Ana Sayfa Blog Sayfa 124

Kapitalizm, iktidar ve İslam

Kapitalizm, meta üretimine, ücretli işçilerin emeğine el koymaya dayanan, meta ilişkilerinin tüm toplumu, bir kanserli hücrenin insan vücudunu sarması gibi sardığı, hayatın her alanında meta ilişkilerinin egemen olduğu bir sınıflı toplumdur. Sınıflı toplumların en sonuncusudur. Aynı anlama gelmek üzere, insanı kirleten sınıflı toplumların en tahripkârıdır.

Kapitalizm, bir yandan artı-değer üretir, diğer yandan ise bu artı-değerin gerçekleşmesi için, metanın alanını sürekli genişletir. Alınıp satılmayan hiçbir şey kalmaz. Ve alıp satma dışında bir değer sistemi de kalmaz hâle gelir. Alınıp satılmak denilen şey, ünlü “pazar ekonomisi” diye göklere çıkartılan “değerler” demektir. Ki, tek bir şeydir, para.

Para, aynı zamanda bir egemenlik sembolü hâline gelmiştir. Bir hakim, karşısına ekmek çalan bir hırsız çıkardıklarında, hemen 36 yıl hapis cezasını verir. Ama devleti dolandıran ve trilyonlar götüren birisini karşısında bulduğunda, ona, derin, garip, kutsal bir saygı duyar. Soru şudur: Acaba bu zengin dolandırıcıdan birkaç milyon koparabilir mi? Öyle ya, ilk örnekteki ekmek çalan hırsızdan en fazla bir dilim ekmek koparabilir, o da adam ekmeği hemen iç etmemiş ise zaten hakimin karşısına adliyeye gelene kadar polisler iç etmiştir.

Bunun etkilemediği değer sistemi, aşındırmadığı toplumsal değer kalmamıştır. Meta ilişkileri, sevginin, yatak odasının, dinin, Allah ile kurulan her türlü ilişkinin de içine sızmıştır.

Camide yüksek sesle dua eden bir fakir, yanındaki adamın sessiz dua edişine aldırmadan, “Allahım bana 10 lira ver” diye yalvarmaktadır. Bu böyle dakikalarca sürer. Yanındaki iyi giyimli beyefendi ise, “Allahım bana milyarlar ver” diye dua etmektedir. Derken, iyi giyimli beyefendi, çulsuza çıkarıp on lira verir, “sen al bu 10 lirayı da Allahı meşgul etme, benim işim büyük” der.

Bugün, iş daha ileri gitmiştir, din adamı, hoca, müftü vb. olaya doğrudan müdahale etmektedir. Sen, şuradan bir yol al, biz bu beyefendi ile duaları üzerine pazarlık yapalım derler. Örnek mi, eğer işçi isen, mesela Soma’da ölmek senin fıtratında vardır. Bir işyerinde patrondan iş güvenliği önlemleri almasını istemek, abestir, Allah’a koşullar dayatmaktır. Sanki, senin ecelin geldi ise, iş güvenliği seni kurtarabilir mi cinsinden vaazlar bu nedenle verilir. Ama eğer sen Erdoğan isen, iş değişir. 3 bin kişilik koruma ile dolaşman gerekir. Onun işinin fıtratında suikast vb. olması diye bir durum olmaz. 3 bin kişilik koruma ordusu, Allah’ın işine karışmak olmaz. Zira o, işçi değildir.

2002’de AK Parti-Erdoğan projesini yapanlar, Bahçeli’nin hamleleri ile iktidarı indirip, bir seçimle AK Parti projesini iktidara taşıdılar. Zaten, 12 Eylül’den bu yana, Gülen hareketine ciddi bir yatırım yapan bu efendiler, AK Parti için zemini çoktan hazırlamışlardı. İslamî bir hareket, iktidara yerleşmişti. Ve bu projenin sahipleri, devlet eli ile zengin yaratma projelerinin de mimarları idi.

Osmanlı’nın son yıllarında, ülkede var olan Rum ve Ermeni kökenli zenginlerin varlıklarını yağmalamakla işe başladılar. Böylece sermaye, yeniden paylaşıldı. Katliamlar, elbette onlar için önemsiz bir ayrıntı idi. Ardından, Cumhuriyet ile birlikte, devlet eli ile burjuva yaratma süreci, en azından, zenginleştirme süreci başarılı biçimde sürdü.

AK Partili iktidar döneminde de, yeniden bir zenginler yaratma dönemi açılmıştır. En kolay zenginleşme yolu, elbette inşaat sektörü ve devletin kanatlarının altı olmuştur.

Elbette bunun için, din, şiddetli bir tarzda kullanılmalıydı, kullanıldı. Erdoğan ve ortakları, dini acımasızca kullandılar. Bugün, geriye dönüp bakıldığında, 12 Eylül ile zirve yapan dini kullanma sürecinin, AK Partili dönemde birçok açıdan, yeni zirveler yaptığı görülebilmektedir. Yeni zenginler yaratma süreci, İslamî ideoloji ile birlikte koşturulmuştur.

Gülen ile yolların ayrılmasının ana nedeni, bu zenginleşmenin yeni paylaşımlara yol açmasıdır. Burada bir cepheleşme, gerçekte, iktidar içinde bir çatışmadır da. Gülen bir ölçüye kadar feda edilerek, Erdoğan istenilen konuma getirilmiştir.

Bu, halk açısından, bir yağma ve rant ekonomisi demektir. Yani, büyük çaplı soygunlar ve büyük çoğunluğun fakirleşmesi demektir.

Bu süreçte, elbette İslamî kesimin ana ideolojisi, “sıra bizde” olmuştur. İster zengin olmak isteyenler söz konusu olsun, böyle olmuştur, isterse samimi olarak İslamî bir devlet oluşturmak isteyenler için olsun, böyle olmuştur. Sıra bizde, İslamî kesimin kendi aralarında rahatlıkla kullandıkları şifre gibi iş görmüştür.

Ama aradan epey zaman geçti.

Bugün, rantla, soygunla, yağma ile zenginleşen yeni İslamî kesimler, hem kendi aralarında ayrışma sürecine girmiştir, hem de toptan bu zenginler, “İslamî taban”dan kopmuş, uzaklaşmıştır. “İslami taban”ın kendini hâlâ kullandırıyor olması ise apayrı bir konudur. Bir kere inandın mı, görmemek için çok bahane bulabilirsin.

İslamî azınlığın para ile ve iktidar ile dansı, oldukça şiddetli, oldukça çürütücü olmuştur. Kapitalizm, meta üretimi, pazar ekonomisi, kendi yasalarını işletmiş ve “İslam” ile örtülen sınıf çelişkileri, artık örtünün altından görünmeye başlamıştır.

Bu süre içinde Saray Rejimi oluşturulmuştur.

Erdoğan, 3. Havalimanı’nın tuhaf açılış töreni için yaptırdığı afişlerde, kendini “Türkiye Cumhurbaşkanı” diye adlandırmıştır. 29 Ekim Cumhuriyetinin ilanının 95. yılına denk gelen bu açılış töreninde Erdoğan, Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı yerine, “Türkiye Cumhurbaşkanı” terimi ile lanse edilmiştir. Saray Rejimi budur.

Saray Rejimi, sadece yoğun bir şiddet, polis ve ordunun çeteleşmesi ve yeni silâhlı çetelerin devreye sokulması demek değildir. Aynı zamanda, İslamî “ruhban” sınıfının, İslamî bir oligarşinin diyanet başkanlığında çöreklenmesi de demektir. Bu “İslamî din oligarşisi”, hem kendisi zenginleşmiş, hem de yeni zenginler ve iktidar sahiplerinin soygunları, yağmaları için fetvalar vermekten geri durmamıştır.

Doğrusu, tüm bunlar Amerikalı “efendiler”in işine gelmektedir.

Ama bu arada ise, “İslamî taban”ın geniş kesimlerinde, fakirleşme, yeni tarzda horlanma artmaktadır. Bu geniş İslamî kesimler, ancak birer çete mensubu olacaklarsa işe yarar durumda kalabilir ve iktidarın çevresini sarabilir. Bunun dışında kalanlar ise, işçi ve emekçi olmanın tüm gerçeklerini, kapitalist egemenliğin tüm gerçeklerini bir kere daha algılamak, bir kere daha kavramak zorunda kalacaklardır. Bugün, bunun eşiğine gelinmektedir.

Para, tüm kutsal değerleri yerinden oynatmıştır. Ve bu, kendine İslamcı diyenlerin elleri ile yapılmıştır. Her zaman olduğu gibi, bugün de bu zenginliğe ulaşanlar, bir avuçtur, birkaç yüz ailedir. Şimdi bu aileler, yerleşik burjuvaların karşısına, daha büyük pay alma talepleri ile çıkabilirler. Ama aynı filmi geriye sarıp, geniş kesimlerin desteğini İslam adı ile almak mümkün değildir. Şimdi bu geniş İslamî kesimlerin, kendi gerçeklikleri ile yüzleşmesi gereklidir: İslamcı olduklarından değil, işçi ve emekçi olduklarından aşağılanmakta, horlanmaktadırlar. Bu bundan sonra da olacaktır. Erdoğan’ın “ayak takımı” dedikleri işçilerdir, fıtratını tartıştığı işlerde ölenler işçilerdir.

Burada “bozucu” sadece kapitalizm değildir. Aynı zamanda iktidar sürecinin yapısı ve karakteridir de. Sömürge bir ülkede, Amerikan eli, ile, CIA eli ile iktidara yükselmenin bedelleri her zaman böyle olur. İşin içinden çıkmak için, cebini dolduranları, fütursuzca zenginleşenleri, “burası dârülharptır” diye avutmak işe yaramaz. Yaramaz çünkü, bu topraklarda ABD egemenliğine karşı savaşmak, sömürge olmaktan çıkmak için, ABD ile her türlü iş tutmakla mümkün değildir.

Ve dahası, yeni zenginlerin, kapitalizmin kuralları, meta ekonomisi, mülkiyet karşısında tutum, sömürü karşısında tutum konusunda, eskilerden tek farkları vardır: Yeniler daha aç gözlü, daha saldırgandır. Hepsi bu kadardır.

Hangi inançtan olursa olsun kapitalistler, birbirini boğazlamaya hazır kardeşlerdir.

Ve hangi inançtan olursa olsun, işçiler, birleşmek, birleşerek güçlerini öğrenmek zorunda olan kardeşlerdir.

Hangi inançtan olursa olsun, devlet, zenginlerin devletidir, kapitalistlerin, burjuvaların devletidir. Ve devletin tüm makinası, emperyalist efendilerin denetimindedir. Saraycılık oynayarak muktedir olduğunu ilan ederek, emperyalist boyunduruktan kurtulmak mümkün değildir. McKinsey’e teslim edilmiş bir ekonomi bunun en açık kanıtıdır. Onlar izin verdikçe ve onların izin verdiği ölçüde, onların emir eri isen, uşakları isen, çalmana izin verirler. Yaptıkları da budur. Tüm ülkenin daha büyük oranda yağmalanmasının nedeni budur. Saray’ın övündüğü yol ve inşaat projelerinin mimarı, gerçekte McKinsey gibi kurumlardır. İnşaat işinin maliyeti, tarımın yok edilmesi, sanayinin tahrip edilmesidir. Elbette buradan bir sonuç çıkarmak istedikleri de açıktır.

İktidarın her zaman bir “güç zehirlenmesi”ne yol açma ihtimali vardır. Ama kapitalizm altında, İslam’a dayandığını iddia eden bir hareketin zehirlenmesi, sadece ihtimal değil, bir zorunluluktur. Öyle olmuştur.

Zenginleşme ve iktidar aracı olarak kullanılan İslam, bugün geniş kitleler için cazibesini de kaybetmiştir. Onun yerine çeteler, parasal ve mafyatik ilişkiler konulmaktadır. Saray Rejimi tam da budur.

Burjuva egemenlik araçları, sistemin, Saray’ın esas egemenlik araçlarıdır. Sadece bunlar daha da çürümüş durumdadır.

Şimdi, işçi ve emekçilerin, sistemle ve Saray Rejimi ile yüzleşme dönemi başlamaktadır. Elbette bu süreç tüm yoksul kesimler için geçerlidir.

“GEZİ ülkemizin toplumsal tarihinin en parlak ve onurlu sayfasıdır!”

Taksim Dayanışması’nın yaptığı açıklamanın tam metni…

En açık hali ile söylüyoruz!
GEZİ ülkemizin toplumsal tarihinin en parlak ve onurlu sayfasıdır!

Taksim Meydanıve Gezi Parkı başta olmak üzere yaşam ve yaşam alanlarımıza müdahale ederek topluma dayatılan projelerin gerçekleştirilmesi uğruna siyasi iktidarın etik, bilim, teknik ve hukuk tanımayan uygulamaları, 27 Mayıs 2013 tarihinde amansız ve akıl almaz şiddete dönüşmüştü. Bu amansız ve akıl almaz şiddet karşısında Gezi Parkından yükselen “sağlıklı kentleşme ve yaşanılır kent” talebi, ülkenin milyonlarca yurttaşının daha fazla özgürlük ve daha fazla demokrasi talebiyle birleşmiş; 31 Mayıs 2013 tarihinden itibaren ülkenin dört bir köşesine yayılarak yepyeni ve evrensel bir boyut kazanmıştı.

Ülkemizin toplum, kent ve demokrasi tarihinde izleri hiç silinmeyecek onurlu bir sayfa açan Gezi Direnişi, ilk günden beri ısrarla itham edilerek karalanmaya, Gezi Direnişinde dile getirilen temel hak talepleri bir suç unsuru gibi gösterilmeye, tarihsel ve meşru gerçeklik çarpıtılmaya çalışılmaktadır. Niyetinizi ve korkularınızı biliyor,bu beyhude çabalarınızı reddediyoruz! Çünkü Gezi’yi yaşadık, biliyoruz!

Gezi, bu ülke tarihinin en demokratik, en barışçıl, en yaratıcı, en katılımcı, en kapsayıcı, en kitlesel hareketidir. Hep birlikte konuşup karar vermenin, fikri ve hayatı paylaşmanın, yaşama her boyutu ile sahip çıkmanın duvar yazısı olmuş halidir. Ölümcül polis şiddetine karşı her şehirde yankılanan barışçıl ve haklı tepkinin adıdıdr.

2013 Mayıs’ının son günlerinden başlayıp Haziran boyunca devam eden, ülkemizin bugününü etkilediği gibi geleceğini de etkileyecek olan Gezi’nin tüm renkleri;

Parklarına ve meydanlarına sahip çıkmak için barışçıl bir biçimde slogan atarak, şarkı söyleyerek sokağa çıkanlar;

Parklarda çocuklar aç kalmasın diye evinden, fırınından, bakkalından, marketinden pasta, börek, pide getirenler;

Biber gazından ya da gözleri kör eden gaz fişeğinden etkilenenleri tedavi etmek için gönüllü nöbet tutan doktorlar, hemşireler, sağlık memurları;

En demokratik haklarını kullanırken hukuksuz uygulamalara maruz kalan insanları korumak için seferber olan avukatlar;

Gezinin haklılığını savunan ve bu haklılığa karşı gösterilen şiddeti protesto amacıyla ülke genelinde 2 gün boyunca grev yaparak iş bırakan kamu emekçileri;

Şiirleri, öyküleri ve şehirlerin meydanlarını edebiyat metinlerine çeviren öykücüler, şairler;

Enstrümanları ile meydanları ve parkları renklendiren müzisyenler, hiçbir enstrüman kullanmadan müzik ziyafeti veren korolar;

Ülke tarihinin en kitlesel, barışçıl ve demokratik halk tepkisini heberleştiren gazeteciler, radyocular, televizyoncular;

Yarışma programlarından, magazin programlarına, tartışma programlarından belgesellere kadar Gezi’yi ekranlara taşıyan yapımcılar, sunucular, programcılar; Ülkenin çok sesli, demokratik ve çağdaşlaşma sürecinde bir adım olan Gezi’de “ben de vardım!” diyen oyuncular, sanatçılar, yönetmenler;

Sendikalı ya da sendikasız, güvenceli ya da güvencesiz, ücretli ya da işsiz, ülke, yaşam ve emek üzerinden hak talep eden inşaat işçisinden plaza çalışanına binlerce emekçi;

Hukuksuz ve kent katili imar planlarına karşı teknik ve yasal çerevede mücadele eden mühendisler, mimarlar, şehir plancıları;

Şiddete uğrayan kırmızılı kadınlar, Taksim Meydanı’nda sabaha kadar piyano çalan sanatçılar, duran adamlar, toma karşısında bedenini siper edenler, ağaçlara sarılan insanlar, kararlı duran milletvekilleri, çocuklarını almak için değil yanlarında olmak için gelip zincir olan olan anneler; duvar yazılarıyla, yaratıcı zekalarıyla dostu düşmanı hayran bırakan ve geleceğe umut aşılayan gençler; penguen kanallarının önünden ayrılmayan plaza çalışanları; meydanlarda kandil kutlayan ve yeryüzü sofraları kuranlar; kütüphaneleri, emzirme çadırlarını, dilek ağaçlarını yapanlar ve gecenin üçünde bunları korumak için elelele verenler;

Yargılanamaz, suçlanamaz ve kirletilemez!

Gezi Direnişi, terör, darbe, dış güçlerin oyuncağı iddialarıyla hiçbir şekilde suç kapsamına sokulamaz, hakkında şaibe yaratılamaz!

Çünkü, Gezi’de hiçbir karar kapalı kapılar ardında ve gizli kapaklı alınmadı. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendinden menkul kişi ya da kurumların kararları uygulanmadı. Her ne yapılacaksa “bu bazen miting, bazen konser, kütüphane açılışı, revir ya da mutfak” açık forumlarda ve oy birliği ile kararlaştırıldı. Gerekli olan sembolik ihtiyaçlar katılanlar tarafından imece ile karşılandı.

Yani Gezi’nin “şefi”, “reisi”, “yönlendiricisi”, “talimat vereni” yoktu!

Bu nedenle içeriden ya da dışarıdan “finansörü” olması da mümkün değildi.

GEZİ; güncel siyasal gelişmelerin, rekabetlerin, seçimlerin, meclis pazarlıklarının kabına hiç sığmadı. Bu nedenle iktidardaki hükümetin ayarını, muhalefet partilerinin ezberini bozdu. Ne adına parti kuranların, ne de adına aday olanların seçim beklentilerine yanıt verdi.

Bugün burada Gezi hakkında, yalanlar ve çarpıtmalarla kurgulandığı çok açık ithamlar karşısında gerçekleri hatırlatma gibi tarihsel bir sorumluluğu yerine getiriyoruz.

Haksızlığa, adaletsizliğe, keyfiliğe, dayatmaya, baskıya karşı direnmenin adı, bir parktan tüm ülkeye ve dünyaya yankılanan kente, doğaya, yaşama sahip çıkanların hep bir ağızdan, bir arada söyledikleri şarkıydı Gezi.

Emekten yana, yoksuldan yana, doğadan yana, ezilmişten yana, ötekileştirilenden yana, kadından yana, barıştan yana her direnişin içinde yer alacağı, direnen herkesin dilinden düşürmeyeceği bir şarkı…

Bu şarkıyı susturmak için iktidar sahiplerinden güç alan, hukuk ve kural tanımaz polis şiddetinin yaşamlarımızı nasıl kararttığını unutmuş değiliz.

Onlarca arkadaşımızın gözlerini kaybetmesinin, binlercesinin yaralanmasının, bunun ardından faillerin ve azmettiricilerin cezasız bırakılmasının böylesi bir kural tanımazlıktan beslendiğine şahit olduk.

Ethem Sarısülük ve Medeni Yıldırım’ı öldüren polis ve jandarma kurşunlarının, Ali İsmail’e yönelen ölümcül tekmelerin sahiplerinin, Abdullah Cömert, Ahmet Atakan ve Berkin Elvan’ı yaşamdan koparan biber gazı fişeklerinin, Hasan Ferit’i vuran mafya bozuntularının ve Mehmet Ayvalıtaş’ı bizden alan pervasızlığın bu hukuksuzluktan güç aldığını biliyoruz.

Gezi sürecine dair dava edilmesi, yargılanması gereken birileri varsa, amansızca ve kural tanımadan bu ölümlere ve yaralanmalara neden olanlardır. Bu emirleri verenlerin, koruyanların, mahkemelerini sürüncemede bırakanların vermeleri gereken hesapları olmalıdır. Kendi yurttaşlarının talepleri berrak, kitleselliği ve haklılığı açık olan bu mesajının gereklerini yerine getirmek veya en azından verilen mesaj doğrultusunda durup düşünmek yerine, tam tersine düşman yaratma, suç icat etme, ülkenin en demokratik eyleminden darbe, terör, suç örgütü çıkarma girişimleri bu ülkeye ve demokrasiye yapılacak en büyük kötülüktür.

Bu tarihsel gerçeklik, hayali senaryolara dayanan suçlamalarla, insanları iddianame bile olmadan aylarca yıllarca tutuklu bırakmakla, akademisyenleri ve sivil toplum gönüllülerini gözaltında sorgulayp tutuklamakla, anayasal hak ve ödevlerini yerine getirerek yasal ve meşru şekilde görevlerini yapan arkadaşlarımızı ifadeye çağırmakla, tıpkı Kabataş yalancıları gibi yeni yalancı tanık ve iftiracılar bulup çıkarmakla değiştirilemez.

İktidarı desteklemek için kendi yarattıkları yalan dünyasında her türlü akıldışı haberi, iftira ve karalamayı yapmaktan çekinmeyen; kendi uydurdukları yalanlara kendileri inanıp herkesin de inanmasını isteyen medyanın çarpıtma gayretiyle; tarafsızlığı çoktan tartışmalı hale gelmiş adalet aygıtının zorlamasıyla Gezi’yi suçla, terörle, darbeyle anılan bir eyleme dönüştüremezsiniz.

Taksim Dayanışması olarak; 2012 yılının Şubat ayında ilk toplantımızı yaptığımız andaki taleplerimizin de, Gezi parkındaki ağaçların kesildiği, çadırlarımızın yakıldığı günlerdeki tepkimizin de, gencecik çocuklarımıza kıyan polis şiddetinden hesap soran tutumumuzun da, parklarda, meydanlarda, sokaklarda özgürlük, demokrasi ve insanca yaşam talep eden milyonların taleplerinin de kararlılıkla arkasında durmaya devam edeceğiz.

Bu ülkeye birgün demokrasi gelecekse, onca baskı ve şiddete rağman kısamadığınız seslerin Gezi’deki yankısından gücünü alacaktır. Ülke tarihinde bir onur sayfası olarak yer alan Gezi Direnişi’ni, bu ülkenin geleceğine sahip çıkan demokrasi ve özgürlük çığlığını karalama çabasından artık vazgeçin.

3 Aralık 2018

TAKSİM DAYANIŞMASI

Karşı-devrim hattı Direniş hattı

Gerçekler inatçı şeylerdir. Bu yerinde bir sözdür. Ve bugün, yeryüzünü kaplamış burjuva egemen medyanın yarattığı karanlık içinde dahi, gerçekler, bir yol bulup, kendini ortaya koyabilmektedir.

Bir AK Parti milletvekili, “AK Parti, bir karşı-devrim partisidir” dedi.

Yerindedir.

Bozuk bir saat bile, günde iki kere doğru zamanı gösterebilir. Bu kelimelerin kimin ağzından döküldüğünü bir yana bırakalım. Karşı-devrim partisi sözü yerindedir. Şamil Tayyar, bu sözleri dile getirirken, daha çok Türkiye için dile getirmiştir. 12 Eylül rejiminin devamı olarak Saray Rejimi, bunun açık kanıtıdır.

Ama iş bu kadarla sınırlı değildir. Aynı zamanda tüm bölgemizi, Ortadoğu’yu, Balkanları ve Kafkasları da içine alacak şekilde AK Parti, bir karşı-devrim partisidir. Elbette yalnız da değildir.

AK Parti gibi karşı-devrim örgütleri, tüm bölgemizde vardır. IŞİD, bunlardan biridir. Ve IŞİD ne kadar bir çete ise, AK Parti de bir başka tarzda bir çete örgütlenmesidir. İktidardadır. Saray Rejimi de bir karşı-devrim mekanizmasıdır. Bölgesel görevleri, en az Türkiye içindeki görevleri kadar “önemli”dir.

Demek ki, Şamil Bey’in sözlerine, bölgemizdeki karşı-devrim güçleri ile ilişkilerini ve çeteleşme sürecini eklersek, resim anlam kazanır.

Bu bir karşı-devrim cephesidir, bir karşı-devrim hattıdır. Bu hattın içinde ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçler, İsrail, Suudi Rejimi ve diğer bölgesel devletler de vardır. IŞİD çeteleri de bunun içindedir.

IŞİD bir çete organizasyonunun, kendini “devlet” ilan etmesi, oradan da “hilafet” ilan etmesi demektir. Doğrudan karşı-devrim organizasyonudur. Olası başkaldırıları, olası sistem dışı arayışları bastırmak için devreye sokulmuştur.

Bölgede süren emperyalist paylaşım savaşı anlaşılmadan, bu karşı-devrim hattı doğru kavranamaz. Tüm bölgeyi saran savaş hâli, devletlerin de çeteleşmesinin yolunu açmıştır. Bölgemizdeki sömürge ülkelerdeki devletlerin tümünde bu çeteleşme mekaniği kendini göstermektedir.

Suudi Rejimi’ni ele alalım. Daha dün, Lübnan Cumhurbaşkanını rehin almışlardır ve Lübnan Cumhurbaşkanı, Suudi Arabistan’ın başkentinde, istifasını açıklamıştır. Suudi Arabistan, Hariri’yi rehin almıştır. Ancak uluslararası Batılı güçlerin devreye girmesi ile bu “haydut”ça tutum revize edilmiştir. Yine daha dün, Suudi Rejimi, yeni kral adayı oğul Salman yönetiminde, ülkenin zenginlerini ABD ekiplerinin gözetiminde otele hapsetmiş, işkenceden geçirmiştir.

Kaşıkçı cinayeti, bu sürecin devamıdır. Kaşıkçı, rejime muhalif değildir. Otelde gözaltına alınan en zengin Suudilerden birinin TV kanalında çalıştığından olacak ya da Müslüman Kardeşler denilen diğer bir karşı-devrim partisinin içinde yer aldığı için olacak, rejimin adımlarını Amerika’dan eleştirmeye başlamıştır. Ünlü bir Amerikan gazetesinde, Katar devleti tarafından kiralanan bir köşede yazılar yazması dışında muhalifliği yoktur. Ama bu yazılar, İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’ndan sağ çıkamamasına neden olmuştur.

Kaşıkçı cinayeti, tam bir çeteleşme göstergesidir.

Emperyalist güçlerin bölgemizi paylaşma savaşları, bölgedeki devletlerin, emperyalist efendilerinin elinde birer tetikçi çeteye dönüşmesi sürecini tetiklemektedir. Karşı-devrim cephesi bu çeteleri, bazı partileri, devletlerin bizzat kendi kontra örgütlenmelerini içermektedir. Bu karşı-devrim cephesinin yöneticileri NATO ve emperyalist güçlerdir. Bu tablo bir bütün olarak anlaşıldığında, bölgemizdeki haydutça eylemler de anlaşılır olabilecektir. Kaşıkçı cinayeti de bunun içindedir.

Muhtemelen Kaşıkçı ve sevgilisi, CIA ve MİT veya daha başka Batılı istihbarat örgütlerine bağlı idi. Ve bu cinayet, gerçekte, çeteleşmenin boyutlarını gösterebilmektedir.

Öyle ise karşı-devrim hattının giderek daha net ortaya çıktığı gözükmektedir.

Riyad’dan Ankara’ya, Batılı başkentlere kadar uzanan bir hattır bu. Bu hattın, bölgemizdeki uzantıları arasında çekişmeler de ortaya çıkmaktadır. Erdoğan’ın Saray Rejimi ile Suudi Arabistan arasında farklılıkların kaynağı, kimin efendilerinin gözünde daha önemli bir güç olabileceği konusunu da içermektedir.

Saray Rejimi’nin danışmanlarından İlnur Çevik, açık olarak, bu cinayetin, halifelik mücadelesi için kullanılması gerektiğini yazmaktadırlar. ABD, İslam’ı formatlamak, kendi denetimine almak istemektedir. Ki, bunun temelleri, Sovyetler’i kuşatma siyasetinin bir parçası olan ve İslam’ı konu alan “yeşil kuşak” projesine dayanmaktadır. Birçok İslamî grup, radikal ya da “ılımlı”, doğrudan CIA denetiminde hareket etmiştir, etmektedir. Afganistan bu konuda önemli bir üs olmuştur.

Bugün, hilafet tartışması olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye, Erdoğan aracılığı ile, bölgesel bir rol almak için, halifeliği kullanmak istemektedir. Halifeliğin en son Osmanlı’da olması nedeni ile bunun kendi hakkı olduğunu düşündüğü anlaşılmaktadır. Bunu ABD adına ve onun denetiminde yapmak istediği de açık. Gülen hareketinin sadece Türkiye’de etkili olduğuna, bunun için düşünülüp tasarlandığına inanmak saflık ve bilgisizlik olacaktır. Gülen hareketi, CIA’nın İslam üzerinde kurmak istediği etkinin açık kanıtıdır.

Halifelik konusunda Mısır ve Suudi Arabistan’ın da iddiaları olduğu açıktır. Prens Salman, veliaht ilan edilmiştir ve ardından Suudi Arabistan’da bir yandan çeteleşme artmıştır, diğer yandan da, “reformlar” başlatılmıştır. Kadınların araba kullanması, şeriatın geçerli olmadığı özel bölgeler oluşturulması, robot Sofia’nın Suudi vatandaşı olarak ilan edilmesi, aslında reform derken ne demek istediklerini de açıklamaktadır. Veliaht Prens Salman, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlığına talip olmuştur. Bu durum Erdoğan’ın ABD’nin gözüne girmek için yeni ataklar yapmasını da teşvik edicidir. Bu açıdan Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda işlenen cinayet, hem Suudi devletindeki çatışmaların, hem de bölgede yerel devletlerin çatışmalarının izlerini taşımaktadır. Elbette Suudi şeyhleri, bir miktar para ile, bu işin altından kalkabilecek durumdadır. Ama bu durumu Erdoğan’ın kullanmak istediği de açıktır.

Demek oluyor ki, bu karşı-devrim hattının içinde genel olarak İslam’ın kontrolü, özel olarak halifelik de yer almaktadır.

Demek oluyor ki, bölgemizdeki paylaşım savaşımı, her ne kadar bölgenin paylaşımını içerse de, emperyalist güçlere bağlı devletler arasında bir çatışmalı duruma da yol açmaktadır. Bu süreçler, çeteleşmenin de kaynaklarındandır. Her çetenin içinde, emperyalist güçler kendi uzantıları ile yer almaktadır demek abartılı olmasa gerek.

Bu karşı-devrim hattının karşısında, bir de direniş hattı vardır.

Direniş hattı, halkların mücadelesinden gelmektedir. Şam nasıl bir direniş şehri ise, Diyarbakır da bir direniş şehridir. Ve İstanbul da bir direniş şehridir. Elbette her biri ayrı gelişmişlikte, ayrı ağırlıkta. Elbette bunların dışında da birçok direniş şehri söz konudur.

Direniş hattının daha zayıf olduğunu söylemek, bir açıdan mümkündür. Ancak temelleri, potansiyeli çok daha güçlüdür. Direniş hattı, kendi potansiyelinin çok altındadır, çok gerisindedir. Ama artık, bir direniş hattı şekillenmektedir. Elbette, her direniş hattının aynı kızıllıkta olmadığını da anlamak zor olmasa gerek. Eşyanın tabiatı gereği, her direniş hattı şehri, kendine has özellikler taşıyacaktır, taşımaktadır. Barzani’nin karşı-devrim hattındaki yerine karşılık, Kobanê’nin direniş hattındaki yeri, bu iki hattın karşılıklı durumlarını da ortaya koymaktadır. Aynı zamanda Kobanê örneği, bize direniş hattının gelişim yolu ve dinamikleri hakkında da bilgi vermektedir.

Bölgemizde gelişen direniş, özgürleşme ve sosyalizm temelinde yükselmektedir. Bunun saf bir süreç olması mümkün değildir. Birçok şey iç içedir.

Emperyalist paylaşım savaşı karşısında halkların gelişen direnişi, farklı toplumsal kesimleri de direniş hattının içine katmaktadır.

Bir örnek olarak ele alındığında İstanbul, bu direniş hattında, işçi direnişleri ile yer almamaktadır. Gezi Direnişi, işçi sınıfının potansiyel gücü ile karşılaştırıldığında, tüm olumlu özelliklerine rağmen “çocuk” kalmaktadır. İşçi sınıfının potansiyeli çok daha fazladır. Bu potansiyel, açık bir enerji ile direnişe dönüşmekten biraz olsun uzaktır. Burada örgütlülük geliştikçe, bu potansiyel güç açığa çıkacaktır.

Tüm direniş hattı içinde bir koordinasyon da yoktur. Belki de bugün, bunu istemek, biraz da erken olabilir. Ama bu koordinasyon olmadan, direniş hattının ortak zaferi de şansa bağlı olacaktır.

Bu açıdan İstanbul tarifimiz önem kazanmaktadır. Daha çok işçi sınıfını ve onun gücünü içermektedir. Mücadelenin zaferi ve geleceğinin garantisi, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesine bağlıdır. İstanbul’un önemi de buradan gelmektedir. İstanbul, hem Ortadoğu, hem Kafkaslar, hem de Balkanlar için önemli bir merkezdir.

Direniş hattı, Sovyetler’in yenilgisinin ardından oluşan dünyada, sosyalizm mücadelesinin, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum mücadelesinin, yeniden boy atmasına bağlı olarak da güçlenecektir. Dünyanın herhangi bir yerinde gelişen direniş, doğal olarak bu direniş hattının bileşeni, müttefiki demektir. Ya da tersinden söylersek, bölgemizdeki direniş hattı, kendini dünyada gelişen direnişin bileşeni olarak ele almak zorundadır. İşin doğası budur.

Bu direniş hattı, emperyalizme, her türlü gericiliğe, çeteleşmeye, savaşa karşı, halkların ve işçi sınıfının özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin hattıdır. Bu hatta yer alan şehirlerin, güçlerin ne derece gelişmiş olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Önemli olan, direniş hattının gelişimi, bu gelişimin karakteri ve yayılmasıdır.

Dikkat noktamız, karşı-devrim hattının gelişiminden daha çok, direniş hattının gelişimi ve süreçleri olmalıdır. o

İktidarın gaspına onay verenler ekonomiyi teslim alıyorlar

Eylül ayının sonu, Ekim ayının başında, ekonomi yönetimi açısından Damat Berat’ın yönetiminde sürprizlerle karşılaştık. McKinsey denilen bir şirket, ekonominin yönetimini, tüm bakanlıkların kontrolünü devralmışa benziyordu. Gayet “yerli” ve son derece “milli” olduğu anlaşılan McKinsey ile ilgili açıklamaları, bizzat Damat çocuk yaptı. Ne zaman gülmesi gerektiğini anlayamadığından mı, yoksa kullandığı haplardan mı bilemiyoruz, ağzı kulaklarında, McKinsey “müjdesini” verdi. Damat Berat, bu haber sayesinde, doların ateşinin ineceğini düşünüyordu. Nitekim öyle oldu. Bu arada, birkaç gün öncesinde, elindeki dolarlarını, 6,40 TL’den satan ve sonra 6 TL’den tekrar döviz alanlar kimler ise, işte onlar Berat ve Erdoğan’ın yakın çevresi demek oluyor.

Berat, acaba, ekonomi denilince, bu tip haberler öncesi dolar operasyonları yapmak dışında bir şey anlıyor mudur?

Acaba Halk Bankası’nın gece yarısı döviz sattığı da, sonra hesapları düzeltilen 1700 kişinin dışındaki 5 özel kişi kimdir? Bunların hesapları neden düzeltilmedi? İşte Berat, bir Damat olarak bunları yapmakla meşguldür, bu nedenle de hep gülümsemesi için gerekli tıbbî önlemler alınmıştır.

Şimdi, McKinsey açıklamasının Berat nezdinde ne demek olduğunu böylece anlamış oluyoruz.

McKinsey, elbette Bahçeli için oldukça “yerli ve milli”dir. Bunda da şüphe yoktur. Zaten McKinsey, aslında Türkiye için yeni de değildir.

Ama biz bu gayrı-ciddi olayı anlamak için biraz daha ciddi bir çaba harcayalım.

24 Haziran seçimlerinde ne oldu? Kaldıraç sayfalarında bu konuyu detaylı okumuş olma ihtimaliniz var. Bilindiği gibi, TC devleti, ABD-AB anlaşması, derin NATO operasyonu ile, “rejim” değiştirdi. Parlamenter “demokrasi”nin, demokrasisi hiçbir zaman hayat bulmamıştı. Adı öyle idi. Ve şimdi, demokrasisi zaten olmayan şeyin, parlamentosu da “vitrin”e dönüştürüldü.

Eskiden parlamento bir “tiyatro” idi. Evet, önemli değil idi ama yine bir tiyatronun bir değeri vardır. Gerçek anlamda bir parlamento olmasa da, oymuş gibi görünmek ve gösterilmek zorunda idi.

Hep iç savaşlar yaşamış, hiç olağanüstü hâllerden çıkamamış bir sistem için “demokrasi” zaten anlamsızdır.

Ama artık, parlamento, dükkânın bir vitrinine dönmüştür ve o kadar ki, bu vitrinin dizaynı için bir dirhem özen dahi gösterilmemektedir. Erdoğan, parlamentoyu çoktan gömmüştür. Parlamento, tam anlamı ile işlevsizdir. Sadece isteyene gösterilecek yerdir.

24 Haziran seçimlerinde, halkın sisteme artan güvensizliğini bir miktar tamir etmek için, İnce kullanılmıştır. İnce bir operasyon idi ve görevi, bir yandan Erdoğan’ı bazı pazarlıklara zorlamak, diğer yandan, ki esası budur, sisteme küsmüş geniş kitleleri seçim kanalı ile sisteme yeniden bağlamak idi.

24 Haziran seçimlerinin sonuçları, üç gün önceden ilan edilmişti. Allahın sevdiği kulu, Erdoğan’ın halk tarafından seçilmesine gerek yoktur. Zaten Allah onu seçmiştir. Bir seçilmiş kişinin halk tarafından tekrar seçilmesine gerek olmadığından, önceden sonuçların ilan edilmesi mümkündür.

Burada acaba Erdoğan’ı önceden seçen kimdir?

Bu soru yerindedir.

NATO operasyonu ile 24 Haziran’da Erdoğan, başkan seçilmiş, sistem değiştirilmiştir. Arkasında ABD-AB anlaşması olduğu kesindir.

Erdoğan’a, iktidarı “gasp” etme yetkisi verilmiştir. Erdoğan da bunu yapmıştır. Darbe ise al sana bal gibi bir darbe!

Ama ipler Erdoğan’ın elinde mi?

Daha çok, Erdoğan’ın oturduğu kucakların ipleri ellerine aldığı anlaşılmaktadır. Erdoğan, daha çok etkisiz, daha çok zavallı durumdadır. İktidarı “gasp” ettiği ortada iken, iktidarı kaybetti bile denilebilir.

24 Haziran’da, parlamento tamamen bitti ve miadını doldurdu.

24 Haziran’da seçilen ilk özel başkan ise, kukla olarak şekil buldu.

Yani hem eski sisteme ait parlamento ortadan kalktı, hem de yeni sistemin en önemli gücü, tüm yetkilerini eline almış gücü, bir kuklaya dönüştürülmüş oldu.

Ve bu güçler, hemen hepsi, Saray, Erdoğan, Ergenekon, derin devlet vb, hemen hepsi, gelmekte olan ekonomik krizi daha fazla önleyemeceklerini biliyorlardı.

24 Haziran tarihi böyle seçilmiştir. Bahçeli de, Erdoğan da, bu tarihi bilerek seçmişlerdir. Çünkü, bu sayede, krizden hemen önce, seçimi bitirip, değişikliği yapabileceklerdir. Erdoğan, geleceğini garantiye alma peşinde iken, Bahçeli ve CHP, onun yardımcısı rolünde idi. Ve kriz, 24 Haziran seçimlerine kadar önlenebildi. Dolar baskı altına tutulabildi. Temmuz ve Ağustos aylarında ise, dolar fırladı. Yılbaşında 3,70 TL olan dolar, 7,50’leri gördü.

Dolar yükselişinin öncesinde, faiz, bugünkü düzeyinin yarısının altında idi. Böylece, yükselmiş faiz ve yükselmiş dolar baskısı ile, kriz daha da derinleşmeye başlamıştır.

Türkiye’nin borcu, oldukça yüksek idi. Bu borç, büyük oranda ilk 12 ayda ödenmeli (yarısı kadarı) idi. Ve Türkiye, eskiden %3 ile borç alabilirken, bu yeni durumda %13-17 arasında borç alabilir duruma gelmiştir. Kısacası borcun döndürülmesi (yani, ille de ödenmesi değil, daha fazla borçlanarak da olsa ödenip yenisinin alınmasına olanak sağlanması) mümkün gözükmüyordu. Dövizin %100 arttığı bir ülkede (2017 yılı Ekim ve 2018 yılı Ekim verilerine bakın lütfen. Göreceksiniz ki, dolar %100 artmıştır. 2018 Eylül sonunda 6.00 TL olduğunu düşünerek bu değerlendirme yapılabilir), %15 faizle dolar borçlanmak, geri ödemesi zor olduğundan, Batılı bankalar, yüksek faiz istiyor, garantiler istiyor. Böylece borcun dönmesi denilen şey, gerçekleşmiyor.

Bu borcun üzerine cari açık binmektedir. Ülke ürettiğinden daha fazla ithal etmektedir. Üretim yerine, inşaat ve otoyollarına, gereksiz havalimanlarına vb. ranta yapılan yatırımların orta vadeli sonucu budur.

Bunun üzerine, bir de içeride halkın borçluluğunu eklemeniz gerekir. Daha şimdiden bankalara borçlu insanların evleri bankaların envanterine geçmeye başlamıştır. Kredi kartları ile gelecekteki gelirini harcama yaygındır. Tüketici kredileri oldukça yaygındır.

Bir de bunlara savaşı eklemek gerekir. Hem içeride Kürtlere karşı süren azgın, kirli savaş, hem de Suriye’de içine göbekleme dalınan savaş, ciddi bir bunalım kaynağıdır. Sadece ekonomik olarak bile söyleyecek olsak, bu savaşlar ciddi ekonomik sorunların kaynağıdır.

Tüm bunlar gerçekte krizin ana unsurlarıdır. Ülke ekonomisinin motor gücü hâline getirilmiş olan inşaat sektörü, büyük ölçüde rant kaynağıdır.

Tüm bu krizi, basın aracılığı ile örtmek mümkün idi. Bugüne kadar bu yapıldı. 2017 yılında dolar %25 arttı ve hiçbir şey olmadı. Ama bu kez, biriken ve ertelenen kriz, daha şiddetli gelmektedir.

Erdoğan ve Damat, artık ne alıyorlarsa, onların gözleri bir kriz görmüyor. Onlara sorarsanız, bunların hepsi söylentiden ibarettir. Peki ama bu söylentiler aracılığı ile dolardan dolar kazananlar neden hep sizin etrafınızdadır?

Erdoğan ve Damat, artık ülke ekonomisi diye bir şeyi dert etmiyorlar. Onlar, “sayılı günümüzün kaldığı bu dönemde, ne kadar çok vurgun vurabiliriz” peşindedirler.

Rant ekonomisinin, yağma ekonomisinin, savaş ekonomisinin sonu budur.

McKinsey şirketi, Abdullah Gül döneminde, yine bazı alanlarda “danışmanlık” yapmakta idi. Mesela hazine arazilerinin imara açılması ve inşaat yatırımlarının öne çıkarılması fikrinin “babası” McKinsey şirketidir. Yine aynı McKinsey şirketi, tarımla ilgili, özelleştirmelerle ilgili öneriler geliştirmiştir. Cargill’in attığı her adımın, ekonomi politikasının ilk önereni McKinsey firmasıdır. AK Parti döneminde gerçekleşen 65 milyar dolarlık özelleştirmenin ilk önerisi McKinsey firmasından gelmektedir. Şehirlerdeki AVM denilen yapıların da fikir babası McKinsey firmasıdır. Kısacası, aslında McKinsey için Türkiye yeni bir yer değildir.

İşte Damat Berat, bu McKinsey firması ile anlaşıldığını, tüm ekonominin denetiminin McKinsey firmasına verildiğini duyurdu. Doların 6.00 TL’ye düşmesinde, Rahip’in serbest bırakılacağı haberi ile McKinsey ile anlaşıldığı haberi etkili olmuştur.

Peki ama neden böyle bir yol aranıyor?

Batı ya da borç vermiş olanlar, alacaklarını garanti altına almak istiyor. Bu nedenle, çeşitli düzenlemeler yapmaya çalışıyorlar.

İster IMF ile anlaşılmış olsun, ister McKinsey şirketi ile, ister eski Duyun-i Umumiye olsun, tümünde ana unsurlardan ilki, alacaklıların alacaklarını garantilemektir. Alacaklılar, bunu bir “heyet”e devrediyorlar. Bir çeşit “kayyum” gibidir. McKinsey firması gerçekte bir çeşit kayyumdur. Öncelikle borçların ödenebilmesi için, nereden “tasarruf” yapılacağına bakarlar. Mesela dışişleri bakanlığında, bundan böyle tuvalet kâğıdı kullanılmayacak, buradan gelen 100 TL, x şirketin borcunun ödenmesinde kullanılacak gibi. Ya da yerel seçimlerde, hazine partilere para yardımı yapmayacak ya da mesela işçilerin ücretleri hiçbir biçimde artırılmayacak ya da bundan böyle nefes alan herkesten ilave vergi alınacak vb. İşte bu kurumların kayyumlukları da böyledir.

IMF, McKinsey veya Duyun-i Umumiye, hemen hemen aynı mantıkla çalışırlar. Elbette farkları vardır. Mesela McKinsey firması kredi vermez.

Almanya’nın Erdoğan ve Saray’a, IMF’yi önerdiği söyleniyor. Almanya, IMF önerisini, kendi ekonomik çıkarları açısından Türkiye’de istikrar önemli görüşüne dayandırmaktadır. Gerçekten de Türkiye’deki yabancı sermaye yatırımları içinde AB ülkelerinin özellikle Almanya ve Fransa’nın büyük payı vardır. Siyasal alanı (yani ordu, polis, partiler, yargı vb. tüm devlet bürokrasisini kastediyoruz) ABD denetiminde iken, ABD’nin ekonomide bir ağırlığı yoktur. Bu nedenle Almanya’nın IMF önerisi, ABD’den gelmiyor. Zira tüm bu krizin içinde, sermayenin el değiştirmesi süreci de yaşanıyor. Bu sermayenin el değiştirme süreci ile, emperyalistler arasındaki dünyayı paylaşım savaşımının bağını da kurun lütfen.

Bildiğimiz kadarı ile, Saray, Damat, Erdoğan vb. ekibi ile IMF’ye gitmişlerdir bile. Ama bu yoklamada IMF, işin başına Kemal Derviş gibi birinin getirilmesini şart koşmuştur. Bu durum, Damat’ın tasfiyesi demek olacağından, Saray ve Erdoğan, bu karara karşı çıkmıştır.

İşte Damat’ı bertaraf etmeden, IMF gibi bir kayyum atamasını nasıl yapacaklarını arayanlar, McKinsey ile anlaşma yolunu tutmuşlardır. McKinsey aslında bu alanda birçok ülkede iş yapmaktadır. Paraguay ekonomisi olduğu gibi McKinsey firmasının kontrolündedir ve ülkeyi soyup soğana çevirmektedir. Türkiye’de özelleştirme politikalarının danışmanlığını yapmıştır ve durum biliniyor.

Saray, McKinsey firmasını, kolaylıkla rüşvet yedirebilme garantisi olduğu için seçmektedir. Ve McKinsey firması, sıradan bir danışman değildir. Tüm detaylara hakim bir denetçidir de.

Tam Eylül’ün sonunda, Ekim ayının başında, McKinsey firması ile anlaşma deklare edildi, Damat’ın ağzından kelimeler döküldü, Saray basını hemen “dolar düşüyor”, “kriz söylentidir” manşetlerini atmıştı ki, bu işin ne kadar “yerli” ve ne kadar “milli” olduğu Bahçeli tarafından açıklanacakken, aniden, durum değişti ve Erdoğan, böyle bir şey yok, “tüm bakan arkadaşlarıma söyledim, danışmayın” deyiverdi.

Ama bu ne demek? McKinsey firması ile anlaşma mı iptal edildi? Yoksa, anlaşma hâlâ geçerli, McKinsey firması danışman ve denetçi olacak, bunun ücretini alacak, ama Erdoğan’ın Bakan arkadaşları inadına ona danışmayacak mı? Burası muammadır. Bu durum da, TC devletinin Saray Rejimi’nin iş yapma tarzıdır.

Oysa, açık olarak şöyle denilmeli idi: McKinsey firması ile anlaşma iptal edilmiştir. McKinsey firmasına tazminat olarak şu kadar ödeme yapılmıştır.

Oysa Erdoğan’ın söylediklerinden anlaşılan, “Bakan arkadaşlarıma söyledim, danışılmasın”, bu anlama gelmiyor.

Damat tarafından kandırılmış bir Erdoğan portresi midir bu?

Yoksa, gelişen homurdanmaları örtmek için mi yapılmıştır? Yoksa Damat, hiç böyle bir anlaşma olmadığı hâlde, bu şirketle bir anlaşma yaptığını ilan ederek Rahip’in bırakılacak olmasına ilave, doları düşürmek için bir etken daha mı devreye sokmuştur?

McKinsey “yerli ve milli” midir? Çıkış yolu devrimdir

McKinsey adlı firma, son günlerde ülkenin gündeminde. Zira, ancak, McKinsey ile anlaşma imzalandıktan sonra, yani ekonominin tüm kontrolü, Erdoğan’ın Saray Rejimi’nin 24 Haziran zaferini sağlayanlara teslim edildikten sonra, ancak ondan sonra, TL’deki değer kaybı durmuştur. O da şimdilik.

Demek ki, McKinsey, konuşulmaya değerdir.

Bilindiği gibi, yerli ve milli bir ittifak ve Erdoğan’ın ağzından dile getirilen, yerli ve milli politikalar var. McKinsey, bu “yerli ve milli” politikalara tam anlamı ile uyumludur.

Damat, bir gün çıkıp, McKinsey firması ile, tüm ekonominin denetlenmesi ve yönlendirilmesi üzerine anlaştıklarını ilan etti.

Yani, uluslararası sermaye, borçların, yani uluslararası şirketlerinin alacaklarının, ödeneceğini garanti altına almak istiyordu. Bunun yollarından biri IMF idi. IMF, bir ekonomi bakanı, Kemal Derviş gibi bir ismi şart koşunca, bu durum “The Damat”ın koltuğundan olması anlamına gelecekti. Bu nedenle IMF ile anlaşma, “yerli ve milli” politikalara uygun bulunmadı. Ve ardından The Damat, kalktı ve McKinsey ile anlaşmaya varıldığını ilan etti

Normalde, merak konusu olmalıdır!

Anlaşmanın içinde ne var? Anlaşmanın tam metni neden açık değil? Uluslararası finans şirketlerinin her detayını bildiği anlaşma, neden halktan gizlenmektedir?

Gerçekten de McKinsey anlaşmasına, Rahip’in iadesi de eklenince doların ateşi düştü. 2018 yılı başında 3,70 TL olan dolar, 5,70’lerde durmaya başladı. Bu yaklaşık %54 devalüasyon demektir, ki henüz yıl sonu kurunu bilmiyoruz. Ama Saray medyası, McKinsey anlaşmasını şiddetle alkışladı ve doların düştüğünü ilan etti. Gerçekten de dolar, 6,70’leri geçmişti ve 5.70’lere geriledi. Bunu düşüş ilan etmek, Yiğit Bulut tarzı jöleli kafaların rahatlıkla yapabileceği bir şeydir ve Saray basını, bunlarla doludur.

Ama bu arada bazı eleştiriler geldi. McKinsey anlaşmasının tartışmalara sahne olması üzerine, The Damat, bunu eleştirenler ya cahildir ya da vatan hainidir, dedi.

Ve ardından, The Damat’ın kayınpederi, Erdoğan, McKinsey’e hiçbir bakanın danışmayacağını ilan etti.

İlginç olan da bu. The Damat ile Erdoğan arasındaki çelişik duruma dikkat çekmek istemiyoruz. Sadece anlaşmanın iptal edilip edilmediğini öğrenmek istiyoruz. Dikkat noktamız da burası.

BBC Türkçe, konu ile ilgili bir haber yaptı. McKinsey şirketinin yetkililerine sorular sordu ve anlaşmanın devam edip etmediğini öğrenmek istedi. Bunun üzerine McKinsey yetkilisi “müşterilerimiz hakkında konuşamayız” dedi ve burada müşterilerimiz sözü, anlaşmanın hâlâ devam ettiği anlamına mı geliyordu sorusu daha da ağırlık kazandı.

Acaba anlaşma iptal edilmedi mi?

Edilmedi ise, Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a yardımcı olmak için mi, “anlaşma iptal edildi, şimdi sıra uçakta” dedi? Acaba Akşener, anlaşma iptal edildiği için Erdoğan’a yalandan mı teşekkür etti?

Anlaşma iptal edilmedi ise, Erdoğan’ın “danışmayın” emri, parasını ödeyelim ama siz danışmayın anlamına mı geliyor?

Acaba anlaşmanın içeriğinde ne var?

Acaba, anlaşmanın tam metni devlet tarafından açıklanmak zorunda değil mi?

Bu durumda, McKinsey IMF’den çok daha kötü değil mi?

Saray Rejimi, her zamanki hilelerine başvuruyor. Saray’da oyun bitmez! Saray, şimdi, IMF yerine, IMF’nin “milli”si diye McKinsey firmasını mı ilan edecek?

Ve ortaya çıktı ki, McKinsey denilen firma, 2003 yılında özelleştirme, inşaat sektörünün geliştirilmesi, hazine arazilerinin imara açılması, tarım politikaları ile tarımın yok edilmesi politikalarının da mimarıdır. Yani yeni değildir.

Gelin görün ki, iş bu kadar da değil.

McKinsey, 2017 yılında, yani seçimden bir yıldan fazla zaman önce, “yerli ve milli” ittifak ilan edilirken, Türkiye Varlık Fonu’nun denetimini de ele almış. Bakanlık, tüm verilerin McKinsey firmasına gönderilmesini talep etmiş.

Demek ki, McKinsey, uzun süredir, zaten bu ülkede, sadece son kriz ile birlikte, tüm ekonominin denetimini ele aldı. Borçların geri ödenmesinin garanti altına alınması, öyle sıradan bir konu değildir. Batılı finans şirketleri, bunu The Damat’a emanet edemezler. Ve nitekim etmediler de.

Artık The Damat, orada sürekli gülmesi gereken bir çocuk kuklasıdır.

TC devleti, artık, önemli kurumlarının başında birer kuklanın yer aldığı, çeteleşen bir devlettir. Saray Rejimi, bu açıdan tüm Batı’nın ortak desteği ile ayakta durmaktadır ve varlığı, Batılı emperyalist güçlerin paylaşım savaşımının ihtiyaçlarına bağlanmıştır. Şimdilik, borçların geri ödenmesi bu güçlerin ortak çıkarlarının başındadır.

Ekonomik krizin faturası ise, halka yüklenecektir.

Burjuva devletler, hep bunu yaparlar. Sömürge olan burjuva devletlerde bu işi yapma, yani ekonomik krizin faturasını halklara yükleme, uluslararası kurumların denetiminde olur. Bugün de bu olmaktadır.

Kriz, daha hayatın her alanında yeni yeni hissedilmektedir. İşsizlik, konkordato ilan eden şirketlerle birlikte artmaktadır. Önemli ölçüde, şirketler eleman çıkarmış, çalışanların işine son vermiştir. İşsizliğin, Kasım ve Aralık aylarında daha da artacağı kesindir. Bu koşullarda, inşaat sektörünün korunması, Saray ve çevresinin rant üzerine kurulu sisteminin devam ettirilmesi isteği, daha da ağır sonuçlar doğuracaktır. İnşaat alanında yüzbinlerce işçi işini kaybetmiştir. Ve otomobil alanında da, metal sektörünün hemen tümünde de durum böyledir. Otomobil başta olmak üzere inşaat dışı endüstriyel alanlarda işçi çıkarma, daha kitlesel olacaktır. İnşaat alanında bin kişinin işini kaybetmesi, işyerlerinin dağınıklığı nedeni ile daha az göze batarken, metal ve otomobil alanında bu daha hissedilir bir süreç olacaktır.

Artan işsizlik, aynı zamanda işçi ücretlerinin daha düşük miktarda, enflasyonun altında artması için bir baskı aracına dönüşmektedir. Devlet, açıktan, işsizlik ve enflasyon rakamlarını gizlemektedir. Ocak ayından başlayarak ise, hayat pahalılığı ve işsizlik gerçek anlamda ağırlığını hissettirecektir.

Ve bunların üzerine vergiler, işçilerden yapılan kesintiler eklenecektir.

Tüm bu koşullarda, işçilerin, krizin faturasını ödemeyi reddetmesi, elbette en doğru, en gerçekçi, en adil olan çözümdür. Ama durumun böyle olmasının tek şartı vardır: Örgütlü ve devrimci bir işçi sınıfı. Kısacası daha yoğun bir mücadeleye hazır olma durumu. Bunu başarabildiği ölçüde işçi sınıfı, kriz sürecinde kayıplarını azaltabilecektir.

İçinde yaşadığımız sistem, kapitalizmdir. Türkiye, bu kapitalist dünyada, paylaşım masasına yatırılmış bir ortak sömürgedir. ABD ve AB arasında süren paylaşım savaşının ortasındadır. Bu koşullarda, krizin faturasının işçi ve emekçiler tarafından ödenmemesinin tek yolu, devrimci bir işçi örgütlenmesidir. Gerçek budur.

AK Parti’nin ünlü milletvekillerinden Şamil Tayyar, bir röportajında, açıkça, “AK Parti bir karşı devrim partisidir” açıklamasında bulunmuştur. Yerindedir ve doğrudur. 12 Eylül rejiminin günümüze, bugüne uyarlanmış devamıdır. Saray Rejimi, tam olarak budur.

12 Eylül rejimi, işçi sınıfına ve devrime karşı bir saldırı rejimidir. 12 Eylül’ün eksik bıraktıklarını, AK Parti projesi ile, yapmaya devam etmişlerdir. 2003 yılında hız kazanan özelleştirme, işçi sınıfına saldırının bir başka noktasıdır. Özelleştirme, aynı zamanda taşeron sisteminin geliştirilmesinin de temelidir.

Bugün, Saray Rejimi, parlamentoyu tamamen ortadan kaldırmıştır. AK Parti, CHP, MHP diye partiler yok hükmündedir. Bunların parti diye anılmaları, kelimenin gerçek anlamında yanlıştır, geçersizdir. Ortada Saray Rejimi vardır. Saray Rejimi, ekonomi politikasını olduğu gibi uluslararası sermayenin kontrolü altında McKinsey’e devretmiştir. İçişleri Bakanlığı özel savaş güçlerinin ve çetelerin elindedir. Dışişleri Bakanlığı çetelerin ve NATO’nun denetimindedir. Saray Rejimi, son değişikliklerle tüm bunları “kurumlaştırma” yoluna girmiştir. Bu baştan aşağıya bir çeteleşme sürecidir.

Bu çeteleşen Saray Rejimi, tam anlamı ile işçi ve emekçilerin, devrimcilerin ve özgürlük talebinde bulunan her muhalifin karşısında bir “karşı-devrim” aparatıdır.

Krizin faturasını emekçilere yükleme yolu, sadece bir ekonomik yol değildir. Aynı zamanda, siyasal bir yoldur. Hukukun burjuva egemenliğe göre şekillendiğini zaten hep biliriz. Bugün, bu konuda oldukça ileri gitmişlerdir ve hukuk tam bir iç savaş hukuku hâline getirilmiştir. Yargı, polis gücünün uzantısı hâline getirilmiştir. Bu koşullarda ekonomik krizin faturasını halkın sırtına bindirme süreci, aynı zamanda daha çok baskı ve daha çok şiddet sürecidir de.

Demek ki, ekonomik baskı tek başına değildir. İşçi ve emekçiler, her açıdan bir baskı ile, bu ekonomik yükü kaldırmaya “ikna” edilmek istenmektedir. Açlığa, işsizliğe, çaresizliğe “ikna” edilmek, baskı dışında bir yolla mümkün değildir.

McKinsey tam da bu anlamda “yerli ve milli”dir.

Bunların yerli ve millisi de budur.

Bu nedenle, önümüz kavga yeridir.

İşçi ve emekçiler, gerçekten açlığa, işsizliğe, yoksulluğa, onurlarının ayaklar altına alınmasına, emeklerinin daha da büyük oranda gasp edilmesine, haklarının daha da fazla tırpanlanmasına razı olmayacaklarsa, krizin faturasını ödememe konusunda ciddi iseler, büyük bir hızla, açıkça devrimci mücadeleye yönelerek örgütlenmek zorundadırlar.

Bankalara, büyük şirketlere el koymak üzere, işçi sınıfı kendini iktidara hazırlamak zorundadır. Devrim ve sosyalizm dışında bir çıkış yolu yoktur.

Mücadele, bugün, bu gerçeği açıkça görmekten, anlamaktan, kabul etmekten geçmektedir.

Demokratik ve ekonomik hakları korumak ve kazanmak, seçimlere bağlı değildir. Sandıklar, açık olarak sistem tarafından gömülmüştür. Demokratik mücadele, daha çok sokaklarda, fabrikalarda, okullarda, tarlalarda, meydanlarda yürüyecektir. İşçi sınıfı, böylesi bir kurtuluş ve özgürlük mücadelesinin öncü gücüdür. Bu öncülük, ancak devrimcileşmiş işçi sınıfının, örgütlü işçi sınıfının yerine getirebileceği bir görevdir. o

Eğitim sistemi Görünenin arkası

Eğitim sistemi her açıdan “çarpıcı” bir süreç geçiriyor. “Çarpıcı”, çünkü, hemen her açıdan fakirleşiyor. Belki de bu “fakirleşme” terimi de işi anlatmaya yetmiyor.

2017-18 öğretim yılında, adına örgün öğretim denilen MEB sistemi içinde, yani ilkokuldan başlayarak, lise sona kadar, 18 milyonu aşkın genç eğitim görüyordu. Bugün bu rakamın, biraz daha arttığını düşünebiliriz.

Aynı dönemde, üniversitede eğitim görenlerin sayısı ise, 7,5 milyon kişiye yaklaşıyor. Üniversite denilince, iki yıllık yüksekokullar da içindedir.

Elbette, biz, bu istatistikleri gördüğümüzde, hemen, ne kadar “özel okul” var diye sorarız. Yaklaşık 1990’ların ortalarına kadar, “vakıf” okulları dışında, pek özel okul yoktu. Kolej diye anılan, Robert Koleji, Amerikan Koleji, Alman Lisesi, Saint Benoit, Saint-Joseph, Işık Okulları vb. az sayıda özel okul vardı. Ama Bedrettin Dalan’ın İstek Okulu, özel okullar sürecinin “yeni” gelişiminin başlangıcı oldu. Dalan, belediye başkanı olduğu dönemde, İstanbul’un çeşitli yerlerindeki arazileri kapatarak, İstek Vakfı’nı ve okullarını oluşturdu.

Bu özel okulları getiren süreç, gerçekte, ÖSS diye anılan, üniversite seçme sınavına dayalı sistemin “zorunlu kıldığı” dershanelerdir. Dershaneler, esas atağını, 12 Eylül sonrasında yaptı. Üniversiteye girme yarışı, dershanelerin gelişimini körüklerken, dershaneler, okullardan daha iyi “eğitim” verebilir hâle geldiler. Okullarda verilen “ders” ile sınavları kazanamayacağını düşünen veliler, çocuklarını dershanelere vermek için, akıl almaz paralar ödediler. Sistemi sorgulamak yerine, bireysel, sadece kendi çocukları için çözüm aradılar. Üniversiteye girme, 1980’li yıllarda, ilk 100 bin kişiden biri olabilme ayrıcalığı, dershanelerde büyük çaplı para ödemeyi gerektiriyordu.

Dershane sahipleri, daha iyi kâr eden bu sistemi daha da geliştirmek üzere, devlet okullarındaki en iyi öğretmenleri, daha yüksek ücretlerle, dershanelere aldılar. Bu durum, yumurta-tavuk döngüsündeki gibi, okullarda eğitimin “kalitesi”ni daha da düşürdü. Bu durum ise, dershanelere olan ihtiyacı daha da artırdı. Bu kez, sadece lise son öğrencileri için değil, liseye paralel olacak şekilde, lise birden başlayarak çalışan dershaneler oluştu. Eğitim, giderek yarım günlük programlara sığdırıldı. Çünkü kalan yarım günde dershaneye gitmeleri gerekiyordu.

Dershaneler, okulların yerini almıştı.

Gülen hareketi, bugünlerde FETÖ olarak anılan ve adını devletin verdiği, isim babasının devlet olduğu bir terör örgütü, işte bu dershaneler içinde, hem para kazandı, hem de örgütlendi. FEM, Işık Dershaneleri, Zirve, Anafen bu dershanelerin en meşhurlarındandır. Ve Gülen’e bağlı, şubeleri ile birlikte 900’e yakın dershane oluşmuştu. 2015 yılı rakamları bu yöndedir. Ve bu dershanelerde, 600 bini aşkın öğrenci “eğitim” alıyordu. Bu öğrencilerin bir bölümü ise yatılı idi. Etüt abileri, Gülen teşkilâtının “abilik” sisteminin temelini oluşturmuştur ve bugün AK Parti’deki de bundan çok farklı değildir.

Demek ki, dershaneler öyle bir boyuta gelmişti ki, bunca “Gülenci” dershaneyi içinde barındırabilmekte idi.

Tekrar söylüyorum, yarım gün üzerinden ikili müfredatın temel nedeni, dershaneler meselesidir. Bu da eğitimin nasıl bir rant alanı hâline geldiğinin göstergesidir.

Deniz Adalı’nın çok haklı olarak vurguladığı gibi, kapitalist sistem, eğitim, sağlık, ulaşım ve konut işlerini, giderek bozar, bunları çekilmez alanlar hâline, çözülmez sorunlar hâline getirir ve bu yolla bir rant alanına dönüştürür. Bu rantlaştırma, sorunu daha da büyütür ve bu da yeni rantlar yaratır.

Dershaneleri iyi anlarsak, özel okullaşma meselesini de anlayabiliriz. Özel okullaşma, 1990’ların ortalarında başlıyor. Ülkenin yakın döneme kadar, kârlılığın en yüksek olduğu iki sektöründen biri eğitim, diğeri ise sağlıktır. İnşaat, enerji, iletişim-ulaşım da onları takip etmektedir. Bunlar rant alanları olarak örgütlenmişlerdir.

Bugün, özel okullar (ilkokul-ortaokul olarak), yaklaşık 1.300.000 öğrencinin “eğitim” aldığı kurumlardır. Bunlara ana okullarını eklemeniz gerekir. Üniversitelerin özel olanlarında ise, 590 bine yakın öğrenci vardır.

Ama iş bununla sınırlı değildir.

İsmail Saymaz, Kimsesizler Cumhuriyeti adlı, son derece ilgi çekici, son derece düşündürücü kitabında, yurtlarla ilgili, tarikatlarla ilgili, bu yurtlarda yaşanan özellikle cinsel saldırı ve sapıklıklarla ilgili bilgiler vermektedir. Aslında hepimizin son yıllarda tanık olduğu bu olayları, bir arada okumak faydalı olacaktır.

Saymaz, Kredi Yurtlar Kurumu’na ait 738 yurt olduğunu söylüyor (bkz, İ. Saymaz, Kimsesizler Cumhuriyeti, s. 14) ve hemen ardından ekliyor: “Buna karşı 3964 özel yurt bulunuyor. Bu yurtlardan 2267’si ortaöğretim, 1197’si ise yüksek öğretim alanında çalışıyor. Orta öğretim yurtlarının 2153’ü derneklere, 65’i vakıflara; yükseköğretimdekilerin 343’ü derneklere, 113’ü vakıflara ait.”

Yani tarikatlara ait.

Devam ediyor: “Dernek ve vakıflara ait yurtların çoğu dini gruplar tarafından işletiliyor. Eğitimde dini yoğunlaşmanın iki gerekçesinden biri, ekonomik gelir, diğeri de örgütlenme olanağı.” (age s. 15).

Saymaz, çalışmasında, Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Prof. Dr Esergül Balcı’nın araştırmasına atıfta bulunarak, ülkede 800’ün üzerinde “medrese” bulunduğunu ve bu medreselere üç yaşına kadar çocuk kaydedildiğini, tarikatların elinden 1 milyon çocuğun geçtiğini söylüyor.

Görüldüğü gibi, “koyunun” etinden, sütünden, yününden “yararlanma” felsefesi, eğitim sistemi içinde bir hayli gelişkin durumdadır.

Öyle bir rant alanıdır ki bu;

1- Çocukları şekillendirmek için müthiş bir olanaktır,

2- Bu işten yüksek rantlar elde etmek mümkündür,

3- Elbette bu çocukları çeşitli ihtiyaçlar (başta cinsellik olmak üzere) için kullanmak mümkündür.

Bizim dikkat noktamız ise, bu pislik hâline getirilmiş olan eğitim alanının, aslında gerçekte ne için organize edildiğidir.

Eğitimin esas işlevi, düzene uygun kafalar yetiştirmektir. Görünenin arkasındaki gerçek budur. Harun Karadeniz’in “düzene uygun kafalar” vurgusu, yerindedir, sadece daha da ileri bir boyuttadır.

Zorunlu eğitim, kapitalist sistemle birlikte gelişmiştir. Zorunlu eğitim, sistem için, kapitalist sömürü sistemini yönetebilmek için, yönetim işini daha “verimli ve sorunsuz” hâle getirmek için geliştirilmiştir. Elbette, sanayinin ihtiyaç duyduğu “okuma yazma bilen” insanlar yetiştirmenin bazı sorunlar yaratması mümkündür. Öyle de olmuştur. Hesap sorma, rakamları anlama, söylenenlerin ardındaki gerçeği ortaya çıkarma gibi “zararlı” yönleri olsa da, zorunlu eğitim, tüm nüfusu, kapitalist sistemin ihtiyaçlarına göre şekillendirme girişimidir.

Sömürge ülkelerde, bizim gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde, bu şekillendirme sürecinin içine, uluslararası sermaye de girmektedir. Sömürge olmayı kabullenmek, buna uygun bir kişilik oluşturmak, sadece “milli” eğitim politikalarının inisiyatifine bırakılamaz. İşte bu sömürgeleştirme, insanın ruhunu teslim alma politikaları, işin içine, din eğitiminin de girmesini, ülkenin durumuna uygun tarzda geliştirilmesini gerektirmektedir. Bizim ülkemizde olan da budur.

Bu tarikatlar, bir yandan para ile bağlıdır. Din, ticarileşmiş, piyasa ekonomisinin bir uzantısı hâline sokulmuştur. Buna uygun olarak da bu tarikatların içine uluslararası güçler, denetimi ele alacak tarzda girmişlerdir. ABD emperyalizminin, bölgemizde çok iyi bilinen “yeşil kuşak” projesi, sadece NATO’ya bağlı gladio türü özel savaş güçlerinin organizasyonu demek değildir. 12 Eylül ile birlikte şahlanan tarikatların bu gladio örgütlenmesi ile bağlı olduğu açıktır. Tarikatlara bir de bu gözle bakmak gerekir. Erdoğan’ın dindar bir nesil yetiştirme projesi, Gülen’in “altın nesil” yetiştirme projesi, ünlü yeşil kuşak projesinden bağımsız değildir.

Eğitimin piyasa ekonomisi kuralları ile düzenlenmesi, sadece özel okulların gelişimi demek de değildir. Bu aynı zamanda “rekabeti” tek enerji kaynağı, hayata tutunmanın tek yolu olarak gören nesiller yetiştirmenin de yoludur.

Düşünmeyen, sorgulamayan, itaat eden gençlerin yetiştirilmesi, eğitim sisteminin, MEB’e bağlı okulların da, özel okulların da, dinî eğitim veren kurumların da temel amacıdır. Bir yandan korkunç bir kâr kaynağıdır, bir yandan da itaatkâr bir nesil yetiştirmenin kaynağıdır.

Binlerce insanı, milyonlarca insanı, sistemin ihtiyaç duyduğu tarzda şekillendirmenin ana yolu budur.

1980 öncesinde var olan “özel okullar” ya da kolejler, aslında yönetici sınıf için kadrolar yetiştirme işi ile meşgul idi. Bugünün özel okulları ise, yabancı dil bilen ve uluslararası sermayenin isteklerine göre şekillenen, onlara hizmet edecek tarzda yetiştirilen bir yeni nesil yetiştirmek içindir. Bunun dışında kalan milyonlarca parasız ailenin çocukları için ise, en itaatkâr sistem, dinî eğitimdir.

Eğitim sistemi, soru sormayı, öğrenme hevesini, öğrenmekten doğan enerjiyi, insanın merak etme hâlini ve eğilimlerini kontrol altına almak için organize edilmektedir. Tüm metotlar bunun üzerine kuruludur. Eğitim sistemi, aklı kullamayı, öğrenmeyi geliştirmeyi, kendine güvenin gelişimini engellemek üzere geliştirilmektedir. Bir nevî, “terbiye” etme çarkıdır. Bu çarkın başarısı, en başta öğretmenin vasıfsızlandırılması ile mümkündür. Vasıfsızlaştırılmış öğretmen, eğitim çarkının bir girdisidir. Bir konuyu, bir süreci, bir işi öğretmeyi değil, sistemin istediği tarzda bir kişilik yaratmayı hedeflemektedir. Bunun için öğretmenin de vasıfsızlandırılması gereklidir.

Öğrenci bu eğitim sisteminin bir öznesi değildir. Öğrenci, sonunda paketlenecek tarzda bu çarktan çıkacak, bu bant üretiminden çıkacak bir mamüldür. Pazara sunulmak üzere eğitilmektedir ve eğitim, şekil almak demektir.

Öğrenci, bir insan, bir toplumsal varlık olarak ele alınmaz. Onun merak, öğrenme vb. dürtüleri kontrol edilerek, ihtiyaca uygun hâle getirilmesi sağlanmaktadır. Köleleştiricidir. Köleleşmesi için eğitilmektedir. Tüm ödül ve ceza sistemi bunun üzerine kuruludur. Öğretmenin yöntemlerinden, sınav ve not sistemine kadar her şey buna uygun organize edilmektedir. Eğitim aracılığı ile, toplumun sınıfsal yapısı yeniden üretilmektedir. Ve bunlar yapılırken, öğrencinin soru sorma, hak arama, haksızlıklara karşı çıkma, paylaşma, çözüm arama, doğru analiz yapma yetenekleri de yok edilmektedir. Böylece sistem, bir bütün olarak devam etme sürecini sağlama almaya, garantiye almaya çalışmaktadır. Yönetenler, kendilerinin daha rahat yönetebilmesi için gerekli olan “insan”ı üretmektedirler.

Görünenin arkasında var olan budur.

Bu sadece AK Partili iktidarlara ait bir politika değildir. 12 Eylül ve onun doğrudan ürünü olan Erdoğan ve onun sarayının politikaları, günümüz şartlarına uygun tarzda, bu amacı yerine getirmek üzere geliştirilmiş politikalardır. Bu politikalar, uluslararası sermayenin ve içeride burjuva iktidarın isteklerinin ürünüdür. Elbette, her iktidar, bu arada doğan büyük ranttan payını almaktadır.

Eğitimin bilimsellikten uzaklaşması, özgürleştirici değil de köleleştirici hâle getirilmesi, bu görünenin arkasındaki ana gerçekliğin, sisteme uygun kafalar yetiştirme isteğinin sonuçlarıdır. Tüm eğitim sistemin öznesi, öğrenciler veya öğretmenler değildir, öznesi, uluslararası sermaye ve onların yerli ortaklarıdır. Kararları onlar verirler. Onlara gerekli olan öğretmen, bu amaca uygun tarzda yine bu sistemin içinde yetiştirilir. En sıradan gerçeklerden habersiz, topluma yabancı, kendine güveni kırılmış, merakı ve öğrenme heyecanı yok edilmiş, söyleneni anlama ve yapma yeteneği yüklenmiş, sosyalleşememiş bir nesil yetiştirmektedirler. Ve her şeyi buna uygun düzenlemektedirler. Bunun için, uluslararası alanda faaliyet gösteren, özel vakıfları vardır. Bu vakıflar, çoğunlukla Rockefeller gibi büyük sermaye grupları tarafından organize edilmektedir. Ve elbette bunların, ülkemizde de uzantıları vardır. karar vericiler, düzenleyiciler bunlardır.

Resmi böyle koyunca, eğitim sisteminin sadece bir yönüne karşı çıkmanın yeterli olmayacağı ortaya çıkacaktır. Giderek pisleşen, çirkinleşen, çürüyen bu eğitim sistemini toptan reddetmek, özgür ve bilimsel bir eğitimden yana olmak gereklidir. Bu mücadele, tüm sistemi değiştirme, kendi kaderini eline alma, insanlaşma mücadelesidir. Bu mücadele, işçi sınıfının sömürüye son verme mücadelesinin bir parçasıdır.

Erdoğan’ın Almanya ziyareti Kırmızı halı, karanlık pazarlıklar

Erdoğan, Almanya’da, kırmızı halı ile karşılandı. Böyle bir manşet, Saray medyasına yeter mi? Sanıyorum yetmez. Cihan lideri, pardon Cihan Padişahı Erdoğan efendimizin zaten kırmızı halı olmadan karşılanması mümkün müdür? Almanya, sen de kimsin ki, Erdoğan’ı kırmızı halı ile karşılamayacaksın?

Almanlar çok düşünmemiş olmalılar. Kırmızı halıyı sermeye razı olmuşlar. Alacaklarını aldıklarını düşününce, Erdoğan’ı şişirmenin, hiç de sorun olmadığına karar verdiler. Serdiler kırmızı halıyı, küçük övücü sözleri de ihmal etmediler. Görüntü güzel, ama arkası Erdoğan için rezalet olsa gerek.

Saray medyası yazmaz ama Erdoğan, son dönemlerde değil sadece, bu tarzda itilip kalkılmaya alışıktır.

Amerikalılar için “eğilip bükülmesi kolay, belkemiği olmayan adam” ünvanları ile anılıyor kendisi. İster başına fes koy, ister çuval. İsrail için nişan verilecek kişidir ve nişanı teatral yeteneğinine vermedikleri kesindir. İsrail için “ver parayı, al Saray’ı” Erdoğan’a bakışı özetler. İngiltere için “dinin en rahat evrilip çevrileceği bir lider”dir Erdoğan. İçeride ise kendisini aldatmayan kalmadı. FETÖ adı takılan (bir örgüte, ilk kez TC devleti, kendisi isim takmıştır. Kendileri ise “hizmet hareketi” demektedir. Normal olanı, devletin, Hizmet Hareketi bir terör örgütüdür demesidir. Oysa TC devleti, bir örgütün isim babası olmuş, ona FETÖ demiştir.) örgüt tarafından aldatılmış ve sonuna kadar kullanılmıştır.

Öyle anlaşılıyor, Erdoğan’a kırmızı halıyı serdin mi, gerisi kolaydır. Biraz onurunu okşayacaksın, biraz pohpohlayacaksın, gerisi kolaydır. Almanlar bunu keşfetmiş olmalılar. Erdoğan’ı izleyen Saray medyası, Erdoğan’ın ne kadar övüldüğünü anlatmaktan başka, somut, bu ziyaretle ilgili bir haber vermemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan’ın dar çevresi de böyle kişilerden, kendini pohpohlayan, sürekli “padişahım efendimiz” diye yaltaklanan kişilerden oluşuyor. Böylece Erdoğan’a istediklerini yaptırma şansı elde ediyorlar.

Almanya ziyareti bunların sahnelendiği bir ziyaret oldu.

1- Merkel ile görüşmenin yolu, Merkel’e “Nazi” benzetmesi yapmaktan geçiyormuş. Erdoğan, kendisine Nazi benzetmesi yaptı ve sonunda iki lider, bir araya geldiler. İsterseniz buna Erdoğan’ın başarısı diyebilirsiniz. Ama demeden, resmin tümünü bir görelim.

Merkel, sadece Erdoğan onuruna verilen yemeğe katılmamıştır. Böylece, kendisini zora sokan Alman kamuoyu tepkisini biraz olsun rahatlatmak istemiştir. Yani Merkel, kendisine Nazi diyen Erdoğan’ı kabul etmiş ama yemeğine gitmemiştir.

2- Almanya, Erdoğan’ın isteklerinin bir bölümünü kabul etmiştir. Gösteri bölümü önemlidir. Erdoğan, işin havasındadır, görüntü kısmındadır. Ver havayı, al parayı. Erdoğan’a havayı verdiniz mi, mutlaka size satacak bir şey bulur, mutlaka size verecek bir ihale çıkarır.

Kabul ettikleri ilk istek, Köln’de cami açılışıdır. Bunu da sınırlı tutmak istediler. Erdoğan’ın büyük miting yapma, tüm Almanya’da yaşayanları Köln’de toplama planlarına sınır koydular. Muhtemelen güvenlik gerekçesi ile.

Ama, Köln’ün bağlı olduğu eyalet başkanı ile, bir tarihî sarayda yapacağı görüşme, maalesef havaalanında gerçekleşmek zorunda kaldı. Tarihî sarayın sahibi, bu bahçeye Erdoğan giremez diye ısrar etti. Yerel parlamento sarayın sahibine baskı yaptı. Sarayın sahibi, mahkemeye gitti ve mahkemeden kendisi lehine karar çıktı. Özel mülktür ve Erdoğan’a izin vermeme hakkı vardır. Erdoğan, aslında kendine yapılmak istenen bir jestten mahrum kaldı. Hava için ata binecekken, attan düşmek gibi bir durum yaşadı.

İkinci isteği, Can Dündar’ın basın toplantısına katılımına izin verilmemesi idi. Normalde basın toplantısına Can Dündar da davetli idi. Ama Alman devletinin böyle ince-zarif numaraları vardır.

Pazarlığı düşük düzeyde tutmak için, Erdoğan’a basın toplantısına Can Dündar’ın davet edilmesinde bir mahsur görüp görmediği, usulünce sorulmuştur. Erdoğan, birkaç küfür eşliğinde küplere binmiş ve hayır demiştir. Almanların beklediği bir cevap olduğu kesindir. İşte bu durumu bir jeste çevirmek sırası gelmiştir. Almanlar, Can Dündar’a durumu anlatıp, gelmemesinin çok doğru olduğunu iletip, ama “yine de karar senin” demişler. Bilgiler bu yöndedir. Can Dündar, Alman demokrasisinin inceliklerine bakıp “ikna” olmuş olmalıdır. Ve basın toplantısında Can Dündar yoktur.

Bunlar Erdoğan’a yapılan “gurur okşayıcı” jestlerdir. Koskoca dünya liderine, bunları verirsen, elbette Siemens’in “demiryolu ihalesini alması”nın yolunu açmış olursun. Erdoğan, bu jestlerin altında kalmaz. Gerekirse ülkeyi satar, yine de altında kalmaz!

3- Gerçekte ise, bu seremonileri bir yana bırakacak olursak, Türkiye’nin Almanya’dan istediği açıktır. Gel bizim koruyucumuz ol, gel bize para ver, gel bize yardım et ve ne istersen verelim. Değil mi ki, tarihte, mesela Birinci Dünya Savaşı öncesinde, İngiltere’ye yakın gibi duran Osmanlı, son anda, Alman tarafında savaşa girmiştir. Değil mi ki, İkinci Dünya Savaşı döneminde Türkiye, Hitler’e her türlü gizli desteği sunmuştur. İki ülke tarihlerinde bir yol arkadaşlığı vardır.

İşte Türkiye, bu zor dönemde, ekonomik kriz başını göstermiş iken, üstelik krizin çok şiddetli gelmekte olduğu açığa çıkmış iken, Almanya’dan yardım talebi söz konusudur.

– Öyle anlaşılıyor ki, Almanlar, Türkiye ekonomisinin istikrarından yana olduklarını, Türkiye’deki yatırımlarını koruma isteğinde olduklarını beyan etmişlerdir.

– Öyle anlaşılıyor ki, Almanlar, kur artışlarını frenlemenin yolunun IMF’den geçtiğini de söylemişlerdir. Başka türlü borçları ödeyecek paranın bulunması mümkün görünmemektedir.

– Yine öyle anlaşılıyor ki, askerî üretim için bazı parçaların biraz gizli satılması konusunda anlaşmış olabilirler.

4- Almanya’nın temel konuları biraz farklıdır.

İlki, Almanya, Türkiye’deki ekonomik yatırımlarını korumak istiyor. Bu nedenle, bu “ortaklaşa sömürge”nin, ABD tarafından siyasal olarak kontrol edilen Türkiye’nin, ekonomik alanda kendi tekellerinin çıkarlarına zarar verecek hâle gelmemesini istiyor. Bunun adını, Almanya, Türkiye’yi, Rusya’ya kaptırmamak olarak koyuyor. Kaptırmamak bölümü doğru olsa da, Almanya ve ABD arasında, Türkiye’nin paylaşılması konusunda hem anlaşmalar, hem de çatışmalar olduğu açıktır. Almanya, IMF’ye gidin derken, esas olarak ABD kökenli sermayenin manevralarını sınırlandırmak istiyor. Nihayet IMF, tüm kapitalist dünyanın ortak örgütüdür, Türkiye de dahil, orada hisseleri vardır. ABD’nin burada belirleyici (galiba %17) ağırlığı olsa da, bu programların, halklara verecekleri zararlar dışında, tekellere, özelde de Alman tekellerine bir zararı olmayacaktır.

Bu nedenle Almanya, “istikrarlı bir Türkiye” diyor. Yine bu nedenle IMF kapısını gösteriyor. Böylece, kendi varlığını riske etmek istemiyor.

Almanya’nın ikinci gündemi, mülteciler meselesidir. Erdoğan, Saray, çeşitli yollarla, açıkça AB ülkelerini, en çok da Almanya’yı, IŞİD çeteleri ile tehdit etmiştir. Mesele göç meselesi değildir. Bugün Suriye’de savaş sona erse, bugün İdlib, Suriye güçlerinin eline geçse, bugün Suriye’de yeni bir anayasal rejim oluşsa, Suriyeli göçmenlerin çoğu geri dönecektir. Suriyeli göçmenler, göçmen kitleler içinde en eğitimlisi, muhtemelen de en varlıklılarıdır. Mesele savaş ve savaş koşullarıdır. Ama Türkiye, bu durumu, bir pazarlık ve tehdit unsuru olarak kullanmaktadır.

5- Elbette bunlar, kırmızı halının üzerinde değil, karanlık pazarlıkların yapıldığı odalarda konuşulmaktadır. Ve yine öyle anlaşılıyor işin ismi, AB sürecinin yeniden canlandırılması olarak konmaktadır.

Türkiye açısından durum, belki Birinci Dünya Savaşı öncesine benzetilebilir. O zaman da dünya çapında bir paylaşım savaşı gündemde idi, bugün de öyledir. O zaman birincisi idi, şimdi üçüncüsüdür. O zaman Osmanlı borç batağında ve çözülmekte olan bir devlet idi, şimdi de aynısıdır. Osmanlı bir imparatorluk idi, Türkiye ise, “ortaklaşa sömürge” olan bir ülkedir.

Türkiye’nin “eski Osmanlı” hayallerini kaşıyarak onu Ortadoğu’ya sürmek, aslında, tilkiyi ava çağırıp, kendisinin akşam yemeği olduğunu hissettirmemenin yoludur. Türkiye, “zafer”ler kazanmak ve “Osmanlı” hayalleri ile, Ortadoğu’ya dalmış görünmektedir. Ama bu, vitrine yansıyandır. Gerçekte, Türkiye, siyasal açıdan bağlı olduğu ABD’nin emri ile, Ortadoğu’da tam bir tetikçi olarak davranmaktadır. Osmanlıcılık falan işin hikâyesidir. Kimsenin inanmadığı, ancak bazı İslamî güçleri savaşçı hâline getirmek için kullanılan bir argümandır. O kadar. TC devleti, tam olarak ABD emrinde Ortadoğu’ya dalmıştır.

Ve bugün, “tilki”, hâlâ, paylaşılacak pastanın bir parçasının da kendisi olduğunu anlayamamaktadır. TC devletinin tüm yönetim kademelerinde Kürt karşıtlığı o denli yer etmiştir ki, aslında Kürdistan’daki her katliamın kendi sonları olduğunu göremiyorlar. Aslında Ortadoğu’daki her halkın aldığı her yara, gerçekte Anadolu halklarının da yarasıdır. Ve Suriye’nin, Irak’ın, Kürdistan’ın, İran’ın paylaşılması, mutlaka ve mutlaka içinde TC devleti dahil tüm bölgenin paylaşılmasıdır.

Almanya ziyareti, Saray’ın, ne verip ne alacağı konusuna kilitlendiğini göstermektedir.

Haydi anladık, Merkel ile görüşmek için ona Nazi benzetmesi ile saldırmak işe yarıyormuş. Peki, Nazi benzetmesi yaptığı kişilerden para dilenmek acaba Kasımpaşa raconuna sığıyor mu?

Demek Merkel için, kendisine ne denirse densin, işin ucunda çıkarlar varsa kabul edemeyeceği şey yokmuş ve demek Erdoğan için, ne kadar ağır sözler sarfederse etsin birisinin eline öpmesi için bir fırsat yeterli imiş.

Saray’ın tüm güçleri ile çıkartma yaptığı Almanya ziyaretinden çıkan sonuçlardan biri, Siemens’in demiryolu ihalesini alacak olmasıdır. 35 milyar dolarlık bir ihaledir.

İşte size bir benzerlik daha, Osmanlı’nın sonlarında, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, yine bir Ekim ayında, Bağdat demiryolu ihalesi Siemens’e verilmişti.

Almanya ziyaretine bir de bu gözle bakmak gerekir.

Merkel, muhtemelen gelecek seçimlerde Almanya’nın başında olmayacaktır. Ama eğer bu arada, Türkiye’yi ABD kontrolüne tam olarak bırakmamayı başarabilirse, Alman tekelleri için iyi iş yapmış olacaktır. Bunu denediği anlaşılmaktadır.

Erdoğan’ın seçilmeme sorunu yoktur. O zaten, doğarken yaradan tarafından seçilmiştir. Yaradandan üstün halk olmayacağına göre, her seçim aslında bir vitrin düzenlemesidir. Yoksa seçimin sonuçları, seçimden birkaç gün önce, garip oğlan Bilal’e veya zeki kız Sümeyye’ye ayan olmaktadır ve TV kanalları aracılığı ile halka yansımaktadır. Ama Erdoğan, eğer, Almanya’nın “istikrardan” yana olması durumunu kullanabilirse ve oradan biraz para bulabilirse diye yaptığı hamleler, Saray’ı biraz olsun rahatlatacaktır.

İşte ziyaretin esas nedenleri bunlardır. o

İnsan “tasması”; cep telefonu

Tasma sözünü biz, daha çok hayvanların sahiplenilmesi ile öğrendik. Tasma, evcilleşmenin otomatik sonu değildir. Evcilleşme, sahiplenme ve mülkiyet ilişkileri ile bağlandıkça, daha çok bu mülkiyet meselesi nedeni ile “tasma” gelişip yaygınlaşmış olmalıdır.

Tasma, hayvanın kime ait olduğunu gösteren bir belgeye dönüşüyor. Aynı zamanda hayvana eziyetin ya da hayvanı istediği gibi yönlendirmenin de aracına dönüşüyor.

Tasma, bugünlerde, elektronik izleme sistemlerinin bir bileşenine dönüşmüş durumda ve köpekler başta olmak üzere hayvanlara, bir çip monteli tasma takılıyor. Böylece uydu üzerinden dahi hayvanın nerede olduğunu görebilme şansı oluşuyor. Bu sadece vahşi doğada deneyler yapmak için kullanılmıyor. Bu yeni “tasma” şekli olarak hizmete giriyor. Sahip, cep telefonu üzerinden, kendi “mülkü” olan hayvanını izleyebiliyor. Bunu da, sevgiye bağlıyor. Kendi “mülkü” olan hayvanını o kadar çok, ama o kadar çok seviyor ki, onu izlemek istiyor. Elbette hayvanın dili yok, kimse ona, peki sen bu sahip ile mülkiyet ilişkisinden memnun musun, diye sormuyor. Kimse ona, acaba senin hareket alanını kısıtlıyor olabilir miyiz, diye sormuyor. Kimse ona, peki sen sahibini seviyor musun, eğer sevmiyorsan şimdi söyle, yoksa sahibin sana “bu yaptıklarımın değerini bilmedin nankör” diyecektir, demiyor.

Tasma elektronik hâle gelmeden de bir işlevi vardı. Bunu en çok, modern şehirli hayatımızın içinde, zenginlerin gezdirmek için sokağa çıkardığı, sevgisizliklerini örtmek için sahip oldukları, insan eli mahsulü, “made in human” markalı özel üretim köpeklerde görebiliyoruz. Kapitalizm ve mülkiyet ilişkileri işte budur, en çok sevdiğini, en çok bozuyor. Yani, allah bizi, bu “sevgi”den korusun!

Hayvana yapılan çeşitli eziyetler karşısında, insanın haklı olarak tepki vermesi gerekiyor. Ama bu tasmalı durum, bu özel mamul köpek üretimi vb. artık alıştığımız, toplumsal olarak kabul gören bir durum. Demek ki, işkence ve eziyetin, bir normalleşeni oluyor. Bu normalleşmiş işkence ve eziyet, tersine “insan sevgisi” olarak kabul görüp kutsanıyor.

Acaba, bunun gibi, gerçekte insanlığa ters, ama toplumsal ve tarihsel koşullar içinde normalleşmiş pek çok durumu, süreci, ilişkiyi, artık “normal” görüyor olabilir miyiz? Normali geçelim, sanki bir iyilik olarak da görüyor olabilir miyiz?

Devletin, İslam adına, allah yararı için, fitre ve zekât olarak, milyonlarca fakire devlet eli ile, oylarını gaspetmek için iyilik yapması, acaba böyle bir konu olabilir mi? Hani, meşhur tartışmadır; aç birine balık mı vermeli, yoksa ona balık tutmayı mı öğretmeli. İnsanların yardıma muhtaç durumlarına toplumsal bir çare mi aramalı, mesela tüm mülkleri paylaşmalı ve özel mülkiyeti ortadan mı kaldırmalı, yoksa onları sürekli yardıma muhtaç durumda tutan sistemi devam mı ettirmeli? Acaba, “şu fakire bir yardım” sözüne kulak kabartıp, 1 lira veren mi insandır, yoksa o fakirleri örgütleyip, fakirliğin nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelmiş Don Kişot’lar mı daha insanî davranmaktadır? Diyanet işlerine soralım, acaba sadaka dağıtan mı cennette daha iyi bir yer hak eder, yoksa fakirliğin kaynağını yok etmek isteyip de özel mülkiyete son vermek isteyen mi? Yaradana şöyle mi dua etmeliyiz, allahım, özel mülkiyeti yok edecek, insanın insan tarafından sömürülmesine ve bununla birlikte doğan tüm yalan ve riyakârlıklara son verecek devrimi yapabilmek için, bana kuvvet ver. Saray ahalisi ve diyanet işleri, tüm uleması ile buna karşı çıkmaya kalkışmasın, bir saniye dursun: Değil mi, onun mülkü bunun mülkü en başında kimin mülkü! Değil mi, Sultan Süleyman olma, ondan daha “yüce” Sultan Tayyip ol, ama kefenin cebi yok. Şimdi, bir saniyenizi aldıktan sonra, haydi istediğinizi söyleyin. Buyurun sahne sizin. Halife de %10 alırdı, peygamberin de topladığı vergi vardı vb. söylemekten geri durmayın. Fıtrattan girin, darülharpten çıkın.

Biz bu noktaya, hayvanların tasmasından geldik.

Oysa konumuz modern insan için tasarlanmış tasmadır.

Bir hikâyedir, ben okumadım, kaynağa ulaşamadım. Ama diyorlar ki, geçtiğimiz yıllarda ölmüş olan Rockefeller, 1960’lı yıllarda, bir arkadaşına “bir hayalim var” diye başlayarak, “insanların bedenlerine çip takmak istediğini” söylemiş. Aradan 10 yıllar geçmiş ve arkadaşı, Rockefeller’e bu konuşmayı hatırlatmış, Rockefeller ise, “yaptım ya” demiş. Adam merak etmiş “nasıl” diye sormuş. O da cep telefonunu işaret etmiş, sen de yok mu, demiş.

Dediğim gibi, böyle bir kaynağa ulaşamadım ve doğrulayamadım. Bu nedenle size bir alıntı ile bunu veremiyorum. Ama bizim konumuz açısından, anlatmak istediğimiz şeyi anlatmak açısından, aktarmak, hikâye olsa da olmasa da, gerçek olsa da olmasa da uygundur.

Bugün, cep telefonu, insan için bir tasmadır.

Bizim ülkemize bakalım. Acaba, yılda ne kadar, kaç adet “akıllı” cep telefonu satılıyor? Kaç milyon, diye soralım. Elinizin altında akıllı telefonunuz var. Boşuna size istatistik vermeyelim. Girin ve görün. Acaba, bu ülkede toplam kaç adet cep telefonu var? Nüfustan fazla olma ihtimalini düşündünüz mü? Acaba, bir cep telefonu almak için, insanların nasıl “özverili davranışlar” gösterdiklerini biliyor musunuz? Mesela evindeki elektriğin parasını ödeyemeyen bir kişinin, elindeki cep telefonu için ödediği para ne kadardır? Acaba bir işçi, kaç maaş biriktirip cep telefonu alabilmektedir? Acaba, bir iphone taşıyan arkadaşınızla, bu telefon kaç buzdolabı eder diye tartışmaya başlasanız tepkisini tahmin edebiliyor musunuz?

Sizce, tüm toplumun gösterdiği bu davranışlar, “akla uygun” mudur? İktisatçılar, tüketiciyi “rasyonel” olarak ele alır. Yani, rasyonel olarak kendi ihtiyacı için ürün satın alacak, rasyonel olarak kendi bütçesine uygun harcama yapacak vb. Acaba, tekeller çağında (tekeller çağı aynı zamanda reklâm sektörünün ana rahmine düştüğü çağdır da) bu rasyonellik var mıdır? Rasyonel olan hangisidir, insanların ürettikleri şeyleri, ortaklaşa bölüşebilmesi midir, yoksa bir efendinin onların tümünü sahiplenmesi midir? Ey Adam Smith, kalk da gel, bak bakalım rasyonel davranış dediğin şey bu mudur? Ama hemen geri kaçıp huzurlu cennetine dönme, şu soruya da yanıt ver: Bir kez insanın insana kulluğunu, insanın insan tarafından sömürülmesini sağlayan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete evet dedin mi, başka ne olmasını bekliyordun?

Cep telefonu, onun üzerinde sörf yaptığı internet, gerçekte, CIA’nin istihbarat, insanları izleme, savaş teknolojisi vb. amaçları için geliştirilmiştir. İşin başında bu vardı. Ne zaman ki bir izleme, dinleme, gözetleme aygıtı deşifre olup, tüm istihbarat örgütleri ve devletlerin eline geçer, işte o zaman bu aygıtları piyasaya vermek, satışa sunmak, kapitalist sistemin kâr amaçlı üretim işinin bir parçasıdır.

Cep telefonu, özellikle 1980’li yılların ortalarından başlayarak hızla yaygınlaşmaya başladı. Bugün, “akıllı” olmayan cep telefonu taşımak, neredeyse rezil olmak ya da şüpheli olmak anlamına gelmektedir. Rezil olmak, çünkü sosyal statü olarak en dipte olmak anlamına geliyor. Ne facebook’a ulaşabilirsin, ne arayıcı üzerinden sörf yapabilirsin, ne banka hesaplarına bakabilirsin. Bankada ne kadar paran olduğu önemli değil, önemli olan senin “akıllı telefon”unun olmasıdır. Şüpheli oluyorsun, çünkü acaba sen akıl olmayan bir telefon kullanarak, yasadışı işler mi yapıyorsun, izlenmemek için mi akıllı olmayan modeller kullanıyorsun?

Apple’nin meşhur ceo’su (adını siz benden çok daha iyi bilirsiniz, zaten elinizde de telefonunuz var, hemen bakın, bana göre adı lazım olmayan, hepsi aynı soydan gelmiş ceo’lardan biri), başlangıçta, diyor Bloomberg TV’de yayınlanan röportajında, cep telefonları konuşmak için idi. Şimdi, konuşmak, “akılı” telefonların tercih edilmesinin nedenlerinin içinde en altta olanı. İşte durumu özetleyen bir söz. Peki ne içindir cep telefonları? Fotoğraf çekmek için mi, video kaydetmek için mi, internet üzerinde kolayca gezinmek için mi, müzik dinlemek için mi? Sosyal statü için mi? Havalı olmak için mi? Peki, Bay CEO, acaba siz işletim sistemini yenilerken bunlara mı bakıyorsunuz?

Eylül 2018’de Apple İOS 12 sürümünü devreye soktu. The Independent gazetesi, Apple’ın İOS 12 içine, gizlice, “güven derecelendirme” unsurunu eklediğini yazdı. Kullanıcının çağrılarının ve e-postalarının sayıları üzerinden bir işlem yapıldığını ve bunun bilgilerinin toplandığını yazdı The Independent gazetesi. Böylece “dolandırıcılık” ile mücadele edilecekmiş? The Independent bu dolandırıcılık ile mücadelenin nasıl yapılacağını anlamadıklarını belirtmiş. Ama daha önemli bir soru yok mu? Apple’ın bir polis gücü mü var? Bu bilgileri eline alıp işleyip, dolandırıcıları tutuklayacak bir sistemi mi var? Yoksa bu bilgileri devlete mi verecek? Sizce?

Apple, bazı büyük şirketlere şöyle bir hizmet veriyor: Şirket, diyelim ki P&G, diyelim ki bir şehirde, mesela New York’ta, izlemek istediği ürünleri satan mağazaların konumlarını, arkada gizlice tutuyor. Kullanıcı, bu mağazalardan alışveriş yaparken, rakip ürünü veya kendi ürününü satın aldığında, kredi kartı bilgilerinden satın almayı kontrol ediyor ve şirkete raporluyor. Şirket, buna uygun olarak kendi reklâm, tanıtım, marketin faaliyetlerini yönlendiriyor. Yani pazar araştırmasına gerek yok.

Cep telefonları, bugün temel olarak üç amaç için kullanılıyor. İlki izlemektir, hareketi izlemek, aktiviteyi izlemek. İkincisi veri toplamak ve üçüncüsü reklâm ve tanıtım çalışmaları da içinde yönlendirmek.

Aslında bu üçü birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

Siz müzik dinliyorsunuz, kulağınızda kulaklık, yolda akıp giden eziyetli yolculuğunuzu biraz rahatlatmak istiyorsunuz. Siz, acaba neden, ben işe giderken, iki saatlik bu yolculukta ne yapabilirim, mesela kitap mı okusam, mesela yabancı dil mi çalışsam, mesela sohbet mi etsem diye düşünmüyorsunuz? Telefonunuz akıllı ya. Size seçenekler sunuyor. İçinde bulunduğunuz araca göre, müzik dinleyebilirsiniz. Bu her araçta mümkün. Video izleyebilirsiniz, bunun için ya indirilmiş bir video datanız olacak ya da size internetin çektiği bir araçla seyahat lazım. İsterseniz internette sörf yapabilirsiniz. Sörf çünkü, ne istediğinizi bilmeden sadece “eğlenceli” dolaşmak anlamındadır. Hangisini yaparsanız yapın, o sizin için data topluyor. Hem sizden ücret alıyor, hem de mesela sizin hangi müzikleri dinlediğinizi kaydediyor. Arkaplanda işleyen bir software (bilgisayar programı) sizin bu verilerinizi topluyor. Günü geldiğinde bu bilgiler, sizi tanımak, sizin hakkınızda bir gizli dosya oluşturmak için kullanılıyor ya da sizin alışkanlıklarınız ve eğilimlerinizi gösteren datalar aracılığı ile size yönlendirmeler yapılıyor. Google’ın sizi izlemesinden daha derin bir şeydir bu. Google sizin sevgilinizle mesela bir evde buluştuğunuzda size bir anda korunma araçları satmak için reklam ulaştırması, bu işin en basitidir. Bunu zaten siz de görüyorsunuz. En fazla on kere, bunun bir rastlantı olduğunu düşünürsünüz. Ben markete girdiğimde bana nasıl deterjan reklamı gelir diye şüphe edersiniz. Ama bir süre sonra bunun bir izleme olduğunu bilirsiniz.

Ama sizin hakkınızda oluşan dosyadan habersizsinizdir. Sizin hakkınızdaki dosya, “bu adam bir sistem karşıtı” bilgisini ilgili yerlere ulaştırabilmektedir. Siz bunu bilemezsiniz. Ya da sizin mesela 6 ay sonra çocuğunuz olacağını keşfeden akıllı telefonunuzun tam çocuk doğmak üzere iken, sizin alışverişinize yön vermesini fark edemezsiniz.

Bu verileri toplayan yüzlerce sosyal medya uygulaması, aslında büyük şirketler ve devletler tarafından finanse edilmektedir.

Facebook kurulduktan bir süre sonra CIA direktörlerinden birinin, yıllarca elde edemediğimiz bilgileri, facebook sayesinde iki yılda elde ettik, demesi bir örnektir. Buradan facebook’un arkada CIA’ye çalıştığı sonucunu çıkarmak için bir saniye dahi duraksamayın. Siz işe girerken ya da gözaltında iken, adamların sizin facebook hesabınıza bakmaları, en sıradan bir davranıştır. Arkada sizden gelen verileri detaylıca işleyen bir software vardır ve bu, elbette daha kapsamlı sonuçlara ulaşmaktadır. Israrla size “tanıyor” olabileceğin kişiler diye listeler göndermesi, bu programı facebook’un arkasındakilerin nasıl kullandıklarının en açık kanıtıdır.

Ya da şehirde yalnız ve arkadaş arayanları bul tarzındaki uygulamaların sizin hakkınızda topladığı bilgiler, gerçekte sizin “sosyal” bir nesne hâline geldiğinizin en açık kanıtıdır.

Bunun için sizin her hareketinizi izleyen uygulamalar, sistemin arka planında çalışmaktadır. Her hareketinizi izlemelerinin nedeni, sizin düşündüğünüzün çok ötesinde bir çalışmadır.

Üstelik sizi izlemeleri, sizin devlete karşı bir mücadele yürütmenize de bağlı değildir. Siz kim olursanız olun, tüm bilgileri izlemek istiyorlar. Bununla mesela trafik sorununu çözmeye çalışmıyorlar. Umarım böyle düşünmüyorsunuz. Tersine, tam bir “nesne” konumuna getirme isteğidir bu. Böylece sizi yönlendirmek, sizin ruhunuz bile duymadan yapılabilecek bir iş hâline gelmektedir.

Telefon kullanma alışkanlıklarınız dahi izlenmektedir. Böylece, sizin ne zaman telefonunuzu kapattığınız, ne zaman unuttuğunuz bile bilinebilmektedir.

Bu aslında kapsamlı bir denetimdir.

Sahip ve tasmalı köpeğinin ilişkisini çoktan geride bırakmış bir ilişkidir. Ey hayvanlar, size insanların yaptığı eziyetlere bakıp da üzülmeyin, biz insanlara, biz işçi ve emekçilere yaptıklarına bakın ve öyle üzülün!

Konuşmak için bir araç gibi görünen cep telefonu, görüldüğü gibi bir tasmaya dönüşmüştür. Şimdi Rockefeller’in hayalini tekrar hatırlayın.

Gerçekten bu sizin hayatınız mı? Gerçekten siz mi kendi kararlarınızı veriyorsunuz? Gerçekten siz bir özne misiniz?

Buyurun ilk iş olarak cep telefonunuzu bırakın. Onu, sadece konuşmak için kullanacaksanız, bu kadar parayı vermeyin. Tasma takmak için bu denli gönüllü olmak, gönüllü kölelik demektir. Kırbaç yok, ama her istenileni yapmaktasınız. Düşünmenizi, kendi kararlarınızı vermenizi engelleyenlerin amacı üzerinde düşünün. Belki de en iyi yol, birer hacker olmak mıdır? Bunu başarabilir misiniz? Bunu bilemiyoruz ama bari hacker’ı alkışlamaktan geri durmayın. Beyinlerimizin işgal edilmesine bu kadar gönülden destek vermeyin.

Hem bir tasmaya sahibiz, hem de bunun için akıl almaz paralar harcıyoruz. Yeni akıllı telefonumuzu saatlerce arkadaşımıza anlatıyoruz. Bu yeni model, öyle eskisi gibi değil, daha dokunmadan işliyor. Hani şuraya gireceksin ya, bu oraya gireceğini önceden anlıyor. Hani alışveriş yapacaksın ya, bu senin için en iyisini zaten buluyor. Konuşmalar da bu seyri izlemektedir.

Hayvanlar bugün bile o tasmalardan rahatsızdır. Oysa çok kısa sürede insanoğlu, bu modern tasmaya alışmıştır. İnsanın her ortama ayak uydurabilme yeteneği bu mudur? Cep telefonuna bu bağımlılık, acaba, insanı nasıl parçalamaktadır? Cep telefonunun sosyal statü sahibi olma ile eşleştirilen, gerçek anlamı ile bir meta fetişizmine dönüşen ve insanı çürüten yönünü burada ele almıyoruz. Ama elbette işin bir de bu yönü var. Pek çok ürünün fetişleştirilmesinde olduğu gibi. Ama cep telefonu, bu fetişizmi, büyük çaplı bir bağımlılıkla birleştirmiştir. Dijitalleşen dünyanın insanları kontrol etmeye yönelik mekanizmaları, yeni bir “eğlence” anlayışını çoktan bir uyuşturucu olarak insan hayatına sokmuştur. Bu yeni “eğlence” anlayışı, videolara, seyretmeye, kendinden geçmeye, “like”lamaya vb. dayanmaktadır. Gerçeklikle ilişkisi koparılmış insan, karşımıza insanlık “bunalımı”nın bir parçası olarak çıkmaktadır. Seyretmek, cinayetlere ortak olmaya, daha ağır kirlenmeye, daha derin bir çöküşe neden olmaktadır. Eğlence anlayışı da bunu daha derinleştiren bir hâl almıştır. Ve tüm bunlar, aynı zamanda sizin denetiminiz için yeni olanaklar da demektir.

Cep telefonundan kurtulmak, tabletlerden kurtulmak, yakında yeni bir “psikolojik” tedavi alanı olarak ortaya çıkacaktır. Oysa son derece basittir, sadece ve sadece cep telefonunu bırakabilmekle ilgilidir. Kendi gerçeğini görebilmekle ilgilidir.

Tüm bu teknolojiyi sisteme karşı kullanmak, elbette mümkündür. Ama öyle akılsızca değil. Öyle ilk akla geleni yapmakla mümkün değil. Ancak daha ileri bir örgütlülük ile mümkündür. Nasıl ki, köleci toplumda kölelerin örgütlenmesi olmadan bir sonuç elde edilemiyordu, nasıl ki 1900’lerin başında devrim için örgütlenmek gerekiyordu, bugün de bu gereklidir. Bugün bu örgütlenmeyi, gelişen şartlara uygun tarzda geliştirmek gereklidir. Devrimci aklın, özgür aklın, devrimci teorinin önemi de buradadır. Bugün dünden çok daha fazla devrimci, özgür akla ihtiyaç vardır.

Kriz, fatura ve gerçekler

Saray Medyası, bilcümle devlet yöneticisinin krizi gizlemek için gösterdiği çabanın, belki on katını göstererek, ortada bir kriz olmadığını söylüyor. Her adımda bunu işliyorlar. Kriz yok, ama “dış güçler” yok yere bir kriz yaratmak istiyorlar. Ve dövizin yükselmesi dışında da bir sorun yok. İşte vermek istedikleri mesaj budur.

Öte yandan, işçiler, emekçiler, kısacası tüm halk, sokağa çıktığında, pazara gittiğinde, işe gittiğinde, markete gittiğinde, kısacası yaşamının her anında, okulda, sırada, otobüste, evinde, işyerinde, krizin açık yüzü ile karşılaşıyor. Artan elektrik faturaları, yükselen doğalgaz, kömür bedelleri, mahallenin tüm suyunu tüketmişiz gibi gelen su faturaları. Pazarda domates, biber, patates fiyatları, okul kitaplarının bedelleri vb. Sonu gelmeyecek şekilde her şeyin fiyatının iki katına çıkmış olması gerçeği.

İşte, her gün işten atılan arkadaşlar. Kapanan işyerleri, konkordatonun ne olduğunu bilmesek de, iflas etmiş ve edecek olan şirketler, kapı dışarıya konan işçiler, maaşına alamayan işçiler vb.

Artan vergiler, açık bir soygun hâline gelmiş devlet uygulamaları. Yükselen telefon konuşması ücretleri vb.

Gıdadan giyime, elektrikten suya, okul kitabından otobüs biletine, toplu ulaşımdan vergi kesintilerine kadar her şey iki katına çıkmış. Maaşlar, bir dirhem artmamış, üstüne üstlük işten kovulma korkusu sarmış.

Keşke borçlanarak buzdolabı almasaydım, keşke mobilyayı değiştirmeseydim, keşke şu takside girmeseydim vb. pişmanlıkları.

Gırtlağa kadar borç ve bankaların artan baskısı.

Kısacası, işçiler, emekçiler, tüm halk, krizin tüm gerçekliğini yaşıyor. Ama TV kanallarından, aslında yok böyle bir şey, diyenleri dinliyor.

Görünüşe göre, bu, “yerli ve milli” duruşun bir bedeli olarak dış güçlerin saldırısıdır. Öyle mi? Bu dış güçler dediğiniz, mesela ekonomiyi denetleyen ve anlaşması gizli tutulan McKinsey mi? Bu dış güçler, “gelin yatırım yapın” diye çağırdığınız uluslararası tekeller mi? Bu dış güçler, sürekli borç aldığınız ve bugün daha yüksek faiz isteyenler mi? Bu dış güçler sizi rüşvete boğan, ranta boğan inşaat sektörünün motor güç olması için size tavsiyede bulunanlar mı? Bu dış güçler dediğiniz, koltuğunuzun altına Cargill dosyaları yerleştirip, “git bunları hallet” diyenler mi? Bu dış güçler dediğiniz, mesela sizi Suriye’de IŞİD ile yan yana getirenler mi? Bu dış güçler dediğiniz, mesela sizin özelleştirme programınızı hazırlayanlar mı?

Peki, siz bunların köpeği iseniz, siz bunların emireri iseniz, siz bunların tetikçileri iseniz, bugün neden “dış güçler” diye yaygara koparıyorsunuz?

Dış güçler masalı, “yerli ve milli” olma adına, krizin faturasını işçi ve emekçilerin kabullenmesi için var olan bir masaldır.

Yerli ve milli masalı, işçileri bir kere daha kandırmak için, bir kere daha sessizce krizin faturasını kabul etmelerini sağlamak için uydurulmuş bir masaldır.

Kural budur.

İçinde yaşadığımız sistem, kapitalizmdir. İnsanın insana kulluğunun zirvesidir. Sömürünün zirvesidir. Tüketim toplumu ve meta fetişizminin zirvesidir. Kapitalizm, her zaman krize girdiğinde, bunun bedelini işçi ve emekçiler öder, halklar öder. Bu sefer de öyle olacaktır. Bunu deneyeceklerinden şüphe etmeye gerek yok. Krizin faturası ağırdır ve bedeli, bilinen her yolla işçi ve emekçilere, üretenlere yüklenmek istenecektir. Tüm mekanizmalar buna göre ayarlanacaktır.

Ve işçilerden fedakârlık istenecektir.

Şimdi, aklı başında hiçbir burjuva, hiçbir burjuva devlet yöneticisi, “ey işçiler, gelin krizin faturasını siz ödeyin” demeyecektir. Diyemez. Milyonlarca insanı bu yolla karşısına alamaz. Evet onların üstüne yükü yükler ama onların elini kolunu bağlayıp, akıllarını kilitleyerek bunu yapar.

Bunun için, sihirli sözler vardır: Vatan, millet, ulusal çıkarlar vb. Dün özelleştirmeleri, “vatan” için yapıyorlardı. Kürt halkına karşı savaşı “millet için” yapıyorlardı. grev ertelemelerini “ulusal çıkar” için yapıyorlardı.

Devletin kasalarının, yani bizim vergilerimizin yağmalanması, vatan için, ulusal çıkar için, milletin âli menfaatleri için idi.

Bu rant ve yağma ekonomisi, “çalıyorlar ama yapıyorlar” masalı üzerine kurulmuştur. Ve bu yolla, alttan alta, hırsızlığı meşrulaştıran bir yağma ve rant düzeni kurdular. Bal tutan parmağını yalar masallarını anlattılar. İyi de, tuttukları bal bizim balımız, yaladıkları parmak bizim balımızın içindedir. Ve nedense biz bu baldan bir zırnık görmüyoruz.

Her gün büyük kârlar açıklıyorlar ama işçilerin payına sürekli açlık, yoksulluk, sadakaya muhtaç yaşam, işsizlik düşmektedir.

Vatan, millet, ulusal çıkar diye başladılar mı söze, ey işçiler, ey emekçiler, dikkat kesilmelisiniz. Burjuvalar ve onların paralı devlet adamları ne zaman vatan, ne zaman millet, ne zaman ulusal çıkar demeye başlarlarsa, bilin ki yeni bir kazık geliyor, bilin ki yeni bir fatura geliyor, bilin ki Saray’ın bitmeyen oyunlarına bir yenisi ekleniyor, bilin ki milletin “anası avradı” ağlayacak. Bilin ki Mehmet Cengiz’ler, büyük inşaat firmaları, Koç’lar, Sabancı’lar yine büyük vurgunlar vuracak.

Ne zaman vatan-millet edebiyatı gelişirse, bilin ki, bu karartma bir gerçeği örtmek, size yutturmak içindir.

Ne zaman ulusal çıkar diye söze başlarlarsa, ne zaman vatanın birliği diye nutuk atarlarsa, bilin ki, fatura büyüktür ve sizin omuzlarınızın üzerine bindirilecektir.

Şimdiki krize de böyle bakmak gerekir.

Bu fatura işçilerin, emekçilerin, çalışan halkın üzerine yıkılacaktır. Büyük tekeller, parababaları, krizden daha kârlı çıkacaklardır.

Neden mi?

Çünkü, bu sistemin sahipleri onlardır.

Çünkü bu devlet onların devleti, onların örgütüdür.

Ve eğer krizin faturasını ödemek istemiyorsak, bizim bu gerçeklerin farkında olmamız, bilincinde olmamız gerekir.

Eğer krizin faturasını ödemek istemiyorsak, ciddi olmalıyız. Onların devlet diye bir örgütü var. Bizim de devrimci bir örgütümüz olmalıdır. Örgütsüz, bu faturanın ödenmesine karşı başarı sağlayamayız.

Krizin faturasını ödemek istemiyorsak, bu konuda samimi ve ciddi isek, örgütlenmenin önemini kavrıyoruz demektir.

İşçi sınıfı devrimcileştikçe, örgütlendikçe, işte o zaman kendi gerçek gücünü ortaya koyabilir. İşte o zaman krizin faturasını, krizi yaratanlar öder. İşte o zaman bu zulüm, yoksulluk, aşağılanma, tutsaklık, sömürü ve yalan biter.

Krizin işçi ve emekçiler cephesinden çözümü, bankalara, büyük şirketlere el koymaktır. Bu da devrim ile mümkündür. Bankalar ve büyük şirketlerin batmalarına gerek yoktur, kamulaştırılarak, işçi devleti tarafından yönetilmeleri ile tüm kriz çözülecektir. Yağma ve talan, rant ekonomisi bitecektir. Çözüm buradadır.

Kriz, daha kendini tam olarak hissettirmiş değildir. Kasım, Aralık, Ocak aylarında kendini çok daha ağır olarak hissetirecektir. Ve devlet, işçilerin ortaya koyacağı hak isteme eylemlerine karşı, düşman güçlerine saldırmak için hazırlanmaktadır. Bunu her adımında görmek mümkündür. Yani işçilere diyorlar ki, eğer “kabul etmeyip” eyleme geçerseniz, eğer hak ararsanız, eğer soru sorarsanız, size saldıracağız. Eğer siz işsizliğe, açlığa, zamlara, yoksulluğa karşı çıkarsanız, sizi “dış güçler”in parçası ilan edeceğiz ve üzerinize yürüyeceğiz. İşte bu kadar açık ve nettir cephe.

Ve devlet, burjuvaların, egemenlerin siyasi örgütüdür. Polisi ile, yargısı ile, ordusu ile, hukuk sistemi ile, partileri ile burjuvaların örgütüdür. Onlar örgütlü ve biz örgütsüz isek, kaybederiz. Bugüne kadar olan da budur. Örgütlenirsek, işçi sınıfı kendi devrimci örgütleri ile devrimcileşirse, işte o zaman milyonların önünde bu burjuva devlet çarkı çöker, işlemez. İşte o zaman kazanmak mümkündür.

Gerçek açık olarak böyledir. Durum, budur. Ve biz devrimciler, işçilere, halka gerçeği söylemekle, her durum ve şartta gerçeği anlatmakla yükümlüyüz.

Elbette çare vardır. Elbette, krizin faturasını ödemememek mümkündür. Bugün de geç kalınmış değildir. Gezi Direnişi’ni çok yakın geçmişte yaşamış bir ülke olarak, kitlelerin gücünün nelere kadir olduğunu anlayabiliriz. Ve bugün, Gezi’nin çok daha ilerisine gidebiliriz. Ama örgütlenerek, devrimcileşerek. Ve bugün, bu örgütlenmeyi geliştirmek mümkündür. İşçiler ve emekçiler, bu doğrultuda ayağa dikilmelidir.

Örgüt güçtür.

Örgüt özgürleşmektir.

Örgüt kendi kaderini kendi mücadelenle belirleme girişimidir. o

10 Ekimi Unutmayacağız Affetmeyeceğiz!

Ankara

09.30: Gar önü toplanma

10.04: Anma

İstanbul

19.30: Kadıköy Beşiktaş iskelesi meydanı

İzmir

09.30: Türkan Saylan Kültür Merkezi Önü

10.04: Anma

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...