Ana Sayfa Blog Sayfa 129

Eğitim sistemi Görünenin arkası

Eğitim sistemi her açıdan “çarpıcı” bir süreç geçiriyor. “Çarpıcı”, çünkü, hemen her açıdan fakirleşiyor. Belki de bu “fakirleşme” terimi de işi anlatmaya yetmiyor.

2017-18 öğretim yılında, adına örgün öğretim denilen MEB sistemi içinde, yani ilkokuldan başlayarak, lise sona kadar, 18 milyonu aşkın genç eğitim görüyordu. Bugün bu rakamın, biraz daha arttığını düşünebiliriz.

Aynı dönemde, üniversitede eğitim görenlerin sayısı ise, 7,5 milyon kişiye yaklaşıyor. Üniversite denilince, iki yıllık yüksekokullar da içindedir.

Elbette, biz, bu istatistikleri gördüğümüzde, hemen, ne kadar “özel okul” var diye sorarız. Yaklaşık 1990’ların ortalarına kadar, “vakıf” okulları dışında, pek özel okul yoktu. Kolej diye anılan, Robert Koleji, Amerikan Koleji, Alman Lisesi, Saint Benoit, Saint-Joseph, Işık Okulları vb. az sayıda özel okul vardı. Ama Bedrettin Dalan’ın İstek Okulu, özel okullar sürecinin “yeni” gelişiminin başlangıcı oldu. Dalan, belediye başkanı olduğu dönemde, İstanbul’un çeşitli yerlerindeki arazileri kapatarak, İstek Vakfı’nı ve okullarını oluşturdu.

Bu özel okulları getiren süreç, gerçekte, ÖSS diye anılan, üniversite seçme sınavına dayalı sistemin “zorunlu kıldığı” dershanelerdir. Dershaneler, esas atağını, 12 Eylül sonrasında yaptı. Üniversiteye girme yarışı, dershanelerin gelişimini körüklerken, dershaneler, okullardan daha iyi “eğitim” verebilir hâle geldiler. Okullarda verilen “ders” ile sınavları kazanamayacağını düşünen veliler, çocuklarını dershanelere vermek için, akıl almaz paralar ödediler. Sistemi sorgulamak yerine, bireysel, sadece kendi çocukları için çözüm aradılar. Üniversiteye girme, 1980’li yıllarda, ilk 100 bin kişiden biri olabilme ayrıcalığı, dershanelerde büyük çaplı para ödemeyi gerektiriyordu.

Dershane sahipleri, daha iyi kâr eden bu sistemi daha da geliştirmek üzere, devlet okullarındaki en iyi öğretmenleri, daha yüksek ücretlerle, dershanelere aldılar. Bu durum, yumurta-tavuk döngüsündeki gibi, okullarda eğitimin “kalitesi”ni daha da düşürdü. Bu durum ise, dershanelere olan ihtiyacı daha da artırdı. Bu kez, sadece lise son öğrencileri için değil, liseye paralel olacak şekilde, lise birden başlayarak çalışan dershaneler oluştu. Eğitim, giderek yarım günlük programlara sığdırıldı. Çünkü kalan yarım günde dershaneye gitmeleri gerekiyordu.

Dershaneler, okulların yerini almıştı.

Gülen hareketi, bugünlerde FETÖ olarak anılan ve adını devletin verdiği, isim babasının devlet olduğu bir terör örgütü, işte bu dershaneler içinde, hem para kazandı, hem de örgütlendi. FEM, Işık Dershaneleri, Zirve, Anafen bu dershanelerin en meşhurlarındandır. Ve Gülen’e bağlı, şubeleri ile birlikte 900’e yakın dershane oluşmuştu. 2015 yılı rakamları bu yöndedir. Ve bu dershanelerde, 600 bini aşkın öğrenci “eğitim” alıyordu. Bu öğrencilerin bir bölümü ise yatılı idi. Etüt abileri, Gülen teşkilâtının “abilik” sisteminin temelini oluşturmuştur ve bugün AK Parti’deki de bundan çok farklı değildir.

Demek ki, dershaneler öyle bir boyuta gelmişti ki, bunca “Gülenci” dershaneyi içinde barındırabilmekte idi.

Tekrar söylüyorum, yarım gün üzerinden ikili müfredatın temel nedeni, dershaneler meselesidir. Bu da eğitimin nasıl bir rant alanı hâline geldiğinin göstergesidir.

Deniz Adalı’nın çok haklı olarak vurguladığı gibi, kapitalist sistem, eğitim, sağlık, ulaşım ve konut işlerini, giderek bozar, bunları çekilmez alanlar hâline, çözülmez sorunlar hâline getirir ve bu yolla bir rant alanına dönüştürür. Bu rantlaştırma, sorunu daha da büyütür ve bu da yeni rantlar yaratır.

Dershaneleri iyi anlarsak, özel okullaşma meselesini de anlayabiliriz. Özel okullaşma, 1990’ların ortalarında başlıyor. Ülkenin yakın döneme kadar, kârlılığın en yüksek olduğu iki sektöründen biri eğitim, diğeri ise sağlıktır. İnşaat, enerji, iletişim-ulaşım da onları takip etmektedir. Bunlar rant alanları olarak örgütlenmişlerdir.

Bugün, özel okullar (ilkokul-ortaokul olarak), yaklaşık 1.300.000 öğrencinin “eğitim” aldığı kurumlardır. Bunlara ana okullarını eklemeniz gerekir. Üniversitelerin özel olanlarında ise, 590 bine yakın öğrenci vardır.

Ama iş bununla sınırlı değildir.

İsmail Saymaz, Kimsesizler Cumhuriyeti adlı, son derece ilgi çekici, son derece düşündürücü kitabında, yurtlarla ilgili, tarikatlarla ilgili, bu yurtlarda yaşanan özellikle cinsel saldırı ve sapıklıklarla ilgili bilgiler vermektedir. Aslında hepimizin son yıllarda tanık olduğu bu olayları, bir arada okumak faydalı olacaktır.

Saymaz, Kredi Yurtlar Kurumu’na ait 738 yurt olduğunu söylüyor (bkz, İ. Saymaz, Kimsesizler Cumhuriyeti, s. 14) ve hemen ardından ekliyor: “Buna karşı 3964 özel yurt bulunuyor. Bu yurtlardan 2267’si ortaöğretim, 1197’si ise yüksek öğretim alanında çalışıyor. Orta öğretim yurtlarının 2153’ü derneklere, 65’i vakıflara; yükseköğretimdekilerin 343’ü derneklere, 113’ü vakıflara ait.”

Yani tarikatlara ait.

Devam ediyor: “Dernek ve vakıflara ait yurtların çoğu dini gruplar tarafından işletiliyor. Eğitimde dini yoğunlaşmanın iki gerekçesinden biri, ekonomik gelir, diğeri de örgütlenme olanağı.” (age s. 15).

Saymaz, çalışmasında, Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Prof. Dr Esergül Balcı’nın araştırmasına atıfta bulunarak, ülkede 800’ün üzerinde “medrese” bulunduğunu ve bu medreselere üç yaşına kadar çocuk kaydedildiğini, tarikatların elinden 1 milyon çocuğun geçtiğini söylüyor.

Görüldüğü gibi, “koyunun” etinden, sütünden, yününden “yararlanma” felsefesi, eğitim sistemi içinde bir hayli gelişkin durumdadır.

Öyle bir rant alanıdır ki bu;

1- Çocukları şekillendirmek için müthiş bir olanaktır,

2- Bu işten yüksek rantlar elde etmek mümkündür,

3- Elbette bu çocukları çeşitli ihtiyaçlar (başta cinsellik olmak üzere) için kullanmak mümkündür.

Bizim dikkat noktamız ise, bu pislik hâline getirilmiş olan eğitim alanının, aslında gerçekte ne için organize edildiğidir.

Eğitimin esas işlevi, düzene uygun kafalar yetiştirmektir. Görünenin arkasındaki gerçek budur. Harun Karadeniz’in “düzene uygun kafalar” vurgusu, yerindedir, sadece daha da ileri bir boyuttadır.

Zorunlu eğitim, kapitalist sistemle birlikte gelişmiştir. Zorunlu eğitim, sistem için, kapitalist sömürü sistemini yönetebilmek için, yönetim işini daha “verimli ve sorunsuz” hâle getirmek için geliştirilmiştir. Elbette, sanayinin ihtiyaç duyduğu “okuma yazma bilen” insanlar yetiştirmenin bazı sorunlar yaratması mümkündür. Öyle de olmuştur. Hesap sorma, rakamları anlama, söylenenlerin ardındaki gerçeği ortaya çıkarma gibi “zararlı” yönleri olsa da, zorunlu eğitim, tüm nüfusu, kapitalist sistemin ihtiyaçlarına göre şekillendirme girişimidir.

Sömürge ülkelerde, bizim gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde, bu şekillendirme sürecinin içine, uluslararası sermaye de girmektedir. Sömürge olmayı kabullenmek, buna uygun bir kişilik oluşturmak, sadece “milli” eğitim politikalarının inisiyatifine bırakılamaz. İşte bu sömürgeleştirme, insanın ruhunu teslim alma politikaları, işin içine, din eğitiminin de girmesini, ülkenin durumuna uygun tarzda geliştirilmesini gerektirmektedir. Bizim ülkemizde olan da budur.

Bu tarikatlar, bir yandan para ile bağlıdır. Din, ticarileşmiş, piyasa ekonomisinin bir uzantısı hâline sokulmuştur. Buna uygun olarak da bu tarikatların içine uluslararası güçler, denetimi ele alacak tarzda girmişlerdir. ABD emperyalizminin, bölgemizde çok iyi bilinen “yeşil kuşak” projesi, sadece NATO’ya bağlı gladio türü özel savaş güçlerinin organizasyonu demek değildir. 12 Eylül ile birlikte şahlanan tarikatların bu gladio örgütlenmesi ile bağlı olduğu açıktır. Tarikatlara bir de bu gözle bakmak gerekir. Erdoğan’ın dindar bir nesil yetiştirme projesi, Gülen’in “altın nesil” yetiştirme projesi, ünlü yeşil kuşak projesinden bağımsız değildir.

Eğitimin piyasa ekonomisi kuralları ile düzenlenmesi, sadece özel okulların gelişimi demek de değildir. Bu aynı zamanda “rekabeti” tek enerji kaynağı, hayata tutunmanın tek yolu olarak gören nesiller yetiştirmenin de yoludur.

Düşünmeyen, sorgulamayan, itaat eden gençlerin yetiştirilmesi, eğitim sisteminin, MEB’e bağlı okulların da, özel okulların da, dinî eğitim veren kurumların da temel amacıdır. Bir yandan korkunç bir kâr kaynağıdır, bir yandan da itaatkâr bir nesil yetiştirmenin kaynağıdır.

Binlerce insanı, milyonlarca insanı, sistemin ihtiyaç duyduğu tarzda şekillendirmenin ana yolu budur.

1980 öncesinde var olan “özel okullar” ya da kolejler, aslında yönetici sınıf için kadrolar yetiştirme işi ile meşgul idi. Bugünün özel okulları ise, yabancı dil bilen ve uluslararası sermayenin isteklerine göre şekillenen, onlara hizmet edecek tarzda yetiştirilen bir yeni nesil yetiştirmek içindir. Bunun dışında kalan milyonlarca parasız ailenin çocukları için ise, en itaatkâr sistem, dinî eğitimdir.

Eğitim sistemi, soru sormayı, öğrenme hevesini, öğrenmekten doğan enerjiyi, insanın merak etme hâlini ve eğilimlerini kontrol altına almak için organize edilmektedir. Tüm metotlar bunun üzerine kuruludur. Eğitim sistemi, aklı kullamayı, öğrenmeyi geliştirmeyi, kendine güvenin gelişimini engellemek üzere geliştirilmektedir. Bir nevî, “terbiye” etme çarkıdır. Bu çarkın başarısı, en başta öğretmenin vasıfsızlandırılması ile mümkündür. Vasıfsızlaştırılmış öğretmen, eğitim çarkının bir girdisidir. Bir konuyu, bir süreci, bir işi öğretmeyi değil, sistemin istediği tarzda bir kişilik yaratmayı hedeflemektedir. Bunun için öğretmenin de vasıfsızlandırılması gereklidir.

Öğrenci bu eğitim sisteminin bir öznesi değildir. Öğrenci, sonunda paketlenecek tarzda bu çarktan çıkacak, bu bant üretiminden çıkacak bir mamüldür. Pazara sunulmak üzere eğitilmektedir ve eğitim, şekil almak demektir.

Öğrenci, bir insan, bir toplumsal varlık olarak ele alınmaz. Onun merak, öğrenme vb. dürtüleri kontrol edilerek, ihtiyaca uygun hâle getirilmesi sağlanmaktadır. Köleleştiricidir. Köleleşmesi için eğitilmektedir. Tüm ödül ve ceza sistemi bunun üzerine kuruludur. Öğretmenin yöntemlerinden, sınav ve not sistemine kadar her şey buna uygun organize edilmektedir. Eğitim aracılığı ile, toplumun sınıfsal yapısı yeniden üretilmektedir. Ve bunlar yapılırken, öğrencinin soru sorma, hak arama, haksızlıklara karşı çıkma, paylaşma, çözüm arama, doğru analiz yapma yetenekleri de yok edilmektedir. Böylece sistem, bir bütün olarak devam etme sürecini sağlama almaya, garantiye almaya çalışmaktadır. Yönetenler, kendilerinin daha rahat yönetebilmesi için gerekli olan “insan”ı üretmektedirler.

Görünenin arkasında var olan budur.

Bu sadece AK Partili iktidarlara ait bir politika değildir. 12 Eylül ve onun doğrudan ürünü olan Erdoğan ve onun sarayının politikaları, günümüz şartlarına uygun tarzda, bu amacı yerine getirmek üzere geliştirilmiş politikalardır. Bu politikalar, uluslararası sermayenin ve içeride burjuva iktidarın isteklerinin ürünüdür. Elbette, her iktidar, bu arada doğan büyük ranttan payını almaktadır.

Eğitimin bilimsellikten uzaklaşması, özgürleştirici değil de köleleştirici hâle getirilmesi, bu görünenin arkasındaki ana gerçekliğin, sisteme uygun kafalar yetiştirme isteğinin sonuçlarıdır. Tüm eğitim sistemin öznesi, öğrenciler veya öğretmenler değildir, öznesi, uluslararası sermaye ve onların yerli ortaklarıdır. Kararları onlar verirler. Onlara gerekli olan öğretmen, bu amaca uygun tarzda yine bu sistemin içinde yetiştirilir. En sıradan gerçeklerden habersiz, topluma yabancı, kendine güveni kırılmış, merakı ve öğrenme heyecanı yok edilmiş, söyleneni anlama ve yapma yeteneği yüklenmiş, sosyalleşememiş bir nesil yetiştirmektedirler. Ve her şeyi buna uygun düzenlemektedirler. Bunun için, uluslararası alanda faaliyet gösteren, özel vakıfları vardır. Bu vakıflar, çoğunlukla Rockefeller gibi büyük sermaye grupları tarafından organize edilmektedir. Ve elbette bunların, ülkemizde de uzantıları vardır. karar vericiler, düzenleyiciler bunlardır.

Resmi böyle koyunca, eğitim sisteminin sadece bir yönüne karşı çıkmanın yeterli olmayacağı ortaya çıkacaktır. Giderek pisleşen, çirkinleşen, çürüyen bu eğitim sistemini toptan reddetmek, özgür ve bilimsel bir eğitimden yana olmak gereklidir. Bu mücadele, tüm sistemi değiştirme, kendi kaderini eline alma, insanlaşma mücadelesidir. Bu mücadele, işçi sınıfının sömürüye son verme mücadelesinin bir parçasıdır.

Erdoğan’ın Almanya ziyareti Kırmızı halı, karanlık pazarlıklar

Erdoğan, Almanya’da, kırmızı halı ile karşılandı. Böyle bir manşet, Saray medyasına yeter mi? Sanıyorum yetmez. Cihan lideri, pardon Cihan Padişahı Erdoğan efendimizin zaten kırmızı halı olmadan karşılanması mümkün müdür? Almanya, sen de kimsin ki, Erdoğan’ı kırmızı halı ile karşılamayacaksın?

Almanlar çok düşünmemiş olmalılar. Kırmızı halıyı sermeye razı olmuşlar. Alacaklarını aldıklarını düşününce, Erdoğan’ı şişirmenin, hiç de sorun olmadığına karar verdiler. Serdiler kırmızı halıyı, küçük övücü sözleri de ihmal etmediler. Görüntü güzel, ama arkası Erdoğan için rezalet olsa gerek.

Saray medyası yazmaz ama Erdoğan, son dönemlerde değil sadece, bu tarzda itilip kalkılmaya alışıktır.

Amerikalılar için “eğilip bükülmesi kolay, belkemiği olmayan adam” ünvanları ile anılıyor kendisi. İster başına fes koy, ister çuval. İsrail için nişan verilecek kişidir ve nişanı teatral yeteneğinine vermedikleri kesindir. İsrail için “ver parayı, al Saray’ı” Erdoğan’a bakışı özetler. İngiltere için “dinin en rahat evrilip çevrileceği bir lider”dir Erdoğan. İçeride ise kendisini aldatmayan kalmadı. FETÖ adı takılan (bir örgüte, ilk kez TC devleti, kendisi isim takmıştır. Kendileri ise “hizmet hareketi” demektedir. Normal olanı, devletin, Hizmet Hareketi bir terör örgütüdür demesidir. Oysa TC devleti, bir örgütün isim babası olmuş, ona FETÖ demiştir.) örgüt tarafından aldatılmış ve sonuna kadar kullanılmıştır.

Öyle anlaşılıyor, Erdoğan’a kırmızı halıyı serdin mi, gerisi kolaydır. Biraz onurunu okşayacaksın, biraz pohpohlayacaksın, gerisi kolaydır. Almanlar bunu keşfetmiş olmalılar. Erdoğan’ı izleyen Saray medyası, Erdoğan’ın ne kadar övüldüğünü anlatmaktan başka, somut, bu ziyaretle ilgili bir haber vermemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan’ın dar çevresi de böyle kişilerden, kendini pohpohlayan, sürekli “padişahım efendimiz” diye yaltaklanan kişilerden oluşuyor. Böylece Erdoğan’a istediklerini yaptırma şansı elde ediyorlar.

Almanya ziyareti bunların sahnelendiği bir ziyaret oldu.

1- Merkel ile görüşmenin yolu, Merkel’e “Nazi” benzetmesi yapmaktan geçiyormuş. Erdoğan, kendisine Nazi benzetmesi yaptı ve sonunda iki lider, bir araya geldiler. İsterseniz buna Erdoğan’ın başarısı diyebilirsiniz. Ama demeden, resmin tümünü bir görelim.

Merkel, sadece Erdoğan onuruna verilen yemeğe katılmamıştır. Böylece, kendisini zora sokan Alman kamuoyu tepkisini biraz olsun rahatlatmak istemiştir. Yani Merkel, kendisine Nazi diyen Erdoğan’ı kabul etmiş ama yemeğine gitmemiştir.

2- Almanya, Erdoğan’ın isteklerinin bir bölümünü kabul etmiştir. Gösteri bölümü önemlidir. Erdoğan, işin havasındadır, görüntü kısmındadır. Ver havayı, al parayı. Erdoğan’a havayı verdiniz mi, mutlaka size satacak bir şey bulur, mutlaka size verecek bir ihale çıkarır.

Kabul ettikleri ilk istek, Köln’de cami açılışıdır. Bunu da sınırlı tutmak istediler. Erdoğan’ın büyük miting yapma, tüm Almanya’da yaşayanları Köln’de toplama planlarına sınır koydular. Muhtemelen güvenlik gerekçesi ile.

Ama, Köln’ün bağlı olduğu eyalet başkanı ile, bir tarihî sarayda yapacağı görüşme, maalesef havaalanında gerçekleşmek zorunda kaldı. Tarihî sarayın sahibi, bu bahçeye Erdoğan giremez diye ısrar etti. Yerel parlamento sarayın sahibine baskı yaptı. Sarayın sahibi, mahkemeye gitti ve mahkemeden kendisi lehine karar çıktı. Özel mülktür ve Erdoğan’a izin vermeme hakkı vardır. Erdoğan, aslında kendine yapılmak istenen bir jestten mahrum kaldı. Hava için ata binecekken, attan düşmek gibi bir durum yaşadı.

İkinci isteği, Can Dündar’ın basın toplantısına katılımına izin verilmemesi idi. Normalde basın toplantısına Can Dündar da davetli idi. Ama Alman devletinin böyle ince-zarif numaraları vardır.

Pazarlığı düşük düzeyde tutmak için, Erdoğan’a basın toplantısına Can Dündar’ın davet edilmesinde bir mahsur görüp görmediği, usulünce sorulmuştur. Erdoğan, birkaç küfür eşliğinde küplere binmiş ve hayır demiştir. Almanların beklediği bir cevap olduğu kesindir. İşte bu durumu bir jeste çevirmek sırası gelmiştir. Almanlar, Can Dündar’a durumu anlatıp, gelmemesinin çok doğru olduğunu iletip, ama “yine de karar senin” demişler. Bilgiler bu yöndedir. Can Dündar, Alman demokrasisinin inceliklerine bakıp “ikna” olmuş olmalıdır. Ve basın toplantısında Can Dündar yoktur.

Bunlar Erdoğan’a yapılan “gurur okşayıcı” jestlerdir. Koskoca dünya liderine, bunları verirsen, elbette Siemens’in “demiryolu ihalesini alması”nın yolunu açmış olursun. Erdoğan, bu jestlerin altında kalmaz. Gerekirse ülkeyi satar, yine de altında kalmaz!

3- Gerçekte ise, bu seremonileri bir yana bırakacak olursak, Türkiye’nin Almanya’dan istediği açıktır. Gel bizim koruyucumuz ol, gel bize para ver, gel bize yardım et ve ne istersen verelim. Değil mi ki, tarihte, mesela Birinci Dünya Savaşı öncesinde, İngiltere’ye yakın gibi duran Osmanlı, son anda, Alman tarafında savaşa girmiştir. Değil mi ki, İkinci Dünya Savaşı döneminde Türkiye, Hitler’e her türlü gizli desteği sunmuştur. İki ülke tarihlerinde bir yol arkadaşlığı vardır.

İşte Türkiye, bu zor dönemde, ekonomik kriz başını göstermiş iken, üstelik krizin çok şiddetli gelmekte olduğu açığa çıkmış iken, Almanya’dan yardım talebi söz konusudur.

– Öyle anlaşılıyor ki, Almanlar, Türkiye ekonomisinin istikrarından yana olduklarını, Türkiye’deki yatırımlarını koruma isteğinde olduklarını beyan etmişlerdir.

– Öyle anlaşılıyor ki, Almanlar, kur artışlarını frenlemenin yolunun IMF’den geçtiğini de söylemişlerdir. Başka türlü borçları ödeyecek paranın bulunması mümkün görünmemektedir.

– Yine öyle anlaşılıyor ki, askerî üretim için bazı parçaların biraz gizli satılması konusunda anlaşmış olabilirler.

4- Almanya’nın temel konuları biraz farklıdır.

İlki, Almanya, Türkiye’deki ekonomik yatırımlarını korumak istiyor. Bu nedenle, bu “ortaklaşa sömürge”nin, ABD tarafından siyasal olarak kontrol edilen Türkiye’nin, ekonomik alanda kendi tekellerinin çıkarlarına zarar verecek hâle gelmemesini istiyor. Bunun adını, Almanya, Türkiye’yi, Rusya’ya kaptırmamak olarak koyuyor. Kaptırmamak bölümü doğru olsa da, Almanya ve ABD arasında, Türkiye’nin paylaşılması konusunda hem anlaşmalar, hem de çatışmalar olduğu açıktır. Almanya, IMF’ye gidin derken, esas olarak ABD kökenli sermayenin manevralarını sınırlandırmak istiyor. Nihayet IMF, tüm kapitalist dünyanın ortak örgütüdür, Türkiye de dahil, orada hisseleri vardır. ABD’nin burada belirleyici (galiba %17) ağırlığı olsa da, bu programların, halklara verecekleri zararlar dışında, tekellere, özelde de Alman tekellerine bir zararı olmayacaktır.

Bu nedenle Almanya, “istikrarlı bir Türkiye” diyor. Yine bu nedenle IMF kapısını gösteriyor. Böylece, kendi varlığını riske etmek istemiyor.

Almanya’nın ikinci gündemi, mülteciler meselesidir. Erdoğan, Saray, çeşitli yollarla, açıkça AB ülkelerini, en çok da Almanya’yı, IŞİD çeteleri ile tehdit etmiştir. Mesele göç meselesi değildir. Bugün Suriye’de savaş sona erse, bugün İdlib, Suriye güçlerinin eline geçse, bugün Suriye’de yeni bir anayasal rejim oluşsa, Suriyeli göçmenlerin çoğu geri dönecektir. Suriyeli göçmenler, göçmen kitleler içinde en eğitimlisi, muhtemelen de en varlıklılarıdır. Mesele savaş ve savaş koşullarıdır. Ama Türkiye, bu durumu, bir pazarlık ve tehdit unsuru olarak kullanmaktadır.

5- Elbette bunlar, kırmızı halının üzerinde değil, karanlık pazarlıkların yapıldığı odalarda konuşulmaktadır. Ve yine öyle anlaşılıyor işin ismi, AB sürecinin yeniden canlandırılması olarak konmaktadır.

Türkiye açısından durum, belki Birinci Dünya Savaşı öncesine benzetilebilir. O zaman da dünya çapında bir paylaşım savaşı gündemde idi, bugün de öyledir. O zaman birincisi idi, şimdi üçüncüsüdür. O zaman Osmanlı borç batağında ve çözülmekte olan bir devlet idi, şimdi de aynısıdır. Osmanlı bir imparatorluk idi, Türkiye ise, “ortaklaşa sömürge” olan bir ülkedir.

Türkiye’nin “eski Osmanlı” hayallerini kaşıyarak onu Ortadoğu’ya sürmek, aslında, tilkiyi ava çağırıp, kendisinin akşam yemeği olduğunu hissettirmemenin yoludur. Türkiye, “zafer”ler kazanmak ve “Osmanlı” hayalleri ile, Ortadoğu’ya dalmış görünmektedir. Ama bu, vitrine yansıyandır. Gerçekte, Türkiye, siyasal açıdan bağlı olduğu ABD’nin emri ile, Ortadoğu’da tam bir tetikçi olarak davranmaktadır. Osmanlıcılık falan işin hikâyesidir. Kimsenin inanmadığı, ancak bazı İslamî güçleri savaşçı hâline getirmek için kullanılan bir argümandır. O kadar. TC devleti, tam olarak ABD emrinde Ortadoğu’ya dalmıştır.

Ve bugün, “tilki”, hâlâ, paylaşılacak pastanın bir parçasının da kendisi olduğunu anlayamamaktadır. TC devletinin tüm yönetim kademelerinde Kürt karşıtlığı o denli yer etmiştir ki, aslında Kürdistan’daki her katliamın kendi sonları olduğunu göremiyorlar. Aslında Ortadoğu’daki her halkın aldığı her yara, gerçekte Anadolu halklarının da yarasıdır. Ve Suriye’nin, Irak’ın, Kürdistan’ın, İran’ın paylaşılması, mutlaka ve mutlaka içinde TC devleti dahil tüm bölgenin paylaşılmasıdır.

Almanya ziyareti, Saray’ın, ne verip ne alacağı konusuna kilitlendiğini göstermektedir.

Haydi anladık, Merkel ile görüşmek için ona Nazi benzetmesi ile saldırmak işe yarıyormuş. Peki, Nazi benzetmesi yaptığı kişilerden para dilenmek acaba Kasımpaşa raconuna sığıyor mu?

Demek Merkel için, kendisine ne denirse densin, işin ucunda çıkarlar varsa kabul edemeyeceği şey yokmuş ve demek Erdoğan için, ne kadar ağır sözler sarfederse etsin birisinin eline öpmesi için bir fırsat yeterli imiş.

Saray’ın tüm güçleri ile çıkartma yaptığı Almanya ziyaretinden çıkan sonuçlardan biri, Siemens’in demiryolu ihalesini alacak olmasıdır. 35 milyar dolarlık bir ihaledir.

İşte size bir benzerlik daha, Osmanlı’nın sonlarında, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, yine bir Ekim ayında, Bağdat demiryolu ihalesi Siemens’e verilmişti.

Almanya ziyaretine bir de bu gözle bakmak gerekir.

Merkel, muhtemelen gelecek seçimlerde Almanya’nın başında olmayacaktır. Ama eğer bu arada, Türkiye’yi ABD kontrolüne tam olarak bırakmamayı başarabilirse, Alman tekelleri için iyi iş yapmış olacaktır. Bunu denediği anlaşılmaktadır.

Erdoğan’ın seçilmeme sorunu yoktur. O zaten, doğarken yaradan tarafından seçilmiştir. Yaradandan üstün halk olmayacağına göre, her seçim aslında bir vitrin düzenlemesidir. Yoksa seçimin sonuçları, seçimden birkaç gün önce, garip oğlan Bilal’e veya zeki kız Sümeyye’ye ayan olmaktadır ve TV kanalları aracılığı ile halka yansımaktadır. Ama Erdoğan, eğer, Almanya’nın “istikrardan” yana olması durumunu kullanabilirse ve oradan biraz para bulabilirse diye yaptığı hamleler, Saray’ı biraz olsun rahatlatacaktır.

İşte ziyaretin esas nedenleri bunlardır. o

İnsan “tasması”; cep telefonu

Tasma sözünü biz, daha çok hayvanların sahiplenilmesi ile öğrendik. Tasma, evcilleşmenin otomatik sonu değildir. Evcilleşme, sahiplenme ve mülkiyet ilişkileri ile bağlandıkça, daha çok bu mülkiyet meselesi nedeni ile “tasma” gelişip yaygınlaşmış olmalıdır.

Tasma, hayvanın kime ait olduğunu gösteren bir belgeye dönüşüyor. Aynı zamanda hayvana eziyetin ya da hayvanı istediği gibi yönlendirmenin de aracına dönüşüyor.

Tasma, bugünlerde, elektronik izleme sistemlerinin bir bileşenine dönüşmüş durumda ve köpekler başta olmak üzere hayvanlara, bir çip monteli tasma takılıyor. Böylece uydu üzerinden dahi hayvanın nerede olduğunu görebilme şansı oluşuyor. Bu sadece vahşi doğada deneyler yapmak için kullanılmıyor. Bu yeni “tasma” şekli olarak hizmete giriyor. Sahip, cep telefonu üzerinden, kendi “mülkü” olan hayvanını izleyebiliyor. Bunu da, sevgiye bağlıyor. Kendi “mülkü” olan hayvanını o kadar çok, ama o kadar çok seviyor ki, onu izlemek istiyor. Elbette hayvanın dili yok, kimse ona, peki sen bu sahip ile mülkiyet ilişkisinden memnun musun, diye sormuyor. Kimse ona, acaba senin hareket alanını kısıtlıyor olabilir miyiz, diye sormuyor. Kimse ona, peki sen sahibini seviyor musun, eğer sevmiyorsan şimdi söyle, yoksa sahibin sana “bu yaptıklarımın değerini bilmedin nankör” diyecektir, demiyor.

Tasma elektronik hâle gelmeden de bir işlevi vardı. Bunu en çok, modern şehirli hayatımızın içinde, zenginlerin gezdirmek için sokağa çıkardığı, sevgisizliklerini örtmek için sahip oldukları, insan eli mahsulü, “made in human” markalı özel üretim köpeklerde görebiliyoruz. Kapitalizm ve mülkiyet ilişkileri işte budur, en çok sevdiğini, en çok bozuyor. Yani, allah bizi, bu “sevgi”den korusun!

Hayvana yapılan çeşitli eziyetler karşısında, insanın haklı olarak tepki vermesi gerekiyor. Ama bu tasmalı durum, bu özel mamul köpek üretimi vb. artık alıştığımız, toplumsal olarak kabul gören bir durum. Demek ki, işkence ve eziyetin, bir normalleşeni oluyor. Bu normalleşmiş işkence ve eziyet, tersine “insan sevgisi” olarak kabul görüp kutsanıyor.

Acaba, bunun gibi, gerçekte insanlığa ters, ama toplumsal ve tarihsel koşullar içinde normalleşmiş pek çok durumu, süreci, ilişkiyi, artık “normal” görüyor olabilir miyiz? Normali geçelim, sanki bir iyilik olarak da görüyor olabilir miyiz?

Devletin, İslam adına, allah yararı için, fitre ve zekât olarak, milyonlarca fakire devlet eli ile, oylarını gaspetmek için iyilik yapması, acaba böyle bir konu olabilir mi? Hani, meşhur tartışmadır; aç birine balık mı vermeli, yoksa ona balık tutmayı mı öğretmeli. İnsanların yardıma muhtaç durumlarına toplumsal bir çare mi aramalı, mesela tüm mülkleri paylaşmalı ve özel mülkiyeti ortadan mı kaldırmalı, yoksa onları sürekli yardıma muhtaç durumda tutan sistemi devam mı ettirmeli? Acaba, “şu fakire bir yardım” sözüne kulak kabartıp, 1 lira veren mi insandır, yoksa o fakirleri örgütleyip, fakirliğin nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelmiş Don Kişot’lar mı daha insanî davranmaktadır? Diyanet işlerine soralım, acaba sadaka dağıtan mı cennette daha iyi bir yer hak eder, yoksa fakirliğin kaynağını yok etmek isteyip de özel mülkiyete son vermek isteyen mi? Yaradana şöyle mi dua etmeliyiz, allahım, özel mülkiyeti yok edecek, insanın insan tarafından sömürülmesine ve bununla birlikte doğan tüm yalan ve riyakârlıklara son verecek devrimi yapabilmek için, bana kuvvet ver. Saray ahalisi ve diyanet işleri, tüm uleması ile buna karşı çıkmaya kalkışmasın, bir saniye dursun: Değil mi, onun mülkü bunun mülkü en başında kimin mülkü! Değil mi, Sultan Süleyman olma, ondan daha “yüce” Sultan Tayyip ol, ama kefenin cebi yok. Şimdi, bir saniyenizi aldıktan sonra, haydi istediğinizi söyleyin. Buyurun sahne sizin. Halife de %10 alırdı, peygamberin de topladığı vergi vardı vb. söylemekten geri durmayın. Fıtrattan girin, darülharpten çıkın.

Biz bu noktaya, hayvanların tasmasından geldik.

Oysa konumuz modern insan için tasarlanmış tasmadır.

Bir hikâyedir, ben okumadım, kaynağa ulaşamadım. Ama diyorlar ki, geçtiğimiz yıllarda ölmüş olan Rockefeller, 1960’lı yıllarda, bir arkadaşına “bir hayalim var” diye başlayarak, “insanların bedenlerine çip takmak istediğini” söylemiş. Aradan 10 yıllar geçmiş ve arkadaşı, Rockefeller’e bu konuşmayı hatırlatmış, Rockefeller ise, “yaptım ya” demiş. Adam merak etmiş “nasıl” diye sormuş. O da cep telefonunu işaret etmiş, sen de yok mu, demiş.

Dediğim gibi, böyle bir kaynağa ulaşamadım ve doğrulayamadım. Bu nedenle size bir alıntı ile bunu veremiyorum. Ama bizim konumuz açısından, anlatmak istediğimiz şeyi anlatmak açısından, aktarmak, hikâye olsa da olmasa da, gerçek olsa da olmasa da uygundur.

Bugün, cep telefonu, insan için bir tasmadır.

Bizim ülkemize bakalım. Acaba, yılda ne kadar, kaç adet “akıllı” cep telefonu satılıyor? Kaç milyon, diye soralım. Elinizin altında akıllı telefonunuz var. Boşuna size istatistik vermeyelim. Girin ve görün. Acaba, bu ülkede toplam kaç adet cep telefonu var? Nüfustan fazla olma ihtimalini düşündünüz mü? Acaba, bir cep telefonu almak için, insanların nasıl “özverili davranışlar” gösterdiklerini biliyor musunuz? Mesela evindeki elektriğin parasını ödeyemeyen bir kişinin, elindeki cep telefonu için ödediği para ne kadardır? Acaba bir işçi, kaç maaş biriktirip cep telefonu alabilmektedir? Acaba, bir iphone taşıyan arkadaşınızla, bu telefon kaç buzdolabı eder diye tartışmaya başlasanız tepkisini tahmin edebiliyor musunuz?

Sizce, tüm toplumun gösterdiği bu davranışlar, “akla uygun” mudur? İktisatçılar, tüketiciyi “rasyonel” olarak ele alır. Yani, rasyonel olarak kendi ihtiyacı için ürün satın alacak, rasyonel olarak kendi bütçesine uygun harcama yapacak vb. Acaba, tekeller çağında (tekeller çağı aynı zamanda reklâm sektörünün ana rahmine düştüğü çağdır da) bu rasyonellik var mıdır? Rasyonel olan hangisidir, insanların ürettikleri şeyleri, ortaklaşa bölüşebilmesi midir, yoksa bir efendinin onların tümünü sahiplenmesi midir? Ey Adam Smith, kalk da gel, bak bakalım rasyonel davranış dediğin şey bu mudur? Ama hemen geri kaçıp huzurlu cennetine dönme, şu soruya da yanıt ver: Bir kez insanın insana kulluğunu, insanın insan tarafından sömürülmesini sağlayan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete evet dedin mi, başka ne olmasını bekliyordun?

Cep telefonu, onun üzerinde sörf yaptığı internet, gerçekte, CIA’nin istihbarat, insanları izleme, savaş teknolojisi vb. amaçları için geliştirilmiştir. İşin başında bu vardı. Ne zaman ki bir izleme, dinleme, gözetleme aygıtı deşifre olup, tüm istihbarat örgütleri ve devletlerin eline geçer, işte o zaman bu aygıtları piyasaya vermek, satışa sunmak, kapitalist sistemin kâr amaçlı üretim işinin bir parçasıdır.

Cep telefonu, özellikle 1980’li yılların ortalarından başlayarak hızla yaygınlaşmaya başladı. Bugün, “akıllı” olmayan cep telefonu taşımak, neredeyse rezil olmak ya da şüpheli olmak anlamına gelmektedir. Rezil olmak, çünkü sosyal statü olarak en dipte olmak anlamına geliyor. Ne facebook’a ulaşabilirsin, ne arayıcı üzerinden sörf yapabilirsin, ne banka hesaplarına bakabilirsin. Bankada ne kadar paran olduğu önemli değil, önemli olan senin “akıllı telefon”unun olmasıdır. Şüpheli oluyorsun, çünkü acaba sen akıl olmayan bir telefon kullanarak, yasadışı işler mi yapıyorsun, izlenmemek için mi akıllı olmayan modeller kullanıyorsun?

Apple’nin meşhur ceo’su (adını siz benden çok daha iyi bilirsiniz, zaten elinizde de telefonunuz var, hemen bakın, bana göre adı lazım olmayan, hepsi aynı soydan gelmiş ceo’lardan biri), başlangıçta, diyor Bloomberg TV’de yayınlanan röportajında, cep telefonları konuşmak için idi. Şimdi, konuşmak, “akılı” telefonların tercih edilmesinin nedenlerinin içinde en altta olanı. İşte durumu özetleyen bir söz. Peki ne içindir cep telefonları? Fotoğraf çekmek için mi, video kaydetmek için mi, internet üzerinde kolayca gezinmek için mi, müzik dinlemek için mi? Sosyal statü için mi? Havalı olmak için mi? Peki, Bay CEO, acaba siz işletim sistemini yenilerken bunlara mı bakıyorsunuz?

Eylül 2018’de Apple İOS 12 sürümünü devreye soktu. The Independent gazetesi, Apple’ın İOS 12 içine, gizlice, “güven derecelendirme” unsurunu eklediğini yazdı. Kullanıcının çağrılarının ve e-postalarının sayıları üzerinden bir işlem yapıldığını ve bunun bilgilerinin toplandığını yazdı The Independent gazetesi. Böylece “dolandırıcılık” ile mücadele edilecekmiş? The Independent bu dolandırıcılık ile mücadelenin nasıl yapılacağını anlamadıklarını belirtmiş. Ama daha önemli bir soru yok mu? Apple’ın bir polis gücü mü var? Bu bilgileri eline alıp işleyip, dolandırıcıları tutuklayacak bir sistemi mi var? Yoksa bu bilgileri devlete mi verecek? Sizce?

Apple, bazı büyük şirketlere şöyle bir hizmet veriyor: Şirket, diyelim ki P&G, diyelim ki bir şehirde, mesela New York’ta, izlemek istediği ürünleri satan mağazaların konumlarını, arkada gizlice tutuyor. Kullanıcı, bu mağazalardan alışveriş yaparken, rakip ürünü veya kendi ürününü satın aldığında, kredi kartı bilgilerinden satın almayı kontrol ediyor ve şirkete raporluyor. Şirket, buna uygun olarak kendi reklâm, tanıtım, marketin faaliyetlerini yönlendiriyor. Yani pazar araştırmasına gerek yok.

Cep telefonları, bugün temel olarak üç amaç için kullanılıyor. İlki izlemektir, hareketi izlemek, aktiviteyi izlemek. İkincisi veri toplamak ve üçüncüsü reklâm ve tanıtım çalışmaları da içinde yönlendirmek.

Aslında bu üçü birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.

Siz müzik dinliyorsunuz, kulağınızda kulaklık, yolda akıp giden eziyetli yolculuğunuzu biraz rahatlatmak istiyorsunuz. Siz, acaba neden, ben işe giderken, iki saatlik bu yolculukta ne yapabilirim, mesela kitap mı okusam, mesela yabancı dil mi çalışsam, mesela sohbet mi etsem diye düşünmüyorsunuz? Telefonunuz akıllı ya. Size seçenekler sunuyor. İçinde bulunduğunuz araca göre, müzik dinleyebilirsiniz. Bu her araçta mümkün. Video izleyebilirsiniz, bunun için ya indirilmiş bir video datanız olacak ya da size internetin çektiği bir araçla seyahat lazım. İsterseniz internette sörf yapabilirsiniz. Sörf çünkü, ne istediğinizi bilmeden sadece “eğlenceli” dolaşmak anlamındadır. Hangisini yaparsanız yapın, o sizin için data topluyor. Hem sizden ücret alıyor, hem de mesela sizin hangi müzikleri dinlediğinizi kaydediyor. Arkaplanda işleyen bir software (bilgisayar programı) sizin bu verilerinizi topluyor. Günü geldiğinde bu bilgiler, sizi tanımak, sizin hakkınızda bir gizli dosya oluşturmak için kullanılıyor ya da sizin alışkanlıklarınız ve eğilimlerinizi gösteren datalar aracılığı ile size yönlendirmeler yapılıyor. Google’ın sizi izlemesinden daha derin bir şeydir bu. Google sizin sevgilinizle mesela bir evde buluştuğunuzda size bir anda korunma araçları satmak için reklam ulaştırması, bu işin en basitidir. Bunu zaten siz de görüyorsunuz. En fazla on kere, bunun bir rastlantı olduğunu düşünürsünüz. Ben markete girdiğimde bana nasıl deterjan reklamı gelir diye şüphe edersiniz. Ama bir süre sonra bunun bir izleme olduğunu bilirsiniz.

Ama sizin hakkınızda oluşan dosyadan habersizsinizdir. Sizin hakkınızdaki dosya, “bu adam bir sistem karşıtı” bilgisini ilgili yerlere ulaştırabilmektedir. Siz bunu bilemezsiniz. Ya da sizin mesela 6 ay sonra çocuğunuz olacağını keşfeden akıllı telefonunuzun tam çocuk doğmak üzere iken, sizin alışverişinize yön vermesini fark edemezsiniz.

Bu verileri toplayan yüzlerce sosyal medya uygulaması, aslında büyük şirketler ve devletler tarafından finanse edilmektedir.

Facebook kurulduktan bir süre sonra CIA direktörlerinden birinin, yıllarca elde edemediğimiz bilgileri, facebook sayesinde iki yılda elde ettik, demesi bir örnektir. Buradan facebook’un arkada CIA’ye çalıştığı sonucunu çıkarmak için bir saniye dahi duraksamayın. Siz işe girerken ya da gözaltında iken, adamların sizin facebook hesabınıza bakmaları, en sıradan bir davranıştır. Arkada sizden gelen verileri detaylıca işleyen bir software vardır ve bu, elbette daha kapsamlı sonuçlara ulaşmaktadır. Israrla size “tanıyor” olabileceğin kişiler diye listeler göndermesi, bu programı facebook’un arkasındakilerin nasıl kullandıklarının en açık kanıtıdır.

Ya da şehirde yalnız ve arkadaş arayanları bul tarzındaki uygulamaların sizin hakkınızda topladığı bilgiler, gerçekte sizin “sosyal” bir nesne hâline geldiğinizin en açık kanıtıdır.

Bunun için sizin her hareketinizi izleyen uygulamalar, sistemin arka planında çalışmaktadır. Her hareketinizi izlemelerinin nedeni, sizin düşündüğünüzün çok ötesinde bir çalışmadır.

Üstelik sizi izlemeleri, sizin devlete karşı bir mücadele yürütmenize de bağlı değildir. Siz kim olursanız olun, tüm bilgileri izlemek istiyorlar. Bununla mesela trafik sorununu çözmeye çalışmıyorlar. Umarım böyle düşünmüyorsunuz. Tersine, tam bir “nesne” konumuna getirme isteğidir bu. Böylece sizi yönlendirmek, sizin ruhunuz bile duymadan yapılabilecek bir iş hâline gelmektedir.

Telefon kullanma alışkanlıklarınız dahi izlenmektedir. Böylece, sizin ne zaman telefonunuzu kapattığınız, ne zaman unuttuğunuz bile bilinebilmektedir.

Bu aslında kapsamlı bir denetimdir.

Sahip ve tasmalı köpeğinin ilişkisini çoktan geride bırakmış bir ilişkidir. Ey hayvanlar, size insanların yaptığı eziyetlere bakıp da üzülmeyin, biz insanlara, biz işçi ve emekçilere yaptıklarına bakın ve öyle üzülün!

Konuşmak için bir araç gibi görünen cep telefonu, görüldüğü gibi bir tasmaya dönüşmüştür. Şimdi Rockefeller’in hayalini tekrar hatırlayın.

Gerçekten bu sizin hayatınız mı? Gerçekten siz mi kendi kararlarınızı veriyorsunuz? Gerçekten siz bir özne misiniz?

Buyurun ilk iş olarak cep telefonunuzu bırakın. Onu, sadece konuşmak için kullanacaksanız, bu kadar parayı vermeyin. Tasma takmak için bu denli gönüllü olmak, gönüllü kölelik demektir. Kırbaç yok, ama her istenileni yapmaktasınız. Düşünmenizi, kendi kararlarınızı vermenizi engelleyenlerin amacı üzerinde düşünün. Belki de en iyi yol, birer hacker olmak mıdır? Bunu başarabilir misiniz? Bunu bilemiyoruz ama bari hacker’ı alkışlamaktan geri durmayın. Beyinlerimizin işgal edilmesine bu kadar gönülden destek vermeyin.

Hem bir tasmaya sahibiz, hem de bunun için akıl almaz paralar harcıyoruz. Yeni akıllı telefonumuzu saatlerce arkadaşımıza anlatıyoruz. Bu yeni model, öyle eskisi gibi değil, daha dokunmadan işliyor. Hani şuraya gireceksin ya, bu oraya gireceğini önceden anlıyor. Hani alışveriş yapacaksın ya, bu senin için en iyisini zaten buluyor. Konuşmalar da bu seyri izlemektedir.

Hayvanlar bugün bile o tasmalardan rahatsızdır. Oysa çok kısa sürede insanoğlu, bu modern tasmaya alışmıştır. İnsanın her ortama ayak uydurabilme yeteneği bu mudur? Cep telefonuna bu bağımlılık, acaba, insanı nasıl parçalamaktadır? Cep telefonunun sosyal statü sahibi olma ile eşleştirilen, gerçek anlamı ile bir meta fetişizmine dönüşen ve insanı çürüten yönünü burada ele almıyoruz. Ama elbette işin bir de bu yönü var. Pek çok ürünün fetişleştirilmesinde olduğu gibi. Ama cep telefonu, bu fetişizmi, büyük çaplı bir bağımlılıkla birleştirmiştir. Dijitalleşen dünyanın insanları kontrol etmeye yönelik mekanizmaları, yeni bir “eğlence” anlayışını çoktan bir uyuşturucu olarak insan hayatına sokmuştur. Bu yeni “eğlence” anlayışı, videolara, seyretmeye, kendinden geçmeye, “like”lamaya vb. dayanmaktadır. Gerçeklikle ilişkisi koparılmış insan, karşımıza insanlık “bunalımı”nın bir parçası olarak çıkmaktadır. Seyretmek, cinayetlere ortak olmaya, daha ağır kirlenmeye, daha derin bir çöküşe neden olmaktadır. Eğlence anlayışı da bunu daha derinleştiren bir hâl almıştır. Ve tüm bunlar, aynı zamanda sizin denetiminiz için yeni olanaklar da demektir.

Cep telefonundan kurtulmak, tabletlerden kurtulmak, yakında yeni bir “psikolojik” tedavi alanı olarak ortaya çıkacaktır. Oysa son derece basittir, sadece ve sadece cep telefonunu bırakabilmekle ilgilidir. Kendi gerçeğini görebilmekle ilgilidir.

Tüm bu teknolojiyi sisteme karşı kullanmak, elbette mümkündür. Ama öyle akılsızca değil. Öyle ilk akla geleni yapmakla mümkün değil. Ancak daha ileri bir örgütlülük ile mümkündür. Nasıl ki, köleci toplumda kölelerin örgütlenmesi olmadan bir sonuç elde edilemiyordu, nasıl ki 1900’lerin başında devrim için örgütlenmek gerekiyordu, bugün de bu gereklidir. Bugün bu örgütlenmeyi, gelişen şartlara uygun tarzda geliştirmek gereklidir. Devrimci aklın, özgür aklın, devrimci teorinin önemi de buradadır. Bugün dünden çok daha fazla devrimci, özgür akla ihtiyaç vardır.

Kriz, fatura ve gerçekler

Saray Medyası, bilcümle devlet yöneticisinin krizi gizlemek için gösterdiği çabanın, belki on katını göstererek, ortada bir kriz olmadığını söylüyor. Her adımda bunu işliyorlar. Kriz yok, ama “dış güçler” yok yere bir kriz yaratmak istiyorlar. Ve dövizin yükselmesi dışında da bir sorun yok. İşte vermek istedikleri mesaj budur.

Öte yandan, işçiler, emekçiler, kısacası tüm halk, sokağa çıktığında, pazara gittiğinde, işe gittiğinde, markete gittiğinde, kısacası yaşamının her anında, okulda, sırada, otobüste, evinde, işyerinde, krizin açık yüzü ile karşılaşıyor. Artan elektrik faturaları, yükselen doğalgaz, kömür bedelleri, mahallenin tüm suyunu tüketmişiz gibi gelen su faturaları. Pazarda domates, biber, patates fiyatları, okul kitaplarının bedelleri vb. Sonu gelmeyecek şekilde her şeyin fiyatının iki katına çıkmış olması gerçeği.

İşte, her gün işten atılan arkadaşlar. Kapanan işyerleri, konkordatonun ne olduğunu bilmesek de, iflas etmiş ve edecek olan şirketler, kapı dışarıya konan işçiler, maaşına alamayan işçiler vb.

Artan vergiler, açık bir soygun hâline gelmiş devlet uygulamaları. Yükselen telefon konuşması ücretleri vb.

Gıdadan giyime, elektrikten suya, okul kitabından otobüs biletine, toplu ulaşımdan vergi kesintilerine kadar her şey iki katına çıkmış. Maaşlar, bir dirhem artmamış, üstüne üstlük işten kovulma korkusu sarmış.

Keşke borçlanarak buzdolabı almasaydım, keşke mobilyayı değiştirmeseydim, keşke şu takside girmeseydim vb. pişmanlıkları.

Gırtlağa kadar borç ve bankaların artan baskısı.

Kısacası, işçiler, emekçiler, tüm halk, krizin tüm gerçekliğini yaşıyor. Ama TV kanallarından, aslında yok böyle bir şey, diyenleri dinliyor.

Görünüşe göre, bu, “yerli ve milli” duruşun bir bedeli olarak dış güçlerin saldırısıdır. Öyle mi? Bu dış güçler dediğiniz, mesela ekonomiyi denetleyen ve anlaşması gizli tutulan McKinsey mi? Bu dış güçler, “gelin yatırım yapın” diye çağırdığınız uluslararası tekeller mi? Bu dış güçler, sürekli borç aldığınız ve bugün daha yüksek faiz isteyenler mi? Bu dış güçler sizi rüşvete boğan, ranta boğan inşaat sektörünün motor güç olması için size tavsiyede bulunanlar mı? Bu dış güçler dediğiniz, koltuğunuzun altına Cargill dosyaları yerleştirip, “git bunları hallet” diyenler mi? Bu dış güçler dediğiniz, mesela sizi Suriye’de IŞİD ile yan yana getirenler mi? Bu dış güçler dediğiniz, mesela sizin özelleştirme programınızı hazırlayanlar mı?

Peki, siz bunların köpeği iseniz, siz bunların emireri iseniz, siz bunların tetikçileri iseniz, bugün neden “dış güçler” diye yaygara koparıyorsunuz?

Dış güçler masalı, “yerli ve milli” olma adına, krizin faturasını işçi ve emekçilerin kabullenmesi için var olan bir masaldır.

Yerli ve milli masalı, işçileri bir kere daha kandırmak için, bir kere daha sessizce krizin faturasını kabul etmelerini sağlamak için uydurulmuş bir masaldır.

Kural budur.

İçinde yaşadığımız sistem, kapitalizmdir. İnsanın insana kulluğunun zirvesidir. Sömürünün zirvesidir. Tüketim toplumu ve meta fetişizminin zirvesidir. Kapitalizm, her zaman krize girdiğinde, bunun bedelini işçi ve emekçiler öder, halklar öder. Bu sefer de öyle olacaktır. Bunu deneyeceklerinden şüphe etmeye gerek yok. Krizin faturası ağırdır ve bedeli, bilinen her yolla işçi ve emekçilere, üretenlere yüklenmek istenecektir. Tüm mekanizmalar buna göre ayarlanacaktır.

Ve işçilerden fedakârlık istenecektir.

Şimdi, aklı başında hiçbir burjuva, hiçbir burjuva devlet yöneticisi, “ey işçiler, gelin krizin faturasını siz ödeyin” demeyecektir. Diyemez. Milyonlarca insanı bu yolla karşısına alamaz. Evet onların üstüne yükü yükler ama onların elini kolunu bağlayıp, akıllarını kilitleyerek bunu yapar.

Bunun için, sihirli sözler vardır: Vatan, millet, ulusal çıkarlar vb. Dün özelleştirmeleri, “vatan” için yapıyorlardı. Kürt halkına karşı savaşı “millet için” yapıyorlardı. grev ertelemelerini “ulusal çıkar” için yapıyorlardı.

Devletin kasalarının, yani bizim vergilerimizin yağmalanması, vatan için, ulusal çıkar için, milletin âli menfaatleri için idi.

Bu rant ve yağma ekonomisi, “çalıyorlar ama yapıyorlar” masalı üzerine kurulmuştur. Ve bu yolla, alttan alta, hırsızlığı meşrulaştıran bir yağma ve rant düzeni kurdular. Bal tutan parmağını yalar masallarını anlattılar. İyi de, tuttukları bal bizim balımız, yaladıkları parmak bizim balımızın içindedir. Ve nedense biz bu baldan bir zırnık görmüyoruz.

Her gün büyük kârlar açıklıyorlar ama işçilerin payına sürekli açlık, yoksulluk, sadakaya muhtaç yaşam, işsizlik düşmektedir.

Vatan, millet, ulusal çıkar diye başladılar mı söze, ey işçiler, ey emekçiler, dikkat kesilmelisiniz. Burjuvalar ve onların paralı devlet adamları ne zaman vatan, ne zaman millet, ne zaman ulusal çıkar demeye başlarlarsa, bilin ki yeni bir kazık geliyor, bilin ki yeni bir fatura geliyor, bilin ki Saray’ın bitmeyen oyunlarına bir yenisi ekleniyor, bilin ki milletin “anası avradı” ağlayacak. Bilin ki Mehmet Cengiz’ler, büyük inşaat firmaları, Koç’lar, Sabancı’lar yine büyük vurgunlar vuracak.

Ne zaman vatan-millet edebiyatı gelişirse, bilin ki, bu karartma bir gerçeği örtmek, size yutturmak içindir.

Ne zaman ulusal çıkar diye söze başlarlarsa, ne zaman vatanın birliği diye nutuk atarlarsa, bilin ki, fatura büyüktür ve sizin omuzlarınızın üzerine bindirilecektir.

Şimdiki krize de böyle bakmak gerekir.

Bu fatura işçilerin, emekçilerin, çalışan halkın üzerine yıkılacaktır. Büyük tekeller, parababaları, krizden daha kârlı çıkacaklardır.

Neden mi?

Çünkü, bu sistemin sahipleri onlardır.

Çünkü bu devlet onların devleti, onların örgütüdür.

Ve eğer krizin faturasını ödemek istemiyorsak, bizim bu gerçeklerin farkında olmamız, bilincinde olmamız gerekir.

Eğer krizin faturasını ödemek istemiyorsak, ciddi olmalıyız. Onların devlet diye bir örgütü var. Bizim de devrimci bir örgütümüz olmalıdır. Örgütsüz, bu faturanın ödenmesine karşı başarı sağlayamayız.

Krizin faturasını ödemek istemiyorsak, bu konuda samimi ve ciddi isek, örgütlenmenin önemini kavrıyoruz demektir.

İşçi sınıfı devrimcileştikçe, örgütlendikçe, işte o zaman kendi gerçek gücünü ortaya koyabilir. İşte o zaman krizin faturasını, krizi yaratanlar öder. İşte o zaman bu zulüm, yoksulluk, aşağılanma, tutsaklık, sömürü ve yalan biter.

Krizin işçi ve emekçiler cephesinden çözümü, bankalara, büyük şirketlere el koymaktır. Bu da devrim ile mümkündür. Bankalar ve büyük şirketlerin batmalarına gerek yoktur, kamulaştırılarak, işçi devleti tarafından yönetilmeleri ile tüm kriz çözülecektir. Yağma ve talan, rant ekonomisi bitecektir. Çözüm buradadır.

Kriz, daha kendini tam olarak hissettirmiş değildir. Kasım, Aralık, Ocak aylarında kendini çok daha ağır olarak hissetirecektir. Ve devlet, işçilerin ortaya koyacağı hak isteme eylemlerine karşı, düşman güçlerine saldırmak için hazırlanmaktadır. Bunu her adımında görmek mümkündür. Yani işçilere diyorlar ki, eğer “kabul etmeyip” eyleme geçerseniz, eğer hak ararsanız, eğer soru sorarsanız, size saldıracağız. Eğer siz işsizliğe, açlığa, zamlara, yoksulluğa karşı çıkarsanız, sizi “dış güçler”in parçası ilan edeceğiz ve üzerinize yürüyeceğiz. İşte bu kadar açık ve nettir cephe.

Ve devlet, burjuvaların, egemenlerin siyasi örgütüdür. Polisi ile, yargısı ile, ordusu ile, hukuk sistemi ile, partileri ile burjuvaların örgütüdür. Onlar örgütlü ve biz örgütsüz isek, kaybederiz. Bugüne kadar olan da budur. Örgütlenirsek, işçi sınıfı kendi devrimci örgütleri ile devrimcileşirse, işte o zaman milyonların önünde bu burjuva devlet çarkı çöker, işlemez. İşte o zaman kazanmak mümkündür.

Gerçek açık olarak böyledir. Durum, budur. Ve biz devrimciler, işçilere, halka gerçeği söylemekle, her durum ve şartta gerçeği anlatmakla yükümlüyüz.

Elbette çare vardır. Elbette, krizin faturasını ödemememek mümkündür. Bugün de geç kalınmış değildir. Gezi Direnişi’ni çok yakın geçmişte yaşamış bir ülke olarak, kitlelerin gücünün nelere kadir olduğunu anlayabiliriz. Ve bugün, Gezi’nin çok daha ilerisine gidebiliriz. Ama örgütlenerek, devrimcileşerek. Ve bugün, bu örgütlenmeyi geliştirmek mümkündür. İşçiler ve emekçiler, bu doğrultuda ayağa dikilmelidir.

Örgüt güçtür.

Örgüt özgürleşmektir.

Örgüt kendi kaderini kendi mücadelenle belirleme girişimidir. o

10 Ekimi Unutmayacağız Affetmeyeceğiz!

Ankara

09.30: Gar önü toplanma

10.04: Anma

İstanbul

19.30: Kadıköy Beşiktaş iskelesi meydanı

İzmir

09.30: Türkan Saylan Kültür Merkezi Önü

10.04: Anma

Komünist yazar Temel Demirer serbest bırakılsın!

Dergimiz yazarlarından, dostumuz, yoldaşmız, Temel Demirer, Ankara’da başlatılan bir soruşturma nedeniyle, 6 Ekim 2018 Cumartesi günü sabah saatlerinde evinden gözaltına alınmıştır.

Pendik Polis karakolundan, Kartal İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne götürülen Temel Hocamız, Kartal Emniyeti’nden verilen bilgiye göre, Ankara’ya götürülmüştür.

Bugüne kadar, yaptığı konuşmalardan, yazdığı yazılardan yüzlerce dava açılan Temel Demirer, her davada fikirlerini mahkemelerde de savunmaya devam etmiş bir devrimcidir. Devrimci aydınımızdır.

Bu gözaltıların Temel Hocamızı fikirlerinden, duruşundan alıkoyamayacağını yönetenler de bilmektedir. Çaresizce saldırmak dışında bir yol bulamamaktadırlar.

Temel Demirer, her koşulda; işçilere, öğrencilere, ezilen halklara, “yeryüzünün lanetlilerine” devrimci fikirleri anlatmaya, mücadele etmek isteyenlere bilinç ve moral taşımaya devam edecek…

“Fikirleri hapsedemezsiniz”…

Temel Demirer serbest bırakılsın!

KALDIRAÇ

6 Ekim 2018

Saldırın efendiler

Saldırın efendiler, coplarınızla, biber gazınızla, TOMA’nızla, ordunuzla, polisinizle saldırın.

Nasılsa meydan sizin.

Nasılsa, sarayınız var.

Nasılsa karanlıklar üreten basınınız var.

Nasılsa kan dökmeye alışıksınız.

Nasılsa yağma ve rant üzerine kurulu rejiminiz henüz ayakta.

3. Havalimanındaki işçilere nasıl saldırdınızsa, öyle saldırın. Nasılsa hapishaneleriniz, yargınız sizin emrinizde.

Soma işçilerine saldırdığınız gibi saldırın, işçileri tekmeleyin, coplayın.

Gezi Direnişi’ne saldırdığınız gibi saldırın. Palalılarınızı, çetelerinizi toplayıp kadınların, gençlerin üzerine saldırın.

Lice’de saldırdığınız gibi saldırın, insanları ateşe verin. Kadın çocuk ayırmadan saldırın. Evleri yıkın, bombalayın, yakın tüm mahalleyi.

Meydan sizin.

Otobüslerde kadınlara saldırın, yoldan yürüyenlerin giysilerine saldırın.

Grevdeki işçilere saldırdığınız gibi saldırın, onları köleliğe “razı” edene kadar, topunuz tüfeğinizle saldırın.

Açlıktan kıvranana, yaz günü sıtmadan ölene, yere düşene saldırın.

Kasalarınızın içi dolana kadar.

Torunlar inşaatta asansörde ölenlerin hesabını soralım diyenlere saldırın.

Annelere, Galatasaray meydanında toplanıp kayıplarını yıllardır arayan analara saldırın. Sakın aman vermeyin, her yerde saldırın.

Avukatlara saldırın.

Öğretim üyelerine saldırın. Barıştan söz eden herkese nasıl saldırıyorsanız öyle saldırın. Kimsenin çığlığına aldırmayın, sadece saldırın.

Öğrencilere saldırın. Hapishanelere tıkın. Linç edin.

Gazetecilere saldırın.

Milyonlarca insana, bir an tereddüt etmeden saldırın.

Mitinglere, barış mitinglerine saldırın. Ankara Garı’nın önünde olduğu gibi, barış isteyenlere saldırın. Suruç’ta olduğu gibi saldırın. IŞİD çetelerini, mafyanızı devreye sokarak, halkın üzerine sürün.

Ama ne yapsanız, bu zulüm sonsuza dek sürmeyecek.

Ne yapsanız, halk size boyun eğmeyecek.

Ne yapsanız sizin aç gözlülüğünüz doymayacak.

Ne yapsanız elinizdeki bu kan kurumayacak.

Hazır işçiler henüz yeterince örgütsüz iken, hazır halk henüz yeterince örgütsüz iken durmadan saldırın.

Ama siz de biliyorsunuz ki, günleriniz sayılıdır. Bu zulüm, bu baskı, sizi ayakta tutmaya artık yetmeyecek.

Hapishaneler, size yetmeyecek.

Yargınız, polisiniz, jandarmanız, TOMA’nız, harekete geçen halkın karşısında dayanamayacak.

Gezi Direnişi’ni hatırlayın. Biber gazına karşı, elleri çıplak, “at at” diyen, “sık sık” diyen kalabalıkları hatırlayın. Halkın biriken öfkesinin ne demek olduğunu hatırlayın. Metal Fırtına’yı hatırlayın.

Bu baskı ve şiddetin içinde, bu kan gölünün içinde, bu çürümüşlüğün ve kokuşmuşluğun içinden işçi sınıfının dirilişi, ağır ağır gerçekleşmektedir.

Saldırın efendiler.

Durmadan saldırın.

Bir daha bu günleri göremeyeceksiniz.

Biz biliyoruz ki, çok ama çok korkuyorsunuz. Biz biliyoruz ki, korktukça daha da saldırganlaşıyorsunuz. Biz biliyoruz ki, er ya da geç, bu korkularınız gerçeğe dönüşecek.

Nasırlı ellerini toprağa basarak işçi sınıfı, ayakları üzerine dikilecek, örgütlenecek ve sizi hak ettiğiniz yere, tarihin karanlık sayfalarına gönderecek. Gençler, kadınlar, tüm halk, bu karanlığa, bu kokuşmuşluğa son verecek birikimi er ya da geç yakalayacak. Anadolu’nun güneş ülkesi olduğunu unutmayın. Sizin basınınız bu güneşi solduramayacak. Ebedî karanlığınız sizinle birlikte tarih olacak.

Siz de biliyorsunuz, başlangıcı olan her şeyin, bir de sonu vardır. o

Savaş kundakçılığı ve Ortadoğu

SSCB çözüldükten, bir anda, beklenmedik bir biçimde Gorbaçov’un sözüm ona durumu düzeltme hamleleri ile, perestroyka sloganları altında dağıldıktan sonra, komünizme karşı birleşmiş emperyalist dünya, Batı dünyası, NATO ve G7 ülkeleri, kendi aralarında dünyanın yeniden paylaşımı dönemini ağır ağır açtılar. Bu, Üçüncü Dünya Savaşı perdesinin açılması da demek idi.

Beş büyük emperyalist güç arasında bir paylaşım savaşımıdır bu. Bunlar, ABD, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa’dır. Elbette başkaları da var, ama iş büyük ölçüde bu beşlinin arasında süren bir hâl almıştır.

SSCB var olduğu dönemde, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, komünizme karşı birlikte hareket eden bu güçler, aynı zamanda, direkt veya dolaylı ABD kontrolünü de kabul etmiş idiler. ABD, burada, sanki, hiyerarşide bir üst pozisyonda idi. Özellikle askerî alanda bunu görmek mümkündür. Ama bu arada, elbette bu emperyalist güçler, kendi sömürgelerini organize etmede “özgür” idiler. Bazı ortaklıklar koşulu ile bu “özgürlük” vardı.

SSCB çözülünce, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, ayrı ayrı kollardan, ABD kontrolünü kırmaya başladılar. Gladio örgütlenmeleri deşifre edildi, ABD üslerinin kapatılması istendi, dinleme-kulak sistemleri ortalığa saçıldı vb. Böylece, bu güçler, kendilerini daha “özgür” hâle getirmeye çalıştılar.

Aynı anda ABD, dünya imparatorluğunu ve tek kutuplu dünyayı ilan etti. Kissinger’in ağzından, ABD’nin dış politikaya ihtiyacı olmadığını dile getirdiler. Ama uzun sürmedi.

Bir süre sonra, ABD, soğuk savaş döneminde elde ettiği olanaklara dayanarak, “hür dünya” için, yeni bir tehdit ortaya çıkarma işine koyuldu. İslam, radikal İslam bunun için öne çıkarıldı. ABD, bu iş için, çok da emek vermedi, zekâ da gerektiren bir iş değildi. Hazır komünizme karşı yeşil kuşak projesi vardı. Bu projeye biraz şekil verip, biraz copy-paste yaptınız mı, El Kaide gibi bir organizasyona ulaşmanız zor olmazdı. Öyle yaptılar. Müslüman Kardeşler, Gülen hareketi, bugünkü AK Parti, aslında hep bu yeşil kuşak projesi ile ABD’nin İslam’ı denetim altında tutma projesinin devamıdır. İşte SSCB yok olunca, Batı dünyasını, tek kutuplu bir dünya hayali ile ABD şemsiyesi altında birleştirmek için, radikal İslam devreye sokuldu.

Afganistan ve Irak işgalleri, bu süreçte, ABD’nin, paylaşım savaşımını, “ortak” rakipleri olan Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa’ya karşı önde götürme isteğinin bir ürünü idi. ABD, pastadan istediğini alıp, yeteri kadarını vermek üzere bu güçleri kendi şemsiyesi altına çağırdı. Eğer hayır derlerse, savaş gücünü devreye sokmakla tehdit etti. Bu yıllar boyunca kurulan yüzlerce üssün amacı da budur.

Ne ki, ekonomi denlen şey, kendine has bir dayanıklılığa sahiptir. Ve ABD güçlerini sahaya sürerken, Japonya, Almanya ve diğerleri, ekonomik gücünü daha da etkili kullanma ve ABD kontrolünden kurtulma yolunda ilerledi.

Bugün, bu savaşın, bu beşli arasındaki çatışmanın her açıdan kanıtlarını görmek mümkündür.

Libya savaşı, hem ABD’nin Ortadoğu’yu, Büyük Ortadoğu olarak algılamasının sonucudur, hem de Afganistan ve Irak’ta aklı karışan Batılı müttefiklerine bir parmak bal sunma girişimidir. Fransa ve İngiltere, bu sunulan pastanın üzerine atılmakta hiç tereddüt etmediler. Almanya ve Japonya, sürece daha uzak durdu.

Ama Libya “zaferi” de, Batı’nın ABD hegemonyasını tekrar eski tarzda kabul etmesine yetmedi.

Ve sıra Suriye savaşına geldi.

Suriye savaşı, hem İslamî radikalizmin başka türlerinin IŞİD tarzının ortaya çıkması demek idi, hem de görülmemiş bir yıkım makinası olarak ABD gücünün devreye girmesi demek idi. Kısacası ABD, çok ama çok iddialı idi. İngiltere ve İsrail, elbette ABD ile hemen aynı safta yer aldı.

Ama işler istenildiği gibi gitmedi. Suriye, bir direniş sahası olmaya başladı ve Suriye halkları, süreci tersine çevirdi.

ABD-İngiltere ve İsrail önderliğinde, bu yağma ve yıkım savaşına tetikçi olarak destek veren Türkiye, bugün yaşadığı birçok sorunu, bu yolla elde etti. Bugün bu sorunlar Türkiye’nin boyunu aşmış durumdadır.

Suriye savaşı, aslında, Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilmesi hedefini güdüyordu. Bu nedenle, önce zayıf görülen Suriye halledilecek, sonra sıra İran’a gelecekti.

Bugün durum tersinedir. Suriye direniyor ve savaşın kazananı konumundadır.

Ama, yine İran’ı hedefe koyma konusunda ABD-İngiltere ve İsrail üçlüsü çok ısrarcıdır. Ve Trump, açık olarak İran’ı hedef tahtasını koyduğunu ilan etmiştir. Nükleer anlaşmadan tek taraflı ve uluslararası hukukta az görünür bir tarzda çekilmiştir. Şimdi de, İran’a karşı ilan ettiği ambargoları delecek Batılı tekellere, “ya İran’la iş yapın ya da Amerika ile” diye buyruklar vermektedir.

ABD, bir yandan Rusya ve Çin’e karşı ekonomik bir savaş ilan etmiştir. Bu savaşı, İran’ı da içine alacak şekilde genişletmektedir. Diğer yandan ise, Ortadoğu’da, açık, silâhlı çatışmalar şeklinde bir savaş zaten mevcuttur.

SSCB’nin var olduğu soğuk savaş dönemi de dahil, SSCB’siz dönem de dahil, ABD, sürekli olarak savaş kundakçılığı yapmaktan geri durmamıştır. Elbette ekonomisinin militarist karakteri bunun bir nedenidir. Ama yine de ABD’nin dünya liderliği iddiası, bu kundakçılığın önemli bir kaynağıdır.

Ve Suriye savaşı, ABD’nin dünya liderliği hayallerini gömdüğü savaştır, tarih bunu böyle yazacaktır.

Bu savaşı bu nedenle önemsemek gerekir. Suriye savaşı, hem bölgesel, hem de dünya çapında bir savaştır.

Bu savaşta, TC devleti, ABD emrinde bir tetikçi olarak iş tutmuştur. Kendi komşusuna karşı açık saldırgan ve işgalci bir tutum almıştır. IŞİD gibi karanlık güçleri açıktan desteklemiş, onlara lojistik destek sağlamış, onlarla ticaret yapmış, onlara kol kanat germiştir. Bu, bu yolla, Suriye’yi Afganistan’laştırırken, kendisini de Pakistan’laştırmıştır. Savaş, TC devletini tamamen bir çete devletine dönüştürmüştür.

Bu savaşta ABD tarafının yenilgisi, elbette Türkiye’nin de yenilgisidir. Kuyruğunu Rusya’ya kaptırmış Türkiye, bir yandan Rusya’yı da idare eder pozisyona girmektedir. Ama eline geçen ilk fırsatta, ABD adına yeni tetikçilikler yapmaktan geri durmayacaktır.

ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsü, Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi için, İran’a karşı operasyon hazırlığındadır. Bu süreç, tüm Avrupa’ya, İran’a karşı ABD’nin yanında tutum aldırmaya yetmiyor. Tersine AB ülkeleri, başta Almanya, bu savaşı istemediğini açıkça ilan ediyor.

Aslında, 24 Haziran seçimleri öncesinde, muhtemelen son haftasında, AB ve ABD arasında, NATO şemsiyesi altında bir anlaşma gerçekleştiği ve Erdoğan’ın böylece, sandıklar dahi sayılmadan seçildiği anlaşılıyor.

Bu anlaşma, muhtemeldir ki, İran ve Suriye meselesini de içermektedir. İran konusunda muhtemelen ABD, Suriye meselesinde de muhtemelen AB geri adımlar atmıştır. Ama elbette biz bunun detaylarını bilmiyoruz. Anlaşılan o ki, ABD, bugün, kendi adamı Erdoğan seçilmiş olduktan sonra, anlaşmayı bozma eğilimindedir.

Rahip Brunson olayını bir bahane olarak kullanan ABD, acaba Türkiye’yi İran konusunda tetikçi olmaya mı teşvik ediyor? Erdoğan, Brunson olayından, “oların doları varsa bizim de allahımız var” tarzı ile yararlanmayı hedefliyor. Böylece, ekonomik krizi, tümü ile dışardan kaynaklı bir şey hâline getirip, kendini ak-u pak ilan etmek istiyor.

Türkiye, sıkıştıkça, İran’a karşı operasyon yapma yoluna girecek mi? Erdoğan’ın bunu istediğinden şüphe duymaya bile gerek yoktur. Kendisi BOP eş başkanıdır ya da eş başkanı idi. Bunu unutmamak gerekir. ABD politikaları ve onun gerekleri dışında konuşmalar yaptığı söylenebilir, ama ne ABD’ye, ne de İsrail’e karşı tek bir adım atmamış, tersine, hep onların istediğini yapmıştır, yapmaktadır.

Demek ki, İran meselesi gündeme ABD, İngiltere ve İsrail projesi olarak taşınmaktadır. İlk adım olarak, Ürdün, Mısır, BAE ve Suudi Arabistan’dan oluşan bir ittifakı, İran’a karşı operasyon için birleştirmiş durumdadırlar. Suudi Arabistan’ın bölgede, İsrail ile geliştirdiği ilişkiler, oldukça boyutlanmış gibidir. Muhtemeldir ki, Erdoğan bu ilişkiyi kıskanmaktadır. Bu ittifak, gerçekte, İran’a karşı savaş hazırlığının bir adımıdır.

İkinci adım, ambargo ile ekonomik sıkıştırmadır. Bu ekonomik sıkıştırmanın, içeride yaratacağı rahatsızlık, muhtemeldir ki, İran’ı daha çok AB’ye yakınlaştıracaktır. Bu ise, İran’ın bölgesel gücünü kısıtlama konusunda bir adım demektir. İran, içeride ekonomik sorunlarla boğuşurken, dışarıda da çevresi sarılmaktadır.

Üçüncü adım, Türkiye üzerinden planlanıyor gibidir. Türkiye, kendi ekonomik sıkışmışlığını aşmak için, Erdoğan ve Trump oyunları ile, İran’a karşı operasyona ikna edilmek isteniyor. Bu açıktan bir operasyon olabilir mi? Yoksa bu operasyon, daha çok Azerilerin vb. kullanılması ile mi mümkündür? Öyle görünüyor ki, bu konuda pazarlıklar sürmektedir. Türkiye ve Erdoğan, bu konuda ikirciklidir. Erdoğan, ABD politikalarına her zaman yatkın olmuştur. Kuyruğu Rusya’nın elinde ise, başı da ABD’nin elindedir. Bundan şüphe duymamak gerekir. Bu nedenle, Erdoğan’ın İran’a karşı savaştan yana olması, ülke için büyük kayıplar anlamına gelse de, yapılabilirdir.

Suriye savaşı bunun en somut örneğidir.

Türkiye, Suriye savaşı öncesinde, Suriye ile, çok yönlü ilişkilere sahip idi. Birlikte, iki ülke bakanlar kurulları toplanıyordu. Ekonomik anlamda Suriye’de Türkiye mallarına bir talep vardı. Ve ilişkiler, gelişme potansiyeli açısından son derece olumlu bir havada idi. Buna rağmen, akıl sağlığı yerinde olan bir “milli ve yerli” politikacı, ABD emri ile, tüm bu ilişkileri savaşa heba edebilir miydi? İşte etti. Sabah yola çıkacaktı ve öğlen namazını Emevi Camii’nde kılacaktı. Sabah yola çıktılar, onca kan döktüler, IŞİD çetelerini ortalığa saldılar. Kadın çocuk demeden katlettiler. Ağza alınmayacak kadar vahşilikler sergilediler. Ve sonuçta, o camide o namazı kılamadılar. Buna rağmen, Suriye savaşında angajmanları hiçbir zaman bitmedi. Her yeni ABD saldırısında, hevesle ABD’nin saldırılarını alkışladılar.

İran konusunda Türkiye’nin tutumu, sadece daha fazla korku duyduğu için temkinlilikle dolu olur. Ama bu TC devletinin tutumudur, Erdoğan’ın tutumu, ABD ne isterse o olur, tutumudur.

Tüm bu cephenin hazırlıklarına rağmen, tüm bu savaş kundakçılığına rağmen, ABD, İngiltere ve İsrail’in kazanma şansı yüksek değildir. Bu nedenle Türkiye’ye tetikçilik görevi vermek istiyorlar. Mehmetçik başına para önerdiklerinden bir dirhem şüphemiz yoktur. Kore savaşında 23 sent fiyat biçilen Mehmetçiğin, bugün daha ucuza gideceği de açıktır. Tüm bu ekonomik süreçler, ranta alışmış ve özledikleri cenneti bu iktidarla bu dünyada bulmuş olanları ikna etmek için oldukça uygun bir zemin hazırlıyor.

Suriye savaşı, hâlâ önemini korumaktadır.

İdlib’in düşmesi, Suriye ordusu tarafından geri alınması, önemli bir merhale olacağa benzemektedir. Bunun gerçekleşmesi hâlinde, ABD’nin ve diğer tüm yabancı güçlerin Suriye topraklarını terk etme süreci başlayacaktır. Bugün hâlâ, İdlib’deki güçlerin en büyük destekçisi, her açıdan Türkiye’dir. ABD, muhtemelen Türkiye’ye, İdlib ile Suriye ve Rusya’yı meşgul etme görevi vermiş olmalıdır. İdlib, bugün çetelerin yığınak yaptığı bir yer hâline gelmiştir. Ve İdlib’in Suriye ordusunca geri alınması, süreci başka bir noktaya getirecek, Suriye savaşının sonunu gösterecektir.

Demek oluyor ki, İran’a saldırı için, ABD, İngiltere ve İsrail, onların gizli ortağı Saray Rejimi ve Erdoğan’ın çok da aceleleri var. İdlib’in kıştan önce düşmesi ihtimali yüksektir. Bu durumda, İran’a saldırı için, ABD, İngiltere ve İsrail, kısa vadeli bir plan yapıyor olmalıdır. Suriye savaşının sonunda ABD’nin çekilmesi, Kürt sorununun Suriye içinde farklı bir tarzda yol alması vb. bölgede kaosu azaltacak, IŞİD güçlerini etkisiz hâle getirecektir. Bu durum, ABD, İngiltere ve İsrail için, zemini elverişsiz yapacaktır. Bu savaş kundakçıları, bu işgalciler, her zaman karışık, kaos içinde yol alan durumları tercih ederler.

İran savaşı, Suriye savaşının daha da büyüğü olacaktır. Suriye’nin aksine, İran bu savaşı, sadece kendi içinde karşılama eğiliminde olmayacaktır. Sadece İsrail değil, taraf ülkelerin tümü bir saldırı sahası hâline gelebilecektir.

İsrail’in bu saldırıya çok hevesli olduğu açık.

İsrail, hangi araçlarla Türkiye’yi bu saldırı için ikna etmeyi deneyecektir? Bu soru ciddiye alınmalıdır.

Tüm bunlar Ortadoğu’da paylaşım savaşımının çok daha kızışmakta olduğunu göstermektedir.

Suriye savaşı, giderek dünyaya yayılmaktadır.

Ve aynı zamanda Suriye’de direnen halklar, Ezidisi, Kürdü, Süryanisi, Ermenisi, Arabı, Çerkesi vb. bölgede aynı zamanda bir direniş kültürünün gelişmesini de temellemektedir. Bu direniş, elbette anti-emperyalist bir karakter aldığı ölçüde, kökleşecek, yolunu açacaktır.

Önümüzdeki dönemde, biz, aynı zamanda direnişin daha da genişlediğine tanık olacağız.

Tüm bölgeyi bir devrimci hava sarmaktadır. Tüm bölge halklarında, emperyalist güçlerin tümünden kurtulma isteği, kök salmaktadır. Ve tüm bölgede sosyalizmin üzerine daha ciddi düşünme dönemi başlamıştır. o

Milyonların kurtuluş arayışı

Bir yandan, Saray Rejimi, baskı ve şiddeti sürekli artırarak, her türlü hile ve hukuksuzluğa başvurarak, varlığını sürdürmenin yollarını arıyor. Ve bugüne kadar da bulduğu anlaşılıyor.

Ama diğer yandan, işçi sınıfı, emekçiler, gençler ve kadınlar, kısacası halk, bu duruma karşı, Saray Rejimi’ne karşı direniş yolları geliştiriyor.

Erdoğan iktidarı, Saray Rejimi, gerçekte 12 Eylül karşı-devriminin devamıdır. Hem de her açıdan devamıdır.

Her ikisi de birer ABD ve NATO projesidir.

Erdoğan, 2002’de bir özel proje olarak organize edilirken, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, bir yandan Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması, diğer yandan ise, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya gibi emperyalist güçler arasında gelişen yeni paylaşım savaşımının bir aracı olarak devreye sokulmuştur.

AK Parti ve Erdoğan projesi, SSCB döneminde geliştirilmiş olan “yeşil kuşak” projesinin artıkları ile devam ettirilen projelerin devamıdır. SSCB’ye karşı geliştirilen “yeşil kuşak” projesi, El Kaide, Müslüman Kardeşler, Fethullah Gülen gibi hemen her İslam ülkesinde organize edilmiş projelere dönüştürülmüştür. Bu projeler, doğrudan ABD elindedir, sahaya öyle sürülmektedir. AK Parti ve Erdoğan projesi, bu projelerle doğrudan bağlı, onların bir parçasıdır.

Saray Rejimi, egemen sınıflar için, Sabancı’lar, Koç’lar vb. için, büyük ölçüde kârlılık demektir. İşçi sınıfının bastırılması, kapitalistlerin kârlarına kâr katmaktadır. Ülkemiz, sigortasız işçi çalıştırma, ucuz emek cennetlerinden biridir. İşçi ücretleri aylık 1000 TL civarında dolaşmaktadır, ki bu 170 euro demektir ya da 200 dolar demektir. Bu nedenle, Saray Rejimi, her ne kadar bazı dinî söylemleri ve eylemleri ile endişe yaratsa da, zenginler için büyük kârlılık dönemi demektir. Tüm burjuvalar, bu nedenle Erdoğan’ı, Saray Rejimi’ni, bugüne kadar desteklemiştir. Son dönemde bu destek, koşullu desteğe, yarı mecburî desteğe dönüşmüştür. Bugün, bazı rahatsızlıkların dile geldiği görülebilmektedir. Yaşam tarzı, dinî alanlar vb. üzerinden dile getirdikleri rahatsızlıklar ise, artık bir anlam da ifade etmemektedir.

Saray Rejimi, açık biçimde baskı ve şiddeti sürekli tırmandırmakta, işçi sınıfı ve emekçilere karşı açık bir savaş yürütmekte, ülkede bir iç savaş organizasyonu ile ayakta durmaktadır. Sadece Kürt halkına dönük saldırı ve hukuk tanımazlığı, katliamcılığı ele alsak dahi, bunu söylemek mümkündür. Ama bu saldırı sadece Kürt halkına karşı değildir. Bu saldırı, tüm işçi ve emekçilere, tüm özgürlük, ekmek arayışına, tüm kadın ve gençlere, kısacası milyonlara, ezilen sınıflara dönük bir saldırıdır.

Saldırı sadece polis ve ordu eli ile yürütülmüyor. Bunlara ilave olarak Ergenekon-gladio tipi örgütlenmeler, bunların hem eskileri hem de SADAT gibi yenileri, bazı mafya grupları ve çeteler de bu baskı aygıtının yanında iş görmektedir.

Ve ilave olarak yargı sistemi, baskı aygıtının bir parçası hâline getirilmiştir. Öyle genel anlamı ile bir parçası değil, zaten bu anlamda hep bir parçasıdır. Burada daha özel olarak hukuk sistemi, yargı sistemi, tamamen halka karşı yürütülen “özel savaş”ın bir parçası olarak devrededir.

Basın, tamamen Saray medyası hâline gelmiştir. Tüm haber kanalları, ajanslar, TV kanalları, gazeteler Saray medyası olarak örgütlenmiştir. Bu, halka sürekli olarak karanlık pompalama makinasıdır.

Bunun üstüne, tarikatları ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da eklemek gerekir. İdeolojik saldırının, halkın yaşamına doğrudan müdahalenin, hurafeleri egemen kılmanın önemli araçlarından biri de budur. Medya kadar etkili olmaması ayrı bir konudur ama medya ile birleşmektedir ve bu durum, halkın “uyuşturulması” için büyük ölçüde iş görmektedir.

Tarikatlar, devlet aygıtının kontrolünde, modern dinî çeteler, modern dinî mafya grupları hâline gelmiştir. Tümü, kara-para ile ilgilidir ve tümünün şiddeti kullandıkları da açıktır. Bu şiddet sadece silâhlı ekipleri eli ile uygulanmıyor, bu aynı zamanda cinsel bir şiddet olarak da organize ediliyor. Bu açıdan, Gülen organizasyonunun biraz farklı versiyonları devrede, sahada ve etkindir. Sağlık bakanının Coşan tarikatından olması ya da bazı bakanlıkları mesela Menzil tarikatının ele geçirmiş olması, işin boyutlarını gösteren örneklerdir.

Bu tarikatlar, devletin yanında, işçi ve emekçilerin mücadelesine karşı, özgürlük, barış ve ekmek mücadelesine karşı kullanılmaktadır. Özellikle Kürt illerinde bu tarikatlara yol açılması boşuna değildir.

Saray Rejimi, bir rant ve yağma ekonomisine dayanmaktadır. Bu durum, savaş yanlısı politikaların da bir gereğidir. ABD adına, Ortadoğu’da tetikçilik yapılması, elbette bu çeteci mantığın, bu yağma mantığının, bu rant ekonomisinin gelişimi için büyük bir destek sunmaktadır. Saray’ın ve Erdoğan’ın çevresinde kümelenmiş bir “yeni zenginler” grubu, bu rant ekonomisi ve yağma ile büyümektedir. Çeteler buradan beslenmektedir.

Bu, işin devlet, egemen sınıflar ile ilgili tarafıdır.

Ortada şöyle bir soru vardır: Bunca baskıya, bunca rüşvete, bunca hukuksuzluğa, bunca yağmaya, bunca yalana karşı işçi sınıfı ve halk neden bir şey yapmıyor? Soru budur ve hemen her düşünen insan tarafından dile getirilmektedir.

Ama diğer yandan, halkların, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin, kısacası milyonlarca emekçinin bir arayışı olduğu da kesindir.

Gezi Direnişi bunun en açık ifadesidir. Gezi Direnişi, iktidarı alaşağı etme hedefini gütmemişti. Baskıya, yağmaya, aşağılanmaya, günlük yaşama müdahaleye, rant ekonomisine karşı, insanların kendiliğinden bir direnişi idi. İktidarı hedef almamış olsa da, iktidar, Gezi’yi hedef almakta çekinmedi, bugün hâlâ hedefindedir.

7 Haziran seçimlerinde, AK Parti iktidarına son veren sonuçların ortaya çıkmış olması da, bu direnişin, milyonlarca emekçideki arayışın bir sonucudur. Bu direniş, 7 Haziran sonuçları, hile ile, her türlü hukuksuzlukla ortadan kaldırıldı ve Saray, halka karşı, işçi sınıfı ve emekçilere karşı, gençlere karşı açık bir saldırı başlattı. 3 Kasım seçimleri, tüm bu saldırılara rağmen, hile ile gerçekleşen müdahaledir.

16 Nisan referandumu da direnişin sonuç verdiği, ama sonucun kabul edilmediği bir başka olaydır. 16 Nisan’da hayır oyları fazla çıkmıştır ve Saray, AK Parti’si, CHP’si, MHP’si ile bu sonuçları tersine çevirmiştir. 16 Nisan referandumu ile, işçi sınıfı ve halklar, açıkça, kendi karşılarında, polisi, ordusu, yargısı, YSK’si, CHP’si, AK Parti’si, MHP’si ile tüm sistemi bulmuştur. Sandığa olan inanç sarsılmıştır.

Son 24 Haziran seçimleri de, yine Saray’ın ve sistemin kaybı demektir. Ama sonuçlar tersi olarak resmîleşmiştir. Sandıklar bile sayılmamıştır. İnce ve Erdoğan ittifakı, seçimlerden Saray’ın istediği sonuçları çıkarmıştır. Sokaklarda gösteri yapmak için çıkan çetelerin, halkı kurşunlayacağı korkusu ile sonuçları kabul ettiği ileri sürülen İnce, aslında, Kalın’ın bir başka çeşididir. NATO ve TC derin devleti, Erdoğan’ı galip ilan etmiştir. Erdoğan, artık işe yarar olmaktan çıktığı hâlde, NATO ve ABD eli ile, önüne bir plan konularak iktidarda tutulmuştur. Bu plan, sadece içeride iş görmek için değil, Rusya’ya ve Çin’e karşı bir plan olarak görülmelidir. Yeri gelmişken, Türkiye ile ABD arasındaki gerilimin büyük ölçüde bir tiyatro olduğunu eklemek gerekir.

Şimdi sorumuza dönelim: Neden işçi sınıfı ve halk, tüm bu baskıya, yalana, talana, rant ve yağmaya karşı sesini çıkarmıyor?

Aslında soru yanlıştır. Sesini çıkartıyor, ama sonuç alınamıyor. Neden sonuç alınamadığı sorusu sorulabilir.

İnce’nin mitinglerine akan milyonlarca insan, gerçekte CHP seçmeni bile değildir. Ama bir şüphe ile olsa da arayış içinde olan milyonlardır.

İnce ve Kılıçdaroğlu’nun başarısı, milyonlarca küskün seçmeni, tekrar sandığa çekebilmelerindedir. Bunun zemini de vardı. Ama, bugün, İnce ve Kılıçdaroğlu, bu krediyi Erdoğan lehinde kullanmıştır. Şimdi, milyonlarca işçi ve emekçi, Erdoğan ve Saray Rejimi denildi mi, bunun sadece AK Parti ve MHP ittifakını değil, CHP ittifakını da içerdiğini anlamaya başlayacaktır.

Saray Rejimi, eğer hâlâ yerinde ise, bunun ana nedeni, işçi sınıfının ve emekçilerin örgütlenmesindeki eksiklik ve zayıflıktır. Yani, mesele “tepki yok” değildir. Tepki vardır. Ama tepkinin, direnişin sonuç vermesi için, işçi ve emekçilerin kendi örgütlülüğüne dayanan bir hareket içinde olmaları gereklidir.

12 Eylül ile başlayan dönemde, yani 40 yıldır, işçi sınıfı, devrimci hareketten uzak durmaktadır. Sürekli olarak yakınmakta, yerel eylemler geliştirmekte, ama hep düzen partilerinden birinin peşine takılmaktadır. Kendi bağımsız örgütlenmesini geliştirmekten uzak durmaktadır. Devrimci harekete uzak durmaktadır. Mesele bunun yıkılması ile çözülecektir.

İşçi sınıfı, her alanda örgütlenmek zorundadır.

İşçi sınıfı devrimci mücadele dışında bir yolla sonuç alamaz.

Bu sadece sandıklara güven üzerinden bir direnişle sağlanamaz.

Kurtuluş, sandıklardan çıkacak sonuçlarda değildir.

Sandıklarda hile yapmaya niyetli bir sistemi, bir devleti, engellemek mümkün değildir. Bu ancak, ileri bir örgütlenme ile olur. Bu örgütlenme, devrimci bir örgütlenme olmak zorundadır. Yani, düzen partileri ile bağını kesmiş, hiçbir burjuva partiye güvenmeyen, tersine kendi öz örgütlenmesine güvenen bir işçi sınıfı, sonuç alabilir.

Mesele bir şeyler yapmak değildir, mesele gerekli olanı yapmaktır.

Kurtuluş, işçi sınıfının sınıf çıkarlarını savunan, devrimci bir eylem çizgisinde eylem yapabilmekten geçer.

Kurtuluş, işçi sınıfının devrimcileşmesine bağlıdır.

Bugün, Saray Rejimi, açık bir yönetme krizi içindedir. Geniş kitlelerin bu sistemden rahatsızlıkları vardır. Bunu dile getirme şekilleri farklı olabilir. Ama artık bu bilinmektedir. Erdoğan ve Saray Rejimi, kendi geleceğinden endişelidir. Erdoğan ve Saray Rejimi, orada, NATO, derin devlet, ABD desteği ile durmaktadır.

Saray Rejimi, içeride baskıya, daha çok baskıya, yalana, daha çok yalana, ranta ve yağmaya ve bunların daha çoğuna dayanmak zorundadır. Dışarıda ise, savaşa, daha fazla savaşa dayanmak zorundadır.

Bir bütün olarak Türkiye’deki sistem çökmektedir. Bu sadece ekonomik bir süreç değildir. Bu, sosyal, ideolojik ve siyasal bir süreçtir de.

Ve bu koşullarda tek çıkış, işçi sınıfının devrimcileşmesi yolu ile gerçekleşebilir.

Bugün, TC devleti, Saray Rejimi, giderek daha eskiye dönme isteği ile çıkış aramaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerinde adına “üç tarz-ı siyaset” denilen politika, bugün, bir çorba şeklinde devreye sokulmaktadır. Üç tarz-ı siyaset, Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslam üzerine dayanır ve devletin bunların en az ikisini birleştirmesi ile TC devleti organize edilmiştir. Osmanlı çöktüğü için, Türkçülük ve İslam öne geçmiştir. Bugün, Osmanlıcılık, milliyetçilik ve İslamcılık olarak, Saray Rejimi tarafından ifade edilen “yeni ideoloji”, “yeni Türkiye” aslında bir başka çöküş sürecini ifade etmektedir.

Osmanlıcılık, milliyetçilik ve İslam, son 10 yılda açık olarak birbirine çorba edilerek kullanılmaktadır. Saray Rejimi, “yerli ve milli” yaklaşımı ile, bu siyasetin çökmekte olduğunu itiraf etmektedir.

Türkiye, tüm soğuk savaş dönemi boyunca, NATO’nun ve emperyalizmin SSCB’ye karşı ileri karakolu olarak organize edilmiştir. Kore savaşına asker gönderilmesi bu sürecin açık sonucudur.

Bu, aynı zamanda, ABD’nin siyasal egemenliği altına girmek demek idi. Öyle olmuştur. ABD, ordu, diyanet, yargı sistemi, polis gücü de dahil tüm siyasal yapıyı kontrol etmiştir. Bu soğuk savaş dönemi boyunca, ekonomik alanda Türkiye bir Avrupa sömürgesi olmuştur. Bu özgün durumu biz, “ortaklaşa sömürge” olarak tarif edebiliriz. Siyasal alanda ABD’nin egemenliği ve ekonomik alanda Avrupa egemenliği. Soğuk savaş dönemi boyunca bu durum, çok da problem olmamıştır. Ama SSCB çözüldükten sonra, emperyalist güçler arasında, dünyanın ve bölgemizin yeniden paylaşılması savaşı öne çıkmaya başlamıştır. Bugün, bu süreç yaşanmaktadır. Erdoğan eli ile organize edilen Saray Rejimi, bu amaca dönük bir organizasyondur.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilere dönük, halklara dönük daha büyük baskı demektir. Bu noktada, 12 Eylül’ün tam olarak devamıdır. Ama paylaşım savaşımı açısından, ondan farklıdır. Tam bir ABD tetikçisi olarak iş görmek üzere organize edilmek istenmektedir.

İşte işçi sınıfının, halkların kurtuluş arayışı bu koşulları göz önüne almak zorundadır.

Bu nedenle, işçi sınıfının devrimci çizgisi, halkların kurtuluş arayışı, kesinlikle anti-emperyalist olmak zorundadır. Bu durum, tüm bölgede süren paylaşım savaşında, doğrudan halkları muhatap almak demektir. Yani, şu ya da bu emperyalist güce güvenmek diye bir çıkış yolu yoktur. Tersine, kendi öz gücünü örgütlemek ve yine kendi özgücünü örgütlemiş halkların ortak direnişini örgütlemek temeldir.

Bölgemiz, devrimci örgütlenmeye ihtiyaç duymaktadır.

İşçi sınıfı, kendi devrimci örgütlenmesi ile, sadece kendi kurtuluşu için mücadeleyi ileri taşımakla kalmayacaktır. Aynı zamanda, tüm halkların anti-emperyalist direnişinin de yolunu açacaktır.

İşçi sınıfının, halkların, kadınların, gençlerin bir arayışı, bir kurtuluş, özgürlük arayışı var. Bunu hem yakın geçmişte görmek mümkündür, hem de bizzat bugün. Bu arayış, elbette istenen sonucu vermemiştir. Buna bakarak, işçi sınıfı ve halkların direnişini küçümsemek aymazlık olur. Tersine bu direnişi daha da büyütmek ve bunun yolunu görmek/göstermek gerekir.

Direnişi, milyonların arayışını bu gözle ele almak gerekir.

Direniş, artık her türlü mücadele yöntemini meşru kılmaktadır. Sadece sandığa bağlı kalmak, bir sonraki sandığa kadar halka, işçi sınıfı ve emekçilere “kaderine razı ol” demek, CHP’nin, AK Parti’nin, MHP’nin vb. işidir.

Tersine işçi sınıfının örgütlenme ve direniş bağını doğru kurması gereklidir.

Akıl burada gereklidir, cesaret burada gereklidir.

Her tür örgütlenme, yol açıcı olacaktır. İşçi sınıfı kendini bağımsız ve devrimci bir sınıf olarak örgütlemeden, kendi gücünün farkına varamayacaktır.

Kitlelerin arayışının ifadesi olan eylemlerinin tümüne bu gözle bakmak gerekir.

Örgütlenme ne ölçüde gelişirse, işçi sınıfı ne ölçüde burjuva partilerin denetiminden çıkabilirse, o ölçüde sonuç alıcı direniş gelişecektir.

Hem sultan hem halife Komik ve trajik

Erdoğan, kendisinin dahi sevinçle karşılayamadığı son “seçim zaferi” ile, kendine açılan yoldan ilerlemeye devam ediyor. Erdoğan’ın “seçim zaferi”, hem seçimle bir alâkası olmaması, sandıkların dahi sayılmasına gerek duyulmaması açısından tırnak içindedir, hem de “zafer” olması açısından tırnak içindedir.

İnce ve Kalın ikilisinden, Mr. İnce tarafından ilan edilen bir seçim “zaferi”nin Erdoğan’ı bile sevindirmemesi anlaşılırdır. İnce’ye CHP başkanlığını mı önerdiler? Öyle görünüyor. Ama Erdoğan “zaferi”nin, başka birisi tarafından ilan edilmesine, muhtemelen daha çok sevinirdi.

Son “zafer” bir NATO operasyonudur ve bir anlaşmaya dayandığı anlaşılıyor. Erdoğan iktidarı, bizim tanımlamamızla Saray Rejimi, tamamen NATO kontrollü bir iktidardır. Bu tespitin önemli olduğu kanısındayız. Ama biz daha çok, işin başka yönlerine bakacağız.

Erdoğan’ı seçenler, ABD-İngiltere ve İsrail bağlantılı organizasyonlardır. Bu 20 yılın hikâyesidir ve büyük ölçüde, Ortadoğu ve İslam’ın şekillendirilmesi amacına dönüktür. Yeri gelmişken tekrar edelim, Erdoğan ve AK Parti projesi, Gülen projesinin tamamlayanıdır. İkisi de aynı merkezlidir. Birbirine rakip değil birbirini tamamlayandır. Ve bu projenin bütünü, İslam’ı, ABD-İngiltere ve İsrail kontrolüne verme girişimidir. Gülen ve Erdoğan projesi ile eşanlı Müslüman Kardeşlerin öne çıkışı buna dayanır. Ve tümü, eski Sovyetler Birliği’ni kuşatma amaçlı “yeşil kuşak” projesinin devamıdır.

Bugün, Erdoğan ve FETÖ arasındaki “kavga”ya bakıp, bundan, bu iki gücün rakip olduğu sonucunu çıkarmak fazla olur. Onun yerine, sormak lazım, neden FETÖ deniyor da, Gülen Hareketi terör örgütü denmiyor ya da neden Hizmet Hareketi terör örgütü denmiyor? Bu soruların yanıtları, aynı zamanda neden FETÖ denilen örgütün AK Parti de dahil siyasal alandaki uzantılarına karşı operasyon yapılmadığının da kanıtıdır. Ortada, bir operasyon varmış gibi görünüyor. Hepsi budur.

Demek oluyor ki, Müslümanlar, hele hele İslamî hareketler, ne kadar “komünizm düşmanlığı” ile hareket etmişse, o ölçüde, kendileri olmaktan çıkıp, ABD ve NATO güçlerinin uzantısı hâline gelmişlerdir. ABD ve NATO, anti-komünizm temelinde İslamî hareketleri örgütlemiştir. Bizde adı gladio-Ergenekon olan ve tüm NATO ülkelerinde var olduğu bilinen örgütlenmenin bir uzantısıdır İslamî hareketlerin bu örgütlenmesi. Rastlantı olamaz, bir yandan El Kaide, diğer yandan IŞİD, tamamen bu güçlerin organizasyonudur. Her ikisinin de ABD ve NATO örgütleri olduğu artık biliniyor. Bunu tüm İslamî hareketler de kabul ediyor. Bazıları bu durum için, “biz de ABD’yi kullanıyoruz” deseler de, bu kendilerinin bile inanmadığı bir yalan olarak durmaktadır. Yine rastlantı olamaz, her iki güç de, şiddeti asla ve asla Filistin halkının mücadelesi için kullanmayı bile düşünmedi. Dahası, Suriye ve Irak sahasında yerden hızlı büyüyen bir bitki misali bitiveren IŞİD, her nedense asla ve asla İsrail güçlerine karşı eylem yapmadı. Oysa ideolojilerine bakınca, en çok İsrail ile sorunları olmalı gibi duruyor. Suudi Arabistan-İsrail ittifakı bu açıdan ilgiye değerdir. İslamî hareket diye kendini sunanların çok büyük çoğunluğu, ABD ve NATO güçlerinden açık emirler almakta sakınca görmemişlerdir.

Gülen hareketi, Müslüman Kardeşler ve AK Parti-Erdoğan projesi de, bunun bir başka versiyonudur. Açık olması açısından, El Kaide, IŞİD vb. gibi örgütlenmelerin siyasal alanda, ABD ve NATO güçlerince organize olmuş hâllerinden birkaçı, Müslüman Kardeşler, Gülen hareketi ve AK Parti-Erdoğan projesidir. Bu hareketler de, her zaman ABD emperyalizminin istekleri doğrultusunda siyasal, toplumsal organizasyonlar yapmışlardır. ABD çizgisinden bir milim şaşmamışlardır.

Yeri gelmiş iken, son 24 Haziran “zaferi” nedeni ile Erdoğan’ın sevinememesinin belki bir nedeni, artık tek emir aldığı ABD yerine, bundan böyle, yedi kocalı hürmüz gibi, NATO’dan emir alacak olması olabilir. Ama sadece bir nedeni. İngiltere ziyaretinde Erdoğan, Kraliçe’nin huzurunda acaba, ABD’ye ne garantiler vermiştir? Sadece para istediği, istediği 100 milyar doların Kıbrıs konusunda istenilenleri yapmak için bir bedel olarak sunulduğu vb. işin muhtemelen ayrıntılarıdır.

Demek oluyor ki, El Kaide, IŞİD, Müslüman Kardeşler, Gülen hareketi (Gülen hareketinin ismini FETÖ diye TC devleti koymuştur. Devlet, Gülen hareketini kurtarmak için bunu yapmıştır. Çünkü FETÖ diye bir örgütün varlığı yoktur. En militan Gülen’ciler dahi, Hizmet Hareketi dedikleri bir harekete katılmışlardır. Bu bir tarikattır. CIA organizasyonu olan bir İslamî tarikat. Gerçekte devlet bunu değil de, adına FETÖ dediği bir şeyi terör örgütü ilan etmiştir. Bu gerçekte Gülen’i kurtarmanın da yoludur) ve AK Parti-Erdoğan projeleri, hepsi ABD projeleridir ve tümünün hedefi aynıdır: Ortadoğu’nun ve İslam ülkelerinin yeniden paylaşılması, İslam’ın bir siyasal organizasyon olarak ABD, İngiltere ve İsrail çetelerinin kontrolüne verilmesi.

Ortadoğu’nun yeniden paylaşılması, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak sunulmuştur ve bu projenin eş başkanı olduğunu bizzat Erdoğan’ın kendisi söylemiştir. BOP, aslında Ortadoğu’nun ABD öncülüğünde, muhtemelen AB ülkeleri aleyhinde yeniden paylaşılması demektir.

Bu proje, daha şimdiden bir önemli sonuç doğurmuştur. İslam, ABD kontrolüne büyük ölçüde girmiştir, büyük ölçüde bitirilmiştir. İslam’ı etkisiz kılma ayağı, büyük ölçüde başarıya ulaşmıştır. İslamî hareketlerin hiçbir ideolojik özelliği kalmamış, tümü ile, ABD emperyalizminin istekleri doğrultusunda fetvalar verilen bir liderlik tarafından yönetilir hâle gelmiştir. Tümü ile İslam ülkelerinin liderleri, baştan aşağıya borç, rüşvet, yolsuzluk batağına batmış ve tüm dizginleri olduğu gibi Amerikalı efendilerinin eline teslim etmişlerdir. Bir yandan İslam adına konuşmalarına olanak tanınmış, kendilerinden bu özellikle istenmiştir. Erdoğan örneğinde görüldüğü gibi, her adımında İslamî söylemi kullanması teşvik edilmiştir. Erdoğan, attığı birçok adımı, İslam’ı referans göstererek atmış, dahası İslam adına konuşan bir lider olarak ortaya çıkmaya çalışmıştır. Ama öte yandan, rüşvet, yolsuzluk ve “dünya işlerinin” İslam kurallarını ayaklar altına alan işleyişi, yeri geldiğinde ortaya yayılacak şekilde organize edilmiştir. Ve elbette “alim” diye tanınan hocaların (mesela bizim ülkemizde Hayrettin Karaman, 17-25 Aralık dosyalarındaki paraları, peygamberin de %10 aldığını açıklayarak aklamaya çalışmıştır. Galiba şu an kendisi Ziraat Bankası yönetimindedir), bu büyük çaplı parasal, mafyasal, çetesel ilişkiler ağında fetvalar yayınlamaları, bu fetvaların yolsuzluk, hırsızlık vb. alanlarda siyasi İslamcıları haklı göstermesi, işin tuzu biberi olmaktadır. Böylece İslam, ABD ve NATO kontrolünde, bölgemizdeki liderler tarafından acımasızca kullanıldıkça, içeriği tamamen boşalmaktadır. Dinin, egemenlerin iktidarının devamı için, halkın afyonu olarak kullanılması yeni değildir. Ama bu denli bir çetesel ilişki ağının içinde kullanılması az rastlanırdır. İslam, bugün, bir çetesel ağ tarafından kontrol edilmektedir, kullanılmaktadır.

Erdoğan’ın bu son seçim zaferi, bu açıdan da kullanılmak istenmektedir. Erdoğan’ın ağzından İslam’da reform önerileri, kuşku yok ki, Erdoğan’ın İslam’ın Martin Luther King’i olma isteğinin ürünü değildir. Daha çok, kendisinin bir “yer” edindiği ve bu “yeri”, ABD, İngiltere ve İsrail çıkarları için kullanması gerektiği gerçeğinin ürünüdür.

Bugünlerde Erdoğan’ın İslam’da reform tezlerinin nedeni, tamamen bu proje nedeni ile aldığı görevlerin gereğidir. Erdoğan’ın bu reformları hayata geçirecek kadar “yukarılarda” kalamayacağı artık görülüyor. Onu oraya çıkartanlar, bu son seçimlerde İnce eli ile “zafer”ini ilan ettiklerinde, aslında uzun olmayan bir iktidar geleceği öngörmüş gibidirler. Bu anlamda Erdoğan’lı iktidarın ömrü kısadır. İslam’da reform ise biraz daha uzun vadeli bir iştir. Belki bu iş için, Erdoğan ortamı hazırladıktan sonra, Gülen’in yeniden devreye girmesini düşünmektedirler. Bunu bilemiyoruz.

Ama, Erdoğan’a, Davut peygamberden söz ettikleri anlaşılıyor. Yakında Erdoğan ve çevresi Davut hakkında konuşmaya başlayacaktır.

Davut, hem peygamberdir, hem de kral.

İşte Erdoğan’ın özlemi de budur; hem peygamber, hem de sultan.

Aslında halife ve sultan denilince, daha çok akla Abdülhamit gelir. Ve en çok da konuşulan budur. Ama burada bir sorun var. Halife ile peygamber arasında bir fark var. Peygamber, allahın aracı olarak seçtiği ve mesajlarını ilettiği insandır. Oysa halife, hilafete dayalı iktidarın dinî lideridir. Ama halife, aynı zamanda tüm İslam üzerine etkilidir.

İslam’ın bugünkü hâli ile, halife olarak birisinin mesela Erdoğan’ın, tüm İslam alemine etki etmesi mümkün değildir. Suudi anlayışı Vahabilik nedeni ile bunu asla kabul etmez. Aynı şekilde İslam dünyası içindeki Şiilerin bunu tanıması mümkün değildir. Önemli bir ülke olarak Mısır’ın da durumu aynıdır. Bu durumda Erdoğan’ın halifelik yolu ile etki edeceği ülke bir tek Katar olarak kalır. Öyle anlaşılıyor ki, bu, iş görmeyecektir.

Bu durumda “İslam’da reform” daha akıllıca görülebilir. İşte Davut alternatifi burada devreye giriyor. Hazır Hayrettin Kahraman Ziraat Bankası Yönetim Kurulu’nda, gelen paraların renkleri ile bu denli ilgili iken, İslam’da reform üzerine çalışabilir. Mesela ramazan ayının, yaz aylarında oruç tutmanın zorluğu nedeni ile hep aralık ayına alınması uygun olur. Hem bu, belki de geniş bir kitlenin ilgisini de çekebilir. Ama bu, işin makyajı olacaktır. Esas mesele, tüm İslam’ı bir merkezden yönetebilmek ve bu merkezin de ABD, İngiltere ve İsrail kontrolünde olmasıdır.

Bu proje, anlaşılacağı üzere uzun yıllara ihtiyaç duyulan bir projedir. Erdoğan bugün, bilerek bilmeyerek, bu proje için gerekli “yıkma” görevinde iş yapabilir.

Ama öte yandan cin şişeden çıkmıştır.

Erdoğan, iktidar veya güç denilen şeyin tadını almıştır. Her gün onlarca yalan söylemeyi de başarmaktadır. Kendisinden ülke içinde hesap soran da yoktur. Şimdi, hem ABD hem de NATO kanalı ile AB’ye hesap vermek zorunda olduğuna göre, artık muktedir ama yedi kocalı hürmüz gibidir.

İşte canını sıkan bu durumdan kurtulmak için, Abdülhamid özlemleri yeniden alevlenmek zorundadır. Bu konuda tempo tutan bir kitle bulmak da zor olmasa gerek.

Abdülhamid, ikinci kere yaşatılacak.

Halifelik ve sultanlık, ikinci kere denenecek.

İlkinde trajedi idi. Pek çok Abdülhamid hayranı için bu trajedi kabul edilir bir tanımlamadır. Birçok şeyi istemeden yaptığı söylenir. Hep denir ki, ondan önceki padişahlar aslında bilinen hataları yapmamış olsalardı, Abdülhamid başarılı olabilirdi. İşte bunun için, trajedi olarak anılır.

Abdülhamid’den söz edilince, Berat için Damat Ferit benzetmesi akla geliyor.

Bu sefer tarih, traji-komik sahneler kaydedecek. Belki Erdoğan, Abdülhamid rolüne kendini fazla kaptırmış iken, Damat Ferit, gerçek iktidarı çoktan almış olacak.

Osmanlı Sarayı’nın, son dönemelerini yaşamış olduğu Abdülhamid döneminde dahi, bazı gelenekleri vardı. Haremi ile, içoğlanları ile, ulemaları ile, koca bir imparatorluğun çökmekte olan hâli idi. Bu şaşalı imparatorluğun içine düştüğü bu durum, düyun-u umumiyecileri sevindirse de, Saray mensupları için trajik bir durum olduğundan şüphe yok.

Ama, projelendirilmiş bir Erdoğan sultanlığı ile, Suriye savaşında yerle bir olan bir bölgesel otoritesine dayanan bir halifeliğin, nostaljik yönü ne kadar çekici olsa da, bir traji-komik tiyatroyu andıracağından şüphe duymamak gerekir. Erdoğan, mümkündür haremi, içoğlanlık sistemini kurabilir. Mümkündür, meşveret meclisine ofis de diyebilir. Hazineyi damada teslim edebilir. Ama Bilal ne olacak? Hem sonra meşveret odasında perde arkasından tartışmaları dinlemek yerine, elektronik kulak kullacağı ve meşveret meclisindeki herkesi her an dinleyeceği de kesin. İyi ama bu elektronik sistemlerin başka nelere olanak verecekleri belli midir? Hani Erdoğan’ın “kriptolu telefonumu dinlediler” dediği anı hatırlayalım. Bu FETÖ dediklerinin ağababası CIA değil mi? NATO ve gladio ile bu denli iç içe geçince, düyun-u umumiye yerine hazine garantili kredileri, varlık fonunu koyunca Osmanlı’nın son dönemini temel alarak, Osmanlı olunamayacağı açık değil mi? Osmanlı’nın yeniçeri ocağının yerine, SADAT iş görür mü, yoksa Sedat Peker’in mafyasını mı kullanacaklar? Çakıcı’nın çıkışlarına bakarsak, Sedat Peker’in epeyce şansı var gibi. Peki, Sedat Peker veya SADAT, Erdoğan’ın kontrolünde mi olacak?

Sadece halifelik de, sadece sultanlık da traji-komiktir. İkisinin bileşimi, traji-komik tiyatroyu daha da ucuzlatacaktır. Ne ağlamak mümkün, ne gülmek.

Oysa Erdoğan’ın Saray Rejimi esastır.

Saray Rejimi, işçi ve emekçilerin daha fazla sömürüsü, halkların daha şiddetle bastırılması, insanî değerlerin ayaklar altına alınması, dinin sınır tanımaz kullanımı, ekonominin ve devletin çeteleşmesi, hak ve hukuğun yok edilmesi, sokak başlarında gençlerin öldürülmesi, çocukların organ mafyası için bitki vazifesi görmesi, kadınların ve çocukların cinsel olarak pazarlanması, tüm toplumun polisiye yöntemlerle denetim altında tutulması demektir. Saray Rejimi, ABD adına bölgede tetikçilik yapabilmek için, 23 sente asker olmak demektir. Saray Rejimi, yoksulluk demektir. Saray Rejimi, sadaka ile övünülmesi, her türlü ahlâksızlığın yaşamın devamı için zorunlu hâle getirilmesi demektir. Saray Rejimi, yağma ve talan, rant ekonomisi demektir.

Saray’daki ister Erdoğan olsun, ister Damat Ferit, ister Bilal Oğlan olsun. Saray Rejimi, milyonlarca emekçi için açlık, yokluk demektir.

Eğer bu traji-komik dönemi seyretmekle yetinmeyeceksek, biz işçilerin, biz emekçilerin örgütlenmesi esastır. İşte o zaman bu kurulan sahnenin arkasındaki güçleri açığa çıkarabiliriz. İşte o zaman, bu tarihi değiştirebiliriz. Geçmişe değil, geleceğe; padişahlığa değil, özgür bir geleceğe, insanın insana kulluğunun son bulacağı bir geleceğe yürüyebiliriz.