ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsü, Ortadoğu’da yeni hamleler yapıyor.
Trump’ın “yüzyılın anlaşması” dediği, ama açıklamaktan geri durduğu şey nedir? Şimdilik açıklamıyorum, dese de, neredeyse tüm detayları ortaya çıkmıştır.
İsrail ve Filistin arasında bir anlaşma önerilmektedir. Abbas’ın reddettiği bir anlaşma olmalı. Trump, belki hasta Abbas’ın ölümünü bekliyor.
Plan, ABD’nin İsrail ile Filistin’i “barıştırma” planıdır. Filistin’e küçük, mesela bugünkü topraklarının 10’da biri kadar bir alan verilerek anlaşma yapılmak isteniyor.
Plan, ABD’nin İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü ilan etmesi ile başlıyor. ABD elçiliği Kudüs’te açıldığı ve katliam başladığı sırada, kendine dünya lideri, İslam aleminin lideri demeyi seven Erdoğan, İngiltere’de kraliçenin huzuruna çıkmayı bekliyordu. Kraliçe aracılığı ile ABD ile son rötuşları atılmış bir anlaşma peşinde idi. Seçimleri kazanmak ve Saray Rejimi umurunda olmasa da, kendi ailesinin güvenliğini sağlamak için.
Erdoğan, aslında İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü çoktan tanımış idi. Ama sırada TC devletinin tanıması vardı. Erdoğan, o gün, uçağına atlayıp mesela Kudüs’e inmeyi yeğlemedi. Belki uçağına atlayıp İstanbul’a bile gelmeyi aklından geçirmemiştir. Bu yolla aslında anlaşmayı, Abbas’ın hasta yatağında reddettiği anlaşmayı, kabul ettiğini beyan etmiş oldu. Abbas, bir anlaşmayı reddediyorsa, o anlaşmanın hiç ama hiç iler tutar yanı kalmamış demektir. Yoksa Abbas, çoktan kırıntılara bile razıdır.
Aslında anlaşma, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve Mısır tarafından kabul edilmiştir. Bu anlaşılmaktadır.
Bu noktada İsrail ve ABD planı şöyle işliyor gözükmektedir: Bir yandan İran’a karşı bir cephe örgütlemek, ki Suudi Arabistan bu konuda çok isteklidir, diğer yandan ise, bu sürerken ve hazırlanırken, Suriye savaşını mümkün olduğunca uzatmak.
Planın her iki kısmında da Erdoğan Türkiyesi’ne rol düşmektedir. Bu konuda yapılacakların listesini İngiliz Kraliçesi’nden almış olmalıdır.
Türkiye, bir yandan, Kandil operasyonu örtüsü altında, ABD’nin yeni üsler edinmesine, İran’a karşı yeni mevziler oluşturmasına göz yummaktadır. Diğer yandan ise, Suriye’de savaşı uzatmak için elinden geleni yapmaktadır. Çavuşoğlu’nun seçimden hemen önce, “İdlib’e bir saldırı olursa Astana süreci biter” demesinin nedeni budur. Bu yolla Rusya, İran ve Suriye cephesi oyalanmak istenmektedir. İsrail’in Suriye’nin güneyinden çekilmek konusunda Rusya ile vardığı anlaşmanın sadece bir zorunluluk olmasının ötesinde, bir de bu oyalama sürecine hizmet etmek gibi bir anlamı vardır.
Elbette konu Suriye oldu mu, Kürtlerin tutumu da özel bir önem kazanır. YPG, Suriye ile anlaşma yollarını geliştirip, ABD cephesinden koparsa, bu planların tutma şansı da kalmaz.
ABD, hem PKK’ye karşı Türk ordusu ile Kandil operasyonunda işbirliği yollarını geliştirmekte, hem de Suriye’de kendine bağlı Kürt unsurları organize etmektedir.
Suriye ordusu ise, bir yandan doğuda, bir yandan da güney Suriye’de alanlarını genişletmeye çalışmaktadır. Bu açıdan İdlib’de, çok kritik bir savaş olacağa benzemektedir. Çavuşoğlu’nun gündeme getirdiği de bu olsa gerek.
Demek ki, Türkiye ve Erdoğan eli ile, ABD, bölgede başka hamleler de yapmaktadır. Bu nedenle Erdoğan’ın iktidarı gasp etmesinin yolunu açmışlardır. Türkiye derin devleti denildi mi, akla mutlaka NATO ve ABD gelmelidir. Erdoğan seçimleri ABD ve NATO desteği ile kazanmıştır. Önünde de hızlı bir program ya da takvimlendirilmiş bir program olduğu anlaşılmaktadır.
Bu program, ABD-İngiltere-İsrail’in ortak planlarına uygun olacaktır.
Bu açıdan, İran’a karşı hamleler yapacağı anlaşılmalıdır. Suriye’de ABD politikaları ile uyumlu adımlar atacağı anlaşılmalıdır. S-400’ler konusunda ABD’nin tutumunu sertleştireceği kesindir.
Şimdi meselenin bir yönü, Türkiye’nin İran’a karşı hamlelerinin boyutudur. Paralı asker mi vereceklerdir, yoksa sadece Türkiye-İran ve Irak sınırında üsler vermekle mi yetinecektir? Kanımızca bunun sınırını, savaşın doğası belirleyecektir.
Elbette tüm bunları yaparken Saray Rejimi, içeride baskı ve şiddeti daha da artıracaktır. OHAL’in kalkması ya da kalması durumu değiştirmez. TC devleti artık daha çok çetelerle iş görecektir. Yeni cinayetler ortaya konacaktır. İçeride baskı ile kontrol sağlama olanakları aranacaktır. Bunun ne kadar olanaklı olduğu ise ayrı bir konudur. Ama Saray Rejimi’nin bugüne kadar yaptıkları, bundan sonrakileri konusunda da ipucu vermektedir. Gasp edilmiş iktidarın üzerinde Erdoğan’ın kendini başka türlü güvende hissetmesi mümkün değildir.
Tüm bunlar savaşın daha da boyutlanması demektir.
İsrail’in açıklamaları, ABD’nin İran’a karşı ambargo çağrıları savaşın zaten boyutlandığını, genişlediğini göstermektedir.
Tüm bu savaşın ortasında, Erdoğan’a biçilmiş bu kadar görev var iken, seçimleri Erdoğan’ın “kazanması” sürpriz değildir.
Elbette İran, sanıldığı kadar kolay bir lokma değildir. Suriye’de planlarını tutturamayan ABD, İran’da işinin kolay olmayacağının farkındadır. Hele ki, AB ile giriştiği ticaret savaşlarının etkileri düşünülürse.
AB, Türkiye’deki seçimlerin de gösterdiği gibi, yeterli güce sahip değildir. Ama yine de İran karşısında ABD’nin yanında olmaması, ABD’yi çok ama çok zorlayacaktır.
ABD cephesi, Rusya’yı sıkıştırmak için her yolu denemektedir. İngiltere’nin Gazprom varlıklarını İngiltere’de dondurma kararı, savaşın boyutları hakkında bilgi verir niteliktedir. Rusya ve Çin, bir dünya savaşından ne kadar kaçınmakta ise de, işler savaşın daha da boyutlanması yönünde ilerlemektedir.
Türkiye böylesi bir savaşta, muzaffer Erdoğan’ın eli ile, yeni roller üstlendikçe, kendini daha fazla bataklığın içinde bulacaktır. Ama “muzaffer” Erdoğan’ın ve kurulan Saray Rejimi’nin, bundan kaçınması mümkün müdür? Hiç sanmıyoruz.
Tüm bu savaşa son vermek, Ortadoğu’da halkların dökülen kanını durdurmak, ancak, anti-emperyalist mücadele ile, ancak işçi sınıfının ayağa kalkması ile mümkündür. Bu gerçektir ve tüm zorluklarına rağmen tek yoldur.
Bu nedenle, işçi sınıfın ülkemizdeki örgütlülüğünün geliştirilmesi, büyük öneme, stratejik öneme sahiptir.
Tüm bu savaşın ortasında, tüm bu kan gölünün içinde, alttan alta işçi sınıfının dirilişi gelişmektedir. Evet çok ağır ilerliyoruz. Ne kadar ağır ilerlenirse, o kadar çok acı çekileceği de kesindir. Ama hızlı ilerlemenin, örgütlenmek dışında, direniş dışında bir sihirli yolu yoktur. o
Ortadoğu ve Suriye savaşı üzerine
Büyük “oyun” Pahalı “zafer” İktidar gaspı
TC devleti, Saray Rejimi ile kendi varlığını “sürdürme” kararlılığındadır. Ve egemen güçler, bu durumu, yeni başkanlık sistemini hayata geçirmek için kullanmışlardır. Seçim bunu göstermiştir.
1-
Saray Rejimi, dün değil, uzun bir süredir, darbelerle ayakta duruyor. Darbenin çeşitli biçimlerini sahneliyor. 15 Temmuz darbesinde silâhlar, Boğaz Köprüsü’nü tek yönlü kapatmalar, gün kararırken darbeye kalkışmalar, “allahın lütfu” ile darbeye devam etmeler yetmedi.
Yargı sistemini tümden yok eden Saray Rejimi, sıradan bir hak arama eylemine “darbe” girişimi adını, işte bu nedenle vermektedir.
Geçtiğimiz 2 yıl içinde, TC devleti, OHAL koşullarını olağan hâle getirmiştir. OHAL, binlerce ölüm, katliamlar demektir. Yıkılan Kürt şehirleri, yağmalanan doğa, ertelenen işçi grevleri, sonu gelmez tutuklamalar demektir. OHAL, 70 bin öğrencinin tutuklu olması demektir. Gazetecilerin, akademisyenlerin, barış, özgürlük diyen herkesin tutuklanması demektir.
Saray Rejimi, siyasi partileri bitirmiştir.
Saray Rejimi, parlamentoyu bitirmiştir ve işlevsiz hâle getirmiştir.
Saray Rejimi, 7 Haziran seçimlerinde, AK Parti’nin kaybetmesi sonrasında, ülkeyi kana bulamıştır.
Demirtaş’a, katil, diyen Erdoğan’ın elleri kan içindedir.
Tüm bu darbelerle ilerlemiş, tahkim edilmiş bir Saray Rejimi vardır.
Erdoğan ve eski devlet çarkı, içiçedir. Erdoğan ve eski devlet çarkının kadroları, diğerini kontrol ettiğini düşünmektedir. Erdoğan ve eski devlet çarkı, tüm devlet yapısının çeteleşmesine kadar ilerlemiştir.
Ve bugün, çeteler, toplumu sarmaktadır.
24 Haziran seçimi, bu rejimin, halka karşı “zaferi”dir. Erdoğan bu zaferi ne kadar kendisi için zafer sayarsa saysın, gerçek budur. Bu zafer halka karşı, eski ve yeni devlet çarkının, çetelerin zaferidir.
2-
“Zafer” planlanmıştır.
Seçimden 4 gün önce, bir TV kanalında, bugün yayınlanan sonuçlar, aynen yayınlanmıştır. Ve Anadolu Ajansı, bu olayı, “deneme” olarak açıklamıştır. Seçim sonuçlarının önceden duyurulduğu bir “hileli” seçim yaşanmıştır.
Seçim, OHAL koşullarında yapılmıştır. OHAL koşulları olmamış olsa, Erdoğan %10 barajını geçebilir mi? Bu sorudur ve yanıtı açık değildir.
Seçim OHAL koşullarında yapıldığı hâlde, sandıklar gerçekten sayılmış olsa idi, acaba, Erdoğan %40’ı yakalayabilir miydi? Sorudur ve yanıtı açıktır, yakalayamazdı.
Sayım gecesi, Adil Seçim Platformu’na, saat 20.00’dan sonra CHP neden sonuç göndermemeye başlamıştır?
Seçim gecesi, HDP’nin sistemine dışarıdan müdahale edilmiş ve sistem çalışmaz hâle getirilmiştir. Bu rastlantı mıdır?
Ve bu durumda, AA’nın vereceği sonuçlar dışında bir kaynak kalmamıştır.
AA, sandıkların sayılması ile ilgilenmemiştir. Önceden ayarlanmış sonuçlar, olduğu gibi verilmiştir. Sandıkların %95’ine kadar durum böyle gitmiştir ve sonra sistem durmuştur.
Bu, planlanmış “zafer”in kanıtıdır. İsteyen buna darbelerden bir yenisi diyebilir.
Biz, sandıkların gömülmesi olarak görüyoruz.
16 Nisan referandumunda sandıkları işlevsiz ve gereksiz ilan etmiş olan Saray Rejimi, 24 Haziran 2018 seçimlerinde, sandıkları sayma gereğini bile duymamıştır. Sonuçlar, bir dijital simülasyon ile ilan edilmiş, bu durum, askerî önlemlerle korunmuştur.
3-
CHP, değil sandıklara sahip çıkmak, değil halkın oylarına sahip çıkmak, bu planlanmış “zafer”in araçlarından biridir.
CHP, açık olarak kendi seçmenleri ile dalga geçmiştir. CHP içinden HDP’ye oy atanların, bugün, içleri daha rahattır. Onları, artık, doğrudan işçi ve emekçilerin direnişine katılmaya çağırıyoruz: CHP’de yapacağınız bir şey yoktur.
CHP, tam anlamı ile, Erdoğan’ın işbirlikçisidir.
Saray Rejimi, sistem, çoktan AK Parti’yi bir parti olmaktan çıkarmıştır. Çoktan, MHP harakiri yapmıştır. Ve sıra CHP’ye gelmiş olmalı ki, CHP, 24 Haziran seçimleri ile, bir siyasi parti olarak varlığına son vermiştir.
4-
24 Haziran seçimleri, halkı aldatmanın aracı olmuştur.
Saray Rejimi, destekçisi ABD ile birlikte, bir büyük oyun planlamıştır. Bu oyun, halka karşı oynanmıştır.
İnce bu oyunun bir parçasıdır. Öyle olmuştur. İnce, seçimden bir gün önce, Maltepe mitingi öncesinde, Erdoğan’la pazarlığa soyunmuştur. İnce, mitingi boyunca, Erdoğan da çeşitli küçük mitingler yapmıştır. Her ikisi, açıklanacak dosyaları karşılıklı anlaşma gereği açıklamaktan vazgeçmiştir.
Bu pazarlık, seçim gecesi, YSK önünde olacağım diyen İnce’nin ortadan yok olması sürecinde de sürmüştür. Ne İnce, ne Akşener, YSK önünde olmamıştır. Açık olarak ya korkmuşlar ya da yalan söylemişlerdir.
İnce’nin tehdit ile mi, yoksa isteyerek mi, Erdoğan’ın “zafer”ini selâmladığı bizim konumuz değildir.
Ne CHP, ne de onun liderlerinden Kılıçdaroğlu ve İnce, halkın oylarına sahip çıkma kararlılığını gösterememiştir. Bu, “devletçi” zihniyetin göstergesidir.
CHP, halktan yana tutum alma cesaretine sahip değildir, olamaz. İşte bu nedenle, Demirtaş hapsedilmiştir. Demirtaş’ın, halkın arayışına karşılık gelmesi ihtimalinden korkmuşlardır. İnce’nin popülaritesinin kaynağı kendisi değil, halkın içinde bulunduğu çaresizliktir. Demirtaş sahada olabilse idi, bunun ne demek olduğunu daha iyi görebilirdik ve İnce’nin popülaritesi böyle olmazdı. Bu nedenle Demirtaş içeride tutulmuştur.
İnce, ahlâksızca, onursuzca, kendi seçmenine saygısızca davranmıştır.
İki aylık seçim süreci boyunca, hiçbir ciddi soruna değinmemiştir. Erdoğan’ın kendisine açtığı TV kanallarını sorgulamamıştır. Saray Rejimi’ne karşı, CHP’nin tabanından gelen hiçbir itirazı, ciddi tarzda ele almamıştır. Erdoğan’ın kahvehanelerine, kekine takılı kalmıştır.
Seçim kampanyası boyunca eli-dili birbirine karışan Erdoğan’a karşı, İnce, mert delikanlı rolünü oynamıştır. Ama daha seçim gecesi, YSK önünde verdiği randevuya gelmemiştir. Saatlerce ortadan kaybolmuştur. 15 Temmuz gecesinde Erdoğan’ın elindeki cep telefonu ile kanallara bağlanmasını sağlayanlar, aynı olanağı İnce’ye tanımamıştır. Üstelik, TELE 1 TV’den Merdan Yanardağ, açıkça kendisine kanalın açık olduğunu belirtmiş olmasına rağmen.
Mert ve delikanlı fizik öğretmeninin kimyası bozulmuştur.
İnce, direniş nedir bilmez.
Pazarlığa tutuşmuştur.
Ta, Maltepe mitinginin öncesinde bu pazarlık başlamıştır.
Ve hiçbir biçimde direniş gösterememiştir.
CHP çizgisi budur. Devlet çizgisi budur. Halkı kandırmak üzerine kuruludur.
Pazarlık sonucu, İnce, yeni Kalın olmayı mı kabul etmiştir? Kendisine çok yakışacaktır. Ne kadar İnce ise, o kadar Kalın’dır.
İnce, Demirtaş’ı ziyaret ettiğinde, gerçekte, Erdoğan’ı ziyaret etmek istemiştir. Erdoğan ziyaretinden sonra “devri sabık yaratmayacağım” diye işe başlamıştır.
İnce, halkın sisteme, Saray Rejimi’ne karşı birikmiş öfkesini sisteme yeniden bağlamak için hareket etmiştir. Bunu başardığı anlaşılmaktadır. Bugün, “bu halktan bir şey olmaz” söylemlerini dile getiren insanların varlığı, bunu kanıtlar. Halka güvensizliği ve halkta güvensizliği körüklemişlerdir. Ama 24 Haziran gecesine kadar. Bugün bu güven ortadan kalkmaya başlamıştır bile.
5-
Seçimin kazananı, ne AK Parti, ne Erdoğan, ne MHP’dir. Seçimin kazananı, başkanlık sistemini ya da Türk usulü başkanlık sistemini isteyen egemenlerdir.
Bugün artık, OHAL sürekli olarak var olacaktır. Cumhurbaşkanının KHK yetkileri zaten vardır. İstediği yere asker gönderme olanağı vardır. Ve bu kullanılacaktır. Suriye’de ve İran’a karşı operasyonlarda bunu göreceğiz. Artık, dolar karşılığı asker ihracı dönemini açacakları kesindir. İstedikleri budur, bunu yapıp yapamamaları, tümü ile toplumsal muhalefete, gelişen direnişe bağlıdır, parlamentoya değil.
Aynı biçimde, içeride de baskılar sürekli artacaktır. Bugüne kadar olduğu gibi, katliamlar devreye sokulacaktır. Bugüne kadar olduğu gibi grevler ertelenecek, sendikal çalışma yasaklanacak, taşeronlaşma artacak, iş cinayetleri sürekli artacaktır.
6-
HDP, meclise girmiş, iktidarın tüm gücü ile yüklenmesine rağmen barajı geçmiştir. Bu elbette çok ama çok önemlidir. Ama, seçim değerlendirmesini sadece buna dayandırmak yeterli olmaz. Sadece Erdoğan’ın gizli toplantılarda ilan ettiği HDP’yi baraj altında bırakma hedefinin gerçekleşmediğini ifade etmek kadar önemlidir.
HDP’nin de oylarının çalındığı kesindir. Ve bunun peşinde olmak gerekir.
Biz, seçim sürecini, genel direnişin, sürdürmekte olduğumuz direnişin bir parçası olarak ela alırız. Bu, HDP için de böyledir. Seçim süreci boyunca bu direniş genişlemiştir. Bir adım olsun ilerletilmiştir. Bu değerli bir kazanımdır.
HDP’nin barajı geçmesi ancak ve ancak seçim ikinci tura kalsa idi önemli olacaktı. Çünkü bu durumda, ikinci tur öncesinde, AK Parti ve Saray Rejimi’nde çözülmeler başlayacaktı. Bu yüksek bir ihtimal idi. Ama, Erdoğan’ın başkanlığı altında, parlamentonun önemi olmayacaktır. Bu durumda, HDP’nin barajı aşması, artık bir önem ifade etmez. Dahası, HDP’nin barajı geçmesinin nedeni, aldığı oylar değildir. HDP, büyük ihtimalle %15’in üzerinde oy almıştır. Ama barajı geçmesinin nedeni, seçimi bir dijital simülasyon ve gasp ile organize edenlerin, HDP’yi baraj altında bırakmayı göze alamamış olmalarıdır. HDP baraj altında kalsa idi, sokaklara saldıkları çetelerin karşısında bir örgütlü direniş bulacakları kesin idi. Bu onları ürkütmüştür. Nasıl olsa parlamentodaki HDP milletvekillerini tutuklamak artık daha kolaydır.
HDP’nin barajı geçmesi üzerine aşırı vurgu, seçimlerin hilesiz olduğu izlenimine yol açabilir. Dahası, 24 Haziran gecesi olanları görmemek anlamına da gelebilir. Bu yanlış olur.
Bizim kazancımız, artık bir anlam ifade etmeyen, yeni sistemde bir önemi kalmamış olan parlamentoya girmek değildir. Bizim kazancımız, parlamento dışında, halk meclislerini kurma yönünde atabildiğimiz adımlar, ilerletebildiğimiz örgütlenmedir.
7-
Devrimci hareket için direnişin gelişimi, gelecek açısından çok ama çok önemlidir. Parlamentonun, çok büyük bir işlevi olmayacağı bir sürece girilmiştir. Bu, elbette parlamentonun içinde olmayı küçümsemek demek değildir. Ama gelecek, direnişin daha çok sokakta gelişeceği bir gelecek olacaktır.
Devrimci işçilerin, temel hedefi, direnişi ve örgütlenmeyi birbiri ile paralel olarak geliştirmektir. Bu açıdan, seçimler bazı noktalarda olanaklar oluşturmuştur. Devrimci hareket, daha geniş bir kitleye ulaşabilme olanağı elde etmiştir ve bunu gözönüne almak gerekir. Bu durum, direnişin çok çeşitli biçimlerde gelişmesi anlamına da gelir. Devrimci işçiler, biz Kaldıraç Hareketi, bunu unutmadan hareket etmeliyiz.
8-
“Zafer” sahibi olarak, sandıkları saymaya bile gerek duymayan ve sonuçlar açıklanmadan hızla zafer ilan eden Saray Rejimi’nin önü “açık” değildir. Ne ekonomik sorunlarla başa çıkabilecek durumdadır, ne de politik sorunlara çözüm üretebilme kapasitesine sahiptir. Erdoğan, OHAL’i kaldırmaktan, dış politikayı değiştirmekten vb. söz etmiştir. Saray Rejimi, bunu başarabilecek durumda değildir. Seçimleri her türlü hile ile kazanabilme becerisi ayrı bir konudur, seçimler aracılığı ile, iktidarın gasp edilmesi ayrı bir konudur, ama bu yöntemlerle sorunlarla başa çıkabilme olanağı yoktur.
Şimdi, halkın, işçiler ve emekçilerin, tüm halkların, Saray Rejimi’ne karşı her yol ve araçla mücadele etmesinin meşru olduğunu ilan etme zamanıdır.
İktidar, özgürlükleri elde etmek, haklarımızı kazanmak, daha fazla örgütlenme ve direnişten geçmektedir.
Artık, çözüm yeri, halkın, işçi ve emekçilerin kendi öz meclisleridir. o
Erdoğan’ın “zafer” ilanı Ya bundan sonrası?..
Artık, hile, sandık taşıma, tehdit, sonuçlarla oynama yeterli gelmemiştir. Bunu gördüler. Eğer ikinci tura kalırsa, HDP barajı geçtiği anda, AK Parti’de bir çözülme başlayacağı açık hâle gelmiş idi. Bunu gördüler.
Önlem olarak, işi birinci turda bitirmeye karar verdiler.
Bunun için, İnce, Akşener, uygun tarzda razı edildi. Seçim gecesi ortadan kaybolmaları, eşine ender rastlanır bir performans olmasa gerek. YSK önünde randevulaşan, YSK’yı bize bırakın, diyen, beni YSK önünden jiletle kazırlar, diyen, bu kez 16 Nisan’daki gibi olmayacak, diyen İnce ve Akşener ekipleri, çetelerin devreye girmesi ile, devlet gücünün yanına çetelerin konulmuş olmasını görerek, “ikna” oldular. Bir zafer, ancak bu kadar “şerefli” olabilir.
Ey korku! Sen nelere kadirsin!
Korkutanlar mı daha korkak, korkudan seslerini kısıp “adam kazandı” mesajı atanlar mı daha korkak?
Halka, biz sizi düşündük, burnunuz kanamasın diye sokağa çıkmadık, diyeceklerdir. Hayır, siz halkı düşünmediniz, sizin halkı düşünecek hâliniz yoktur. Sadece kendinizi düşündünüz ve sizi sizden iyi tanıyan Saray Rejimi, ne yapacağınızı çok da iyi tahmin etti.
Bu, yeni başkanlık sistemini isteyen uluslararası sermayenin, ABD ve müttefiklerinin zaferidir. Suriye meselesinde Erdoğan’ın rolü bitmemiştir. İran için rol alacağı açıktır. İşte kazanan onlardır, yoksa Erdoğan değil.
Saray Rejimi ile kendine yer bulan çeteler ve çeteciler, ancak kırıntılarla yetineceklerdir, daha fazlası yoktur.
Bundan sonra ne olacaktır?
1- Doğal olarak, meclisin bir önemi olmayacaktır. Bu nedenle, milletvekili sayısına takılıp kalmak saçmadır. Eğer seçimler ikinci tura kalsa idi, meclis çoğunluğunun AK Parti’de olmamasının bir önemi olacaktı. HDP barajı geçtiği anda, Erdoğan ve çevresi çözülmeye başlayacak ve ikinci turu kaybedecekti. Bu durumda başkanlık sistemi geçmemiş olacaktı, CHP, İYİ Parti, SP verdikleri sözlere sadık kalacak olmaları hâlinde (ki bu da şüpheli idi) parlamenter sisteme dönüş için yeni bir anayasa süreci devreye girecekti. İşte HDP’nin barajı geçmesi bu koşullarda önemli olacaktı. Hem de çok önemli. Ama başkanlık sistemi geçtikten sonra, artık parlamentonun bir önemi yoktur. Parlamento ile bir muhalefet yürütmek artık bir anlam ifade etmez. Bunu çok kısa sürede göreceğiz.
Bu nedenle açık önerimizdir; tüm siyasi partiler, meclisi terk etmelidir. Meclis dışında alternatif bir meclis ilan edilmelidir. Bu elbette ki, siyasi partilerin göze alamayacakları bir iştir. Ama doğrusu budur.
2- Suriye savaşı, İran’a karşı savaş ve operasyon hazırlıkları açısından ABD, başkanlık sistemi ve Saray Rejimi ile çok iş yapabilecektir. Parlamentodan onay almaya ihtiyacı yoktur. Artık, istedikleri yere asker göndermeleri kolaydır. Parlamentoda 400 milletvekili gibi bir sayıya ulaşılmadıkça, Saray Rejimi’ne karşı hiçbir şey yapılamaz. Seçimleri hile, dijital simülasyon ve çete güçleri ile gasp yolu ile kazanan bir Saray Rejimi’nin parlamentoya saygı göstermesi beklenemez. Zaten gerekli de değildir. Yeni sistemde yasal olarak da durum budur. Ve bu durum, her türlü savaş operasyonu için kullanılacaktır. Bunun için Erdoğan’ın önünde bir iş takviminin olduğundan şüphe duymaya gerek yoktur.
3- OHAL’in kaldırılıp kaldırılmaması, hiçbir öneme sahip değildir. İki yıldır süren OHAL’in tüm yetkileri, şu andan itibaren başkan olarak Erdoğan’ın elinde vardır. Yaptıkları yapacaklarının teminatıdır.
Elbette Altan’ı serbest bırakacaklar. Biat eden serbest kalacak.
Elbette tutuklu Amerikalı Papaz’ı serbest bırakacaklar.
Ama bunların baskı ile, işçi ve emekçilere karşı uygulanan baskı ile, grevleri yasaklama tutumu ile, Kürt halkına kurşun sıkma tutumu ile, katliam politikaları ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bu göstermelik adımlar, sadece ABD ve Batı için verilecek tavizlerdir. OHAL’in tüm yetkileri ellerinde olacaktır. Artık, OHAL süreklidir. Yasal olarak böyledir. 19 Temmuz’da OHAL’in kaldırılması bir şaka olarak bile değere sahip değildir. ABD, hemen OHAL kaldırılsın, S-400’ler iptal edilsin diyor. S-400 meselesi bir mesele olabilir. Ama OHAL kalksa ne olur, kalkmasa ne olur?
Öyle anlaşılıyor ki, bu yeni sistem bilinmemektedir. Oysa bu yeni sistemde, ne MHP önemlidir, ne de OHAL.
Halklara karşı baskılar artacaktır.
Katliamlar genişletilecektir.
Tehditler artacaktır.
Korkutma ve sindirme politikaları hız kesmeyecektir.
Saray “yeni” tarzda saldırılar devreye sokacaktır.
Üniversiteler daha büyük bir baskı altına alınacaktır.
Aydınlara karşı sürgünler devreye sokulacaktır.
Grevler ertelenecek, sendikal çalışma yok edilmeye çalışılacaktır.
Her hak arama eylemine karşı TOMA’lar devreye sokulacaktır.
TV kanalları daha fütursuzca yalan söyleyecektir.
Hukuk daha fazla ayaklar altına alınacak, her türlü hak gaspı daha da artacaktır.
Tıpkı, son yıllarda zaten var olduğu, yaşandığı gibi.
Ve bunları yapmak için artık OHAL’e ihtiyaç yoktur.
4- Ekonomik kriz elbette derinleşecektir. Yeni dönemde, asker gönderme karşılığında dolar alınacaktır. Biraz daha açık ve adam başına daha ucuz olacak şekilde. Başka bir ekonomi politikasına ihtiyaç yoktur.
Yine betonlaşma devam edecektir.
Yine rant ve yağma rejimi devam edecektir.
Yine ücretler düşürülecek, sömürü daha fazla artacak, taşeronlaşma artacak, can güvenliği olmayacak, iş cinayetleri her gün artacaktır.
Merkez Bankası, ABD ve Batı’nın ortak kurumu olarak varlığını sürdürecektir.
Yine halk borç içinde inim inim inleyecektir. Ekonomik kriz hafiflemeyecek, faturası daha açık yöntemlerle halka yıkılacaktır.
İşçilerin kıdem tazminatlarına göz dikilecektir.
Savaş ekonomisi denilen şey hayatın her alanında kendini hissettirecektir.
5- Eğitim sistemi daha da bozulacak, tıpkı önceden olduğu gibi organize edilmeye çalışılacaktır. Kitapların içerikleri değişecek, bunlar son derece hızla hayata geçirilecektir.
6- Yine Erdoğan, arabaların cam filmleri için yasalar çıkaracak. Hatta bunlara artık yasa değil, ferman denilmesinde fayda vardır, daha doğrudur. Yine Erdoğan, kaç çocuk yapılması gerektiğini buyuracak.
Erdoğan, yine bir sabah kalkıp, sınav sistemini değiştirdim, diyecektir. Artık bu konuda Bilal daha etkili olacaktır.
Eğitim, sağlık, ulaşım, rant amacına uygun olarak ele alınacaktır.
Şehirleşme rant üretecek şekilde ele alınacak, çevrenin ve doğanın yağmalanması hız alacaktır. Çevre katliamı, eşine rastlanmayacak boyutlarda büyüyecektir.
Yine kadın cinayetleri ve cinsel suçlar artacaktır.
Tıpkı olduğu gibi, sadece daha fütursuzca.
Tüm bu süreci geri çevirmek mümkündür.
Aslında seçim süreci, bu süreci tersine çevirmenin olanaklarının olduğunu göstermiştir. Ama bu iş, İnce ile Akşener ile olmaz, olamaz.
Bunun yolu, örgütlenmeden geçmektedir. Örgütlü değil isek hiçbir şeyiz. Bu bilinçle tüm gücümüzle, daha zorlu mücadelelere hazırlanmak için, işçi sınıfının, emekçilerin, gençlerin, kadınların, halkların başka yolu yoktur. o
Herkes kazandı mı? Peki kaybeden kimdir?
Dijital simülasyon ile, sandıkların sayılmasından tamamen bağımsız olarak iş yürüttüler. Önceden ayarlanmış sonuçlar ilan edildi.
Yetmedi, HDP ve Adil Seçim Platformu’nun sonuçları duyurması bir yana, sistemine girmesi, sistemler çökertilerek başarıldı.
Ve diğer adayların sonuçları kabul etmesi için, devreye girdiler. Çeteler sokaklara salındı ve diğer adaylar, gönüllü veya korku ile sonuçları kabul ettiler. Böylece, halka ilk açıklamalar onlardan geldi: “Adam kazandı.” Ama “adam”ın yüzüne bakınca pek de kazanmış gibi değildi.
Ardından, herkes AA’nın açıkladığı sonuçları, gerçek sonuçlarmış gibi ilan ederek, seçim değerlendirmeleri yapmaya başladı.
Görünüşe göre, herkes kazandı.
AK Parti ve Erdoğan kazandı. Öyle diyorlar. Erdoğan’ın gerçek oyları %42-44 bandındadır, AK Parti’nin gerçek oyu ise 35 civarındadır. Oyların %38’inin sayılmış olduğu anda, CHP yöneticisi Tezcan’ın açıklaması böyledir.
AK Parti, 7 Haziran seçimlerinin gerisine düşmüştür. Ama kazanmıştır.
Erdoğan, balkon konuşması yapıp yapmama arasında gidip geldiği bir “zafer” kazanmıştır. Belki de Erdoğan, bu kez zaferin kendinden uzak olduğunu, başkalarının zaferi olduğunu, kendisinin de kurban rolünde olduğunu anlamıştır.
Sokaklara çeteleri salmışlardır. Sokaklara saldıkları çeteler ile, olsa olsa Muharrem’i, olsa olsa Akşener’i korkutabilirler. Öyle de yaptılar. Ama nedense bizzat Erdoğan da aramamıştır. Kim aramıştır, pazarlık nasıldır, sadece korku yetmiş midir, bilmiyoruz. Ama bu zafer, pek de “övünülecek” bir zafer değil gibidir, onurlu, şerefli bir zafer olmadığına ise şüphe yok.
Öyle ya da böyle, hile ile dolap ile, çetelerle, baskı ile, şiddet ile veya yalan ile “zafer” kazanılmış ve Erdoğan, zaten oturduğu yerde oturmaya devam etme hakkını, halk adına kendine vermiştir.
Aslında, hiç seçim yapmadan da bunu yapabilirdi.
Ama o, bir “zafer” kazanmak istedi.
Muharrem İnce de kazandı. Kendisine sorulduğunda, %30 oya iki ayda ulaştım, diyor. Zaten ondan önce dünya yok, CHP hiç yok, halkın meydanlara yansıyan ve o değil kim olursa olsun arkasına destek olarak gelecek öfkesi, umutları hiç yok. Sadece, İnce var.
Utanmadan, “bu böyle bitmeyecek” şarkısını söylüyor. Oysa doğru şarkı, “ince ince bir kar yağar fakirlerin yüzüne, neden felek inanmıyor gariplerin sözüne” şarkısı olurdu.
İnce, başarısına başarılar katmak için olacak, “bana yürü ya Muharrem deyin yürüyeyim” diyor. Kime söylüyor? Kazandığını ilan ettiği zafer mi gözlerini kör etmiş, yoksa korkudan aklı, beyninden 1 metre aşağıdaki yere mi kaçmış, bilmiyoruz. Ama Muharrem İnce, sana halk neden “yürü” desin. Sen YSK önüne mi yürüdün? Sen YSK önüne yürüme kararını açıklamamış mıydın? Sana oy verenler, YSK önüne yürümek yerine, sessizliğe bürünüp, ilan edilen Erdoğan zaferini teyit etmek için mi oy verdiler? Bir saniyeliğine, 20 dakikalığına olsun, korkularına yenilmemeyi başaramayan birine, halk lider diye bakmaz, ona “yürü ya Muharrem” demez.
“Yürü ya Muharrem,” sana ABD tarafından denilebilir, egemenler tarafından denilebilir, devlet tarafından denilebilir. Efendilerine mi sesleniyorsun? Öyle ise onlara kapalı kapılar ardında seslen.
CHP de kazandım diyor. 15 milletvekili operasyonu ile İYİ Parti’yi seçimlere soktum, bir kazançtır, diyor. İttifak kurdum, zaferdir, diyor. İnce ile %30’a ulaştım zaferdir, diyor. HDP’ye destek verdim, zaferdir, diyor.
İYİ Parti de kazanmıştır. Öyle ya, 7 aylık parti, %10 oy almıştır. Ekranlar kendisine yasaklanmış, baskı ve şiddete maruz kalmışlardır. Buna rağmen %10 oy almışlardır. Gerçi biz, YSK önünden kazımak için jilet hazırlayanları gördük ama, oraya gelen bir Akşener’i görmedik. Ama olsun, o yine de kazanmıştır.
MHP tamamen kazanmıştır. İYİ Parti kendisinden ayrıldığı hâlde, %11 oy almıştır. Her ne kadar bu oy oranları önceden ilan edilmiş olsa da, olsun, MHP de kazanmıştır. Hatta, Bahçeli, kendine başkan seçtiği Erdoğan’ı frenlemek için “mecliste kilit parti” bile olmuştur. İyi ama ne yapacak? Meclis, yeni sistemde neye yarar? Bugüne kadar Erdoğan’a değnek olmuş Bahçeli, bugünden sonra ona karşı mı durur? Meclisin bir önemi yoktur, olamaz. Yeni sistemde meclis bitmiştir. Ama eğer bir önemi olacaksa, 301 milletvekili sayısı önemli ise, Erdoğan, nasıl seçimleri çeteler ile gasp ederek almış ise, aynı biçimde 5-10 milletvekilini satın alabilir. Zaten bu işleri onun adına ABD konsolosluğu yapmaktadır.
HDP de kazanmıştır. HDP, açıktan baraj altında kalması için her şeyin yapılması gerektiği ilan edilmiş bir parti olarak meclise girmiştir.
HDP, bizim cephemiz olduğu için, öncelikle buradan başlamalıyız. HDP başarılı olmuştur elbette. Ama başarısının ölçütü, meclise girmesi değildir. Meclis gerçekten de artık önemli değildir. HDP’nin, eğer seçimler ikinci tura kalsa idi, barajı geçmesi önemli olacaktı.
Seçim sonuçlarını önceden simülasyonla açıklayanlar, HDP’nin barajı geçmesini “istemişlerdir”. Çünkü, eğer Erdoğan kazanacak ve HDP baraj altında bırakılacak olsa idi, HDP ve sol direnecekti. Ve elbette bu direnişi kırmak için, çetelerin işe yaramayacağı açık idi. İşte bunu göze alamadıkları için HDP’nin, barajı çoktan geçmiş olan HDP’nin, %18’lere dayanmış olan HDP’nin barajı geçmesine razı olmuşlardır.
HDP’nin barajı geçmesine bakarak, seçim sonuçlarının “adil” olduğunu söylemek affedilmez bir hata olur. HDP’den ve Kürt devriminin örgütlü güçlerinden korktukları için, HDP’yi baraj altında ilan etmeyi göze alamamışlardır.
Bu, HDP ve ona oy veren bizlerin çabalarının başarılı olmadığı anlamına gelmez. Elbette gelmez. HDP ve biz, devrimciler, seçim sürecini bir direniş süreci olarak ele aldık, öyle ele almalıyız. Biz, daha önceden başlayan, yıllardır süren, direniş sürecinin bir parçası olarak, halkı bir parça daha örgütlü hâle getirme isteğimizin ifadesi olarak seçimleri ele aldık. Doğru olanı da budur. Sonuçları da sadece bu açıdan değerlendirmek gerekir. Eğer bu anlamda yol aldıksa, başarılıyız. Yok yol alamadık ise, başarılı sayılmayız. Barajın aşılmasına rağmen.
Meclis, artık tamamen önemsizdir.
Meclis, bir tiyatronun parçası olarak, arada bir iş görecektir. Erdoğan, doğrudan gasp yolu ile iktidarı elinde tutmayı başarmıştır. Ve bunun için, oldukça “ince” metotlarla çalışmışlardır.
Gerçekte kazananlar, yeni “başkanlık” sistemini dayatanlardır. Erdoğan’ın arkasındaki güçlerdir, egemenlerdir. Erdoğan bu anlamda bir kuklayı bir adım geçemez.
Başkanlık sistemi geçmiştir.
Erdoğan, kontrol altındadır.
Bundan böyle, Suriye meselesinde de daha saldırgan olacaklardır, İran’a karşı operasyonlarda da. İçeride, işçi sınıfını daha büyük haksızlıklar, artan sömürü, daha fazla açlık, daha büyük şiddet, daha fazla işsizlik, hak gaspları vb. beklemektedir. Kürt devrimine karşı daha şiddetli baskılar gelecektir. Ama başkanlık sisteminin ana hedefi, Ortadoğu’dur. ABD, bölgede daha atak olma niyetindedir.
Bu nedenle, iktidarı gasp etmişlerdir.
Kaybeden ise, büyük ölçüde işçi ve emekçi halktır.
Bu aslında tam da bir kayıp değildir.
Eski sistem zaten OHAL’lere dayanmakta idi. Baskı ve hak gaspları zaten vardı. Katliamlar ve özgürlüklerin yok edilmesi zaten vardı. Bu artık, daha da normal hâle gelecektir. İktidar, egemenler, daha büyük bir şiddetle saldıracaklardır. Bu açıdan ortada büyük bir kayıp yoktur.
İşçi ve emekçiler, İnce’nin peşine takılmakta tereddüt etmemişlerdir. İnce, daha ilk adımda, ilk randevuda, YSK önünde halkı satmış, umutları bir anda tüketmiştir. Bu bir kırgınlık, hayal kırıklığı demek olsa da, aslında, erken yaşanan bu hayal kırıklığı, bir avantaja da dönüştürülebilir.
Halkın kaybı, bir kazanca dönüştürülebilir.
Eğer, örgütlenmenin, direnebilmek için güç olmak demek olduğunu kavrayabilirsek, işçiler ve emekçiler bunu anlarlarsa, işte bu talihsizlik, bir avantaja dönüştürülebilir.
İşte o zaman bu sahte zaferlere neden ihtiyaç duyduklarını, neden kendi yasalarını bile ayaklar altına aldıklarını anlamak kolay olacaktır.
İşte o zaman sistemin çözülmesi daha da hızlanacak ve ülkede boydan boya bir devrim filizlenecektir.
İşte o zaman dipten gelen dalgayı gösterebileceğiz. o
“Yürü ya Muharrem”
Erdoğan’ın İnce konusundaki bilgileri, bizim bilgilerimizden daha “ince”dir, daha detaylıdır. Bu anlaşılmıştır.
İnce, işe, Erdoğan’ı ziyaretle başlamıştır. Erdoğan’ı ziyaret edebilmek için Demirtaş’ı ziyaret etmiştir. İnceliktir.
Erdoğan’ı ziyaretinden sonraki açıklaması, “devri sabık yaratmayacağız”dır. Ziyaret ettiği liderlerden sonra akılda kalan tek cümle budur.
Tüm seçim kampanyası boyunca, dişe dokunur hiçbir soruna parmak basmamıştır. Sadece, genel bir söylem tutturmuş ve kitlelerdeki, özellikle de CHP kitlesindeki küskünlüğü yenmiştir. Ve CHP kitlesinin güvenini kazanmıştır. Bu güveni de, son gece, ortadan kaybolduğu süreç ile yerle bir etmiştir.
Klasik CHP “kolpacılığı” kendisini göstermiştir. 16 Nisan referandumunda kitleleri evlerine dönmeye çağıran Kılıçdaroğlu’nun yaptığının bir benzerini, son gece tekrarlamıştır. Bu tekrar, bu “yok olma”, bu YSK önünde toplanma sözlerini yutma, daha da ağır sonuçlar doğurmuştur. 16 Nisan’da “kimsenin burnu kanamasın” masalını anlatan Kılıçdaroğlu, o günden sonra dökülen kanı hiç hesaba katmamıştır. İnce, bu sefer böyle olmayacak, demiştir. Aynı sözü Kılıçdaroğlu defalarca tekrarlamıştır. Ama sonuç değişmemiştir. Nedeni ne olursa olsun, hangi tarzda bir pazarlığın ürünü olursa olsun, İnce, aynı şeyi tekrarlamıştır. Klasik CHP korkaklığı, kitlelerin hiçbir umuduna ev sahipliği yapamaz. Bu, ortaya çıkmıştır
Şimdi İnce, utanmadan, “bana yürü ya Muharrem, deyin, ben de yürüyeyim” diyor. Yürü ya Muharrem, ama nereye? Ben halk çocuğuyum, diyordu, ama Saray karşısındaki tutumu, bunu göstermiyor. %30 aldım diyor, ama Ekmeleddin vakasından daha ileri bir sonuç değildir.
Şimdi, halkla dalga geçiyorlar.
Meydanları dolduranlar, Mersin’de, İzmir’de, Ankara’da ve İstanbul’da meydanları dolduranlar yoktu idi de, biz mi yanlış gördük? Bu kitlelerin varlığı, “yürü ya Muharrem” değil miydi? Muharrem, fizik de bilmiyormuş. Fizikî olarak yürümesi gereken yer, kendisinin de söylediği gibi YSK idi. Sandıkları siz bekleyin, YSK’yı bana bırakın, diyordu. Ama YSK’da kendisini göremedik.
Yoksa Muharrem, Erdoğan’ın iktidarı bırakmama konusunda ciddi olmadığını mı düşünüyordu? Peki, şimdi, “yürü ya Muharrem” denildiğinde, Saray Rejimi’nin yolunu açacağını mı düşünüyor? Erdoğan ile nasıl bir pazarlık yaptığını, Erdoğan ile değil ise, kiminle nasıl bir pazarlık yaptığını bilmiyoruz. Ama Saray Rejimi’nin kendisine verdiği sözlere mi güveniyor? Elinde olduğu anlaşılan ve Maltepe mitinginde açıklamaya niyetlenip de vazgeçtiği bilgileri açıklayarak mı yürüyecek? Yoksa, “yürü ya Muharrem” sözünü, Saray Rejimi’nden mi bekliyor?
Hem başlarken, hem kampanya boyunca popülaritesini artırdığı performansı boyunca dişe dokunur hiçbir şey söylemeyerek, hem de seçim akşamı kayıplara karışarak, nasıl yürüyeceğini göstermiş olmuştur.
İnce’nin adaylığı, küskün CHP kitlesini ve gençleri sandığa gitmeye ikna etmek için idi. Bunu başarmıştır. Ama daha büyük bir hayal kırıklığı yarattığı da açıktır.
Meydanlara akan kitleler hayal mi idi?
Erdoğan’ın korkuları hayal midir?
Tehditler hayal ürünü mü idi?
Öyle ise, neden “yürümedin” ya Muharrem?
Seçim hilelerini ortaya koymaktan neden çekindin?
Neden, suskunluğunun arkasındaki nedenleri açıklamıyorsun?
Neden, pazarlık sürecini, sana oy veren kitlelere açıklamıyorsun?
Seçimlerin en önemli sonucu, başkanlık sistemi denilen sistemin, fiilen hayat bulmasını sağlamak olmuştur. Millet İttifakı, tüm bileşenleri ile, başkanlık sistemine karşı olduğunu açıklamıştı. Açık olarak, parlamenter sisteme dönüşü dillendirmişlerdir. Ve Erdoğan’a sunulan hileli zafer, CHP’nin de içinde olduğu bir komplo ile, başkanlık sisteminin hayata geçirilmesi anlamına gelmektedir. İnce ve CHP, Saadet Partisi’nin gösterdiği açıklığı ve kararlılığı göstermemiştir. İnce’nin “adam kazandı” açıklaması, bunun açık onayıdır. Dahası, halka bu durumun kabul ettirilmesi girişimidir.
Erdoğan ve Saray, bir “zafer” planlamıştır ve CHP ve İnce, bu zaferi halka hazmettirme işini üstlenmiştir.
Rant rejimi, yağma, katliam politikaları, tıkanmış olan dış politika, Suriye meselesi konusundaki tetikçi tutum, CHP’nin kitlelere hazmedin dediği şeylerdir. Bunun anlamı budur. CHP ve İnce, katliamları, özgürlüklerin gaspedilmesini, haksızlıkları, her türlü ayrımcılığı, her türlü keyfîliği halka “normal” karşılamayı salık vermektedir.
Yürü ya Muharrem.
Erdoğan’ın yanında yürü. Kalın’ın yanında ince ol.
Yürü ya Muharrem, Saray Rejimi’ni halka kabullendirmek için yürü, Saray Rejimi’nin destekçisi Baykal gibi yürü.
Yürü ya Muharrem, halkı aldatmak, sözlerini yutmak için, Kılıçdaroğlu’nun yanında yürü.
Tümünüz, Saray Rejimi’nin yedeği olarak varlık kazandınız, bu yolda yürümeye devam edin.
Kimden yürü emrini alacağını biliyorsun, bu sözü onlara söyle, halka değil.
Bir kişi, birden çok kere kandırılabilir. Halk, birkaç kez kandırılabilir. Ama halkı sürekli kandırmak mümkün değildir.
İnce, ilgili yerlere, “bende de iş var” mesajını vermektedir. Doğrusu, bir popülarite elde ettiği de açıktır. Buna güvenmektedir. Sanıyor ki, son gece büründüğü sessizlik unutulacaktır.
24 Haziran seçim süreci, kitlelerin bir arayış içinde olduğunu, Saray Rejimi’ne karşı, bir çıkış aradığını göstermektedir. İnce’nin popülaritesinin sırrı kendisinde değildir, bu arayıştadır, bu çıkış özlemindedir, bu yaşanılası bir dünya özlemindedir.
Biz devrimciler, bunu net olarak görmek zorundayız.
Çıkış, devrimci sosyalizmin, halkla, işçi sınıfı ve emekçilerle kuracağı bağlarda, kuracağı ilişkilerdedir.
Bu, bir bütün olarak direniş yoludur.
Bu direniş, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlülüğü oranında kalıcı bir zafere dönüşebilecektir. Seçim süreci bunu bir kere daha göstermiştir. HDP’ye oy veren geniş kitlelerin tutumu, bunun işaretidir. Saray Rejimi’nin HDP’yi baraj altında bırakma operasyonlarının anlamını daha geniş bir kitle anlamıştır. Kitlelerin göremediği, 16 Nisan vakasının ardından özeleştiriye benzer sözler söyleyen CHP yönetimi ve İnce’nin, bir kere daha aynı yolda yürüyeceğidir. Kitleler buna ihtimal vermediler. 16 Nisan vakasından sonra, kitleler, İnce’nin aynı şeyi yapmayacağını düşündüler. İnce’nin yüksek tondan YSK önünde olacağım çağrılarına inandılar. Yoksa kitleler, sandıkların düzgünce sayılacağını düşünmediler, buna inanmadılar.
Kitlelerin yanılmasında en önemli unsur, gösterilen direnişin örgütsel temellerinin zayıflığıdır. Örgütlülük, kendi öz örgütlülüğümüz zayıf oldukça, biz işçilerin, kimsenin sözlerine inanmamamız gerektiği açığa çıkmıştır.
İşçi sınıfı ve emekçiler, devrimciler, kendi örgütlülüğü oranında güçlüdür, umudu besleyecek, direnişi büyütecek şey, kendi öz örgütlenmemizdir. Bu, bir kere daha açığa çıkmıştır.
İşçi sınıfı ve emekçiler, CHP’ye güvenmenin faturasını, yeni baskılar, yeni hak gaspları, daha ileri bir şiddet ile ödeyecektir.
CHP tabanı, CHP gençliği, işçi sınıfının kurtuluşu davasına yönelmek zorundadır. İşçi sınıfının kurtuluşu, kendi devrimci örgütlenmesinin eseri olur. Bunun başkaca yolu yoktur. Tüm dünya devrimci işçi mücadelesi tarihi, dünyanın tüm halklarının tarihi bunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermektedir.
Şimdi, direnişi daha da büyük bir güçle örgütlemenin zamanıdır.
Hiçbir zorbalık, mücadele olmadan yenilemez.
Hiçbir zafer, örgütlenmeden kazanılamaz.
Hiçbir direniş, korkaklarla, halkına sırt çevirenlerle kazanılamaz.
Hiçbir vaat, kulağa hoş gelen hiçbir söz, işçi sınıfının örgütlülüğü olmadan bir anlam ifade etmez.
İşçi sınıfı ve emekçiler için, kolay bir zafer mümkün değildir.
Saray Rejimi, artık sandıkları bile saymamaktadır.
Yıllar önce Stalin, burjuva demokrasilerini anlatırken, kimin kime oy verdiğinin bir önemi yoktur, önemli olan oyları kimin saydığıdır, diyordu. Saray Rejimi koşullarında, artık sandıklar bile sayılmamaktadır. Seçim sonuçları, önceden, bu seçimlerde ortaya çıkmış olduğu gibi dört gün önceden yayınlanmaktadır.
Saray Rejimi, bundan sonra seçim de yapmamalıdır.
Sonuçları önceden belli seçimler yerine, bir açıklama ile, durumun ne olduğu söylenmelidir. Erdoğan, halkın ne istediğini zaten bilmektedir, önceden bir açıklama ile sonuçları duyurmalıdır. Zaten böyle olmaktadır.
Seçimin kendisi, halkın sandıklara, sandıklar aracılığı ile sisteme yeniden umutla bağlanması içindir. o
Karl Marx ile Marksizmi
“Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir.
Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip
çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.”[1]
200 yaşındaki Karl Marx ile Marksizm, “geçmiş”e değil; gelecek(imiz) için hemen şimdiye, dünyayı değiştirme eylemine mündemiçtir.
Çünkü O; “Kitapları yalayıp yutmaya mahkûm bir makineyim ben,”[2] derken, aynı solukta “Dili olan ve konuşmayan, kılıcı olan ve dövüşmeyen, gerçekte sadece sefil yaratıktan başka ne ki?” sorusunu dillendirip; “Şimdi’den umutsuz değilsem, bunun nedeni şimdi’nin oldukça umutsuz koşullarının bana umut vermesidir.”[3] “Herkesin herkese karşı savaştığı bu toplumunda bireye kalan tek seçenek ya kurban ya da cellat olmaktır,”[4] diye haykırandır.
Karl Marx’ın satırlarını bir kez daha -yüksek sesle- okuyun: Onun entelektüel mirasındaki kilit unsurun, “felsefe” değil, “eleştiri” ya da “dünyayı değiştirmek” olduğunu göreceksiniz.
1843’te varacağı sonuçlardan korkmaksızın ve mevcut güçlerle çıkacak çatışmalara aldırmadan, dünyaya meydan okuyarak “Var olan her şeyin amansızca eleştirilmesi”ni önerip 1845’te de ekledi: “Filozoflar dünyayı çeşitli yollardan yorumlamakla yetindiler, asıl mesele onu değiştirmektir”!
Karl Marx’ın da, Marksizm’in de aslî karakteri devrimciliğidir; ancak Friedrich Nietzsche’nin, “Bugün artık kimse ölümcül hakikâtlerden ölmüyor; çok fazla panzehir var,” diye betimlediği “asrî zaman”larda “Fransız felsefeci Alain Badiou, Marx’ın orta sınıfın filozofu hâline geldiği”[5] müthiş bir tehditle yüz yüzeyiz.
Karl Marx’ın “orta sınıfın filozofu hâline getirilme”si ılımanlığıyla, Marksizmi’nin devrimci içeriğinin yok edilmek istenmesi boşuna değildir.
Hiçbir yazarın O’ndan daha çok okuru olmamıştır; hiçbir devrimciye O’ndan daha fazla umut bağlanmamıştır; hiçbir ideoloji O’nunki kadar benimsenmemiştir; eleştirilmemiştir; gadre uğratılmamıştır; tahrif edilmemiştir.
Bertolt Brecht’in, “İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kalmadığında gerçekten ölür,” deyişinin tam tersi, yerkürede hiçbir insanın adı onun kadar anılıp, onun ki kadar etkili olmadı.
I. Dünya Savaşı öncesinde Bavyeralı işçilerin, öldüklerinde ‘Komünist Manifesto’ ile gömülmek istedikleri[6] Onunla anlatılan hepimizin hikâyesidir.
‘Komünist Manifesto’, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti” diye başlayan ünlü girişiyle hâlâ güncelliğini koruyorken; bu satırlardan mülhem, “Bugün dünyada Karl Marx’ın hayaleti hâlâ dolaşıyor,’ demek abartı sayılmaz…
Kolay mı? Emperyalist sistem krize her girdiğinde O’nun hayaleti biraz daha belirginleşiyor, canlanıyor, kanatlanıp uçuyor! “Karl Marx haklı mıydı acaba?” tartışmaları ortalığı kaplıyor.
O, fiziksel olarak bu dünyadan ayrılmış olsa da, Marksizm güncelliliğini koruyor. Marksist teori insanlığın yolunu aydınlatıyor.
Marksizm olmasaydı işçi sınıfının nasıl sömürüldüğünü… Bu sömürünün mekanizmalarını, nasıl olup da bir tarafta zenginlik ve bolluk sürekli artarken, diğer tarafta yoksulluk ve yoksunluğun sürekli büyüdüğünü… Kapitalizmin krizlerinin üretmemekten dolayı değil, emekçilerin satın alma gücü sınırlandığı, insanların ihtiyaçları olduğu hâlde alamadıkları, elde biriken stokların kendisini fazla üretim bunalımları olarak açığa vurduğu için patlak verdiğini… İkide bir patlayan savaş ve istilaların ardında ne yattığını… Neden sınıfsız, sömürüsüz bir topluma ulaşması gerektiğini hiç anlayamayacaktık.
I) İŞÇİ SINIFININ MARKSİZMİ
O hâlde ücretli köleliğin analizi ve aşılması için Karl Marx ve Marksizmi’nin işçi sınıfına ait olduğu bir an dahi göz ardı edilmeden, V. İ. Lenin’in şu uyarısına kulak verilmelidir:
“Marx’ın öğretisinin özü, sınıflar savaşımıdır. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey, budur. Ama, bu doğru değildir. Ve, Marksizmin oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan kaynaklanırlar. Çünkü sınıflar savaşımı öğretisi Marx tarafından değil, ama Marx’tan önce burjuvazi tarafından ortaya konulmuştur; ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatorasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak…”
Tekrarlıyorum: “Orta sınıf evcilleştirme”lerine kapalı olan Marksizm sınıfsallığıyla maruft ve sınıfa mündemiçtir.
V. İ. Lenin’in’in, “Tarihi olarak belirlenmiş bir üretim sistemi içindeki yerlerine, üretim araçları ile olan ilişkilerine (bu ilişkiler çoğunlukla yasalarla tespit edilir ve formüle edilmiştir), emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları rollere ve dolayısıyla toplumsal zenginlikten aldıkları payın büyüklüğüne ve bu payı alırken kullandıkları yola göre birbirinden ayrılan insan gruplarına sınıf denir”; Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Tarihi materyalist bakış, üretim ve onun yanında ürünlerin bölüşülmesinin toplumsal düzenin temeli olduğundan; tarihi olarak ortaya çıkan her toplumda ürünlerin paylaşımı ve onunla birlikte sınıflara ya da zümrelere bölünme biçimlerindeki sosyal kademelenmenin, neyin nasıl üretildiğine ve üretimin nasıl paylaşıldığından yola çıkar,” diye tanımladıkları sınıf kavramıyla ilintili olarak; işçi sınıfı ve proletarya terimi birçok yerde aynı anlamda kullanmış ve içeriği Karl Marx ile Friedrich Engels tarafından şöyle doldurmuştur:
“Kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak zorunda kalan modern ücretli işçiler sınıfı…”[7]
Bir sınıf teorisi olarak Marksizmin en önemli buluşlarından ilki, kapitalist toplumun emekçinin ürettiği artı-değere kapitalist tarafından el konulmasına dayandığı; ikincisi, son tahlilde toplumun üretim ilişkileri, yani sınıf mücadeleleri ile koşullandığı ve bir toplumsal alt üst oluşu mayalandırdığıdır.
Bu bağlamda Marksizmin “siyasetsiz” ve “pür” bir analiz yöntemi olarak ele alınmaya kalkışılıp, sunulması, onun “ruhsuzlaştırılması”ndan başka bir şey ol(a)maz.
O hâlde sınıfsallığıyla “Marksizm bize iki şey öğretiyor: 1) Bütün sosyal ilişkilerin temeli üretim ilişkileridir. 2) Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki hegemonya aleti olan devleti elinde tutan sınıf, genellikle ekonomik iktidarı da elinde tutmaktadır. Ama bu gerçek, mekanik ve anti-diyalektik yorumlara yol açmamalıdır.
Özetle “Karl Marx ve Friedrich Engels’in fikirlerinin bütünü olarak anlaşılan Marksizm, aslında bize iki şehrin hikâyesini anlatır. Birinci şehirde özgürlüğün barındığı düşünülür ama durum hiç de öyle değildir. İkinci şehir ise gerçekten de özgürlüklerin cömertçe sunulduğu bir yerdir ama bu şehrin nerede olduğunu ve oraya nasıl ulaşılacağını pek az insan bilir. Birinci şehre ‘kapitalizm’ ismi verilmiştir Pek çok insanın içerisindeki kurumları özgürlüğün cisimleşmiş hâlleri olarak gördükleri bu şehirde aslında özgürlük namına hiçbir şey yoktur. Burada her şeyin bir bedeli vardır ve bu bedel çoğunlukla bunlara muhtaç kimselerin ödeyebileceğinden çok daha fazladır. Bu şehrin sakinlerinin pek çoğu için ‘özgürlük’ bir türlü erişemedikleri nesnelere erişebilmek için birbirleriyle rekabet etme serbestisine sahip olmaktır. O kadar ‘özgürdürler’ ki, kimse onları bu nesneleri elde etmek için rekabet etmekten ve bir gün kendilerinin (veya çocuklarının) bunları elde etmeyi başaracağını ummaktan alıkoymaz.
Öyküsü anlatılan diğer şehre ise ‘komünizm’ ismi verilmiştir. Bu şehrin sakinleri, insan olmaktan gelen potansiyellerini barış ve kardeşlik içinde geliştirme özgürlüğünün tadını çıkarırlar. Onların özgürlüğü, kapitalizmde olduğu gibi sahip olamayacakları şeyleri arzu etme özgürlüğü değil, gerçekten istedikleri şeyi yapma ve istedikleri gibi olma özgürlüğüdür.
Bu şehri haritada bulamazsınız, çünkü bugüne kadar hep birinci şehrin karaltısı altında kalmıştır. Aslında bu şehir, birinci şehrin yıkıntılarının üzerinden yükselebilecek olan şehirdir. Birinci şehir barındırdığı koşullar ve olanaklarla aslında ikinci şehre gebedir. İkinci şehrin temelleri ancak ve ancak birinci şehirde yaşayan insanların kendi hükümdarlarını alaşağı etmesi ve bununla birlikte şehirdeki hayatı düzenleyen kuralları da ortadan kaldırmasıyla atılabilecektir. Birinci şehrin hükümdarları kapitalistler, yani üretim, bölüşüm ve mübadele araçlarının mülkiyetine ve kontrolüne sahip olanlardır. Bunlar, şehri temel olarak kâr maksimizasyonu ilkesine dayanarak yönetirler. Ancak mikrofonlarla sesinizi duyurabileceğiniz bu şehirde kapitalistler, mikrofonlar üzerindeki iktidarlarını kullanıp ‘komünizm’ denilen şeyin birkaç azgelişmiş ülkede denenip başarısız olduğu teranesini tekrarlayıp durarak komünizmi sıkı sıkı saklanan bir sır hâline getirmeyi başarmışlardır. Amaç ‘ikinci şehrin’ aslında özgürlüğün gerçek mekânı olduğu gerçeğini kimsenin öğrenmemesini sağlamaktır.
Şüphesiz, Marksizm de bu iki şehrin hikâyesine sığmayan daha pek çok şey vardır. Fakat bu hikâye, Marx’ın temel araştırma konusunun bütünleşik doğasını vurgulamaya yardımcı olması açısından önemli. Marx’ın incelediği konu ne tek başına kapitalizm, ne tek başına komünizm ne de tek başına tarihtir; Marx’ın temel meselesi tüm bunlar arasındaki içsel ilişkilerdir. Marx, komünizmin henüz gerçekleşmemiş bir potansiyel olarak kapitalizm içinde nasıl bir evrime uğradığını araştırır; bu evrimin kapitalizmin en erken zamanlarından hâlâ önümüzde duran geleceğe uzanan tarihine odaklanır. Marx’ın tam olarak neyi incelemek istediğini idrak edememiş Marksizme yakın veya uzak pek çok yazar, onun düşünsel birikiminin nasıl niteleneceğini belirlemekte epey zorlanır. Örneğin, bazı yazarlar Marx’ın kapitalizmin nasıl işlediğine dair betimlemelerine ve açıklamalarına bakarak, Marksizmi bir bilim olarak düşünürler. Kapitalizm içerisindeki aksaklıkları sergileyişine bakanlar içinse Marksizm, özünde bir kapitalizm eleştirisidir. Kapitalizm içindeki komünizm potansiyelini vurgulamasına ve gelecekteki komünist toplumun neye benzeyeceğini genel hatlarıyla ortaya sermesine bakarak Marx’ı düşbaz (visionary) diye niteleyenler de olmuştur ve Marx’ın bizi içinde bulunduğumuz noktadan daha ileriye taşıyabilecek bir siyasi stratejinin savunucusu olmasına ve Lenin’in ‘Ne Yapmalı?’ sorusunu daima bilincinin bir yerlerinde gizli gizli taşımasına bakanlarsa, Marksizmi devrimin nasıl yapılacağının öğretisi olarak görmek istemişlerdir.
Marksizme yakıştırılan bilim, eleştiri, tasarım (vision) ve devrim stratejisi gibi nitelemeler genellikle birbirlerinden tamamen ayrı şeyler gibi düşünülmüştür. Marksizmin bazı yorumcuları bunların bir veya ikisini vurgularken diğer nitelikleri dışarıda bırakır, onları önemsiz görür. Bu yorumcular arasından tüm bu nitelemelerin mantıksal olarak birbirleriyle bağdaşmayacağını söyleyenler ve tüm bunların bir aradalığını vesile sayarak Marx’ı tutarsızlıkla itham edenler bile çıkmıştır. Ne var ki, Marx’ın yazılarında bu saydığım dört niteliğin hepsinin de çok önemli olduğunu gösteren öğeler son derece açık ve çarpıcıdır. Üstelik bu boyutlar birbirlerine o kadar bağlıdır ve öylesine iç içe geçmişlerdir ki, birini diğerinden tamamen ayırmak son derece zordur. Bu yüzden de Marksizmi bu dört niteliğin, -bilimin, eleştirinin, tasarımın ve devrim reçetesinin- alışılmamış ve belki de biricik kombinasyonu ve böylelikle Marx’ın kendisini de her biri diğerini besleyen, büyüten dört niteliğin sahibi; yani aynı anda bir bilim insanı, bir muhalif, bir düşbaz ve bir devrimci olarak düşünmekte bir sakınca görmüyorum.
‘Bu nasıl mümkün olabilir?’ Bu durum elbette böyle bir sorunun yanıtlanmasını gerektiriyor. Birbirilerinden tamamen ayrıymış gibi gözüken bu dört özellik nasıl harmanlanmıştır? Benim iddia ettiğim şekliyle Marx’ın aynı zamanda hem bilimsel, hem eleştirel, hem düşsel hem de devrimci teoriler inşa etmesini mümkün kılan şey nedir? İki şehrin hikâyesine geri dönersek, diğer bir deyişle Marx’ın Kapitalizm içinde Komünizmi keşfetmesini mümkün kılan şey nedir ve Marx’ın düşüncesi nasıl hem kapitalizmin bir eleştirisi hem de onu ortadan kaldırmanın bir reçetesi olabilir? Her bilimin temelinde birtakım ilişkileri, özellikle de ilk bakışta çok net olmayan ilişkileri açığa çıkarmak yatar ve Marx’ın kapitalizm üzerine çalışmalarında yaptığı şey de var olanın ne olduğu, ne olabileceği, ne olmaması gerektiği ve onun hakkında ne yapılabileceği arasındaki ilk bakışta net olmayan ilişkileri açığa çıkarmaktır. Tüm bu ilişkiler mevcut olmasaydı elbette Marx bunlardan söz edemezdi; fakat kapitalizm üzerine çalışan çoğu düşünür sadece görüntülerle (ki bu görüntüler hatalı bir şekilde olgular olarak nitelenir) ilgilenirken Marx’ın tüm bu gizil ilişkilere vakıf olmasını sağlayan şey onun diyalektik yöntemidir. Diğer pek çok düşünür zihindeki parça parça algıları birbirinden ayırmaya razı olurken, Marx’ın tüm bunları birbirine sıkı sıkı bağlamasını sadece olanaklı değil aynı zamanda zorunlu da kılan şey diyalektiktir ve özellikle de Marx’ın diyalektiğidir.”[8]
“Dünyadaki her şey hareket hâlindedir. Yaşam değişir, üretici güçler büyür, eski ilişkiler çöker,” vurgusuyla “Diyalektikle var olanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda onun olumsuzlanmasını, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız; çünkü diyalektik her oluşmuş biçimi, akan bir hareket içinde ve dolayısıyla bunun yok olup gidici yanını da gözden ayırmadan kavratır; çünkü diyalektik hiçbir şeyin altında kalmaz, özünde eleştirici ve devrimcidir,”[9] diyen Karl Marx, sadece içinde yaşadığımız modern çağda değil, Batı’da olsun Doğu’da olsun insanlığın bütün tarih boyunca yetiştirdiği bütün büyük düşünürler ve bilgeler arasında, insanlığın en temel hakikâtini ilk kez ortaya koyandır: Yazılı tarihin tamamında insanlık durumunun en önemli, en belirleyici boyutunun toplumun sınıflara ayrılması olduğunu, gelecekte bu sınıfların ortadan kalkmasının koşullarının oluşacağını, bu koşulları kuvveden fiile çıkaracak olanların ise komünistler olacağını pırıl pırıl bir berraklıkla göstermiştir.
Tam da bunun için büyük bir düşünür ve işçi sınıfının devrimci önderidir Karl Marx.
Doğumunun üzerinden tam 200 yıl geçti ve aradan geçen onca sürede yaşanan devrim ve karşı-devrim deneyimleri, işçi hareketindeki yükseliş ve inişlere rağmen Marksizm güncelliğini korudu. Muazzam bir etki yarattı.
XIX. yüzyıldan XXI. yüzyıla uzanan çığır açan fikirleri ve mücadele örneğiyle günümüzde de işçi sınıfı devrimcilerine yol gösteren O, -Friedrich Engels’in deyişiyle- “Asırlar boyunca etkisini koruyacaktır.”
Karl Marx bir teorisyen olarak, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından bütünleyen olmazsa olmaz bir meziyete sahipti: O, Avrupa’nın reformist sosyalistlerinde görülen gösteri ve ün düşkünlüğünün tamamen uzağında, mücadeleye adanmış bir önderdi.
Karl Marx koşullar her ne olursa olsun, ister devrimci isyan günleri yaşansın, ister en karanlık gericilik döneminden geçilsin, hedefe kilitlenmiş bir büyük devrimciydi. Onun değişmeyen amacı, proletaryanın tarihsel görevini yerine getirmesine hizmet etmek ve bıkıp usanmadan proletaryayı bunun için mücadeleye çağırmaktı.
Onun çalışmaları sayesinde insanlık tarihinin çeşitli gizleri çözümlenebildi ve böylece tarih idealist felsefenin esaretinden kurtarıldı; gerçek temelleri, yani üretici güçler ve üretim ilişkileri diyalektiği bağlamında ele alınabildi. Nitekim Friedrich Engels, tarihsel materyalizmin ve bilimsel komünizmin inşasında tayin edici rolü oynayanın Karl Marx olduğunu her fırsatta dile getirecekti. “Marx bizim hepimizi aşıyordu; Marx hepimizden daha uzağı, daha geniş ve daha çabuk görüyordu. Marx bir deha idi; biz ötekiler ise olsa olsa yetenekli kişiler. O olmasaydı, teori bugün bulunduğu yerden çok gerilerde olurdu. Dolayısıyla teori haklı olarak onun adını taşıyor,” diyordu Friedrich Engels.
Kolay mı? “Gerçekliğin kendisi Marxçıdır,” derken Jean Paul Sartre bunu kast ediyordu…
Devamla: “Olumsuz bir özü olan liberalizmin üstesinden gelmek için, olumlu bir özü olan Marksizmi kullanmalıyız,” diyen Mao Zedung vurgusu bir an dahi “es” geçilmeden Marksizmin ya devrimci ya da hiç olduğu unutulmamalıdır.
II) DEVRİMCİ MARKSİZM
Öncelikle ve özenle altını çizelim: Karl Marx, yoksulların yoksul teorisyeniydi…
Kapital’i yazarken o kadar çok tütün tüketti ki, “Bana tütün parası bile kazandırmadı” demişti. İşçi sınıfının büyük teorisyeni eşinin bileziklerini rehinciye götürürken hırsız sanılarak gözaltına alınmıştı. Yoksulluk tüm yaşamında yakasını bırakmamıştı.
Hayatı boyunca parasızlık çekmiş olan büyük Marx, üç çocuğunu yoksulluk yüzünden kaybetti, malum. Ömrü boyunca ortadan kaldırılması için mücadele ettiği yoksulluğun kurbanlarından biri de oydu. Çekilen yoksulluk ve acılar, Karl Marx’ın yüreği alabildiğine zengin, soylu ve bilgili eşi Jenny’nin satırlarına da en çarpıcı ifadeleriyle yansımıştır.
Jenny, 20 Mayıs 1850’de Weydemeyer’e yazdığı bir mektupta kederini dile getirir: “Paramız olmadığı için iki icra memuru geldi ve elimde kalan birkaç şeyi, yatakları, ipek örtüleri, elbiseleri, her şeyi hatta çocukların en güzel oyuncaklarını bile onlar orada gözyaşları dökerken alıp götürdüler. … Ve ben orada çıplak döşemenin üzerinde titreyip duran çocuklarım ve ağrıyan göğsümle kalakaldım.”
Tüm bu zor anlarda evde çalışkanlığı ve dirayetiyle herkesi toparlamaya çalışan Helen Demuth (aile içindeki lâkabıyla Lenchen) olmasa durum daha da feci olacaktır. Yaşamın zorlukları, temel direk Helen’i de içeren devrimci Marx ailesinin başında dolanıp durur ama onlar mücadeleye karşı sorumluluklarından hiçbir zaman geri adım atmazlar.
Ancak devrimci mücadeleyi yoksulluğun ortasında ve çocukların bindirdiği sorumluluklarla birlikte sürdürmenin ne denli güç bir iş olduğu da açıktır. Nitekim Marx, Paul Lafargue’a yazdığı bir mektupta “Biliyorsun ki neyim var neyim yoksa bunları devrimci savaşlar için feda ettim. Aynı işe yeniden başlayacak olsam gene aynı şekilde davranırdım,” diyecek ve ardından da “Fakat evlenmezdim” diye ekleyecektir.
Karl Marx’ı bu kadar kararlı ve önemli kılan ise, “Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendi durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu. Savaşım onun en sevdiği alandı,”[10] vurgusuyla Friedrich Engels’in şu tespitleridir:
“Gerçi daha önceki sosyalizm var olan kapitalist üretim biçimi ile bu üretim biçiminin sonuçlarını eleştiriyordu ama onu ne açıklayabiliyor, dolayısıyla ne de üstesinden gelebiliyordu; kötü diye kaldırıp atmaktan başka bir şey yapamıyordu. İşçi sınıfının kapitalist üretim biçiminden ayrılmaz sömürülmesine karşı ne denli çok öfkeleniyorsa, bu sömürünün neye dayandığını ve kaynağının ne olduğunu açık bir biçimde o denli az gösterme durumunda bulunuyordu. Sorun bir yandan bu kapitalist üretim biçimini tarihsel bağlantısı ve tarihin belirli bir dönemi için zorunluluğu içinde, öyleyse yıkılma zorunluluğu ile birlikte düşünmek; öte yandan, eleştiri şimdiye değin bu üretim biçiminin işleyişinden çok, kötü sonuçları üzerine atıldığından, onun hâlâ gizli kalmış iç devinimlerini ortaya çıkarmaktı.
Artı-değer’in bulunması, işte bu işi yaptı. Ödenmemiş emeğe sahip çıkmanın, kapitalist üretim tarzının ve işçinin bundan doğan sömürülmesinin temel biçimi olduğu; kapitalist işçinin emek-gücünü, bu gücün pazarda meta olarak sahip olduğu değer üzerinden satın aldığı zaman bile, ondan gene de onun için ödemiş bulunduğundan daha çok değer elde ettiği ve bu artı-değerin, son çözümlemede, varlıklı sınıflar elinde birikmiş, durmadan büyüyen sermaye yığınının çıktığı değer toplamını oluşturduğu tanıtlandı. Kapitalist üretimin olduğu kadar, sermaye üretiminin işleyişi de açıklanmış bulunuyordu.
Bu iki büyük bulguyu, tarihin materyalist anlayışı ile kapitalist üretimin gizeminin artı-değer aracıyla açıklanmasını Marx’a borçluyuz. Onun sayesindedir ki sosyalizm, şimdi bütün ayrıntıları üzerinde uzun uzun çalışılması gereken bir bilim durumuna geldi.”[11]
Devrimci Marksizm buydu; yani V. İ. Lenin’in, “Marx, Kapital’de, önce, burjuva (meta) toplumunun en basit, en sıradan ve en temel, en yaygın ve günlük ilişkisini, milyonlarca kez karşılaşılan bir ilişki, yani metaların değişimini tahlil eder. Bu çok basit görüngüde (burjuva toplumunun bu ‘hücre’sinde) tahlil, modern toplumun tüm çelişkilerini (ya da tüm çelişkilerin tohumlarını) açığa çıkarır. Bundan sonraki sergileme, bize, bu çelişkilerin (hem büyümesini, hem de hareketini) ve bu toplumun başlangıçtan sonuna dek onun ayrı parçalarının toplumda gelişmesini bize gösterir,” diye tarif ettiği…
Ya da Ernestro Che Guevara’nın, “Bugünkü dünyada en çok tartışılan terim olan Marksizm karşısındaki genel tutumumuzu belirlememiz gerekmektedir. Bize, ‘Siz Marksist misiniz, evet mi, hayır mı?’ diye sorulsa, tutumumuz, Newton’cu olup olmadığı sorulan bir fizikçinin, ya da Pasteur’cü olup olmadığı öğrenilmek istenen bir biyologun göstereceği tutuma benzer. Artık üzerinde tartışmayı gereksiz kılan apaçık gerçekler vardır. Yeni olayların yeni görüşler getirmesinin yanı sıra, eski görüşlerin de gerçek payını koruduğu unutulmayarak, fizikte ‘Newton’cu’, biyolojide ‘Pasteur’cü’ olunduğu gibi doğal biçimde ‘Marksist’ olunmalıdır,”[12] notunu düştüğüdür…
Unutulmamalıdır ki, sermayedar ile işçiler arasındaki ilişkiye/ mücadeleye yaslanan Karl Marx’ın düşünceleri, hem devrime hem de zorba rejimlere esin ve hareket kaynağı olagelmiştir. Yani O, kapitalizmin, içsel çelişkilerinin gerçekleşmesiyle bir yandan daha güçlü ve daha istikrarsız hâle gelirken, öte yandan da genişleyerek krizlere girmesinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koydu.
Karl Marx’ın özenle altını çizdiği, sermayenin içsel çelişkileri ile sürekli istikrarsızlığı ve kapitalizmin kaotik bir “denge(sizlik)” olduğuydu.
O’nun, “Hepiniz farkındasınız; para da, toprak da, kanun da, fikir de, din de bu ülkede her şey sermayedarlara hizmet ediyor.”[13]
“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan; tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen; ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin. Hazinen öyle büyür ki ne böcekler ne de toprak onu yok edemez. Ne kadar az kendin olursan, o kadar çoğa sahip olursun; kendi hayatını daha az yaşadıkça, yabancılaşmış hayatını uzaklaşmış varlığını o kadar çok yaşarsın.”[14]
“Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır, yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılamayacağı tehlike yoktur,”[15] diye tarif ettiği kapitalist sermaye “tarihsiz” değildir. Sermaye tarihî ve geçici bir biçimdir. Bu “biçim”in oluşumu, üretimi ve yeniden-üretimi ile birlikte kendi çelişkileri temelinde kendini ortadan kaldırabilecek bir potansiyel taşıdığı gösterilir ‘Kapital’de.
Konuyla bağıntılı bir şeyi ekleyelim: Karl Marx’ın kavrayışında bir otomatizm yoktur. Belirli koşullar bir araya geldiğinde sermaye ortadan kaldırılabilir. Bu ise, Paris Komünü ya da Ekim Devrimi gibi devrimci mücadelenin konusunu teşkil eder.
“1871 Paris Komünü sonrasındaki Marx gibi, Lenin de, mevcut devlet aygıtının ele geçirilmek yerine parçalanması, imha edilmesi gerektiği sonucuna varır,” vurgusuyla şunları der Kevin B. Anderson:
“Marx’ın devlet-olmayan bir form dahilinde özgürce bir araya gelmiş emeğe dayanan bir ilişki lehine sermaye ilişkisi ile bağlarını koparmış bir toplum olarak komünizm görüşü, onun Kapital’in meta fetişizmi bölümünde ve Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde bunun hakkında yazdığı zamandan bile daha fazla geçerlidir…
Ekim 1917’nin hâlen büyük anlama sahip olduğunu düşünüyorum. Bugün pek çok kişinin yaptığı gibi bir yandan Marx’ın sermaye eleştirisine geri dönerken, diğer yandan bir yüzyıllık Marx-sonrası Marksizm’in üzerinden atlayabilmek mümkün müdür?… Ekim 1917, bugün hâlen, Marx’ın düşüncesinden ilham almış en önemli olay olarak dikkat çekmektedir.”[16]
III) “MARX İLE MARKSİZMİ” DEYİNCE…
“Feurbach Üzerine Tezler”in II, III, VIII ve XI’incisi “ama”sız, “fakat”sız yani tashihsiz kabullenilmelidir!
“II) Nesnel hakikâtin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunu -bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikâti, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur…
III) Ortamın değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist öğreti, ortamın insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur… Ortamın değiştirilmesi ile insan faaliyetinin ya da kendi kendini değiştirmenin çakışması, yalnız devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal biçimde anlaşılabilir…
VIII) Tüm toplumsal yaşam, özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün gizemler, ussal çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar…
XI) Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”[17]
III.1) TARİH, KOŞULLAR, ELEŞTİRİ, TEORİ
Denilebilir ki Karl Marx’ın teorisi, eleştirel ve devrimci bir tarih öğretisinden mülhem sınıfsallıkta ifadesini bulur.
Onun için, “İnsanlık tarihinin ortak noktası, çalışanların hep yoksul olması, çalışmayanların zenginleşmesi”yken;[18] “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar fakat diledikleri gibi de yapamazlar; kendi seçtikleri koşullar altında değil, fakat geçmişten gelen maddi koşullar altında yaparlar.”[19]
Burada “koşullar” konusunda bir parantez açmamak olmaz.
“Sarayda yaşayan başka, kulübede yaşayan başka düşünür,” vurgusuyla ekler Karl Marx:
“Hayatı belirleyen bilinç değildir, bilakis bilinci belirleyen hayattır.”[20]
“Biçimi ne olursa olsun, toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünü. İnsanlar kendileri için şu ya da bu biçimde bir toplum seçmekte özgür müdür? Asla. İnsanın üretici güçlerinin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, belirli bir ticaret ve tüketim biçimi elde edersiniz. Üretimde, ticarette ve tüketimde belirli gelişme aşamaları alırsanız, buna tekabül eden bir aile, zümreler ya da sınıflar örgütü, tek sözcükle, buna tekabül eden bir uygar toplum elde edersiniz. Belirli bir uygar toplum alırsanız, uygar toplumun yalnızca resmi ifadesi olan belirli politik koşullar elde edersiniz.”[21]
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. (…) Kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. (…) Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır.”[22]
“Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını oldukça kesin olarak yansıtır. Şu hâlde, onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.”[23]
Bu koşulların kavranıp, aşılabilmesi yolunda, “Bilimsel eleştiriye dayalı bütün görüşler kabulümdür,”[24] diyen Karl Marx için eleştiri (ve itiraz), kaçınılmaz bir zarurettir…
“Katı olan ne varsa buharlaşır; kutsal olan ne varsa dünyevileşip kirlenir. Ve nihayet insanlığın kafası ayık, duyuları keskinken hayatının gerçek koşulları ve kendi türüyle kurduğu ilişkilerle yüzleşmek zorunda kalır.”[25]
“Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir.”[26]
“Maddi bir güç ancak maddi bir güçle devrilebilir; ama teori de, kitleleri kavradığı zaman maddi bir güç hâline gelir.”[27]
Eleştirel ve bilimsel ol(a)mayan “teori iddia”sı, öznel bir saçmalıktan başka değer arz etmez; ama bu kadar da değil elbet…
Ruge’e Eylül 1843 tarihli mektubunda haykırır Karl Marx: “Dünyanın karşısına yeni bir ilkeye sahip bir doktriner (kuramcı) olarak çıkmıyoruz ve ona ‘alın size hakikât, karşısında diz çökün’ demiyoruz. Biz dünyevî ilkeleri mevcut dünyaya ait ilkelerden çıkarsıyoruz. Dönüp dünyaya, ‘mücadelelerinize son verin, bunlar aptalca mücadeleler. Biz size mücadelenin doğru şiarını takdim ediyoruz’ demiyoruz. Sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele edildiğini, bilincin dünya bunu istemese de, onun edinilmesi gereken bir şey olduğunu gösteriyoruz.
Bilincin maruz kalacağı reform, yalnızca dünyayı kendi bilincinin farkında kılmaktan, onu kendisi ile alâkâlı rüyalardan uyandırmaktan ve kendi eylemlerinin anlamını izah etmekten müteşekkildir. Dolayısıyla eleştirimizin amacı sadece, Feuerbach’ın din eleştirisine dair tespitlerimizde gösterdiğimiz üzere, dinî ve felsefî sorulara, kendisinin bilincinde olan insana denk düşen formu kazandırmaktır.”
Ve nihayet, “Proletarya bir sınıf olarak kendini oluşturacak ölçüde henüz yeterince gelişmediği sürece ve bunun sonucu proletaryanın burjuvaziyle olan savaşımı henüz politik bir nitelik almadığı sürece ve üretici güçler, proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kurulması için gerekli maddi koşulları bir an için görmemizi sağlayacak ölçüde burjuvazinin bağrında henüz yeterince gelişmediği sürece, teorisyenler, ezilen sınıfların isteklerini karşılamak üzere sistemler uyduran ve canlandırıcı bir bilim bulmaya çalışan ütopyacılardır ancak. Ama tarih ilerledikçe ve onunla birlikte proletarya savaşımının çizgileri daha da belirginleştikçe, bunların kafalarının içinde bilim aramalarına artık gerek kalmaz; gözlerinin önünde olup biteni saptamaları ve bunun sözcüsü durumuna gelmeleri yeterlidir.”[28]
III.2) SERBEST DOLAŞIM, KAPİTALİZM, ÖZEL MÜLKİYET, PARA, SÖMÜRÜ
Neo-liberal yaygaralar eşliğinde kapitalistlerin “Yeni Dünya Düzeni”, diye sundukları “Serbest Dolaşım” yanılsaması birçok yeni-solcuyu derinden etkiledi; hatta “serbest piyasa sosyalizmi”nden söz ettirecek kadar!
Oysa çok önceleri, “Serbest değişim taraftarlarının, bir ülkenin nasıl başka bir ülkenin sırtından zenginleştiğini anlamaktan aciz olmalarına şaşmamak gerekir. Çünkü bu adamlar, bir ülkede bir sınıfın diğer bir sınıfın sırtından nasıl zenginleştiğini anlamamak konusunda da aynı derecede kararlıdırlar,”[29] notuyla Karl Marx, onları şöyle uyarmamışlar mıydı?
“Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın, kara-deri ticaretinin av alanı hâline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel birikimin belli başlı adımlarıydı. Bunu, savaş alanı bütün yer yuvarlağı olan, Avrupalı uluslarınn ticaret savaşı izler. Bu savaş, Hollanda’nın İspanya’ya karşı başkaldırmasıyla başlar, İngiltere’de Jakobenlere karşı savaşta dev boyutlara ulaşır ve Çin’e karşı afyon savaşı ile hâlâ sürer gider.
İlkel birikimin farklı önemli anları, şimdi, az çok bir tarih sırasıyla, özellikle, İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere üzerinde dağılmış bulunuyor. Bunlar XVII. yüzyılın sonunda, İngiltere’de sömürgelerin, kamu borçlarını, modern vergi ve himaye sistemlerini kapsayan sistematik bir bütün meydana getirirler. Bu yöntemler, bazen, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar. Ama hepsi de, feodal üretim tarzının, kapitalist tarza dönüşüm sürecini yapay bir biçimde hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, devlet gücünü, toplumun bu örgütlenmiş kuvvetini kullanırlar.
Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zorun, kendisi, bir ekonomik güçtür.”[30]
İş bu merkezdeyken Jean Jacques Rousseau’nun, “Bu nasıl bir toplum, insan milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor; hiç kimse farkına varmadan dayanılmaz kendini öldürme arzusuyla kahrolabiliyor? Bu toplum toplum değildir… vahşi hayvanların yaşadığı bir çöldür,” diye betimlediği kapitalizm Karl Marx için çok net bir felaketti!
“Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur.”
“Burjuvazi bütün ulusları yok olup gitmemek için burjuvazinin üretim tarzını benimsemek zorunda bırakıyor… Açıkçası burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor,” notunu düşen O, soluk almamacasına şunların altını çiziyordu: “Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir.”[31]
“Cimri aklını yitirmiş bir kapitalist; kapitalist ise aklı başında bir cimridir.”[32]
“Burjuva toplumunda, canlı emek, biriktirilmiş emeği artırmanın bir aracından başka bir şey değildir.”[33]
“Çalışanların eline bir şey geçmiyor,[34] eline bir şey geçenlerse çalışmıyor.”[35]
“Kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye, öte yandan doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür… Onların mülksüzleştirilmelerinin tarihi, insanlık tarihinin tutanaklarına kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.”[36]
“Ölesiye çalışarak kazanma hırsı, başarı güdüsü ve sahip olma tutkusu, ekonomik etkinlikleri insan yaşamının ana hedefi ve amacı hâline getirerek, insanın doğal yaşamdan ve ahlâki değerlerden uzaklaşmasına neden olur.”[37]
“Kapitalist üretimin hükmettiği toplumsal düzenlerde kapitalist olmayan üreticiler bile kapitalist kavramlara kıskıvrak yakalanırlar. Mülkiyet burada hisse senedi şeklinde var olduğundan, hareketi ve el değiştirmesi küçük balıkların köpek balıklarına, kuzuların borsa kurtlarına yem olduğu, borsada oynanan bir kumar hâlini alır.”[38]
“En sonunda, insanın devredilemez sandığı her şeyin bir değişim aracı olduğu, alışverişe konu edildiği ve devredildiği zaman gelmiştir. Şimdiye dek ifade edilen ama takas edilmeyen; verilen ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan gibi değerlerin, kısaca her şeyin ticarete dahil olduğu zamandır bu. Genel bir yozlaşmanın, her şeyin satılabilir olmasının evrenselleştiği ya da politik ekonomi diliyle konuşacak olursak, maddi manevi her şeyin pazarlanabilir bir değer hâline geldiği ve gerçek değerinin saptanabilmesi için pazara getirildiği zamandır.”[39]
“Dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.”[40]
“Sermayenin egemenliği enternasyonaldir. Bu nedenle tüm ülkelerin işçilerinin kurtuluş mücadelesi de ancak bu mücadele, işçilerin uluslararası sermayeye karşı ortak mücadelesi olduğunda başarılı olabilir.”[41]
Bu saptamaların ışığında, “sosyal” ya da “demokratik” kapitalizm zırvaları ne anlatır, anlatabilir?
Ama aktarmadan geçmeyelim: “Kapitalizm kesinlikle dayanışmaya, saygıya, sosyal sorumluluğa ya da ilgiye dönük değildir. İnsanların ‘hem bireysel hem de kolektif olarak eksiksiz gelişime’ ulaşabilmeleri için zorunlu olan işyerlerinde ve toplumda Öncülüğün oluşabileceği koşulları yaratmakla da ilgilenmemektedir, Kapitalizm aslında insani gelişmeyle hiç ilgili değildir.
Sermayenin mantığı, kâr peşinde koşarken tüm insani değerlerin ikinci plana atıldığı bir toplum yaratır. Kapitalistler için birer kâr aracından başka bir şey olmayan işçiler, yeteneklerini onlar adına üretim yapmak için satmaya zorunlu olunca nasıl özgürce gelişebilirler ki? İşçiler sömürülmekle kalmaz, aynı zamanda hem artı değer üretimi hem de bu artı değeri paraya çevirmek için sürekli yeni ihtiyaçların yaratılması sürecinde biçimsizleşirler de (Marx’ın deyişiyle ‘sakatlanırlar’). Sermaye, birbirine bağlı ve birbirini önemseyen insanların olduğu bir toplum yaratmak yerine toplumda bölünmeler yaratır. Kendi kurallarına ve ödeyeceği en düşük ücrete karşı oluşabilecek her türlü sesi kısmak için işçileri bölerek onları birbirine rakip eder. Çünkü insanlar ve doğa sermayenin amaçları için yalnızca birer araçtır. Sermaye, Marx’ın zenginliğin esas kaynakları olarak adlandırdığı insanları ve doğayı tahrip eder.”[42]
Bu, özel mülkiyette ifadesini bulan paranın egemenliği/ sömürüsü için farklı olabilir miydi? Karl Marx’ın, “Hangi biçimi almış olursa olsun, toplumun bir bölümünün bir diğeri tarafından sömürülmesi, geçtiğimiz yüzyılların hepsinin ortak özelliğidir,”[43] notunu düştüğü tabloda ne mümkün!
Miguel de Unamuno’nun, “Özel mülkiyetlerdeki çitlerin ve duvarların hırsız dediklerimiz için yalnızca birer özendiricidir, aslında hırsız olanlar ötekilerdir mal sahipleridir. Çitsiz, duvarsız olan, herkesin erişebileceği mülkiyetten daha güvenli mülkiyet yoktur. İnsan iyi olarak doğar, doğal olarak iyidir; toplum onu bozar, yoldan çıkarır”;[44] Jean-Jacques Rousseau’nun da, “Bir kez özel mülkiyet masaya geldi mi, bir kez bir şeyleri benim ve senin olarak düşünmek söz konusu oldu mu, insanlığın doğal özgürlüğü ölür,”[45] uyarılarına karşın neo-liberal “solcu”lar gibi, “özel mülkiyet” gerçeğini ne “es” geçebilir, ne de küçümseyebilirsiniz.
Karl Marx’ın ifadesiyle, “Özel mülkiyet çerçevesinde herkes kendi bencil gereksinimini tatmin etmek için bir başkasının üstünde yabancı bir güç yaratma çabasındadır. Bundan dolayı nesneler miktarındaki artışa, insanın maruz kaldığı yabancı güçler diyarında bir genişleme eşlik eder ve her yeni ürün, yeni bir karşılıklı aldatma ve soygun ihtimali doğurur.”[46]
“Özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya niyetlendiğimiz için dehşete kapılıyorsunuz. Fakat mevcut toplumunuzda özel mülkiyet nüfusun onda dokuzu için zaten ortadan kalkmış durumdadır.”[47]
“Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.”[48]
“Para” ve “sömürü”ye gelince…
“Elimizdeki para, satın almayı arzulayabileceğimiz şeyleri temsil ederken, aynı zamanda, bu para karşılığında satmış olduğumuz şeyleri de temsil eder.”[49]
“Para, İsrail’in kıskanç tanrısıdır; yanında başka hiçbir tanrı var olamaz. Para insanların bütün tanrılarını küçültür, bir meta hâline getirir. Para her şeyin evrensel kendi içinde oluşmuş değeridir. Bu yüzden de bütün dünyayı, hem insanın hem doğanın dünyasını, öz değerinden mahrum bırakmıştır. Para insan emeğinin ve hayatının yabancılaşmış özüdür ve bu yabancı öz insana hükmederken insan da ona tapar.”[50]
“Kişinin başka bir kişiyi sömürmesine son verildiğinde, orantılı olarak, bir ulusun başka bir ulusu sömürmesine de son verilecektir. Ulus içindeki sınıflar arası karşıtlık yok oldukça, orantılı olarak, bir ulusun diğerine gösterdiği düşmanlık da son bulacaktır.”[51]
III.3) EMEK, SINIF MÜCADELESİ VE İŞÇİ SINIFI
Kimilerinin, şimdilerde “en yüce değer” tanımlamasıyla “dalga geçtikleri” emek; Karl Marx’ın sözleriyle, “İşçi gerekli geçim araçlarını sağlamak için yaşam faaliyetini bir başkasına satar. Yaşamak için çalışır. Emeğini yaşamının bir parçası olarak görmez, daha çok yaşamından yaptığı bir fedakârlıktır o. Başkasına sattığı bir metadır,”[52] diye tanımlanır.
Gerçekten de, “Emek insanın hareket hâlindeki mülkiyetidir.”[53]
“Emek tarafından üretilen nesne, onun ürünü, artık üreticisinden bağımsız bir güç olarak, emeğe karşı yabancı bir varlık olarak dikilir… İşçi kendisini işte daha fazla harcadıkça, kendine rağmen yarattığı nesneler dünyası daha güçlü hâle gelir, o kendi iç dünyasında daha da yoksullaşır ve daha az kendisine ait olur.”[54]
“Bir metanın değeri, onun üretimi sırasında harcanmış emek miktarı ile belirlendiğine göre, bir kimse ne kadar tembel ya da beceriksizse, ürettiği metanın, bu metanın yapımı o kadar fazla zaman alacağı için, o kadar değerli olacağı sanılabilir. Oysa, değerlerin özünü oluşturan emek, eşit insan emeğidir, aynı insan emek gücü harcanmasıdır.”[55]
“İnsanın emeğini kiralaması, köleleşmeye başlaması demektir. Emeğin gereçlerini kiralamaksa insanın özgürlüğünü kurmasıdır… Emek, insandır; öte yandan, çalışma gereçleri, insanı olan hiçbir şeyi içermezler.”[56]
O hâlde emek ve emekçilerden söz ederken; köleleş(tiril)meden yani ücretli kölelikten ve köleliğe karşı sınıf mücadelesinden söz etmek “olmazsa olmaz”dır.
Yani “Bütün toplum tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir. Efendi ile köle, patrisyen ile pleb, derebeyi ile serf, lonca ustası ile kalfa, sözün özü, ezen ile ezilen, sürgit birbirlerine hasım olmuşlar, kimi zaman alttan alta, kimi zaman açıktan açığa aralıksız bir mücadele sürdürmüşlerdir. Bu mücadele, her seferinde, ya bütün toplumun devrimci dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte yok olmasıyla sonuçlanmıştır.”[57]
“Burjuva düzenin köleleri, efendilerine karşı başkaldırdıkları zaman, bu düzenin uygarlık ve adaleti, tüyler ürpertici iç yüzü ile gözler önüne serilir. Bu gibi durumlarda, sözü geçen uygarlık ve adalet de bütün peçelerini atmış bir vahşet ve yasa tanımaz intikam görünümüyle su yüzüne çıkar. Zenginliğe el koyanlarla üreticiler arasındaki sınıf mücadelesinde patlak veren her yeni bunalımda bu olgu gitgide daha açık seçik biçimde belirir.”[58]
İşçi sınıfı gerçeği burada karşımıza dikilir; “Proletarya gelişimi değişik aşamalardan geçer. Onun burjuvaziye karşı mücadelesi, var oluşuyla birlikte başlar,”[59] saptamasındaki üzere…
“İşçi ne kadar fazla zenginlik üretirse, işçinin üretimi ne kadar fazla artarsa, kendisi de işte o kadar yoksullaşır. İşçi ne kadar çok değerli mal yaratırsa, kendisi de o kadar değersiz bir mala dönüşür. Mal âlemine değer katılmasıyla insanlık âleminin değerini yitirmesi de orantılı olarak artar.
Emek sadece mal üretmez; aynı zamanda kendini ve emekçiyi de genelde mal ürettiği ölçüde bir mal olarak üretir. Bunun anlamı şudur: Emeğin ürünü olan nesne, emeğin karşısına, ona yabancı, üreticiden bağımsız bir güç olarak çıkar. Emeğin ürünü, nesnede saptanmış, maddeleşmiş emektir. Emeğin yaşama geçirilmesi demek onun maddeleştirilmesi demektir. Emeğin böylesine maddeleşmesi, ekonomi politik alanında işçinin yoksullaşması demektir; maddeleşme işçinin ürettiği nesnenin kölesi olması demektir; nesnenin başkası tarafından sahiplenilmesi de işçinin yabancılaşması demektir.”[60]
“İşçi, ne bir toprak sahibine ne de toprağa bağlıdır, ama yaşamının 8, 10, 12, 15 saati, onu satın alana aittir. (…) Ne var ki, tek geçim kaynağı emek gücünün satışı olan işçi, yaşamından vazgeçmeksizin alıcılar sınıfını yani kapitalist sınıfı bütünüyle terk edemez. O, şu ya da bu işverene değil, ama kapitalist sınıfa aittir.”[61]
“Daha iyi giysiler ile yiyecekler, daha iyi muamele görmek ve efendinin bağışladığı daha geniş bir toprağa sahip olmak, kölenin sömürülmesini ne derece ortadan kaldırırsa, ücretli işçininkini de işte o kadar kaldırır.”[62]
“Kendilerini parça parça satmak zorunda olan emekçiler, bütün öteki ticari mallar gibi, birer metadırlar!”[63]
“İş, işçiye dışsaldır… Onun doğasının bir parçası değildir; o, sonuçta yaptığı işte kendisini gerçekleştiremez; ancak kendisini inkâr eder… Bu nedenle işçi, yalnızca boş zamanı süresince kendisini yuvasında hisseder, işte ise yuvasız hisseder.”[64]
“İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olamadıkları bir şeyi alamayız.”[65]
“Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen tüm sınıflar arasında, gerçekten devrimci olan biricik sınıf proletaryadır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında gittikçe güçsüz düşer ve sonunda yok olup gider, proletarya ise modern sanayinin özel ve özsel ürünüdür.”[66]
“Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın kendisidir. Devrimci öğelerin bir sınıf olarak örgütlenmeleri, eski toplumun bağrından doğabilecek bütün üretici güçlerin var olmalarını öngörür.”[67]
“Burjuvazi sadece kendini yok edecek silahları yaratmamış, aynı zamanda bu silahları kullanacak insanları-modern işçileri- yani proleterleri de üretmiştir.”[68]
“Peki ücretli emek, emekçi için bir mülkiyet yaratır mı? Asla!”[69]
“Hiç kuşku yok ki, her ülkenin proletaryası her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak zorundadır.”[70]
“Günümüz toplumunun en alt katmanı olan proletarya, resmi toplumun en üst katmanları havaya savrulmadan silkinip ayağa kalkamaz.”[71]
III.4) YABANCILAŞMA VE İNSAN(LIK) SORU(N)LARI
Yabancılaşma ve insan(lık) soru(n)ları meselesinde, “Özel mülkiyet bizi öylesine aptala çevirmiş, tek yanlı hâle getirmiştir ki, biz bir nesnenin, ancak ona malik olduğumuz zaman bizim olduğunu sanırız. Bu yüzden, bütün fiziksel, akılsal duyuların yerini, bütün bu duyuların tam bir yabancılaşması olan malik olma duygusu almıştır,” diyen Karl Marx çözümü de şöyle formüle eder:
“Özel mülkiyetin yabancılaşmasından kurtuluş, aynı zamanda da insani niteliklerin ve duyguların tam kurtuluşudur”!
Gerçekten de “Nesneler dünyasının değer kazanması, insanların dünyasının değersizleşmesiyle doğru orantılıdır.”[72]
“İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür.”[73]
“Yabancılaşma sadece sonuçta değil, üretim sürecinde, üretici etkinliğin kendi içinde de ortaya çıkar… Eğer emeğin ürünü yabancılaşmaysa, üretimin kendisi etkin yabancılaşma olmak zorundadır… Emeğin nesnesinin yabancılaşması, çalışma etkinliğinin kendisindeki yabancılaşmayı adeta özetler.”[74]
“(Felsefeciler için anlaşılabilir bir terim kullanmak gerekirse) ‘yabancılaşma’ elbette ancak, iki pratik öncül varolduğu takdirde ortadan kaldırılabilir. ‘Tahammül edilemez’ bir güç, yani, insanların ona karşı bir devrim yaptıkları bir güç hâline gelebilmesi için, [yabancılaşmanın] insanlığın büyük kitlesini ‘mülksüz’ kılarken aynı zamanda bir zenginlik ve kültür dünyasını var etme çelişkisini üretmiş olması şarttır, her iki koşul da üretici güçte büyük bir artışı ve yüksek derecede bir gelişmeyi öngerektirir. Ve öte yandan üretici güçlerdeki bu (insanların yerel değil gerçek, elle tutulur dünya-tarihsel varlığını işaret eden) gelişme mutlak olarak zorunlu bir öncüldür, çünkü o olmaksızın yokluk yalnızca genelleştirilmiş ve yoksunluk içinde zaruri ihtiyaçlar uğruna mücadele ve bütün o kadim pis işler kaçınılmaz olarak yeniden üretilmiş olur; dahası, çünkü insanlar arasında evrensel bir münasebet yalnızca üretici güçlerin bütün uluslarda eş zamanlı olarak ‘mülksüz’ kitleyi (evrensel rekabeti) üreten, her ulusu diğerlerinin devrimlerine bağımlı kılan ve nihayet yerel [bireylerin] yerine dünya-tarihsel, kanlı canlı evrensel bireyleri geçiren bu evrensel gelişmesiyle kurulur. Bu olmaksızın, (1) komünizm yalnızca bir yerel olay olarak var olabilir; (2) münasebet güçlerinin kendileri evrensel, dolayısıyla tahammül edilemez güçler olarak gelişemez; batıl itikatlarla kuşatılmış ilkel koşullar olarak kalır; (3) münasebetlerdeki her genişleme yerel komünizmi ortadan kaldırır.”[75]
Bunun için insan(lık)a “Doğal hakların içinden bazıları doğaları gereği vazgeçilmezlerdir, çünkü yerleri doldurulamaz. Vicdani haklar da bunların arasındadır,”[76] uyarısını dillendiren O, yeni insan(lık) için ekler:
“Aşk her türlü fedakârlığı gerektirir, ama aşkından vazgeçme fedakârlığı ancak bir korkağa yakışır.”[77]
“Eğer sevgi üretmiyorsa yüreğiniz, başarılı bir üretici değilsiniz.”[78]
“Daha geniş bir manevi özgürlük içinde gelişebilmek için, insanlar bedeni gereksemelerine köle olmaktan kurtulmalıdırlar, bedenlerinin kölesi olmamalıdırlar. Dolayısıyla, her şeyden önce, manevi yaratıcı etkinlik ve manevi zevk alma için ayıracak zamanları olmalıdır.”[79]
Özetle, “İnsan milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor,”[80] diyen Karl Marx’a göre, kapitalizm koşullarındaki çürümüşlük,[81] geçmişin kiri pası değildir; sisteme aittir; onun üretimidir!
III.5) DİN, HUKUK, KADIN, ÖZGÜRLÜK
Bugünlerde, Marksistlere durmadan “muhafazakârlık”la, “din”le barışmayı, laikliğe aldırmamayı, önerenlere, Marksizm’in laiklikle ilişkisiz olduğunu söyleyenlere inat Karl Marx, “Ortada ayrıcalıklı bir din yoksa, din de yok demektir. Dinin gücünü çekip alırsanız din diye bir şey kalmaz.”[82] “İnsanların mutluluğu için ilk şart dinin ortadan kaldırılmasıdır,”[83] vurgusuyla hatırlatır:
“Din mazlumun iç çekişi, insafsız dünyanın yüreği, ruhsuz hayat şartlarının ruhudur. Din halkların afyonudur.”[84]
“Devlet Hıristiyan, Yahudi de Yahudi olarak kaldıkça birinin özgürleşmeyi bahşetmeye güç yetiremezliği gibi, diğeri de elde etmeye güç yetiremezdir… Yahudi, Hıristiyan devletten özgürleşmek istemekle, Hıristiyan devletin kendi dinsel önyargısını bir yana bırakmasını istiyor. Peki, Yahudi, kendi dinsel önyargısından vazgeçiyor mu? O zaman bir başkasının kendi dininden vazgeçmesini istemeye hakkı var mıdır?”[85]
Sonra da (sanki “yoksulların İslâmı” söylencelerini yanıtlarcasına!) uyarır: “Hıristiyan düşüncesine sosyalist bir hava vermekten daha kolay bir şey yoktur. Hıristiyanlık özel mülkiyete, evliliğe ve devlete de şiddetle karşı çıkmamış mıydı? Bunların yerine yardımseverliği, dilenciliği, evlenme yasağını, nefsi öldürmeyi, çadır hayatını ve kiliseyi koymamış mıydı? Hıristiyan sosyalizmi, papazın, aristokratların ötesini kutsadığı kutsanmış sudur sadece.”[86]
Ya -yine yeni solcuların- kutsadığı “hukuk” mu?
Yine “Köle çalıştıranların ellerindeki kamçının yerini, şimdi gözcülerin elindeki ceza kitabı alıyordu,”[87] diyen Karl Marx ekliyordu:
“Proleter için, hukuk da, ahlâk da, din de, ardında bir sürü burjuva çıkarının pusuya yattığı bir sürü burjuva ön yargısından başka bir şey değildir.”[88]
“Toplum daha fazla geliştiğinde, yasa da dar veya geniş kapsamlı bir hukuk sistemine dönüşür. Bu hukuk sistemi daha da karmaşıklaştığı zaman, sistemin terminolojisi de toplumsal yaşamın sıradan ekonomik koşullarını dile getiren terminolojiden uzaklaşır. Bu hukuki sistem, var oluşunun ve sonraki gelişiminin nedenlerini süregelen ekonomik koşullarda değil de kendi iç mantığında, ya da isterseniz ‘irade kavramı’nda bulan bağımsız bir öğe olarak gözükür. İnsanlar, tıpkı hayvanlardan türemiş olduklarını unuttukları gibi, hukuklarının da kendi ekonomik yaşam koşullarından kaynaklandığını unuturlar.”[89]
“Suçlu yalnızca suç değil, aynı zamanda ceza hukukunu da üretir, ceza hukuku dersleri veren profesörü, hatta ve hatta profesörün içinde derslerini piyasaya bir meta olarak çıkardığı kaçınılmaz ders kitabını da üretir.”[90] “Ölüm cezasına çarptırılmak iş bulmaktan daha kolaydır.”[91]
Öte yandan Karl Marx’da “eksik” olduğu “iddia” edilen “Kadın Sorunu” mu?
“Modern karı-koca ailesi, kadının üstü açık ya da kapalı ev köleliği üzerine kurulur. İşte, modern toplum, adeta kendi moleküllerini oluşturan bu tip ailelerin bir araya geldiği bir kitledir.
Günümüzde erkek, çoğunlukla, hiç değilse varlıklı sınıflarda, aile geçindirip besleyen kişi olmak zorundadır. Buysa, ona, hiçbir hukuki ayrıcalıkla desteklenmeyi gerektirmeyen bir egemenlik konumu kazandırır. Aile içinde, erkek burjuva, kadınsa proleter rolündedir…[92]
Kadın açısından bir cürüm sayılan, en ağır yasal ve toplumsal sonuçlara yol açan bir kaçamak, erkek açısından yüz ağartıcı ya da olsa olsa zevkle taşınan hafif bir ahlâki leke sayılır,”[93] der ve ekler O:
“Az biraz tarih bilen herkes büyük sosyal devrimlerin kadınların katılımı olmadan gerçekleşmeyeceğini bilir.”[94]
Ve Karl Marx’ın, “Başkalarını özgürleştirebilmek için, önce kendimizi özgürleştirmeliyiz,”[95] uyarısıyla betimlenen özgürlük…
Devamla sıralar: “Özgür demokratik devlet var olamaz.”[96]
“Soyut özgürlük sözcüğünün sizi aldatmasına izin vermeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, bir kişinin bir başka kişi karşısındaki özgürlüğü değil, sermayenin işçiyi ezme özgürlüğüdür.”[97]
“Kâğıt üzerinde, anayasaları, her vatandaşın eğitim ve çalışma hakkını ve hepsinden öte asgari geçim parasını açıklamak kolaydır. Ama bu cömert talepleri yazıya dökmek yeterli değildir, asıl iş bu özgür düşüncelerin somut ve akıllıca işleyen kurumlarda başarılı sonuçlar vermesini sağlamaktır.”[98]
III.6) DEVLET, DEVRİM, PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ, KOMÜNİZM
Soru(n) olarak devlet, komünizmin çözmekle mükellef olduğu bilmecelerdendir…
‘Komünist Manifesto’da, “Modern devletin hükümetleri, tümüyle burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir,”[99] diye açıklanan konuda; “Bütün devlet biçimleri demokrasiyi doğru bellemiştir. Demokratik olmadıkları için de bütünüyle yanlıştırlar,”[100] diyen Karl Marx ekler:
“Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir; ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik cumhuriyette de böyledir.”[101]
İyi de bunlar böyleyken; devletin “demokratikleştirilmesi”nden söz edip; devrime, devrimin güncelliğie sırt dönenlere ne demeli?
Oysa Karl Marx, “Toplumun maddi üretici güçleri, gelişmelerinin belirli bir aşamasında, o zamana kadar içinde çalıştıkları mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çatışmaya girer. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişme biçimleri olmaktan çıkıp onlara ayak bağı olur. İşte o zaman toplumsal devrim çağı başlar.”[102]
“Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkilerinden en köklü kopuştur; gelişmesinin, geleneksel düşüncelerden en köklü kopuşu getirmesinde şaşılacak bir şey yoktur,”[103] dememiş miydi?
Kaldı ki, “Komünistler, görüşlerini ve hedeflerini gizlemekten nefret ederler. Amaçlarına ancak var olan tüm toplumsal koşulların zor yoluyla ortadan kaldırılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça duyururlar. Egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla tir tir titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şey yoktur; oysa kazanacakları koskoca bir dünya var…”[104]
“Komünistlerin, bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve farklı hiçbir çıkarları yoktur…”[105]
“Tek kelimeyle komünistler, mevcut toplumsal ve politik durumlara karşı her yerde ve her çeşit devrimci hareketi destekliyorlar.”[106]
“Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır,”[107] denilmiyor muydu?
Karl Marx ve Marksizm babında bunların göz ardı edilmesi mümkün olabilir mi?
Olabilir!
“Nasıl” mı?
Karl Marx’ın, “Toplumsal reformlar; asla güçlünün zayıflığından ötürü değil, her zaman zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir…”
Ve “Sosyalist burjuvalar isterler ki, modern toplumsal koşulların tüm nimetlerinden yararlansınlar, ama modern toplumsal koşulların kaçınılmaz sonucu olan savaşımlar ve tehlikelerden uzak dursunlar,”[108] uyarıları (mesela proletarya diktatörlüğü gibi!) unutulup, unutturulursa!
Karl Marx’ın, “Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur,” notunu düşerek; “Kapitalist ve komünist toplum arasında birinden diğerine devrimci bir dönüşüm süreci yaşanır. Buna eşlik eden bir de siyasal geçiş dönemi vardır ki bu dönemde devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir işlev göremez,”[109] diye tarif ettiği “Proletarya diktatörlüğü, devrimin sabahında doğar ve tam komünizmin başlangıcına kadar varlığını sürdürür. Genel olarak konuşacak olursak görevi ‘kapitalizmi’ geride bıraktığı maddi ya da insani tüm görünümleriyle ardından gelecek olan komünist topluma dönüştürmektir. Bu açıdan proletarya diktatörlüğü ‘sürekli devrim’ gibi işler: Proletarya diktatörlüğünün, eski düşmanlarının devamlı yeniden ortaya çıktığı bir geçmişi ve onun için son derece sistemli çalıştığı bir geleceği vardır. Bu bakımdan bir yönetim olarak hem geçmişe hem de geleceğe dair amaç birliğine sahiptir. Marx şöyle der:
‘Diğer sınıflar, özellikle de kapitalist sınıf varlığını sürdürdükçe ve proletarya, kapitalist sınıfla mücadelesine devam ettikçe (çünkü yönetim gücünü ele geçirmekle, düşmanları ve toplumun eski örgütlenme biçimi yok olmamıştır.) zor araçlarını, bu nedenle de yönetim araçlarını kullanmalıdır: Proletarya hâlâ bir sınıftır ve sınıf mücadelesinin ve bizatihi sınıfların varlığının arkasında yatan ekonomik koşullar henüz ortadan kalkmamıştır; işte bu yüzden de zor kullanarak ortadan kaldırılmalıdır ya da dönüştürülecekse, zor yardımıyla bu dönüşüm süreci hızlandırılmalıdır’…”[110]
Yine Karl Marx’ın, “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar,” betimlemesindeki komünizme gidişte bundan başka yol yoktur.
Çünkü “Komünizm, insanın kendisine yabancılaşması olarak özel mülkiyetin olumlu aşılması ve dolayısıyla insani özün insan tarafından ve insan için gerçekten sahiplenilmesidir. Komünizm, bu nedenle, insanın toplumsal (yani insani) bir varlık olarak kendisine eksiksiz geri dönüşüdür. (…)
Bu komünizm, insan ile doğa, insan ile insan arasındaki çatışmanın sahici çözümüdür. Varlık ile öz, nesnelleşme ile kendi kendini gerçekleme, özgürlük ile zorunluluk, birey ile insan türü arasındaki çekişmenin gerçek çözümüdür. Komünizm, tarihin önümüze koyduğu problemin çözümüdür ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir.”[111]
“Komünistlerin teorisi tek bir cümlede toplanabilir: Özel mülkiyetin lağvedilmesi.”[112]
“Komünizm kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yaptığı tek şey, onu, böyle bir mülk edinme aracılığıyla, başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır.”[113]
IV) SONUÇ YERİNE
Karl Marx’ın Marksizmi’nden 1917 Ekim Devrimi’ne, onlardan da bugünlere, insan(lık) tablosu -ne yazık ki- hiç de iç açıcı değil…
Komünizmin maddi öncüllerinin oluştuğu, sürdürülemez kapitalizmin artık içine girdiği yapısal krizden çıkışının mümkün olmadığı, tarihsel sınırına gelip dayandığı, sermayenin kendini hem ekonomik hem de siyasal olarak üretmekte zorlandığı kaos yıllarında, ne yazık ki gidişat -sosyalizm yönünde olması gerekse de- barbarlık yönünde…
Gidişatı, olması gerektiği güzergâhta yönlendirmemiz için; bu nesnelliğe müdahil olacak özneyi, iradeyi yaratıp, hayata geçirmek ve Karl Liebknecht’in, “Mümkünün son sınırlarına, imkânsızı elde etmek için çabalayanlar ulaşabilir ancak. Gerçekleşmiş imkânlar, zorlanmış imkânsızlıkların sonucudur,” uyarısını anımsamak “olmazsa olmaz”dır…
Bu yolda; “Marksizm’i kimi bir ‘dünya görüşü’, kimi bir ‘ekonomi politik öğretisi’, kimisi bir ‘felsefe’, kimisi bir ‘ideoloji’, kimisi sosyolojiler içinde ‘ekonomiye ağırlık veren bir sosyoloji ekolü’ olarak tanımlar. Marksizm bunların hiçbiri değildir. Marksizm Toplum’un, Toplumun Tarihinin Bilimidir. Biricik ‘Sosyoloji’dir,”[114] türünden zırvaları bir kenara bırakıp; “Feurbach Üzerine Tezler”in II, III, VIII ve XI’inci “ama”sız, “fakat”sız yani tashihsiz kabullenilerek; devrimci Marksist teorinin bir eylem kılavuz olduğu unutulmadan; Tristram Hunt vari “egzantirik saçmalıklar”dan uzak durulup;[115] -“Marx’ın orta sınıf”laştırılmasına “Hayır” diyerek- dünyayı değiştirme eyleminin aslına sadık kalınmalıdır…
17 Haziran 2018 18:48:21, İstanbul.
N O T L A R
[1] John Berger, Görme Biçimleri, Çev: Yurdanur Salman, Metis Yay., 1999.
[2] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.32.
[3] Karl Marx, Seçme Yazışmalar 2-1870/ 1895, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1996.
[4] Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006.
[5] Jason Barker, “İyi ki Doğdun Karl Marx: Sen Haklıydın!”, 5 Mayıs 2018… http://sendika62.org/2018/05/iyi-ki-dogdun-karl-marx-sen-hakliydin-jason-barker-490500/
[6] Emre Tansu Keten, “Marx, Popüler Kültüre Sığmaz”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.4.
[7] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[8] Bertell Olman, Diyalektiğin Dansı, Marx’ın Yönteminde Adımlar, çev: Cenk Saraçoğlu, 4. baskı, Yordam Yay., 2015.
[9] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.29.
[10] Karl Marx- Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: 3, Sol Yay., 1979, s.196-198.
[11] Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., 1970.
[12] Ernestro Che Guevara, “Küba Devriminin İdeolojisini İncelemek İçin Notlar”, Politik Yazılar, Çev: Nadiye R. Çobanoğlu, Yar Yay., 1991.
[13] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.145.
[14] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[15] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.779; 67 nolu dipnot.
[16] Kevin B. Anderson, “Ekim 1917, Marx’ın Düşüncesinden İlham Almış En Önemli Olaydır”, 3 Aralık 2017… http://sendika62.org/2017/12/ekim-1917-marxin-dusuncesinden-ilham-almis-en-onemli-olaydir-kevin-b-anderson/?
[17] Karl Marx-Friedrich Engels, Felsefe İncelemeleri, Çev: Cem Eroğlu, Yordam Kitap, 2013, s.12. /Feurbach Üzerine Tezler; 2-3-8 ve 11.
[18] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.110.
[19] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.28.
[20] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.69.
[21] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011, s.178.
[22] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[23] yage, s.39.
[24] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.6.
[25] yage, s.41.
[26] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997, s.201.
[27] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[28] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011, s.124.
[29] yage.
[30] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.715.
[31] yage.
[32] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016.
[33] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.68.
[34] “Çalışın, çalışın, proleterler, toplumsal serveti büyütmek ve bireysel sefaletinizi arttırmak için çalışın; çalışın ki, daha da yoksullaşarak, çalışmak ve sefil düşmek için daha fazla gerekçeniz olsun. Kapitalist üretimin insanın gözünün yaşına bakmayan yasası budur.” (Paul Lafargue, Tembellik Hakkı-1848 “Çalışma Hakkı”nın Çürütülmesi, Çev: İhya Kahraman, Ayrıntı Yay., 2015.)
[35] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.71.
[36] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[37] yage.
[38] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.60.
[39] yage, s.87.
[40] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965 s.727.
[41] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt I., Çev: A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1976 s.467-468.
[42] Micheal Lebowitz, Sosyalist Alternatif-Gerçek İnsani Gelişim, çev: Etkin Bilen Eratalay, Yordam Yay., 2011.
[43] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016.
[44] Miguel de Unamuno, Sis, Çev: Behçet Necatigil, Can Yay., 2016.
[45] Jean-Jacques Rousseau, aktaran: James Garvey, Yirmi Önemli Felsefe Kitabı, Çev: Tamer Karalar, Nail Kitabevi, 2016.
[46] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.67.
[47] yage, s.15.
[48] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yazışmalar/1 (1844-1869), Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1995, s.218.
[49] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[50] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.42.
[51] yage, s.95.
[52] yage, s.74.
[53] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.24.
[54] yage, s.122.
[55] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.52.
[56] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.48.
[57] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.124.
[58] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.
[59] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.16.
[60] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.109.)
[61] Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2012, s.23.
[62] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[63] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[64] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.124-125.
[65] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[66] yage, 1976.
[67] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.
[68] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.11.
[69] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.67.
[70] yage, s.63.
[71] yage, s.62.
[72] yage, s.71.
[73] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.13.
[74] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.124.
[75] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[76] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997, s.27.
[77] Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006, s.23.
[78] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.
[79] yage, s.27.
[80] Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006.
[81] “Her gün tanık olduğumuz için, intihar hiçbir şekilde doğaya aykırı değildir… İntihar insanın insan olarak kalma isteminin ifadelerinden bir tanesidir… İnsan, daha iyi bir şey isteği için, özel hayatın kötülüklerine karşı intiharın en son çare olduğunu anlıyor… Dünyadan kaçmak isteyen bir insan kendi cesedine yapılacak aşağılamaları umursar mı?” (Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006, s.13.)
[82] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997, s.11
[83] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.37.
[84] yage, s.29.
[85] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997, s.6.
[86] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.53.
[87] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.407.
[88] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[89] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.54.
[90] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[91] Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006, s.29.
[92] “Aşkın, içtiğimiz su gibi, doğal ve temiz olması için özgür ve paylaşılır olması gerekir, ancak maço erkek boyun eğme talep eder ve zevki yadsır. Yeni bir ahlâk anlayışı ve günlük hayatta radikal bir değişim olmadan, tam bir serbestlik yaşanamayacaktır. Eğer toplumsal devrim yalan söylemiyorsa, yasalar ve gelenekler nezdinde, erkeğin kadın üzerindeki mülkiyet hakkını ve yaşamdaki çeşitliliğin düşmanı olan katı normları ortadan kaldırmalıdır.” (Eduardo Galeano, Kadınlar, Çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2016.)
[93] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.42.
[94] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.46.
[95] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997, s.8.
[96] Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969.
[97] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.
[98] Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006, s.35.
[99] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.45.
[100] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.60.
[101] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları (1848-1850), çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1967.
[102] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.
[103] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[104] yage, s.92.
[105] yage, s.65.
[106] yage, s.57.
[107] yage, s.15.
[108] yage, s.85.
[109] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016.
[110] Bertell Olman, Marksizme Sıra Dışı Bir Giriş, Çev: Ayşegül Kars, 3. baskı, Yordam Yay., 2015, s.44.
[111] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.189-190.
[112] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.11.
[113] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.
[114] Demir Küçükaydın, “Marks’ın Doğumunun 200. Yılında Marksizm’in Evrimi Üzerine”, 6 Mayıs 2018… https://demirden-kapilar.blogspot.de
[115] “Engels, Marksizmi yanlış biçimlendirmekle suçlanacaktı. Marx’ın özgün ve otantik eserlerindeki insancıl saiki bilimsellik hevesi yüzünden etkisiz hâle getirmekle ve onu yerine, arkadaşının yokluğunda, sosyalizmin ilham veren, doyurucu vaadinden yoksun bir mekanik siyaset anlayışı koymakla suçlanacaktı. (…) Böylelikle, Stalin’in Rusya’sındaki resmi ideolojiden ve Marksist Leninizmin yol açtığı felaketlerden üstü kapalı bir şekilde Engels sorumlu tutuluyor. (…) Bunun Marx’ı Marksizmin ‘günahları’ndan aklamaya yarayan elverişli bir suçlama olduğu kesin… (…) (Engels’in tavrı-yn.) Marx adına Marx’ın onayıyla ve birlikte geliştirdikleri ideolojiye sonuna kadar sadık kalarak yapmıştır.” (Tristram Hunt, Franklı Komünist-Friedrich Engels’in Devrimci Hayatı, çev: Işıl Elçin-Mehmet Ratip, İletişim Yay., 2018, s.280-282.) Yani: Her ikisi de “suçlu”dur!
Mücadele zeminini değiştirmek!
Bu yüzden kaba kuvvet, çıplak şiddet baki kalmak ve son kertede devreye sokulmak kaydıyla, insanların verili durumu kabullenmelerini sağlayan bir “rıza”, bir “kabullenme” yaratma yoluna gidiliyor. Başka türlü söylersek, egemenlerin egemenliği, ideolojik kölelik, gönüllü kulluk sayesinde mümkün oluyor ve süreklilik kazanıyor… Son derecede önemli olsa da, bu kısa yazıda söz konusu ‘rıza’nın kimler tarafından, nasıl üretildiği sorusu üzerinde durmayacağım.
Egemen ideoloji, gerçekte var olmayanı varmış gibi gösterebilmektir. Sıradan insanların “şeylere, olaylara, toplumsal süreçlere” kendilerini ezen-sömüren-aşağılayan egemen sınıfların gözüyle bakmalarıdır… Bu yüzden boşuna, “iktidar gizlemesini bilenindir” denmemiştir. Bütün mesele gerçeğin üstünü örtmek, ‘görünmez kılmak’la ilgilidir. Dolayısıyla gerçek dünyada var olmayan onca şey, egemen ideoloji sayesinde varmış gibi gösterilebiliyor ve ideolojik kölelik ve gönüllü kulluk sayesinde de kabullendiriliyor, dayatılıyor… Böylece insanlarda bir yanılsama yaratmak mümkün oluyor… Mesela siyasi partilerin ve seçimlerin, demokrasinin gerçekleşmesi olarak görülmesi gibi. Aslında siyasi partiler, seçimler, parlamento [Meclis] demokrasiyi gerçekleştirmenin değil engellemenin araçlarıdır. Başka türlü söylersek, egemen sınıfların, nasıl yöneteceğiz, sorusuyla ilgilidir… Bu dünyada yaklaşık 250 yıldır bir “temsilî demokrasi” oyunu sergileniyor ama oynanan bu sefil oyununun demokrasiyle ilgisi görüntüden ibarettir sadece… Zira ortada bir ‘temsil’ yok, dolayısıyla kullanılan oyun da reel bir karşılığı yok… Seçimler iktidar olan partiyi değiştirebilir, bir düzen partisinin yerine diğerini iktidara taşıyabilir ama asla şeylerin seyrini değiştiremez! Eğer demokrasiden halkın kendi kendini yönetmesi, kendi iradesinin tecelli etmesi anlaşılıyorsa, ‘temsilî’ demokrasi tam da halk iradesini engellemek üzere peydahlanmıştır…
Uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’de askerî ve ‘sivil’ darbelerle kesintiye uğrasa da, 70 yıldır ‘temsilî demokrasi’ oyunu oynanıyor. Bu zaman zarfında kim demokrasinin gerçekleştiğinden söz edebilir? Mülk sahibi egemenlerin ‘nasıl yöneteceğiz’ sorusunun karşılığı demokrasi olabilir mi? Daha baştan ve bizzat siyasi partilerin kendileri anti-demokratiktir. Egemenler cephesi tarafından kurulurlar veya kurdurulurlar. Halka, ezilen-sömürülen sınıflara ya parti kurma izni verilmez ve eğer verilirse de yaşama şansı tanınmaz. Ancak “zararsız hâle” geldiklerinde, sömürü düzeninin bir parçası hâline geldiklerinde, sistem için tehlike olmaktan çıktıklarında tolere edilirler… O öyle bir Meclis’tir ki, oraya her gireni kendine benzetir… Geride kalan dönemde yaşananlar bu söylediğimi fazlasıyla doğruluyor… Ve düzen partileri arasındaki fark esasa ait değildir… Kitleleri aldatmaya, oyalamaya yetecek kadar bir farktır… Bir düzen partisinin yerine diğeri iktidara taşındığında, aslında değişen bir şey olmaz… Mesela ABD’deki iki partili sistem, aslında “ikili tek parti sistemidir”…
Bir insan, birbirlerine benzeyen düzen partilerinden, burjuva partilerinden birine oy verdiğinde şunu demiş olur: “Sana oyumu veriyorum. Artık dört-beş yıl boyunca egemen sınıfların ülkenin varını yoğunu sömürmesi, yağmalaması-talan etmesi için gerekeni yaparsın. Tabii bal tutanın parmağını yalaması da işin doğası gereğidir… Egemen sınıfların sömürüsü, yağma ve talanı güvence altına alınırken, siyasetçi de kendini ve çevresini zenginleştirme imkânına kavuşur… Tabii her zaman ve her yerde olduğu gibi, bunun istisnaları da vardır. Gerçekten, siyasetçiler arasında samimiyetle kamu yararını gözetenler olabilir ama “istisnalar kuralı doğrulamak içindir” denmiştir… Bu arada ülkenin yüksek çıkarlarından, demokrasiden, özgürlükten, adaletten, refahtan, ‘birlik ve beraberlikten’, nurlu ufuklardan, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmaktan da da çokça söz edilir… Tabii “muasır medeniyet’ denilenin kapitalizm-emperyalizm-kolonyalizm demek olduğu hiçbir zaman akla gelmez, getirilmez… Aslında insanlar oy kullandıklarında kendilerine karşı oy kullanmış, oyuna gelmiş oluyorlar… Sefil bir oyunun figüranları olduklarından habersizdirler… Durum böyleyken bin yıl oy kullansalar, şeylerin seyri değişir miydi?
Batı demokrasisi de denilen temsilî demokrasi mülk sahibi sınıfların yegâne yönetme [egemenlik] biçimi değildir. “Normal zamanlarda” tercih edilen bir yönetme biçimidir. Kapitalizmin “yapısal krize” girdiği dönemlerde faşizm, asker-polis diktatörlüğü, Bonapartizm’den biri veya duruma göre bunların farklı ‘renkleri’ gündeme gelir… Kapitalizmin son defa yükselişe geçtiği İkinci Emperyalist Savaş sonrası yaklaşık 30 yılda ‘sosyal demokrasi’ geçerli oldu ama kapitalizmin ‘yapısal krize’ girmesiyle artık esamesi okunmuyor. O bir istisna idi ve o sayfa kapandı…
Şimdilerde kapitalizmin nihai krizi yaşanıyor. Geri dönüşü olmayan eşik aşılmış bulunuyor… Artık çöküş dönemine girilmiş bulunuyor. Şimdilerde her yerde temsilî demokrasinin bol gelmesinin nedeni bu… Yönetenlerin hiçbir yerde sınırlı demokrasi koşullarında bile yönetebilmeleri artık mümkün değil… Dikta rejimlerinin değişik renklerini dayatmak isteyecekleridir… Başka türlü söylersek, artık sahte ‘temsilî demokrasi’ oyunu bile oynanabilir değil… Baskıyı, şiddeti, dikta rejimlerinin değişik versiyonlarını dayatmaktan başka ellerinde bir koz yok, velhasıl başka türlü yapmaları mümkün değil… Yönetenlerin yönetmekte zorlandığı dönem gelip çattı… 250 yıllık aldatma-aldatılmadan sonra hâlâ seçim ve temsil yalanına inanmanın da bir alemi yok… Fakat burjuva siyasetinden kurtulmak için bir önemli neden daha var, üstelik aciliyet de arz ediyor: Kapitalizm dünyayı yok ediyor. Sadece sosyal kötülükleri azdırmakla kalmıyor, ekolojik yıkımı da derinleştiriyor, ki bu, yaşamın temelinin aşınması demektir… Ve bu kadarını da dar bir oligarşiyi zengin etmek için yapıyor.
İnsanlık ve uygarlık böyle kritik bir kavşağa girmişken, hâlâ sahte demokrasi oyununun figüranı olmanın ne alemi var? Hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan temsil oyununa bel bağlamak, kapitalizmin reforme edilebilir olduğunu sanmaktır. Oysa, kapitalizmi reforme etmek mümkün olmadığı gibi, burjuva devlet de ‘ehlîleştirilebilir’ değildir. Zaten kapitalizm ve burjuva devlet bir ve aynı şeydir. Bunlar madalyonun iki yüzüdür… Kölelik düzeni reforme edilebilir miydi? “Daha iyi kölelik, daha az kötü kölelik” olabilir miydi? Feodalizmin iyisi olur muydu? Bir tek kapitalizm mi istisnadır? Kapitalizm reforme edilemez ama bal gibi yıkılabilir. Aynı kendinden önceki egemenlik sistemleri gibi…
O hâlde bu durumdan çıkmak için yapılacak ilk şey, kapitalizm dahilinde insanlığın bir geleceği olmadığı gerçeğini ikircikli olmayan bir tarzda kabul etmek ve onu yeniden üreten tüm yollardan çıkmak, tüm sahte oyunlara son vermek, burjuva demokrasisi denilenden medet ummamak, aldatılma, oyalanma, aşağılanma durumuna son vermektir… Bilincimizi özgürleştirmek, dünyanın gerçekliğine küresel oligarşinin ve yerli egemenlerin gözüyle değil, kendi gözümüzle bakmak ve başka şey yapmaya cüret etmek!
Mücadele zeminini değiştirmek gerekiyor ama ondan önce düşünce tarzımızın değiştirilmeye ihtiyacı var… o
Yiğit muhtaç olmuş ‘kuru soğan’a
……..
Yoksulun sırtından doyan doyana
Bunu gören yürek nasıl dayana
Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana
Bilmem söylesem mi söylemesem mi
Mahsuni şerifim dindir acını
Bazı acılardan al ilacını ……..
Aşık Mahsuni Şerif
Yiğit bu hâle nasıl düşürülmüştür?..
Önce şu kuru soğanı tanıyalım…
Gen merkezi Orta, Güney ve Batı Asya olan soğana (allium cepa), Anadolu’da Hititler (İÖ 1650-1200), “sumsıkıl” adını vermişler ve kutsal bitki saymışlar. Eski Altay Türklerinde sarımsak yabanî olarak bilinirken, soğanın üretimi yapılırmış. Avrupalılar soğanı Romalılar aracılığıyla tanır. Ortaçağda, veba korkusuyla kapılara soğan asılır. Savaş yaraları ve yanıklar onun suyuyla tedavi edilir.
Soğan, iki yıllık soğanlı-yumrulu bir bitkidir. İlk yıl meydana gelen soğandan ikinci yıl 1.5 m yüksekliğe kadar çıkan bir çiçek sapı oluşur. Nisan-Haziran aylarında çiçek açar. Çok sayıdaki çiçek; sapın ucunda yuvarlak bir top oluşturur. Tohumları küçük, yassı, siyah renktedir. Üretimi ve tohum alımı zahmetlidir.
Dünyada 700 dolayında türü mevcuttur. Bu türlerin 156 tanesi Türkiye’de bulunur, 66’sı endemiktir.
Soğan, kükürt ve C vitamini (askorbik asit) açısından zengindir. Bunların dışında A, B1 (tiamin), B2 (riboflavin), B3 (PP, niasin), B6 (pridoksin), B9 (folik asit, folat), E vitaminleri, potasyum, fosfor, kalsiyum, magnezyum, sodyum, demir, selenyum, manganez, kobalt, flor, bor, bakır, çinko, nikel, krom, iyot, vanadyum gibi mineral ve oligo elementler, antibiyotik vazifesi gören esanslar ve hazım arttırıcı fermentler bulunduğunu kaydeden uzmanlar, kalp ve prostat bozukluğu, pankreas tembelliği (şekerliler), sinir zafiyeti, romatizma, cilt hastalıkları, cinsel iktidarsızlık, mide zayıflığı gibi hastalıklarda çok fayda verdiğini, bol idrar söktürdüğünü ve vücutta birikmiş su, fazla tuz ve üreyi dışarı attığını biliyoruz. Ayrıca muhtevasında sakkaroz, glukoz ve fruktoz gibi şekerler, organik asitler, kuersetin, uçucu ve sabit yağlar da bulunur. Gözlerin yanmasına ve sulanmasına yol açan madde uçucu yağın içindeki propil allicin’dir.
Uzmanlar pankreası çalıştırarak insülin ifrazatını arttırdığını ve kanda şeker seviyesini düşürdüğünü kaydediyor. Fazla soğan yenen ülkelerde kanserin nadir görüldüğünü ve o ülke halkının uzun yaşadığını ifade eden uzmanlar, soğanın, karaciğeri ve bağırsakları dezenfekte edip zehirlerini temizlediğini ve gıdaların orada vücudu zehirlemesini önlediğini, bağırsak kurtlarını döktüğünü bildiriyor.
Bir kesim ekmek ve kuru soğana muhtaç hâle gelmişken, soğan, salataların yanı sıra hemen hemen her yemeğin temel sebzesi olmuştur artık. Yahni gibi sevilen yemekleri yapılır. Hele de patatesli yahni mutfakların vazgeçilmezidir. Fransız yoksullarının yemeği olan soğan çorbası artık ülkemizde zengin sofralarını süsleyecektir. Ucuz ithal et ile henüz ithalatına başlanmamış fakat eli kulağında olan patates ve soğanın aşk ile birleşmelerinden doğan bu yemek yoksulların ve kaldıysa orta sınıfın rüyalarının lezzet “odağı” olma tehlikesi taşıdığından, bağımsız yargımız tarafından önlem alınacaktır tabii ki.
Yerli soğanımızın yahni flörtü, patatesin siciline bir bakalım.
İsmini, Peru ve Bolivya’da yaklaşık 9 milyon kişinin anadili olan bir yerli dili ve İnka dili olarak da bilinen, Quechua (Keçuva) dilinden alan patatesin (solanum tuberosum) anavatanının Güney Amerika And Dağları olduğu konusunda uzlaşılmıştır. Peru’da 7000 yıl önce ekilmeye başladığına dair kanıtlar mevcuttur. Patatesi Avrupa’ya İspanyalı bir fatih olan Pedro Cieza de León getirmiştir. Patatesin ekimi Avrupa’da 1540’larda Fransa’da başladı. Patatesi 1590’da ilk olarak botanik literatürüne geçiren İsviçreli botanist Gaspard Bauhin’dir. Önceleri Türkçe’de ve Kürtçe’de kartol, kartof, kartop, gumpir gibi bazı isimler almışsa da sonunda anadilinde aldığı patates ismi kabul görmüştür.
Patatesin geniş ölçüde tarlalarda yetiştirilmesi ilk önce Almanya’da Vogtland’da Hans Rogler adında bir çiftçinin girişimidir.
Dünyada sırasıyla mısır, buğday, pirinçten sonra en fazla tüketilen tarım ürünü patatestir. Temmuz 2017/Haziran 2018 döneminde, dünyada; mısır üretiminin 1 milyar 26 milyon ton, buğday üretiminin 736 milyon ton, pirinç üretiminin (öğütülmüş olarak) 487 milyon ton olacağı öngörüsünde bulunuluyor. Raporun üretim rakamlarına göre Temmuz 2017/Haziran 2018 döneminde dünyada toplam tahıl üretiminin 2 milyar 597 milyon ton olacak.
2016 FAO verilerine göre dünyada toplam 164 ülkede yetiştirilen patatesin üretim alanı 19,09 milyon hektara, üretim miktarı ise 381,68 milyon tona ulaşmıştır. En fazla patates üreten kıtalar sırasıyla Asya, Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika ve Afrika’dır. En fazla patates üreten on ülke sırasıyla; Çin, Hindistan, Rusya, Ukrayna, ABD, Almanya, Bangladeş, Polonya, Fransa ve Belerus’tur. Türkiye’de 2016 üretim miktarı 4,75 milyon ton’dur.
Görüldüğü üzere “kökü dışarda” bir bitkidir!! Neo-liberal küresel güçlerin ve onların içerideki partnerlerinin, stoklarının eritilmesi için üretmeyip, ithal etmemizi, her alanda baskılayan politikalarına “patates baskısı” da eklenmiş görülmektedir.
Mahalle baskısından etkilenmemiş bir tek patates-soğan aşkı kalmıştı.
Tahıllar, baklagiller yabancı transferi olmadan tam takım sahaya çıkamaz oldular.
Kırmızı et ve canlı hayvan takımları da aynı durumda.
Tütün çoktandır gurbete gelin gitti.
Oltan Gıda’yı alan Ferrero’nun Nutella’sı Fındıkkıran balesi oynamaktadır. Oltan Gıda TUSKON üyesiydi.
MÜSİAD Başkanı da Mart 2018’de GDO’lu soya ithalat yasağını eleştiriyordu. Sudan’da Türkiye’nin 8 milyon dönümlük alan kiraladığını hatırlatarak özel sektöre verilecek kısmında soya, pamuk, buğday, arpa ve yem bitkisi yetiştirmek istediklerini bildirmişti. “Ülkemizde tarla ve çiftçi mi kalmamıştır da Sudan’a tarımsal yatırım yapacağız” diyerek milli bir duruş içinde iyi niyet ve doğru planlamayla bu ürünlerin yeteri miktarda üretilebileceğini savunmamıştır. Fakat her nasılsa MÜSİAD Gıda, Tarım ve Hayvancılık Sektör Kurulu Başkanı yükselen patates ve soğan fiyatlarına ilişkin olarak, “Patates ve soğan şimdilerde marketlerde 6-6.5 liraya varan fiyatlarla satılıyor. Ürün yeterli miktardayken fırsatçılık yapılarak fahiş fiyat üzerinden satış yapma isteği kesinlikle kabul edilebilir bir durum değil” demişlerdir. Bu gıda ithalatçıları ve stokçuları kimlerdir acaba? TÜSİAD, MÜSİAD ve TUSKON’da kaç et, gıda ve tarım ürünleri ithalatçısı vardır. Neredeyse “stokçular ve fırsatçılar milli hassasiyetlerimizi uyarıp, bizi ithalat yapmak zorunda bırakıyorlar” diyecekler.
Bizim, kuru soğana muhtaç yiğit çiftçilerimiz, ne menem stokçu ve fırsatçılarmış da biz bilmiyormuşuz!
Türkiye’de 2011/2012 döneminde kişi başına patates tüketimi, yıllık 54,4 kilogram iken kuru soğan 23,9 kilogram oldu.
2018 yılının üretim miktarları ilk tahmininde, bir önceki yıla göre, yumru bitkilerden patatesin, %1 oranında azalarak yaklaşık 4,8 milyon ton olacağı tahmin edildi. Sebzeler grubunun önemli ürünlerinden, kuru soğanda %6 oranında azalış olacağı tahmin edildi.
Patates de 2001 yılında üretim alanı 2 milyon dekar, üretilen miktar 5 milyon ton olmuş, 2017 yılında üretim alanı 1,43 milyon dekara düşmüş, üretilen miktar 4,8 milyon ton olmuştur. Soğan 2001 yılında üretim alanı 1 milyon dekar, üretilen miktar 2,2 milyon ton olmuş, 2017 yılında üretim alanı 600 bin dekara düşmüş, üretilen miktar 2,12 milyon ton olmuştur. 2001 yılında nüfusumuz 64 milyon 540 bindir. Ekmeyin, üretmeyin, “çocuk yapın Allah rızkını verir” kampanyasına uyan yiğitlerimiz, 2017 yılında 80 milyon 810 bin’e çıkıyor. Bu kampanyanın genç ve üretken bir toplum talebinden çok sistemin, tüketici miktarını artırmak ihtiyacından kaynaklandığını anlayınca, geri dönüş bakımından kritik bir noktaya gelindiği fark edilebiliyor.
Dünya ortalamasına göre kişi başı patates tüketimi 32 kg. ABD’de 60, AB’de 80, Türkiye’de 50 kg. Kuru soğan Türkiye’de 24 kg’dır. İhtiyaç fazlası üretilen ürün, dış pazarlara satılamayıp iç piyasada satılınca fiyatlar düşüyor. Patates para etmeyince üretici patates veya soğan ekmekten vazgeçiyor. Stokçu ve fırsatçıların da etkisiyle beraber bir sonraki yıl üretim azalıyor fiyatlar yükseliyor. Fiyatların arttığını gören üretici 2015 yılında üretimi yüzde 19 oranında artırdı. 4 milyon 760 bin ton patates üretildi. 2015 Mayıs ayında patates hasadı başladığında kilosu 1 TL olan patates, Eylül ayında 60 kuruşa düştü. 2016 Mart ayında 38 kuruş oldu. 2017’de üretim 4,8 milyon ton. İç talep 4.1 milyon ton oldu.
Döneme özgü olarak Irak ve Suriye’ye patates ihracatı yapılamayınca, patateste sorun yaşanıyor.
Üreticiye yol gösterecek, üretimi ve fiyatı dengeleyecek kooperatifler ve birlikler olmadığı için her üretici kendi değerlemelerine göre üretim yapıyor, kendi olanakları ile patatesi satmaya çalışıyor. Böylece ihtiyaç fazlası ya tarlada kalıyor ya da depoda kalıp kalite kaybı oluşuyor.
Patates üretiminin yüzde 15’i Niğde’de, yüzde 10’u Konya’da, yüzde 10’u Afyon’da, Nevşehir’de, İzmir’de, Kayseri’de, Sivas’ta gerçekleşiyor. Adana’nın üretimdeki payı yüzde 5 dolayında.
Fiyatların gerilemesi bu illerde çiftçilerin zor duruma düşmesine neden oluyor.
Yükselen fiyatları düşürmek için ithalat yapmaya değil, üreticinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir kazanç elde etmesini sağlayacak planlamaya ihtiyaç var. Yani ithalatçı, toptancı ve aracıdan önce üreticiyi koruyacak, yiğit çiftçileri kuru soğana muhtaç etmeyecek Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı otoritesine ihtiyaç var.
Uzmanlar ayrıca, soğanın patateslerden ayrı, kuru, soğuk bir yere kaldırılması gerektiğini, çünkü soğan ve patatesin birbirini etkilediğini ve soğanın, patateslerden salınan nemle yumuşadığını hatırlatıyor.
Uzmanlar, ağızda soğan kokusunu gidermek için yemekten sonra biraz ekmek kabuğu veya maydanoz çiğnenmesinin yeterli olduğunu söylüyor. o
26.06.2018
Murat Kapıkıran – Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu Üyesi
Koç’lar, İnce’ler ve böğürtlenlerin dikeni
3 Haziran 2018 günü Ali Koç, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanlığı seçimlerini kazandı. Seçim öncesi başlayan ve seçim sonrası katlanarak artan Ali Koç sevgi seli ve “devrimci Ali Koç”a varan akıl almaz yorumlara geçmeden önce Ali Koç’un başkanlığa gelen sürecine kısaca değinelim.
İlginçtir ki, tüm bu “Ali Koç Başkan, Fenerbahçe şampiyon” süreci Aziz Yıldırım’ın Ali Koç’u takdimine dayanıyor. 30 Mayıs 2015’te gerçekleştirilen Seçimli Olağan Genel Kurul’da kürsüde yaptığı konuşmada Aziz Yıldırım, Ali Koç’u kendisinden sonraki başkan olarak gösteriyor ve şöyle diyor: “Benden sonra buraya kimin başkan olacağı çok önemli. Benden sonra çapulcular olursa yandık. Bunun için Ali Koç’a rica ettik. Ali benim kardeşim gibi. Biraz iş yoğunluğundan görüşmeyelim 2-3 ay, hemen ‘araları yok’ diye yazıyorlar. Ali Koç, bıraktığım gün başkanlığa aday olacak, söz verdi. O kongrede, ben burada olacağım.” Aziz Yıldırım’dan sonra kürsüye gelen Ali Koç, kongre üyeleri tarafından ayakta alkışlanıyor ve “Küçüklükten beri hayal ettiğim başkanlığa adaylığım konusunda artık bugün değilse de yarın elimizi taşın altına koyma zamanımız geldi” diyor.
Fenerbahçe Başkanlığı Ali Koç’un çocukluk hayaliymiş. Araya bir parantez açıp Ali Koç’un Fenerbahçeliliğine de değinelim öyleyse kısaca. 2008 yılında Hürriyet’te yayınlanan bir röportajda abisi Mustafa Koç, Fenerbahçeli olma hikâyelerini şöyle anlatıyor: “Beni evimizdeki garson Fenerbahçeli yaptı. Ali’ye ise ben ‘Oğlum başka seçeneğin yok, sen Fenerli olacaksın’ diye bastırdım. O sıralarda 5 yaşında olan Ali de Fener’i seçti.” Tam bir pembe dizi tarzı, zengin evin çocuğu ile mutfaktakiler anektodu sunuyor burada Mustafa Koç… Vasıf Öngören’in zengin mutfağını incelemesi boşuna değil demek ki. “Ah ulan şu zengin mutfakları!”
Neyse, Ali Koç’un “Babam yaşlandıkça, daha doğrusu yaşı ilerledikçe, enerjisi artıyor, günü 36 saat gibi yaşıyor. İçindeki Beşiktaş sevgisi iyice su yüzüne çıkıyor. Fenerbahçe başarılı olunca, babamın üzüldüğünü görüyorum, ben de üzülüyorum. Beşiktaş başarılı olunca, babam seviniyor; ama benim üzüldüğümü görünce, yine üzülüyor. Onun böyle etkileneceğini küçükken düşünebilsem, Beşiktaşlı olabilirdim.” dediği röportaj, aile içindeki Beşiktaş-Fenerbahçe rekabetini Koç ailesindeki ‘demokrasi’ye bağlayarak noktalanıyor.
Dönelim Başkanlığa giden sürece… 2015’teki kürsü konuşmasının ardından Ali Koç, Habertürk TV’de yayınlanan Akılda Kalan programında o gün konuşma yapmayı planlamadığını, o gün konuşma listesine adını yazdırmadığını; ancak Aziz Yıldırım ve yönetiminin isteği doğrultusunda konuşma yaptığını söylüyor. Gel gelelim, 22 Ekim 2016 tarihinde Fenerbahçe Yüksek Divan Kurulu’nda Aziz Yıldırım, kamuoyunda dolaşan adaylık dedikoduları üzerine Ali Koç’u hedef alarak sert sözler söylüyor ve buna cevaben Ali Koç, o dönem başkanlığını yaptığı 1907 Fenerbahçe Derneği’nin toplantısında, bir yıl önce yaptığı konuşmayı hatırlatarak adaylığını açıklıyor. 21 Eylül 2017’de de 1907 Fenerbahçe Derneği’nin 25. yıl kuruluş etkinliklerinde 13 yıldır sürdürdüğü başkanlık görevinden istifa ederek resmî olarak adaylığını duyuruyor.
Ve 3 Haziran günü yapılan Seçimli Olağan Genel Kurul’da “Tam zamanı şimdi!” sloganıyla Ali Koç, Aziz Yıldırım’ın aldığı 4 bin 644 oya karşılık 16 bin 92 oy alarak yeni başkan oldu. 3 Temmuz’la başlayan süreçten bunalan taraftarın, seçimlerden önce, Ali Koç’un başkanlığa adaylığını açıklamasından itibaren başlayan “Ali Koç başkan, Fenerbahçe şampiyon” tezahüratları 3 Haziran günü tavan yaptı. Yine bu kısma geçmeden önce böylesine desteklenen, özdeşim kurulan Ali Koç’un göz sulandıran bir ‘başarı hikâyesi’ tadında sunuluabilecek kısa özgeçmişine bakalım ve bunun en az bir kısmıyla özdeşim kurmaya çalışalım.
Ali Koç… 1967 yılında İstanbul’da, Vehbi Koç’un torunu, Rahmi Koç’unsa en küçük oğlu olarak dünyaya geldi. Londra‘da başladığı Harrow School’dan 1985 senesinde mezun oldu. 1989 senesinde ABD Houston Teksas’taki Rice Üniversitesi’ni bitirdi. 1995-1997 seneleri arasında ABD Boston, Massachusetts Harvard Üniversitesi‘nde yüksek lisansını yaptı. Sonrasında Koç Holding AŞ yönetim kurulu üyesi kurumsal iletişim ve bilgi grubu başkanı oldu. 30 Ocak 2008’den bu yana Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi olan Ali Y. Koç, Şubat 2016’dan bu yana Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili olarak görevini sürdürmekte. 1997 yılından bu yana Ford Otosan Yönetim Kurulu’nda görev yapmakta olan Ali Y. Koç, 10 Aralık 2012 tarihinde Ford Otosan Yönetim Kurulu Başkanı oldu. Ali Y. Koç, aynı zamanda Ark İnşaat, Bilkom, Digital Panorama, Koç Bilgi ve Savunma Teknolojileri, Koç Finansal Hizmetler, Koç Sistem, Koçtaş, Otokar, Otokoç, Setur ve Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı görevlerini üstlendi. Ayrıca Harvard Üniversitesi, Bank of America ve CFR’da (Council of Foreign Relations) Global Danışma Kurulu Üyesi. 2018’de açıklanan, şahsına ait mal varlığı ise 850 milyon dolar.
O özdeşimi kurabildik mi?
Taraftar grupları içinde yer alanlar için durum farklı olabilir; ancak tüm bu taraftarlık meselesinde ortak bir bağ yaratabilmek adına bir figürle özdeşim kurulduğu gerçek. Elbette, bu özdeşim her kimle kurulursa kurulsun, nihayetinde, endüstriyel futbol içerisinde taraftar-müşteri yaratmaya hizmet etmekten öteye geçemez. Bu noktada, yine de herhangi bir kulüp başkanıyla -hele ki Ali Koç’la- kurulan bağ yerine Alex’le bağ kuran Fenerbahçe taraftarına da özlem duymamak elde değil.
Evet, Ali Koç “Tam zamanı şimdi!” diyerek seçimlere girdi. Mustafa Koç’un evin mutfakla ilişkileri iyi tutan iyiyürekli, temiz zengin çocuğu olmasıyla başlayan Fenerbahçelilik yolculuğunda, Fenerbahçe Spor Kulübü yönetiminde yer alması, 1907 Fenerbahçeliler Derneği’nde başkanlık yapması ve mal varlığını da ortaya koyarak Fenerbahçe’yi bu zor günlerinden çıkarıp, ‘eski güzel günlerine’ döndürme özlemi falanı filanı bir yana, Ali Koç gibi Türkiye’nin en zengin, en köklü ailesinin üyesinin bir spor kulübüne başkanlık yapması çok da olağan bir şey değil. Ali Koç “Tam zamanı şimdi!” derken “Neden şimdi?”, “Ne oldu şimdi?” sorularını da beraberinde getirmedi demek yalan olur.
Futbol kulüplerinin başkanlarının zengin iş adamları olması alışılmadık bir şey değil, aksine futbol kulüplerinin geldiği noktada bu, bir zorunluluk hâlindedir. Futbol endüstrisi büyüdükçe, kulüplerin yönetim organizasyonları da daha fazla önem kazanmaya başlamış, bu sebeple kulüplere gelir temin edebilecek yönetimlere ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. 1990 ve sonrası dönemde özellikle ‘üç büyüklerin’ kulüp yönetimlerinde ‘parayı veren düdüğü çalar’ dönemine girilmiştir. Fenerbahçe de bunun en tipik örneği olmuştur. Özellikle Aziz Yıldırım döneminde tesisleşmeye hız verilirken, şirketleşme ve holdingleşmeye yönelik çabalar hız kazanmıştır. Hatta bunun ileri aşamasında kulüpler artık bir anonim şirket gibi yönetilen, borsada işlem gören işletmeler hâline gelmiştir ve tıpkı büyük şirketler gibi ‘CEO’ları tarafından yönetilmektedir.
Tablo bu olsa da bahsi geçen kişinin Koç ailesinin bir üyesi olması durumu farklılaştırıyor. Buna dair birçok yorum ya da analiz yapmak mümkün. Ancak Ali Koç’un başkanlıkla birlikte gündeme geliş biçimi üzerinden öne çıkan bir kısım var ki öncelikle bunun üzerinde durmak gerekiyor.
Ali Koç, bu pozisyona gelerek kendisini çok daha görünür bir alana çekti. Ve bir sempati topladı. Şu anda Koç Holding Başkanı pozisyonunda abisi Ömer Koç bulunuyor, kendisiyse başkan vekili olarak yer alıyor; ancak Ali Koç’un son yıllarda Koç ailesinin en görünür yüzü olduğu da bir gerçek. Fenerbahçe’ye başkan olarak da bu sempatiyi ve görünürlüğü taçlandırdığını söyleyebiliriz. Ne demiş Topal Agâh (1958’de Fenerbahçe Spor Kulübü’ne başkanlık yapan Agâh Erozan): “Beni, Fatih’in ve Kartal’ın kaymakamı olarak ‘Topal Agâh’ diye yüz kişi tanırdı. Mebus oldum, beş yüz kişi tanıdı. Meclis reis vekili oldum, meclisin iç tüzüğünü ezberledim, bu sefer bana ‘Hafız Agâh’ dediler, beni bin kişi tanıdı. Fenerbahçe’ye başkan oldum, tuvaletten çıkarken bile resmimi çektiler, şimdi beni bütün Türkiye tanıyor. İnsan kendisinin reklâmını yapmak istiyorsa, bir yolunu bulup Fenerbahçe’ye başkan olmalı. Türkiye’de tanınmak ne imiş, ben Fenerbahçe’ye başkan olunca öğrendim.”
Ali Koç, bu başkanlıkla doğrudan bu görünürlüğü, bu süreçte Fenerbahçe’nin kurtarıcısı olarak toplayacağı sempatiyi mi hedeflemiştir bilinmez; ama en azından bunu göze aldığı, bunu hesaplayabildiği kesindir. Kaldı ki daha ilk günlerden kendisine “Koç gibi adam Ali Koç”, “Mavi gözlü dev” ve “Herkesin sevgisini kazanmış bir lider” dedirtti, üstelik sadece Fenerbahçe taraftarı tarafından da değil.
Öte yandan Koç’ların futbol kulüplerine atfettiği önemi yine yazının girişinde bahsettiğim, “Babamın bu kadar üzüleceğini bilsem Beşiktaşlı olurdum” başlıklı röportajda görüyoruz. Rahmi Koç, kaptanından bahsediyor, hani şu dünya turuna çıktığı 40 metrelik teknesinin kaptanından. “Biz Yosi’yi Türk tebasına geçirmek istedik. Başvurusunu yaptırdık. Yosi aşağı yukarı 23 yıldır bizimle. Tabii sıklıkla yurtdışına gidip geldiği için, tam oturma süresini dolduramamış, ‘Daha beklemesi lazım’ dediler. Bizim kaptan Yosi’yi Türk tebasına almadılar ama Fenerbahçeli Mehmet Aurelio 24 saatte Türk tebasına geçirildi. Bunu da anlayabilmiş değilim.” diyen Rahmi Koç’a yanıt, oğlu Ali Koç’tan geliyor: “İşte Koç’la Fenerbahçe farkı…” Bir şeyi Koç olarak yapmak, Sarı Kanarya olarak yapmak kadar sempatik görünmese gerek.
Aziz Yıldırım’ın 20 yıllık iktidarının, Erdoğan’ın 16 yıllık iktidarına eşleştirilmesi, Aziz Yıldırım’ın hükümete gözle görülür yakınlığı, Ali Koç’un seçim sürecinde giydiği Mustafa Kemal imzası taşıyan tişörtü -ki bu tişörte tekrar döneceğiz-, seçim söylemleri ve hatta seçim konuşması sırasında “Ramazan ayında su içerek mesaj verdi” yorumları… Tüm bunlar birleşince bu seçim, bilhassa sosyal medyada, yaklaşan 24 Haziran seçimlerine denkleştirildi ve “Ali Koç seçildi, şimdi sıra İnce’de” sözleri havada uçuştu. Ali Koç’u ilk tebrik edenlerden olan Muharrem İnce de Twitter’dan “Aziz Yıldırım’a bugüne kadar yaptığı hizmetlerden dolayı teşekkür ediyor, Fenerbahçe Başkanlığı’na seçilen Ali Koç’u tebrik ediyorum. Fenerbahçe camiası değişimi gerçekleştirmiştir, şimdi sıra Türkiye’deki büyük değişimdedir.” paylaşımı yaptı. Bu ülkenin burjuvalarının başında gelen bir adamı, sınıf kimliğinden tamamen ayrıştırarak, asıl kamburun kimler olduğunu unutarak “Ülkece sırtımızdaki kamburlardan kurtuluyoruz” denildi. Tıpkı 24 Haziran seçimlerinde İnce’nin de bu devlete aynı bağlarla bağlı olduğu gerçeğini unutarak Erdoğan’a karşı İnce’yi desteklemek gibi bir gaflet Ali Koç meselesinde de ortaya çıktı. Bu açıdan İnce-Koç eşleştirmesi yapan söylemlerin açığa çıkması çok anlaşılırdı, bağlamı açıkça ortaya koydu. Her iki tutum da “denize düşen yılana sarılır” gibi bir ‘mantığın’ sonucuydu.
Bu eşleştirme, seçimden bir gün önce gerçekleşen Muharrem İnce’nin Maltepe’deki mitingine ulaşımın engellenmesi üzerine Ali Koç’un deniz otobüsü seferleri düzenlettiği hurafelerine kadar ulaştı. Neyse ki Ali Koç, bu konudaki yalanlamasını yaparak, CHP Genel Başkanlığı’na adaylığını koyması talebiyle karşı karşıya kalmaktan kurtuldu. Uç ve kötü bir espri olmuş gibi gelebilir, kabul ediyorum; fakat bu süreçte sosyal medyada Ali Koç’a yakıştırılan sıfatlar, Ali Koç’u yücelten söylemler kadar kötü değil… Her birini tek tek ele alıp cevaplandırsak yeri. Evet, cevaplandırsak; çünkü her bir övgü, kocaman bir soru işareti aslında…
Ali Koç sevgi selinin ve bu popülerleşmenin etkisiyle, 2015’teki söylemleri de tekrar gündeme gelerek yakıştırılan sıfatlar “devrimci Ali Koç”a kadar vardı. “Ali Koç Türk futbolunda devrim yapacak” sözleriyle, seçim konuşmalarında sağ yumruk havada selâmları ve 2015’teki açıklamaları içiçe geçince sosyal medyada bir “devrimci Ali Koç” açığa çıktı. 2015’te B20 toplantısında Ali Koç şöyle konuşmuştu: “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir… Bill Gates diyor ki, 100 bin dolarla siz sıtma ile mücadele edebilirsiniz. Bir insanın saçlarının dökülmesine karşı kellik ilacı için büyük paralar dökülürken insanları öldüren sıtmaya karşı mücadele saç dökülmesine karşı mücadeleden daha zayıf kalıyor. Eğer bu problemlere eğilmezsek sonuçta günlük hayatta karşılaştığımız bu olumsuz şeyler kaçınılmaz olacak… Küreselleşmenin insan tarafı yok… İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en büyük göç dalgasıyla karşı karşıyayız. 60 milyon insan evini terk etti ve kötü insan hakları altında düşük ücretlerle çalışmaya hazırlar. Burada özgür olarak, serbest olarak dolaşamayan tek unsur insan. Buradaki eşitsizliği anlamak için Einstein olmaya gerek yok. Eşitsizliği asgarî düzeye indirmek için yapılacak çok fazla senaryo var. Paradigmalar değişmeli.”
Bu konuşmanın ardından, farbikalarında işçileri sarı sendika Türk Metal’e mecbur bırakan Koç’lardan olan Ali Koç hakkında, sendikacılar arasında, “Türk İş’in başına Ali Koç’u getirelim” konuşmaları geçtiği söylenmişti. O dönem de, bugüne kıyasla daha ti’ye alır düzeyde kalsa da Ali Koç’tan anti-kapitalist yaratmaya çalışan akla ziyan yorumlar yapılmıştı. Tam bu araya kronolojik bir detay not düşeyim; Ali Koç’un bu açıklamaları aylar öncesine dayanıyordu, aynı yıl Şubat ayında Ali Koç “2 çocuk sahibi bir baba olarak çocuklarımın geleceğinden endişe duyuyorum” dedikten sonra gelir dağılımındaki adaletsizliği eleştirip “İşçi ücretleri düşük” demişti. Fenerbahçe başkanlığına adaylık yolunda ilk açıklamalarda bulunması da B20’deki konuşmalarından birkaç ay önceye tekabül ediyor.
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor B20’deki bu söylemler, o gün, o toplantı içinde de Ali Koç’a has söylemler değildi. Ardından çıkıp konuşma yapan Bülent Eczacıbaşı da “Geleceğimizi tehlikeye düşüren sonuçlar var. Bunu bugünden fark etmemiz gerekiyor. Değişme zorunluluğu yine karşımızda. Bir değişimin olması gerektiği kesin. Ancak bu değişimin ne yönde olması gerektiği konusunda çok tartışmalar var. Kapitalizm insanlık için istenen sonuçları vermedi, veremedi. Ne şekilde değişmesi ve yerini neyin alması gerektiği konusunda dünyada tartışmalar sürüyor.” demişti.
Evet, Ali Koç’un bu sözleri o dönem açığa çıkan ‘vicdanlı kapitalizm’ söylemlerinin bir devamıydı. 2011’de Pepsi Co’nun Başkanı Indra Nooyi “Kapitalizm aslında iyi bir şey. İnsanlardaki yeteneklerin, vasıfların ortaya çıkmasını sağlayan bir araç. Öte yandan kapitalizmin vicdanlı olması lazım. Vicdanını kaybeden kapitalizm beraberinde felaket getirir.” demişti. Bu açıklamalarla birlikte kapitalizme yeni, ‘vicdanlı’ bir biçim kazandırma tartışmaları başlamıştı. Bu açıklamalara sebep olan 2011’deki Wall Street işgaliydi. Nooyi açıklamasının devamında “Wall Street’de bugün protesto edilen kapitalizm değil. Vicdanını kaybetmiş kapitalizm. Kapitalizmin içinde bulunduğu durumu, işini kaybetmiş insanların durumunu ortaya koyan protestolar” diyerek korkusunu göstermişti. Bu tartışmaları açan, bu söylemlere sebebiyet veren, iyice su yüzüne çıkan sınıf çelişkileri ve buna karşı oluşan hareketlerden yola çıkarak duydukları korkuydu. Koç Holding’in görünür yüzü, sempati toplayıcısı Ali Koç’un bu çıkışı da bu sürecin bir devamıydı. Ve en önemlisi de Ali Koç’un bu açıklamaları binlerce metal işçisinin greve çıktığı Metal Fırtına’dan birkaç ay sonra gerçekleşmişti. 2013 Gezi Direnişi ve 2015 yılında Metal Fırtına’nın yaşanmasından duyulan korku burada da ‘vicdanlı kapitalizm’ söylemlerini gerektirdi. Öncelikle bunu akılda tutmak gerekir.
Gel gelelim, bu açıklamayı yaptığı dönemde Koç’a ait Tofaş’ta, Türk Traktör’de, Otokar’da, Ford Otosan’da, Arçelik’te işçilere verilen sözler tutulmayarak öncü işçiler işten atıldı, işçi kıyımı yapıldı. Arçelik’te polis fabrikanın içerisine sokularak işçilere saldırtıldı. Ford Otosan yönetim kurulu başkanı olan Ali Koç, greve çıkan işçileri direndiği için işten çıkardı. Büyük direniş sonucunda yapmak zorunda kaldığı ‘rekor zam’ olarak belirtilen zamla, Arçelik’in Beylikdüzü fabrikasındaki 900 işçiye ödediği aylık ortalama ücret toplamı 3 milyon lira civarındayken, fabrikanın bir günlük kârı 2 milyon lirayı buluyordu.
Ali Koç’un “Çocuklarımın geleceği için endişeleniyorum” diyerek aslında korkusunu açığa çıkardığı ve bir yandan kapitalizm eleştirisi yaptığı günlerinde de Koç Holding’in Çekmeköy’deki merkez fabrikasındaki Divan Pastanesi imalathanesinde çalışan işçiler çalışma şartlarına karşı mücadele etmek için Gıda-İş sendikasında örgütlenmeye başlamış, Divan Pastaneleri yönetimi ise hakkını arayan 53 işçiyi tazminatsız işten atmıştı. İşçiler ise çadır kurarak eylemlerini sürdürmüştü.
Soma katliamının yaşandığı dönemde Türk Traktör işçileri bir günlük yas ilan ederek iş bırakmışlardı. Mustafa Koç ise bu eylem sonrasında bir günlük zararı işçilerin maaşlarından keseceğini söylemişti.
Koç’un sahibi olduğu ve 2017’de 4 işçinin yaşamını yitirdiği patlamayla gündeme gelen TÜPRAŞ’ta yapılan toplu iş sözleşmesi, fazla mesailerde alınan ücretlerle hafta tatilinde ödenen ücretleri düşürmeyi ve normal çalışma sisteminin değiştirilmesini dayattı.
2017’de açıklanan verilerle 8 milyar doların üstündeki servetiyle Koç ailesi, eleştirdiği kapitalizmin bu ülkede koçbaşıdır. Yazının başında ‘başarı öyküsü’ tadında bir biyografi sunmuştuk, bu da zenginliği işçi sömürüsüne dayanan Ali Koç’a ilişkin gerçekçi bir biyografi olarak burada dursun.
Öte yandan, evet, “Futbol asla sadece futbol değildir!” Mesele, Francisco Franco’nun “Bana 150 bin kişilik bir uyku tulumu yapın”, Antonio Salazar’ın “Portekizi kırk yıl süreyle 3F’le, fiesta (şölen), fadima (örgütlü din) ve futbol ile yönettim” gibi ünlü sözlerinde açığa çıktığı gibidir. Yine yukarıda bahsettiğim gibi kulüpler şirketlere dönüşmüş, futbol kitlede spor olarak anlamını yitirmiş, hem kitleleri yönetmenin bir aracı hâline gelmiş hem de taraftarlar müşterileştirilmiştir, hatta yaz okulları kapsamında küçücük çocuklardan dahi taraftar-müşteri yaratılmaya başlanmıştır. Sporun ve futbolun dönüşümü Ford’un şu sözlerinde belirginleşmiştir: “Daha çok otomobil satabilmemiz için daha çok otomobil yarışı düzenlememiz ve bunları iletişim kanallarıyla duyurmamız gerek.”
Ali Koç, 3 Haziran’da başkanlığa gelir gelmez, ilk iş olarak takıma yeni bir CEO atadı. Stadlar boş geçen yılları geride bırakmak için kombineler almak için taraftara çağrıda bulundu. Bu konuda kolaylıklar sağlayacağını açıkladı. Seçim sürecinden beri yaptığı, Fenerium’lardan alışveriş yaparak takıma destek olmak ve Fenerbahçe’nin ‘ayağa kalkışına’ katkıda bulunmak çağrılarını yineledi ve Fenerbahçe Dergisi’nin Temmuz sayısındaki başyazısında bu çağrıların karşılık bulmasından duyduğu sevinci belirtti. Mustafa Kemal imzalı tişörtle geleceğiz demiştik, geldik. Başkanlığın ilk günlerinde bu tişörtün 79.97 TL ile Fenerium’larda satışa sunulmaya başlandığı büyük bir coşkuyla açıklandı.
Ve nihayetinde Ali Koç’un kazandığı sempati, sosyal medyada “Herkese, her yere bir Ali Koç lazım” cümleleriyle taçlandı. Lafı daha da uzatmaya gerek yok, bize lazım olan Ali Koç değildir, bize lazım olan kamburlarımızı parlatmak değil, o kamburları sırtımızdan atmak için işçi sınıfının mücadelesini yükseltmektir.
Yazıya bir Ezop masalıyla başlamıştık, konuya uygun düşen bir başka Ezop masalıyla da bitirelim:
“Tilki bir çitten aşarken ayağı kaymış, düşmeyeyim diye böğürtlene tutunmak istemiş. Böğürtlenin dikenleri ayaklarını kanatmış, canı acıyınca: ‘Bu da ne! Ben senden yardım bekliyorum, sen bana büsbütün kötülük ediyorsun!’ demiş. Böğürtlen: ‘A birader, sen de ne diye bana sarılmaya kalkarsın? Bilmez misin, benim huyum gelip geçene sarılıp yolundan alıkoymaktır!’ demiş.”
İdil Özkurşun
Komünist Parti, yeni başkanı kararlılıkla destekleyecek
Bu tarihi olay daha da önemlidir çünkü hava üssü bombardımanları kurbanlarının anma töreni sırasında İsyan Ordusu, polis ve milis savaşçıları 16 Nisan 1961’de Fidel tarafından ilan edilen sosyalizm bayrağını savunmak için ilk kez savaştığı zamandı.
Bilindiği gibi, neredeyse bütün ulusal topraklarımızı doğrudan etkileyen Irma Kasırgası’nın neden olduğu ciddi zararlardan dolayı seçim sürecinin zaman çizelgesini yeniden ayarlama ihtiyacı duyuldu ve 8. Yasama Dönemi Son Olağan Oturumunda Ulusal Meclis Küba Parlamentosu milletvekilleri ile İl Meclisi delegelerinin görev süresini uzatma kararını onayladı. Görüldüğü gibi halkımızın Devrim’e ve bizim sosyalist demokrasimize olan desteğini bir kez daha gösteren kitlesel katılımı ile bugün bu süreci tamamladık.
Seçimlerin sorunsuz yürütülmesi için işbirliği yapan kurumların yanı sıra her düzeydeki seçim ve adaylık komisyonları tarafından üstlenilen çalışmalara şahit olmak bir fırsattır.
Nisan 2011’de düzenlenen 6. Parti Kongresi, temel siyasi ve devlet pozisyonlarının tutulması için en fazla iki ardışık beş yıllık süreyi sınırlama teklifini onayladı. 7. Kongre de aynısını iki yıl önce belirtti ve Anayasa’da bu sınırlama henüz uygulamaya konulmamış ola da bu Anayasa’nın kendi reformu çerçevesinde kurulacağına inandığımız bir noktadır. 24 Şubat 2013’te Devlet ve Bakanlar Konseyi Başkanı olarak ikinci kez göreve başladığımdan bu yana, geçtiğimiz Aralık ayında da yeniden dile getirdiğim gibi bunun benim son dönemim olduğunu ve bu noktadan sonra Küba’nın yeni bir Başkanı olacağını ifade ettim.
Sözümü tutmak ve buna göre davranmak için Anayasa reformunu beklemek gerekli değil, daha önemlisi buna örnek teşkil edebilmek.
Ulusal Halkın Gücü Meclisi, devlet ve bakanlar konseyinin başkanı olarak yoldaş Miguel Díaz-Canel Bermúdez’ı seçti. Aynı zamanda, Devlet Konseyi Birinci Başkan Yardımcısı olarak yoldaş Salvador Valdés Mesa seçilmişti ve daha sonra Ulusal Meclis (onun) Bakanlar Konseyi Birinci Başkan Yardımcısı olarak atanmasını onayladı.
Compañero Díaz-Canel, yaklaşık 35 yıllık bir çalışma kariyerine sahiptir. Las Villas Merkez Üniversitesi’nde Elektronik Mühendisliği derecesini aldıktan sonra bu meslekte çalıştı. FAR’ın uçaksavar füzesi birimlerinde askerlik hizmetini tamamladıktan sonra, aynı üniversitenin Elektrik Mühendisliği Yüksek Okulu’nda profesör olarak görev yaptı ve Genç Komünist Birliği’nin profesyonel kadrosunda yer aldı. Parti içindeki profesyonel çalışmalara terfi edene kadar bu organizasyonun yönetici pozisyonlarında bulundu.
Özel Dönem’in en şiddetli aşamasının zirvede olduğu Özel Dönem’in üçüncü veya dördüncü yılı olan Temmuz 1994’dan itibaren dokuz yıl boyunca Villa Clara İl Komitesinin Birinci Sekreteri olarak görev aldı ve sonraki altı yıl boyunca da Holguín eyaletinde aynı sorumluluğu üstlendi. Her iki durumda da üzerine düşen sorumluluğu layıkıyla yerine getirmiştir.
Villa Clara’da yeterli olan dokuz yıldan sonra, eğitiminin bir parçası olarak yerleşim alanı ve toprakları bakımında en büyük eyaletlerden biri olan ve, Cienfuegos ve Sancti Spíritus’u da kapsayacak şekilde doğduğu ve tanıdığı Holguin’e gönderilmesi çoğunluğu Siyasi Büro kadrolarına ulaşan yaklaşık bir düzine genç için yaptığımız gibi bir tesadüf değildi. Fakat biz onların eğitimini pekiştirmekte başarısız olduk ve – biraz abartarak söyleyebilirim ki o (Diaz-Canel) hayatta kalabilen tek kişi idi. Eksiklerini eleştirmedim ama Yoldaş Machado ile konuşarak, ona Parti ve hükümet içinde yüksek sorumluluklar alabilmeleri için diğer yoldaşlarımızın eğitimini ve olgunlaşmasını daha iyi örgütleyemediğimiz için kendimizi eleştirmek zorunda olduğumuzu söyledim.
Eğer [Díaz-Canel] 15 yıl içinde parti lideri olarak sadece iki eyalette bulunmuşsa, kendi eyaletinde gençlik önderi olduğu yılları saymadan, yoldaş Mochado’ya söyledim 15 yıl boyunca üç yıllık temelde, ülkenin en az beş eyaletinde bulunarak onları daha eksiksiz tanıyacaktı. Machado’yu eleştirmiyorum, onu zaten çok fazla eleştirdim (Alkışlar). Ve şimdi direkt olarak onun üstündeyim, (o) hazır olsun (Kahkaha)! Ama bununla söylemek istediğim, kadroların eğitimine daha fazla dikkat edilmesi gerektiği. Böylece diğer yüksek mevkilere geldiklerinde daha fazla bilgiye sahip olurlar. Fakat O’nun [Díaz-Canel] seçilmesi şu an bir tesadüf değil, bu düşünce bir önyargıdır. En mütevazı görüşümüz olarak, bir grup içince en iyisi yoldaş Díaz-Canel oldu (Alkışlar). Ve onun erdemleri, deneyimleri ve üstlendiği işlere olan bağlılığından ötürü, yüce devlet iktidarı tarafından kendisine verilen görevde mutlak bir başarıya sahip olacağından şüphe etmeyiz (Alkışlar).
1991’den beri Parti Merkez Komitesi üyesi oldu ve 15 yıl önce Siyasi Büro’ya terfi etti. Nikaragua Cumhuriyeti’nde uluslararası bir misyonu yerine getirdi ve Ulusal Savunma Koleji’nden mezun oldu.
2009 yılında Yüksek Öğretim Bakanı olarak ve 2012 yılında eğitim, bilim, spor ve kültür ile bağlantılı kuruluşların işlenmesinden sorumlu olarak Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcılığına atanmıştır.
Beş yıl önce Devlet ve Bakanlar Kurulu Birinci Başkan Yardımcılığına seçildi – ve o andan itibaren, Siyasi Büroda bir grup yoldaş taşı gediğine oturttuğumuz konusunda kesin emin olmuştu ve bu önemli toplantıda somutlaştığı üzere çözüm buydu. Her şeyin üstünde, Devlet ve bakanlar Kurulu Birinci Başkan Yardımcısı olarak Parti Merkez Komitesi’nin ideolojik alanını tuttuğunu göstermiştir.
Tesadüf değil, bugünün Devlet ve Bakanları Kurulu Başkanı’nın elinden geçmek zorunda olduğu kadar önemli olarak ve ben yokken -ki daha sonra bahsedeceğim kadar, 2021 yılına kadar Genel Sekreter olarak devam edeceğim- Devlet ve Bakanlar Kurulu Başkanı ve Komünist Parti Birinci Sekreteri görevini üstlenecek (Alkışlar). Ve bunun Meclisin Temmuz ayında önerge olarak sunulması ve ayrıca Bakanlar Kurulu’nda da tartışılması planlanmıştır. Temmuz oturumunda ayrıca milletvekili komisyonu tarafında oluşturulmuş yeni Anayasa tasarısının Meclis’e sunulması da yapılacak, tasarı halk ile tartışıldıktan sonra referanduma götürülecektir.
Stratejik hedefimizde hiçbir değişiklik olmayacağı bir sonraki Anayasa’da, Parti’nin çalışmasında, bu durumun korunacağını ve halkın düzinelerce yıl önce, 1976’da %98’lik oy oranı ile yaptığı gibi, kuşkusuz destek vereceğini tahmin ediyorum. Ve bu vesileyle, temel olduğunu söylediğin bu iki pozisyon yeniden bir araya gelebilecektir. Böylece hükümet içinde bir Başkan Yardımcısı olacağı ve olması gerekmesi ile birlikte Partinin Birinci Sekreteri ve Devlet ve Bakanlar Kurulu Başkanı bütün güce sahip olacaktır. Uzun bir süredir tartıştığımız ve bugün sunduğum bu formülasyon, bahsi geçen Komisyon tarafından Temmuz ayında sizlere sunulacak ve önerilecektir.
Anayasada oluşturacağımız iki, her biri 5 yılı kapsayan iki dönemini tamamlamak zorundadır. Parti Kongresi belirlenen tarihlerde yapılacaktır. Ben 7. Parti Kongresi’nde 2021 yılında kadar seçildim. Şu an 87 yaşındayım, 3 Temmuz’da olacağım- bunu bana bir hediye göndermeniz için söylemiyorum, mütevazı olsa da bir hediye almanın zor olduğunu biliyorum (Alkışlar). Burada bir hediye almak, hatta mütevazi olanı bile, petrol bulmaktan daha zordur (Kahkahalar), yani bana bir şey göndermeyin.
İki dönemini bitirdikten sonra, eğer iyi çalışıyorsa ve bu Parti Merkez Komitemiz ve içinde bulunduğumuz Meclis olan yüce devlet iktidarı tarafından da onaylanırsa, kalmalıdır. Şu an yaptığımız gibi, yerini doldurması gerekir. Devlet ve Bakanlar Kurulu Başkanı olarak 10 yılını tamamladığında, Kongre’ye kadar geçen üç yılda, güvenli geçişi sağlamak ve bizi değişimin acemiliğinden korumak için Parti Genel Sekreteri olarak kalacak- sahip olacağı torunlarına bakmak için emekli olana kadar ki hala sahip değilse; torunun var mı? İyi o zaman, benim büyük torunlarım var, üç tane ve birisi de yolda (Kahkahalar).
Bu bizim ne düşündüğümüzdür. Doğal olarak, karar verecek olan Parti’nin ve devletin en yüksek organlarıdır, bahsettiğim bu konularda nihai kararı onlar verecektir.
Bizler, hata yapamayacağımız bir yerde ve zamanlarda yaşıyoruz. Ben, zaman müsaade ettikçe uluslararası güncel tarihte meydana gelen olumsuz tarihsel olaylar ile ilgili bulabildiği her şeyi okuyan ve çalışanlardanım. Yalnızca kendimizi içinde bulduğumuz coğrafi alandan ya da başka bir sebepten dolayı değil. İnsanlık için çok önemli olan gelişmelere son veren ve sonuçlarını bir çok ülkenin ödemek zorunda bırakıldık; yaratılan uluslararası dengesizliğin sonucu olarak içinde bizim de olduğumuz bir çok ülkenin bedel ödediği ve ödemeye devam ettikleri gibi yapamayacağımız hatalar var. Anlatabiliyor muyum? (Evet!)
Yoldaş Díaz-Canel ani bir karar değildir; yıllar geçtikçe, olgunluk, iş kapasitesi, ideolojik sağlamlık, politik bilinç, bağlılık ve Devrim’e sadakat göstermiştir.
Devletin ve ulusun yönetim sorumluluğuna yükselişi tesadüf ya da acelecilik sonucu olmamıştır. Daha önce de belirttiğim gibi, daha yüksek mevkilere terfi ettirme süreci, geçmişte yaşanmış genç liderler vakalarından farklı olarak, süreci hızlandırma hatası yapmadık. Aksine, öngörü ve yönlendirme ile parti ve hükümette farklı sorumluluklar aracıyla geçişi sağladık. Öyle ki, kişisel nitelikleriyle birlikte devletimizin ve hükümetimizin liderliğini ve daha sonra Parti içindeki en yüksek sorumluluğu başarılı bir şekilde üstlenmesini sağlayacak kapsamlı bir nitelik kazandı.
Öta yandan, Valdés Mesa’nın, Devrim’e hizmet eden kapsamlı bir kariyeri var. Zaferi, onu, daha sonra Camagüey vilayetine ait olan Amancio Rodríguez bölgesinde bir çiftlikte bir tarım işçisi olarak şaşırtmıştı. 1961’de Ulusal Devrimci Milislere katıldı, Okuryazarlık Kampanyasına katıldı ve Genç İsyancılar Derneği’nde aktif olarak söz konusu bölgede Derneğin Genel Sekreterliğini yaptı. Genç Komünist Birliği kurulduğunda, bu düzeyde Genel Sekreter olarak seçildi ve bu örgütün Birinci Kongresi’ne delege olarak katıldı.
Daha sonra Camagüey’in çeşitli bölgelerinde Küba Sosyalist Devrimi Birleşik Partisi (PCC)’nin inşasına katıldı ve belediye seviyesinde ve Parti İl Komitesinde liderlik pozisyonlarında bulundu. Buradan giderek yükselen bir profesyonel sendika kadrosu oldu. Küba İşçileri Federasyonu’nun İkinci Sekreterliği, CTC ve Tarım ve Orman İşçileri Ulusal Birliği Genel Sekreterliğini yaptı.
1995 yılında, dört yıl sonra Camagüey’deki Parti İl Komitesinin Birinci Sekreterine terfi edene kadar Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak atandı.
2006 yılında yapılan 19. CTC Kongresinde, Genel Sekreteri seçilerek, 2013 yılında Danıştay Başkan Yardımcılığına seçilene kadar bu görevi üstlendi.
Çalışmaktan vazgeçmeden 1983 yılında Ciego de Ávila Yüksek Ziraat Bilimleri Enstitüsü’nden bir ziraat mühendisi olarak mezun oldu.
1991’den beri Parti Merkez Komitesi üyesi ve 10 yıldır Siyasi Büro üyesidir.
Benzer şekilde, Compañero José Ramón Machado Ventura’nun bencil olmayan tavrını bir kez daha onurlandırmanın adil olduğunu düşünüyorum. Kendi inisiyatifi ile yeniden – ve bunu tekrar söylüyorum çünkü bunu daha önce de yapmıştır, böylece Díaz-Canel, Devlet Genel Başkan Yardımcısı pozisyonunda görev almıştır- yeni nesle yol açmak için kendisini Devlet ve Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcısı olarak önermiştir.
60 yılı aşan devrimci mücadele içinde ilişkilendiğim Machado, Sierra Maestra ve Frank País İkinci Doğu Cephesi’nin önderlerindendir. O; hepinizin bildiği gibi biraz inatçı olsa da alçakgönüllülük, dürüstlük ve işe sınırsız bağlılık örneğidir. Bundan sonra, çabalarını Merkez Komitesinin İkinci Sekreteri olarak Partinin çalışmalarına yoğunlaştıracaktır.
Dün öğleden sonra Devlet Başkan Yardımcılığı görevinden istifa eden Yoldaş Mercedes López Acea, Siyasi Büro üyesi olarak özel bir bahsi hak ediyor: Bu karmaşık başkentte sekiz yıldan fazla övgüye değer bir şekilde Parti Birinci Sekreterliğini yaptıktan sonra, ki ülkenin başkenti olması sebebiyle düşündüğünüzden daha karmaşık hale getirilen bir görev, yakında Parti Merkez Komitesi’nde yeni sorumluluklar üstlenecektir (Alkışlar).
Ulusal Meclis tarafından bugün seçilen Devlet Konseyi’nin bileşimi % 42 yenilenmeyi yansıtmaktadır. Aynı şekilde, kadınların temsili % 48,4’e çıkmıştır. Yükseliyor, Teresa, ha? Ama şimdi, sizin de söylediğiniz gibi, sadece sayılarla değil, karar verme pozisyonlarıyla devam etmeliyiz (Alkışlar).
Kadınların oranı% 48,4’e yükseldi ve Siyahi ve melezlerim [temsil] oranı% 45.2’ye ulaştı. Ve her iki açıdan da bir milimetreden bile çekilmemeliyiz, çünkü Devrim’in zaferinden bu yana, kadın eşitliği fikri ile başlayan Fidel ile birlikte uzun yıllar almıştır.
Sierra Maestra’daki birçok eski gerillaların iradesine karşı – silah fazlalığı olmadığı halde ve hatta tam aksine- Mariana Grajales (Alkış) adlı bir müfreze kurdu ve burada bir milletvekili olarak bulunan , Teté Puebla Viltres, o müfrezenin üyelerinden biriydi.
Bu, çok fazla emeğe mal oldu, kolay değildi ve hala karar verme pozisyonlarında orantısallık savaşı veriyoruz, dediğim gibi sadece sayısal açıdan değil ama nitelik açısından. Kadınlar ve Siyahiler, her şeyden önce, bu ülkede eğitim gördü. Bu bir örnek. Her birinin geçmişini gözden geçirelim; ama bunun için çalışmak gerek. İşte bu yüzden ısrar ediyorum: Bir adım geri değil! Ve şimdi bu şekilde ya da o şekilde değil ama onların eğitimlerinden dolayı, niteliklerinden dolayı kalan tek şey karar verme pozisyonları. Tüm koşulları sağlamadığı halde bu hedefe ulaşmak için verdiğim kararlarda yanıldığım oldu ve elbette daha sonra düzelttim. Ama dikkatinizi buna çekiyorum çünkü bu kendi haline bırakamayacağımız bir konudur. Gazeteciler ne düşünüyor? Bu doğru değil mi? (Alkışlar)
Devlet Konseyi’nin yaş ortalaması 54’e düştü be %77,4’ü Devrim’in zaferinden sonra doğdu. Yıllar geçti ve fark etmeden geçti, ama geçti.
Üç kadın Konsey Başkan Yardımcılığına seçildi. İkisi siyahi ve elbette siyahi olmalarından dolayı değil erdemleri ve nitelikleri nedeniyle seçilmiştir. Aynı zamanda Parti Kongresi ve Kongre’nin 2012’deki kadro politikası konulu Birinci Ulusal Konferansında kabul edilen anlaşmalar da yerine getirilerek ileri taşınmıştır.
Bu da Ulusal Meclis’te milletvekillerinin yarısından fazlasının, %53.22’sinin kadın olması ve Siyahi ve melezler Kübalıların temsilinin% 40,49’a ulaşması ile ortaya konmaktadır ve bu devam etmelidir.
Görüyorsunuz ki, halihazırda hem televizyon hem radyoda sunucu olarak çalışan siyahi arkadaşlarımız ve yoldaşlarımız var. Sayıları hala çok az ama siz de fark ettiniz mi? Bu kolay olmadı. Ben şahsen radyo ve televizyon kurumları sorumlularına talimat verdim ve dedim ki: Bunu kimseyi etkilemeden yapın, ancak adım adım çözüme kavuşturun. Bazı küçük adımlar attılar; ama benim bakış açımdan yeterli değiller. Olduğunuz gibi devam edin. Yavaşça değil dikkatli bir şekilde ilerlemeye devam edin. Böylece kimse melez ya da siyahi Kübalıların kendilerinin yanına yerleştikleri için etkilendiklerini savunamaz. Neyse ki, halihazırda (ulusal haber yayınında) ellerini böyle yaparak (göstererek) hidroloji bölümünü sunan uzan siyahi bir adam var. Neden göstermesi için bir belirteç vermediklerini bilmiyorum (Alkışlar) çünkü elleriyle ne yapacağını bilmiyor ve onları bu şekilde tutuyor. Orada durumun yansıtıldığı bir harita var. Bir belirteç ile bunu gösterebilir. Ve spor yapan (siyahi) bir kadın var. Bazen ana haber bültenlerinde göründüğü için şükürler olsun ve kimse yayından kaldırılmadı. Demek istediğim, tüm bunlarla size göstermek istediğim düşünülmesi gereken şeylerdir. Sadece sözle değil ve bunun gibi, yaptılar ya da yapmadılar; ısrar ederek, yeni yöntemler arayarak, hata yapmaktan kaçınarak böylece bu asil hedeflerimizde bizi eleştiremeyecekler. Ve sorunları çözemediğimizde tekrar ve bir kez daha başka çözümleri düşünmeliyiz. Bu doğru değil mi? (Salondan Yanıt: Evet). Bu nedenle, bu gibi önemli bir olay için özenle hazırlanmış, çok yararlı bulduğum bir metnin üzerinden geçtim ve inceledim.
Ve kadınlara ve etnik sorunlar ile ilgili anlattığım detaylar, bir süredir etrafında dolandığımız içindir… Bazı özel tartışmalarda, gayri resmi toplantılarda belirttiğim gibi anımsamaktan utanmıyorum. Ben şu an Cueto’nun bir parçası olmasına rağmen o zaman Mayari’de olan Biran’da, kırsalda doğdum. Şu an Cueto ve Holguin’denim; fakat bana çok etkisi olan Santiago’da eğitim görmüştüm. Ve hatırlıyorum, bir öğrenciyken – sadece unutursak diye söylüyorum Devrim Zaferinden önce- sadece üç yer, Havana, Santiago de Cuba ve Guantánamo- şehirleri kastediyorum- televizyon yoktu. Kendimi bildim bileli radyo vardı; ama televizyon yoktu. Ve küçük kasabalarda, farklı kasabalarda, bazen belediye merkezlerinde İspanyol plancılarının yaptığı ilk şey olarak bir merkez park vardı. Buradaki yaşlı insanlar, bu yerlerin bazılarında, var olan belediye bandosunun akşam açık hava konseri yaptığı Pazar günlerini hatırlamıyor mu? Böylece aşık beyaz çiftleri ya da flört ettiklerini, ya da parkta gezinen arkadaşları görürdük ve Siyahileri ve melezler ama çitlerin arkasından. Öyle miydi yoksa öyle miydi? Burada birçok genç var biliyorum. Bu durum Fidel ilk konuşmasını yapana kadar devam etti. 1959 yılı Ocak veya Şubat ayı olduğunu düşünüyorum.
Ama kökler hala sağlamdı; bağımsızlık savaşımız içinde, karışıklık içinde verilen mücadele içinde yükselen halkın etnik bileşimi için onurlandırılması gereken bir ülke, yaklaşık 150 yıl önce, 1868 yıllarında, anılacak olan Ekim ayında, önderlerin kim olduğunu biliyorsunuz? Onlar köle sahiplerine özgürlüklerini veren büyük köylüler, hatta köle sahipleriydi ve bu savaşta, Zanjón Paktı’nın ünlü anlaşmasıyla – tıpkı Antonio Maceo ve Baraguá Protestosundaki subayları gibi gölgede kaldığında, şanlı Baraguá Protestosu, bu anlaşmaya varıldığında hali hazırda liderlerin büyük çoğunluğu Siyahiydi ve Marti’nin 1895’teki zorunlu savaşının başlangıcında, öncelikli olarak yöneten onlardı.
Daha sonra tarihte bildiğimiz bir şey geldi, savaşın son günlerine ABD’nin katılımı. İspanya çoktan yenilgiye uğradığında ve hatta on binlerce İspanyol askeri hastanedeyken, on binlerce! Benim babamın da aralarında bulunduğu bazıları İspanyol askerlerinin çok da alışık olmadığı tropikal hastalıklar nedeniyle tahliye edilmişti. O (babam) savaşı Jucaro ve Moron arasında geçirdi, savaş bittiğinde ise Cienfuegos tarafındaydı. Ve bir sonraki yıl geri döndü, çünkü Küba’ya aşık olmuştu. Daha önce bir İspanyol siyasetçiye söylediğim gibi ben bu durumdan memnunum. Çünkü dönmemiş olsaydı bir Galleguito ya da eski bir Galiçyalı olacaktım ve öyle bir partiye üye olacaktım.
Ama sonra, Kurtuluş Ordusu tarafından korunduğu için Amerikalılar herhangi bir engel olmaksızın Santiago de Cuba’nın doğusuna indiğinde, daha modern ABD filosu, Santiago de Cuba’da toplanan İspanyol filosunu batırdı. Topçular kenti savunmak için topları sökmüşlerdi; fakat Madrid ne ile karşılaştıklarını bilmeden topçulara yeniden silahlanarak ABD filosu ile savaşmasını söyledi: kuzeyde Playa Giron ve Matanzas dışında Santiago Koyunun karakteristiği nedeniyle adım adım çekilerek daha modern bir filo ile karşılaşmak. İspanya Atlantik Filosu Amiral’i Cervera çalışanlarına güzel kıyafetleri ile hazırlanmalarını söyledi ve biri dedi ki “Amiral; ama biz savaşacağız.” Ve o dedi ki “Esasında sebep de bu, bu son savaş”. Ve öyleydi, adım adım hedefe doğru.
Önemli savaşlardan ikisi şu an pratikte kent tarafından yutulmuş olan San Juan Loma’nın ele geçirilmesi sırasında ölen Vara del Rey’in savunduğu El Viso’da yapıldı.
Ve daha sonra, orijinal günah dediğim şey geldi: Her iki ordunun da zafer sahibi askerleri Santiago de Cuba’ya girmek üzereydi, ancak birliklerine liderlik eden ABD Komutanı, Kübalıların katılmasını yasakladılar. Orada ya da yakınlarda olan Calixto García’ydı.
Aslında Kurtuluş Ordusu tutsakların ki bir kısmı ordumuza katılmıştır yalnızca silahlarıyla ilgilendiğinde onu misillemeden kaçma bahanesine girmekten alıkoydular. Ama ardından gelenin asıl günahı olan çok büyük bir hata yaptılar. Şehirdeki hükümet merkezlerine geldiklerinde İspanya bayraklarını aşağı indirerek yalnızca ABD standartlarını yükseltti. Yalnız bu bile Fidel gelene kadar ülkede ne olacağının bir göstergesiydi.
Paris’teki İspanyol ve Amerikalılar arasında, Fransa başkentinin eteklerinde bulunan Versay Sarayı’nda tartışmalar yapıldı ve elbette “Kübalıların katılmasına gerek yoktu.” Bu eşitlik, o dönemde güzel bir potada, o zaman Kurtuluş Ordumuz, “başarıldı”.
Ayrımcılık için yapmanız gereken tek şey, en mütevazı olan, bir şeker fabrikasına gitmekti. Ve orada ABD temsilcilerinin kulübünü ve beyaz yakalı Kübalılar bulabilirsiniz. Kulübe gidenler, ofiste ya da belli bir sorumluluk alnında çalışanlarken, diğer herkes hangarlara giderdi.
Onların etkisi altında, Platt Değişikliği 1933 Devrimi’ne kadar sürdü, ancak diğer anlaşmalar bizi 1 Ocak 1959’a kadar bir kez daha boyun eğdirdi. İlk aşamalarda değildi, ama şimdi bu güzel potayı, ulusumuzu yeniden inşa etmeyi başardık. Ne dediğimi anlıyor musun, neden bahsediyorum? (Yanıtlar: “Evet”) Daha eski üyeler size soruyorum, öyle değil mi? Buraya, eski insanların bazılarının olduğu yere döneceğim(kahkahalar). Bu doğru değil, Guillermo García, El Plátano’da bunların hiçbiri yoktu, yoksulluk hepimizi birleştirdi.
Metinden uzaklaşmamdan beni affet, ama alçakgönüllü bir şekilde, onu zenginleştirdiğimi düşünüyorum (Alkışlar). Basın isterse yazılı metni yayınlayabilir, ama burada konuştuğum şey hakkında da konuşabilirler; fakat tabi yayınlanıyor.
Yani, bu konuşmanın yazıldığı zaman doğal olarak bu nokta üzerinde durmak istemedim. Yeni Meclisin sonuçlarını ve kompozisyonunu gördükten sonra bana bunu yapmak istedim.
(devam edecek…)
* Raul Castro’nun 19 Nisan 2018’de yaptığı konuşmadır.
Çeviren: Gülşah Gülen