Boş otobüse binse, ayakta gider. Yağmurlu günde durağa gitse, duraktan içeri giremez ve her zaman bir ticari arabanın küçük bir su birikintisine girmesinden ötürü sıçrayan suları kendi üzerine toplar. Bahtsız bedevi hesabı… Hayatının çoğu anında mutluluklara şahit olarak mutsuzluğuyla yüzleşmek zorunda kalan Pimpirik Nuri, buna o kadar alışmış ki kaçası geliyor gülen yüz emojisi gördüğünde. Ama bir gün o kadar çok merak etti ki mutluluğu, açtı Google amcaya sordu. Takır tukur klavyesine yazarak “Mutluluk nedir?” diye ve sadece içi boş, insanları uyutmalık kişisel gelişim sözlerinden başka bir şey bulamadı. Daha sonrasında, döndü yorgan altı mekânına ve boktan hayatının düzenini yaşamaya devam etti.
Bir gün, yine yalnız başına ve televizyonla baş başa, masadan kaldırılmayan kahvaltılıkları kemirirken sarımtırak dişleriyle güzeller güzeli bir kız çıktı televizyona. Sanırsın kaf dağının doğal afeti, gül suyunun kokusunun madeni ve gönül çelenlerin önde ata bineni. Pimpirik Nuri onu gördüğü anda hayatı tersyüz oldu. Ağzından zeytinin çekirdeği yerine zeytini çıkarıp, çekirdeğini dişlemekle kendini avuttu. Zaten başka ne yapabilirdi ki? Tanışacak hâli yoktu ve olamayacaktı bu gidişle. Tek yapabildiği o anda, bütün zeytin çekirdeklerini öğütmek oldu bağırsaklarında. Ve süreç bağlamında, kızı da dinlemeyi ihmal etmedi bizim platonik âşık Pimpirik Nuri.
– Evet, bu elimde gördüğünüz güzellik kremi bugün sizin için sadece ve sadece yarı fiyatına hanımlar. Bu krem ne mi diyorsunuz? Ben neden çoluğumun çocuğumun rızkını bu kreme vereyim mi diyorsunuz? Bu ay faturaları ödeyemezsem ne olur mu diyorsunuz? Demeyin. Sizin oranıza buranıza süreceğiniz kremden daha değerli bir şey olamaz hanımlar. Bırakın çoluğu çocuğu, faturayı ve evin dertlerini. Kocalarınız biraz daha fazla çalışıp hâlleder. Siz bu kadar zaman feragat ettiniz yıllarınızı sümsük bir kocaya ama elde ne var? Sadece zırlayan iki-üç çocuk ve sizi akşam yemeğinden daha değerli gören bir koca. Bırakın bütün bunları ve bu güzellik kremini alın. Bir düşünün bu kremi kullandıktan sonra belki de üçgenli, baklavalı, yakışıklı alt komşuyla oralara buralara kaçabilirsiniz. Neden olmasın? Siz de deneyin. Bu kremi kullanan kadınların yüzde seksen beşi daha bulunamamıştır. Hemen bizi arayın ve alt komşuya su böreği yapmaya başlayın. Numaramız: 444 2575 yani 444 Alt Komşuyla Kaçmayı Sağlayan Krem. Evet, hanımlar son üç dakikaya giriyoruz baklava dilimli Berke mi yoksa şöbiyet kıvamındaki Mümtaz mı? Her şey sizin elinizde, durmayın arayın.
Pimpirik Nuri bir an eline telefonu aldı ve numarayı çevirmeye karar verdi ama o anda alt komşusu Sucu Nevzat’la el ele kol kola bozuk klozetlere koşma düşüncesi kafasında 3-D canlandı. O düşünce yuttuğu bütün zeytin çekirdeklerinin midesinde bir karışıma yol açıp ağzından geri patır patır yere dökülmesini sağlamıştı ve yaklaşık üç dakika yirmi dokuz saniye boyunca kendine gelememişti. Kafasında kızla konuşma isteğinden başka bir düşünce bulunamayan ve beyindeki tek bulunan çekirdeği sadece bu işe endeksleyen Pimpirik Nuri, kızdan ve anlatımından o kadar etkilendi ki; bu kızın evini bulup üst katına taşınmaktan başka bir çare gelmedi kış uykusundan yeni uyanmış beyninde. Ama ne yapabilirdi? Cesaret denen kavram Pimpirik Nuri’de miligramın milyonda biri kadar bulunmakla birlikte sadece ve sadece kuvvetli bir gazla etkileşime girmektedir. Bu etkileşim sonucunda, çoğu zaman değil, HER ZAMAN başarısızlıkla sonuçlanmakta ve bundan ötürü bir sonraki cesaret girişimine verilmesi gereken gazın miktarı da artmaktadır. Bu sefer öyle bir gaz lazım ki bizim Pimpirik Nuri’ye yerinden kalkıp, üstünü giyinip ve kendine biraz aynada baktıktan sonra yola çıkacak ve hatta otobüse binecek. Bunlar, Pimpirik Nuri’nin hayatında birkaç kere gerçekleştirdiği ve sonucunda bir daha yeltenmeyeceğine söz verdiği eylemlerden birkaçı sadece. Bunun için güçlü bir gaz lazım kelimesini tam yazarken ben, Pimpirik Nuri aynı kanala yine gözü dikti. Ve bu sefer saçma sapan yarışmaların birinde geğirdiği için ünlü olmuş bir zibidiyi dinlemekteydi. Aynı zamanda bu zibidiye kendine küfür eder gibi küfür ediyordu. O kadar ağır ki yazsam Türk Dil Kurumu haznesinde bulunan kelimelerin yarısını argo olduğu için değiştirirdi.
– Baylar, bayanlar, evinde yalnız patates soyanlar, ekonomik krizden ötürü mal mal bu saatte televizyona bakanlar, kimin eli kimin cebinde olanlar, hepinize selâmlar. Hiçbir İşe Yaramayan Şaklabanların Çıktığı Kanalı izlemektesiniz. Bu sefer, yine her zamanki gibi, çok hoşunuza gidecek ve aynı zamanda tomarla cebinizden para alacak bir yarışmayla yine karşınızdayız. Size bir müjde, bu yarışma diğer yarışmalardan daha aptalca, daha bilgisiz ve daha hıyarların çıkacağı bir yarışma olmakla kalmayıp yine sizin hayatınıza hiçbir şey katmayacak. Sevincinizi taaa İstanbul il sınırları dışında bulunan stüdyomuzdan duyabilmekteyim. Bu yarışmada üç hırsızı, üç kasabı ve üç bakkalı aynı ahıra sokacağız ve bu ahırda beş tane eşek bulunmaktadır. Bir hafta sonunda eşekten hiç tepik yemeyen, bu yarışmanın birincisi olacaktır. Birincinin ödülünü mü merak ettiniz? Sabırsızlanmayın, söylüyorum. Birinci, bir sonraki hafta Öküz Tepmesi yarışmasına katılmaya hak kazanacak. Bu yarışmadan da eğer birinci olursanız herhangi bir hayvandan tepik yiyene kadar sizi yarışmalara sokup sokup çıkaracağız. Merak etmeyin her türlü yiyeceksiniz. Ama önce bizi aramanız lazım. Hadi durmayın, tepiklere boğulalım. Numaramız: 444 83745 yani 444 TEPİK. Tepiklenmeyen bizden değildir, bizdenseniz her türlü yiyeceksiniz.
Eşek tepmesini sağ ve sol baldırında hisseden Pimpirik Nuri’nin, aklında sadece iki soru oluşmuştu. Bir; saat kaçtı? İki; evde ekmek var mıydı? Artık her şeyin beklendiği bu memlekette tek derdi ekmek ve zaman olan Pimpirik Nuri pencereye yattığı yerden baktı ve gece olduğunu fark etti. Kızla tanışma fikrini yarına aktarmaktan başka çaresi kalmadığını anladı. Aslında tanışamayacağını kendisi de çok iyi biliyordu ama her zaman ertelemek ve hayalini kurmak onun için vazgeçilmez bir hobiydi. Hatta bağımlılık bile denebilirdi. O yüzden gerçekleri bir kenara bırakıp, kafasında hayallerini yaşamaktan ve televizyon izlemekten başka bir şeye zaman bulamıyordu Pimpirik Nuri. Birden son bir kez kanallarda tur atıp olduğu yerde sızma fikri beyninde ampullendi ve kumandayı battaniyenin arasında bulmak için yarım saat cebelleşti ama beş metre ötedeki televizyona gitmek aklının otoyolundan bile geçmedi. Bir yarım saat de kumandanın çalışması için sehpaya vurmakla harcayan Pimpirik Nuri pillerin yerini değiştirmesi gerektiğini de hiçbir zaman bilemeyecekti. En sonunda bütün işlevselliğini kullanarak kanallarda turlamayı başladı. Bir tane hiç anlamadığı bir programda durdu. İsmi ise ‘Kodamanlar Tepişiyor’du. Bilinçaltında tepinmek fiili oluştuğundan, bir önceki reklâmdan ötürü, birden cazip gelmişti. Bu kanalda bir tane kodaman, bir kadın, üç tane beyefendiden bozma adamı konuşturuyordu.
KODAMAN KADIN: Evet, konumuz gece süt içilir mi? İçilirse n’olur? İçilmezse kime ne? Peki, içtik diyelim serbest ekonomi piyasasındaki dalgalanmadan ötürü peynir ve salam fiyatlarındaki değişiklikler nasıl olabilir? Biz süt içmesek dolar düşer mi? Dolar düştüğünde süt içmemiz lazım mı? Bu sorulara cevap vermek üzere Süt İçtikten Sonra Gazı Gelenler Derneği üyesi tipsiz beyefendiye dönüyoruz.
TİPSİZ BEYEFENDİ: Efendim, süt inekten olur. İnek dağda yaşar. Dolar Amerika parasıdır ama salam muammadır. Çünkü çoğu hayvandan olabilir. Bu yüzdendir ki dolar düşerken salama dalmayın, süt içerseniz sabaha kalmayın. Teşekkür ederim.
KODAMAN KADIN: Hmmm, gerçekten değişik bir yaklaşım Tipsiz Beyefendi. Peki, Dolar Düşerse Ekime Düşmezse Sütüme Derneği Başkanının kayınçosunun biraderi Angut Beyefendi, sizin bu duruma karşı yorumunuz nedir?
ANGUT BEYEFENDİ: Efendim, öncelikle sütün nerden geldiğine ve nereye gideceğine bakmamız lazım. Daha sonrasında dolar hareketliliğinden salama bağdaştırıyor Tipsiz Bey yanlış bir tutumdur. Burada sucuğa önem verilmesi gerekir. Ve halkımız böyle oyunlara gelmeyecektir. Bunu bilmelidir, ANGUT SUCUKLARI her zaman iki dişinizin arasında (elindeki sucuğu kameraya gösterir). Teşekkür ederim.
KODAMAN KADIN: Peki, bir diğer konuğumuz Tüketiciler Derneği Başkanı Saçsız Beyefendi söz istiyor buyurun efendim.
SAÇSIZ BEYEFENDİ: Efendim, bu konular…
KODAMAN KADIN: Tamam kes, süremiz dolmuştur. Efendim, yarın geceki konumuz inek neden inektir? İneğe binek desek olur mu? Bu tartışmaya yine üç kodaman konuğumuz gelmekte olup sizi de yine bekleriz. Kanalınızı değiştirmeyin, bundan sonra boş reklâmlar var. İzlemeden uyumayın, pişman olursunuz.
Pimpirik Nuri gram bir cacık anlamamış bir şekilde yatağa yan yatmış ve salyalarını yastığına damlatmakla meşguldür. Öyle iradesizdir ki, Kodaman Kadın değiştirmeyin dedi diye kumandayı sehpaya atıp yine yarım dalmış gözle tencere reklâmlarına kendini kaptırmıştır. Pimpirik Nuri bugün de tıpkı dün gibi ve hatta ondan önceki günler gibi gününü üçlü koltukta sürdürmüştür ama artık bir fark vardır. Yarın, belki de ölene kadar o kız kafasının bir kenarında ve hayalinin başköşesinde kalacaktır. Ve Pimpirik Nuri o koltuktan kalkmadığı sürece hep hayalinde başarılı ve mutlu bir insan olacaktır. Gerçekler zaten bilinmemektedir ve bilinmeyecektir. m
Pimpirik Nuri
Sırılsıklam bir âşık: Bedri Rahmi
“Her şeyin hası var bu dünyada
Fırının hası var, ekmeğin hası
Bahçenin hası var, insanın hası
Çeliğin hası var, insanın hası
Gel gör ki her şeyin hası çarşıda satılmaz.”[1]
Çarşıya ya da geleneksel önyargılara değil; hayata ve âşka inananlardandı Bedri Rahmi Eyüboğlu; “Âşkın hikâyesini,/ Durmaksızın feryat eden bülbüle değil,/ Sessiz sedasız can veren pervanelere sor,” Mevlânâ’nın dizelerindeki üzere…
64 yıllık hayatı boyunca hem edebiyat hem resim sanatına katkılarının yanı sıra dostlarına verdiği kıymetle tanınan bir sanatçı olan Bedri Rahmi Eyüboğlu,[2] yazdığı “Âşk Mektupları”nın[3] dahi birer sanat eseri olarak değerlendirilen[4] biriydi…
Birden fazla sanat dalında ürünler verip bunların hepsinde de başarılı olmak sanat tarihinin ender görülen olgularındanken; Bedri Rahmi resimde, şiirde ve deneme yazarlığında aynı başarı çizgisini tutturabilmiş sanatçılardandı.[5]
Bu özelliğinin ardında, Karl Marx’ın 21 Haziran 1865’de “Jenny’e Mektup”undaki, “Âşk, insanı yeniden insanlaştırıyor,” gerçeği yatar.
Gerçekten de “Âşk, karşılıklı duyum ve uyum isteyen bir ilişki”ken;[6] “Sevgili dediğin güzelliğiyle seni kendine âşık eden değil, sana kendin olabilme şansını verendi,” Ernesto Che Guevara’nın işaret ettiği üzere…
* * * * *
Sanatın birçok dalıyla ilgilenen Bedri Rahmi, daha çok ressam ve şair kimliğiyle bilinirken; ressam Bedri Rahmi’den şair Bedri Rahmi’ye yolculuk gerçeğinin altı özenle çizilmelidir.
Bedri Rahmi’nin ilk resimlerinde Trabzon manzaraları dikkat çeker. 1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisine giren Bedri Rahmi, Nazmi Ziya Güran ve İbrahim Çallı’nın öğrencisi olmuştur.
Şiire ise daha lise öğrencisiyken başlamıştır. Şiirleri ‘Yeditepe’, ‘Ses’, ‘Güney’, ‘İnsan’, ‘İnkılapçı Gençlik’ ve ‘Varlık’ dergilerinde yayımlandı. Daha birçok dergi ve gazetede gezi yazıları, hikâye ve denemeler yazdı. Halk edebiyatının her türüne karşı duyduğu hayranlık bütün eserlerine yansımaktadır.
Bedri Rahmi, asla şiirsiz kalmadı; “Seni düşünürken/ Bir çakıl taşı ısınır içimde/ Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar/ Bir gelincik açılır ansızın/ Bir gelincik sinsi sinsi kanar/ Seni düşünürken/ Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır/ Deliler gibi dönmeye başlar/ Döndükçe yumak yumak çözülür/ Çözüldükçe ufalır küçülür/ Çekirdeği henüz süt bağlamış/ Masmavi bir erik kesilir ağzımda/ Dokundukça yanar dudaklarım/ Seni düşünürken/ Bir çakıl taşı ısınır içimde,” dizelerindeki üzere…
Lise yıllarında yazmaya başladığı şiiri hiçbir zaman bırakamaz. (Ya da “Şiir Onun yakasını bırakmaz” mı demeli?) Resminde olduğu gibi şiirlerinde de; halk hikâyelerine, söylencelere sık sık yer verir.
1931’de diplomasını almadan, Fransa’ya gider. Yurda döndükten sonra Güzel Sanatlar Akademisi diploma yarışmasında ‘Hamam’ başlıklı çalışması ile birinci olarak mezun olur.
1950’lilerde duvar resimlerine yönelen Bedri Rahmi, “Güzelin yararlı, yararlının güzel” olabileceği fikrini benimser.
Paris’ten döndükten sonra resimlerinde yoğun olarak halay, han avlusu, çocuk emziren kadınlar, saz çalan âşık temalarını işlemeye başlar.
Bedri Rahmi, 1961’de iki yıllığına ABD’ye gider ve çalışmalarını yurt dışında sürdürme fırsatı bulur. Bu dönemde zengin renklerle soyut biçimlere yönelir. Görülmedik, bilinmedik renkler bulabilmek için denemeler yapar, plastik tutkal-plastik boyalar-kum-talaş ve buruşturulmuş Japon kâğıdı kullanır. Amerika Dönemi’nin sanatına başka bir boyut kazandırdığını kendisi de ifade eder.
ABD dönüşü soyut resim ve renk düzenlemelerini bırakıp yeniden eski konularına döner; gecekonduları, kahvehaneleri, hanları resmeder. 1963-1964 yıllarında ‘Vakko Fabrikası’, ‘Karaköy Tatlıcılar’, ‘Manifaturacılar Çarşısı’ panoları yanında çeşitli malzemeleri dener.
Kardeşi Sabahattin Eyüboğlu’nun 12 Mart sürecinde gözaltına alınması onu çok etkiler. 1970’lerin başında yeniden toplumsal içeriği ağır basan resimler yapar. Ölüm ve yaşam arasındaki çelişkiyi anlatan ‘Yunus Emre’ adlı tablosunda toprağın altında ölen insanları verirken toprağın üzerinde yapraklarını gökyüzüne açan ağaç vardır. Tablonun altında ‘Kimi Masum Kimi Güzel Yiğitler, Ne Söylerler Ne Bir Haber Verirler’ yazar
Onu öyküsü yerelden evrensele bir yolculuktur; “Erimek belirsizce her şeyde/ Karışmak sulara yıldızlara/ Sinmek kokusuna mor menekşenin/ Yanmak damar damar, nefes nefes/ Yaşamak tükene tükene,” dizelerindeki üzere…
Bedri Rahmi’nin en meşhur şiiri kuşkusuz‚ Karadut’tur: “Karadutum, çatal karam, çingenem/ Nar tanem, nur tanem, bir tanem/ Ağaç isem dalımsın salkım saçak/ Petek isem balımsın ağulum/ Günahımsın, vebalimsin.”
Şiirin hikâyesi de kendisi kadar etkileyicidir. ‘Karadut’um’ dediği Mari Gerekmezyan’ı çok sever Bedri Rahmi, hiç unutamaz.[7]
* * * * *
Ama budan öncesi de vardır.
Bedri Rahmi’nin ilk âşklarından biri, “Böcek” adını taktığı bir Almandır. İstanbul’da uzun bir âşk yaşarlar. Kız daha sonra Almanya’ya dönecek ve orada evlenecektir.
Günün birinde Paris’e de gelir, Bedri Rahmi ile buluşurlar, birkaç sonra tekrar ülkesine gider. Bedri Rahmi o günlerde şu şiiri yazacaktır:
“Seni bigüzel giymişim içime gâvurun kızı/ Bir kurşunla vurdular ikimizi/ Gün ışır, yaprak titrer, tohum üşür/ Acı günler kızarır hikâyemizi”
Ve 1930 yılında Bedri Rahmi, henüz 19 yaşındayken abisi Sabahattin Eyüboğlu’nun kazandığı bir bursu bölüşerek Fransa’ya gidecek ve Dijon, Lyon ve Paris’te sergileri gezdikten sonra Andre Lhote Atölyesi’ne yazılacaktır.
Sonrasını uzun yıllar Paris’te birlikte oldukları Hıfzı Topuz anlatır.
Romanyalı bir resim öğrencisi olan Eren’in, o zamanlar asıl adı Ernestine’dir. Lhote, ona “Miss Roumanie” demektedir.
1933 yılında bursları uzatılmadığı için Bedri Rahmi İstanbul’a dönecektir. Ama aklı Paris’te kalmıştır. Bir süre sonra da Eren ile mektuplaşırlar. 1933 yılı sonlarında Eren, Romanya’ya giderken İstanbul’a uğrayacak fakat uzun süre kalmayacaktır.
Bedri Rahmi ise Kumkapı Ermeni Okulu’nda 20 lira maaşla çalışan bir resim öğretmenidir.
Eren de Bedri Rahmi’ye tutulmuştur. 1934’de bir daha İstanbul’a gelecek ve birlikte Necip Fazıl’ın Firuzağa’da tuttuğu bir odaya yerleşecekler, ama bir süre sonra Necip Fazıl ile araları açılınca evi terk edeceklerdir.
Bedri Rahmi’nin işsizlikle geçen günlerin ardından Eren tekrar Romanya’ya döner.
Bu ayrılık da uzun sürmeyecek, Eren yine İstanbul’a gelecek ve 1936 yılının nisan ayında evleneceklerdir. (Ey sevgili okur, şimdi biraz nefes al ve dünya şairi Nâzım Hikmet’in 17 Temmuz 1959 tarihinde sözcüklere döktüğü “İki Sevda” başlıklı şiirinde söylediklerine kulak ver. Siz bakmayın tevatürlere, şairler yalan söylemezler. Sevdiği kadınlar için “Gülüp ağlıyorlar iki dilde” derken şair, “sevda”yı da şöyle tanımlar: “Bir gönülde iki sevda olmaz/ yalan/ olabilir.”[8]
* * * * *
Evet Bedri Rahmi’nin eşi Eren Eyüboğlu ile âşkı dillere destandı; O âşk, mektuplara kazılıydı.[9] Ancak gün geldi, usta ressam ve şair, gönlünü bir başka kadına kaptırdı, evliliği sarsıldı.
Bedri Rahmi, Burhan Toprak Güzel Sanatlar Akademisi’nde müdür olduktan bir süre sonra, 1936-37 ders yılında Akademi’de görev alacak ve Leopold Levi ile çalışmaya başlayacaktır. Eren’e sevgisi, âşkı zerre kadar eksilmemiştir, ama Bedri Rahmi’nin duygu ve düşüncelerinde “Talaslı Kız” vardır artık.
Ve “Karadutum, çatal karam, çingenem” diye başlayan “Karadut”, “Sene 1950, Mevsim Sonbahar” şiirlerini “Talaslı Kız” için yazacaktır.
“Talaslı Kız” ise Bedri Rahmi’nin büstünü yapacaktır.
Peki, kimdir “Talaslı Kız?”
Güzel Sanatlar Akademisi eski öğrencilerinden Mari Gerekmezyan. Mari, Bedri Rahmi ile aynı yaştadır. Üstelik nişanlıdır.
Fakat aralarında çılgınlık derecesinde bir bağ bulunmaktadır.
Bedri Rahmi, Eren’den bir çocuk sahibi olduktan hemen sonra tanışmıştı bu genç Ermeni sanatçıyla… Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmişti. Bedri Rahmi de orada asistandı.
1940’lar başlamıştı. Savaş yıllarıydı. Bedri Rahmi, Mari’yle gizliden gizliye buluşur olmuştu. Sırılsıklam âşıktı ona…
“Sigara paketlerine resmini çiziyor, körpe fidanlara adını yazıyordu”.
“Karadutum” şiirini -karısına değil- ona yazmıştı.
Pek çok tablo vardı bu ilişkiden artakalan; pek çok şiir…
Bedri Rahmi onun portrelerini çizmişti; Mari, Bedri Rahmi’nin büstünü yapmıştı.
Ve usta ressam, düşsel bir tabloda sevdalısıyla kendisini, gökyüzünde kanat açan iki atlı olarak resmetmişti.
Ancak ikilinin tutkusunu kanıtlayan, o ünlü şiirdeki âşkı belgeleyen bir mektup ortaya çıkmamıştı:
“10 Eylül 1945
Karacam
İşte yine atölyedeyim! İşte yine Çebişten hiçbir haber yok!
Canım Bedir anlamıyorum ne diye cevap vermiyorsun?..
Seven kayıp ediyor!”
“Sonrasında ne oldu” mu? Bu tutkulu âşk, hazin bir finalle son buldu. Bedri Rahmi’nin, “Önde zeytin ağaçları, arkasında yar/ Sene 1946, mevsim sonbahar” şiirini yazdığı yıl, “Karadut” hastalandı. Ağır bir tüberküloz geçiriyordu. Antibiyotiğe verecek parası yoktu.
İmdadına Bedri Rahmi yetişti. En kıymetli tablolarını yok pahasına sattı; ona ilaç aldı. Ama yetmedi.
“Karadut”, 1946’da, İstanbul’da, Alman Hastanesi’nde vefat etti.
Bedri Rahmi ardından kendini içkiye vurdu.
“Türküler bitti/ halaylar durdu/ horonlar durdu/ al damar, mor damar, şah damar sustu” diye yazdı sevdiğinin ardından…
“Karadut”u defnettikten sonra gözyaşları içinde eşine döndü. Eren, onu sevgiyle bağrına bastı, teselli etti, yatıştırdı. Ancak yaşadıkları “Karadut” parantezini ikisi de unutmadı.
1949’da bir gün Büyük Kulüp’teki bir gecede dostları Bedri Rahmi’den “Karadut”u okumasını istedi.
Şair ayağa kalktı; şiire başladı; okurken gözyaşına boğuldu
Mari gitmiş, ama âşkı bitmemişti.
Eren, o günden sonra Paris’e yerleşmeye karar verdi.
Bir süre ayrı yaşadılar. Sonra yeniden buluşup yıllar yılı birlikte sanat ürettiler. Bedri Rahmi, 1974’ün bir Eylül günü, 63 yaşında hayata veda etti.
Cenazesinden sonra Eren eve geldi. Artık 35 yaşına gelmiş oğlu Mehmet’i karşısına oturttu ve dedi ki:
“Babanı uğurladık, ama şunu bil ki ona çok kırıldım. Yaşadığı ilişkiyi unutmadım. Buna katlandımsa, sadece senin hayatın kararmasın diyedir.”
Ölene kadar bir daha bu konuyu açmadı.[10]
* * * * *
1911’de Görele’de doğup, 21 Eylül 1975’te İstanbul’da “Yalnızlık dediğin büyük bir zindan,/ dünyanın en kalabalık zindanı./ Dinden imandan çıkarır/ ama öyle bir adam eder ki insanı,” haykırışıyla bizi terk eden Bedri Rahmi geride bıraktıklarından en sarsıcı olanı 1947’da 34 yaşında dünyasına elvedasını bıraka Mari için yazdıklarıdır:
“Ten yıpranır elden gider/ Üstüne kilit vururum/ Kul köle kurban olurum/ Can çekişir elden gider/ İki gözüm iki çeşme/ Düşerim canın peşine/ Yâr tükenir elden gider”
7 Haziran 2018 13:41:10, İstanbul.
N O T L A R
[1] Bedri Rahmi Eyüboğlu, 1952.
[2] Özge Kara, “Dostların Nükte Dolu Mektupları”, Milliyet, 6 Mayıs 2015, s.8.
[3] Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aşk Mektupları (1932-1933), 1. Cilt, Derleyen: Mehmed Hamdi Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay., 1999; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aşk Mektupları (1933 -1934), 2. Cilt, Derleyen: Mehmet Hamdi Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay., 2000; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aşk Mektupları (1934 -1936), 3. Cilt, Derleyen: Mehmet Hamdi Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay., 2001; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aşk Mektupları (1937-1950), 4. Cilt, Derleyen: Mehmet Hamdi Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay., 2006.
[4] Metin Celal, “Bir Sanat Eseri Olarak Mektup”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.18.
[5] Turgay Fişekçi, “Bedri Rahmi-Vedat Günyol”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2011, s.17.
[6] Michel de Montaigne, Yavaşladıkça Çoğalıyorum, Çev: Ceren Alay, Aylak Adam Yay., 2016.
[7] İsmail Afacan, “Bedri Rahmi 100 Yaşında”, Evrensel, 15 Ekim 2011, s.10.
[8] Refik Durbaş, “Bedri Rahmi’nin Aşkları”, Birgün, 16 Şubat 2017, s.3.
[9] Can Dündar, Yüzyılın Aşkları, Can Yay., 2015.
[10] Can Dündar, “Karadut Mektupları”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2015, s.10.
24 Haziran Seçim Sonuçları Meşru Değildir!
Erdoğan ve Saray Rejimi’nin Suriye savaşında girdiği bataklıkta boğulma riski ve artık saklanamaz hâle gelen ekonomik kriz öncesi, kendini kurtarmak için ilan ettiği 24 Haziran seçimleri sonuçlandı.
1- Uzun süredir parlamentonun bir işlevinin kalmadığı, HDP dışında, AK Parti’sinden MHP’ye, CHP’sine kadar tüm burjuva partilerin bittiği bir süreç yaşanmaktaydı. Dokunulmazlıkların kaldırılmasından, 15 Temmuz darbe girişimine, sonrasında ilan edilen OHAL’e uzanan süreçte parlamento ve partiler adım adım “incir yaprağı” işlevini yitirmişti.
16 Nisan referandumu ile bu gidişat, açıktan yapılan hilelerle sandığın da gömüldüğü bir üst aşamaya geçmişti.
İşte bu koşullar altında girilen 24 Haziran seçimlerinde devlet, gömülen sandığı tekrar günyüzüne çıkartmayı ve seçim sistemine itibar kazandırmayı başarmıştı. Ama bu başarı çok kısa sürmüş, 24 Haziran tarihinde, kazandırılan itibar yok olmuş ve sandıklar bu kez daha derine gömülmüştür.
Seçim sistemi bitmiştir.
2- Bu seçimler hilelidir, meşru değildir. 16 Nisan’da sandıklar sayılmış ve sayımda hile yapılmıştı. 24 Haziran’da ise bunu aşan bir durum vardır. Seçimden önce TV ekranlarına da yansıyan, önceden hazırlanmış bir senaryo, hiç sayımlara bakılmadan, AA ve YSK tarafından adım adım ilan edilmiştir.
Burada bir manipülasyon değil simülasyon vardır. Ortada bir sayım değil, istenen sonucu bir plan/kurgu dahilinde açıklama vardır.
HDP başta olmak üzere kurulan seçim takip sistemlerine saldırılar gerçekleştirilmiş, sonuçlar tek yanlı ilan edilmiştir.
3- Her şeye rağmen, çok yönlü saldırılar altında HDP’nin barajı geçmesi bir kazanımdır. Ama bununla sınırlı bir bakış, eksik kalacaktır. Selahattin Demirtaş ve HDP de dahil, tüm muhalefetin oyları çalınmıştır. Çalınan oylara sahip çıkılmalıdır.
HDP, baraj altında bırakılamamıştır. HDP ve ittifaklarının örgütlü gücü buna engel olmuş, HDP’nin baraj altında bırakılmasını göze alamamışlardır.
4- CHP, 16 Nisan’daki tavrını devam ettirmiştir. 16 Nisan’da oylarına ve oylarının takibini yapan insanlara nasıl sahip çıkmadı ise, 24 Haziran’da da aynısını yapmıştır.
Bu durumun kendisi, egemenler arası bir uzlaşmanın, bir anlaşmanın açık ispatıdır.
CHP’nin görevi tepkileri minimize etmek, sokağa çıkışı engellemektir. Bu misyonunu yerine getirmiştir. Bu seçimlerde gündeme gelen “Millet İttifakı”nın diğer partilerinin de tutumu aynıdır. 24 Haziran akşamı, gecesi hiçbiri ortalıkta gözükmemiştir.
5- 24 Haziran seçimleri, fiilî olarak yürütülen Saray Rejimi’nin tüm egemenler lehine kalıcılaşması yönünde atılmış bir adım olmuştur.
Saray Rejimi, yağma, sömürü, baskı ve şiddet demektir.
Saray Rejimi, hukuk, kural tanımazlık demektir.
Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş demektir.
Saray Rejimi, büyük çapta açlık, yoksulluk, bunun karşısında büyük çaplı rant ve zenginlik demektir.
Saray Rejimi, büyük çaplı manipülasyon demektir. Medya eliyle büyütülen karanlığın büyük çaplı şiddetle birleştirilerek kullanılması demektir.
Saray Rejimi, çöküntü ve iflas demektir. Korku ve çözülüş demektir.
Egemenleri bu baskın seçime iten nedenler olduğu gibi durmaktadır ve derinleşerek devam edecektir. Bu seçimler hiçbir şeyi çözmemiş, çözemeyecektir. Bu zeminde ayakta kalmaları zordur.
Hâlâ duruyor olmalarının tek nedeni; biz işçi-emekçilerin, halkın örgütlülük düzeyinin yetersizliğidir.
Seçim süreci aynı zamanda örgütlenmenin bir aracı idi. Seçimden sonra esas olan, öncesinde olduğu gibi direnişi örgütlemektir. Seçim süreci boyunca ve seçim günü seferber olanlar olarak şimdi aynı kararlılıkla direnişi örgütlemek için çalışmaya devam etmeliyiz.
Örgütlenme arttıkça çözülüşleri hızlanacaktır.
Örgütlü halkları hiçbir kuvvet yenemez!
KALDIRAÇ
26 Haziran 2018
24 Haziran seçimleri Oylar HDP’ye
Bu seçimlerde, Muktedir, Saray Rejimi, en uygun kazanma yolunu, ittifak üzerine kurarak yapabileceğini düşündü. Öyle de oldu. İttifakın ismini Bahçeli koydu. Ne de olsa Muktedir, bir devlete, en azından Bahçeli’ye başkan olmayı başardı. Bahçeli de ittifakın ismini “Cumhur İttifakı” olarak koydu. Muktedir olduğu hâlde Erdoğan, isim babası bile olamadı. Her şeye bizzat karar vermeyi seven Erdoğan, demek ki, çaresizlikten kendisine sunulan her ele sarılıyor. Korku bu olsa gerek.
Bu ittifakın karşısında ise, “Millet İttifakı” olarak CHP, İYİ Parti, Demokrat Parti ve Saadet Partisi yer alıyor. Bu ikinci ittifakın oluşumu daha zor olmuş olmalı.
Böylece, hem MHP için, hem DP ve Saadet Partisi için baraj problemi kalmıyor. Seçim hem cumhurbaşkanı (ama başkan gibi bir şey) seçilecek bir seçim, hem de milletvekili seçilecek bir seçimdir.
Böyle olunca, ittifak olmadan seçime katılan tek parti HDP’dir.
Ve Erdoğan, Saray, tüm gücü ile, HDP’nin baraj altına kalması için çalışacak. Tüm gücü ile Kürdistan’da, sandıkların yerlerini değiştirecek, taşıyacak, baskı ve şiddeti tırmandıracak, tutuklamalara hız verecek vb. Tüm bunlar, OHAL rejimi altında oldukça kolay yapılacak.
Araya girelim, dolar kuru 5’e yaklaşmış iken,faiz artırmak istemiyorlardı ise, öyle ya faiz lobisine
boyun eğmek istemiyorlardı ise, OHAL’i kaldırırlardı ve dolar düşerdi.
Demek ki, Erdoğan için, “faiz lobisi”nin isteklerine “evet” demek, OHAL’i kaldırmaktan daha makbuldür.
Tüm hukuksuzluklarla, Kürt oylarının önü kesilmek istenecek. Kürt illerini yerle bir eden, katliamları dayatan siyaset, bugün, Kürt oylarına talip olmakta zorlanmaktadır. Bu nedenle, hile, baskı ve şiddet dışında yolları yoktur. Ve devlet içinde yer alan farklı çevrelerin, Ergenekon veya İslamî çevrelerin, FETÖ veya Erdoğan’cı çetelerin hepsinin Kürtlere ve işçilere, devrimcilere ve emek cephesine karşı savaşta birleştiğini biliyoruz.
İşte bu nedenle, 24 Haziran gününe kadar en önemli mesele, HDP’nin barajı geçmesidir.
Elbette seçim normal koşullarda yapılıyor olsa, elbette hukuksuzlukta sınır tanımaz bir Saray Rejimi ortada olmamış olsa, HDP barajı geçecektir. Bunda şüphe yok.
Bu nedenle, biz, açık ve net olarak, birinci turda, 24 Haziran seçimlerinde, cumhurbaşkanı adayı olarak Demirtaş’ı, parti olarak da HDP’yi destekliyoruz. Herkesi de, tüm insandan, emekten, özgürlüklerden yana olan herkesi de bu yönde oy kullanmaya davet ediyoruz.
Zira HDP meclise girerse, 24 Haziran seçimlerinde AK Parti’nin meclis çoğunluğunu kaybetme ihtimali ortaya çıkar.
AK Parti eğer meclis çoğunluğunu kaybederse, ikinci turda, AK Parti içinden çözülmeler, zaten başlamıştır, hız kanacaktır.
Ancak, bizim HDP’yi desteklememiz sadece, bir meclis aritmetiği hesabı değildir. Daha da ileridir. Bunları özellikle vurguluyoruz ki, bizim gibi düşünmeyenlerin dahi, HDP’ye oy vermesinin asgarî özgürlük isteğinin gereği olduğunu gösterebilelim Biz, elbette HDP’yi destekliyoruz.
Bugün ülkenin ana sorunlarını üç ana başlıkta toplayabiliriz.
Bunlardan ilki, özgürlükler meselesidir. Özgürlükler meselesi, hem Kürt halkı başta olmak üzere, halkların meselesidir, hem de en sıradan bir insanî talebin dile getirilebilmesi meselesidir. İsterseniz, çocuğunuzun eğitimi ile ilgili basit bir sorunu ele alın, isterseniz, vergilerinizin nasıl kullanıldığını sormak isteyin, isterseniz bir siyasal özgürlük talebinde bulunun, tümünde karşınıza Saray Rejimi, tüm devlet çarkı dikilmektedir. Baskı ve şiddet ile, devlet terörü ile karşılık verilmektedir. Bu sorun, işçilerin, emekçilerin sorunu olmayı da aşmıştır. Esas olarak halkın sorunu olan bu özgürlükler sorunu, bugün, birçok burjuva kesimin de sorunu hâline gelmiştir. Dün Erdoğan ve Saray Rejimi’ne destek verenler, bugün, yılanın
kendilerine de dokunduğunu itiraf etmektedirler.
İkincisi, azgın sömürü ve ekonomik krizin faturasının işçi ve emekçilere yüklenmek istenmesidir. Ülkede büyük ve derin bir ekonomik kriz vardır. Bu kriz, açlar ordusunu, işsizler ordusunu sürekli büyütmektedir. İşçiler, işlerini kaybetmemek için can güvenliği olmadan çalışmaktadırlar. Sadece üçüncü havalimanı inşaatında 400 insanın öldüğü ve bu iş cinayetlerinde ölen insanların cesetlerinin ailelerine verilmeyip betonlandığı söylenmektedir. İşçiler işe giderken artık aileleri ile helâlleşmektedirler. Erdoğan’ın Soma’da söylediği “fıtrat”, utanmazca, camilerde verilen hutbelerle desteklenmiş ve işçilerin yaşamları açık tehdit
altına sokulmuştur.
Devlet, bizzat bir organizasyon yaparak, işsiz sayısını az gösterecek yalanlar, istatistikî yalanlar üretmektedir. Stajyerleri, çalışacak kitle olarak saymayıp, ama çalışan olarak saymak, son aylarda geliştirdikleri bir yeni istatistikî yalandır. Böylece 1 milyon 400 bin kişi, işe girmiş olarak gösterilmektedir.
İşçi ve emekçiler, işsizlik, güvencesiz çalışma, artan vergi yükü, hayat pahalılığı vb. etkenler
altında, ağır bir yaşam sürmektedirler. Açlık ve yoksulluk boy atmaktadır. Üçüncü başlığımız ise, savaştır. Savaş, sadece ülke ekonomisini çökerten maliyetler demek değildir. Savaş, en başta, insanların ölmesi, öldürülmesi demektir.
Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaşçı politikalar devreye sokmuştur. İçeride Kürtlere karşı azgın bir savaş, milliyetçiliği yükseltmeye artık yetmiyor. Kürt halkı açık katliamlarla yüzyüze getiriliyor.
Dışarıda da aynı savaş politikası devrededir.
Suriye bunun en açık örneğidir. TC devleti, Suriye topraklarında işgalcidir. Suriye konusunda en başından
beri tetikçi rolünü üstlenmiştir.
İçeride ve dışarıda bu savaş politikası, tüm geleceğimizi yok etmekte, havayı zehirlemektedir.
Çetelerin devlet ve toplum içinde yeşermesi için yaratılan zemin, tüm bu sorunların ortak çocuğudur.
İşte, HDP’ye destek vermek, tüm bu sorunlara karşı, emek, özgürlük ve barış için mücadele etmek demektir.
Bu nedenle, bu destek, pasif sadece sandıkta bir oy atma ile sınırlı destek değildir. Bu destek aktif, militanca mücadele etmek ve esas olarak örgütlenmek anlamına gelmektedir. Sisteme karşı, sadece Saray Rejimi’ne karşı değil, kapitalist sistemin kendisine karşı işçi ve emekçilerin direnişini geliştirmek, örgütlenmekten geçmektedir. 24 Haziran seçimlerine biz, bu çerçeveden bakıyoruz.
Bu nedenle, oylar Demirtaş’a, oylar HDP’ye diyoruz.
24 Haziran seçimleri, bir kere daha gösterecektir ki, biz Gezici’yiz, onlar gidici.
24 Haziran seçimleri, direnişi geliştirmenin, emek, özgürlük ve barış cephesinin direnişini büyütmenin
aracı olacaktır.
24 Haziran seçimleri ve derinleşen kriz
Erdoğan, kendisi muktedirdir ve seçim kararı alınmadan birkaç gün önce, TC kanallarında dengesini kaybetmiş boynunu göstererek, “erken seçim diyen vatan hainidir” diye buyuruyordu. Ve bu buyurmasının üzerinden, birkaç gün, hepsi hepsi birkaç gün geçtiğinde, erken seçim kararını açıkladı.
Eğer Cumhurbaşkanı seçim kararı alırsa, seçim için 90 günlük süreye ihtiyaç var. Elbette yasal olarak. Ama yasalar, elbette değiştirilmek içindir ve Erdoğan’ın kolpacı ekibi, hemen harekete geçip, meclisten seçim kararı çıkartarak, önceden ilan edilen 24 Haziran 2018’de seçim kararı almayı organize etmişlerdir.
Biz, dikkatinizi, hemen seçim kararının alınış nedeni üzerine çekmek istedik. Bugün de bu konu önemlidir. Neden, eğer başkası isterse vatan hainliği delili olduğu ilan edilen erken seçim, büyük bir hızla karar altına alınıyor? Biraz daha bekleseler, mesela Kasım ayında yapsalar, ne olurdu?
Biz, bunun nedenlerini açıkladık.
Bugün daha net ortaya çıkmıştır.
Bir neden Suriye savaşıdır. Suriye savaşında yenilen kampta yer alan Türkiye ve Saray Rejimi, eğer İdlib, Suriye ordusu tarafından geri alınırsa, ABD’nin kendisine ihtiyaç duymayacağını, hatta ABD’nin işlenen savaş suçlarının tümünü Türkiye’nin üzerine yıkacağını görmektedir. Bu nedenle İdlib alınmadan, seçim “zaferi” kazanılmalı ve 5 yıllık “başkanlık” garantiye alınmalı idi.
İkinci nedeni ise, ekonomik krizdir. Bu kriz, yıllarca üzeri örtülen bir krizdir ve şiddeti yükselerek gelmektedir. Bu nedenle, kriz öncesinde seçimi yapıp “zaferi” garanti altına almak istiyorlar.
İYİ Parti’nin seçime sokulmaması gibi ilave nedenler, elbette sayılmalıdır. Ama esas olan bu iki nedendir ve Erdoğan, gelecek korkusu içindedir.
İşte “baskın seçim” denilen şeyin gündeme gelmesinin nedeni budur.
ERDOĞAN ŞAŞKINDIR
Seçim kararını ilan eden Erdoğan, 3 gün önce “erken seçim istemek vatan hainliğidir” demekten geri durmamış idi. Öyle ise, manevra yapmakta üstüne yoktur demeliyiz. Ama gelişmeler öyle değil.
Karşı taraf, bugün adı konmuş olan millet ittifakı ya da CHP-İYİ Parti-Saadet Partisi cephesi, hazırlıklı imiş. Hem de Erdoğan’ı şaşırtacak kadar hazırlıklı.
Üç kritik hamle yaptılar ve Erdoğan, Saray, tüm danışmanları ile bu üç noktada şaşkına döndüler.
İlki, İYİ Parti’yi seçime sokmama girişimini bertaraf eden 15 milletvekili olayıdır. CHP ve İYİ Parti, öylesi bir organizasyon yapmışlardır ki, Erdoğan, habersiz yakalanmıştır. Demek ki, MİT, Erdoğan’a ya bilgi vermemiş ya da habersiz yakalanmıştır.
İkinci hamleleri, Abdullah Gül hamlesidir. Gül, ortak aday olarak hazırlık sürecinin içine girmiş, ciddi bir ekip oluşturmuş, yola çıkmaya hazırlanmıştır. Ama o da ne; İYİ Parti lideri Akşener, adaylıktan çekilmeyeceğini beyan etmiştir. Böylece ortak aday formülü son bulmuş, bu kez Saadet Partisi ile Gül temasları devam etmiştir. Ve Erdoğan, Gül’ün bahçesine içinde Kalın-Akar ikilisinin olduğu bir helikopter indirmiştir. Erdoğan,
kalın akmıştır. Hem Kalın’ı, hem Akar’ı aynı helikoptere koymak, İngiliz kanadına karşı hamle demektir ve nezaket içermediği anlaşılmaktadır.
Üçüncü hamle ise, ittifakın gerçekleşmesi hamlesidir. CHP-İYİ Parti-Saadet Partisi ve Demokrat Parti, “millet ittifakı” ile seçime girme kararı almıştır. Bu durum, Demokrat Parti ile Saadet Partisi’nin baraj sorununun kalmaması anlamına gelmektedir.
Erdoğan’ın AK Partisi, MHP’nin baraj altında kalmasını önlerken, CHP ve İYİ Parti de, Saadet’in baraj altında kalmasını önleme kararı almıştır. Saadet Partisi, elbette, AK Parti’den oy kopartacaktır.
Erdoğan, bu üç alanda, deyim uygun düşerse gol yemiş hâlde, şaşkın şaşkın bakmaya başlamıştır.
Şaşkınlık Erdoğan’ın diline vurmuştur.
Erdoğan, muhtemelen uluslararası alandan, yatırımcılardan vb. çok sık gelen sorulara, kaybederseniz
iktidarı bırakır mısınız sorularına, kazanana kadar seçim mi olacak sorularına, toplu yanıt vermek istedi. Milletim ne zaman tamam derse o zaman bırakırım, dedi.
Şaşkın!
Bu söz edilir mi?
Tüm sosyal medya, “tamam” tweetleri ile yıkılmaya başladı. Kaç milyonu bulduğu bile bilinmiyor.
Tüm medyayı kontrol altında tutan Erdoğan ve Saray, yine de büyük gaflar yapıyor, büyük açıklar veriyor.
Erdoğan seçilene kadar sürekli seçim, diye atılan manşetler, giderek Erdoğan’a karşı dönmeye başlıyor.
Erdoğan, kimseye güvenmemekte haklı olmalı.
ERDOĞAN’IN İNGİLTERE MANEVRASI
Abdullah Gül, bir İngiliz anahtarı olarak devre dışı kalmış durumdadır. Şimdilik. Ve böyle olunca, Erdoğan, kimden akıl almış ise, bu durumu fırsata çevirmek üzere, İngiltere yolcusu oldu. Başarılı bir hamle gibi görünüyordu. Kraliçe ile görüşecek, Londra finans çevrelerinden destek isteyecekti.
Sonuçları hâlâ belli ve açık değildir.
Ama, Erdoğan’ın ziyareti, ABD’nin Kudüs’te elçilik açması ile aynı ana getirilmiştir ve Erdoğan, bir kere daha, Filistin davasını satan, İsrail ortağı durumunu gizlemeyi başarmıştır. Öyle ya, Muktedir, Dünya Lideri, Londra’dan geri mi dönmeli idi? Koskoca Kraliçe ile görüşmesini, yalvar yakar alınmış bu randevuyu iptal mi etmeli idi?
ABD ile İngiltere aracılığı ile yapılacak pazarlığı ertelese mi idi?
Dünya Lideri, İslam Aleminin Büyük Reisi, Muktedir, gerçekten de Kudüs’te katliam meydana geldiğinde, ziyaretini iptal edip, Türkiye’ye geri dönse idi, seçim “zaferi” için büyük bir olanak elde etmiş olurdu.
Ama dünya sermayesinin, İngiltere-ABD ve İsrail cephesinin uysal çocuğu, projesi olan Erdoğan, Londra ziyaretini yarıda kesecek cesaretten ve siyasal akıldan yoksun ve Filistin davası konusunda da samimiyetsizdir. Mavi Marmara olayını hatırlamak yeterlidir. Kudüs katliamı sırasında Londra’da olmak ve orada kalmak, Mavi Marmara olayını kat be kat aşan bir İsrail’e destek adımıdır.
İngiltere, Erdoğan’dan, bunu almıştır. İkincisi, Erdoğan, İngiltere’de, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ile ilgili, Londra’da topladıkları, toplantıya davet ettikleri yatırımcıların hoşuna gitmeyecek sözler söylemiştir. Muhtemelen bu durum, parasal kaynaklar, krediler bulmalarını zora sokmuş olmalıdır.
Zaten, dolar kurundaki artış, TL’nin İngiltere ziyareti sonrasında erimesi, bunu doğrular niteliktedir.
Türkiye, Saray Rejimi, tüm olanakları ile, kanamayı durduracak para arayışındadır.
Belki de Erdoğan, eğer seçimi kazanmayı çok istiyorsa, sıfırladıkları, Malezya’ya kaçırdıkları paraları getirir ve piyasaya sürer. Mesela Erdoğan’ın acaba, kutsal saydığı birkaç milyar doları ile vedalaşması mümkün değil midir?
Şansa bakın ki, Malezya’da, tıpkı Erdoğan gibi suçlanan Başkan, iktidardan düştü ve 28 milyon dolar yakalattı, sayısız mücevherlerle birlikte.
Acaba, bu yakalanan paraların içinde Erdoğan ailesinin payı da var mı?
İngiltere, acaba, Erdoğan’a destek veremecek midir? Öyle ya, Abdullah Gül devre dışı kaldı ise, Erdoğan, İngiltere ile bir pazarlığa başlayabilir.
Böylece, Gül’ün devre dışı kalması karşısında İngiltere’nin kaybedeceği yerin bir bölümünü İngiltere’ye
sunabilir.
KRİZ DERİNLEŞİYOR
24 Haziran seçimlerini öne almalarının bir nedeni, krizin tüm yönleri ile patlamasından önce, “zafer” kazanma isteğidir.
Ama bu açıdan Erdoğan bir hayli geç kalmıştır.
TÜSİAD içinde önemli 3 sermaye grubu, Ülker, Doğuş ve Doğan ailesi, paralarını dışarıya çıkarmışlardır. Burada Doğan grubunun basın organları nedeni ile baskı yediğini söylemek mümkün.
Ama bu, durumu değiştirmez. Bu sermaye gruplarının kendilerini garantiye alma isteği, gerçekte krizin boyutları hakkında bilgi vermiş olmalıdır.
Dolar, Mayıs ayında 5’e yaklaşmış, Merkez Bankası, 2-3 aydır korkudan faizi artıramamış ve nihayet 3 puan faiz artırımına gitmiştir. Ama buna rağmen, döviz kuru, 4,70 TL’nin altına inmemektedir.
Birçok sunî, geçici önlem alınsa da, gerçekte, Türkiye’nin ödenecek olan borç miktarının yüksekliği nedeni ile sıkıştığı, IMF’nin kenarda ellerini ovuşturduğu biliniyor.
Kriz, sadece bu alanla ilgili değildir.
Tüm şirketler, boylarını aşan kredilerle dönmektedir.
İnşaat alanı durma noktasına yaklaşmaktadır. Konut satışları için, faiz oranlarını düşürmelerine rağmen, bir umut görünmemektedir. Ve rant ekonomisi, yağma ekonomisi, esas olarak inşaat sektörüne dayandırılmıştır. Bu rant ve yağma ekonomisindeki tıkanma, sadece ekonomiyi hızla çarpmakla kalmayacak, Erdoğan’ın çevresindeki “çıkar” bağlarını hızla sona erdirecektir.
Devlet çarkı içinde oluşmuş çetelerin, bugünden bu yönde önlemler aldığını gözlemlemek mümkündür.
Devletin tüm olanakları, tüm gelirleri vb. yağmalanmış olduğu için, bugün acilen yeni vergiler koymaya acil ihtiyaçları vardır. Bu durum, krizin yükünün halkın üzerine yayılmasıdır ve bu durum, zaten ayakta durmakta zorlanan milyonlar için daha büyük bir yük anlamına gelmektedir.
Kriz derinleşmektedir.
Bunun seçim öncesinde veya sonrasında nasıl sonuçlara, nasıl etkilere yol açacağını bugünden söylemek mümkün değildir. Erdoğan, seçim öncesinde, krizin örtülmesi için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Bu durum, kanamayı daha da artıracaktır.
ERDOĞAN’IN SEÇİM MANİFESTOSU:
İTİRAFNAME
Erdoğan, bir seçim manifestosu ilan etti. İlgi çekici. İlkin, açıkça söyleyebiliriz ki, Erdoğan’ın akıl hocaları, danışmanları, artık, onu “vezir” etmek yerine “rezil” etmeye ahdetmiş olmalılar.
Erdoğan, eğer seçilirse, “dış politikayı değiştireceğini” ilan etmektedir.
Erdoğan, eğer seçilirse “OHAL’i kaldıracağını” ilan etmektedir.
Erdoğan, eğer seçilirse, “cari açığı kapatacağını” söylemektedir.
Erdoğan, eğer seçilirse, “tek tip gençlik yetiştirmeyeceğini” söylemektedir.
Erdoğan, eğer seçilirse “faizi düşüreceğini” söylemektedir.
Aslında, Saray Rejimi, diyelim ki, dış politikayı değiştirmek istiyor, buyursun, bugün, seçimden önce değiştirsin. Bu dış politikayı kim yaptı? Kim uyguluyor? Zaten iktidar olduğunuza göre, neden yanlış olduğunu ilan ettiğiniz bir politikayı yürütüyorsunuz?
OHAL’i kaldırmak, Erdoğan için, üniversite sınav sistemini değiştirmekten daha kolaydır. Liselere giriş için var olan sınavı, akşam kendisini ziyaret eden Bilal’e ithafen bir sabah ansızın kaldırabildiğine göre, OHAL için neden bekliyor?
Belki de OHAL’i bugün kaldırırsa, faiz yükselterek dolar kurunu aşağıda tutmak gibi önlemlere de gerek kalmazdı. OHAL’i kaldıracaksa, neden 2 yıldır devam ettirmektedir? OHAL kaldırılacaksa, neden seçime OHAL koşullarında gidilmektedir? OHAL’i kaldırmak için, seçimi kazanmaya gerek var mı? Şu anda, seçime giren tüm cumhurbaşkanı adayları, OHAL’i hemen, derhal kaldıracaklarını söylemektedirler, peki o hâlde
OHAL’i kim istemektedir?
Görüldüğü gibi, Erdoğan, aslında bir itirafname hazırlamıştır. Ve danışmanları bu itirafnameyi, manifesto olarak sunmasını istemişlerdir. Şaşkındır ve o da sunmuştur. Tek tip nesil yetiştirme, aslında AK Parti’ye ve Erdoğan’a dönük bir suçlamadır ve bugün Erdoğan, bu suçlamaları kabul etmiştir.
İktidarda bulunan, devleti denetimini almış olan bir liderin, manifesto diye bunları sunması, aslında “vezir” olmaktan çok “rezil” olmaya doğru atılmış bir adım olmalıdır. Yoksa tüm bunları Yiğit Bulut mu yazıyor, Berat mı yazıyor, yoksa Kalın’ın işleri midir bunlar, Cemil Erdem mi yazıyor, yoksa Mehmet Uçum mu uçuruyor?
Bunlar itirafnamelerdir.
Bu itirafnamelere, önümüzdeki dönem, ortam sıcaklaştıkça, başkalarını da eklemeleri mümkündür.
Mesela Cumhurbaşkanı, otomobillerin cam filmi konusundaki süreci bize anlatır mı, eğlenceli olurdu.
Mesela Erdoğan bize üç çocuk mu, yoksa beş çocuk mu konusunda yürütülen tartışmaların detaylarını aktarır mı? Son derece aydınlatıcı olacağından şüphe duyulmamalıdır.
Mesela koskoca Cumhurbaşkanı geçerken, kafeteryanın balkonunda utanmadan sigara içen hadsizlere karşı öfkesini detaylı olarak aktarabilir mi?
Mesela Soma cinayetinde, “fıtrat” meselesini, “ben günah keçisi ilan edildim” diyen tekmeci kadar açık bir dille açıklayabilir mi?
Mesela kendisinin Richard Perle ile görüşmelerini, Zapsu’nun ağzından değil de, kendi ağzından aktarabilir mi?
IŞİD ile olan ilişkileri, bu ilişkilerde, kendisinin ve ekibinin nasıl görevler aldığını, görevlendirmenin kimin tarafından yapıldığını, petrolden nasıl gelir elde edildiğini, IŞİD’e verilen maddi, malzemele, lojistik, eğitim, barınma vb. desteğin nasıl bir parasal gelire dönüştüğünü aktarabilir mi?
Mesela FETÖ diye ismini bizzat koyduğu Gülen Hareketi ile ilişkilerini, bu ilişkilerin ne zaman ve nasıl başladığını vb. bize doğrudan, aracı koymadan açıklayabilir mi?
İşte bunlar olabilirse, başkaları da var elbette, işte o zaman seçim çok daha eğitici, öğretici ve eğlendirici bir hâl alabilir. Doğrusu, eğitim de hakkımız, öğrenmek de, eğlenmek de, öyle değil mi?
Acaba, bu seçim süreci sona doğru yaklaştıkça, Erdoğan, çıkıp, ben de oyumu kendime vermeyeceğim der mi? Eğer böyle bir şey düşünüyorsa, kendisine yargılanmama garantisi veren İnce’ye vermesin, karşısına dişikurt olarak çıkan Akşener’e de vermesin, sandığa gittiğinde, Bahçeli adını yazıp, Perinçek’e inat Bahçeli’ye versin. Hiç değilse ahde vefa olarak ele alınabilir.
BİRİNCİ TUR SONUÇLARI
Elbette Erdoğan, tüm bunlara rağmen, en önemli adaydır. Onsuz seçim, kambersiz düğün gibi olur.
Erdoğan, elbette, ilk turda kazanmak için uğraşacaktır. Bunun için, İngiltere’den destek istemektedir.
Bu kadarı anlaşılıyor.
Ama Erdoğan aynı zamanda kazanmak için, seçim döneminde özellikle HDP ve diğer sol güçlere karşı saldırılarını artıracaktır. Kürt oyları ile oynamayı hedeflediği açıktır. Şimdiden 300 bine yakın oy kullanılacak sandıkların taşınmasına karar verilmiştir. Tutuklamalar, baskı ve şiddet ile, HDP’yi baraj altında bırakmak için çaba harcayacaktır.
Demirtaş, diğer adayların açıklamalarına rağmen, hapiste tutulmaya devam edilmektedir. Bunun nedeni, HDP’yi baraj altında bırakma isteğidir. Perinçek, Bahçeli ve Erdoğan dışında, Demirtaş’ın hapiste kalmasından yana olan yoktur. Saray, Demirtaş’ı adeta rehin olarak tutmak isteğindedir. Ve Erdoğan, hiç utanmadan, Kürt katliamları ortada iken, Kürtlerle ilişkileri sıcaklaştırmak için hamleler yapmaya çalışmakta, pazarlıklar yürütmektedir.
Diyelim ki, HDP baraj altında kaldı, bunun altından nasıl kalkacaktır? Erdoğan ve çevresi, bu soruların anlamını bile kavramaktan uzaktır. Yel ekiyorlar ve hiçbir zaman fırtına biçecekleri akıllarına gelmiyor.
Eğer Erdoğan birinci turda kazanamazsa, ikinci turda, kazanma şansı azalmaktadır.
HDP barajı aşarsa, HDP meclise girerse, HDP + CHP + İYİ Parti + SP + DP, çoğunluğu sağlayacaktır. Bu ihtimal gerçekleşirse, Erdoğan, ikinci tur için hazırlanırken, Gül ve çevresi, AK Parti içinden kopmaları teşvik edecektir.
Zaten içten içe var olan AK Parti içindeki dağılma süreci daha da açığa çıkacak ve Erdoğan, ikinci turda, çok daha zor bir duruma girecektir.
Erdoğan, her durumda, saldırganlaşacaktır. Birçok saldırı girişimi devreye girecektir. SADAT, bu günler için yetiştirilmiştir ve devreye sokulacağı anlaşılmaktadır.
İKİNCİ TUR
Eğer iş ikinci tura kalırsa, Erdoğan’ın, seçimi ertelemek de dahil, hamleleri devreye girecektir.
Muharrem İnce’nin, Erdoğan’a “devri sabık yaratmama” garantisi vermesi, aslında güvence verme girişimidir. Muharrem İnce, gerçekte Demirtaş ile görüşmeye çok hevesli değildir. Onun hedefi Erdoğan ile görüşmek idi ve bu nedenle Demirtaş ile görüşmesi zorunlu oldu. İnce, acaba, Kalın’a garantiler mi vermektedir? Öyle anlaşılıyor, Cumhurbaşkanı’nın bu durumlardaki etkili ismi Kalın’dır. Kalın ile İnce, aynı devlete aynı
bağlarla bağlıdır. Belki bu nedenle, Erdoğan’a çekilmesi için baskı uygulamaları mümkündür. Ama
Erdoğan, tersi yönde hazırlık yapmaktadır.
Demek oluyor ki, eğer iş ikinci tura kalırsa, aradaki ıkı haftalık süreç çok şeylere gebe olacaktır.
İkinci turda, ister Erdoğan’ın karşısında İnce olsun, ister Akşener olsun, işçi ve emekçiler için, burada yapılabilecek bir tercih yoktur.
Akşener ve İnce, devleti restore etme amacı ile öne çıkmaktadır. Her ikisinin programında devletin restorasyonu vardır.
TC devleti, çeteleşmiştir.
TC devleti, çözülmektedir.
Bu nedenle, ne seçim öncesinde, ne de seçimin sonucunda kim kazanırsa kazansın, durum değişmeyecektir, kriz daha da derinleşecek, yönetme krizi daha da artacaktır.
Bu seçim sürecinde, tarafların, İngiltere, Almanya, ABD ile pazarlıkları, öyle anlaşılıyor ki, olağanüstü boyutlardadır. Bu pazarlıkların önümüzdeki dönem daha da su üstüne çıkacağı düşünülebilir.
ALTERNATİF İŞÇİ SINIFININ İKTİDARIDIR
Tüm seçim sürecine, sınıf savaşımının bugünkü durumunu önümüze koyarak bakmamız gerekir.
Burjuvazi, egemenler, ciddi bir yönetme krizi içindedirler.
16 Nisan referandumu ile, TC devleti, Saray Rejimi, sandıkları kaldırmıştır. Bu seçimde bu süreç hâlâ devam etmektedir. Parlamento bitmiştir.
Siyasi partiler, işlevsizleşmiştir. AK Parti diye bir parti yoktur. Şimdi, bu seçim sürecinin içinde, egemen
güçler, halkın sandıklara sarsılan inancını, yeniden kazanmak istiyorlar. Aslında işlevsizleşmiş olan sandıkların, modası geçmiş olan seçim sisteminin vb. yeniden revaçta olmasını sağlamak istiyorlar.
Buna karşılık, Gezi ruhu ile gelişen halk direnişi, Kürt halkının direnişi ile, çok ağır adımlarla da olsa yakınlaşmaktadır. Direniş, ister Kürt illerinde olsun, isterse Batı’da, gelişmektedir. Elbette Kürt hareketine bakıldığında ya da orada bir direnişten söz edildiğinde, bunu herkes görebiliyor ve anlıyor. Oysa Batı’da direniş denildiğinde, bunun her göz tarafından görüldüğünü söylemek yerinde olmaz. Ama buna rağmen, gelişen bir direnişten, süren bir direnişten, tereddütsüzce söz edebiliriz.
Bu direniş, geliştirilmelidir.
Bu direniş, örgütlenmelidir.
Örgütlenmede, mutlaka yasaların verdiği olanaklar kullanılmalı, ama bununla sınırlı kalınmamalıdır. Yasal olduğu hâlde sendikal örgütlenmeye karşı devletin estirdiği terör, yasal olduğu hâlde derneklere, öğrenci derneklerine, halk derneklerine, kültür derneklerine vb. karşı devletin estirdiği terör açık ve ortadadır. Mutlaka ve mutlaka, örgütlenmede çok esnek biçimler geliştirmek zorundayız.
İşte seçim sürecine bu gözle bakmak gerekir.
Örgütlenmek, direnişi örgütlemek temeldir.
Kürt Direnişi Filistin direnişi
İkinci cephe ise, o kadar net değil. Almanya, Fransa ve AB, tam bir netliğe sahip değil.
Gerçekte paylaşım savaşımı, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya arasında sürmektedir. Bu dördü, uzun yıllar, soğuk savaş dönemi boyunca, Sovyetler’e karşı, komünizme karşı savaşırken, ABD öncülüğünü kabul etmişlerdi. O nedenle, bir yandan askerî olarak ABD kontrolünden kurtulmaya çalışıyorlar, bir yandan da paylaşım masasındadırlar. Bu ikili yapıları nedeni ile, ABD cephesinin karşısına tam olarak netlikle
çıkmıyorlar.
Savaş, başlıca iki nedenle, açık cephelerle yürümüyor. Birincisi budur. İkincisi ise Rusya ve Çin öncülüğündeki ittifaktır. Örnek olsun, Suriye’de ABD’yi durduran bu ittifaktır. Bunu, bugün, biz emperyalist paylaşım savaşımının bir parçası olarak ele almıyoruz. Tersine, emperyalist paylaşım savaşımını erteleyen bir unsur olarak görmek mümkündür. Elbette, bu apayrı bir tartışma konusudur da.
Şimdi, konumuza dönelim.
Ortadoğu, bu paylaşım savaşımının kızıştığı alanlardan biridir. Suriye savaşı, eğer ABD’nin zaferi ile sonuçlansa idi, bugün, bambaşka bir Ortadoğu ile karşı karşıya kalırdık. ABD, hem tüm bölgeyi kendi kontrolüne alma derdindedir, hem de tüm emperyalist güçler, ortaklaşa, tüm halkları diz çöktürmek istemektedir. Bunda şüpheye yer yok.
Bu bölge, elbette, direnişi de besleyen bir bölgedir ve halkların direnişi, anti-emperyalist mücadelesi ağır ağır da olsa gelişmektedir, gelişecektir.
Bölgemizde, en örgütlü ve yıllarca direniş sürdüren, iki halk, Kürt halkı ve Filistin halkıdır. Bu iki alanda, uzun yıllara yayılan bir direniş söz konusudur. Acıların her türü, direnişin her biçimi, bu iki halkın yaşadığı şeylerdir.
Bugün, hâlâ Kürt halkının direnişi sürmektedir.
Bugün hâlâ, tüm uzlaşmacı yönetim kadrolarına rağmen, Filistin direnişi sürmektedir.
Her ikisine de selâm olsun.
Ve bu iki direnişe karşı, katliam politikalarını, şiddet ve baskının her türünü dayatan iki ülke vardır. Filistin’e karşı İsrail, Kürtlere karşı Türkiye.
Acaba, İsrail ve Türkiye’yi bu kadar yakınlaştıran şey bu mudur?
Ne zaman İsrail ve Türkiye, bir söz düellosu tiyatrosu sahneye koysalar (ki, tüm Erdoğan iktidarı dönemi bu tiyatrolarla doludur), birisi diğerini terörist, katliamcı vb. olmakla suçlamaktadır. Aynı şey diğeri için de geçerlidir.
Her ikisi de kendisine karşı direnenlerin belli kesimleri ile ilişki içine girmektedir. İsrail’e karşı direnen Filistin içinde Türkiye, bir güç edinmeye çalışmaktadır. Aynı şeyi İsrail yapar, Türkiye’ye karşı direnen Kürtler içinde yer edinmeye çalışır. Her ikisi de, direnenleri ehlîleştirmeye, ehlîleştirilmiş Kürt veya Filistinlileri diğerine pazarlamaya heveslidir. Her ikisi de yeri geldiğinde bu bağlarını bir koz olarak masaya sürer, yeri geldiğinde ise, birbirleri için hediye olarak bu ilişkileri sunarlar.
İsrail de, Türkiye de, baskı ve şiddeti, devlet terörünü katliamlar boyutunda uygulayan ülkelerdir.
Her ikisi de ABD’nin emrindedir, Türkiye tetikçi olarak, İsrail korunmaya muhtaç bir varlık olarak. İsrail’in de tetikçi olduğu durumlar vardır, daha çok İran’a karşı, Suriye’ye karşı. ABD, son Suriye saldırısını, Türkiye tetikçiliği ile planladı. Böylece Arapların desteğini almakta zorluk çekmedi. Hem bu yolla, İslam’ın mezheplerini de istediği gibi yönlendirme şansını elde etti. Gülen, Erdoğan, Suudi Arabistan, ortaklaşa, İslam’ı tam ve tümden ABD’nin ellerine vermişlerdir. Siyasal İslam, ABD’nin anti-komünist mücadelesinin bir unsurudur ve tamamen ABD emrindedir. Erdoğan ve Gülen arasında bu açıdan fark, son derece küçük
ve görevlendirmelere bağlıdır.
14 Mayıs 2018 günü, ABD, konsolosluğunu, Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdı. İsrail’in başkenti, resmî belgelerde Kudüs değildir. Ama İsrail hep bunu ister ve hep bunu beyan etmiştir. Trump, başkan olunca, konsolosluğu Kudüs’e taşıyarak, Kudüs İsrail’indir ve başkentidir görüşünü onayladığını ilan etti.
Erdoğan’ın tüm bağırmaları sahtedir.
Erdoğan, İsrail’e ne zaman bağırdı ise, o zaman daha fazla ekonomik ilişkiler geliştirdi, o zaman daha büyük ihaleleri İsrail’e verdi. O zaman İsrail ile ilişkileri daha da derinleşti. Erdoğan, bu sorunu, içeride oy devşirmek için kullandı. “One minute” olayının bir tiyatro olduğunu bizzat kendileri itiraf ettiler.
Mavi Marmara olayında, İsrail’den para alarak tüm süreci temizleyen, İsrail’i uluslararası mahkemelerden kurtaran yine Türkiye olmuştur.
Ve dün ABD, Kudüs kararını açıkladığında yalandan yaygara koparanlar, 14 Mayıs tarihine kadar hiç seslerini çıkarmadılar.
Erdoğan ve ekibi, Filistin konusunda samimi olamaz.
1- Bu kendi türüne karşı olmak anlamına gelir. İsrail onun türüdür.
2- Bu, kendi yaptıkları katliamları, Kürtlere karşı şiddeti ve savaşı durdurmaları anlamına gelir. Öyle ya, kendi zencisine karşı katliamlara destek veren, başkasının zencisini nasıl sever? Kürtlere karşı baskı ve şiddetle hareket eden Erdoğan ve Türkiye devleti, nasıl olur da Filistin halkının direnişinden yana olur?
Bu soruları, tersinden de sormak gerekir.
Filistin halkını soykırımdan geçiren, onlara karşı katliamlar uygulayan bir İsrail, nasıl olur da Kürt halkının mücadelesini destekler?
Suriye halklarına karşı her türlü komployu kuran ve destekleyen, IŞİD güçlerini eğiten ve onlara lojistik destek sağlayan, onları barındıran ve silâhlarını tedarik eden, petrollerini alıp satan İsrail ve Türkiye, nasıl olur da bir başka halktan yana samimi bir tutum alabilir?
14 Mayıs 2018 geldi.
Filistinliler, ABD Konsolosluğu’nun açılışını protesto etmeye başladılar.
İsrail saldırdı, 50’nin üzerinde ölü, 2000’nin üzerinde yaralı. Tam bir yeni katliam.
Erdoğan İngiltere’de.
Seçim pazarlıkları yapıyor.
Kanlı ellerini, İngiliz zerafeti ile temizlemek istiyor. Acaba, bir cins rehin midir?
Filistin tarihinde çok kanlı olay, katliam vardır. Bunlardan ikisi Sabra ve Şatilla katliamlarıdır. Bu katliamların sorumlusu, Ariel Şaron’dur ve Erdoğan, Kudüs’te onun tarafından karşılanmıştır. Erdoğan’a, İsrail’in başkenti Kudüs’e hoş geldiniz, diyeli 10 yıla yakındır. Ve Erdoğan, bugün Kudüs nutukları atarken, o gün, sadece sırıtmıştır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin İsrail ile birlikte eşbaşkanıdır. Kendisinde İsrail nişanları vardır.
14 Mayıs 2018’de, Kudüs’te bir yeni katliam sahneye konmuştur. Bu katliamın planlayıcıları, ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye’dir. ABD, İsrail ile birlikte oradadır, İngiltere Erdoğan’ı İngiltere’ye almıştır.
İsrail, bu günün önemine uygun olarak, kendine sahip çıkan ABD’yi protesto edenleri kurşunlamıştır, Türkiye Cumhurbaşkanı, bu günün önemini bilerek, İngiltere’ye sığınmıştır. İsrail, bu önemli gün için hazırlık yapmıştır, Erdoğan, bu önemli günü “unutup” İngiltere’ye mi gitmiştir, yoksa Erdoğan’ın hazırlığı da İngiltere’ye gitmek midir? Bu katliam sahneye konurken, Erdoğan, İngiltere’de mi sahne almıştır?
Bölgemizde birçok katliama uğramış, zulmün sayısız biçimi ile tanışmış Kürt ve Filistin halkları, bugün hâlâ bölgemizin en direngen halklarındandır.
Her iki halkın mücadelesi, açıkça gösteriyor ki, emperyalist güçlerin hiçbiri, halklara bir gelecek vermez, veremez. Emperyalist güçlerin birine yaslanılarak, diğerinden kurtuluş olmaz.
Tersine, çözüm, gelecek, halkların kendi ellerindedir. Emekçilerin kendi ellerindedir. Dünya halklarının kendileri kardeştir. Bu nedenle, emperyalizme karşı, halkların ortak anti-emperyalist direnişini örmek dışında yol yoktur. Onurlu, barışçıl bir gelecek, ancak ve ancak, emperyalist güçleri topyekûn bölgemizden kovmakla mümkündür. Özgürleşmenin tek yolu budur. Sömürüye son vermenin ve emperyalist güçlerin yerli “ulusal”
ortaklarını alaşağı etmenin tek yolu direniştir.
Selâm olsun direnene!
Selâm olsun direnişe!
ABD, savaşı büyütmek istiyor
Ülkelerini işgalden, dış müdahalelerden ve saldırganlıktan kurtarmaya çalışıyorlar. Henüz, bu saldırıları bizzat yürüten ya da saldırısı için IŞİD’i kullanan güçlere karşı, Suriye toprakları dışında bir savaş yürütmüyorlar. Bunun nedeni güçlerinin sınırlılığı mıdır, yoksa taktik olarak savaşın içinde bulunduğu aşama mıdır, bunu tartışmıyoruz. Sadece ve sadece, bir gerçeği, yukarıda “sonuç” dediğimiz şeyin dayandığı durumu anlamaya çalışıyoruz.
Öyle ya, bir ülke, diyelim ki, dış saldırganlara karşı, sadece kendi toprakları içinde kurulmuş cephelerde savaşmak zorunda değildir. Bu savaşı dışarıda da, hatta düşman dediği ülkenin topraklarında da yürütebilir.
Suriye, henüz bunu yapmıyor.
Ama buna rağmen, Suriye savaşının, Suriye dışındaki etkisi, etkileri giderek daha fazla ortaya çıkıyor, kendini hissettiriyor.
Suriye savaşının bugünkü aşamasında, saldırgan güçlerin çekirdeğini oluşturan, IŞİD’i besleyen, yaratan, büyüten, yönlendiren 6 ülke (ABD, İngiltere, İsrail, S. Arabistan, Türkiye ve Katar) açık bir yenilgi almış durumdadır. Bu yenilgiyi, kendi içlerinde nasıl adlandırdıkları ayrı bir konudur. Ama bu yenilgi, bu güçler için de açıktır.
Ama içinden geçilen çağda savaş, bir miktar daha değişik biçimlerde sürüyor. Dünya savaşı, 1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan daha farklı biçimlerde gelişiyor.
Bu nedenle, bu güçler, topyekûn bir savaş içinde yenilmiş güçler gibi, yenilgilerini ilan edecek, bunun için gereken bedelleri açık anlaşmalarla ödeyecek durumda değildir. Kısacası savaş, tam olarak bitmiş değildir.
İşte bu nedenle, bu güçler açıktan yenilgilerini kabul etmiyorlar.
Ama, bu ülkelerden üçü, ABD, İngiltere ve İsrail, yenilgiyi daha açık dile getirir durumdadırlar.
Ve bu üçü, ABD öncülüğünde, savaşı yaymak istiyor.
Bir sonuçtur; savaşı yayma isteği, hem ABD güçlerinin yenilgiyi kabul ettiklerinin kanıtıdır, hem de savaşın yayılmasını istediklerinin açık işaretidir.
Savaşı yayma isteklerini ele aldığımızda, ABD ve İngiltere’nin isteklerinin dayanağı daha farklıdır. Savaşı büyüterek, daha geniş bir sahayı içine katarak, kaybettikleri ayrıcalıkları ve güçlerini yeniden kazanmak istiyorlar.
İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan ise, daha çok kendi geleceklerini karanlık gördüklerinden, ABD ve İngiltere’nin, en çok da ABD’nin bölgeden çekilmesinden korkuyorlar. Bu nedenle savaşın büyümesini, genişlemesini istiyorlar.
Öyle ise gelişecek savaşa ilişkin, şimdiden bir erken sonuç yazılabilir: ABD ve İngiltere, eğer bu savaştan da kayıpla çıkarlarsa, en çok Türkiye, İsrail ve Suudi Arabistan kaybedecektir, esas kaybeden bu ülkeler olacaktır.
Hem ABD-Fransa ve İngiltere’nin Suriye’ye saldırılarını, hem İsrail’in Suriye’ye saldırılarını, hem de ABD’nin daha önce imza koymuş olduğu İran ile nükleer anlaşma diye anılan anlaşmadan çekildiğini açıklaması, bu savaşı büyütme isteğinin açık beyanlarıdır.
ABD, savaşı büyütmek istiyor.
Hedefinde İran var.
Yeni değildir. Suriye saldırısı, aslında bir planın bir parçasıdır ve bu plan İran’a saldırıyı da içermektedir.
Şimdi, Suriye savaşında zafere ulaşmamış olmalarına rağmen, savaşı daha da büyüterek, bölgedeki dengeleri kendi lehlerine değiştirmek istiyorlar. Bu aslında, güçlü bir oyuncunun, kumar masasına kaybettikçe daha fazla para sürmesine, oyunu büyütmesine benzer. Durum tam da budur. Savaşın maliyetini Suudi Arabistan’a yıkarak, İsrail ve Türkiye’yi tetikçi olarak kullanarak, bu işi az kayıpla yapma olanakları olduğu kanısındadırlar.
İran’a karşı savaş hazırlıkları, IŞİD çetelerinin Afganistan’a taşınmasından da izlenebilir. ABD, uçaklarla Afganistan’a IŞİD çetelerini taşımaktadır. Bu boşuna değildir. Tersine, bu güçleri, başka alanlarda kullanma isteklerinin de açık kanıtıdır.
Trump, İran ile anlaşmayı bozarak, İran’a karşı ambargo uygulamalarını yeniden canlandırma hevesindedir. Bu elbette, AB ülkelerini de bu işin içine katma planını içermektedir. Daha ilk günlerden, ABD ile birlikte İran anlaşmasına imza koyan 4 diğer ülke, anlaşmadan çekilmeyeceklerini ilan etmişlerdir. Ama bu ülkeler içinde İngiltere’nin nasıl davranacağı, izlenmesi gereken bir konudur. Almanya ve Fransa’nın nispeten daha net tutum aldıklarını söyleyebiliriz. Ama İngiltere’nin, zayıflayan ABD gücünü kendi denetimine alma olanakları aramakta olduğu sır olmasa gerek. Bu nedenle, ABD’ye daha yakın davranmakta olduğu da açıktır. Hem bu, İngiltere’nin içinde bulunduğu durum nedeni ile de böyledir.
Ambargo sürecinden en çok zarar edecek şirketler, kuşku yok ki, eğer ambargoya uyarlarsa AB ülkelerindeki şirketler olacaktır. Zaten ABD’nin, örtülü ve dolaylı ilişkilerini saymazsak, İran ile doğrudan ticari-ekonomik ilişkisi yok gibidir.
Bu durum, süreçten AB ülkelerindeki şirketlerin kayıpla çıkıyor olması, gerçekte ABD için, bir taşla iki kuş vurma girişimi de olur. Bu nedenle, İran’a karşı ambargo, ABD’nin anlaşmadan çekilmesi, ABD ve AB arasında sürmekte olan paylaşım savaşımının da bir parçasıdır.
ABD, Ortadoğu’da yeni gerilimler yaratma yolu ile, Rusya’yı dengelemek, daha fazla zorlamak peşindedir de.
Bu daha fazla gerilim, sadece İsrail’i kurtarma isteğinin kanıtı değildir. Gerilim, ABD’nin bir sonraki savaşları kazanması için bir araç olarak görülmektedir.
Evet, ABD-Fransa-İngiltere üçlüsünün Suriye’ye saldırıları, daha çok bir şov gibidir. Buna şüphe yok. Fakat bu aynı zamanda Fransa’nın sahaya daha aktif dönmesi için de bir yol olmuştur. Mat ve Macron, Trump’ın kuçu köpeği olmak için bir yarış içine girmişlerdir. Bu, ABD’nin moral bulmasına da yardımcı olur mu? Bu sorunun yanıtı bilmiyoruz. Ama bu saldırılar, ABD için, Suudi Arabistan paralarını kasasına indirmede faydalı olmuşa benzemektedir.
İsrail’in saldırıları ise, gerilimi daha direkt olarak artırmanın yoludur.
Şimdi, ABD-İngiltere-İsrail cephesi, İran’ı yalnızlaştırmak için kampanyalar kotaracaktır. Açıktan, İran’ın iç işlerini müdahale edeceklerini beyan etmektedirler. Muhtemeldir ki, Erdoğan, Saray Rejimi, İngiltere ziyaretinde, İran’a karşı kampanyada nasıl rol alabileceklerini açıklayarak, İngiltere’den seçim desteği talep etmiştir. Sonuçlarını pek yakında izlemek mümkün olacaktır. Ama şimdiden, sonuçlar ne olursa olsun, Türkiye’nin bu saldırılara katılma eğilimlerini görmek mümkündür. Suriye’ye ABD-Fransa-İngiltere saldırdığında, Türkiye’nin beklemeksizin, saldırıyı destekleme ve bu yetmez mesajları vermesi boşuna
değildir.
Türkiye, Suriye savaşına bir tetikçi olarak dalmıştır. Ve bugün, durumu hiç de iç açıcı değildir.
Erdoğan, yeni seçim manifestosunu açıklarken, tuhaf bulunan birçok şey yanında, “dış politikayı değiştireceğim” vaadinde bile bulunmuştur. Demek ki, Erdoğan dahil, TC devletinin tüm kademesi, Suriye konusundaki dış politikadan memnun değildir. “Garip”tir, çünkü, Erdoğan, bu açıklamayı yapmak yerine, bunu hemen değiştirebilirdi. Öyle ya, iktidarda olan kendisidir ve “muktedir”dir. Bir muktedir olarak bugün yapabileceği şeyi, seçimi kazanınca yapacağım diye açıklaması, aslında bir itiraftır.
Elbette, savaşın daha da büyümesi, ABD tarafından planlanırken, birçok insan, birçok ülke, buna karşı çıkmaktadır. Savaşın büyütülmesi, bölge ve dünyanın aklını henüz kaybetmemiş insanları tarafından çılgınlık olarak görülmektedir.
Ama bu endişelerin, savaşın büyümesini önlemeye yetmesi mümkün müdür? ABD, savaşı büyütmekte kararlı ise, savaşın büyüyeceği, bunun için, İsrail’in İran’a saldırısının yeterli olacağı açıktır.
Bu kötü, istenmeyen durumda, acaba, İran savaşı sadece kendi evinde mi kabul edecektir? Bu, kocaman bir sorudur.
Suriye savaşının, her geçen gün, Suriye dışındaki etkilerinin artıyor olması gerçeği akılda tutulmalıdır. Üstelik Suriye’nin bu savaşı yaymak için bir özel çabası olmadığı hâlde. İran’a karşı saldırı bir savaş durumuna dönüşürse, bu durum, var olan savaşı daha da yayacak, hele ki etkilerini tüm dünya daha yakından hissetmeye başlayacaktır.
Tüm bölge, bugünden kan, acı ve gözyaşları içindedir. Bölge savaş alanına dönmüştür ve daha da bu yönde ilerlemekte olan bir savaş tutkusunun altındadır.
Ve tüm bölgede, ABD politikalarına, saldırganlığına karşı gelişmekte olan halk tepkisi, adım adım gelişmektedir. Savaşa, işgalci politikalara karşı direniş gelişmektedir. Evet henüz, yeterince gelişmiş, henüz bölgeden emperyalist güçleri ve onların bölgedeki ortağı olan iktidarları söküp atacak bir noktaya gelmemiştir. Ama direnişin gelişimi sürmektedir.
Ve doğrusu, başka da yol yoktur. Onurlu bir yaşam için, özgürlük ve barış için, tüm emperyalist güçlerin bölgeden atılması dışında bir yol yoktur. Halkların dirilişi, örgütlenmesi ve sosyalizm dışında bir gelecek yoktur.
Kapitalist ekonominin yeni kriz dalgası ve Türkiye
eçen yüzyılı, 20. yüzyılı, kapitalist sistem, bir yandan “komünizme karşı mücadele” ve bu mücadele ile ellerinden kaçırdıkları pazarların geri alınması dürtüleri, diğer yandan ise tekelleşmenin finansal alanda gelişmesi, bazılarının deyimi ile “finansallaşması”, bazılarının vurgusu ile, kumarhane kapitalizmine dönüşümü süreçleri ile tamamladı. Ve 20. yüzyılın son 10 yılına girerken, SSCB’nin çöküşü ile, birdenbire, hayallerin gerçeğe dönüştüğü bir an yaşandı; kapitalist-emperyalist sistem, Doğu Avrupa başta olmak üzere,
eski sosyalist ülkeleri yeniden sömürgeleştirme ve paylaşma yarışına girdi. Finansallaşmış kapitalist sistem, büyük çaplı para operasyonları ile, yolunu açtı, açmaya çalıştı.
20. yüzyılın son 20 yılına damgasını vuran neo-liberal politikalar, giderek daha da gelişti, egemen hâle geldi.
Ve 21. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak, kapitalist sistemin bu neo-liberal politikalarının daha da artırdığı krizine tanıklık ediyoruz.
Bu sadece neo-liberal politikaların iflası değildir, bu aynı zamanda kapitalist sistemin iflasıdır ve daha derinleşmiş bir krizin işaretidir.
Bugünlerde, 2017 yılından başlayarak, 2018’de daha keskinleşmiş bir biçimde gelişmekte olan yeni bir kriz dalgası ile karşı karşıyayız. Tüm emperyalist ideologlar, bu yeni krizi görmeye başlamıştır bile.
Daha şimdiden, 2008’de ABD’de patlayan, inşaat-kredi sisteminin çöküşü ile sonuçlanan, gerçekte, tüm ABD bankacılık sisteminin çökmesinin yaşandığı kriz hatırlanmakta ve burjuva iktisatçılar, bu yeni krizi, 2008 krizi ile karşılaştırmaktadırlar.
2008 krizi, “mortgage krizi” olarak da adlandırıldı. Konut sektörünün çöküşü, konuta bağlı kredilerin ödenemez duruma gelmesi, bankaların bir anda konut zengini hâline gelmesi, bir anda milyar dolarlık inşaatların değersizleşmesi ve ardından bankacılık ve sigortacılık sisteminin iflası yaşanmıştır.
Rockefeller’in CitiBank’ı bile iflas etmiştir. ABD, devlet olarak bu bankaları karşılıksız finanse etmiş, kurtarmış, değerlerinden fazla parayı bu bankalara aktarmış ve sonunda da bankaları eski sahiplerine vermiştir.
ABD, bunu yaparken, elbette, karşılıksız ve denetimsiz dolar basma olanağını sonuna kadar kullanmıştır. Bu kriz, bir başka kapitalist ülkede, diyelim ki Japonya gibi bir emperyalist ülkede bile ortaya çıkmış olsa idi, bankacılık sistemini karşılıksız dolar basarak kurtarmak mümkün olamazdı. Kapitalist dünya ekonomisi, bir balon gibi şişmiştir. Bu şişmiş balon, bir yerinden patlamakta, bu patlağı tamir etmek için harekete geçilmekte ve sonra bir başka yerden patlama meydana gelmektedir.
Yani, artık, bu bir iflastır; dünya kapitalist ekonomisinin iflasıdır.
Zaten, emperyalist güçler (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya açık olarak görülüyor) arasındaki paylaşım savaşımını daha da güncel kılan, daha da sıcak hâle getiren süreç de budur.
İşte Türkiye’deki ekonomik krize bu gözle, bu genel tablo içinden hareketle yaklaşmak gerekir.
Yeni dünya ekonomik krizinin başlangıç noktasının Türkiye olacağı yönünde teoriler dile getirilmektedir.
Mayıs ayının başında ortaya çıkan, seçimlere kadar süreceği anlaşılan döviz kurlarındaki anormal artışın asıl nedeni, derindeki bu krizdir. Kuşku yok ki, bu kriz dinamiğine eklenen “fazladan” etkenler de var. Erdoğan’ın konuşmaları da içinde, OHAL vb. gibi “fazladan” etkenleri bir yana bıraksak bile, ciddi bir kriz dinamiğinin biriktiğini görmek mümkündür.
Türkiye ekonomisi, son yıllarda, bir yağma, rant ekonomisidir. İktidarı elinde tutan Saray Rejimi, ülkeyi soyup soğana çevirmekte, bunu örtmek ve sürekli kılabilmek için şiddet ve baskıyı sürekli tırmandırmaktadır. Üstüne, emperyalist güçler adına, Suriye’de olduğu gibi tetikçilik yaparak “para kazanma” umudu ile savaş yanlısı politikalar izlemektedir. İçeride ve dışarıda savaşı tırmandıran Saray Rejimi, rant ve yağma ekonomisini, sonsuza kadar ayakta tutacağını sanıyor olamazdı. Bunun da bir sonu olmalıdır.
Savaş, ranta dayalı ekonomi, kapitalist anlamda dahi üretimi küçümseyen bir yağmacı anlayış, ciddi ekonomik maliyetler yaratmıştır, yaratmaktadır.
Bunların üstüne, Saray Rejimi’nin, gayri meşru hâle gelmiş iktidarını sürdürmek için başvurduğu baskı ve şiddetin boyutları, krizi daha da artırmaktadır. Hem işçilerin daha ucuza çalıştırılmasının sonuna gelinmekte, hem de, yağma ve ranta dayalı ekonominin biriken borçları, ciddi bir kriz dinamiği üretmektedir.
Devlet hazinesi, kredi alabilmek için garantör hâline getirilmiştir. Bilindiği kadarı ile, Üçüncü Havalimanı, Üçüncü Boğaz Köprüsü, Gebze-Yalova arasındaki köprü ve Avrasya Tüneli, kredi alabilmek için hazine garantisi verilerek yapılmıştır. Ve bu dördü, daha şimdiden, verilen taahhütlerin altında araç geçişine sahne olduğundan, ayrıca devlet tarafından ödemeler yapılarak ayakta tutulmaktadır.
Durum bu hâle geldiğinde, rant ekonomisini sürdürmek isteyen Saray, başka krediler alabilmek için, hazine garantisini kabul etmeyen Batılı finans kuruluşlarına, bu kez “varlık fonu”nu garanti gösterecek bir organizasyona gitmiştir. Varlık fonu, öyle anlaşılıyor, daha çok Arap veya Katar sermayesinden gelen kredilere teminat gösterilmiştir.
Ve tüm bunlara rağmen, inşaat sektörü yavaşlamıştır.
Dahası, 2018 yılına girildiğinde, özel ve devlet birlikte, 2018 yılında ödenmesi gereken borç stoğu 220 milyar doları aşmıştır. Toplam borç stoğunu konuşmuyoruz. Bu 220 milyar doları aşkın rakam, yıl başı itibari ile 2018’de ödenmesi gereken tutardır.
Ve elbette, 220 milyar dolarlık borç, TL bazında ödenmeyecektir. Bu durum, dövize olan talebi artırmıştır, başkası da beklenemez.
Satılacak birkaç şeyi kalmış olan devlet, kamu binalarını satışa hazırlanmaya başlamıştır. Ama ne ki, kriz dinamiği bunu beklememektedir. Dahası kamu binaları 220 milyar doları karşılar nitelikte değildir.
Savaşın yarattığı yükü, bu hesabın istediğiniz yerine koyabilirsiniz.
Ve Türkiye, 200 milyar dolar dövize ihtiyaç duymaktadır.
İnşaat sektörü, giderek daha derin bir krize girmektedir. Hesaplara göre, 200 binin üzerinde satılmak için bekleyen yeni konut vardır. Ve bu konutlar, kredili satılan konutların dışındadır. Daha şimdiden, bankalar, konut zengini olmuş durumdadır. Bankalar, ellerindeki konutları, emlakçılar üzerinden, kendi kimliklerini açığa vurmadan satmaya çalışmaktadır. Bu konut stoğu, ödenemeyen kredilerden kaynaklıdır ve önümüzdeki dönemde, bu ödenemeyen kredilerin daha da artacağı açıktır.
Bizzat Başbakan Yıldırım, 600 bin şirkete kredi verdiklerini açıklamıştır. 200 milyar TL kredi kullandırdıklarını, şimdi ise 7.5 milyar “nefes kredisi” kullandıracaklarını açıklamaktadır. 200 milyar kredi ile borçlu şirketler, 7,5 milyar ile nasıl nefes alabilir? Kredi sisteminin sonuna gelindiğinin de kanıtı buradadır.
Korkut Boratav, bu gidişin IMF kapısına dayanacağını söylemektedir. Mümkündür. IMF, bu gelişmeyi görmüş olmalıdır ki, hazırlıklara başlamıştır.
Mayıs ayında, dolar kurunda 1 TL’lik bir artış ortaya çıkmıştır. Bu 1 TL’lik artışın, borç yüküne katkısı 200 milyar TL’nin üzerindedir. Bu durum iflasların daha da artacağı anlamına gelmektedir.
Merkez Bankası, döviz artışını engellemek için, Reis’ten korktuğundan faiz artırımına gitmemiş, beklemiş ve sonunda dolar 5 TL’ye yaklaştığında, Reis kulaklarını indirerek izin vermiş ve 3 puanlık faiz artırımına gitmiştir. Faizi, %13,5’ten 16,5’e artırmıştır.
TC devleti ve Saray Rejimi, yalanı günlük yaşamlarını sürdürmenin asgarî koşulu hâline getirmiştir. Merkez Bankası, faizini artırdım demiyor da, olağanüstü durumlarda kullanılacak şekilde “geç likidite penceresi” faizini artırdım diyor.
İyi bakın lütfen, neyi artırmışlar; “geç likidite penceresi faizini”.
Nasıl ki, olağanüstü durumdayız deyip OHAL ilan ediyorlar, bu da faiz işinin OHAL’idir. Eğer 2 yıl OHAL sürerse, OHAL olağan hâl olur. Tıpkı ülkemizde olduğu gibi. Olağanüstü hâl, artık olağan hâldir. Merkez Bankası da, belki kendisi inanıyor mudur, “faizi değil, geç likidite penceresi faizini” artırmıştır. Peki, mesela faiz ne kadardır; %8’dir. %8 üzerinden, kime kredi vermektedirler; hiç kimseye. Öyle ise bu ne demektir?
Artık yalanları, kendilerinin inanmasına hizmet eden avuntulardır.
Faiz artırımına ilave olarak Erdoğan, mesela OHAL’i da kaldırıyorum demiş olsa idi, mesela Suriye’den çekiliyorum demiş olsa idi, belki de dolar kuru daha istikrarlı hâle gelebilirdi.
Türkiye’de gelişen kriz, sadece Türkiye ile mi sınırlı kalacak? Sanmıyoruz. Bu, sadece Türkiye’nin krizi de değildir. Dünya kapitalist sisteminin krizidir.
Kriz, her zaman, bir zayıf noktadan patlama ile ortaya çıkacaktır. Bu kez krizin Türkiye’den patlayacağını düşünmek daha doğrudur.
Bu kriz, Erdoğan’ın ve yandaşlarının iddia ettiği gibi, dış güçlerin bir oyunu vb. de değildir. Bu kriz, uluslararası yönleri olsa da, yağma ve ranta dayalı Saray Rejimi’nin yürüttüğü ekonomik politikanın krizidir. Uluslararası sermaye, elbette bu oyuna, krizde büyüme yönünde ortak olacaktır.
Kriz, bugünden burjuva iktisatçıların dikkatlerini çekmişe benzemektedir. Burjuva iktisatçılar, krizin, Türk bankacılık sistemini ciddi biçimde etkileyeceğini söylemektedirler. Haklıdırlar. Çünkü, yağma ve rant ekonomisi, Saray Rejimi tarafından, bankacılık sisteminin akıldışı, ranta uygun tarzda kullanılması ile sürdürülmüştür, sürdürülmektedir. Devlet bankalarının konut kredileri için, Saray’ın emri ile faiz indirmelerinin üzerinden birkaç gün geçmemişti ki, dolar zirve yaptı ve ardından Merkez Bankası faizleri 3 puan birden artırdı.
Türk bankacılık sisteminin krize girmesi, beraberinde, İtalya, İspanya, Fransa üzerinde etkili olabilecek midir?
Bu soru, ciddi bir şekilde tartışılmaktadır.
Krizin ekonomik boyutu üzerine bu kadar durmak yeterli.
Bu kriz, kapitalist sistemin sürmekte olan krizinin bir yeni patlaması olacaktır. Ve ardından başkaları da gelecektir.
İşte bu kriz koşullarında, sistem, krizin tüm yükünü, daha fazla ve daha fazla işçi ve emekçi halka yıkmaya yönelecektir.
Şimdiden Arjantin’de olan budur.
Arjantin, Türkiye ile birlikte, en riskli 5 ülke arasında gösterilmekte idi. Arjantin, şu anda IMF ile anlaşma yoluna gitmiştir. Ve Arjantin’deki krizin faturası, işçi ve emekçilere yıkılmaya başlanmıştır bile.
Tam da bundan söz ediyoruz.
Eğer işçi sınıfı, emekçiler yeterince örgütlü değil ise, yıllarca bu krizin faturasını ödemekle karşı karşıya kalacaklardır.
Ülkemizde sendikaların dibe vurduğu, sendikaların devlet tarafından yönetildiği düşünülürse, krizin faturasının ağır olacağı da açıktır. Ama öte yandan, zaten çok ağır yaşam koşullarında hayat mücadelesi veren işçilerin dayanma noktaları da kalmamıştır. Bunu da kayıt altına almak gereklidir.
Bu koşullarda, işçi sınıfının, emekçilerin, her yol ve araçla örgütlenmesinin geliştirilmesi, her koşul altında örgütlenme olanaklarının yaratılması büyük öneme sahiptir. Başka da yol yoktur.
İşçi sınıfı örgütlü ise her şeydir, örgütsüz ise hiçbir şey
Üniversitelerin bölünmesi: Özel üniversitelere destek
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), açık olarak görülebildiği, izlenebildiği gibi, Bilal Erdoğan’a bağlanmış durumdadır. Bilal Oğlan, milli eğitim ile ilgili farklı görüşlere sahip, derinlikli ve birikimli birisi olarak mı duruyor? Doğrusu, kendisinin de umurunda olduğunu sanmıyoruz. Bilal Oğlan, evdeki paraları sıfırlama meselesini anlamakta eksik olsa da, Ensar Vakfı aracılığı ile trilyonlarca para götürme işini yürütmede sıkıntılı değil. Bilal Oğlan, kim rüşvet vermesi gerekiyorsa onun uğradığı bir vakıf organize edilmiş ve başına konmuştur.
Evet, biz hep gördük, siyasal iktidarı elinde tutan ve burjuvazi adına yönetenler, her zaman kendi ceplerini doldurmuştur. Ama öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan yönetiminin “doldurma” süreci, bir hayli farklıdır. Sadece daha önce görülmemiş derecede çok aldığı için değil, bu süreç içinde kendine bağlı bir “yeni zengin sınıf” yaratmaya yöneldiği için de farklıdır. Ama ne yaparsın, bu iş böyle tutmaz. İnşaat zenginliği ile, arsa vb. zenginliği ile bir “sınıf” yaratılmaz. Sadece bir çete yaratılabilir.
İşte bu çete, Bilal Oğlan’ın eğitim politikalarının belirlenmesi için, hemen arkasında duruyor. Önde, “milli eğitim politikaları” konuşuluyor ya da öyle sunuluyor, oysa arkada bütün iş, nakit meselesi olarak duruyor.
Bir sabah Erdoğan, durup dururken, sınavları kaldırdım, dedi. O kadar ki, gece sohbetinden haberi olmayan Milli Eğitim Bakanı, yok öyle bir şey, dedi. Dedi ama sonra işinden olmak var. Hemen durumu öğrenip, bir açıklama yaptı, “üzerinde çalışıyoruz.” Oysa gece, Bilal Oğlan, babasından bunu istemişti. Bilal Oğlan, Ensar Vakfı’na bağlı sistemin içine, yetenekli, becerikli çocukların gelmesini istiyordu. Parayı buradan vuracaktı.
Bu nedenle ise, bazı değişiklikler yapılmalı idi. Mesela adres değişikliği gerekirse, bunu sadece Ensar Vakfı yapabilmeli idi. Ve Erdoğan, çok da düşünmeden, sınavı kaldırdım, dedi. Saray Rejimi biraz da böyle işliyor, Erdoğan kaldırdım diyor kalkıyor, koydum diyor oluyor. Ayağa kalkın diyor, hepsi ayağa kalkıyor, maşallah,
şimdi de oturun diyor, hepsi oturuyor. Maşallah demek için, herkesin bir ayağa kalkması gerekiyor.
Milli Eğitim Bakanlığı, hâlâ sınav sistemini kaldırmış değil. Sınav sistemi sadece başka bir biçimde devreye sokulmuştur.
Mesela önümüzdeki yılın eğitim müfredatı, muhtemelen Temmuz ayında değişecek ve yeni müfredat için tek hazırlık yapmış grup, Turkuaz medya grubu olacak. Böylede tüm kitap ve yayın işleri, Turkuaz’ın denetimine geçecek. Bu arada kitaplar geç mi kalacak, eğitim mi aksayacak, umurlarında değil. Çünkü, hırsızlama olmadan, bu işleri yapmak mümkün değil. O kadar uzun zamanları yok. Bugün, ne yapabiliyorlarsa, hemen
yapmaları gerekiyor.
Kadıköy Anadolu Lisesi, İstanbul Erkek, Kabataş vb. gibi liseleri yok etmek istediler. Neden mi? Çünkü bunlar var olduğu sürece, insanlar çocuklarının bu okullara gitmesini istiyor ve “başarılı” çocuklar böyle ortaya çıkıyor. Bu geleneği dağıtmak ve bunun yerine, herkesin, mesela Bilal Oğlan’ın okullarına gitmesini sağlamak gerekiyor. Bu okullar silinmeden, Bilal Oğlan’ın okullarına akın akın öğrenci gelmesi zor.
Erdoğan ailesinin kontrol ettiği okullar var. Bunlar özel okullardır. Nun Koleji, bilindiği kadarı ile, kızına düşen paydır. İrfan Kolejleri, Bilal’in bizzat denetimindedir. ERA, Mektebim, Doğa, Yenidoğu, Çözüm Kolejleri, doğrudan veya dolaylı Bilal kontrolünde okullardır. Hepsinde de paralı eğitim verilmektedir. Bu okullara öğrenci akımı olabilmesi için, elbette, nispeten başarılı devlet okullarının yok edilmesi gereklidir. İkinci aşamada, bazı özel okullara da sıra gelecek, tümü, Bilal Oğlan tarafından satın alınacaktır. Bilal’dan önce, başarılı görünen özel okula vergi müfettişleri gidecektir. Gerisi kolaydır. Bilal, zor durumdaki okulu, vatan millet için satın almış olacaktır.
Biraz uzun mu oldu?
Üniversitelerden söz etmek istiyorduk.
İktidar, Saray Rejimi, bir sabah kalktı ve üniversitelerin bölünmesine ilişkin bir yasa gündeme getirdi. Mesela Cerrahpaşa, İÜ’den ayrılacak ve yeni kurulan, Bezmialem’e devredilecek.
Sadece Cerrahpaşa değil, tüm okullarda böylesi bir durum var.
Peki bunun gerekçesi nedir? Yanıt yok.
Öğrenciler, okul yönetimleri tepkili. Ve onlara verilen yanıt şudur, şu anda öğrenci iseniz, diplomanızı yine eski Cerrahpaşa’dan almış olabileceksiniz. Yeni girişlilerde bu artık geçerli olmayacak.
Bu karar açık olarak, tepkiyi azaltmaya dönüktür. Şu anki öğrenciler, bugün mücadele edebilir, direnebilirler. Ama eğer onların statüsüne dokunulmayacaksa, bu rüşvet onlara verilirse, onlar da susabilir. Böylece amaca ulaşılabilir. Sonrası zaten kolaydır.
Peki, gerçekte neden bunu yapıyorlar?
Mesela Cambridge neden kendini bölmüyor? Mesela Moskova Üniversitesi acaba kendini böler mi? Mesela Yale Üniversitesi kendini böler mi? Baştan aşağıya saçma gibi görünüyor. Bir üniversiteyi al, onu böl, ondan iki üniversite yarat. Neden?
Bu aslında bazı fakültelerin adını silme girişimidir.
Tarihsizleştirme, sıradan bir saldırı değildir.
ABD, Suriye’ye IŞİD güçlerini sürdüğünde, IŞİD güçleri, sadece insanları katletmedi, aynı zamanda tarihi yok etmeye çalıştılar. İnsanı tarihsizleştirmek, onu, çıplak, soyulmuş hâlde, bir başlangıç noktasına koymaktır. Aklını alma girişimidir.
Saray Rejimi, aslında üniversitelerin bölünmesi ile, tarihi silmeye, insanların akıllarını almaya çalışmaktadır.
Onların derdi açıktır. Bir öğrenci, eğer tıp okumuş ise, Çapa ve Cerrahpaşa’dan mezun ise, büyük bir avantaja sahiptir. Eğer mühendislik okudu ise, İTÜ’den mezun olması büyük bir avantajdır. İktisat okudu ise, İÜ ve Marmara’dan mezun olması vb. Böylece isim yapmış fakülteler var.
Özel üniversiteler, bu isim yapmış kurumlar nedeni ile yeterince talep bulamıyorlar. Müşterileri az. Bu nedenle, en kolay yol, bu fakülteleri baştan aşağıya değiştirelim.
Eğer, mesela Cerrahpaşa’yı, yıllar içinde eğitim kalitesini yok ederek küçültseler, ki bunu zaten yapıyorlar, çok zaman alacak. Oysa onların hızla para kazanmaları gerekir. Gözlerini kâr ve daha çok kâr hırsı bürümüştür.
O zaman kısa yol var. Bu okulların adını değiştir. Okulları böl, üniversiteleri parçala. Sonunda, ortada ne isim, ne bir prestij, ne de eğitim kalitesi kalır.
Biz, bu topraklarda yaşayanlar, bu tarih silme operasyonlarını çok iyi biliriz. Köylerimizin hâlâ iki ismi vardır, biri eski ismidir, gerçek ismidir. Diğeri ise devletin yeni koyduğu, halkın benimsemediği, ama tüm resmî işlemlerde kullanılan isimdir. Bu da bir tarih silme operasyonudur. Üniversitelerin, kurumların bu biçimde bölünmesi, bu imhacı, inkârcı geleneğin kolayca devreye sokulabileceği bir saldırıdır.
Bu arada, kendilerine bağlı çevreler de, ne yapar yapar, kendi okullarını “gözde” kurumlar hâline getirirler.
İşte anlamadıkları şey de budur.
Ne eğitimi bilirler, ne de eğitimde ‘kalite’nin ne olduğunu.
Odak noktasına para konularak, öğrenciye ve velisine müşteri diye davranarak, ilgi çekici, isim yapmış, kendine has bir tarih oluşturmuş eğitim kurumu yaratamazsınız.
Eğitimin niteliğinden gelir bu.
Eğitim, para ile yapıldığı oranda başarısız olmaya mahkûmdur.
Eğitim, parasız, kamu tarafından yönetilmesi gereken, toplumun ortak geleceği açısından planlanması gereken, büyük ölçüde gönüllü eğitmenlerin işidir. Eğitim, para ile kurulan bir ilişki değil, özgürlük üzerinden kurulan bir ilişkidir. Özgür bir eğitim olmadan ‘kalite’den söz edemezsiniz. Eğitim, bilimsellik, bilim üzerine kuruludur. Kâr ve rant üzerine kurulu bir eğitimden, ancak kâr ve rant beklersiniz. Bu eğitimi veren kurumun bir adı, bir prestiji, bir tarihi olmaz.
Saray Rejimi, TC devleti, üniversiteleri paralı hâle getirmek, paralı üniversitelere olan talebi artırmak için, bu saldırıya başlamıştır.
Bugünlerde Saray Rejimi ve Erdoğan’ın attığı her adım, insanlar tarafından, “evet yeni bir saçmalık daha” diyerek karşılanıyor. O kadar saçmalık var ki, bir yenisi kimseyi şaşırtmıyor. Ve bu nedenle de, bu yeni saldırıların üzerinde bir tartışma, sorgulama gerçekleşmiyor.
Ancak, bu saldırıları, bu tarih silme operasyonlarını, bu her şeyi ranta ve paraya endeksleme girişimlerini, “saçmalık” diyerek seyretmek, büyük bir hafiflik olacaktır.
Yasa, seçim çalışmaları gündemi içinde, meclisten geçmiş ve kanunlaşmıştır. Fiilî olarak okullar bölünmüştür. Bazı okullarda direnişin hâlâ sürdüğünü görüyoruz. Ama bunun özellikle seçim döneminde yapılması da rastlantı değildir. Birçok kişide, nasılsa seçimden sonra durum eskiye döner düşüncesi var. Oysa, direniş zamanıdır.
Okulların isminin değiştirilmesi, kurumların bölünmesi, eğitimin paralı bölümünün sürekli geliştirilmesi için, var olan her şeyin yok edilmesi, direnişle karşılanmak zorundadır. Çalınan senin tarihindir, yok edilen senin yaşamının bir parçasıdır. Geleceğine ipotek konulmaktadır. Paralı eğitimde müşteri sıfatı ile öğrenci olmak, aşağılanmaktır.
Ve bugün, yarın değil bugün, buna karşı direnmek, var olan direnişi genişletmek gereklidir.
Özgür ve bilimsel eğitim, halkın, acil, temel taleplerinden biridir.
Filistin: 70 yıllık insanlık utancı…
Siyonist İsrail Devleti; birincisi, normal bir devlet değildir ve ikincisi, bir Ortadoğu devleti de değildir. Siyonist İsrail demek; Ortadoğu denilen bölgeye taşmış Batı, emperyalizm, ABD, İngiltere, Fransa vb. demektir… Bir tür ‘doku transplantasyonu’ söz konusudur… Velhasıl doku uyuşmazlığı var. Siyonist devlet Ortadoğu’daki
emperyalizmdir… Dolayısıyla, neden söz ettiğini bilmek önemlidir…
Siyonist devlet, 1948 yılında Birleşmiş Milletler Örgütü’nün bir hilesiyle kuruldu. O kadar ayıp BM’ye yeter de artardı bile… Zira, öyle bir devletin kurulması, bizzat Birleşmiş Milletler Örgütü ‘Şartına’ mugayirdi… Filistin toprağı Yahudi yerleşimciler tarafından işgal edildi, Filistin halkının önemli bölümü sürgün edildi, toprağından koparıldı… Siyonist devletin kuruluşunu izleyen 60 yılda İsrail 65 BM kararına uymadı… Siz Birleşmiş Milletler Örgütü denileni ne sanıyorsunuz?
Donald Trump’ın, Kudüs’ü siyonist devletin başkenti saydığını ve Tel Aviv’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağını ilan etmesinin ardından öbek öbek “uzmanlar” televizyonlarda boy gösterdiler… Hiçbirinin ağzından kapitalizm, emperyalizm, kolonyalizm kelimelerinin çıktığını duydunuz mu? Bu efendiler o tartışmayı hangi dünyada yapıyorlardı?
Siyonist devlet neden başka yerde değil de Filistin toprağında kuruldu? Daha 1840’lı yıllarda İngiliz dergilerinde Ortadoğu’da bir Avrupa devleti kurma gereğinden söz ediliyordu… Ve yaklaşık 100 yıl sonra muratlarına erdiler… Filistin tercih edildi, zira Ortadoğu dünyanın merkezidir… Modern zamanlardan önce de Kristof Kolomb’un macerasından önce de orası dünyanın merkeziydi…
Tarih boyunca emperyal emelleri olan tüm devletlerin gözünü oraya dikmesi boşuna değildir… Jeo-politik, jeo-stratejik, jeo-ekonomik ve ticari önemi son derecede büyük bir coğrafyadır orası… Ticaret yollarının, su yollarının kesişme noktasıdır… Kıtaların kavuştuğu yerdir… Şimdilerde de emperyalist kapitalizmin damarlarında dolaşan kan olan petrolün, doğalgazın da çoğu oradadır…
Esasen Filistin’in başına gelen bir kolonizasyondu, ama iki bakımdan özellik arz ediyordu: Birincisi, bilinen klasik kolonyalizmde (sömürgecilikte), bir ülke; emeğini sömürmek, emeğinin ürününe el koymak, doğal kaynaklarını yağmalamak için işgal edilir, sömürgeleştirilir… Filistin’de fazlası vardı… Orada söz konusu olan Filistin toprağını insansızlaştırmaktı… Bu bakımdan Filistin halkının başına gelen, genel bir çerçevede Ermeni
halkının başına gelene benziyor…
Ve ikincisi de tarihin bir ironisi, bir cilvesi olarak, sömürgelerin bağımsızlıklarını kazandığı, halkların kendi kaderlerini tayin etmek üzere tarih sahnesine çıktıkları ‘self determinasyon’a kavuştukları bir dönemde, Filistin kolonize edilmişti… [Aslında self determinasyon hiçbir yerde tam olarak gerçekleşmedi ama onu tartışmanın yeri burası değil].
Esasen siyonizm, politik bir ideolojidir ve bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır… Bilindiği gibi tabu, yasaklanarak korunandır… Dokunan eli yakar… Her kim ki siyonizmi tartışmak isterse, hemen antisemit (Yahudi düşmanı) damgasını yer ve sesi kısılır… Mesela batı üniversitelerinde siyonizme dair bir etkinlik, bir konferans düzenlemeye cüret edenler, anında tehdit edilirler… Afişleri indirilir, bildirileri tahrip edilir, konferansı düzenleyenler tehdit edilir ve bir terör havası estirilir… ‘Ayıbı açık etmek daha büyük ayıp’ sayıldığına göre…
Siyonizm ve Filistin’e dair bir dizi yalan, bir dizi tevatür üretilmiş durumdadır: İşte, halkı olmayan toprak, toprağı olmayan halk… Bir yer, bir toprak, bir ülke var ki, orada yaşayan bir halk yok… Bir de, bir halk var, onun da toprağı yok! Ve orada siyonist devletin kurulması, bu ikisinin kavuşması demeye geliyor… Oh ne güzel… Ve ikincisi, siyonist İsrail’in bölgedeki tek demokrasi olduğu yalanı… Tam bir apartheid rejimi nasıl oluyor da demokrasinin timsali sayılabiliyor? Üçüncüsü, İsrail’in dünyanın dördüncü askerî gücü olması
gerekir, zira bir düşman çemberi tarafından sarılmış durumdadır… Eğer öyleyse, olabildiğince güçlü bir orduya sahip olmalıdır… Dördüncüsü de, Filistin’de İsrail devletinin kurulmasıyla holokostun [Yahudi kırımı] sonuçları hafifletilecek, kısmen de olsa ödünlenecekti… Nazi kırımında Filistinlilerin bir dâhli mi vardı?..
Oysa, Siyonist devletin asıl misyonu ve varlık nedeni, bölge halklarının ve devletlerinin kendi ayakları üstünde durmalarını engellemektir… Bölgeyi sürekli bir çatışma-didişme, savaş, terör ve kaos ortamında tutmaktır… İstikrarsızlığı sürekli kılmaktır…
Geride kalan yaklaşık yüzyıl, Filistin halkı için kan ve gözyaşı, ölüm ve yıkım demekti… Ve Filistin’in kahraman halkı bütün bu zaman zarfında direnmeyi hiç elden bırakmadı… İnanılmaz bedeller ödedi ve ödemeye devam ediyor… Daha dün ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınma törenini protesto eden, silahsız, savunmasız 58 kişi katledildi, 2.770 kişi de yaralandı… Bu son katliam, 70 yıllık katliamlar serisinin sonuncusuydu… Ve ‘uygar dünya’ katliamı sözde kınamanın ötesine hiç geçmedi… Kınamakla eğer şeylerin seyri değişseydi, her şey ne kadar da kolay olurdu… Orada tam bir insanlık ayıbı, insanlık utancı var…
Türkiye, siyonist devleti ilk tanıyan Müslüman ülkeydi… Her zaman siyonist rejimin safında oldu… Gerçek durum öyle olsa da, retorik hep farklıydı… Güya suret-i haktan görünmeye çalışarak, kitleleri aldatmaktan da geri kalmadılar… Bir NATO üyesi, bir ABD uydusu olan TC, Filistin’e dair düzgün bir tavır alabilir, Filistin halkını haklı davasında destekleyebilir miydi? Türkiye, NATO üyesi olduğu anda bölgeye dair bağımsız dış politika uygulama yeteneğini kaybetmişti… Siz söylenene değil, yapılana bakın… Sadece Filistin sorunuyla
ilgili değil, ne zaman başta bölge halkları olmak üzere, ezilen, sömürülen halklar emperyalizmle karşı karşıya gelse, TC hep emperyalistlerin (kolonyalistlerin) safını tuttu…
Hükümet 3 günlük yas ilan etmiş… Bir ay yas ilan etseler bir şeyler değişir mi? Yapılması gereken, kınamak, lanetlemek, yas tutmak mı? Bir gün gelecek Filistin halkı mutlaka kazanacak, kimsenin kuşkusu olmasın… Özgürlüğü, haysiyeti için mücadele iradesine ve kararlılığına sahip bir halkı, öldürebilirsiniz, katledebilirsiniz, aç ve susuz bırakabilirsiniz ama asla yenemezsiniz… Filistin halkı geride kalan 70 yılda öyle olduğunu gösterdi… Ve tabii insanlığın ayıbını, utancını da açık ederek…