bağırmaya başlar. Yanındaki diğer AK Parti’liler, sen bizim reisimize hırsız dersin ha diyerek, adamı hastahanelik ederler. Hırsızın bu kadar derin bir yeri vardır AK Parti saflarında. Elbette hırsız sizin hırsızınız. Tamam da, şimdi bunu niye söylüyorsun, subliminal mesaj mı bu?

***

Erdoğan, miting yapmak için Sivas’a gitmiş. Sivas’ta konuşurken, işçilerin “kadro istiyoruz” bağırışları yükseldi. “Kadro istemek”, hem de Erdoğan’ın keyfi yerinde değil iken!

Erdoğan sövdü mü? Hayır. Normalde söverdi ama burada sövmedi. İşçileri azarladı, fırçaladı.

***

İşin en renkli konusu, başlıktaki konudur. Domates, patlıcan, patates ve sivri biber. Erdoğan bu 4’lüyü sayıyor ve bizi kurla, diplomasi ile yıkamadılar, şimdi domatesle, patlıcanla, patatesle ve sivri biberle yıkacaklar diye gürlüyor. Ve elbette buna izin vermeyeceğini ilan ediyor.

Burada durmuyor.

Hal esnafını “terörist” ilan ediyor.

Burada da durmuyor.

Domates, patlıcan, patates ve sivri biberi saydıktan sonra, bir mermi kaç para biliyor musun, diye soruyor?

Ne demek istedi bilen yok.

Belki de demek istedi ki, sen patatesi, biberi, domatesi pahalı yiyorsun ama biz esas parayı mermilere ödüyoruz. Mermi bu kadar pahalı, ben hiç yakınıyor muyum?

Hem sonra, Sedat Peker, silâhlanın çağrısı yaptı. “Silâhları hadi bulduk, mermiler kaç para biliyor musun” mu demek istedi?

Bunları bilen yok.

Ama kesinlikle hal esnafına karşı bir FETÖ operasyonu yapılmalıdır.

Saray, “tanzim kamyonları” açtı. Özelleştirmelerin büyük savunucusu Erdoğan, devlet adına domates, sivri biber, patlıcan ve patates satmak üzere harekete geçti. Üstelik, çalışanlar belediye çalışanı olduğu için ücret de almıyorlar. Ücreti zaten belediyeden alıyor. Öte yandan, işçi için de bu iş kapsamının dışında bir iştir. Ama korkudan yapmak zorundalar.

Şimdi, Erdoğan, özelleştirmeye karşıdır diyebilir miyiz?

Serbest piyasa ekonomisi tıkandı ve Saray Rejimi, kendini kurtarmak için ekonomik operasyon yapıyor.

İşte size Saray Rejimi’nin hâli.

Saray Rejimi, sadece Erdoğan’dan oluşmuyor. Bahçeli de içindedir. Kılıçdaroğlu da, “Devlet” kadar olmasa da, yardımcıdır. Akşener de. İnce’nin ne kadar Kalın olduğunu görmüştük, üzerine durmaya değmez.

İşte bu nedenle, muhalefet denildi mi, artık sadece ve sadece devrimcileri anlamamız gerekir. Örgütlü muhalefet, devrimci cepheden gelmektedir. Bu muhalefet, elbette sokakta etkili olabilecektir. Ancak sadece sokakta etkili olmak yeterli olmaz. Ülkemizde devrimci hareketin, işçi sınıfı hareketinin yükselme dönemi başlayacaktır.

Erdoğan, yolun sonunu görmüş gibidir.

Piyanist ve Muktedir ya da aydınlar ve iktidar

Konumuz şu: Fazıl Say, ülkenin tanınmış ve gerçekten iyi sanatçılarından biri. Bir de ülkemizin birçok unvana sahip (bu nedenle hangi unvanını söylesek bilemiyoruz), unvan fethetme meraklısı Muktedir’i var.

Say, sadece sanatçıdır ve her sanatçı gibi görüşleri, topluma etki edebilecek kadar derinlikli görüşleri vardır. Fazıl Say, bu görüşlerini dile getirdiği sosyal medyada hakaretlere uğramakla kalmadı, devlet tarafından alışılagelmiş metotlarla tehdit edildi. Alışılagelmiş diyoruz çünkü, bu çok eskilere uzanır. Nâzım Hikmet, Sebahattin Ali ve diğerleri gibi. TC devletinin kodlarında vardır. Aydınları, bilim insanlarını, sanatçıları, halka olan “uyandırıcı” etkileri nedeni ile sevmezler.

Muktedir, adı üstünde, her şeye muktedirdir. Her şeyi yapabilir ve her dediği kanundur. Sultan Süleyman da halt etmiş, Abdülhamid de çok gerisinde kalmıştır. Erdoğan, yasal olarak cumhurbaşkanıdır ama birçok yerde başkan olarak da adı geçmektedir. Bu parti başkanı anlamında değil, TC Başkanı diye geçmektedir. Gerçekte böyle bir makam yok, ama ne fark eder, burası Türkiye ve bugünlerde burada her şey mümkün. Aynı zamanda AK Parti Başkanı olduğunu biliyoruz. Varlık Fonu şirketinin de başkanıdır. Çok sayıda başkanlığı vardır. Ama bunların dışında, sevenleri ve yakınları tarafından, çeşitli biçimlerde de, sıfatlarla da tanımlanmıştır. Şöyle ki; “Allahın bütün sıfatlarını taşıyan adam”, “Mevlana”, “sultan”, “halife”, “peygamber”, “ona dokunmak sevaptır” denilen adam, “kıçının kılı olayım” denilen kişi… Uzatmaya gerek var mı?

İşte biz, bu nedenle sadece “muktedir” diyelim diye düşündük.

Muktedir, 31 Mart yerel seçimleri öncesinde, toplumu sindirmek için, bazı kesimlere, özellikle de adı öne çıkmış aydınlara saldırmaya karar verdi.

Hep böyledir.

Suruç ve Ankara saldırıları ve bunları izleyenler, Gezi Direnişi ile başlayan direnişin yayılması durumunu durdurmak için, kitleleri sokaktan ve direnişten uzak tutmak için yapılmıştır.

Bugün Müjdat Gezen, Metin Akpınar ve diğer sanatçılara dönük saldırı da, kitlelerin direnişini, toplumsal muhalefeti ezmek içindir. Onlar semboller olarak saldırıya uğramaktadır.

Şöyle diyelim: Mevcut iktidar, 12 Eylül rejiminin devamıdır.

Bu iktidar, bir Saray Rejimi’dir.

Saray Rejimi, ekonomik olarak rant ve yağma ekonomisine dayanır.

Dış politikası, emperyalizmin, özellikle de ABD’nin tetikçiliğidir. Bu tetikçilik, saldırganlık olarak ortaya çıkmaktadır.

İç politikada, toplumu baskı ve terörle susturmak, medya aracılığı ile, güneşin olmadığı karanlık bir ortam yaratmak, bu yolla, halkı, işçi ve emekçileri kör etmek istemektedir. Bu karanlık, Ortaçağ karanlığından kat be kat derindir.

Ve tüm bunlar, içeride ve dışarıdaki politikalar, ekonomi ve siyasal alandaki politikalar, ciddi bir çeteleşme durumu yaratmaktadır. TC devleti, baştan aşağıya çeteleşmiştir.

İşte biz buna, Saray Rejimi diyoruz.

Hepimizin gözleri önünde yaşanan Fazıl Say ve Erdoğan ilişkisine bakalım. Bu, bir anlamda, sanatçı veya aydın ile, iktidar ilişkisidir. Say, muhalif açıklamalar yaptı. Say’ın muhalifliğinin ne kadar derin, ne kadar sistemi değiştirmeye dönük olduğunu bir yana bırakalım. Çünkü, bugün Saray Rejimi için, muhalif olmanın kendisi bir suçtur ve yeterli görülmektedir.

Metin Akpınar ve Müjdat Gezen, sadece kendi görüşlerini ifade ettiler. Hepsi budur. Ne Akpınar, ne de Gezen, biz devrimcilerin mücadelesine açık bir destek vermediler. Yine de terörist suçlamasını, devleti silâh zoru ile devirme suçlamasını karşılarında buldular. Bu yolla, topluma bir mesaj verilmiştir, eğer sesinizi çıkarırsanız, bu tanınmış kişilere bunları yapıyorsak, size neler yaparız mesajıdır bu.

Karanlığın daimi olması için, şiddet ve devlet terörü devrededir. Her zaman olduğu gibi.

Fazıl Say, bu baskı ve terör ortamında, kendisine karşı girişilen linç kampanyalarına daha fazla dayanamamış olmalıdır.

Kendisi, annesi öldüğünde Erdoğan’dan gelen taziye dileklerine, Erdoğan’ı, konserine çağırarak jest yapmıştır. Bu daveti, açıktan kamuoyu önünde yapmamıştır. Biz bu daveti Erdoğan’ın TV’de yayınlanan konuşmalarından dinledik ve şöyle dedi: “Meşrebi ve duruşu belli bir cumhurbaşkanını, bira içmeye ve Mozart dinlemeye zorlamak, faşistliğin dik alâsıdır.” Aşağı yukarı bu kelimelerle Erdoğan aslında bir tepki ortaya koyunca, biz de Say’ın onu konser için davet ettiğini öğrenmiş olduk. Bu davette Mozart dinlemeye zorlamak nasıl var oldu bilemiyoruz. Say, muhtemeldir ki, kendisine, Mozart dinlemek zorundasın, yoksa … diye bir tehdit savurmamıştır. Yoksa bu bir davet olmazdı.

Nihayetinde Erdoğan da konsere gitti. Bu durumda, “baskıya boyun mu eğdi” sorusu da var.

Anlaşılan Erdoğan, bu yolla, tüm kamuoyunun bu davetten haberdar olmasını sağladı. Yoksa, dün hakkında kötü hisler beslediği bir sanatçının konserine neden gitmiş olacaktı? Aslında tüm medya ellerindedir ve Say’ın Erdoğan’ı daveti, bir haber olarak da yer alabilirdi. Ama bu durum yeterince etkili mi olmazdı, bilemiyoruz.

Eleştirilere maruz kalan Say, “Erdoğan da hata yapar, Fazıl Say da hata yapar. Hatadan dönmek erdemdir.” dedi. Bu açıklama, kimin nerede ne hata yaptığını ortaya koymasa da, en azından, duruma ilişkin bir açıklamadır. Fazıl Say’ın kendisine gelen eleştirilere bir nevî yanıtı gibidir.

1- Sanatçılar, bilim insanları, aydınlar, her zaman iktidarları zorlamıştır. Toplumun önde gelen kişileri oldukları için, ne kadar karanlık bir ortam oluşursa oluşsun, halka ulaşmaları etkili olabilmektedir. Tarihte bunun çok örneği var.

2- Bu konuda, yani iktidarları zorlamak, halka yol göstermek, muhalefeti geliştirmek için, sanatçılar ve yazarlar, bilim insanlarından daha etkili olabilmektedirler. Ortaçağ karanlığında yolu bilim insanları açmıştır. Ama bilim insanları “muhalif” olarak ortaya çıkmamıştır. Daha çok sanatçılar ve diğerleri etkili olmuştur. Elbette bu bir bütündür, herkesin katkısının olduğu da açık. Ama genellersek, sanatçılar, toplumun önünü açmakta daha etkili olabilmektedirler. Tabii ki, sanat ve bilimi birbiri ile bağlı, bağlantılı gören sanatçılar. Yoksa her iktidara biat eden sanatçılar vardır ve bugün de ülkemizde bunlardan epeyce bulunmaktadır. Bu nedenle, onların sanatçılıklarını tırnak içine aldıklarını, bizzat kendilerinin bunu yaptığını söyleyebiliriz.

Sanat ve bilim, her zaman iktidarları, özellikle muktedirlik tarzında, bugünkü Saray Rejimi tarzında iktidarları hep korkutmuştur. Bilimsel gelişmelerin tarihte nasıl hasır altı edildiği biliniyor. Bugünün egemenleri, burjuvalar, tekeller, bu hasır altı etme işini daha ustaca yapabilmektedir.

Neredeyse sanatçılar ve bilim insanları, bir tür olarak, bir sınıfın diğer sınıfı ezme aracı olan devletlerin tümünde “yanlış” ve sorunlu olarak görülür. Bunu bilmeyen sanatçı, bilmeyen bilim insanı olamaz.

3- Kim olursa olsun, biat eden, her zaman iktidara hizmet için daha fazlasının istenmesine alışık olmalıdır. Fazıl Say, bundan sonra, kendisinden daha fazlasının isteneceğinden emin olmalıdır.

Say, birçok sanatçının baskı ile susturulduğu, tutuklandığı, birçok gazetecinin ve aydının hapislerde yattığı, birçok üniversite öğretim üyesinin işlerine son verildiği bir ortamda, gelişen süreci anlamakta eksiktir.

Korku böyle bir şeydir.

Korkunun üzerine gitmek esastır. Herkes korkabilir. Ama korkularımız bizi, diz çökmeye ittiğinde, her şeyimizi kaybetmeye başlarız. Senin türünden olanlara hakaretler edilirken, senin uzattığın elin sıkılması, yanlış yaptığının ispatıdır. Büyük sanatçıları büyük yapan, yarattıkları eserler kadar, toplumsal yaşamdaki duruşlarıdır da. Acaba hangileri daha belirleyicidir; yarattıkları eserler mi, yoksa duruşları mı?

Birçok sanatçı, elini iktidara kaptırdıktan sonra, “ruhunu” kaybetmiştir. Bunun sayısız örneği vardır.

Hiçbir sanatçı veya bilim insanı süpermen değildir. Barikatın karşısında, işkencede veya hapiste, diğer insanlar gibi sadece bir kişidir. Ama sanatçı, doğru duruşu ve üretimi ile kitleleri harekete geçirebilme gücüne sahiptir. Bir HES inşaatı karşısına dikilmiş onlarca, yüzlerce insanın yanında, duyarlı bir sanatçının karşı duruşu, büyük bir enerjidir.

3- Bu nedenle, biz, modern kapitalist toplumda, burjuva egemenliğine karşı mücadelede sanatçıların, bilim insanlarının, aydınların bireysel mücadelelerinin yeterli olmadığına inanıyoruz. Elbette onların her türlü mücadelesi önemlidir. Ama gerçekte, aydının işçi sınıfının mücadelesine “organik” olarak katılması gereklidir. Bertolt Brecht, Nâzım Hikmet vb. gibi. Çünkü, bugün artık bu bireysel mücadelenin sınırları gün gibi açıktır. Kapitalizm, doğrudan iktidarı hedef almayan birçok mücadeleyi hazmetmeyi başaracak kadar geniş bir mideye sahiptir.

Sanatçının, bilim insanının, yazarın yani kısacası aydının, toplumsal sorunlara duyarlı olmaması hâli, işin doğasına aykırıdır. Aydın olmak, toplumsal yaşama ve mücadeleye duyarlı olmakla ilintilidir. Yoksa tekellerin kasalarını dolduran pek çok proje, “bilim insanlarınca” üretilmektedir. Toplumsal sorunlara ve mücadeleye gözlerini kapamış biçimde aydın olmayı sürdürmek, sadece ve sadece “bitkisel hayata” sahip bir aydın olmak demektir. Sanatın salt eğlenceye, bilimin salt kârlılığı artırıcı tekniklere indirilmesi durumu budur.

4- Sanatçının, bilim insanının, yazarın, kısacası aydının, mücadele etmekten yorulması hâli, kendi yaşamını sürdürmek için “teori” bulma sonucuna varır. Halkın, “akrep gibi” olması ayrı bir şeydir, ama halka tepeden bakarak, bu halktan bir şey olmaz düşüncesi, gerçekte, toplumsal yaşamı anlamaktan uzak, yorulmuş aydının, yaşamını devam ettirmek için sığındığı “teori”dir.

Soru şudur: İşçi sınıfı, hayatı üreten olduğu hâlde, kendindeki gücü nasıl göremez? Milyonlarca işçi ve emekçi, milyonlarca insan, az sayıda egemen tarafından yönetilmeyi nasıl kabul eder?

Aydın, bu soruların yanıtını bulabilmiş olan kişidir. Ve bu yanıtları bulmak yetmez, bu yanıtların gerçeklik hâline gelmesi için mücadele etmek durumundadır. İşte mesele de burada başlamaktadır. Don Kişot’un Sanço Panço ile konuşmalarına bakıldığında, Sanço Panço’nun çok aklı başında konuştuğu ispatlanabilir. Ama mesele Don Kişot olmayı çoğaltmaktadır, aydın, bunu yapan kişi değilse nedir?

Bugün Nâzım’ın adını tarihten silmek mümkün müdür? Oysa onun döneminde onu hapislere tıkanların isimlerini ancak dosyaları açarak bulabilirsiniz.

Sınıf mücadelesini aydınlar yaratmadı. O zaten vardı. Sınıflı toplumlarla birlikte hep var olmaya devam etti. Spartaküs adını bundan dolayı hatırlarız, Baba İshak’ı, Börklüce Mustafa’yı bundan dolayı biliriz. Ama aydınlar, bu sınıf mücadelesinde, isteseler de istemeseler de taraf olurlar. Eylemleri, taraflarını gösterir. Mesele budur. Önemli olan aydının, kendi rolünü doğru oynamasının ne anlama geldiğinin bilinmesidir.

Haksızlıklara karşı çıkmak, bir tutumdur ve bütünlüklüdür.

Sıra bize geldiğinde, biz haksızlığa uğradığımızda sesini yükseltmek, her zaman bilindiği üzere geç kalmak anlamına gelmektedir. Ve kıymetli olan, bu haksızlık başkalarına yapıldığında karşı çıkmaktır.

Amerikan haydutluğu ve Venezuela

Ocak 2019 sonlarında, ABD, yeni bir haydutluk hikâyesini hayata geçirdi. ABD, seçilmiş Venezuela Başkanı Maduro’yu tanımayacağını, onun yerine ise muhalif lider, 10 yıldır ABD adına hazırlanan Guaido’yu Venezuela Başkanı olarak tanıyacağını ilan etti.

ABD’nin bu adımı atmasının hemen ardından, AB, Maduro’ya, seçime gitme ultimatomunu verdi.

Yani, mesela Fransa hükümetini tanımadığını açıklasa ABD, bu durumda AB, Fransa’ya yeni bir seçime gitmesi gerektiği öğüdünü, ultimatom olarak verecek. Mesela gün gelir de İngiltere’deki hükümeti ABD tanımayacağını açıklasa, bu durumda AB, hemen yeni bir seçim isteyecek. Yani bir gün ABD, Alman hükümetini tanımayacağını açıklasa, AB, kalkıp da yeni bir seçim yap ultimatomu ile Almanya’yı uyaracak. Yani, ABD bir gün Japonya hükümetini tanımasa, AB duraksamaksızın, hemen yeni bir seçim önerecek. Gerçekten öyle mi?

ABD, Maduro’yu tanımadığını açıklayınca, hemen kervana Avustralya, Kanada, Kolombiya, Peru, Brezilya, Paraguay, Arjantin, Şili, Panama, Guatemala ve Kosta Rika, Guadio’yu yeni başkan olarak tanıdıklarını açıkladılar.

Emperyalist güçler arasındaki savaş, dünyayı yeniden paylaşımı savaşımı, Suriye savaşında ABD ve müttefiklerinin aldığı yenilgi ile birlikte yeni bir aşamaya evrilmektedir. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya, karşı karşıya gelmeden önce, tek tek önemli alanları paylaşmaya, bu konuda da birbirlerine paylar vererek bir sonraki avı kovalamaya çalışıyorlar. Suriye savaşı, bu durumu değiştirdi. Suriye açık bir yenilgidir. Bu yenilgide Rusya ve Çin’in Suriye’nin arkasında olmasının katkısı kuşkusuz çok büyüktür. Ama Suriye halklarının savaşımını da unutmamak gerekir. Yenilgi, esas olarak bu nedenle yaşanmıştır. Halkların kendi iradesi olmamış olsa, dışardan hiçbir destek durumu değiştirmeye yetmez.

Bu yeni aşamada ABD, bir hazırlık içinde gibidir.

1- Suriye’den çekileceğini açıklıyor. Bunun ne ölçüde ve nasıl gerçekleşeceği ayrı bir konu. Öyle anlaşılıyor ki, Suriye yenilgisini durdurmak için, bir nefes alıp, savaşı başka alanlardan kışkırtmak peşindedir. Bu anlamda da, tüm diğer emperyalist güçlerin desteğini alacak bir hedef peşindedir.

2- Venezuela hamlesi, diğer emperyalist güçleri doğrudan kendi arkasında bir kere daha görme olanağını ABD’ye vermektedir.

Venezuela’da Bolivarcı Devrimi durdurmak, kamulaştırmaların önüne geçmek, petrol üzerinde ABD ve diğer güçlerin tekellerinin kırılmasını önlemek için, ABD, doğrudan ülkeyi bir iç savaşa ve derin ekonomik zorluklara itmiştir. Bir yandan yüksek enflasyon, diğer yandan ekonomik operasyonlar ve nihayet bununla birleşen sağcı-gerici çetelerin saldırısı, Maduro’yu zor duruma düşürmüştür.

Chávez kadar deneyim ve popülaritesi olmayan Maduro, bu sürecin karşısında direnmeye devam etmektedir.

Ancak ABD, Arjantin, Şili ve en son Brezilya’da var olan sola dönük eğilimleri çeşitli darbelerle, hilelerle durdurdu. Brezilya’da kendi istediği hükümeti başa getirmeyi başardı. Aynı süreci Şili ve Arjantin’de zaten başarmıştı. Şimdi bunları hâllettikten sonra, Venezuela üzerine yürümeye karar verdi.

Venezuela, hem ABD’nin burnunun dibinde gelişen direnişi ezmenin bir yolu olarak görünmekte, hem de tüm Batı ittifakının desteğini yeniden sağlamanın aracı olarak kullanılmaktadır.

Bahane hazır: Maduro, diktatörmüş.

Peki ya Suudi Arabistan? Bunlara çok sayıda ekleme yapabiliriz. ABD açık olarak, bir emperyalist işgal politikası yürütmektedir.

ABD’li yetkililer açıkça, Venezuela sayesinde, ülkelerinin ekonomisinin düzeleceğini ilan etmektedir.

AB ve Çin ile başlayan ekonomik savaş, yeterince ilaç olabilecek durumda değildir. ABD, saldırganlığına ara vermeden, yoluna devam etmek istemektedir.

Bunun için, hiçbir hukuk, hiçbir kural tanımamaktadırlar. Açıkça, dünyanın haydutu olmayı sürdürmektedirler ve her seferinde, tüm bu saldırganlıklarına rağmen, dünyaya demokrasi dersi vermekten de geri durmamaktadırlar.

ABD, bu sayede, dikkatleri Ortadoğu’dan uzaklara çekmiştir.

ABD bu sayede, Batı ittifakını geçici olarak uzatmıştır.

ABD, bu sayede, kendi arka bahçesini, kendisinin öyle gördüğü Latin Amerika’yı susturma hevesindedir. Bu sayede, yeni saldırılara başlayacaktır.

Suriye savaşındaki kayıplarını geri almak için, yeni saldırılara, dünya savaşını yaymaya çalışmaktadır.

İşte bunun öncesinde, tüm Güney Amerikaya tehditler savurmaktadır.

Öyle görünüyor ki, Güney Amerika’daki devletlerin çok azı, Küba, Meksika ve Bolivya açıktan Maduro’ya, Venezuela’ya destek vereceklerini açıklamışlardır. Ama, ABD’ye desteğini açıklayan Brezilya, Arjantin, Kolombiya, Şili ve diğer devletlerin sınırları içinde yaşayan halkların, ne kadarı bu desteğin arkasındadır? Latin Amerika halkları, ABD emperyalizmini ve onun politikalarını yakından bilmektedir.

Çin ve Rusya’nın desteği de açıklanmıştır.

Türkiye, Venezuela hükümetini desteklediğini açıklamıştır. ABD politikalarının izinden gitmeyi çok seven Türkiye’nin bu kararı, Saray Rejimi’nin niyeti ne olursa olsun, olumludur.

Maduro yönetimi, bu süreci ABD’nin açık bir darbe girişimi olarak gördüğünü ilan etmiş ve ABD ile diplomatik ilişkilerin kesildiği ilan edilmiştir.

Şimdi soru, bu sürecin nereye kadar gideceğidir. ABD, Afganistan ve Irak’tan bazı çeteleri, kendi askerlerinin bir bölümünü, doğrudan Kolombiya’ya yığıyor haberleri dikkate değerdir.

Şimdi esas mesele, Venezuela halkının ABD’-ye karşı mücadeleyi geliştirme yeteneğindedir.

ABD, Suriye savaşından bu yana, dünyanın her yerini ateşe verme hevesindedir.

SSCB çözülüp dağıldıktan sonra, dünya egemenliğini ilan etme hayalleri, tek kutuplu dünya hayalleri çöken ABD, Afganistan, Irak, işgallerine girişti. Bunları Libya izledi. Ardından Suriye’ye sıra geldi.

ABD sadece bununla yetinmiyor. Aynı zamanda Ukrayna’da çeteleri destekliyor, Filistin’de Kudüs’ün başkent ilan edilmesinin yollarını açarak İsrail’e olan desteğini ilan ediyor. Kısacası, dünyanın her bölgesinde, savaş ve gerginlik politikaları izliyor. Kore yarımadasını karıştırmak ve iki Kore’nin yakınlaşmasını önlemek için her yola başvuruyor. Çin denizini karıştırmak için uğraşıyor. ABD’nin Çin ile bir açık savaşa girmesi, yüksek ihtimalli bir durum olarak öne çıkıyor.

İngiltere her zaman olduğu gibi, tüm bu süreçlerin açık destekçisi olmayı sürdürüyor. Diğer üç emperyalist güç ise, Almanya, Fransa ve Japonya ise, bir yandan pastadan pay alma hevesindedirler, ama diğer yandan da kendi hazırlıklarını sürdürmektedirler.

ABD, Karadeniz’e savaş gemileri gönderiyor, Almanya onu izliyor. Kısacası tüm dünya, bir savaş hazırlığı içinde sürekli gerilimli anlar yaşıyor.

Kapitalist-emperyalist sistem, ömrünü uzatmak için bu savaş ve yıkımlara ihtiyaç duyuyor.

Elbette buna karşı, yeryüzünün her bölgesinden dünya halkları, anti-emperyalist mücadele için harekete geçmelidir. Dünyayı kapitalist-emperyalist sistemden kurtarmanın başkaca yolu yoktur. Savaşı bitirmenin ve özgür ve yaşanır bir dünyaya kavuşmanın tek yolu, kapitalist sistemi tarihe gömmektir.

Venezuela halkı, bu direnişi, daha da çetin koşullarda devam ettirmek dışında bir yola sahip değildir. Bağımsız ve özgür bir ülke kalabilmenin başka yolu yoktur.

Dünya halkları, Venezuela halkının direnişine açık destek vermek zorundadır. Çünkü Venezuela halkı, direnirken, sadece kendisi için direnmiş olmayacaktır. Onlar bu haydutluğa, bu savaşa, bu yağmaya, bu emperyalist egemenliğe karşı direnirken elde edecekleri her kazanım, dünyanın her yerindeki halkların ortak kazanımı olacaktır. Tüm dünya halkları bu gerçeği anlamak, özümsemek zorundadır. Tüm dünya halkları sıranın kendilerine gelmesini beklemeden, emperyalist güçlerin tümüne karşı, bu onurlu mücadeleye, bu insanlık mücadelesine katılmak zorundadır.

Bugün, liberal-sol kesimlerce dile getirilen Maduro’nun yaptığı hatalar gibi konuşmaların hiç ama hiçbir kıymeti yoktur. Bu liberal masalcılar, halkların direnişini kırmak için, gerçeği bükmekten başka bir iş yapmıyorlar. Bu liberal masalcılar, dünyayı kana boyayan azgın saldırıların karşısına dikilmek isteyenleri engellemekle görevlidirler. Bu liberal masalcıların görevi, emperyalist efendilerinin ellerindeki kanı yıkamak, paklamaktır. Bu liberal masalcılar, halkların tescilli düşmanlarının destekçileridirler. Maduro’nun hangi hatası ABD müdahalesini haklı çıkartabilir?

ABD, Suriye’deki tüm savaştan, tüm ölümlerden sorumludur. Kimyasal silâh operasyonlarından kendi tetikçileri ve beslediği çeteler kadar sorumludur. Irak’ta akan kandan sorumludur. Afganistan’daki işgalden sorumludur. Libya’da akan kandan sorumludur. Filistin’de akan kandan İsrail ve diğer tetikçileri kadar sorumludur. Küba’ya ve İran’a karşı uygulanan ambargolardan sorumludur.

Liberal solcularımız, önce bu katliamların, bu savaşların, bu cinayetlerin karşısında durma onurunu göstersinler.

Gelişmeler göstermektedir ki, ABD yeni saldırı hamlelerine hazırlanmaktadır. 2019 bu açıdan yeni gelişmelere de gebe gözükmektedir. ABD’nin hızına bakılırsa, yeni saldırılar, yeni müdahaleler, yeni oyunlar uzakta değildir. Bu nedenle ABD’nin burnunun dibinde direnen Venezuela halkının direnişini doğru anlamak gerekir.

Yaşasın dünya halklarının anti-emperyalist mücadelesi!

Yaşasın Venezuela halkının özgürlük direnişi!

“Gezi Bu Toprakların Eşitlik, Özgürlük ve Adalet Umududur”

Bileşenleri arasında yer aldığımız Taksim Dayanışması tarafından, 11 Mart 2019 Pazartesi günü saat 11.00’de TMMOB Mimarlar Odası Büyükkent Şubesi Karaköy Binası’nda, Gezi Davası sürecine ilişkin yapılan basın açıklamasının tam metni aşağıdadır.

Gezi’yi lekelemeye yönelik beyhude çabalarınızı reddediyoruz!

Gezi bu toprakların eşitlik, özgürlük ve adalet umududur.

Ülkemizin toplum, kent ve demokrasi tarihinin en parlak ve onurlu sayfalarından biri olan ve anayasal bir zeminde, meşru olarak gerçekleştiği daha önce verilen yargı kararlarıyla tescil edilen Gezi Direnişi, hukuka ve gerçeğe aykırı bir iddianameyle karalanmaya, temel hak talepleri suç unsuru gibi gösterilmeye, barışçıl direnişin, tarihsel ve meşru gerçekliği çarpıtılmaya ve Gezi yeniden yargılanmaya çalışılmaktadır.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan ve 30. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından geçtiğimiz hafta kabul edilen, hiçbir somut delile dayanmayan, tamamen komplo teorilerinden ilhamla yazılmış akıl dışı bir iddianameyle Gezi’nin tarihi yeniden yazılmak isteniyor.

Gezi’yi lekelemeye yönelik beyhude çabalarınızı reddediyoruz! Çünkü Gezi’yi biz yaşadık, biliyoruz! Gezi bu toprakların eşitlik, özgürlük ve adalet umududur.

Bir kez daha açıkça söyleyelim: Gezi, ülkemizin toplumsal tarihinin en parlak ve onurlu sayfasıdır. Çaresizce iddia ettiğiniz gibi içeriden veya dışarıdan bir şefi, reisi, yönlendiricisi, talimat vereni, tepe örgütü, finansörü yoktur! Gezi Direnişi’ni suçla, terörle, darbeyle, kalkışmayla anılan bir eyleme dönüştürmenize asla izin vermeyeceğiz.

2013 yılının Haziran ayından beri sistemli bir şekilde sürdürülen bu algı dayatmalarına toplum ve kamuoyu tarafından itibar edilmediği gibi, Gezi Direnişi’nin demokratik hak ve ifade özgürlüğü çerçevesinde son derece meşru ve anayasal bir zeminde gerçekleştiği daha önce verilen yargı kararlarıyla da tescil edilmiştir.

Ancak tüm bu gerçeklere rağmen, 16 kişinin ağırlaştırılmış müebbet ve bir dizi ek ceza istemiyle yargılanıyor olmaları, ülkemizde yargı erkinin siyasal iktidarın bekasını korumakla görevli bir birime dönüştüğünü gösteren son örnek olmuştur.

Çok iyi biliyoruz ki, barış talep eden akademisyenlerin terör faaliyeti kapsamında yargılanıp cezalandırılmaları; mesleki ve anayasal görevlerini icra eden avukatların seslerini kısmak için akıl almaz suçlamalarla hapsedilmeleri; gerçeğin peşine düşen gazetecilerin delilsiz, mesnetsiz iddialarla terörist ilan edilmeleri, iktidarın muhalif fikirlere ve seslere karşı düşmanlığından ve yürüttüğü yanlış politikaların toplum nezdinde yarattığı derin rahatsızlığın farkında olmasından kaynaklanmaktadır.

Tam da bu nedenledir ki, Gezi sürecine dair asıl hesap vermesi gerekenler, bu iddianamede Davacı ve Mağdur sıfatlarıyla yer almaktadırlar. Onlarca arkadaşımızın ölümüne, onlarcasının gözlerini kaybetmesine, binlercesinin yaralanmasına sebep olan akıl almaz polis şiddetinin emirlerini verenler, bu şiddeti uygulayanları koruyup kollayanlardır Gezi’nin gerçek sanıkları.

Kendi yurttaşlarının yurdun dört bir yanından barışçıl eylemlerle haykırdıkları haklı ve meşru taleplerine kulak vermek yerine; devletin adalet mekanizmasını, bu demokratik talepleri bastırmak ve toplumun bir kesiminden düşman yaratmak için kullanmak isteyenlerdir Gezi’nin gerçek sanıkları.

Evrensel hukuk normlarını tersyüz eden, asgari hukuki normları dahi gözetmeyen, “anlaşılmıştır”, “değerlendirilmiştir”, “kıymetlendirilmiştir” gibi ifadelerle hiç bir somut delil ortaya koyamayan iddianameden;

Kırılan araba camlarını bir bir sayanların, orantısız polis şiddetiyle kaybettiğimiz canlarımızı görmezden geldikleri “anlaşılmaktadır.”
Zarar gören çöp konteynerleri eksiksiz kayda geçirilirken, görevli polislerce nişan alınarak atılan gaz fişekleri yüzünden gözünü kaybeden onlarca arkadaşımızın görmezden gelindiği “anlaşılmaktadır.”

Bu iddianameyi yazanların, özel hayatların ifşasından başka hiçbir hukuki iddiaya dayanak oluşturmayan telefon tapelerini sayfalarca peş peşe dizmelerinden, hukuk dışı bazı amaçlara hizmet etmeyi amaçladıkları “anlaşılmaktadır.”

Bu iddianameyi yazanların sadece geçmişi lekelemeyi değil, ortak geleceğimizi de karartmayı hedefledikleri “anlaşılmaktadır.”

Asıl üzücü olan ise, içerdiği tamamen dayanaksız, hayal ürünü iddialarla tam bir hukuk garabeti olan bu sözde iddianamenin, toplum nezdinde zaten güvenilirliğini kaybetmiş olan adalet mekanizmasının itibarını bir kere daha yerle bir etmesi.

Arıcılık haritasından ülkeyi bölme planları çıkartan; parkta toplanan gençlere poğaça, sandviç gönderilmesinden finansörlük icat eden; Antalya’ya tatile gelen turistlerden dış güçler yaratan; Gezi Parkı’nda görevli polislere çiçek vermeyi hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs olarak yorumlayan bu iddianame, şüpheli olarak hedef aldığı kişilerin özgürlüğünü tutuklayarak rehin almış ve ağırlaştırılmış müebbetle tehdit ediyor olmasaydı, komik olarak nitelenebilirdi. Ancak tüm ciddiyetiyle bu iddialara gereken cevabı vermek tarihi bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor.

Unutmayalım ki burada yargılanmak istenen bu 16 kişi nezdinde, ülkemizin 80 kentinde Gezi’ye katılarak anayasal haklarını kullanan, demokrasiye güç vermiş milyonlarca yurttaşımızdır.

Bu anlamda, siyasi iktidarı desteklemek için kendi yarattıkları yalan dünyasında her türlü akıl dışı habere, iftira ve karalama gayretine girişenlere karşı, tüm yurttaşlarımızı bu 657 sayfalık iddianameyi bizzat okumaya davet ediyoruz.

İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi bu iddianameyi 4 Mart 2019’da kabul etmiş, ilk duruşma için de 24-25 Haziran 2019 tarihlerini göstermiştir. Bu akıl ve hukuk dışı iddianame derhal geri çekilmeli, iddianamede görüldüğü üzere somut hiçbir delil olmadığı halde kurgu ithamlarla tutuklu yargılanan Mehmet Osman Kavala ve Yiğit Aksakoğlu derhal serbest bırakılmalıdır.

Biz Taksim Dayanışması olarak; 2012 yılının Şubat ayında ilk toplantımızı yaptığımız andaki taleplerimizin de, Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesildiği ve çadırlarımızın yakıldığı günlerdeki tepkimizin de, gencecik çocuklarımıza kıyan polis şiddetinden hesap soran tutumumuzun da, parklarda, meydanlarda, sokaklarda özgürlük, demokrasi ve insanca yaşam talep eden milyonların taleplerinin de kararlılıkla arkasında durmaya devam edeceğiz.

Polisiyle, yargısıyla, medyasıyla hakikati baskılayıp tarihi yeniden yazmaya çalışanlara inat, gerçekleri haykırmaya devam edeceğiz. Çünkü biliyoruz ki, bu ülkeye bir gün demokrasi gelecekse, gücünü Gezi’nin eşitlikçi, özgürlükçü ve barışçıl birlikteliğinden alacaktır. Milyonları da yargılasanız, bu gerçeği yok edemeyeceksiniz.

Gezi Direnişi’ni suçla, terörle, darbeyle, kalkışmayla anılan bir eyleme dönüştürmenize asla izin vermeyeceğiz.

Kriz ve işçi sınıfı

2018 yılının Temmuz-Ağustos döneminde kendini kurlardaki yükselişle ortaya koyan, gerçekte çok daha uzun süredir devam eden kriz, 2018 yılının sonlarına gelindiğinde, Ekim-Aralık arasında, kendini gerçekten topluma hissettirmeye başladı.

Uzun yıllar, borçla yaşayan, kredi kartları, bireysel krediler, taksitli eşya almalar vb. ile borçlanan, gelirinden fazlasını harcamaya teşvik edilen işçi ve emekçiler, krizin şiddetini, daha yeni yeni anlamaya başladılar.

Burjuvazi için, ekonomik durum önceden öngörülen, bilinendir. Burjuvazi, zaten bu nedenle, krizin faturasını nasıl işçi ve emekçilere yıkacağının yollarını arar. Hep böyle olmuştur. Kriz, birçok büyük firmanın batmasına neden olmuştur. Elbette, ama bu bir yandan bu sermaye sahiplerinin paralarını bir yerlere, daha çok da yurtdışına aktarmaları önleminden sonra ortaya çıkmaktadır (ki konkordato önlemlerinin çoğu nedeni, parayı kaçırma, bunun için bir planlama isteğidir. Gerçekte zaten batmış firmaların, konkordato ilan ederek borçlarını belli bir süre ödememesi, hileli bir süreçtir.), diğer yandan ise, elbette sermaye el değiştirmektedir.

Küçük ve orta işletmelere gelince, yani günlük dilimize “esnaf” ve “kobi” olarak giren kesimlere gelince, bu alanda da aynı biçimde kredi ile dönme eğilimi, uzun süredir vardı. Kredi faizlerinin hızla yükselmesi, bu alanda da büyük batmalara, iflaslara neden olmuştur. Hem kredi faizleri yükseldi, hem döviz yerinde durmadı, hem de satışlar düştü. Tüm bu süreç küçük burjuvazinin geniş ölçüde iflasına neden olmuştur, olmaktadır. Ve bu krizin esas olarak etkilerini net olarak göreceğimiz dönem, Mayıs- Ekim 2019 dönemidir.

Krizin en net anlaşılacağı göstergelerden biri, sokaklardır. Sokaklar derken, her açıdan. Sokak gösterilerinden, sokakların hâline, boş dükkânlara, kiralık tabelası hiç inmeyen kiralık dairelere, camlardaki satılık ilanlarına vb. kadar. Elbette, iflaslar, buna bağlı mahkeme dosyaları vb. de önemli bir gösterge olur.

Ama konu işçi ve emekçilerin krizden etkilenmesi ise, ki konumuz budur, kriz ve işçi sınıfıdır, bu durumda, işsizliğe, ücretlere, sokak gösterilerine, direniş ve eylemlere, pazardaki fiyatlara, gıda ve giyime, eğitim ve sağlığa, ulaşıma bakmamız gerekir.

1- İşsizlik ciddi oranda yükselmektedir. Onların açıkladığı veriler hilelidir. Bu hileli verlere göre işsizlik %11 civarındadır. Sadece staj yapan öğrencileri işçi diye göstererek 1.4 milyon işçi kaydettiklerini hatırlarsak, bunun anlamını kavrayabiliriz. Hileli rakamlar açıklıyorlar. Gerçekte bizim hesaplamalarımıza göre işsizlik %25 civarındadır.

Sendikaların önemli işlerinden biri, işsizlik ve enflasyon rakamalarını kendi metotları ile hesaplamak ve bunu düzenli olarak kamuoyuna açıklamak olmalıdır. Bunu DİSK yapabilecek durumdadır. DİSK bir uzman kadro ile, bunu yapabilir. Devletin enflasyon sepeti içine koyduğu şeyleri değiştirerek, enflasyonu düşük gösterdiği bilinmektedir. Enflasyon rakamları da hilelidir.

Biraz konumuzdan uzaklaşmış olacağız ama, hileli rakamlar ya da yalanın ötesi demek olan istatistikî yalan, burjuvazinin çok sık başvurduğu bir metottur. TV kanalları, dolar 7 TL’den 5,30’a düştüğünde, “dolar düşüyor, TL değer kazanıyor” vb. gibi yayınlar yapıp, bu konuyu işliyorlar. Ve hafıza kaybına uğradığından emin oldukları halkın, 2018 başında doların 3,70 TL olduğunu hatırlamayacağına yatırım yapıyorlar. Ya da Erdoğan, asgarî ücrete %26 zam yaptık, bu büyük bir olaydır, diye TV kanallarından bağırdığı anda, halkın, asgarî ücretin dolar cinsinden düştüğünü anlayamayacağını, dolar cinsinden asgarî ücretin, bugünkü düşük olduğu ilan edilen dolar kuru, 5,25 TL üzerinden hesaplandığında, %13 düştüğünü halkın hesaplayamayacağını düşünüyorlar.

Erdoğan nasıl yalan söylüyor ortadadır. TÜİK nasıl rakamlarla yalan söylüyor ortadadır. Bunları bir yana bırakın, Soma’da gerçekte kaç kişinin öldüğünü bile bilemiyoruz. 1999 depreminde kaç kişinin öldüğü, bilerek gizlenmiştir. Demek ki, her ölen işçinin ailesinin, diğer ailelerle bir araya gelmeyeceğini, acı içinde iken kimsenin bunu saymayacağını, ölenlerin yakınlarının Suriyeli ve göçmen olarak kaç kişinin öldüğü ile ilgilenmeyeceğini varsaymaktadırlar.

Ki sonuçta, işçiler, ölü sayılarını bile sayamamaktadır. Ki işçiler enflasyonu bile hesaplayamamaktadır. Ki işçiler ne kadar işsiz olduğunu bile bulamamaktadır. Denizde yaşayıp, deryadan bihaber balıklar gibi. İşte burjuvazi, işçi sınıfını böyle kör, böyle bilgisiz, böyle silâhsız bırakarak iktidarını yürütüyor. Bir avuç para babası ve çetenin milyonlarca işçiyi susturması ve aklı ile alay etmesi başka nasıl olabilir?

Sendikalarımızın elimizden alınması başka nasıl açıklanabilir? Sendika mafyası içinde örgütlü işyeri temsilcilerinin işçilere “siz kölesiniz, denileni yapacaksınız, yoksa sizi işten attırırım” diyebilmesi başka nasıl açıklanabilir?

Demek oluyor ki, doğru bir sendikanın, iyi bir sendikanın; a- Enflasyon rakamlarını hesaplayabileceği bir sepet oluşturması gereklidir. Buna yardımcı olacak, istatistikçi ve iktisatçı bilim insanları kesinlikle vardır. b- İşsiz sayısı, geniş bir işçi haberleşmesi ile, ister bir sendika, ister başka bir örgütlenme aracılığı ile ortaya konulmalıdır. Her işçi, kendi fabrikasından bununla ilgili haber vermeye başlarsa, zaten rakamlar net olarak ortaya çıkacaktır. Bunu mutlaka sendikaların yapması da gerekli değildir Örneğin İşçi Kurultayı böylesi bir işi yapabilir. Bunun için bir bütçeye gerek yoktur. c- Sendikalar veya işçi örgütleri, her ay, düzenli olarak işçi gazetelerinde, durumu gösteren rakamları yayınlamalıdır. Bu da muhabir ağının yanında, birkaç kişinin bu konuda uzmanlaşması ile mümkün olacaktır.

İşsizliğe geri dönelim.

Krizin ilk etkisi işsizliğin daha da artmasıdır. Bizim hesaplamamız, bu rakamın, Ağustos ayından bu yana 1.500.000 arttığıdır. Üstelik, önümüzde seçim var ve Erdoğan’ın, Saray Rejimi’nin, birçok işvereni, “eğer toplu işten çıkarmalara girerseniz sizi pişman ederim” tehditlerine rağmen. Erdoğan’ın, Koç ailesini ve tüm otomotiv sektörünü, seçime kadar işçi çıkarmamak için tehdit ettiği, eğer 100’den fazla işçi işten çıkarırlarsa, bunun “Saray’a muhalafet” olarak değerlendirileceğini söylediği konuşuluyor. Demek oluyor ki, Nisan ayından sonra işsizlik daha da artacaktır.

2- Ücretlerin, maaşların satın alma gücü erimektedir. Krizin önemli bir etkisi de budur. İşçiler, çoğunlukla maaşlarını düzenli alamaz durumdadırlar. Birçok işçi, maaşlarını geç aldığı hâlde sesini çıkartamamaktadır. Özellikle “kargo ve taşımacılık” sektöründe tam bir kölece çalışma egemen kılınırken, maaşların zamanında alınmaması da üstüne eklenmektedir. Faiz oranlarının bu kadar yüksek olduğu bir ülkede, büyük miktarda maaş ödeyen işletmeler, o parayı birkaç gün faizde tutmanın, böylece sinekten yağ çıkarmanın hesabını yapmaktadır.

Ama öte yandan, işçilerin aldığı ücretlerin satınalma gücü düşmüştür. Diyelim ki, %26 zam almış olan bir işçi, %13 kayıp yaşamaktadır. Ama çoğunlukla %26’nın altında zamlar yapılmıştır. Bu da açığı artırmaktadır.

Ancak, bu durum, %13 kayıp, dolar cinsinden yukarıda açıkladığımız hesaba göredir. Oysa bir de satınalma gücü dediğimiz şeye göre bakmamız gerekir. Devlet resmî olarak enflasyonu %20 olarak açıklamaktadır. Bu konuda uzmanlaşmış olan devlet, sürekli istatistikî yalan söylemek için, her ay her yolu denemektedir. Patates fiyatı arttı ise ve patates enflasyon sepetinin içinde ise, onu çıkartıp, başka bir ürünü içine almaktadırlar. Sivri biber zaten teröristtir, çıkar gitsin. Böylece, gerçek anlamda rakamlara ulaşmak zorlaşmaktadır. Ekmek fiyatları da ölçü değildir. Zira fırıncılar, ekmeğin gramajı ile oymaktadır. Dün 250 gram ekmek 1 TL iken, bugün 200 gram ekmek 1,25 TL olmaktadır. Bu durumda ekmek %25 arttı demek yanlış olur. Zaten gramajından %20 kaybetti.

Son dönemde simitin gramajı ile oynanmamış gibi görünüyor. Buna bakılabilir. Ya da bira fiyatlarına bakılabilir. Ya da et fiyatlarına bakılabilir. Ya da peynir fiyatlarına bakılabilir. Ya da ilaç fiyatlarına bakılabilir. Ya da okul defteri, kalem silgi fiyatlarına bakılabilir. Ya da doğalgaz, elektrik faturalarına bakılabilir.

Hesaplama basittir. Dün, 2018 Ocak ayında, maaşının tümü ile kaç simit alıyordun, bugün kaç simit alabilirsin? Dün, Ocak 2018’de kaç kilo kuşbaşı alabiliyordun, bugün kaç kilo alabilirsin? Patlıcan, soğan, patates, domates ve sivri biber, Erdoğan ve Saray Rejimi tarafından terörist ilan edildiğinden onlara bakmayalım. Bir maaşınla, kaç adet bira içebiliyordun, şimdi kaç adet içebilirsin? Bir maaşınla, kaç kilo deterjan alabiliyordun, şimdi kaç kilo alabilirsin? Elektrik, su, doğalgaz faturalarının toplamı, maaşının % kaçı idi, şimdi yüzde kaçı? İşte bu ölçüler bize yol gösterebilir.

İşçiler bunları hesaplamak zorundadırlar. Yoksa ne yaşadıklarını, sadece acılardan bilebilirler. Tüm bu yaşananların yaratanın takdiri olduğuna inanarak suskunluklarına devam ederler. Oysa zaten Saray Rejimi, bunu istiyor. İşyerinde iş cinayeti ile öldün mü, ne yapalım ecel işte. İşyerinde sakat mı kaldın, ne yapalım fıtratında var. Aç mı kalıyorsun, yaratan bunu layıkk görmüş. Oysa böylesi bir şey yoktur.

Biz, bir hesaplama yaptık.

  • Asgarî ücret %26 arttı.
  • Birçok işçi asla ve asla %26 bile zam alamadı. İşini kaybetme korkusu ile %10-20 arasında bir zama razı oldular.
  • Asgarî ücret, dolar cinsinden hesaplanınca %13 (doları 5,25 TL’den hesaplayınca) değer kaybetti. Yani, eskisine göre %13 işçi maaşları daha düşüktür.
  • Gıda, giyim vb. fiyatlarına %35-80 arasında zam geldi. Ortalama zammı %50 olarak hesaplamak mümkündür. Doğalgaz, elektrik, su faturalarına bakınca herkes %60 pahalıya ödediğini anlayacaktır.
  • Eğer %50 üzerinden hesaplasak, asgarî ücret en az %25-30 değer kaybetmiştir. Demek ki, işçiler en az %25 yoksullaşmıştır. Bir de artan vergileri hesaba koyun. Mesela kırtasiye malzemelerinizin KDV’si %18 olmuştur. Yanı okul defterine ilave %10 ödemek zorundasınız. Mesela sizden devlet adına yapılan kesintiler artmıştır vb. Devlet, kasası yağmalanmış olduğundan, maaş ödemek için, vergileri artırmıştır. İşverenden aldığı vergileri değil, işçi ve memurdan aldığı vergileri artırmıştır. Buradan ilave bir yük binmektedir. Demek oluyor ki, bir işçi ailesi, bir memur ailesi %30 fakirleşmiştir, eğer %26 zam almış ise. İşini kaybetme durumu, %26 yerine %10 zam alma durumu vb. hesap dışıdır. Demek ki, işçi aileleri, memur aileleri, başka bir gelirleri yoksa %30 ile %60 arasında fairleşmiştir.

3- Çalışma koşulları zorlaşmaktadır. İşsizlik, daha ucuza işçi bulma olanağı, çalışanların işveren isteklerine uyması için zemin hazırlamaktadır. İşverenler, mesai ödemeksizin, işçileri daha uzun süreler çalıştırmaktadır. Ortalama çalışma zamanı, yine sendikaların hesaplayabileceği bir konudur. Elbette, işçi muhabirleri de bunu hesaplayabilir. Diyelim ki metal iş kolunda günde kaç saat çalışıldığı bildirilirse, diyelim ki inşaat iş kolunda çalışma zamanı bildirilirse, diyelim ki tekstilde günlük çalışma süresi muhabir işçilerce bildirilirse, diyelim ki markette çalışma süresi bildirilirse, diyelim ki bir ofiste çalışma süresi bildirilirse, diyelim ki otomotiv yan sanayiinde çalışma süresi bildirilirse, diyelim ki bir sanayi bölgesinde çalışma süreleri bildirilirse, bu hesaplanabilir. Ülkenin değişik illerinden, 10 ilden bu rakamlar alınırsa, ortalama çalışma süresi, devletin verdiği rakamlardan bin kat daha doğru hesaplanabilir.

Çalışma koşullarının zorlaşması demek sadece çalışma zamanının uzaması demek değildir. Aynı zamanda işyerinde işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınmaması, demektir. Patron bu yolla maliyetleri düşürmektedir. Bunun gibi maliyet düşürücü birçok önlem, mesela soğuk ortamlarda çalışma vb, çalışma koşullarını oldukça zorlamaktadır. Kötüleşen çalışma koşulları, havalandırmasız ortamlarda çalışma, ülkemizde veremin yeniden ciddi bir hastalık olarak hortlamasına neden olmuştur. Türkiye’de verem istatistikleri, tek başına bunlar, durumu ortaya koyacaktır. İlaç şirketlerinin etken maddesi azaltılmış ilaçları SGK kanalına vermesi nedeni ile, verem ilaçları artık etkili değildir. İnsanlar veremle mücadele etmek için, SGK’nin bedelini ödemediği ilaçları satın almakta, bunu da ceplerinden karşılamaktadır.

4- İşçiler, çalışma koşulları içinde ele alınan birçok sosyal haktan mahrum bırakılmaktadır. Dün işçilerin hakları olarak alınmış olan iki maaş ikramiye, çocuk yardımı vb. 2018-2019 sözleşmelerinde tırpanlanmaktadır. İşçilere, %20 zam yaparım ama bir maaş ikramiye gider gibi dayatmalar yapılmaktadır. Sosyal haklar, işçinin yaşamını kolaylaştıran uygulamalar, dünkü sendikal mücadelenin ürünü olan tüm sosyal haklar, tek tek tırpanlanmaktadır.

Her işçi muhabiri, her fabrikadaki, fabrikanın ismini vermeden, yaşam ve çalışma koşullarını, en ince detayına kadar anlatacağı mektupları gönderirse, işçi gazeteciliği açısından önemli bir adım atılmış olacaktır. Bir işçinin çalışma koşullarını bilen diğeri, bu detaylara hakim olmaya başlayacak ve bu “kader”in sadece kendisine yazılı olmadığını, tüm işçilere birilerinin bu “kader”i yazdığını anlayacaktır.

5- İşçi sınıfı, devrimcileşmek zorundadır. Başka bir yol yoktur. Devrimcileşen işçi sınıfı hem kendini, hem de tüm toplumu kurtaracak eylemliliği geliştirecek, devrimin motoru, öncüsü olacaktır.

Flormar işçilerinin güzel bir sloganı var: “Flormar değil, direniş güzelleştirir!” Doğrudur. Güzel ve doğru bir slogandır.

Direniş güzelleştirir.

Direniş aklı açar.

Direniş kendini tanımanı sağlar.

Direniş mücadele birleştirir.

Direniş, mücadele öğretir. Ondan daha iyi öğretmen yoktur.

Ve örgüt, özgürleştirir.

Örgüt özgürlüktür. Kölece yaşamı parçalamak için, “kader”imizi kendimizin yazması için bir araçtır.

Direniş, hastalanmış olanları iyileştirir. Koyun sürüsüne dönmüş, denizde yaşayıp deryadan bihaber olanları, sağlıklı kafalara çevirir. İşçiler, kendi yaşadıkları koşulları, kendi yaşam koşullarını, kendilerine dayatılan, açlık, yoksulluk, işsizlik, borçluluk “yazgısını” ancak o zaman anlayabilir, ancak o zaman değiştirebilirler. Direniş, bunu sağlar.

Kadınların başkaldırı tarihi veya “önce kadınları vurun!”¹

“Yalnızca itaat edenler,
yollarını kendi başlarına
arayanlardan daha sık yanılır.”²

İkinci kuşak feminizmin tarihine dair standart (feminist) anlatı aşağı yukarı şöyledir:

“Kadınlar kapitalist metropolleri sarsan ’68 olaylarında yer aldılar; ancak genellikle ikinci planda, görünmez rollerde. William Klein’ın 1968’de Paris’te çekilen belgesel filmi “Maydays” aydınlatıcıdır: bütün toplantılarda, tartışmalarda, yürüyüşlerde ve sokak protestolarında çok az kadın görebilirsiniz. Kuşkusuz, tıbbi yardım ekibinde bir kadın vardır; kuşkusuz bir hemşire; bir başka kadın öğrenci koordinasyon komitesinin telefonlarına cevap vermekte; bir üçüncüsü de Sorbonne’da oluşturulmuş bir kreşte militanların çocuklarıyla ilgilenmektedir. Hemşire, sekreter, dadı – hep geleneksel roller. (…) Kadınlar hiç kuşku yok ki katıldılar, ama çoğunlukla arka plandaydılar. Fabrikalarda grevci işçi kitlelerinin içindeydiler ya da grevci eşleri olarak gösterilere katıldılar. Paris’te konuşma yapmaları enderdi, komiteleri yönetmeleriyse daha da ender.”3

Ya da: “(Fransa’da – b.n.) Kadınlar devrimci hareket içerisinde dikkate alınmadıklarını, sorunlarının bir kenara atıldığını ve gülünç sayıldığını hissediyorlardı. ABD’de olduğu gibi Fransa’da da ikincil roller oynamaktan bıkmışlardı; eylemciler arasındaki, düşünceyi erkeklerin ürettiği, kuramı onların formüle ettiği, örgütlenme ve karar alma görevinin erkeklerce gerçekleştirildiği, kadınların teksir makinalarını çalıştırıp bildiri dağıttığı cinsel işbölümünü reddediyorlardı. Böylece Amerikalı feministlerin izinden gidip Yeni sol’dan koparak salt kadınlardan oluşan gruplar kurdular. Sol gelenekten gelen MLF (Kadın Özgürlüğü Hareketi) doğrudan demokrasiye, kendiliğindenliğe ve radikalizme değer veriyordu. Mevcut sistem içinde kadınların kurtuluşunun olanaksız olduğu düşüncesiyle, onu yıkmayı hedefliyor ve kısmî kazanımların aktivistleri eylemsizliğe sevk edeceği gerekçesiyle reformizmi bir tehdit olarak görüyordu.”4

İkinci dalga feminizm, böylelikle ‘68 kalkışmalarına katılan, ancak dönemin özgürlük ikliminde ‘erkek’ örgütlerde ikincil rollere itilmelerini sorgulayan kadınlar arasında mayalanmıştır. Böylece kadınlar 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başlarındaki, kadınların yasalar önünde eşitliğini hedefleyen birinci dalga feminizmden sonra bir kez daha kendi ikincilliklerini sorunsallaştırarak kendi adlarına, kendi talepleriyle ortaya çıkmışlardır. Ve yalnızca “kurulu düzen”i değil, aynı zamanda bağrında filizlendikleri sol örgütlere de en ağır eleştirileri yöneltmekten çekinmemişlerdir: “MLF solcu itiraz kültürü içerisinde gelişti ve bizatihi solculara karşı da radikal bir eleştirellik geliştirdi. Davranışlarındaki tutarsızlıkların altını çizdi, devrimci projelerinin sınırlarını gösterdi. Gruplar içindeki ve halk üzerinde iktidar ilişkilerinin sürdürücüsü olarak öncünün yetkesini eleştirdi. Tüm devrimci dogmaları sorguladı: sınıf mücadelesi ve iktisadî değişimlerin önceliği, Devrim’e öncülük edecek Parti’nin gerekliliği…”5

İkinci dalga feminizmin sola en şiddetli eleştirileri yönelttiği, doğrudur (“MLF’in devrimci dogmalara yönelttiği radikal eleştiriler solun devrim fikrinden vazgeçmesinde katkı sağlamış olabilir,” diyor Françoise Picq6…).

Ancak neredeyse “(ikinci kuşak) feminizmin resmî tarihi”ne dönüşmüş bu anlatıda pek de ikna edici olmayan şeyler var.

Örneğin “kadınların sol örgütlerde aktif rol oynamadığı, salt kadınsı rollerle yetindiği” savı.

Oysa “istihbarat raporları” ve çoğunlukla istihbarî amaçlarla hazırlanmış akademik makaleler hiç de öyle demiyor.

Örnekleyeyim…

Bernardine Dohrn, ABD 68’inde Vietnam Savaşı protestolarında ABD kampüslerini kasıp kavuran Students for Democratic Society (SDS= Demokratik bir Toplumdan Yana Öğrenciler) bünyesinde yer alan, silahlı mücadeleyi savunan Weathermen örgütü liderlerindendi. Birkaç yüz üyesinin yarıya yakını kadınlardan oluşan Weathermen, 1970’te yeraltına geçti. Dohrn, mikrofonu eline aldığında kitleleri coşturan bir hatip, kalemi güçlü bir yazar ve patlayıcı uzmanıydı… Yeraltındayken “Weather Underground” adını alan örgütünün ABD hükümetine “Savaş Durumu Bildirgesi”ni o kaleme almıştı. “Savaş Durumu” boyunca Weather, Capitol’ü, Pentagon’u, New York’taki birkaç polis karakolunu bombaladı… Üç yıl boyunca FBI’ın en çok aranan 10 kişi listesinde yer alan Bernardine Dohrn, bugün Northwestern Üniversitesi’nde hukuk doçenti… Dohrn, Weather Underground kurucularından, Chicago’daki Illinois Üniversitesi profesörü Bill Ayers ile evli…

Weather Underground’un etkisizleşmesinin ardından örgüt üyesi Kathy Boudin, çoğu kadın olan bir grup yoldaşıyla birlikte 19 Mayıs Komünist Örgütü’nü kurdu. Örgüt kısa bir süre Kara Panterler’den ayrılan Siyahî Kurtuluş Ordusu’yla ortak eylemler gerçekleştirdi. Uzun süre kaçak yaşamayı başaran Boudin, 1985’te bir soygun sırasında yakalanarak cezaevine konuldu.

Afro-Amerikalı aktivist Assata Shakur, Martin Luther King’in 1968’de bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından, siyahîlerin özgürlüğü için silahlı mücadele gereğini savunan Kara Panterler’e katıldı. Ve kısa sürede FBI’ın Karşı-istihbarat Programı’nın ana hedeflerinden biri hâline geldi. Bu gözetim ve tacizlerden kurtulabilmek için yeraltına geçerek Siyahî Kurtuluş Ordusu’na katıldı. Bu arada üç banka soygunu, iki uyuşturucu kaçakçısının kaçırılıp öldürülmesi, bir polisi öldürme girişimi gibi fiiller nedeniyle FBI’ın en çok aranan 10 kişi listesinde yerini alacaktı.

1973’te yaralı olarak yakalanan Shakur dört yıllık tutukluluk süresinin bir yılını erkekler hapishanesinde tecritte geçirdi. 1977’de bir polis memurunu öldürmekten suçlu bulunarak hüküm giydi. Shakur, yerleştirildiği yüksek güvenlikli cezaevinden kaçarak Küba’ya yerleşti.

Bir başka Afro-Amerikalı kadın, döneminin en ünlüsü, Angela Davis, daha lise yıllarında, okulundaki komünist gruba katılmıştı. Üç siyah öğrencisinden biri olduğu Brandeis Üniversitesi (Mass.)’nde Marcuse’nin, 1965’te gittiği Almanya’da ise Adorno ve Horkheimer’ın öğrencisi olma şansına erişti. Kuramsal zenginliğini, yorulmak bilmez bir pratikle tamamlayacaktı, 1970’ten itibaren ABD’nin önde gelen insan ve siyah hakları savunucularından biri hâline geldi. Martin Luther King’in öldürülmesinden sonra silahlı mücadeleyi savunan Kara Panterler hareketi ABD’de yükselişe geçmişti; Angela Davis hareketin destekçileri arasında yer aldı. Örgüt üyesi bir sanığın mahkemeden kaçırılması olayına karıştığı gerekçesiyle FBI’ın en çok aranan 10 kişi listesinde o da yerini aldı.

Ekim 1970’te tutuklandı. Hakkında düzenlenen uluslararası kampanyaların da etkisiyle 1972’de salıverildi. Davis, felsefe profesörü ve ABD Komünist Partisi Merkez Komite üyesi olarak sürdürecekti hayatını. 1980 ve 1984 yıllarındaki Başkanlık seçimlerinde Komünist Parti adayıydı. Hâlen insan hakları, kadınların eşitliği, siyasal tutsakların durumu ve siyahların eşitliği konusunda militan faaliyetlerini sürdürüyor.

Kara Panterler’in bir başka önemli kadın üyesi, Kathleen Cleaver, partinin karar alma biriminin ilk kadın üyesiydi. Kadınlar, Kara Panter üyelerinin üçte ikisini oluşturuyordu.

Gudrun Ensslin ve önceleri gazeteci olan Ulrike Meinhof, 1970’lerin başlarında kent gerillası eylemleriyle Almanya’yı sarsan silahlı sol örgüt RAF’ın (Kızıl Ordu Fraksiyonu) üç kurucusundan ikisi…

Fusako Shigenobu, 1970-2000 yılları arasında Marksist-Leninist Japon Kızıl Ordu lideri. FHKC ile yakın bağları olan örgüt, Mayıs 1972’de İsrail’deki Lod Havaalanı saldırısını gerçekleştirmişti… Shigenobu, 25 yıl boyunca kaçak olarak mücadele yürüttükten sonra 2000’de yakalandı ve Osaka’da “sahte pasaport kullanmak, taammüden adam öldürmeye teşebbüs ve 1974’te Lahey’deki Fransız Büyükelçiliği personelinin rehin alınması eylemini yönetmek” suçlarından yargılanarak 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Shigenobu’yu duruşmalarda Leyla Halid savunmuştu…

Leyla Halid… Anlatmaya gerek var mı? Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin efsanevî militanı… Daha 15 yaşındayken George Habaş’ın kurduğu Arap Milliyetçiler Hareketi’ne katılmıştı. FHKC, bu hareketten doğacaktı (1968) ve Leyla Halid, daha ilk günden örgüt içinde yerini aldı. 1969’da FHKC’nin eğitim kamplarına katıldı, dış operasyonlar seksiyonunda görev aldı.

Hareketin içinde de dış operasyonlar şubesinde görev aldı. Dünya onu 29 Ağustos 1969 tarihinde 840 no.lu Los Angeles-Tel Aviv uçuşunu gerçekleştiren Amerikan uçağını kaçırma eylemini gerçekleştirdiğinde tanıyacaktı. Filistin davası, Batı kamuoyunun gündemine bu olayla girmişti, denilebilir… Leyla Halid bugün de Filistin davasının önde gelen simgesi…

Meryem Recavî… 1970’lerde İran’da Halkın Mücahitleri’ne katılmadan metalürji mühendisiydi… Şah’ın devrilmesi sürecinde Ayetullah Humeyni’yi destekleyen Halkın Mücahitleri, ülke şeriata yöneldiğinde, rejime karşı gerilla savaşına girişti. Kocası Mesud Recavî’nin ABD’nin Irak’a müdahalesi sırasında kaybolmasının ardından liderliği Meryem Recavî üstlenecekti…

Haydée Tamara Bunke Bider (Tania), Nazilerden kaçarak Arjantin’e sığınmış bir ana babanın çocuğuydu. Ailesiyle birlikte döndüğü Doğu Almanya’da Birleşik Sosyalist Parti üyesi olarak faaliyette bulundu. Ardından bir kez daha doğduğu kıtaya, bu kez Küba’ya döndü ve Eğitim Bakanlığı ve Kadın Federasyonu’nda çalıştı. Ne ki, kararlı bir enternasyonalist olarak devrimin kıtaya yayılması gerektiğine inanıyordu; bu nedenle de 1964’te Bolivya’ya geçerek Che’nin gerillalarına katıldı. 31 Ağustos 1967’de Vado del Yaso’da nehir kıyısında Bolivyalı askerlerin pususuna düşürüldü. Ölü bedeni, 6 Eylül 1967’de bulunacak ve bulunduğu yere gömülecekti. Kemikleri, 31 yıl sonra çıkartılarak Che’nin Santa Clara’daki anıtına gömülecekti.

Che ile birlikte savaşan tek kadın gerilla, Tania değil. Batista rejimine karşı silahlı mücadeleye, fiilen Che’nin komutan yardımcılığını üstlenen Celia Sanchez ve Vilma Espin gibi kadın gerillalar da katıldı.

Küba devriminin yolunu, her biri çok miktarda kadını harekete geçiren, Nikaragua’da Sandinistalar, El Salvador’da FMLN izleyecekti.

Luisa Amanda Espinioza Nikaragua Kadınlar Derneği üyesi Magda Enriquez, yıllar sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide devrimci harekete kadın katılımını şöyle anlatıyor: “Kurtuluş sürecinde öğrendiğimiz en önemli şey, eşitlik hakkında hiç konuşmadığımız hâlde onu savaş alanında elde ettiğimizdi. Barikatlardayken kadın ya da erkek oluşun hiç fark etmiyor; bizler birer savaşçıydık…”

Sandinistalar, belki de tüm gerilla örgütleri arasında kadın savaşçıların en yoğun olarak katıldığı gerilla örgütüydü. FSLN savaşçılarının yüzde 40’ı, subayların yüzde 6’sı kadındı. 6 kadın, gerilla komutanlığı rütbesine erişmişti. 1987’ye gelindiğinde ülkedeki milislerin yüzde 67’si, muhafızlarınsa yüzde 80’i kadınlardı. FSLN’nin kadın gerillaları arasında Elizabeth Rodríguez Obando, Martha Picado Aguilar, Aminta Granera, Nora Astorga Gadea de Jenkins, Dora María Téllez’in adları belleklerde…

Yalnızca Che savaşçıları ya da Sandinistalar mı? 1960-70’lerde tüm kıtayı saran gerilla örgütlerinde kadınlar hatırı sayılır oranlarda yer almışlar ve örgütlerin komuta kademelerine dek yükselmişlerdir. “Machismo” kavramını erillik literatürüne armağan eden, erkekliğin en fazla yüceltildiği ve ayırımcılığın en yoğun olduğu bir coğrafyada, kadınlar ellerinde silahlarla açmışlardır yollarını… Böylelikle, Kolombiya FARC ve ELN’nin saflarındaki savaşçıların yüzde 45’ini, El Salvador’un FMLN’inin ise yüzde 30’unu kadınlar oluşturmaktaydı. Latin Amerika’nın diğer gerilla hareketlerinde (Peru’nun Aydınlık Yol’u ve MRTA’sı; Brezilya’nın Marighella’dan esinlenen gerilla grupları; Uruguay’ın Tupamaros’u; Guatemala’nın URNG’si’nden 20. yüzyılın son yıllarında onlarca kadın komutanı ve geniş bir kadın savaşçı kadrosuyla San Cristobal sokaklarına inen Meksika’nın EZLN’sine dek…) kuryelikten, lojistik destekten komutanlığa, yerlerini aldılar. Hatta içlerinden biri devlet başkanlığına dek yükseldi. 1 Ocak 2011’de Brezilya devlet başkanı olan Dilma Roussef, 1960’lı yıllarda Brezilya kent gerillası VAR-Palmares’in aktif bir üyesiydi. 1970’lerin başında tutuklanan Roussef, üç yılını, “Brezilya’nın Ebu Gureyb’i”, Sao Paolo’daki Tiradentes cezaevinde geçirmişti…

İrlanda’ya geçelim mi?

İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesi, 19. yüzyıl başlarına dek geri gider ve kadınlar ta başından beri bu savaşımın yüreğinde yer alagelmişler, 200 yıllık ayaklanmalar tarihinde kadınlar hemen her görevi üstlenmişlerdir. Öyle ki, 20. yüzyıl başlarında IRA’ya destek olmak üzere oluşturulan kadın örgütü Cumann na mBan (Gal dilinde: “Cumhuriyetçi Bayrak”) üyesi kadınlar, 1960’lara gelindiğinde artık “yardakçı” pozisyonlarda kalmak istemediklerini ifade ederek IRA saflarında silahlı mücadeleye katılmayı talep etmişlerdir. Bu taleplerini kısa sürede hayata geçireceklerdir de… Hem de başlangıçta kendilerine önerilen “tamam, askerî harekâta katılın ama aslî üye olmayın” statüsünü reddederek. Böylelikle örgütün 1968’deki bölünmesinin ardından silahlı mücadeleyi savunan “Geçici IRA” (Provisional Irish Republican Army – PIRA) saflarına eşit üyeler olarak katılabileceklerdir.

1972’ye gelindiğinde Britanya cezaevlerinde 3000’i aşkın kadın “IRA ile bağlantı” kuşkusuyla tutuklu bulunuyordu. IRA kadınları arasında Belfast’ta bir otele bomba atma suçlamasıyla 10 yıl cezaevinde kalan Mairead Farrell, Londra’da Old Bailey adliyesine bomba atan Price kız kardeşler, Avrupa’daki Britanya üslerine yönelik saldırıları düzenleyen Donna McGuire ve Maria McGuire, Belfast’taki silahlı sokak çatışmalarını yöneten (ve çatışma aralarında sokak savaşçılarına çay ve kek sunan!) Eileen

Ve Tamil’in kadın kaplanları: LTTE’nin (Liberation Tigers of Tamil Eelam = Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları) Britanya temsilcisi Anton Balasingham’ın eşi Adele Ann Balasingham’ın kaleme aldığı Women Fighters of Libration Tigers (Özgürlük Kaplanlarının Kadın Savaşçıları) LTTE saflarında savaşan kadınların “kadın savaşçılar arasında en acımasızı, en disiplinlisi ve en cesaretlisi” olduğunu belirtir. Balasingham kitapçıkta kadınlardan oluşan özel anti-tank ve hava kuvvetleri birimlerinden ve ağır silahlı kadın taburlarından söz etmektedir. Kadınların yalnızca mutfakta var olabildikleri bir toplumda LTTE’nin kadın savaşçıları cephe saldırılarına katılmakta, erkeklerle aynı ağır eğitimden geçmekte, tüm siyasal birimlerde erkeklerle eşit temelde temsil edilmekteydi. Tamil Kaplanları saflarında dövüşen binlerce kadın, canını vermiştir.

Kadınların LTTE içerisindeki ağırlıklı rolü, kısmen örgütün lideri Velupillai Prabhakaran’ın kadın savaşçıları “kadınların kurtuluşu” perspektifinin aslî bir unsuru olarak görmesiyle bağlantılıdır; benzer bir durum, 1990’lı yıllarda PKK için de söz konusu olacaktır.

Ve Türkiye’nin 68’i… 1970’te Türkiye İşçi Partisi başkanlığına seçilen Behice Boran’ı şimdilik bir yana bırakacak olursak, dönemin silahlı mücadeleye girişen örgütleri, THKO, THKP-C, TİKKO bünyesinde (bugün adları pek anımsanmasa da) kadın militanlar az değildir. Örnek mi?

Örneğin THKO kurucularından Gülay Ünüvar (Özdeş)… ODTÜ öğrencisiyken Sosyalist Fikir Kulübü (SFK)’ne üye olmuş ve Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Taylan Özgür, Alpaslan Özdoğan, Kadir Manga ile birlikte THKO’nun kuruluş çalışmalarına katılmıştır. Filistin’e giden ilk ekip içinde yer alma isteği reddedilerek, Türkiye koordinasyonunu sağlamak ve irtibat görevleriyle Ankara’da kalacaktır. Yoldaşları ülkeye dönerken yakalanıp cezaevine girdiğindeyse, hem onların serbest bırakılması için kampanya yürütür, hem de Yusuf Aslan ile birlikte “Dağcılar”ın (THKO) örgütlenmesinde yer alır. Ankara 1 no.lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nce 15 yıl hapse mahkûm edilir; 1975 yılında afla tahliye olacaktır. 12 Eylül döneminde uzun süre İsveç’te sürgün yaşamı sürdüren Gülay Ünüvar, 2014’te Türkiye’ye dönecek, Ekim 2015’te yaşamını yitirecektir.

Örneğin Meral Yakar, devrimci harekete İstanbul’da öğrenciyken katıldı. Kısa bir süre mensubu olduğu PDA’dan İbrahim Kaypakkaya ile birlikte koparak TKP/ML’nin kuruluşuna katıldı. Gülsuyu mahallesini inşa eden devrimciler arasındaydı. Ocak 73’te bir kaza kurşunuyla yaralanan Yakar, hastanede ifade vermeyi reddederek bir aktarıma göre ölüme terk edilmiştir.

Örneğin THKP-C’li Hatice Alankuş… Cezaevinden kaçan Mahir Çayan ve arkadaşlarını evinde saklayan… Bu nedenle 4 Mart 1972’de tutuklanıp ağır işkencelerden geçirilen… İşkence sonucu bağırsakları düğümlenen… ve cezaevinde günlerce kıvrana kıvrana bekletilen… Hatice Alankuş neden sonra kaldırıldığı Haydarpaşa askerî hastanesinde yaşamını yitirecektir. Fransız müzisyen Jacques Bertin, onun anısına “Morte pour des idées/ Fikirleri için ölen kadın”ı besteleyip söylemişti.

Örneğin, Ömür Karamollaoğlu… 12 Mart sonrası militanlarından. Tiyatro sanatçısı. 1975’ten itibaren THKP-C/HDÖ bünyesinde profesyonel militan. Örgütün genel komite üyesi. Antakya, Ankara ve Karadeniz’de bölge yöneticiliği yaptı, şehir ve kır gerillasının örgütlenmesi çalışmalarına katıldı. Mart 1977’de bomba imal ederken patlama sonucu yitirecekti yaşamını.

Kadınların sınıf mücadelelerine ve ulusal kurtuluş hareketlerine katılımları, 68’e özgü ya da yeni bir olay da değildir. Paris Komünü’nden Rus Narodniklerine, Sosyalist Devrimcilerine, Ekim Devrimi’nden İkinci Paylaşım Savaşı’nın Yugoslav Partizan kadınlara, Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlık savaşımına… Binlerce, on binlerce kadın, ulusal ve sınıfsal mücadeleye gövdelerini katmışlardır.

Birkaç satırla anımsayalım mı?

Paris Komünü’nün düşüşünden sonra, yargıçlara “Bana Komün’ün suç ortağı olduğum söylendi. Kuşkusuz ki evet; çünkü Komün her şeyden çok, Sosyal Devrim’i istiyordu ve Sosyal Devrim benim de en büyük arzumdur. Dahası, Komün’ün teşvikçilerinden biri olmaktan onur duyuyorum… Öyle görünüyor ki özgürlük için çarpan yüreklerin küçük bir kurşun parçasından başka bir hakları yok; o hâlde ben de payımı istiyorum. Beni sağ bırakırsanız intikam için haykırmaktan hiçbir zaman vaz geçmeyeceğim!” diye haykıran, kadın komünarların komutanı Louise Michel

Devrime gebe 19. yüzyıl sonu Rusyası’nda Çarlık otokrasisine karşı silahlı mücadele veren Narodnaia Volia örgütünün 29 kişilik yürütmesinde görev yapan, karar alan, kararları yürüten 10 kadın (Vera Zasulich, Vera Figner, Sofia Perovskaia ve diğerleri…)… Narodnaia ve ardından da onun izinden giden Sosyalist Devrimciler saflarında yer alan kadınlar…

Sovyet Devrimi’nin hazırlanmasında, yürütülmesinde ve ülkede sosyalizmin kuruluşunda hem karar alma hem de yürütme kademelerinde görev alan Bolşevik kadınlar: Vera Zasulich, Inessa Armand, Alexandra Kollontai, Nadhezda Krupskaia

Osmanlı İmparatorluğu’nun batış yıllarında, soykırımın şafağında, Komitacıların Osmanlı Bankası baskınından dolayı kovuşturulan Ermeni komitacı Mari Beyleryan

Yugoslavya’nın Alman faşizmine karşı savaşına katılan ve 1500’ü idam edilmek üzere, 25 bin kayıp veren 100 bin kadın partizan…

Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşında (1956-57) Ulusal Kurtuluş Cephesi saflarında kuryelik yapan, istihbarat toplayan, yaralıları tedavi eden, silah taşıyan ve silah elde dövüşen kadınlar… Fransız makamları 6 kadını idama mahkûm edecek, ancak cinsiyetlerinden dolayı affedecekti…

Kenya’da Britanya sömürgeciliğine karşı patlak veren Mau Mau ayaklanmasına (1952-60) katılan ve “1) Beyazların çaldığı Gikuyu toprağı ve Mumbi’nin çocukları için savaşmaya; 2) Hareketi güçlendirmek için her olanak bulduğunda bir beyaz ya da işbirlikçi bir siyahtan silah, para ya da değerli eşya çalmaya; 3) Harekete karşı olan herkesi, kardeşi de olsa öldürmeye; 4) Bir hareket üyesi olarak gördüklerini ya da kendisine söylenenleri asla başkasına bildirmemeye hayatı üzerine yemin eden kadınlar…7 Savaşçı yetenekleri erkek gerillaları zorlayacak ve Mau Mau saflarındaki erkek direnişini kısa sürede kırarak, kadınların liyakat gösterdikleri takdirde “albay” olabilecekleri kabul edilecekti. Hatta içlerinden biri, Muthoni Ngatha “feldmareşal” rütbesine dek yükseldi… Savaşa katılan kadınların çocuklarına, genellikle kocaları bakıyordu!

Hasılı, 1980’li yıllardan itibaren PKK’nin, 1990’larda Meksika’nın EZLN’sinin kadın gerillalarına giden yol, kadınların nice ateş çemberinde sınandığı ve eşitliği en ölümcül hatta, silahlı çatışmada hayata geçirebildiklerini kanıtladıkları zorlu bir yol olmuştur. Sonunda bir Alman emniyet görevlisine, “Önce kadınları vurun!” talimatını verdirecek kertede…

Kadınların silahlı örgütlerdeki etkinliği günümüzde istihbarat kodamanlarının da ilgisini çekmiş, bu konuda hatırı sayılır miktarda akademik çalışma gerçekleştirilmiştir. Ve istihbarat uzmanları, bu çalışmaların sonunda kadınların “terörist eylemler”e katılma motiflerinin erkeklerden farklı olmadığını kabul ve itiraf etmek zorunda kalmışlardır: siyasal motifler, ulusalcı duygular, öç duygusu ya da aile bağları:

“Yirminci ve yirmi birinci yüzyılda dünyanın her yerinde on binlerce kadın terörist yeraltı örgütlerinde ve ayaklanmalarda kadro görevi gördü. (…) Kadınlar adi suçlarda daha az etkin ve daha az öldürücüler. Ama siyasal terörizmde bu hiç doğru değil. Kadınlar pek çok nedenle öldürebilir ve öldürmüştür de – bu konuda erkek yoldaşlarından pek farklı değiller.”8

Ya da:

“Kadınlar dünya çapında terörist örgütlerin yüzde 30’unu oluşturuyor. Ve son bilimsel araştırmalar, kadınların erkeklerinkine benzer motiflerden hareket ettiğini gösteriyor: siyasal güdülere sahipler ve öç peşindeler.”9

Emek Hareketinde Kadınlar

Ama kadınların toplumsal mücadelelerde üstlendikleri rol salt gerilla savaşları ya da silahlı mücadele değildir. Kadınlar, emekçilerin insanca çalışma ve yaşam koşulları talep ettikleri her eylemde, başından beri mevcuttular.

Kısa bir tarih turu:

ABD’de kadın işçilerin örgütlenme çabalarının izi, 19. yüzyıl ortalarına dek sürülebilir. 15 Ekim 1845’te Batı Pennsylvania’nın pamuk dokuma fabrikalarında çalışan 5000 kadın işçi, haftada 6 gün, 15 saatlik iş gününe karşı greve çıkmıştı. Bu grev sonuçsuz kaldı; ama mücadeleler, bir kuşak sonra, Ulusal Emek Birliği’nin kurulmasına yol açacaktı (1866). Ulusal Emek Birliği yönetim kadrolarını kadınlara, siyahlara açan ve talepleri arasında “Eşit işe eşit ücret”e yer veren ilk sendikaydı.

Bu talebi ve kadınlarla göçmenleri ve siyahları örgütleme görevini 1869’da kurulup 1881’de “cemiyet”ten çok-dilli, çok etnili sendikaya dönüşen Emek Şövalyeleri devraldı. 1886’da Emek Şövalyeleri’nin kadın üye sayısı 50.000’i bulmuştu ve kadın işçiler 1884’teki tekstil grevlerinde militanlıkları ve gözüpeklikleriyle nam salacaklardı. Örgüt, başta eşit ücret olmak üzere kadın işçilerin tam eşitliği için mücadele ettiğini ilan ediyordu. Maden işçilerinin “Ana”sı, maden grevlerinin önde gelen örgütleyicisi, ABD işçi kadın hareketinin em önemli figürlerinden Mother Jones Emek Şövalyeleri’nin bağrından çıktı. 60 yıllık militanlığı boyunca Mama Jones tüm işçi eylemlerinde boy göstermesiyle ünlenmişti: 1891 Virginia maden işçileri grevi, 1900 ve 1902’de antrasit havzası grevleri; 1912-13 Batı Virginia Paint Creek ve Cabin Creek grevleri; 1921 Kansas grevleri; 1903, 1904, 1905 ve 1911’de demiryolu grevleri, aynı yıllarda kadın tekstil ve şişeleme işçileri grevleri… Madenci patronları arasında, kadınları örgütleyip ellerinde kovalar ve süpürgelerle grev kırıcıları kovalamasıyla kötü bir şöhret edinmişti!

Mother Jones hemen tüm grevlerde tutuklanıyordu. 1912’de Batı Virginia’da tutuklanıp 20 yıl hapse mahkûm olduğunda yaşı 82’ydi ve ancak şiddetli protestolar sonucunda serbest bırakılmıştı. En son katıldığı grev, 1919’daki çelik işçileri greviydi ve Mother Jones 90’ına merdiven dayamıştı.

“Şövalyeler” iç zaafları nedeniyle zemin kaybederken emek hareketi, bu kez da ırkçı ve kadın düşmanı Amerikan Emek Federasyonu (AFL) çevresinde örgütlenmeye başladı. ABD’nin meş’um “gangster sendikacılığı”nın temelleri atılmıştı!

Sendika kapılarının yüzlerine kapandığını gören kadın, göçmen, siyah ve vasıfsız işçiler, Rusya’daki 1905 devriminin verdiği esinle kurulan ve mücadelelerini ücret sendikacılığıyla sınırlamayıp sivil haklar, ifade özgürlüğü, mahpus hakları için de mücadele veren, kurucuları arasında Mother Jones’un da bulunduğu devrimci işçi örgütü Dünya Sanayi İşçileri (IWW)’ne yönelecekti. IWW, (fahişeler dâhil10) tüm emekçi kadınların sorunlarına sahip çıkacak ve saflarında çok sayıda militan kadın sendikacıyı eğitecekti. Bunlardan biri, Elizabeth Gurley Flynn’in şu sözleri çarpıcıdır: “Eski sendikalar kadınları grevin bir parçası olarak görmediler. Onlar evde oturup boş tencere, aç çocuklar ve homurdanan ev sahipleri konusunda dertlenmekle yetinmek zorundaydı. Ama grev, ‘erkek işi’ydi. Kadınlar, hedeflerini anlamalarıyla orantılı olarak bir grevin en militan ya da en tutucu unsurları olabilir. IWW kadınları ön saflara koymakla suçlanıyor. Gerçek şudur ki, IWW onları arkalara itmiyor, onlar da öne geçiyorlar.” Flynn, kadınların kurtuluşunun ancak sosyalizmde mümkün olduğunu söylüyordu…

ABD’de emekçi kadınlar hareketinin Kadın Sendikaları Ligası’nda burjuva kadınlarla ittifakı, kısa ömürlü oldu. Milyarder J. P. Morgan’ın kızı Anne Morgan’ın da aralarında bulunduğu patroniçelerin kısa süre desteklediği terziler grevi radikalleşme eğilimi gösterince, işçi kadınlarla burjuva kadınlar arasındaki ipler kopacak, Liga grevci kadınlardan uzak durma kararı alacaktı.

Böylelikle, 20. yüzyıl başlarında, kadınların kurtuluşu konusunda ABD’de sınıfsal temelde ayrışan iki perspektifin oluştuğunu söyleyebiliriz. Ana eksenini kadınların oy hakkı mücadelesinin oluşturduğu, orta ve üst sınıf kadınlarını mobilize eden feminist hareket ve emek eksenli, kadınların kurtuluşunu sosyalizmde gören işçi kadın hareketi…

Alman İşçi Kadın Hareketi

Paris Komünü’nden sonra uluslararası işçi hareketinin çekim merkezinin Almanya’ya kaydığı söylenebilir. I. Paylaşım Savaşı’na dek, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) uluslararası arenanın en güçlü sosyalist partisiydi ve Alman işçi hareketine damgasını vurmaktaydı. 1914’te partinin üye sayısı bir milyonu aşmıştı ve parlamento seçimlerinde 4.5 milyon oy almıştı. Parti 90 günlük gazete yayınlıyor, dev boyutlu sendikaları, kooperatifleri, kadın ve gençlik örgütlerini, spor kulüplerini yönetiyordu.

SPD’nin kadınlar alanındaki faaliyetlerinin ana eksenini, kadınların sendikalarda örgütlenmesi oluşturuyordu. 19. yüzyıl boyunca kadınların siyasal amaçlı örgütlere katılmasının yasaklandığı Almanya için bu, zorlu bir görevdi. Bu yasağın kalktığı 1890’dan itibaren sendikalardaki kadın sayısı büyük bir hızla yükselecekti: 1892’de 4.355’ten 1913’te 230.347 kadın üyeye. Kadınlar erkeklerle birlikte çalıştıkları alanda sendikalara daha fazla ilgi gösteriyordu. Benzer bir durum, SPD üyeliği için de söz konusudur. Parti üyelikleri yasayla engellenen militan kadınlar, partiyle ilişkilenmek için pek çok yeni yollar bulacaklardı: Bireysel sözcülük, kürsü hakları olmadığı için parti mitinglerine katılıp konuşmacıya soru sormak için söz alarak saatlerce konuşmak, partinin seçim bürolarında görev almak gibi…

Alman emekçi kadın hareketi denildiğinde akla gelen ilk isim Clara Zetkin’dir. Kendisi de 25 yıl boyunca mücellitler sendikası üyesi olan Zetkin terziler sendikasında da etkindi ve sendikanın Enternasyonal’deki temsilinde görev almıştı.

Örgütlenme yasağı 1908’de kaldırıldığında, kadınlar sendikaların yanısıra parti saflarına da akın edecekti. 1914’e gelindiğinde, sendikalara üye olan kadınların yüzde 83’ü aynı zamanda SPD üyesiydi. Ve editörlüğünü Zetkin’in üstlendiği kadın gazetesi Gleichheit’ın (Eşitlik) tirajı, 1914’te 125 bine ulaşmıştı. Gleichheit yalnızca işçi kadınlara değil, sayıları milyonları bulan ev kadınlarına, erkek işçilerin eşlerine de sesleniyordu.

ABD’deki yoldaşları gibi başta Zetkin olmak üzere SPD’li kadınlar “burjuva feminizmi”ne karşı amansız bir ideolojik mücadele veriyor, sosyalist kadınların kendilerini oy hakkı mücadelesiyle sınırlandırmayıp, iş, eşit ücret, ücretli doğum izni, ücretsiz kreşler ve kadınlar için eğitim gibi konularda mücadele yürütmesi gerektiğini söylüyordu.

Clara Zetkin şahsında Alman emekçi kadın hareketi ciddi uluslararası örgütlenmeleri de gerçekleştirmeyi üstlenecekti. 1907’de Stuttgart’da 15 ülkeden temsilcilerin katıldığı ilk uluslararası sosyalist kadınlar konferansı toplandı. Bu konferansta tüm sosyalist kadın örgütlerinin uluslararası bir örgütün çatısı altında toplanması kararlaştırılacaktı. Yanısıra, Avusturya, Belçika, Britanya ve Fransa delegelerinin karşı çıkmalarına karşın, Zetkin ve Alexandra Kollontai’ın gayretleriyle Konferansta kadınların genel oy hakkı mücadelesine desteğin yanısıra, burjuva feministleriyle ittifak kurmama, sınıf kardeşleriyle omuz omuza mücadele kararı çıktı. Zetkin, Uluslararası Sosyalist Kadınlar Örgütü sekreterliğine seçilirken, Gleichheit örgütün organına dönüştürülecek, sekreterliğine Kollontai getirilecekti.

Uluslararası Sosyalist Kadınlar’ın ikinci konferansı 1910’da Kopenhag’da düzenlendi. Konferans genel oy hakkı talebi yenilenecek ve ABD’li kadın işçilerin New York’ta düzenlediği büyük gösteriye atfen bir Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlanması önerisi kabul edilecekti. 1911’den I. Paylaşım Savaşı’nın patlak verdiği 1914’e dek 8 Mart Avrupa’nın tüm büyük kentlerinde coşkuyla kutlanacaktı. Bu kutlamalardan biri, 1917’deki, Rus Devrimi’nin işaret fişeği olacaktı.

Alman emekçi kadın hareketi, SPD’yle birlikte savaşa destek olma ve karşı çıkma ekseninde bölünecekti. Az sayıda kadın Zetkin ve Rosa Luxemburg’la birlikte önce Bağımsız Sosyal Demokrat Parti, ardından da Komünist Parti’ye yönelirken, SPD’li kadınların ana gövdesi milliyetçi bir hatta yerleşip burjuva feminizmine yaklaşacaktı.

İngiltere’de Emekçi Kadınlar

19. yüzyıl başlarında İngiltere’de kadınlar yasadışı sendikal harekete, özellikle dokumacılık bölgelerinde yığınsal olarak katılıyorlardı. Robert Owen 1834 yazında kısa ömürlü Büyük Ulusal Konsolide Sendika’yı kurduğunda onbinlerce kadın bu oluşuma katılacaktı.

Kadınlar 1837-1838 Chartist harekette de aktif biçimde yer aldılar; hareketin Birmingham’da 1842’de düzenlediği mitinge 50 bin kadar kadının katıldığı kaydedilmektedir. Ancak sendikal hareketin kurumsallaştığı 1840’lı yıllarda ve 50’lerin başlarında vasıfsız işçiler ve bu arada tabii kadınlar devre dışı bırakılacaktı – kadınların yoğunlaştığı dokuma sektörü dışında.

İşçi kadınların örgütlenmesindeki bu boşluk, orta sınıf kadınlarınca doldurulacaktı; Bir öğretmenin kızı olan Emma Patterson’un Kadınları Koruma Ligası, sınıf mücadelesindense farklı sınıflardan kadınlar arası dayanışmayı, grevdense hakem müdahalesini va’zediyordu. Liga’nın hedefi, kadın sendikaları oluşturmaktı; ancak bu girişim başarılı olamadı. Oluşturulan küçük sendikalar kısa sürede yitip giderken özellikle dokuma işçileri arasında göreli başarılı örgütler erkek sendikalarına katılmaktaydı.

Kadınların sendikal mücadelesinin en önemli erken kazanımlarından biri, kadın ve çocukların çalışma saatlerinin kısaltılmasıydı (1847). Erkekler, bu düzenlemeyi, patronların kadın işçi çalıştırma heveslerini kıracağı ve erkeklerin işler için kadın işçilerle rekabet etmek zorunda kalmayacağı kanısıyla desteklerken, Liga’da ayırımcılık yaratacağı gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Ne ki kadınların çalışma sürelerinin kısaltılması, özellikle de tekstil işkolunda kadınların oranını arttırırken bu düzenlemeyi erkeklerin iş saatlerinin kısaltılması izleyecekti.

Ülke 1888-89’da bu kez vasıfsız ve kadın işçileri sokaklara döken yeni bir işçi eylemleri dalgasına sahne olacaktı. Kıvılcımı Londra’nın doğusunda Bryant and May kibrit fabrikasında çalışan 700 kadının direnişe geçmesi ateşledi. 1889 Martı’nda Ulusal Gaz İşçileri ve Genel Emekçiler Sendikası’nın grev çağrısı, daha işçiler greve çıkmadan sekiz saatlik işgücü kazanımıyla sonuçlandı. Gaz işçilerinin militanlığı dok işçilerini harekete geçirecek ve 10 bin liman işçisinin başlattığı grev kısa sürede 100 bin işçiye yayılacaktı. Bütün işkollarına sirayet eden grev dalgası kadınlar dahil vasıfsız işçileri hızla sendikalaşmaya yöneltti. 1888-89’da binlerce kadın işçi sendika üyesi olmuştu.

Bu sıralarda kurulan ve küçük işletmelerdeki örgütsüz kadınları hedef alan Ulusal Kadın İşçiler Federasyonu da (kur.: 1906) saflarında kadınların örgütlenmesine karşı olan “erkek” sendikaların son direncini kıracak biçimde işliyordu. Örgüt 1906-1914 arasında onbinlerce kadını greve götürdü. 1914 yılına varıldığında ülkede sendikalı kadın işçi sayısı 358 bini bulmuştu… Kadın işçilerin grevleri merdivenaltı atölyelerinde ve küçük işletmelerde haftada 1 sterlinden az ücrete çalışan örgütsüz erkek işçileri cesaretlendiriyor ve onları da yığınlar hâlinde örgütlü mücadeleye çekiyordu.

19. yüzyıl sonlarından itibaren kadınlara oy hakkı talebi kadın emekçiler arasında da yayılmaya başladı. Lancashire’lı dokuma işçileri, emekçi kadınların genel oy hakkı kampanyalarında başı çekiyordu. Kısa bir süre sonra Britanya parlamentosuna ülkenin her yerinden işçi kadın heyetleri akmaya başlamıştı. Ancak işçi kadınlar oy hakkı talebine işçi sınıfı kadınları için nitelikli eğitim ve anneler ve çocukları için kreş, bakımevi gibi iyileştirmeleri de ekliyordu. Kadın emekçiler taleplerini bir yandan parlamentoya, bir yandan da eril ağırlıklı sendikalara dayatıyorlardı.

Kadın emekçilerin oy ve daha iyi yaşam ve çalışma koşulları mücadelesinde İngiltere’de Pankhurst’lerin adı öne çıkar. Liberal bir avukatın eşi, kendisi de İşçi Partisi üyesi olan Emmeline Pankhurst, 1903’te, İşçi Partisi çevresinden kadın emekçilerle birlikte, işçi kadınların koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen Kadınların Toplumsal ve Siyasal Birliği’ni kurdu. Birliğin amaçları arasında kadınların oy hakkı için mücadele etmenin yanı sıra, analık izni, kreş gibi talepler de vardı. Birlik başlangıçta oy hakkının yanısıra azınlıklar, grevci işçilere destek gibi konuları gündeminde tutmakla birlikte, bir süre sonra, Emmeline ve kızı Christabel Pankhurst’ün hat değiştirmesiyle birlikte, “kadınların en zayıfları” ile uğraşmaktan vaz geçip varlıklı kadınlara doğru çevirdi rotasını. Bu süreç içerisinde tüm kadınları da kapsayan “genel oy” talebi, “varlıklı kadınlar için oy” talebine tahvil olacaktı.

Ne ki, salt “oy hakkı” talebi üzerinde yoğunlaşan Birlik, militanlığından bir şey kaybetmemişti. Mitinglerine yüzbinlerce kadın katılıyordu. Liberal hükümetin taleplerine kayıtsızlığı karşısında gösterilerin öfke dozu yükseliyor, vitrinler kırılıyor, cam çerçeve indiriliyor, soyluların malikâneleri kundaklanıyordu. Tutuklanan birlik üyeleri açlık grevine başlıyor, yetkililer sağlığı bozulan tutukluları -iyileştiklerinde yeniden tutuklamak üzere- salıvermek zorunda kalıyordu.

İşçi eylemlerine karşı ise, grevci işçilerin üzerine güvenlik güçlerince ateş açılmasına kayıtsız kalacak, askerleri işçilere ateş açmamaları çağrısı yapan sendikacıların tutuklanmasına ise, “Onların suçu, Süfrajet’lerinkinden çok daha ağır. Cezalandırılmalılar,” diyecek kadar düşmancaydılar.

Birinci Paylaşım Savaşı patlak verdiğinde, birlik “işçi düşmanı” konumuna, şovenist tutumu da ekledi: Dergileri Suffragette’in adı 1915’te Britannia olarak değiştirilecekti. Derginin alt başlığı, Kral, Ülke ve Özgürlük İçin’di…

Birlik 1915’te “sanayi barışı” çağrısı yaparak işçi sınıfı içerisindeki “komünist faaliyetler”i teşhir eden bildiriler yayınlayacaktı. Bununla da yetinmeyip, Bayan Emmeline Pankhurst Başbakan Lloyd George’un izniyle Haziran 1917’de Rusya’ya gidip Kerensky’ye “Bolşeviklere karşı sağlam durması” nasihatini verecekti. Bayan Pankhurst, Rus kadınlarına da Kerensky’yi destekleme çağrısı yapmayı ihmal etmeyecekti!

Ama Pankhurst kadınlarının tümü anti-komünist ve işçi düşmanı değildi. Sylvia Pankhurst, işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin yanında durmaktan vaz geçmedi ve 1914’te, grevci Dublin işçilerini desteklediği bir konuşmanın ardından, Birlik’ten atıldı. Bunun üzerine, Londra’nın yoksul doğu yakasındaki kadın emekçileri örgütleme çabasına girişti. 1916’da İşçi Süfraj Federasyonu, 1918’de ise İşçi Sosyalist Federasyonu böylece kuruldu.

Federasyon başlangıçta ucuz yemek yenilebilecek kantinler işletmek, işçi ailelerinin çocukları için kreş açmak gibi “hayır” işleriyle uğraşıyor, bir yandan da savaş karşıtı bir propaganda yürütüyordu. Rusya’da devrim ilerledikçe Sylvia Pankhurst kendini “Bolşevik” olarak nitelemeye başlayacaktı. İşçi Süfraj Federasyonu 1918’deki yıllık konferansında “tüm savaşlara karşı çıkma ve silahlı kuvvetlerin ilgası; Sovyet hükümetinin tanınması ve barış görüşmelerinin başlaması; İrlanda ve Hindistan’ın kendi kaderini tayin hakkı ve kapitalist sistemin ilgası gibi talepleri içeren bir programı benimseyecekti.

Ne ki Lenin ile parlamento ve seçimlere katılma konusunda düştüğü anlaşmazlık nedeniyle Sylvia Pankhurst 1919’dan itibaren komünist hattan ayrılarak anarşizme kaydı.

Britanya’da kadınların oy hakkı savaşımı, 1918’de 21 yaş ve üstü erkeklerle 30 yaş ve üstü kadıların oy hakkının tanınmasıyla sona erecekti. 1928’de ise 21 yaşını bitirmiş tüm yurttaşların seçme ve seçilme hakkı kabul edildi. Sovyet devriminin etkilerinin daha fazla yayılmasından kaygı duyan egemen sınıflar, emekçilerin taleplerini parlamentoya kanalize edebilmek için, süfrajetlerin taleplerini benimsemeyi uygun görmüştü!

Ve Rusya…

20. yüzyıl başları Rusyası, nüfusunun yüzde 85’ini serflikten yeni kurtulmuş köylülerin oluşturduğu bir toplumdur. Kırsal yapıya katı bir ataerkil hiyerarşi hâkimdir. Kırsal kesimde kadın okur-yazarlığı hemen hiç yoktur. Kadim hane (dvor) ve komünal köy kurumları toprak mülkiyetini belirlemekte ve kadınların yaşamlarını katı kurallarla sınırlandırmaktaydı. Teknolojinin son derece geri olduğu Çarlık Rusyası kırsalında, köylü kadın kocasının ailesinin malıydı ve köleden farksızdı. Mevsimlik “eş” olarak kiralanıp hem tarla hem de hanede çalıştırılan ve gebe kaldığında kapı dışarı edilen batrachkalar yaygın bir uygulamaydı.

Ama hayat 19. yüzyıl ortalarından itibaren sanayinin ağır aksak da olsa ilerlediği kentlerden doğru dönüşecekti. Hele erkek sanayi işçilerinin yüzde 40’ının silah altına alındığı 1914 yılına gelindiğinde, kadınlar açısından sahne radikal biçimde değişti. Kadınlar yığınsal biçimde fabrikalara, hastanelere, yol inşaatına doğru akacaktı. 1913-1917 arasında Petrograd’da metal işkolunda çalışan kadınların oranı yüzde 3.2’den yüzde 20.3’e yükselmişti. Ahşap sanayindeki kadınların sayısı yediye katlandı. Kâğıt imalatı, matbaacılık, hayvan ürünleri ve besin işkollarında ise sayıları iki kat arttı. 1914’te tüm Rusya’da kentsel işgücünün üçte biri kadınlardan oluşmaktaydı. Savaş fiyatları tırmandırdıkça tırmandırırken, 10-12 saat çalışma sonucu kazanılan ücretler ekmeğe yetmiyordu; çalışan annelerin durumu daha da zordu. Kreş ve bakımevlerinin yokluğunda fabrika işçisi kadınların doğurdukları bebeklerin üçte ikisi bir yıl içinde yaşamlarını yitirmekteydi.

Kadınlar tıpkı ABD’li, Alman, Britanyalı kız kardeşleri gibi mücadeleye giriştiler. İşçi sınıfının daha tomurcuk hâlinde boy gösterdiği 19. yüzyıl sonlarından itibaren kadın işçiler erkeklerle omuz omuza grevlerde, gösterilerde saf tutmaya başlamıştı. St. Petersburg’daki Novaya Pryadil’na fabrikasında 1878’de patlak veren grevde kadınlar ön saflardaydı. Orekho-Zeyevo’daki 1885 tekstil işçileri grevinde fabrika binalarının tahrip edilmesi, Çarlık yönetimini alelacele kadın ve çocukların gece çalıştırılmasının yasaklamasına yol açtı.

1895’te Yaroslav fabrikasındaki “Nisan Ayaklanması” kadın dokumacıların öncülüğünde başladı. St. Petersburg’lu kadın işçiler 1894-96 arasında işçi sınıfını ayağa kaldıran grevlerde erkek sınıf kardeşlerini yalnız bırakmadılar; 1896 yazındaki dokuma işçilerinin tarihsel grevinde ise tezgâhları ilk terk edenler oldular.

Bu grev ve gösteriler Rus proletaryasının kadınları için hiç kuşkusuz bir okul olmuştur; bir kuşak öncesinin aile kölesi mujikleri, kitleleri coşturan, bildiriler kaleme alan, güvenlik güçleriyle çatışan militanlara dönüşmüşlerdi.

Kadınlardaki radikalleşmeyi dönemin polis kayıtlarından izlemek de mümkündür. 1860’larda tutuklanan 2000 kişiden yalnızca 65’i kadınlarken (yüzde 3), 1870’lerde 5664 siyasi tutuklunun 700’ünü (yüzde 12) kadınlar oluşturacaktır. Narodnik silahlı eylemciler arasında kadın militanlar, hatırı sayılır bir yer tutmaktadır. 1880-90 arasında “terörist faaliyetler”den müebbet hapse mahkûm olan 43 devrimcinin 21’i kadındır.

Öte yandan, kadın işçilerin eylemlerine özgül talepleri giderek daha çok damgasını vurmaktaydı. “1905-1907 grev talepleri arasında kadın işçilerin ihtiyaçları öne çıkıyordu. Kadınları istihdam eden işkollarındaki grevlerde bir şekilde ücretli doğum izni (genellikle doğum öncesi dört, sonrası altı hafta), emzirme izni ve fabrikalarda kreş açılmasından söz etmeyen tek bir belgeye rastlanamaz.” Ve belki de en çarpıcısı: kadın işçiler ustabaşları ve patronların taciz ve istismarlarına karşı da eylemlere girişmekteydi: 1913’te Moskova’daki Grisov fabrikasında patlak veren grevin gerekçesi, “fabrika yönetiminin tutumu, kabul edilebilir gibi değil. Ancak fuhuş sözcüğüyle tanımlanabilir” idi. Kadın grevcilerin talepleri arasında, doğum/emzirme izni, eşit işe eşit ücret vb.nin yanı sıra, “özellikle kadın işçilere kibar davranılması, küfrün yasaklanması”nın yer alması giderek yaygınlaşıyordu; 1911’de Yartsev’deki Khludovsky fabrikasında 5000 işçiyi greve çıkartan olay, usta başlardan birinin kadın işçileri taciz etmesiydi…

Kadınları yığınsal olarak proletaryaya çeken 1914 savaşı, kadın militanlığını daha da yoğunlaştıracaktı. Devrim öncesinde yüzlerce kadın Bolşevik Parti’ye üye olmuştu, parti çalışmalarına yasal ya da gizli, her kademede katılıyorlardı: yerel parti komitelerinde yöneticilik, kuryelik, ajitatörlük, parti yayınları…

Çünkü savaş hayatı daha da zorlaştırmıştı. Petrograd’da büyük çoğunluğu kadınlardan oluşan ekmek kuyrukları kilometreleri bulmuştu. Ve Bolşeviklerin “Erkeklerimizi geri getirin!” sloganı, kentlerde olduğu kadar kırsalda da yankılanıyordu.

Savaşın ilk birkaç ayının şaşkınlığı ve şoven havasını dağıtan, yine kadın emekçiler olacaktı. 6 Nisan 1915’te Petrograd’da et satışları bir günlüğüne askıya alındığında, kadınlar büyük kasap dükkânlarının vitrinlerini aşağı indirerek tezgâhları yağmaladılar; aynı sahne iki gün sonra ekmek kıtlığı nedeniyle Moskova’da tekrarlanacaktı. Kentin emniyet amiri üzerine yağan kaldırım taşlarından yara-bere içinde kurtulabilmişti. Bu sahneler kısa sürede ülkenin tüm büyük kentlerine yayıldı.

Ekmek ayaklanmaları, “ekmek grevleri”ne kapı araladı: Haziran 1915’te İvanovo-Voznesensk’deki grev, “un grevi” olarak anılır. Bir ay sonra ise, kadınlar savaşa son verilmesi, cezaevlerindeki işçilerin serbest bırakılması için sokaklara dökülürler bu kez; grevin bastırılması, gösterilerin engellenmesi yönündeki polis müdahalesi, otuz kişinin ölümüne yol açar. Kadınlar ateş etmelerini önlemek için kendilerini güvenlik güçlerinin önüne atmaktadırlar.

Savaş işçileri hızla siyasallaştırır: 1915’te gerçekleştirilen 928 grevin 715’i ekonomik, 213’ü siyasal taleplere dayanmaktadır. Siyasallaşma 1916 boyunca daha da hızlanacak, yaygınlaşacaktır: yıl boyunca siyasal amaçlı grevlere katılan işçi sayısı 280.943; ekonomik amaçlı grevlere katılan işçi sayısı ise 221.136’dır. Ocak 1917 tarihli bir emniyet raporu, “Dükkânların önünde sonu gelmeyen kuyruklarda beklemekten yorgun düşmüş, aç ve hasta çocuklarının yüzlerini görme ıstırabına katlanan anaların artık devrime (…) çok yakın olduğunu ve bir kıvılcımın infilak ettireceği bir patlayıcı dükkânına benzedikleri için çok tehlikeli olduklarını” kaydediyordu.

1917’nin 8 Mart’ı emniyet raporunu haklı çıkardı.

Başlangıçta hiçbir radikal partinin o gün olay çıkartmaya niyeti yoktu. Her 8 Mart gibi, alanlarda toplanılacak, bildiriler dağıtılacak, konuşmalar yapılacaktı. Hatta Petrograd’da Bolşevik Parti temsilcisi V. Kayurov bir gün önce partili işçi kadınlara bireysel eylemlerden uzak durmalarını, partinin talimatlarına uymalarını salık vermişti.

Ancak 8 Mart (23 Şubat) sabahı Petrograd’lı birkaç yüz dokuma işçisi kadın, bir günlük siyasal grev çağrısı yapma kararı aldı. Aralarından seçtikleri temsilcileri komşu fabrikalara gönderdiler. Kayurov kadınların grev çağrısından rastlantı sonucu bulunduğu bu fabrikalardan birinde haberdar olacaktı. Kadınların “disiplinsizliği”ne çok öfkelendiğini itiraf edecekti sonraki anılarında.

23 Şubat öğlen vakti, işçi kadınların grevine 90.000 işçi katılmıştı. Bolşevikler kadınların çağrısına çarnaçar uymak zorunda kaldılar… Grevci işçiler Viborg mahallesinden kent merkezine doğru yürürken sabahtan beri ekmek kuyruğunda bekleyen kadınlar katıldı onlara. Hep birlikte Belediye Duması’nın önüne yöneldiler.

Sokaklar gün boyu insan kaynadı. Her köşede toplaşıp dağılan kalabalıklar ekmek, barış ve daha yüksek ücret taleplerini haykırıyorlardı: “Ekmek yoksa çalışma da yok!”

1917 Şubat devrimi başlamıştı. Tıpkı Troçki’nin dediği gibi: “Tabandan bir devrim başlayıp kendi devrimci örgütünün direncini alt etti; inisiyatifi işçi sınıfının en çok ezilen, en fazla aşağılanan kesimi, kadın tekstil işçileri üstlenmişti.” “Geleceğin tarihçileri Rus Devrimi’ni kimin başlattığını araştırırken angaje teoriler yaratmasınlar,” diye yankılıyordu Pitirim Sorokin. “Rus Devrimi’ni ekmek ve ringa balığı isteyen aç kadınlar ve çocuklar başlattı.”

Çar devrilmişti…

Türkiye’de Emekçi Kadınların Mücadeleleri

Sanayi, Osmanlı İmparatorluğu topraklarına geç girdi. Geleneksel tezgâhların yerini fabrikalara bırakması, ancak Tanzimat’tan sonra, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve çoğunlukla askerleri istihdam eden çuha, deri, silah, barut vb. fabrikaları ile başlayan bir süreçtir. Öte yandan Tanzimat’la birlikte iş yaşamının da liberalleşmesiyle birlikte, özellikle ellerinde belirli miktarda sermaye birikimi olan gayrımüslimler sınaî üretime yönelerek ücretli işçi çalıştırmaya başladılar. Bu tohum hâlindeki işçi sınıfı, ortaya çıktığı andan itibaren mücadeleci özelliklerini gözler önüne serecekti. İlk grevler, 19. yüzyılın ikinci yarısında baş gösterecek, bu coğrafyadaki grevler tarihini Zonguldak kömür madenleri, İstanbul tersaneleri başlatacaktı. 1870’li yıllarda ülke ekonomisinin iflası, işçilerin “krizin yükünü üstlenmeme” kararlılıklarını göstermelerine vesile olacaktı. Demiryolu işçileri, iskele hamalları, terzihane işçileri, duvarcılar ve daha nice emek erbabı, ödenmeyen ya da kuru ekmeğe yetmeyen ücretlere karşı tepkilerini sıklaşan grevlerle ortaya koyacaklardı.

Osmanlı proletaryasının ilk kadınları, tahmin edilebileceği üzere, gayrımüslimlerdi. Ve erkekler kadar mücadeleci olabileceklerini daha baştan açığa çıkardılar. Osmanlı’nın kadın işçi eylemleriyle tanışmasının tarihi 1830’lu yıllara dayanmaktadır. 1839 yılında bugün Bulgaristan sınırları içerisinde olan Plevne’de fabrikada çalışan kadın işçiler, kendilerini işlerinden edeceği kaygısıyla fabrikada makinelerin kurulmasına karşı isyan edecektir. Aynı eylem, yine günümüzde Bulgaristan sınırları içinde bulunan Samarkov’daki bir tekstil fabrikasında 1851’de tekrarlanır.11

1876’da Feshane’de çalışan hemen tümü Rum ve Ermeni 50 kadın işçi işi bırakarak o dönemde hükümet merkezini barındıran Bab-ı Ali’ye bir yürüyüş düzenleyip ödenmemiş ücretlerinin ödenmesini talep eden bir dilekçe verdiler.

İşçi hareketleri, özellikle Avrupa’daki sınıf kardeşleriyle daha yakın ilişki içerisinde olan Rumelili işçiler II. Meşrutiyet’in getirdiği göreli özgürlük ikliminde sosyalist yapılanmalarla daha yakın ilişki kurmaya başladılar.

Sosyalist nitelikli tüm işçi örgütleri arasında en fazla ön plana çıkan ve faaliyetleriyle dikkat çeken örgüt, 1909’da kurulan Selanik Sosyalist İşçiler Federasyonu olmuştur. Federasyon, kadın üyeleri de içermektedir; örneğin 28 Ağustos 1909’da düzenlediği ve 6000’i aşkın işçinin katıldığı “uluslararası işçi eğlencesi”nde kadın konuşmacıların da söz aldığı bildirilir. Federasyon “işçi ailelerini bir bütün olarak 1 Mayıs kutlamalarına, sendikanın düzenlediği gezi, eğlence ve pikniklere katma faaliyetleri, grev yapan işçilerin aileleri için bağışlar ve yemek paketleri toplayarak dağıtması, spor takımları kurarak sendikalar arası müsabakalar düzenlemesi, halk kütüphaneleri açması, akşam sınıfları tertip ederek genç kızlar tarafından okuma yazma dersleri vermesi vb. faaliyetleri işçiler arasında dayanışmayı ve bir sınıf olabilme bilincini artırmayı hedeflemekteydi. Tüm bu hedef ve faaliyetleriyle Federasyon, Osmanlı işçi örgütlenmesinin geneli açısından oldukça üst bir konumda yer almakta ve farklı etnik-dini kimliklerden işçileri bir araya getirebilme çabalarıyla farklılığını ortaya koymaktaydı.”12

Bu dönemde grevlerin de hızlandığını ve grev ve işçi hareketlerine kadın katılımının yoğunlaştığını görüyoruz. Örneğin 1911’de Selanik’te 90’ı kadın 490 tütün işçisinin grevi… Kuşku yok ki özellikle Trakya’da yükselen işçi hareketi, “eril” özelliklerinden sıyrılabilmiş değildi, erkek işçilerin yerine kadın işçilerin istihdam edilmemesi talebini grevlerinde gündemleştirmekteydiler.

Kentlerde, özellikle de fabrikalarda kadınların yığınsal istihdamı, Osmanlı’nın uzun savaş yıllarında, yani 1912’den itibaren, genç erkeklerin cepheden cepheye sürülmesinin yarattığı emek açığını gidermek üzere gerçekleşecektir. Hane halkını geçindirmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalan kadınlar erkek berberliğinden inşaat işçiliğine, sokakların temizlenmesinden mermi imaline her işte çalıştırılmaya başlanır. 1917 yılında kurulan kadın amele taburlarıyla kadınlar askere dahi alınacaktır.

Kadın emeğini cazip kılan bir etken erkek işçilerin savaşlarda kırılması ise eğer, bir diğeri de kadın ücretlerinin düşüklüğüdür. Bir örnekle: “The Oriental Carpet Manufacture Ltd. Şirketi’nin halı tezgâhlarında çalıştırılan kadın ve çocukların gündelik ücreti, 1,6 kuruştu. 1907-1908 yıllarında, günde 16 saat çalışıp 40 para veya 2 kuruş alan Sivaslı bir kadın işçi, bir günlük ücretiyle fiyatı 5 kuruş olan bir ekmek bile alamıyordu, 1913-1914 yıllarında ortalama gündelik ücret tarım kesiminde kadınlar için 2-6 kuruş yani erkeklere verilen ücretin hemen, hemen yarısı kadar olmuştur.”13 Kadın işçiliğine en düşük ücretler, bugün olduğu gibi Osmanlı’da da Kürt vilayetlerinde ödeniyordu; Urfa Sancağı’nda günde 1 kuruşa çalışan kadın sayısı az değildi. Her durumda, 1915 sanayi sayımları, kadın ücretlerinin, hiçbir yerde ve hiçbir sektörde erkek ücretlerinin yarısını aşmadığını göstermektedir.14

Bu durum, ancak II. Meşrutiyet’le gelen göreli özgürlük ortamında grev ve işçi hareketlerinin yoğunlaşmasıyla kısmen düzelecek ve genel ücret düzeylerinde bir iyileşme sağlanabilecekti.

Öte yandan feminizm, özellikle reform çabalarının yoğunlaştığı 19. yüzyıl sonlarında Osmanlı topraklarına giriş yapacak ve “kadın hakları” sorununu Osmanlı’daki yenileşme çabalarının ayrılmaz bir parçası hâline getirecekti. 20. yüzyıl başlarında pıtrak gibi biten ve özellikle de İttihat ve Terakki çevresinden kadınları seferber eden kadın dernekleri, kadınların mesleklere girebilme hakkını savunurken, işçi kadınların istihdamını da savunmuş, (ancak düşük ücretleri sorun etmemişlerdir).

Osmanlı kadın hareketi (ve onun mirasçısı erken dönem Cumhuriyet feminizmi) iktidarı ele geçirmekte olan bir sınıfla fazlasıyla iç içe girmiş, reformlardan, modernleşmeden yana açık tavır almakla birlikte, rejimle çatışmayı (örneğin Britanya süfrajetlerinde olduğu gibi) göze alamamıştır. Böylelikle orta ve üst sınıf kadınlarının talepleri Cumhuriyet rejimi tarafından temellük edilir, örneğin kadınlara seçme ve seçilme hakkı onlar bu uğurda neredeyse hiç mücadele etmeden verilirken, kadın dernekleri de “artık talep edecek bir şeyleri kalmadığı” gerekçesiyle kapatılmış ya da kendilerini lağvetmişlerdir.

Kadınların, özellikle de emekçi kadınların insanca bir yaşam ve özgürleşme mücadelesi, on yıllar boyu ağır baskılar altında gizli faaliyet göstermek durumunda kalan sosyalist hareket tarafından üstlenilmiştir. Bu anlamda, kadın sendikacı Zehra Kosova’yı, sosyalist militan Fatma Nudiye Yalçı’yı, çeşitli yayın organlarında (bu meyanda Cumhuriyet gazetesinde) kadınların iktisadî-siyasal-toplumsal ve cinsel kurtuluşu konusunda yazılar yazan, ikiyüzlü burjuva ahlâkını eleştiren iki sosyalist kadını, Sabiha Sertel ve Suat Derviş’i özel olarak anmak gerekir.

1950’li yıllarda kurulan kadın dernekleri ise (Kadın Haklarını Koruma Demeği, Türk Anneler Demeği, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu, Türk Kadınları Kültür Demeği, Ev Ekonomisi Kulübü), kendilerini esas olarak hayır faaliyetleri ve Kemalizm’in kadınlara sağladığı hakların korunması/savunulması ile sınırlandırmışlardır.

Siyasal iktidar 1950’lerden itibaren özel sektör eliyle sanayileşmeye ağırlık verecek, bu ise kentlerde hatırı sayılır bir sanayi proletaryasının oluşmasını tetikleyecektir. 50’lerde korporatist ve kliyentalist bir sendikacılık ile denetim altında tutulan işçi sınıfı, 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği göreli özgürlük ortamında, işçilerin örgütlenmesi ve işçi eylemleri büyük bir ivme kazanacaktı. Bu ivmenin siyasal arenadaki göstergesi 1961’de bir grup işçi tarafından kurulan ve ilk seçimlerde parlamentoya 15 milletvekili seçtirmeyi başaran Türkiye İşçi Partisi (ki 1970’ten itibaren 12 Mart’ta kapatılana dek bir kadın başkan, Behice Boran tarafından yönetilecekti) ve 1967’de kurulan DİSK idi. 1963’te çıkartılan sendikalar yasası ve toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt yasası ile işçi eylemliliği ilk kez yasal bir çerçeve edinmiş oldu. Ve ilk vesilede bu çerçevenin dışına taştı: 15-16 Haziran 1970’te grev hakkının kısıtlanmasını öngören ve yeni kurulan DİSK’in etkinliğini sınırlandırmaya yönelik yasa tasarısına karşı onbinlerce işçi İstanbul’a doğru yürüyüşe geçti. Kadın işçiler de…

1970 yılının 16 Haziran sabahı, günlerden Salı. Polis telsizlerinden şu bilgiler veriliyor: “Levent ve çevresindeki bütün fabrikalardaki çalışan işçiler işi bıraktı, efendim. Hepsi kapılardan çıkıyor, efendim… Bazılarının ellerinde sopalara takılmış kartonlar var… Yazıları okuyamıyorum… Şimdi birisini seçebildim, efendim. ‘Sendikamız anamız, feda olsun canımız’ yazıyor… Evet, anaları sendikaymış efendim. Birisinde ‘Demirel istifa’ yazılı… Hepsi Tekfen Fabrikasına doğru yürüyor efendim…” “…Hayır ellerinde bir şey yok. Bazılarının elinde sopa var, pankart astıkları sopa gibi şeyler efendim. Kadın işçiler öne geçti, efendim.”15

Öne geçmişlerdi… Sendikalarda, grev komitelerinde…

Kadın işçilerin sayıca artışı ve sınıf mücadelesindeki görünürlüklerinin, 1968’in ülkedeki yansımalarıyla birleşmesi kadın örgütlenmeleri alanına yeni bir soluk katacaktı. O güne dek genellikle meslek sahibi orta sınıf kadınların ayrıcalığı olan ve siyasal düzlemde “Kemalizm’in Türk kadınlarına kazandırdıklarına sahip çıkma, gericiliğe karşı mücadele etme” hedeflerinin ötesine geçmeyen kadın örgütlerinin yerini emekçi kadınların taleplerine ağırlık veren, anti-emperyalist (1969’da Suat Derviş ve Neriman Hikmet öncülünde kurulan Devrimci Kadınlar Derneği) ve anti-kapitalist (1975’te kurulan İlerici Kadınlar Derneği) vurgulu kadın örgütlenmeleri alacaktır. 1970’li yıllarda kitleselleşen kadın emekçi hareketinin gündemi, İKD’nin “Eşit işe eşit ücret”, “her işyerine kreş”, “ücretli doğum izni, emzirme izni” gibi taleplerin yanısıra, savaş ve faşizm karşıtı eylemlerle biçimlenecekti. İKD 1980’in eşiğinde, 15.000’e varan üye sayısı ve 1 Mayıs’lara kattığı 40 bin kadar kadın işçiyle ülkenin en yığınsal kadın örgütü olmuştur.

***

Başa dönelim… Buraya kadar anlattıklarım neyi ifade ediyor?

Öncelikle -daha öncesini, örneğin 15-16. yüzyıl köylü ayaklanmalarına kadın katılımını ya da burjuva devrimlerinde idam sehpasına çıkmayı göze alacak kadar gözü kara bir militanlık sergileyen kadınları saymazsak- “kadın hareket(ler)i”, sınaî proletaryanın yığınsallık kazandığı ve buna koşut olarak mücadeleciliğini sergilediği 19. yüzyıl başlarından beri tarih sahnesindedir. Kadınlar ta başından beri sınıfsal ve ulusal kurtuluş mücadelelerine katılmış ve bu mücadelelerde zaman, zaman başı çekmiştir.

Bu sava “ama bu örneklerin pek azı kadınların özgül taleplerinden kalkınmıştır; kadınları kendi talepleri doğrultusunda harekete çağıran tek hareket, feminizmdir,” yollu itirazlar geleceğini tahmin ediyorum.

Ben bu itirazın geçersiz olduğunu düşünüyorum. Kadınlara evde oturmayı, çocuklarının sevecen anası, kocasının uysal hizmetkârı, mahallenin iffetli bacısı olmayı va’zeden tüm geleneksel rol dayatmalarına karşı, kendi hayatının aktörü, toplumsal dönüşüm mücadelesinin bir katılımcısı olmaya yönelen her başkaldırı, bir “kadın hareketi”dir… Kadın hareket(ler)inin böyle vasıflandırılabilmek için kendilerini “feminist” olarak tanımlamalarına gereksinimleri yoktur. Bu ABD’li “Weatherwoman” Bernardine Dohr için de geçerlidir, Alman RAF militanı Ulrike Meinhoff için de Bolşevik Alexandra Kollontai için de, bugün “direniş güzelleştirir” şiarıyla grevlerinin birinci yılına yaklaşan Flormar işçileri için de…

Şunu vurgulamak gerek; 20. yüzyıl başındaki ilk, 1968 hareketinden doğan ikinci dalgasıyla, feminizm, kadın hareketlerinin bir varyantıdır. Kadın hareketine, inkâr edilmesi, küçümsenmesi mümkün olmayan, önemli katkıları olmuş bir varyant. Toplumlarda kök salmış ataerkil yönelimlere, jinekofobiye karşı, kadın erkek ilişkilerindeki gündelik eşitsizliklere karşı uyarıcılığıyla, ataerkinin gündelik yaşamdaki yansımalarını, ana akımın “vaka-yi adiye”den addettiği sıradan eril şiddeti gündemleştirmesiyle kadınlara yeni bir farkındalık alanı açmıştır.

Ancak bizzat feminizmin tarihi, bu hareketin kendini toplumsal dönüşüm, her türlü sömürü ve tahakküm biçiminin ortadan kaldırıldığı yeni ve eşitlikçi bir toplum tahayyülünden ayrı tuttuğu ölçüde, egemen sınıflar tarafından temellük ederek güdükleştiğini, etkisizleştiğini gösteriyor.

Oysa kadınların eşitliği ve özgürlüğü ya da kadınların kurtuluşu düşüncesi, toplumsal dönüşüm ve eşitlik isteklerinin bir parçasıdır. Ezilenler, sömürülenler ne zaman eşitlik ve özgürlük için ayağa kalksa, bağırlarında kadınların da kendilerine biçilmiş rollerin cenderesini kırma, hayata katılma, kendi yazgılarını ellerine alma düşleri de yeşermektedir. İlk “Kadın ve Yurttaş Hakları” bildirgesi, Fransız (Olympe de Gouges) ve ABD (Mary Wollstonecraft) burjuva devrimlerinin bağrından doğmuş, ABD’de ilk kadın hareketleri, kölecilik karşıtı mücadelelerinden yeşermiş, kıta Avrupası’nın ilk feminist sesleri 1848 devriminin altüstlüğü içerisinde yükselmiştir. 1871 Paris Komünü’nden 1917 Sovyet Devrimi’ne geçen tarihsel kesit, feministlerden Narodniklere, Bolşeviklerden anarşistlere yüzbinlerce kadının “Biz varız!” haykırışına ses vermiştir. 20. yüzyılın ulusal kurtuluş savaşları, Cezayir’den Angola’ya, Vietnam’dan Tamil Kaplanları’na onbinlerce kadının ulusal kurtuluşun yanıbaşına kadınların eşitliği ve özgürlüğü programını eklemelerinde etken olmuştur. Ve nihayet, ikinci feminist dalga, doğrudan 1968 ayaklanmalarının çocuğudur…

***

Bugün bu coğrafyada kadınlar bir kez daha hayatın etkin özneleri olma uğraşını veriyorlar. Kadınlara yönelik şiddete, katliam boyutuna varan kadın cinayetlerine, kız çocukların küçük yaşta evlendirilmesine yönelik yasal düzenleme girişimlerine karşı seslerini yükseltiyorlar. Bunun yanısıra, hayatı topyekûn değiştirme uğraşına talip olduklarını açık bir biçimde ortaya koyuyorlar: Gezi direnişinin her evresindeydiler örneğin: kürsülerde, barikatlarda, alanlarda… Novamed’den Flormar’a, Tekel direnişinden Tekirdağ’daki Prettl Endüstri sistemlerinde çalışan kadın işçilerin grevine, daha yüksek ücretler, insanca çalışma koşulları için gövdelerini koyuyorlar ortaya. Kürt hareketinde kadınlar, “dağlarda da, kentlerde de, kırsalda da; siyasette de, yerelde de, savaşta da varız, özgür bir yaşamı birlikte kuracağız!” diye haykırıyorlar. Sendikalarda, derneklerde görev alıp mitinglerde, gösteri yürüyüşlerinde ön safları tutuyorlar. Kırsalda topraklarını, ormanlarını, sularını talana kaptırmamanın kavgasını veriyorlar. Cumartesi Anaları olup gözaltında kaybedilmiş kızlarının, oğullarının, eşlerinin hesabını soruyorlar. Kitap yazıyor, resim yapıyor, tiyatroda oynuyorlar. Ve hayatın içine karıştıkça, “özneleştikçe” devletin şiddetini de çekiyorlar üzerlerine: Bugün cezaevlerinde kadın tutuklu ve hükümlü sayısı 10 bini geçti (AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında bu sayı 2100 dolaylarındaydı16). 50 bin kadar siyasal tutsağın 7-8 binini kadınlar oluşturuyor.

Bu mayalanmayı hayra yormak gerek. “Dipten gelen dalga”lar, en alttakileri üste, en arkadakileri öne çıkarır. Toplumsal dönüşüm momentleri, kadınların korku çemberini kırdıkları, kendilerine dayatılan rollere başkaldırdıkları, ataerkinin her biçim ve veçhesine meydan okudukları momentlerdir. Bu nedenledir ki “müesses nizam”, “Önce kadınları vurun!” diye buyurur… Günümüzün yeni-muhafazakârlığı kadınları çocukluklarını yaşayamadan evlendirmeye, üç kuruşa çalıştırmaya, tüm sosyal güvencelerinden arındırıp tüm yeniden üretim görevlerini bilabedel sırtlarına yıkmaya, bedenlerine yönelen eril şiddeti çeşitli “hafifletici nedenler”le görünmezleştirmeye ve bağışlamaya, onları evlerine kapatmaya, kılık kıyafetlerine nizam-intizam vermeye, nasıl yaşayacaklarına dair talimatlar yağdırırken tam da bunu yapmaktadır!

Eğer günümüzdeki kadın mayalanması bugün hepimizi köleleştiren, eşitsizlikleri büyütürken yeryüzündeki yaşama el koyan kapitalizmin yıkılıp yerine eşitlikçi, özgürlükçü bir toplumun inşa edilmesinin habercisiyse, bu kuruluşta rol alacak kadınların, kazandıkları özgürlük ve eşitliği bundan böyle kimseye kaptırmayacakları bilinmeli ve kabullenilmelidir…

22 Şubat 2019, İstanbul.


  1. 3 Mart 2019 tarihinde Ankara İşçi Meclisi’nce düzenlenen “Toplumsal Mücadelede Kadın” paneli ve 7 Mart 2019’da Kaldıraç Dergisi’nce İstanbul’da düzenlenen “Kadınlar ve Devrimci Mücadele” başlıklı söyleşide yapılan sunum…
  2. Peter Kropotkin.
  3. Corinne Maier, “The Hidden Women of Paris”, New York Times, 7 Mayıs 2018… https://www.nytimes.com/2018/05/07/opinion/france-protests-68-women.html
  4. Françoise Picq, “Feminism in France in the seventies: the MLF”… http://autonomies.org/2018/04/feminism-and-beyond-in-may-68/
  5. Françoise Picq, a.y.
  6. Picq, a.y.
  7. Toplumun derin cinsiyetçi yapısına karşın Kenyalı kadınlar arasında gerillaya katılan Kikuyu kadınlar vardır. Bunlar, erkeklerin kendilerini sınırlamak istediği domestik görevlere itiraz ederek askerî görevlerin üstesinden gelebileceklerini kanıtlamaya uğraşmışlardır. Nitekim “üçüncü yemin” mertebesine ulaşan savaşçıların katılabildiği Mau Mau İç Gizli Konsey’de cinsiyet farklılıkları ortadan kalkmaktadır.
  8. Christopher C. Harmon ve Paula Holmes-Eber, “Women in Terrorist Undergrounds”… https://globalecco.org/women-in-terrorist-undergrounds
  9. Candice Ortbals ve Lori Poloni-Staudinger, “How Gender Intersects with Political Violence and Terrorism”, Oxford Research Encyclopedia of Politics, Şubat 2018… http://oxfordre.com/politics/view/10.
  10. IWW Nisan 1907’de New Orleans’da bir fahişeler grevi örgütleyecekti. Grevci fahişelere destek için üyelerini genelevleri boykota çağırdı. Fahişeler mücadeleyi kazandılar. Ve kısa bir süre sonra, “grev kırıcıları boykot edecekleri”ni duyurdular.
  11. Merve Küçüksarp, “Osmanlı’da Kadın Emeğinin Kısa Tarihi”, Bianet, 8 Mart 2018… https://m.bianet.org/bianet/tarih/194967-osmanli-da-kadin-emeginin-kisa-tarihi
  12. Kadir Yıldırım, “Balkan Savaşları’nın Osmanlı’da İşçi Hareketleri Üzerindeki Etkileri”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, XII/2 (Kış 2012), s. 213-234.
  13. Mehmet Ali Gürol, “Osmanlı Devleti’nde XIX. Yüzyılda Çalışma Yaşamı ve Girişimcilikte Kadın”, Osmanlı Ansiklopedisi, s. 595.
  14. “Bu konuda somut örnekler vermek gerekirse, en fazla ücretin ödendiği sanayi dalı olan konservecilikte erkek işçilerin 25-30 Kuruş arası günlük ücret almaları na karşın, kadınlara ödenen günlük ücret tutan 8-10 Kuruş olmuş, yine benzer şekilde, sırasıyla en fazla ödeme yapılan sektöre göre olmak kaydıyla erkek ve kadın işçilere yapılan günlük ödemeler, şekercilik dalında 17-25 Kuruş’a karşın 8-10 Kuruş, dokuma dalında 10-13 Kuruş’a karşın 4-6 Kuruş, sabunculuk dalında 12-15 Kuruşa karşın 2-6 Kuruş olmuştur.” (Mehmet Ali Gürol, a.y.).
  15. “15-16 Haziran’da Emekçi Kadınlar”, Uluslararası İşçi Dayanışma Derneği, 23 Haziran 2017… http://uidder.org/15_16_haziranda_emekci_kadinlar.htm.
  16. “Tutuklu Sayısı 16 Yılda 4 Kat Arttı”, Evrensel, 1 Haziran 2018.