Ana Sayfa Blog Sayfa 127

Borçlanma, kitlelerin esir alınması ve kriz

Kapitalist sistemin, kendi içinde önemli değişim aşamaları var. Bu dönemleri diğerlerinden ayırmak için belli isimlerin konulması da zorunludur. Faydalıdır, eğiticidir.

1700’lerde başlayan manifaktür ve çok sayıda işçinin açlık ve sefalet içinde çalıştırılması süreci, 1800’lerin ortalarında, büyük çaplı üretim, sanayi devrimi ile işçilerin yerini alan makinalar vb. ile birleşti. Büyük çaplı üretim, pazar üzerinde az sayıda firmanın kontrolünün de sağlanması demekti. Tekelci kapitalizm, bu açıdan, önemli bir değişim anlamına geldi.

Tekeller çağı, pazar üzerindeki kontrol ile sınırlı değildir, olamazdı da. Pazarın kontrolü, elbette beraberinde, kendine uygun tarzda şiddeti getirecekti. Hakimiyet ilişkileri ve bunun koşulladığı, gerektirdiği şiddet, tekeller çağının karakteristik özelliği oldu.

Tekeller, aynı zamanda, daha büyük çaplı üretimin de gelişimini besler. Daha büyük çaplı üretim, daha büyük miktarda artı-değerin sömürülmesi demektir. Buna uygun olarak, büyük sermaye gruplarının birleşmesi de demektir. Sanayi ve banka sermayesinin iç içe geçmesi, büyük çaplı pazar hakimiyeti için de önemli avantajlar demektir.

Ama büyük çaplı üretim, aynı zamanda yeni sorunlar demektir.

Pazar hakimiyeti, pazarda fiyatların kontrolünün sağlanması, pazara girişlerin engellenmesi, pazarın dizayn edilmesi ve maksimum kâra göre tüm ayarlanmaların yapılması demektir.

Bu aynı zamanda, reklâmcılık denilen, bugünlerde, medya-eğlence sektörü olarak anılan sektörün de ortaya çıkması demektir.

Büyük çaplı üretim, büyük çaplı ve hızlı tüketimi koşulluyordu. Böylece ortaya, üretmeden tüketmek, tüketeceğinden fazlasını satın almak, ihtiyacı olmadığı hâlde tüketmek, başka amaçlarla tüketmek gibi yeni kavramlar çıktı. Ünlü Freud, bu tekellerin ihtiyaç olmadan satın alma ve şiddeti tüm topluma yayma projelerinin ürünü olarak o kadar ünlü olmuştur (Bu konuda, Deniz Adalı’nın, Kaldıraç’ta çıkan tüketim toplumu üzerine odaklanmış yazılarında daha detaylı bilgi vardır).

Böylece karşımıza ihtiyacı olmadığı hâlde tüketmek, tüketeceği miktardan fazlasını satın alarak tüketmek meselesi çıktı. Sigaramızı, eğer kadın isek, “özgür” hissetmek için içmek, cep telefonumuzu prestij aracı olarak kullanmak, arabamızı “kadınların ilgisi üzerimizde olsun” diye satın almak, elbiselerimizi güzel görünmek için seçmek, parfümümüzü “hiç tanımadığımız bir erkek bize çiçek versin” diye kullanmak gibi.

Elbette, bu işi reklâm ajansları, bugünkü adı ile, medya-iletişim-eğlence firmaları organize etmektedir.

Bu, insan aklına saldırıdır.

Ve elbette hayatın her alanına, her şeye, her ilişkiye, her “ruha”, meta ilişkilerinin, pazar ilişkilerinin egemen olması sürecidir de bu.

Hiçbir değer kalmayınca, sadece metaların “değeri”, her şeyin ölçütü oluyor.

Metaların değişim değeri, sadece metaların değeri olarak karşımıza çıkmıyor, tüm ilişkilerin, insana ait her şeyin “değeri” olarak karşımıza çıkmaya başlıyor.

Ne kadar tüketiyorsanız, o kadar “insan”sınız. Kaç paralık adamsın, işte tam da yerine oturuyor. Ne kadar tüketiyorsan, işte o kadar adam oluyorsun. Ve elbette ‘adam’ olma ihtiyacı, tüketme işinden geçtiğinden dolayı, kapitalist meta ilişkileri, hayatın temel ölçütü hâline geliyor.

Tüketim toplumu, tüketim toplumu ideolojisi dediğimizde tam da, bu insana karşı saldırıyı, tam da bu tekelci ilişkilerin hayatın her alanına hakim olmasını ifade etmiş oluyoruz.

İşte bu tüketim toplumu, ne kadar tüketirsen o kadar varsın, o kadar önemlisin vb. tüm ilişkilerinizi belirliyor. Bakkal efendiye borç yazdırırken, daha dikkatli idik ve bakkalın bizim haberimiz olmadan, borcumuza gizlice birkaç lira eklediğinden hep şüphede oluyorduk. Şimdi, marketler var karşımızda, bize aşağılayarak davranıyorlar. Her düzenleri buna göredir. Ama bize, “müşteri öncelikli marketimize hoş geldiniz” diyorlar. Bize marketin içinde akıl almaz tuzaklar kuruyorlar ve daha çok şey almamızı sağlamaya çalışıyorlar. Onlara borçlanamıyoruz.

En iyi ihtimalle, yapabileceğimiz şey, markette, tıpkı bizim gibi emekçi olan kasadaki arkadaşı ikna ederek, ürünlerin parasını ödemeden alabilmemiz olabilir. Elbette bunu denemekten de geri durmayalım. Bu ayrı bir konu.

Peki şimdi kime borçlanıyoruz?

Elbette bankalara.

Bize kredi kartları verdikleri için, üstelik kredi kartımız olmasını bir “sosyal statü” sahibi olmak olarak kabul ettiğimiz için, bu “ayrıcalığımızı” kullanmamız gerekecek. Yetmezse, bizi borçlandıracakları epeyce sistem var. Sen yeter ki tüket.

Galiba bu yeni dönem, tüketim toplumunun, “tüketim esareti” dönemine denk düşüyor.

Sadece, çalış, tüket ve borçlan. İşte size yaşam.

Düşünme, zaten düşünmen istenmez. Sende var olan beyin, aslında insan denilen varlıkta var olan ve düşünmek için bir işe yarayan organ değildir. Çalışacaksın, reklâmları ve TV kanallarını seyredeceksin. Bu senin eğlencen, “hakkın” olacak. Bu hak, sana sunulmuş en ucuz, en standart, en yavan eğlencedir. Bu eğlence, senin aklını çalıştırmaman üzerine kuruludur. Ve sonra, tüketeceksin. Paran mı bitti, bankaların yanında, hemen borçlanacaksın.

Bak, cebinden para çıkmadan araba alabilirsin. Sonra bu arabanın borçlarını ödeyemez ve işini kaybettiğin için arabanı satmak zorunda kalırsın. Bu arada, önemli bir kaybın olur. Sonra ev almalısın. Ev için, düşük faiz ile borçlanacaksın. Aslında 50 bin TL’ye mal olmuş evi, 500 bin TL’ye, cebinden para çıkmadan alacaksın. O evde, yemeden içmeden oturacak, sonra, evin gerçek sahibinin seni borçlandıran banka olduğunu anlayacaksın.

Gelin biraz da rakamlara bakalım.

Ülkemizde 2018 Ekim sonu itibarı ile, toplam kredi borcu, buna şirketlerin ki de dahildir, 2 trilyon 626 milyar TL’dir. Yani milli gelir kadar diyebiliriz. Buna dış borçlar dahil olursa milli gelir rakamlarından fazlası kadar borç ortaya çıkar. 2017 yılı sonunda toplam milli gelir, 3 trilyon 104 milyar TL’dir. Demek ki, ağzımıza kadar borçluyuz.

Biz borçları ayıralım. Şirketlerin kredi borçlarını bir yana bırakalım. Geriye, kredi kartı borçları (kapitalistlerin de kredi kartı borcu vardır. Ama sayıları az olduğundan, mesela 200 aile, bu miktar durumu çok etkilemez), bireysel krediler (büyük kapitalistlerin, para babalarının bireysel kredi borcu olmayacağını varsayabiliriz), ihtiyaç kredileri (büyük patronların, ihtiyaç kredisi borcu olmayacağını varsayabiliriz) ve taşıt kredileri (bir bölüm şirketin taşıt kredisi borcu olacağını düşünebiliriz. Bu durumda taşıt kredilerinin tümü, halkın, işçi ve emekçilerin borcu olmaz) kalmaktadır. Parantezler sizi sıkmasın, kredi kartları, bireysel krediler (konut dahil), taşıt kredileri ve ihtiyaç kredileri, büyük ölçüde işçi ve emekçilerin, orta gelirli olanların borçlarıdır diyebiliriz.

2018 Ekim sonu itibarı ile, bu borçları olanların sayısı 30 milyon 872 bin kişidir.

Kredi kartı dahil, bu 30 milyon 872 bin kişinin borçlarının toplamı 555 milyar 300 milyon TL’dir. Yani bu 30 milyon 872 bin kişinin her birinin en az 17.800 TL borcu var demektir. Bu da, asgarî ücretten, 11 aylık gelirlerine tekabül etmektedir.

Bu kredileri kullanan kişilerin dökümü konusunda ilave bir bilgi de var. Kaç kişi bireysel kredi kullanmış ve bu rakam 2017 Ekim ayına göre nasıl bir farklılık göstermiş, aşağıda yer almaktadır. Görüldüğü gibi, ihtiyaç kredisi kullanan kişilerin sayısı 24 milyonu geçmiştir.

İlk sayı 2017 Ekim, ikinci sayı 2018 Ekim verileridir.
bireysel kredi kişi; 2.490.000 / 2.497.000
taşıt kredisi kişi; 762.000 / 643.000
ihtiyaç kredisi kişi; 23.082.000 / 24.423.000

Bu ihtiyaç kredisi kullanımı, hem yüksek faizlidir, hem de tamamen günlük yaşamı idare etmek üzerine alınan kredilerdir. Ya kredi kartını ödeyemediği için bir ara çözüm olarak ihtiyaç kredisine başvurmuştur ya da ilave bir yeni ihtiyacı için.

Bu rakamlara, taksitle satılan mobilya, cep telefonu, beyaz eşya dahil değildir.

Bu rakamlar da dahil edildiğinde, ülkenin neredeyse tümü ya da bir avuç zengin aile hariç tümü, borçlarla yaşamaktadır. İşsizleri borçlandırmayı henüz kapitalist sistem başarabilmiş değil. Bu ayrıcalıklı, en zenginlerin, en zengin 200 ailenin dışındaki yaklaşık 1000-1500 bin aile, yani 4-6 milyon kişi dışındaki herkes, yaklaşık 75 milyon kişi, tamamen borçlu ve rehin olacak şekilde yaşamaktadır.

2018 yılı rakamları daha tamamlanmış değildir. Ama genel tabloyu, 2017 yılı rakamları ile de ölçebiliriz.

2017 yılında GSYH, yani milli gelir, 3 trilyon 104.9 milyar TL idi.

Reel sektör iç ve dış borçlarının toplamı 2 trilyon 406.5 milyar TL idi.

Hanehalkı borçları 509.1 milyar TL idi.

2018 yılının Ekim sonunda, toplam nakdi kredi borcu 2 trilyon 626 milyar TL’dir. Bunun 102.1 milyar TL’si, artık tahsil edilemiyor. Yani %3,7’si demek oluyor. Bu 2 trilyon 626 milyar TL borç, hanehalkının borçlarını içermiyor. Demek oluyor ki, borç miktarı azalmıyor, tersine artıyor. Bu, şirketler için de geçerlidir.

Yıllara göre, milli gelirin değişimi de aşağıdadır. 2018 henüz bitmemiştir, ama, TL cinsinden az bir miktar büyümesi, dolar cinsinden ise düşmesi beklenmektedir. 2018 başına göre dolar kurundaki artış, %43’ü geçmiş durumda olduğuna göre, milli gelirde beklenen büyüme %2 veya 3 düzeyinde kalırsa, 2018 milli gelirinin yaklaşık 650 milyar doların altında olması mümkündür.

yıllar milli gelir (milyar dolar)
2013 – 951
2014 – 934
2015 – 859
2016 – 857
2017 – 851

Şimdi, krizin ne demek olduğu konusunda bir fikrimizin oluşması mümkündür. Kriz, işçi ve emekçi halklar için büyük ölçüde işsizleşme, fakirleşme demek olacaktır.

İşte burada, neden işçi ve emekçilerin, bu denli bir kriz karşısında, daha büyük tepkiler ortaya koymadığı sorununu tartışmak mümkündür.

Borçlanma, her ailenin borçlu olması durumu, ne kadar yayılmış, ne kadar genişlemiş ise, insanların işlerini kaybetmemek için seslerini çıkartmaması o kadar etkili olmaktadır. Bir çocuğun kaçırıldığını, kaybolduğunu duyan bir kişi, kaçırılanın kendi çocuğu olmamış olmasından “sevinç” duymak ile, kaçırılan çocuğa üzülmek arasında gidip gelen duygular yaşamaktadır. Arabanın altında kalan bir kişiyi gören, bunun kendi ailesinden bir kişi olmaması nedeni ile “şükür” etmek ile, isyan etmek arasında gidip gelmektedir. Tren kazasında ölenin kendisi olmamasına sevinmeli mi, yoksa kahretmeli mi düşüncesi aynı anda kafada dolaşmaktadır.

İşten atılan arkadaşlarını duydukça, kendisinin işini kaybetmemiş olmasına sevinmek ile, sıranın kendisine ne zaman geleceğini düşünmek arasında gidip gelmektedir.

Tüm bu durum, işçilerin, halkın eylemleri ile tepki verme sürecini uzatmaktadır. Öfke, sürekli olarak öfke kesesine atılmaktadır, sürekli olarak biriktirilmektedir.

Bireysel davranış, kendini yalnız olarak düşünmek, çaresizlik üretmektedir. Bu da sinmişliği artırmaktadır.

Kendini yalnız ve çaresiz, zavallı düşünmek, borç yükünün altında daha da fazla ezilmek anlamına gelmektedir.

Ve işte örgütlülük, bu açıdan açıcıdır.

İşini, evini kaybetme korkusu, aç kalma korkusu, iş cinayetinde hayatını kaybetme korkusu, gerçekte, sadece sana, sadece bana ait değildir. Milyonlarca insan aynı durumdadır. Şirketlerin borçlarını ödememesini “normal” kabul ediyoruz, bankaları ve devleti soyanların hırsızlıklarını “normal” kabul ediyoruz, ama kendi borcumuzu ödememe durumunu “suç” olarak gören sisteme boyun eğiyoruz.

Örgütsüzlük, durumu çıplak olarak görmeyi de engellemektedir.

Borçluluk, daha fazla boyun eğmeye kapı açmaktadır.

Oysa örgütlülük, bu boyun eğmenin işe yaramayacağını, arkadaşın iş kazasında öldüğünde eve “sevinç” mi, kader mi duymalıyım duyguları ile gitmenin yanlış olduğunu anlamanın da yoludur.

Örgütlülük, bilinçlenmek, durumun bilincine varmak da demektir.

Bu durumun yaratıcısı, bu durumun faili, biz işçiler, çalışanlar değiliz.

Ama örgütsüzlük sürdüğü müddetçe, daha büyük baskılarla, daha büyük tehditlerle karşı karşıya kalacağız.

Sesimizi çıkardığımızda, greve gittiğimizde, sokaklara çıktığımızda karşımıza dikilen, tüm güçleri ile, medyası, polisi ve ordusu ile, hakimi ve mahkemesi ile devlettir. Onlar, örgütlüdür. Onların örgütleri, en başta devletin kendisidir.

Ve örgütlenmek, direnmek, en doğal hakkımızdır. Yaşama hakkımızı savunmanın başka yolu yoktur.

Hrant Dink’i katledilişinin 12. yılında anıyoruz

ADALET HALKLARIN ELLERİYLE GELECEK!

“Bu tarih, Hrant’ın aydınlatmak için ne pahasına olursa olsun mücadele verdiği tarih anlaşılmadan, onunla yüzleşilmeden, bu topraklarda işçilerin, emekçilerin, halkların kurtuluşu mümkün değildir. Dört bir yanda gelişen işçi direnişlerinin, ekmek ve onur mücadelesinin düşmanlarıyla, Hrant’ın, halkların düşmanları aynıdır. Onlar tarihi kimsenin aydınlatmasını istemezler. Çünkü tarih, onların bugün süren egemenliklerinin, sömürü üzerine kurulu bu burjuva egemenliğin tüm yalanlarının karşısında gerçekleri ortaya çıkaracaktır.”

Hrant Dink katledilişin 12. yılında öldürüldüğü yer başta olmak üzere bir çok yerde anılacak

– 19 Ocak, saat 15:00’te öldürüldüğü yerde (Agos’un eski yerinde) anılacak.

– 19 Ocak, saat 20:00’da Kadıköy AKA-DER’de “Hrant’ız, Halklarız, Anadolu’yuz Biz” şiarıyla anma etkinliği düzenlenecek.

– 19 Ocak, saat 15:00’te Ankara İHD Genel Merkez önünde “Ahparig Hrant Yaşıyor” şiarıyla anma gerçekleştirilecek.

– 18 Ocak, saat 19:00’da Kızılay AKA-DER’de “Hrant Dink Halkların Ortak Mücadelesinde Yaşıyor” şiarıyla anma etkinliği düzenlenecek.

– 19 Ocak, saat 15:00’te İzmir İzmir Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde “Vazgeçmiyoruz Ahparig” şiarıyla anma gerçekleştirilecek.

Devamı gelecek…

“Sarı Yelekliler” Kızıl şapka ile daha da güzel olur

İlya Ehrenburg’un ünlü roman serisi, “Paris Düşerken”, “Dipten Gelen Dalga” ve “Fırtına” üçlüsü, klasikler arasında yerini çoktan almıştır. Ehrenburg, akıcı bir dille, İkinci Dünya Savaşı’nda, Naziler tarafından işgal edilen Paris sokaklarında gelişen partizan savaşını anlatıyor. Okumayanlara, mutlaka okuyun deriz.

Zira, o Paris sokakları, Kasım’ın son haftası, Aralık’ın ilk yarısında, yeni bir toplumsal protesto dalgasına sahne olmuştur. Paris, tüm Fransa’yı etkilemiş, dalga oradan Brüksel sokaklarına vurmuştur.

Aslında, Macron hükümetinin, benzin-mazot fiyatlarına koyduğu ilave vergiler, protestoların başlaması için bardağı taşıran son damla oldu. İşçiler, emekliler, öğrenciler, gençler, kısacası tüm emekçiler, bu zammın geri alınması için protesto gösterilerine başladılar.

Muhtemelen Macron, zarif boynunu yana büküp, “bunlar bilinen şeylerdir, önce bağırır protesto ederler, sonra kabul ederler” diye düşünmüş olmalıdır. Macron Arjantin’e G20 zirvesi için yol alırken, protestoculara yapılan polis müdahalesinin protestoları durdurmadığı, daha da artırdığı ortaya çıkmaya başladı. Ve Macron, Arjantin’den döner dönmez, silâhlı grupların, hükümeti devirme ihtimalinden söz etmeye başladı.

Macron’u korku sarmış olmalıdır.

Hükümetin devrilmesi ihtimalinden söz ediyor olması, bu korkuların canlanması olmalıdır.

Nedir bu korkuların kaynağı?

Erdoğan, neden, her fırsatta, Gezi Direnişi’ne saldırıyor? Neden, Gezi Direnişi’ni bastırmak için verdiği azgınca saldırma emirlerini sürekli tekrarlıyor?

Aslında ne Erdoğan, ne Macron, iktidarlarını halk eylemleri ile, işçi eylemleri ile kaybetmiş değildirler. Buna rağmen, sokaklara çıkan Sarı Yelekliler’in ne demek olduğunu algılamak için gelişmiş antenlere sahipler.

Bu korku, onlara, kendi sınıflarından miras kalmıştır.

Burjuvazi, dünya devrimci hareketinin ne demek olduğunu biliyor. Bu nedenle, SSCB çözülünce sevinç çığlıkları attılar.

Dünyanın tüm egemenleri, bugünden söz edeceksek, tüm burjuvaları, daha da kapsamı daraltırsak, tüm tekelleri, para babaları, büyük holdinglerinin sahipleri “kardeş”tir. Ve işçi eylemleri karşısında duydukları korku, onların aile mirasıdır. Genlerine işlemiştir.

Hayal etmesi zor olmasa gerek: Bir avuç azınlık, dünya nimetlerinin üzerine konmuş, dünyanın ezici çoğunluğunun emeğini sömürerek, kanını emerek, vücutlarını ve düşüncelerini esir etmeye çalışarak, yeryüzünü ve onun bir parçası olarak insanı yağmalayarak bir cennet kurmuşlardır. Bu cennetin üzerinde yükseldiği varlık, işçilerdir, emekçilerdir. Ve eğer onlar eyleme geçerlerse ve eğer onlar doğrulmaya başlarlarsa ve eğer onlar başlarını kaldırır ve ufka bakarlarsa ve eğer onlar kendi sınıflarının çıkarlarını anlarlarsa ve eğer onlar kendi kardeşliklerini yeşertirlerse ve eğer onlar kendi güçlerinin farkına varırlarsa ve eğer onlar bu sömürü ve kan gölünün bir kader olmadığını kavramaya başlarlarsa ve eğer onlar, “sarı yelekleri”ne ilave başlarına kızıl birer şapka takmaya başlarlarsa, onlar özgürleşir ve olup biteni kavramaya başlarlarsa, işte o zaman o anlı şanlı burjuva iktidarların yıkılması saniyeler, dakikalar, saatler sürer.

Erdoğan da, Macron da, diğerleri gibi bunu çok iyi biliyorlar. Baskı ile, zalimlikle, yağma ve sömürü çarkını idare edenler, uykularında dahi bu kâbusu görmektedirler. Gerçekleri saklamak için karanlıklardan medet umanlar, sokaklardaki protestocuların aydınlatıcı gücünün farkındadırlar.

İşte bu korku, tüm burjuva iktidarları tir tir titreten korkudur.

İşte bu korku, onları bu denli saldırgan yapmaktadır.

İşte bu korku nedeni ile, ağızlarından salyalar akıtarak konuşmakta, halkın ve hak aramanın karşısına dikilmektedirler.

Macron, muhtemeldir ki, Erdoğan’dan farklı olarak, korkunun ecele faydası olmadığını bilmektedir. Macron, Erdoğan’dan farklı olarak, allah ve din adına kendini koruyacak muskalar peşinde koşmamaktadır. Ama bu kadar farklılık, her kardeş arasında olur. Bu farklılıkları bırakırsak, Erdoğan, Gezi Direnişi’ni yaşamış birisi olarak, evinde yaşadığı korkuların hiçbir şeye benzemediğini anlayabilmektedir. Bu nedenle de Macron’u anlayabilmektedir. Sadece ona, bak sen beni Gezi protestolarına karşı aşırı şiddet kullanmakla suçlamıştın, oysa ben şimdi seni anlıyorum, daha fazlasını kullansan da sesim çıkmaz, demek istiyordur. Erdoğan, kardeşi Macron’a, bak, gördün mü, senin de başına geliyor, bana niye kızıyordun ki, demeye getiriyor.

Paris protestoları yükselince, Paris, Brüksel sokaklarına aksını düşürdükçe, Erdoğan’ın ağzından, Gezi’nin arkasında dış güçler var vurgusu duyulmuyor. Onun yerine, dün Gezi’ye destek verdi diye suçladıklarına, şimdi, “ya ya, bizde de olmuştu” diye mahzun-sevinçli gözlerle bakıyor. Ve hemen, Fidan’ı çağırıp, “bu protestolar bize de sıçrar mı, yoksa sarı rengi yasaklasak mı?” diye soruyordur.

Bundan eminiz.

Eminiz ki, TC devleti, sarı yelek konusunda bir korku geliştirmiştir.

Pek yakında, sarı olan her şey yasaklanacak, güneşin sarı doğması ikinci bir emre kadar durdurulacak, camilerde cuma günleri sarı rengin aslında allahın lanetli renklerinden biri olduğu vaaz edilecektir. Değil mi ki, Diyanet İşleri, solcuların şeytan, sağcıların ise İslamî bir topluluk olduğunu ilan etmiştir. Trafik lambalarında “sarı” renk yanması yasaklanacaktır.

Elbette Saray’ın önlemleri sadece bunlarla da sınırlı değildir, olamaz. Mesela Sümeyye Hanım, babasının korku ve panik atakları karşısında sakinleştiricileri hazır tutacak, Berat ve Bilal olası durumlar için hazırlanmış dört alternatifli kaçış planlarını bir kere daha gözden geçirecek. Bu arada para sıfırlama işi önceden ayarlanmış olacak.

İşte tüm bu korkular nedeni ile, Erdoğan, bugünlerde nutuklarına Sarı Yeleklileri ekliyor.

Paris’te başlayınca, İstanbul’da yangın var, diye bağırası geliyor.

Fransız polisinin göstericilere şapka-kask çıkartması durumunu, “aman ha, bizde böyle bir densizlik yapacak polis olmasın” diye emirler vererek izliyor.

Oysa daha “sarı yelekliler” henüz, kırmızı şapkalarını takmış değiller. Bir de onların kırmızı şapkalarını taktıkları durumu düşünün. Büyük bir güzellik ortaya çıkacaktır.

Sarı Yelekliler, ne Macron’un sandığı gibi, ne de kardeşi sınıf kardeşi Erdoğan’ın düşündüğü gibi, yeterince örgütlü değildirler. Bu nedenle, daha yolun başındayız, bu kadar korkmayın.

Yani, bugün hissettiğiniz korkunun daha fazlası yoldadır.

Yani, dünyayı sarsacak, alt-üst edecek kızıl şapkaların ortaya çıkacağı günler daha gelmiş değildir.

Sarı Yelekliler, kırmızı şapkalarla bir kat daha güzel olacaktır, bir kat daha başları dik, bir kat daha korku duvarlarını aşmış, bir kat daha kardeşlerini tanımaya yaklaşmış, bir kat daha sınıf bilinci ile donanmış olacaktır.

Sonun başlangıcı o noktadır.

Kapitalist sistem, çoktan tarihin çöplüğünde yerini alması gereken, miadını doldurmuş bir varlıktır. 1917 Büyük Ekim Devrimi, bunun kanıtıdır. Bir kere kanıtlanması yeterlidir. Ama bu, bir sınıf savaşımıdır ve burjuvalar, dünya işçi sınıfının zaferini önlemeyi bugüne kadar başarmıştır. Bugüne kadar, kendi cennetlerini devam ettirmeyi başarmışlardır. Bunları yaparken, gezegenimizi, doğamızı, doğanın bir parçası olan insanı kirletmiş, yağmalamış, parçalamışlardır. Fazladan ömür süren bir yaratık olarak, üzerine yükseldiği her şeyi yok etmeyi sürdürüyor. Fazladan ömür süren bir yaratık gibi, şekilsizleşerek, tuhaf bir mahlukata dönüşüyor. Ve ömrünü sürdürebilmek için, onurlu, güzel, temiz, katı ve dik duran hiçbir şey istemiyor, bu nedenle her şeyi tahrip ediyor.

Bugün, dünya yüzeyinde her yerde, kapitalist sistemin açlık, zulüm, yağma, talan, hırsızlık, aşağılanma vb. demek olduğunu herkes görüyor.

Bugün, yeryüzünün her alanında işçiler, böyle yaşanamayacağını, bu yaşamı istemediklerini biliyorlar.

Bugün, yeryüzünün her yerinde insanlar, bir umut ışığı arıyorlar. Bu baskıya, bu zulme, bu işkenceye, açlığa, sömürüye, yoksulluğa, aşağılanmaya karşı bir direniş geliştirmek için bir umut ışığı arıyorlar.

İşte Sarı Yelekliler, Paris’te, bu arayışın sokağa çıkmış hâlidir.

Paris’ten Brüksel sokaklarına vuran ateş, aslında bu arayışın ne kadar derin, ne kadar güncel, ne kadar yaşamsal olduğunu göstermektedir. Bir anda, aralardaki mesafeleri aşan bir duygudan söz ediyoruz. Uzağı yakın kılan bir kurtuluş umudundan. Yeter artık, deme isteğinden söz ediyoruz.

Bu, yıllarca birikmiş öfkedir.

İşçilerin ve emekçilerin, gençlerin ve kadınların öfke kesesi artık dolmuştur. Sokağa çıkan Sarı Yelekliler, bu birikmiş öfkenin kendisidir.

Ve şimdi, bu öfke ile bilinci birleştirme dönemidir.

Şimdi, yeryüzünün her yerinde, dünya egemenlerine karşı, gericiliğe, çetelere, sömürüye, köleleştirmelere, aşağılanmaya, savaşa, devlet terörüne karşı biriken öfkenin kendini örgütlemesi dönemidir.

Sokaklar, işçi ve emekçilerindir.

Sokaklar, kölece boyun eğmenin ve suskunluğun son bulacağını haber vermektedir.

Marx, yıllar önce, Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti, diye yazıyordu. Bu hayalete vücut vermek, bu hayaleti canlı bir varlığa dönüştürmek için Komünist Manifesto’yu kaleme alıyorlardı ve örgütsel mücadelenin yolunu açıyorlardı.

Bugün, sadece Avrupa’da değil, yeryüzünün her noktasında, işçi ve emekçilerin, kadınlar ve gençlerin mücadelesi yayılmaya başlıyor. İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi kurtuluşlarını nasıl örgütleyeceklerini sokakta araştırıyorlar. İşçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, kendi liderlerini yaratma sürecine girdiler.

Elbette bu inişli-çıkışlı bir yoldur. Elbette daha atılacak çok adım vardır. Elbette, Sarı Yeleklilere kırmızı şapkalar gerekecektir. Elbette, elbette.

Ama daha şimdiden Paris’in moda yaratan geleneği, Erdoğan’ın çenesine vurmuş, Saray’ın merdivenlerinden odalarına sızan korkuyu artırmıştır.

Macron, ilk günlerindeki gibi konuşmuyor.

Bu durum Erdoğan’ı daha da fazla korkutuyor.

Macron, önce, zamları durdurma, 6 ay sonrasına erteleme kararı aldı. Ama birkaç gün sonra, Sarı Yelekliler sokaklardan çekilmeyince, bu numaranın tutmayacağına karar verdiler ve bu kez zamları tamamen iptal ettiler. Ama bu kez de, işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler, yani Sarı Yelekliler, henüz başlarında kırmızı şapkaları olmadığı hâlde, bir talepler listesi yayınladılar. Ve baskıya, yasaklara rağmen, sokaklardan çekilmeyeceklerini ilan ettiler.

İşte Erdoğan’ın Saray’ının merdivenlerinden odalara sızan korku, bu sürecin korkusudur. Ve öylesi bir durum ortaya çıkarsa, Bahçeli’nin nükteli demeçlerinin ve Kılıçdaroğlu’nun sibop olma hamlelerinin işe yaramama ihtimali oldukça yüksektir.

Yeryüzünde bir hayalet dolaşıyor. Bu, komünizm hayaletidir. Rivayete bakılırsa öldü sanılan komünizm, mezarından çıkmıştır, zira kazıcılar mezardaki tabutun boş olduğunu kendi gözleri ile görmüşlerdir. Bu hayalet, geceleri dolaşmakta, en çok Saray’ları ziyaret etmeyi sevmektedir. Zaman zaman, gündüz gece ayrımı yapmadan, Sarı Yelekli kılığında sokaklara taşan insanların arasında yer almaktadır.

Rivayet odur ki, hayalet Kızıl Şapka’yı taktığı zaman, ruhlar aleminden tamamen çıkacak, ebediyyen dünyevî bir varlığa dönüşecektir.

Kriz büyüyor, dünyada ve ülkemizde işçiler yavaş yavaş sahneye çıkıyor!

“Belli ki yakındır doğayı,
ve hayatı sarsacak saat”

Avrupa’da (aslında daha başka yerlerde de), bir hayalet dolaşıyor. Henüz biz işçiler, devrimci sosyalistler, “hah işte başladı” demeden hem de. Kapitalizmin milyonlarca işçi emekçiye, dünya çapında verecek hiçbir şeyi yok. SSCB’nin dağılmasından bugüne ‘korkulur’ olmaktan çıkan işçi sınıfına karşı yürütülen saldırılar, dünya çapında tepkilere neden oluyor. Başka bir dünya mümkün düşüncesi giderek mayalanıyor. Henüz, hoşnutsuz kesimler, ne istediğini net bir şekilde ortaya koyamasa da ne istemediği ortada. Daha şimdiden, belli başlı ülkelerin hepsinin birer Gezi’si var. Ve işçi sınıfı, yok edilen hakları için sokakları dolduruyor. Her ne kadar, işçi sınıfı, sosyalizm, komünizm hedefiyle donanmış olmasa da devletler komünizm korkusunu iliklerine kadar duyuyor. Dünya çapında gericilik yükseltilmeye, ırkçı, dinci iktidarlar yoluyla kitleler baskılanmaya çalışılıyor. Yüksek sınıf bilinciyle Türkiye burjuvazisi Saray Rejimi’nde ifadesini bulan devletin bekası, işçi ve halk düşmanı politikalar etrafında kenetleniyor. 

Saray Rejimi’nin bir türlü atlatamadığı Gezi sendromu, saldırılara yön veriyor. Herkes korkutulmak, teslim alınmak isteniyor. Fatih Portakal’ı, Müjdat Gezen ve Metin Akpınar’ı bile kaldıramayan bir sistem var karşımızda. Gelinen aşamada, sadece alamadıkları maaşlarını isteyen, çalışırken ölmek istemeyen, insanca çalışmak ve yaşamak isteyen işçiler, suçlu muamelesi görüyor. Bu, 3. Havaalanı inşaatında çalışan işçileri aşan bir boyuttadır. Her şey karşıtıyla beraber var oluyorsa, işçi sınıfı da saldırılar karşısında bugün olduğundan daha fazla tepki göstermeye devam edecektir. Burada belirleyici olan, sınıfın örgütlülük düzeyi olacaktır. 

Ekonomik Göstergeler 

Kasım 2018 itibariyle, açlık sınırı 1.943 TL, yoksulluk sınırı 6.328 TL, bir işçinin geçim bedeli 2.385 TL. Asgarî ücret 1.603 TL. Asgarî ücret tespit komisyonu çalışmalarına başlarken, bu sözde pazarlık masasına işçileri temsilen oturan Türk-İş, 2.000 TL ile başladı. Hâliyle burası bir pazarlık masası, demek ki pazarlık payı içinde. 

CHP asgarî ücretin 2.200 TL olmasını önerdi, DİSK’in talep ettiği 2.800 TL bile işçinin yarasına merhem olamayacakken. Aldığı evin kredisini ödeyemeyen, kredi kartı borcunu artık çeviremeyen, işsizlik ya da işsiz kalma korkusuyla yaşayan, bu korkuyla dayatılan koşullara eyvallah eden milyonlarca insan, açıklanacak zamları bekliyor. Diğer ücretliler, memurlar, emekliler cabası. Enflasyon düştü yalanına kendilerinden başka kimseyi inandıramasalar da ücret zamlarını baskılamada bu yalandan faydalanacakları kesin. 

Tam bu sırada, TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’dan hükümete uyarı geliyor. Özilhan, “iflaslar başlarsa dalga dalga yayılır” derken, tehdit eder gibi konuşuyor. İflasların KOBİ’lere sıçraması hâlinde işsizliğin artacağı, işsizlik ve yüksek enflasyonun talepleri düşüreceği, bunun da şirketleri zora sokacağını söylüyor. O bunları söylerken, vergi affının affı ilan ediliyor. Asgarî ücretin vergi dışı bırakılmasını reddeden ‘koalisyon’, son vergi affından faydalanan ama taksitlerini ödeyemeyen patronlara yeni bir af çıkarttı. 

Vatandaş ise borç içinde yüzüyor. Son açıklanan rakamlara göre, tam 31 milyon kişinin kredi borcu var. Kâr rekorları açıklayan bankalar, borç tahsilinde varlık yönetim şirketlerinden destek alıyor. Bankaların borçlarını satın alan bu şirketler, insanların boğazına çöküyor. Bu işi yapan sadece 20 şirket var. Bu şirketlerin takip ettiği dosya sayısı 3,5 milyon civarında. 

Ticaret Bakanı’nın açıklamasına göre, 2018’de 96.851 esnaf kepenk kapattı. TÜİK verilerine göre Eylül 2018 itibariyle işsizlik oranı sadece bir ayda yüzde 0,8 artarak yüzde 11,4’e çıktı. Yine sadece Eylül ayında işsizler ordusu 330 bin kişi büyüdü. İşsiz sayısı 3 milyon 749 bin kişiye yükseldi. Kayıt dışı çalışan oranı ise yüzde 33,8 olarak açıklandı. Bankalar Birliği Risk Merkezi’nin açıklamasına göre, karşılıksız çek tutarı Ocak-Kasım 2018 döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 60 artarak 25 milyon TL oldu. 

Sanayi üretimi ve konut satışları düşüşte. Sadece son bir ayda konut satışı 40 bin azaldı. Yapılan vergi indirimleri ve kredi kolaylıklarına rağmen. 

Asgarî ücretin alım gücü, DİSK’in araştırmasına göre, 100 ürünün 86’sında düştü. Özellikle gıda ürünlerinde ciddi düşüş yaşandı. Bu arada dünyada gıda fiyatları ortalama yüzde 8,5 düşerken, Türkiye’de gıda enflasyonu yüzde 26 civarında gerçekleşti. Kasım 2018’de üretici fiyat endeksi (ÜFE) bir yıl içinde yüzde 38,54’lük bir artış gösterdi. Bu son aydaki 2,5 puan düşüşe rağmen gerçekleşen rakam. ÜFE’deki bu artış, henüz tüketici fiyatlarına yansımış değil. Buradan yola çıkarak, önümüzdeki aylarda daha yüksek enflasyon sürpriz değil. 

Mecliste kabul edilen 2019 bütçesi, vergi ve ceza bütçesi. 2019 yılında 756,5 milyar TL vergi geliri ön görülüyor. Bu vergilerin 318 milyar TL’lik kısmını KDV oluşturuyor. Biz işçiler, ekmek, peynir alırken bu tutarın büyük bölümünü ödeyeceğiz. Gelir vergisinin bütçedeki payı 176,7 milyar TL. İşçi sınıfı, 2019’da da vergi rekortmeni olacak. Cezalarda da 2018’e göre 3,9 artışla 12,1 milyar TL gelir bekleniyor. 

Kısacası, Saray Rejimi’nin çizdiği pembe tabloyla gerçekler örtüşmüyor. A Haber’de büyüyen Türkiye’yi izleyen kitleler, çarşı-pazarda gerçekleri yaşıyor. Üstelik papaz krizi de yok. Tam tersine, Erdoğan ve Trump, aşklarını tazeliyor. 

İşçi Cinayetleri 

Dört bir tarafı cinayet mahalline dönen iş yerlerinde, işçiler; patronların kârları düşmesin diye ölmeye devam ediyorlar. Kasım 2018’de 154 işçi çalışırken hayatını kaybetti. Böylece 2018 yılının ilk 11 ayında iş cinayetlerinde ölen işçi sayısı 1.797’ye yükseldi. 

İSİG Meclisi’nin yaptığı özel çalışmaya göre, göçmen işçiler, giderek artan sayılarda iş cinayetlerinden payını alıyor. Çalışmaya göre, 2018 yılının ilk 11 ayında 108 göçmen işçi iş cinayetlerinde öldü. 2013’te 22 olan bu sayı, böylece sadece 5 yılda yaklaşık 5 kat artış gösterdi. Bunlar belirlenebilen rakamlar. Başta Suriyeli mülteciler olmak üzere, ülkemize sığınan çaresiz insanların sömürü ve kader ortaklığında Anadolu işçi sınıfıyla bütünleştiği görülüyor. 

İş cinayeti, esas itibariyle, bir babanın, annenin, bir kardeş veya evladın ölümüdür. Bu hâliyle, toplumsal bir sorun. Yakın zamanda yaşanan bazı iş cinayetlerini hatırlayalım. Gebze’de, Kuzey Marmara Otoyolu inşaatının bir parçası olan viyadük, işçilerin üzerine çöktü. İşçilerin, yetiştirme baskısıyla 24 saat çalıştırıldığı inşaatta, beton blokların kalıplarının, gerekli süre geçmeden söküldüğü düşünülüyor. 3 işçi, beton blokların altında kalarak hayatını kaybetti. Olay sonrası, haber yasağı getirilmesi dikkat çekti. AK Parti’nin ‘prestij’ projelerinden olan inşaatı Limak-Kolin ortaklığı yürütüyor. 

29 Kasım’da, Kırıkkale Organize Sanayi Bölgesi’nde bir gaz dolum tesisinde parlama meydana geldi. Bir işçi öldü, iki işçi yaralandı. Denizli Pamukkale’de, 29 yaşında işçi Ferdi Bal, İlke Çelik Metal Fabrikası’nda, makinaya sıkışarak hayatını kaybetti. Samsun’da, ısı yalıtımı yapılan binada, iş cinayeti gerçekleşti. İskelenin çökmesi sonucu, 15. kattan düşen işçilerden Yakup Göller hayatını kaybederken, Şener Yıldırım ağır yaralandı. Konya’da, babalarının çalıştırdığı yem karma makinasının arkasında oyun oynayan 2 ve 3 yaşında iki Suriyeli kardeş hayatını kaybetti. Ankara yüksek hızlı tren ‘kazasını’ iş cinayeti olarak saymamız sanırım yersiz olmaz. Ölen 9 kişiden üçünün demiryolu çalışanı olmasının yanı sıra, alınmayan iş tedbirleri, ihmaller ve kâr hırsı, can kayıplarının ana sebepleri. Birileri, yapmadıkları işlerin bedellerini cebe indirip servet yapıyor, büyük fedakârlıklarla çalışan işçiler, tutuklanıyor, tek bir sorumlu istifa etmiyor ve yayın yasağı getiriliyor. Ama ne der polisiye yazarları? “Hiçbir cinayet kusursuz değildir.” Mutlaka hesap vereceksiniz.

İşçi Sınıfının Eylemleri 

Krizin bedelini krizi çıkartanlar ödesin kampanyası, bildiri dağıtımları, imza standlarıyla devam ediyor. KESK’in açıkladığı bölge mitinglerine; “Krizin Bedelini Krizi Çıkartanlar Ödesin” kampanyasını birlikte yürüten DİSK, TTB, TMMOB ve aralarında bizim de olduğumuz devrimci kurumlar, siyasi parti ve dernekler de destek verdi. İzmir, Diyarbakır ve İstanbul bölge mitingleri gerçekleşti. Bizler gibi ‘milim rüzgârın esmediği’ günleri bilenler için umut veren eylemler oldu. Bu mitinglerle beraber, asgarî ücret, işyeri bazlı hak arama, gasp edilen haklarını alma mücadelesi veren işçilerin eylemleri, emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) gibi kesimlerin eylemleri baz alınırsa, toplumsal hareket, kendi yasalarını yürütüyor. İçişleri Bakanlığı, çarşı-pazarda, sarı yelek satışlarında bir artış olup olmadığını araştırıyor. Bakıyorlar ki bir kıpırdama yok, rahatlıyorlar. Komiksiniz kardeşim. Yani gerçekten, bu ülkede yaşananları roman yapıp yazsak, absürt roman dalında Nobel ödülü alırız. Şimdi, linççi çeteler, Fox TV önüne gidip, sıktıkları portakalları yola dökse kim şaşıracak? Uğur Dündar’ın artık 65 yaş üstüne hitap eden, Halk Arenası programına bakıp, Müjdat Gezen ve Metin Akpınar’a dava açmalarına ne demeli. Giderek artan gözaltı ve tutuklamalar, üç-beş yıl önceki davalardan çıkan cezalar… ne diyelim, bunların hiçbiri ve daha fazlası sizleri (bu bir saygı ibaresi değil, çoğul vurgusu) kurtaramayacak. 

Grevler

• Gripin Fabrikası’nda, Petrol İş üyesi 83 işçi, yüzde 25 zam taleplerine yüzde 17’lik teklifiyle cevap veren patrona karşı grev silahını kullandı. 15 gün süren grev 7 Aralık tarihinde yüzde 22 zam oranında anlaşmayla sonuçlandı. 

• Süperpak Grevi: Avusturya menşeli Süperpak firmasının İzmir Torbalı, Karaman ve Antep’te bulunan 3 fabrikasında 240 işçiyi ilgilendiren toplu iş sözleşmesinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine 20 Haziran tarihinde başlayan grev, 22 Aralık’ta varılan anlaşmayla sona erdi. Sıfır zam öneren patrona karşı, taviz vermeden 186 gün direnen işçiler, grevin bittiğini açıklarken, kendilerine destek veren kesimlere teşekkür ederek ‘dilenenler değil, direnenler kazanır’ mesajını verdi. Sendikadan yapılan açıklamada, sözleşmenin ilk yılı biten 3 yıllık bir anlaşma olacağı, 2 Ocak’a kadar ücretli izinli sayılan işçilerin bu tarihte işbaşı yapacağı açıklandı. Varılan anlaşmaya göre işçiler her zam döneminde enflasyon oranında zam alacak. Sosyal yardımlar net ödenecek, işçiler vergi dilimlerinden etkilenmeyecek. 

• Ürosan Grevi: Tekirdağ Çorlu’da kurulu Ürosan Fabrikası’nda Petrol İş Sendikası’na üye 34 işçinin 18 Aralık’ta başlattığı grev, 24 Aralık’ta varılan anlaşmayla sona erdi. Patronun verdiği 490 TL’lik artışı kabul etmeyen işçiler, vergi dilimine girdiklerini, önerilen zammı bu yüzden az bulduklarını söylemişlerdi. 

• İzban Grevi: İzmir’de, şehir içi banliyö tren işleten İzmir Büyükşehir Belediye iştiraki İZBAN’da, Demiryol-İş Sendikası’nın yüzde 32’lik zam isteğine şirketin önerdiği yüzde 16’lık zammı kabul etmeyen işçiler 10 Aralık tarihinde greve çıktı. Grev kararı 340 işçiyi kapsıyor. İzmir’in topal ördek belediye başkanı Aziz Kocaoğlu, bir taraftan grev kırıcılığı yaparken diğer taraftan işçileri itibarsızlaştırmaya çalışıyor. İZBAN yönetiminin, işçilerin yüksek maaş aldıkları iddialarına karşılık işçiler maaş bordrolarını büyüterek Alsancak Garı’na astı. Kocaoğlu işçilerin 4 bin TL maaş aldığını iddia etmişti. Bununla yetinmeyen Belediye ve İZBAN, emekli makinistleri sefere çıkartarak grev kırıcılığı yaparken, grevci işçiler İzmir halkına, destek olmaları ve gerçekleri işçilerden öğrenmeleri için çağrı yapıyor. 

Hakları İçin Eylem Yapan İşçiler 

• Ankara Gülveren TOKİ inşaatında çalışan işçiler aylardır alamadıkları maaşları için direniyorlar. 220 işçinin çalıştığı inşaatta, 3 Aralık’ta başlayan direniş, polisin gözaltı ve para cezalarıyla bitirilmeye çalışılıyor. İki işçinin “intihar edeceğiz” diyerek inşaata çıkması üzerine devreye giren AK Parti’li vekillerin sözü üzerine direnişe birkaç gün ara veren işçiler verilen sözlerin tutulmaması üzerine tekrar direnişe başlarken, polis de işçileri gözaltına alıp, para cezası kesmeye devam ediyor.

• Market işçileri, kendilerine sahip çıkan Nakliyat İş Sendikası öncülüğündeki direnişlerini büyüterek sürdürüyor. Real Marketler’in hileli iflas göstermesi üzerine kıdem tazminatı hakları için Real Market işçilerinin direnişi sürüyor. Haklarını gasp eden şirketin marketleri olan Media Markt ve Metro mağazalarında kasa kilitleme eylemleri ve mağazaların önünde basın açıklamaları devam ediyor. Her gün birkaç mağazayı dolaşan işçiler sık sık polis ve özel güvenlik engeline takılıyor. Buna rağmen kararlı tutumlarıyla işçiler mağazaları kilitlemeye devam ediyor. 

• Geçtiğimiz aylarda konkordato ilan eden Makro Marketler’in devri sırasında, devredildikleri marketlerde hakları gasp edilen veya işten atılarak kıdem tazminatı ödenmeyen yaklaşık 6.500 işçinin yine Nakliyat İş Sendikası öncülüğünde mücadelesi sürüyor. Aralarında bir koordinasyon oluşturan ve komite kuran işçiler, mücadeleyi giderek büyütüyor. 24 Aralık’ta farklı illerden (Kayseri, Konya, Ankara, Samsun, Malatya, İstanbul, Antep) gelen bin civarında işçi, Makro Marketler’in Ankara’da bulunan genel merkezi önünde haklarını isteyerek eylem gerçekleştirdi.

• Beylikdüzü’nde bulunan Gülsan Cam Fabrikası’nda çalışan 213 işçi, maaşları ödenmediği için iş bırakırken, ertesi gün, yani 23 Ekim’de, patronlar ‘battık’ deyip fabrikayı bırakıp gidince işçiler, ödenmeyen maaşları, ihbar ve kıdem tazminatları için fabrika önünde beklemeye başladı. 

• İstanbul Bostancı’da bir apartman inşaatında çalışan 15 işçi, maaşlarını alamadıkları için asıl işveren konumundaki Köroğlu İnşaat’a karşı iş bırakma eylemi başlattı. 25 Eylül’de başlayan eylem, inşaat önünde devam ediyor. 

Sendikalı Oldukları İçin İşten Atılan İşçilerin Direnişleri

Patronların örgütlü işçi düşmanlığı bitmek bilmiyor. Hemen hemen sendikal örgütlenme girişimi olan her yerde işçiler işten atılıyor. Ya da işçiler uzun uğraşlar sonucu Bakanlık yetkisini alırsa, bu sefer de patronun itiraz süreci başlıyor. Bu süreci, işçi çıkarma ve işçilerin birliğini dağıtmak amacıyla kullanıyorlar. Her direniş sürecinde, devlet kurumlarından biri bile “nedir bu hâl” diye sormuyor. Ama patronların ‘ricasıyla’ işçiler gözaltına alınıyor, eylemleri suç gibi gösteriliyor, işçiler taciz ve tehdit ediliyor.

• FLORMAR işçileri, ‘Flormar değil, direniş güzelleştirir’ şiarıyla Gebze’deki fabrika önündeki direnişlerini sürdürüyorlar. 15 Mayıs’ta 132 işçinin başlattığı direniş, boykot çağrıları, dayanışma ve çeşitli etkinliklerle devam ediyor. Bir taraftan patron, direnişçi işçileri, içeride çalışan işçilerden yalıtmak için her yolu denerken diğer taraftan Kocaeli Valiliği ve Gebze Kaymakamlığı işçilerin çadırına, ses cihazına, duracakları yere kadar her şeye karışarak işçileri taciz etmeye devam ediyor. Çadır kurmalarına izin verilmeyen işçilerin kış şartlarında soba yakmasına da Valilik ve Kaymakamlık eliyle izin verilmiyor. Bütün bu yasakların gerekçesi ise yayaların geçişini engellemek. Her türlü olumsuzluğa rağmen, direniş ilk günkü coşku ve kararlılıkla sürüyor. 

• Nakliyat İş Sendikası’nın üç ilde Araç Muayene İstasyonları’nda, sendikaya üye oldukları için işten atılan üyeleriyle birlikte başlattığı direnişler sürüyor. Muğla TÜVTÜRK’te, Urfa TÜVTÜRK Polçak Muayene İstasyonu’nda ve Eskişehir Reysaş Muayene İstasyonları’nda sendikalı oldukları için işten atılan işçilerin direnişleri sürüyor. 

• İstanbul’da bulunan CPS Otomotiv Tekstil Fabrikası işçileri, patronların toplu sözleşme sonrasında üretimi İzmir Serbest Bölge’de bulunan bir fabrikaya kaydırma kararı üzerine, İzmir Serbest Bölge önünde eylemlere başladı. Türk İş’e bağlı Deri Teks Sendikası’na üye olan işçiler, işten atmalara engel olmak için, CPS’in en büyük müşterisi olan Volkswagen’e çağrı yapıyor ve patronları sendika haklarına saygı duymaya çağırıyor. 

• Tekirdağ Çorlu’da kurulu Kale Kayış Fabrikası’nda, Petrol İş Sendikası’nın yetki alması üzerine patron önce yetki itirazı yapıp, arkasından iki öncü işçiyi işten attı. İşçiler bunun üzerine fabrika önünde direniş başlattı. Asgarî ücret civarında maaş alan işçiler 15 gün gece, 15 gün gündüz olmak üzere günde 12 saat çalıştırılıyor. İşçiler geçimlerini sağlamak için o kadar mesaiye muhtaç ki, patron sendikadan istifa etmeyen işçileri mesaiye bırakmayarak cezalandırmaya çalışıyor. 

• İzmir Tariş Fabrikası’nda, DİSK Gıda İş Sendikası’na üye olan 7 işçinin fabrika önünde başlattığı direniş sürüyor. İşten atmaların ilk günü, işçiler fabrikayı işgal etmiş, işçilerin haklı eylemlerini yasa dışı ilan eden İzmir Emniyeti patronun isteğiyle işçileri yaka paça gözaltına almıştı. 

• Bursa Orhangazi’de kurulu Cargill Fabrikası’nda Türk İş’e bağlı Tek Gıda İş üyesi 14 işçinin işe geri dönüş mücadelesi yaklaşık 250 gündür devam ediyor. İşçiler Eylül ayında şirketin İstanbul’da bulunan merkezine yürürken gözaltına alınmış, serbest bırakıldıktan sonra yürüyüşe devam etmişti. 

• DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası’na üye 9 işçinin işten atıldığı Aydın Belediyesi’nde direniş 5 ayını doldurdu. 

• Tekirdağ Ergene’de 450 işçinin çalıştığı Aygün Alüminyum Fabrikası’nda 257 işçiyle Türk İş’e bağlı Türk Metal Sendikası’nın yetki alması üzerine, 12 işçi işten atılırken patron da yetki itirazı yapmıştı. Burada da direniş 5 ayını geride bıraktı. 

• DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş Sendikası’na üye 11 işçinin işten atıldığı BBS Metal Fabrikası önünde direniş devam ediyor. Gebze’de kurulu iş yerinde direniş 12 Eylül tarihinde başlamıştı. 

• Antep Babacanlar Kargo’da 2017 Eylül ayında başlayan 9 işçinin direnişi sürüyor. İşe iade davasını kazanan işçiler patronun keyfi tutumuyla işbaşı yaptırılmıyor. 

Bir başka eylem alanı, KHK’larla işten atılan ve işe iade isteyen emekçiler. KESK’in büyük baskılarla karşılaşan nöbetleri, Zeytinburnu Belediye işçisi Kenan Güngördü’nün direnişi, Ankara’da Mahmut Konuk’un mücadelesi sürüyor. Yüksel Direnişçileriyle birlikte gözaltına alınıp, 1 haftalık işkenceli sorgulardan sonra serbest bırakılan Mahmut Konuk ilk pazartesi günü, ‘nerede kalmıştık’ mesajıyla direnişini sürdürüyor. 

Bir başka mücadele alanı kendilerini emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) olarak isimlendiren kesimin eylemleri. Bu konuyu İşçi Gazetesi’nin önümüzdeki sayısında bir dosya olarak inceleyeceğiz. 

Daha çok inşaat şantiyelerinde olmak üzere, ödenmeyen maaşları, kötü çalışma ve yaşam koşullarına karşı birçok yerde spontane gelişen, hızla biten, çoğunlukla kazanımla biten eylemleri duyuyor, haber yapıyoruz. Artık bunların hepsini bir yazıda yazmak giderek zorlaşıyor. İşçi Gazetesi’ni ve sosyal medya hesaplarını takip etmek, fikir edinmek açısından önemli. 

Her anlamda cendereye alınan işçi sınıfı, giderek artan biçimde hoşnutsuzluğunu ortaya koyuyor. Özal, iktidarda olduğu yıllarda, işçi sınıfına dönük saldırılar ve zamlar karşısında, örgütsüz işçilerden korkmamak gerektiğini söylüyordu. Bu, sınıf bilincidir. Bugün egemenler korkuyu iliklerinde hissediyor. Sarı yelek satışlarını bile kontrol eden, FETÖ’cü diye bastıkları evlerden çıkan yelekleri suç aleti olarak lanse eden bir düzen. İşçi sınıfının hem sendikal anlamda örgütlülüğünü geliştirmesi hem de siyasi hatta sahip merkezî bir örgütlenmeyi büyütmesi, bugün her zamankinden hem daha mümkün hem de daha acil bir iştir. Devrimci sosyalist her işçi, emeğini buraya doğru kanalize etmelidir. Gazetemiz her deliğe girmeli, harekete geçen herkese ulaşabilmeliyiz. Komutanın dediği üzere; “Rota çizildi mi bir kere, asılmak gerek küreklere.”

İşçi Gazetesi

Suriye savaşı Ya sonra?

2018 yılının sonu: ABD, Suriye’den çekileceğini açıkladı.

Sürpriz!

Rusya, yaşayalım görelim, biz bu çekilme sözlerini çok duyduk, anlamında sözler söyledi. Doğru olduğuna inanıyoruz. ABD, gerçekten de daha önceden, Trump’ın ağzından “çekiliyorum” sözlerini sarf etti. Ama unutulup gitti. Hele ki Trump’ın her gün farklı kararlar aldığı düşünülürse.

Ama daha da ilginç olanı var. Türkiye, “Fırat’ın doğusu”na harekât yapacağını açıklamıştı. Birdenbire ABD “çekiliyoruz” deyince, operasyon da iptal edildi.

Ne anladık?

1- Anladık ki, Türkiye’nin operasyonu, gerçekte, ABD ile işbirliği içinde imiş. Yani, ABD-Türkiye sürtüşmesi pek de önemli değil imiş. Türkiye, operasyon yapacağım derken, ABD’nin oradaki varlığını bir avantaj olarak görüyormuş. ABD engel olsa idi, “çekiliyoruz” açıklamasını takiben Türkiye, biz de operasyonu erteliyoruz, demezdi. Hazır ABD yok, daha güçlü girelim, derdi. Öyle olmadı.

2- ABD ve Türkiye, esas olarak Kürtleri yalpalatmak için birlikte, çatışmalı hâl görüntüleri sergiliyormuş. Türkiye, içeride Kürt halkına karşı azgın saldırılara başladığında da, üç yıl önce, biz, bu sayfalarda, aslında ABD, Türkiye’ye “sen saldır, onları benimle uzlaşmaya razı edelim” taktiğini güdüyordu. Bugün de durum budur. Türkiye “saldıracağım” dedikçe, Kürtler, koruyucu olarak ABD’ye sığınacak. Hesap bu idi. Aynı nedenle PKK liderleri için yakalama ödülü kondu. Kürtlerin arasındaki farklı eğilimlerin arasını açmak ve PKK çizgisini bölgede zayıflatmak istiyorlar. Öte yandan bazı Kürt aşiretleri ve nihayetinde Barzani uzantılarının gücünü öne çıkarmak istiyorlardı. Türkiye’nin saldırma hamlesinin de amacı bu idi.

3- ABD, çekilirim deyince, Türkiye, saldırırsa, Kürtler ile Suriye arasında işbirliği ihtimali artacaktır. Bu nedenle Türkiye saldırıyı ertelemiştir.

Şimdi durum değişmektedir.

Yeni durum, henüz netleşmiş de değildir.

1- ABD’nin çekilmek denilen şeyde ne kadar ciddi ve samimi olacağı soru işaretlidir. Zira ABD, açıkça kaybetmiştir. Bu zaten bir yıl önce de böyle idi. ABD, kaybettiğini kabul etmemek için, Türkiye ile anlaşarak, işi “Türkiye’ye devretmiş” rolünü oynamaktadır.

2- Türkiye, bu role, oldukça hızla bürünmek istemektedir. Fetihçi ruh ile Osmanlı sınırlarına ulaşma, sınırlarını genişletme isteği, Türkiye’de, Saray’da, Genelkurmay’da, açık olarak Suriye’de işgalci olarak kalma hayallerini beslemektedir. Devlet, bunu bir fırsat olarak kullanmak istemektedir. Acaba, Afrin ve İdlib’de kalıcı olarak yerleşebilir mi? Acaba yerleşeceği alanı artırabilir mi?

3- ABD, Türkiye’nin bu kabarık iştahını pompalayarak, gerçekte savaş yenilgisinin faturasını Türkiye’nin üzerine yıkmaya hazırlanmaktadır. TC devleti, bu faturanın farkında bile değildir. Onların alışık olduğu şey yağma ve talandır ve şimdi yeni bir yem bulmuş aç kurtlar gibi heveslenmekten, olacak olanları anlamaya yönelememektedirler. Bu da ABD’nin şansıdır. ABD eninde sonunda bölgeden gidecekti. Ve sonunda bölgede kan dökenler, komşuları ile başbaşa kaldıklarında neler olacaktır?

4- ABD, bu yolla Suudi Arabistan ve Türkiye’yi görevlendirerek, iki ayrı eğilime sahip ülkeyi, İran’a karşı birleştirme peşindedir.

5- ABD buradan gerçekten çekilecekse, bunun anlamı savaşı bir başka yerden daha da büyüteceği, bu istekte olacağıdır. Bu nedenle, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkisi ve bu yolla İran’a karşı bir cephe örme isteği yabana atılmamalıdır. Hazır saldırma hevesleri ile kör olmuş Türkiye varken, İran’a karşı bir provokasyon örgütlemeleri çok daha olanaklıdır.

Denklemin karşı tarafında yer alan güçler, bu durumu görüyor olmalıdır. Yoksa Rusya’nın, “biz bu çekilmeleri çok duyduk” tarzından açıklaması olmazdı.

1- Rusya, muhtemelen, Türkiye’yi frenlemeye çalışacaktır. Hem operasyonlar açısından karşısında duracaktır, hem de Afrin dahil çekilmesi için zamanın geldiğini bildirecektir.

2- Suriye, elbette, ABD’nin çekilmesi ile, Kürtlerle somut bir plan üzerinde anlaşmaya yönelecektir. Ancak bu plan, anlaşılan o ki, açık olarak Suriye’nin bütünlüğü üzerine kurulu olacaktır. Suriye, Güney’de Ürdün sınırındaki güçlerin çekilmesini sağlamaya çalışacak, ardından da, İdlib, Afrin dahil, Türkiye’nin çıkması için bastıracaktır. Tüm yabancı güçlerin Suriye topraklarını terk etmesi gündeme gelecektir. Savaşın bitmesi için de tek yol budur.

3- Kürtler, içlerindeki farklı eğilimlerle, kendi içlerinde mücadele edecektir. Ancak, büyük oranda, Suriye ile işbirliği yolunu seçip, kendi haklarını garanti altına almaya çalışacaktır. IŞİD’e karşı yürüttükleri mücadeleyi, doğal olarak yeni Suriye’nin oluşumunda olumlu bir tarza çevireceklerdir. Zaten, bu “sürpriz” çekilme kararından önce, Suriye ile Rusya’nın arabuluculuğunda görüştükleri de açıktır. ABD’nin çekilme kararında bunun da etkisi olduğunu varsaymak abartılı olmaz.

Elbette ilk adım, Suriye topraklarındaki tüm yabancı güçlerin çekilmesi olmalıdır.

Şimdi, meseleye, biraz daha geniş açıdan bakmanın yeridir.

ABD, burada, Suriye’de açık bir yenilgi almıştır.

Sözümona Irak’tan çekilmiş ABD, Irak içindedir. Acaba Suriye’den çekilmiş ABD, Suriye içinde olmaya devam mı edecektir? Edecekse nasıl?

ABD savaşı büyütecektir, isteği budur.

Yenilgiyi, öylece, kolaylıkla, açıklıkla kabul etmeyecektir.

Bu durumda, dünyanın bir başka noktasından, mesela Ukrayna’dan, mesela Çin denizinden ya da İran’a karşı bir başka yerden harekete geçecek olabilir mi?

ABD’den söz ediyorsak, bunun olası olduğu açık olmalıdır.

ABD savaşı büyütmek, bir dünya savaşı hâline getirmek konusunda ciddi eğilimler sergilemektedir. Rusya ve Çin’in tersi yöndeki tüm çabalarına rağmen, ABD bu yolda ısrar etmektedir. Suriye yenilgisi, ABD’nin içinde de tartışmalara neden olmaktadır. ABD, bu durumda, saldırganlığını bırakabilecek midir? Buna inanmak büyük bir saflık olur.

ABD ekonomisinin, saldırganlığa, gerginliğe açıkça ihtiyacı vardır.

Türkiye, ABD’nin kuyruğuna yapışmış durumdadır.

Erdoğan, “ben Trump’a, IŞİD bitti burada ne işiniz var, dedim ve o da, haydi çekiliyoruz, dedi” şeklinde açıklıyor. Bu açıklama, Trump’ın, Erdoğan ve Türkiye’ye yeni görevler verdiğinin, Türkiye’nin de bu yeni görevleri kabul ettiğinin açık kanıtıdır. Zaten patriot ve diğer silâhlar konusunda bir anlaşmanın yapıldığının açıklanması da bunu desteklemektedir. Türkiye, tam olarak ABD’nin kuyruğuna yapışmıştır. Canavarın kuyruğuna yapışmak, oldukça yıpratıcı ve tehlikelidir, ama Türkiye’de bunu anlayacak bir ruh hâli kalmamıştır. ABD, bölgede, kendisi olmadan Türkiye’yi, Suriye, Kürtler ve Rusya üzerine sürmek istemektedir. Kendisi de, başka alanlardan, aynı savaşı sürdürecektir. Böylece, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır birlikte, İran’a karşı harekete geçecek, ABD ise Ukrayna ve/veya Çin’e yakın alanlardan hamle yapacaktır. İngiltere ve Japonya, bu cephenin içinde gibidir. Fransa’nın konu ile ilgili açık bilgilendirilmediği ortaya çıkıyor. Müttefik ve güvenilirlik konusunda Macron’un yakarmaları, bu aldatılmışlığın ürünü olsa gerek. Fransa daha safını seçmemiş gibidir.

ABD’nin Kanada üzerinden Çin şirketi Huawei’nin CEO’sunu tutuklatması, aslında Kanada’yı, kendi cephesine yapıştırmak içindir. Yoksa Kanada’nın askerî gücüne ihtiyacı olmadığı açıktır. Kanada’da öyle bir güç de yoktur.

ABD’nin Almanya’ya gaz ve petrol üzerinden, Rusya ile ilişkilerini kes ultimatomları da bu çerçevede ele alınmalıdır. İki savaşta da yenilmiş Almanya’nın, bu kez kim kazanacaksa ondan yana olmak istediği açık olmalıdır.

Bu savaşa çok istekli olmayan, Rusya, Çin ise, giderek sıkışmaktadır. Kaybeden ABD olsa da, savaşı büyütme istekleri, ABD’nin dayak yemeden durdurulamayacağı anlamına gelmektedir. Rusya ve Çin, bunu ne kadar istemese de, kendilerini savaşın içinde bulmaktadır. ABD, onları hedef tahtasına almıştır. Trump “doktrini”, açık olarak Çin ve Rusya’yı düşman ilan etmiştir. İran ve Hindistan, bu cephenin yanında gibidir. Ama bu cephe, savaştan yana olmadığını ısrarla açıklamaktadır.

Buna rağmen, Küba’daki Rus üslerinin faaliyete geçirilmesi, Kırım’a hava sistemleri ve Karadeniz’e kontrol sistemlerinin yerleştirilmesi, nihayet Venezuela’da Hugo Chávez üssünün kurulması, savaşın ne denli ciddi hale geldiğinin, ne denli güncel hâle geldiğinin açık kanıtıdır.

Öte yandan Çin’in hemen burnunun dibinde Japonya, dehşet verici bir hızla silâhlanmaktadır. Tüm silâh modernizasyonu ABD’den yapılmaktadır. Bu durum, Kore yarımadası için de büyük bir gerilim oluşturmaktadır.

Tansiyon, 2019 yılının başında oldukça yükselmiş, gerilim artmıştır.

İşte bu gerilim koşullarında, bu yüksek tansiyon ortamında, Türkiye gibi, İsrail gibi, saldırganlıkta sınır taşımayan ülkelerin davranışları, ABD cephesinde, savaşı büyütmek için, bulunmaz bir fırsat olarak görülmektedir. ABD, bunu değerlendirmekte kararlı gibidir.

Tüm bu gerilim ve savaş kundakçılığı içinde, bir tek çıkış yolu kendini göstermektedir. İçinde yer aldığımız bölgenin tüm ezilen halkları, emperyalizme, başta ABD emperyalizmine karşı, özgürlük için anti-emperyalist bir mücadeleyi geliştirmelidir.

Bu sadece bölgemizin halkları için geçerli değildir. Bu Ukrayna’nın, Doğu Avrupa’nın, Latin Amerika’nın, Asya’nın ve Afrika’nın tüm ezilen halkları için bir yoldur.

Acılara son verecek, savaşı durduracak güç, halkların özgürlük, sosyalizm mücadelesidir.

Bu, kapitalist-emperyalist sistemin büyük krizidir. Bu kriz, kapitalist sistemin yıkılması ile sonuçlanmadıkça, halklar kendi devletlerine karşı mücadeleye yönelmedikçe, krizin faturasını tüm dünya işçileri, dünyanın tüm ezilenleri ödeyecektir.

Barış, mistik, soyut bir talep değildir. Barış, uğruna savaşılarak kazanılacak bir dünya demektir. Barış, savaşsız sömürüsüz bir dünya için, sosyalizmin zaferi demektir. Barış, dünya proletaryasının ayağa kalkması ile sağlanabilir.

Dünya, insanlık, hava kadar, su kadar, sosyalizme muhtaçtır. o

Direniş güzelleştirir

Flormar işçileri, uzun süredir direniyor. Kozmetik sektörünün önemli firmalarından biri olan Flormar, işçilerin haklarını vermiyor. OHAL’den de beter Saray Rejimi’ni arkasına alan her patron gibi Flormar patronu da, işçilerin taleplerine kulaklarını tıkıyor.

Flormar’da direnen işçiler ise, “Flormar değil, direniş güzelleştirir” diyorlar.

Doğrudur, yerindedir.

Bilimsel anlamda doğrudur. Hayatın gerçeğidir. Direniş dışında insan kalmanın, insan onurunu korumanın, haklarına sahip çıkmanın yolu yoktur. Direnmek, hakkına sahip çıkmak, en temel insan olma göstergesi hâline gelmiştir. Ve kim direniyorsa, insanlaşıyor, insana ait her şeyi hücrelerinde yeniden yaşamaya başlıyor.

Boyun eğen, hakları gasp edilince susan, korkudan kendi haklarına sahip çıkmayan işçi, giderek, kendini ezen Saray Rejimi karşısında insan olmaktan çıkıyor. Bu, çirkinliğin, çirkinleşmenin, onurunu yitirmenin ta kendisidir.

Sadece Flormar işçisi direnmiyor.

TüvTürk işçileri de direniyor.

3. Havalimanı işçilerine bakın, yıllardır orada, insanlıkdışı işkence koşullarında, “milletin anasını” sözlerinin sahiplerinin şantiyelerinde, Rönesans şantiyelerinde, Özdemir İnşaat şantiyelerinde, Saray’ın müteahhiti Cengiz İnşaat’ın şantiyelerinde köle gibi çalıştırılan, yüzlerce kardeşleri inşaat alanında ölen ve betona gömülen işçiler, birdenbire, direnişle güzelleştiler.

İzmir’de İZBAN işçileri direniştedir.

Cargill işçileri direniştedir. Türkiye’de tarım politikalarını belirleyen, özel tohumlarla tüm toprağı zehirleyen, GDO’lu üretimin motoru, Erdoğan’ın Beyaz Saray ziyaretlerinde koltuğunun altına dosyaları sıkıştırılan Cargill işçileri, direniştedir. Çiftçinin kendi tohumunu sertifika gerekli diyerek ektirmeyen TC devletinin politikalarını oluşturan bu Cargill firmasıdır. Cargill, AK Parti döneminde 4 kere yasa değiştirmiş ve bunu bizzat “eyy Amerika” diye konuşan Erdoğan yaptırmıştır.

Şimdi, acaba Cargill işçisi sadece kendi adına mı direniyor?

Süperpak işçileri direniyor.

Tariş işçileri direniyor.

Bunlar sadece birkaçı. İşçiler direniyor, işçi sınıfı direniyor. Direndikçe, düşünmeye başlıyor, direndikçe özgürleşiyor, direndikçe insanlaşıyor, direndikçe, işçi kardeşliğinin ne demek olduğunu anlıyor, direndikçe sınıf bilinci gelişiyor.

Direndikçe, işçiler, bir sınıf olduklarını anlıyor, kavramaya başlıyor.

Direniş güzelleştiriyor, eğitiyor, öğretiyor, daha büyük mücadele günlerine hazırlıyor.

Saray Rejimi’nin saldırgan, karanlık, yalanlarla beslenen baskı politikalarına rağmen, işçilerin direnişi her alanda gelişiyor.

Bu saydıklarımız sadece ilk akla gelenler, sadece öne çıkanlar, sadece uzun süredir süren direnişlerdir. Oysa bunlar, gerçekleşen direnişlerin yüzde biri bile değildir. İşçi sınıfı, yokluk, horlanma, açlık, işsizlik, aşağılanma koşullarına karşı direnme seçeneğine sarılıyor.

İşte bu nedenle, Saray’ın koridorlarını korku salmıştır. Saray’da çalışan temizlik işçileri, Saray’da çalışan elektrikçiler, Saray mutfağında çalışanlar, kısacası Saray’da biraz fazla maaşla tutulan işçiler, Erdoğan’ın en büyük korkusudur. Acaba, Saray mutfağından mı zehirlenecek, yoksa Saray’da çalışan bir temizlik işçisi önüne mi atlayacak? Erdoğan’ın Saray’ında korku hakimdir. Bunun için işçilere, özellikle hakkını arayan, direnen işçilere saldırıyor.

Baskı ve şiddet, sadece ve sadece, kendi korkularını bastırıyor. İşçi ve halk hareketi, bir süre suskun kalabilir, ama sürekli sessiz kalması mümkün değildir.

Saray’ı saran korku, elektrik masrafları ile giderilecek korku değildir. Her ışığı yaksanız da, bu korku alttan geliyor.

Bu nedenle Saray, akıl almaz bir saldırganlık sergiliyor.

Bu nedenle, Gezi Direnişi’ne saldırmak için, yıllar sonra dahi, uyduruk iddianameler hazırlıyorlar.

Bu nedenle, Kürt halkına dönük saldırıların ardı arkası kesilmiyor.

Bu nedenle, seçime giderken Saray, “istemediğim belediye başkanı seçilirse kayyum atarım” diye tehditler savuruyor.

Bu nedenle Saray, Metin Akpınar ve Müjdat Gezen örneğinde olduğu gibi, kendisine karşı çıkan herkesi cezalandırmak için yargıya emirler yağdırıyor.

Açık ve net olarak Saray Rejimi gösteriyor ki;

Basın, karanlık üretmekle, yalan üretmekle görevli, tamamen devlet kontrolünde bir araçtır.

Yargı, tamamen, ordu ve polisten oluşan baskı aygıtının açık bir uzantısıdır. Yargı, tamamen baskı aygıtına monte edilmiştir.

Ordu, polis, yargıdan oluşan baskı aygıtı, çetelerle takviye edilmiştir. Çeteleşme, tüm devlet yönetiminin her alanında egemendir.

İşte Saray Rejimi budur.

Baskı ve devlet terörü ile, işçileri, halkları sindirmeye, susturmaya çalışıyorlar. Biraz dik duran aydınlara saldırıyorlar.

Aydınların suskunluğu ne kadar utanılasıdır.

İşte işçi direnişlerinin yayılması da o kadar aydınlatıcı olacaktır.

Uzun ve utanılası, insanı kirleten sessizlik dönemi boyunca işçiler, pek çok haklarını kaybetmişlerdir. Devlet, çeteleri ve patronlar, işçilerin haklarını gaspetmişlerdir. Erdoğan açık olarak, işçi düşmanı tutumunu her fırsatta dile getirmiştir. Grev ertelemeleri, iş cinayetleri karşısında bu denli aşağılayıcı, bu denli kibirli, bu denli zalim tutum alan Erdoğan, şimdi işçilerin 2020 TL’lik asgarî ücretinin büyük bir ödül olduğunu açıklıyor.

Ve şimdi, bıçak kemiğe dayanmıştır.

İşsizlik, açlık, yoksulluk, sokakta kol gezmektedir.

Ve işçiler, direnme yoluna girmişlerdir.

Direniş özgürleştiriyor.

Direniş birleştiriyor.

Direniş karanlığı deliyor ve aydınlatıyor.

İşçi sınıfının gerçek gücünü anlamasının tek yolu direniştir.

Direniş, örgütlülükle gelişir, örgütlülük ne kadar sağlam ise o kadar zafere ulaşmayı garantiler.

Yaşasın örgütlü direniş!

Selâm olsun, direnerek güzelleşene!

Yaşasın işçi sınıfının birliği ve kardeşliği!

Çete devletin nihai mağduru: Ceren Damar

Çete devletin yarattığı kültür hızla karşılığını buluyor. Dizileriyle, egemenlerin söylemleriyle, her gün yeniden ürettiği bu kültürün toplumun birçok kesiminde yarattığı algı kadına yönelik şiddette, değersizleştirilen akademide ve üniversitelerdeki özel güvenlik-polis-paramiliter üçgeninde kendini göstermekte. Bu algının en basitinden karşılığını dizilere özenerek çetecilik oynayan çocuklardan tutun ismi türlü yolsuzluklarla, iş cinayetleriyle anılan Cengiz-Kolin-Limak inşaat çetesine kadar görmekteyiz.

Akademisyenlerin hukuksuzca ihraç edilmeleri, Ankara Üniversitesi Cebeci kampüsünde devletin okullarını bırakmak istemeyen akademisyenlerin karşısına polisi dikmesi, açlığa mahkum edilen ihraç akademisyenlerin her türlü direnişine gerek desteklediği paramiliter çeteleriyle gerek polisiyle saldırması akademiyi değersizleştirmekte, çete devlet örgütlenmesinin açığa vurumu olarak ortaya çıkmaktadır. Üniversitelerde son yıllarda çıkan kimlik sorma, çanta arama vb. güvenlik uygulamaları ise öğrenci hareketine ket vurmak için yapılan naylon güvenlik önlemleridir. Özel güvenliğin pek yakın olduğu kampüs içi paramiliter oluşumlar elini kolunu sallayarak kampüse girebilirken, bizim öğrenciler olarak bahçede üç kişi otururken etrafımızda güvenlik görevlilerinin belirmesi, ailelerimizin dahi kampüs sınırlarına birkaç güvenlik onayından geçmeden girememesi, geçen seneye kadar İstanbul Üniversitesi’ne enstrümanla dahi giremememiz; bu güvenlik önlemlerinin öğrencilerin güvenliği için değil, egemen güçler ve onların çeteleri için olduğu gerçeğinin en somut karşılığıdır. Bir kadın akademisyenin, kendi odasında vurularak öldürüldüğü gerçeği de çete devletin ayrımcı dilinin körüklediği kadına yönelik şiddetin aldığı boyutu göstermekte.

Bütün bu olaylara baktığımızda, birbirinden bağımsız olmadıklarını görüyoruz. Bu çete devletin işine gelmeyen, kendisine katamadığı her unsurun ezilmesi, yok edilmeye çalışılması işleyişinin doğal bir sonucudur. Çete devletin yansımalarının sonucu olarak 24 yaşında genç bir kadın akademisyen, Ceren Damar öldürülmüştür. Bizler bu düzene karşı birlik olmadıkça, sesimiz teker teker çıktıkça maalesef ki düzenin son kurbanı Ceren hocamız olmayacaktır. Bu düzene karşı olan öfkemizi, itirazımızı, başka bir dünya hayalimizi somutlaştırmanın tek yolu örgütlü bir mücadeledir.

Umut sende, umut birbirimizde, umut örgütlü direnişte!

Özgür Lise Dergisi 45. sayı çıktı

İçindekiler;

-Merhaba

-Özgür Liseli Olmak

-Bir Devrimcinin İlk Engeli Aile Hapishanesi

-Çobanına Aşık Koyunlar

-Aramızdalar Şimdi ve Daima

-Bir Liseliden Toplumun Düşünce Yapısı

-Aptal Mı Bu Çocuklar Yoksa Aga?

-Açlıktan Verem Olana Bal Ye Diyorlar

-Haberler

-Okur Mektupları

Dergi temin noktaları için sosyal medya hesaplarımıza mesaj atabilirsiniz.

https://www.facebook.com/ozgurlise

İşçi Gazetesi’nin 168. sayısı çıktı

Gazetemizi, Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği (AKA-DER) şubeleri, Kaldıraç yayınevi büroları ve yayınlarının satışını yapan kitapevlerinden temin edebilirsiniz.

Okurlarımızı, İşçi gazetesini daha fazla emekçilere ulaştırmak için yürütülen dağıtım satış faaliyetlerine destek olmaya davet ediyoruz.

Dünyayı istiyoruz kırıntıları değil!

İşçi Gazetesi / 26 Kasım 2018

Bu gemi zafere ulaşacak!

İstanbul, Ankara, Antakya ve İzmir’de Bekir Kilerci, Ali Serkan Eroğlu ve Erdal Eren nezdinde devrimci mücadelede hayatını kaybeden yoldaşlarımız anıldı.

Yoldaşımız, ortağımız Komutan Bekir Kilerci (Burhanettin Akdoğdu), 13 Aralık 1997 yılında Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde işkencede katledildiğinde, yoldaşlarına ve sınıfına, şiirleri, öyküleri ve kavgasıyla bir yaşam bıraktı.

Yoldaşımız, ortağımız Ali Serkan Eroğlu, 24 Aralık 1997’de, polisin muhbirlik teklifini kabul etmediği için okulunun tuvaletinde asılarak katledildiğinde, gençti, onurluydu. İnsanların yaşamına bilgiyle, sevgiyle, umutla sızan biriydi. İnsan olmanın çığlığı oldu.

Ortaklarımız için İstanbul, İzmir, Ankara, Antakya’da anma etkinlikleri düzenlendi. Bekir Kilerci için 13 Aralık’ta Bandırma’da, Ali Serkan Eroğlu için 24 Aralık’ta Tire’de mezar başı anmaları yapıldı.

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu kavgamızda yaşıyor!

Kaldıraç dergisi İstanbul bürosunda yapılan anma öncesinde, Ekim Devrimi’nin 101. yılına ithafen Abbasağa Parkı’na Ekim Devrimi konulu görseller yapıştırıldı. Anma, tüm devrimciler nezdinde yapılan saygı duruşuyla başladı. Daha sonra Bekir Kilerci’yi anlatan belgesel gösterimi izlendi. Propaganda video-eylem grubunun Bekir Kilerci’nin “Kibrit Meselesi” öyküsünden hazırladığı video seyredildi. Video, salonda okunan şiirlerle tamamlandı. Kaldıraç temsilcisinin; bu sisteme, baskıya, aşağılanmaya karşı insan olarak kalabilmenin tek yolunun direnmekten, devrimci olarak yaşamaktan geçtiğini vurgulayan konuşmasından sonra Bekir Kilerci’nin öykülerinden ‘Mustafa’yı Isıtmak İçin’den düzenlenmiş tiyatro oyunu ilgiyle izlendi.

AKA-DER Sarıgazi, Gazi, Kadıköy, Maltepe Şubelerinde anma etkinlikleri düzenlendi. Alibeyköy’de ‘Komutan Bekir Yaşıyor Anadolu Savaşıyor’ pankartı ile meşaleli yürüyüş yapıldı. Aydos’ta yapılmak istenen sokak anmasına polis saldırısı oldu, 6 okurumuz gözaltına alındı.

“Dünyayı değiştirmek, gerçeği değiştirmek irade işidir”

Ankara Düşkapanı Sahnesi’nde yapılan anma, Bekir Kilerci’nin Savaşçının Türküsü kitabındaki “Resim” adlı öykünün tiyatro temsiliyle başladı. Oyunun ardından Nâzım Hikmet’in “Kan Ter İçinde” şiiri okundu.

“Devrettikleri isyan bayrağı aydınlık yarınlara bir adım daha yaklaştırıyor” denilerek Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu nezdinde tüm devrim şehitleri için saygı duruşu ile devam eden anmada Kaldıraç dergisi adına Yusuf Bahtiyar Özkan tarafından konuşma yapıldı. Özkan, 101. yılını yaşadığımız Ekim Devrimi’ni yaratanlara selâm göndererek başladığı konuşmasında, bugün yaşadığımız koşullarda örgütün ve örgütlü mücadelenin gereklerine vurgu yaptı. Özkan; “Örgütlü olmak demek cesur olmak demektir. Gerçeği anlayabilmek, kabullenmek ve onunla yüzleşebilmektir cesaret. Bu yüzleşmeyi yapmadan, alışkanlıklarımızdan kurtulmadan mücadelemizi sürekli bir atılganlıkla yürütmek mümkün değildir. Biz bir an için hevesi kabarıp, bu insanlık tarihi kadar eski özgürlük ve komünizm mücadelesini sonuna kadar sürdüremeyiz. Biz daha derinden gelen, daha oturmuş bir enerji ile sürekli mücadeleyi sürdürür ve yükseltebiliriz. Elbette ‘gerçeği’ değiştirmek için buradayız. Dünyayı değiştirmek, gerçeği değiştirmek irade işidir. İrade, aynı zamanda bu yolun dikenli ve uzun olmasına da dayanıklılık demektir. Yoldaşlardan aldığımız ve her gün yeniden öğrenmeye çalıştığımız bu iradeyi, morali, iddiayı içinden geçtiğimiz şu günlerde ve önümüzdeki dönemlerde gelişecek hareketlilikleri öngörerek yeni 15-16 Haziran’lar, Gezi’ler için daha da çelikleştirmeliyiz. Çelikleştirmeliyiz ki bu irademizi, örgütlülüğümüzü, örgütümüzü yeni Ekim’leri ve Küba’ları yaratabilelim” dedi. Katılan dost kurumların selâmlanmasının ardından Grup Liberte’nin söylediği marşlarla anma etkinliği sonlandırıldı.

Tuzluçayır’da ise önce mahalle içinde ajitasyon ve sloganlara yürüyüş yapıldı, daha sonra Tuzluçayır Meydanı’nda anma programı gerçekleştirildi. Örgütleme çağrısı yapılan anmada; “İnsanlık tarihini, örgütlenerek kaderini ellerine almaya karar veren işçiler, emekçiler, halklar yazacaktır” denildi.

Şimdi ve daima

İzmir TÜMTİS Şubesi’nde yapılan anma programı saygı duruşu ile başladı. Ardından sinevizyon izlendi ve Bekir Kilerci’nin “Kibrit Meselesi” öyküsünden hazırlanan kısa film seyredildi. Bekir’in ve Ali Serkan’ın şiirleri okundu. Serkan’ın mücadelesini bugün de fakültelerde, kampüslerde sürdüren yoldaşlarımız adına Kaldıraç’tan öğrenciler konuşma yaptı.

Kaldıraç adına yapılan konuşmada; “Kapitalizm kendi varlığı için gerekli olanı bize ihtiyacımız olanmış gibi sunmaya çalışır. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, insana dair olanı yok etmeye güçleri yetmemektedir. Kurtuluşumuzun tek yolu örgütlenmektir. Mesele inandığımız şey uğruna ne yapmak istediğimiz ve adım atmaktan imtina etmemek meselesidir. Gezi, yılların verdiği birikimin sonucudur ve bugün de bu birikim mevcuttur. Nihaî zafere ancak hep birlikte adım atarak ulaşabiliriz” denildi. Son olarak; “Kurtuluşumuz devrimci sosyalizm mücadelesindedir. Bu çağ sırtımızdan geçinen asalakların son çağıdır. Onlar da biliyor ki; bu baskı ve zulüm onları ayakta tutmaya yetmeyecek. Örgütleneceğiz, örgütleyeceğiz ve korkularını gerçeğe çevireceğiz” sözleriyle anma sonlandırıldı. Anmada, Grup Yorum Korosu ezgileriyle, Partizan ve İHD konuşmalarıyla “Devrimci Dayanışmayı Yükselteceğiz!” vurgusu yaptılar.

Yolunuz yolumuzdur!

Antakya AKA-DER Şube ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen anma; Bekir Kilerci, Ali Serkan Eroğlu ve Erdal Eren şahsında tüm devrim şehitleri adına gerçekleştirildi. Kaldıraç temsilcisinin konuşmasının ardından etkinlik sinevizyon gösterimi ve şiirlerle devam etti. Anma etkinliği, Kaldırım Müzik Topluluğu’nun müzik dinletisi ile sona erdi.

[vcv_widgets tag=”wpWidgetsCustom” key=”” instance=”%7B%22key%22%3A%22%22%2C%22value%22%3A%22%22%7D” args=”%7B%22before_title%22%3A%22%22%2C%22after_title%22%3A%22%22%2C%22before_widget%22%3A%22%22%2C%22after_widget%22%3A%22%22%7D”]