Ana Sayfa Blog Sayfa 128

Gelen Gün Bizimdir!

İnsanın insana kulluğunun sonuna geliyoruz. Bu kulluk, kapitalist-emperyalizmdir. Dünyanın her yerinde ölen, öldürülen, tecavüz edilen, gelecekleri karartılan çocuklar demektir kapitalizm. Emperyalistlerin paylaşım savaşıyla yarattığı açlık ordusudur. Hayatta kalmak için botlarla ölüm denizlerine açılan milyonlarca insan demektir. Kapitalizm, ilaç şirketleri, hastane sahibi patronlar, hükümetler sırtımızdan biraz daha kazansın diye hasta edilmektir, önlenebilir hastalıklar yüzünden milyonlarca insanın ölmesidir.

Kapitalizm, her gün ölebileceğini bilerek, çocuğunun karnı doysun diye inşaatlara çalışmaya giden işçilerin hafriyatlara atılan bedenleridir. Düştü… Al, götür, kepçeyle kum taşır gibi, at. Üstüne de kum at.

Havaalanının harcına karışsın işçi kanı, terinin karıştığı kadar…

Patronlar, burjuvalar ve onlar adına yöneten devletleri, hep ister. İşçiler çalışsın, daha çok çalışsın, güçleri tükeninceye, başka bir şey düşünemeyecek hale gelinceye kadar çalışsın. İşleri bitince de ölsün işçiler. Sessizce ölsün. Anaları sessizce ağlasın, çocukları sessizce ağlasın. Bir tek ağıt duyulmasın ki binler, on binler işçi cinayetlerinde ölürken, yüz binler kâr savaşlarında ölürken, kalanlara kölelik koşulları dayatılırken, onların saltanatı sürsün… Ama işte, sonuna geliyoruz.

Bugün fazladan ömür süren kapitalizm, televizyonlarda her gün kravatlarla yağlı enselerini gördüğünüz kodamanlardır. Çocuklarımızın geleceğini karartmak için planları vardır. İliğimizi sömürmek için her gün yeni planlar peşindedirler. Bolluk içinde yüzerler. Gırtlaklarına kadar dolarlara ve boka batmışlardır. Tatlı uykularını bölen bir tek kâbusları vardır: Ya bir gün ayaklar baş olursa? Ya fabrikaları, yönetimleri ele geçirirlerse? Ya bir gün bu böcek diye ezdiklerimiz, bu kalabalık örgütlenir de bizi çizmelerinin altında çiğnerlerse…

Çiğneyeceğiz, sözümüz olsun. Alıp götürüp betona gömdüğünüz işçiler adına çiğneyeceğiz. Çocuklarımızın gözleri korkuyla açılmasın diye çiğneyeceğiz.
Aşağıladığınız emek adına, insan aklı adına çiğneyeceğiz. Sevmenin sadeliği ve güzelliği adına çiğneyeceğiz.

Burada bizden bahsetmenin tam sırası. Biz kim miyiz? Devrimcileriz. Devrimcilik katılaşmış yürekler demek değildir. Devrimcilik yaşamın tam göbeğinde olmak demektir. Yüzyılların katliamları, aşağılanmaları, sömürüsü bizde kıpkızıl bir sınıf kini yaratırken, biz bir yandan ipekli bir kumaş dokur gibi yaşarız. Çünkü biz bu yeni çağın çocuklarıyız. Biz, işçi sınıfının elleriyle özgür bir yaşamın filizlenmesi için elinden geleni ardına koymayanlarız.

Yoldaşımız, ortağımız Komutan Bekir Kilerci (Burhanettin Akdoğdu), 13 Aralık 1997 yılında Ankara Terörle Mücadele Şubesi’nde işkencede katledildiğinde, yoldaşlarına ve sınıfına, şiirleri, öyküleri ve kavgasıyla böyle bir yaşam bıraktı.

Yoldaşımız, ortağımız Ali Serkan Eroğlu, 24 Aralık 1997’de, polisin muhbirlik teklifini kabul etmediği için okulunun tuvaletinde asılarak katledildiğinde, gençti, onurluydu. İnsanların yaşamına bilgiyle, sevgiyle, umutla sızan biriydi. İnsan olmanın çığlığı oldu.

Onlar devrimciydi. Onlar bu çürümüş sistemin sonunu getirmek için savaşan tüm insanlar gibi insandılar.

Ve işte sonuna geliyoruz. Çünkü bu sistemin egemenleri, insan aklını ve yüreğini paramparça edecek, üreterek insan olan insanın onurunu ve sevgisini yok edecek bir formül bulamamıştır. Öyleyse tarihin çöplüğüne gömülecektir bu sistem. Tıpkı insanın insana kulluğuna dayanan sınıf egemenliklerinin tümü gibi…

Ve insanlık tarihi başlayacaktır. Üretmenin ve sevmenin ne demek olduğunu bilen sıradan insanların tarihi; bizim tarihimiz… Onu, örgütlenerek kaderini ellerine almaya karar veren işçiler, emekçiler, halklar yazacaktır. Bu uzak bir gelecek değil; bugünümüz, gerçeğimizdir. İşyerlerinden, fabrikalardan bugün gelen direniş sesleri çoğalacak, birleşecek ve örgütlenecektir. Başka yolu da yoktur yaşamanın. İnşaatlarda kum torbası olmadan, göç yollarında telef olmadan, aşağılanmadan, korkmadan, özgürce yaşamanın tek yolu direnişi büyütmek, örgütlenmek ve kaderini ellerine almaktır. Bu çağ, sırtımızdan geçinen asalakların son çağıdır. En zayıf dönemlerini yaşıyorlar. Bundandır azgınca saldırmaları. Çünkü gelen gün bizimdir.

Örgütleneceğiz. Yarını beklemeden, bugün adım adım örgütlenecek, yapmamız gerekeni bugün yapacağız. Ve emeğin yüce toplumunu, kardeşliğin ve doymanın, sevmenin ve yaşamanın toplumu sosyalizmi kuracağız.

Komutan Bekir kavgamızda yaşıyor!

Ali Serkan Eroğlu kavgamızda yaşıyor!

Devrim için ileri! Ya sosyalizm ya ölüm!

Kriz ve işçi sınıfının örgütlenmesi

Evet, biz biliyoruz ki, her kriz gibi bu kriz de, parababalarını daha zengin hâle getirecek, yoksulları da daha yoksul.

Evet biz, tüm işçi ve emekçiler, geniş halk kitleleri, milyonlar, buna razı olmak istemiyoruz. Ama biliyoruz ki, devleti elinde tutan egemenlerin, bunun için çok sayıda aracı, olanağı vardır. Ordusu, polisi, çeteleri ile işçi ve emekçilerin her talebinin karşısına çıkıyorlar. Baskı ve şiddet ile, her türlü hak arama eylemini bastırmaya yöneliyorlar. Hukuk da bunun, bu baskı aygıtının açık bir parçası hâline gelmiştir.

Hukuk, her zaman, egemen olan kim ise, hangi sınıf ise, onun hukukudur. Burada egemen olan, burjuvalardır.

Ülkemizde burjuva egemenlik, sömürgesi olduğu emperyalist güçlerin, NATO içinde yer alan güçlerin doğrudan desteği ve kontrolü ile sağlanmaktadır. Bu devlet, elbette onların devletidir ve krizi, işçi ve emekçilere yıkacaklardır.

Vergilerle, zamlarla, doğrudan veya dolaylı her yolla, halkın cebine ellerini sokacaklar, sofralarındaki ekmeğe göz koyacaklardır.

Bu, her zaman yaptıkları şeydir, sadece bugün değil.

Bugün de, zamları devreye sokacaklar. İşsizlik arttıkça, işçi ücretlerini baskı altına alacaklar. Gazete köşeleri, TV ekranlarından, işçi ve emekçilerden, halktan fedakârlıklar isteyecekler, din adamları aracılığı ile “sabır” telkin edecekler. Her yolla, işçi ve emekçilerin krizin faturasını kabul etmesini isteyecekler. Buna karşı çıkanlar oldu mu, ki var ve olacak, onlara karşı da cop, TOMA, silah, hapishane vb. devreye girecek. Baskı ve şiddetle, halkı sindirmeye çalışacaklardır.

Zaten bunu yapıyorlar.

Denemedikleri baskı türü, şiddet biçimi kalmamıştır ama yine de buna devam edecekler.

Tüm bunlar, işçi ve emekçilerin susturulması içindir.

Fransa’da benzine yapılan vergi artışını protesto etmek için “sarı yelek” giyerek başlayan protestoya 300 bin kişinin katıldığını duyuyoruz. Sendikalar, işçi örgütleri, tüm sivil toplum örgütleri harekete geçti ve karşı durmaya başladılar.

Ülkemizde, biz, bu krizin faturasını ödemek istemediğimizi açık olarak beyan ediyoruz. İşçi ve emekçiler, açıkça bu krizin faturasını ödemek istemiyor. Ama, nihayetinde bu bir mücadeledir.

İşçi sınıfı ve emekçiler bu mücadelede yeterince örgütlü değildir.

Örgütlü olmak güçlü olmanın ilk adımıdır.

Örgütsüz olmak da güçsüz olmak anlamına gelmektedir.

Açıktır ki, bu kriz, yansıtıldığından çok daha derindir.
Sürdürülen yağma ve rant ekonomisinin iflası, tıkanması anlamına gelen bu kriz, çok kısa sürmeyecektir. Krizin daha başında olduğumuz anlaşılmaktadır. Daha krizin şiddetinin artmaya başladığı Ağustos ve Eylül aylarından bugüne kadar, binlerce işçi işini kaybetmiştir, binlerce insan açlıkla karşı karşıyadır. Binlerce kişi, borçlanarak aldıkları evlerinin taksitlerini ödeyemez durumdadır. Yüz binlerce insan kredi kartları üzerinden yaptıkları borçları idame ettirme sürecinin sonuna gelmiş, artık kredi kartlarını ödeyemez duruma düşmüşlerdir. Ve daha yolun başındayız.

Bu katlanarak sürecektir.

Hem işsizlik artacak, hem de artan hayat pahalılığı işçilerin bellerini bükecektir. Daha şimdiden yaşamı devam ettirmek için başvurulan çareler tükenmeye başlamıştır.

Şimdi, krizin faturasını ödememekte gerçekten samimi isek, gerçekten böyle bir bilincimiz varsa, bunun yolunun bireysel arayışlardan değil, toplu, örgütsel anlayışlardan geçtiğini aklımıza kazımamız gereklidir. Her işçi, her emekçi, kendine açıkça sormalıdır, yalnız mıdır? Eğer işçi ve emekçiler, milyonlarca üyesi olan işçi sınıfının, toplumun büyük ağırlığını oluşturan sınıfın bir parçası olduğunu ve bunun gereği olarak, topluca direnmenin gereğini anlayabilirse, işte o zaman krizin faturasını ödememek için gerekli olan örgütlü mücadeleyi yükseltebiliriz.

Nasıl örgütleneceğimiz sorusu da bu bilinçte yatar.

Gerçekten örgütlenmek gerektiğine inanabiliyorsak, bunu gerçekten bir çare olarak görebiliyorsak, işte o zaman örgütlenmenin yollarını da geliştirebiliriz.

Hayatı üreten biziz, işçi ve emekçilerdir. Hayatı üretenler, mutlaka ve mutlaka ellerindeki gücü örgütleyecek yolları da bulabilirler.

Birçok sendika, işçi sendikası olmaktan çıkmış, patronların sendikası, devletin uzantısı hâline gelmiş durumdadır.

Bunu biliyoruz. Ama bu sendikaları geri almak mümkündür. Bunun için geliştirilecek örgütlenmenin her tür yolla hayata geçirilmesi acil bir görevdir.

Her yol ve araçla örgütlü mücadeleyi geliştirmek, bugünden, hemen şimdi atılacak adımlarla başlayacaktır.

Her mahalle, her işyeri, her fabrika, her okul, her fakülte, hayatın her alanı, bu örgütlenmenin vücut bulacağı alanlardır.

Bunun küçük veya büyüğü yoktur. Bir hamlede, fersah fersah ilerleme yapmayı beklemek yerine, mucize denilen şeyin en küçük, en sıradan örgütlenme ve mücadele adımlarından geçtiğini bilmek gerekir.

Örgütlenme ve direniş denildiği zaman kavranması gereken doğru ilke, her yerde, her zamanda, her yol ve araçla, küçük adımları küçümsemeden ilerlemektir. İşçi sınıfının bunu yapacak hem sabrı, hem de enerjisi vardır.

Krizin faturasını işçi ve emekçiler ödemesin istiyorsak, bunun yolu, örgütlenme ve direniştir.

Milyonların küçük adımları, mucizeler yaratacak güçtür.

Bugün, bu örgütlenme her zamandakinden çok daha acildir.

Bu sadece krizin faturasını ödememekle sınırlı değildir. Yaşamı savunmak, sömürüye ve aşağılanmaya son vermek, sınıfsız ve sömürüsüz, savaşsız bir dünya kurmanın da yolu, biricik yolu budur.

Geleceği kazanmanın tek yolu bu örgütlü direniştir.

Bugün Anadolu’nun, Türkiye’nin her bölgesinde geniş halk kitlelerinin ihtiyaç duyduğu güç, bu örgütlenmeden geçmektedir. İşçi sınıfı, kendi gücünün, kendi olanaklarının farkına ancak bu yolla, direnerek ve örgütlenerek varabilir.

Sınıf savaşımı; görünen ve gerçek olan

Bugün, sınıf savaşımı, toplumsal mücadelenin “gündem”ini doldurmuyor gibidir. On yıllardır, sanki, sınıflar arasındaki savaşım önemini kaybetmiş gibi, gölgede kalmış gibidir. Sanki, gündemi dolduran çatışmalar, gündemi dolduran olaylar, sınıf savaşımının yerine başka çelişkilerin geçtiğini gösterir gibidir.

“Gibi”dir, çünkü gerçekte öyle değildir. Görünen ile gerçek arasında her zaman bir farklılık vardır. Bu nedenle Marx der ki; eğer her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime gerek kalmazdı. Bilim, görünenin yanıltıcılığını aşmak, gerçeği, gerçek olanı bulabilmek için gereklidir. Eğer her gerçek kendini dolaysız, çıplak olarak ortaya koymuş olsa idi, yani her şey göründüğü gibi olsa idi, bilime de gerek olmazdı.
Kuşku yok ki, dış görünüş ile onun altında yatan gerçek arasında bir ilişki de vardır. Görüntü, birçok durumda, gerçeği gizlemenin yolu olsa da, aslında, bilimsel bir bakış ile ikisinin bağı da ortaya çıkarılabilir.

Toplumsal yaşamı dolduran birçok gelişme, olay ve süreç, sanki birbirinden tamamen kopuk, sanki her biri kendi içinde hareket eden, ortaya çıkan, gelişen ve evrimleşen bağımsız şeyler olarak görünür. Oysa toplumsal yaşamın, toplumun, toplumsal gerçekliğin, kendi kuralları vardır ve bunları bilirsek, olup biteni anlamak kolay olur.

Metafizik metot, olayların her birini birbirinden bağımsız, ayrık olaylar olarak ele alır. Oysa diyalektik yöntemde, olaylar, hem birbirine bağlıdır ve hem de olup-biten şeyler değil, başlayan, evrilen, değişen süreçler olarak ele alınır. Diyalektik metodun başarısı da buradan gelir.
İdealist düşünce, nasıl ki, insanı ve evreni yaratan bir tanrı fikrinden hareket ederse, bu düşüncenin toplumsal hayatta ifadesini devam ettirir, yazgı, kader, kısmet vb. bu anlayışın ürünüdür. İktidarlar, tanrının bir kararı olur, yoksulluk ise en iyi ihtimalle öbür dünya için iyi kullarına karşı bu dünyada bir sınav olur.

Oysa materyalist düşünce, insanın yazgısını kendi eline verir. Ve bu materyalist düşünce, diyalektik yöntemle birleşti mi, toplumsal gerçeklik de dahil, insanı çevreleyen gerçekliği ortaya çıkarma, bilebilme olanağı ortaya çıkar.
Bilmek, elbette insanı rahat bırakmaz.
Bilmek, gerçeği görebilme gücü elde etmenin başlangıcıdır.

Bilmek, gerçeği değiştirmeye doğru adım atmanın yolunu açar.

Yani bilgi, bilimsel bilgi, “bardakta durduğu gibi durmayan”dır. Bileni, bilgiye ulaşanı değiştirmeye başlar.
İşte topluma böyle bakarsak, bazı sonuçlara ulaşabiliyoruz. İnsanlık bu bazı sonuçlara çoktandır ulaşmıştır.

Biliyoruz ki, toplum, doğanın devamıdır. Doğanın bir parçası olarak insan toplumu, aslında hem onun içindedir, hem de onu belli ölçülerde aşmanın kendisidir. İnsan, toplumsal bir varlıktır. Eğer yeni doğan bir çocuğu, hırsızların arasına koyarsanız, hırsızlık dışında bir şey bilmezse, ormana koyarsanız, konuşacak insan olmazsa, diyelim 20 yaşında nasıl bir insan ortaya çıkacağını bilmek, aşağı yukarı mümkündür. En azından belli açılardan. İnsan toplum içinde şekilleniyor. Elbette bu toplumun, binlerce yıllık tarihi var ve bu tarih boyunca oluşan bilginin bir bölümü, genetik olarak da aktarılıyordur. Ama toplumsal yaşam dedik mi, sadece bugünü kastetmiyoruz.

Şimdi, bir çocuğun baklava çalması, bunun hırsızlık olarak ilan edilmesi ve bu nedenle kendisine 36 yıl ceza verilmesi, aslında, yıllardır süren sömürü düzeninin, sınıflı toplum yapısının sonucudur. O çocuğun aç kalması, o çocuğun baklava çalmak zorunda olması, en başta aç olması ile, sonra, üretilmiş yiyeceğin eşit olarak bölüşülmemesi ile, kısacası mülkiyet ilişkileri ile bağlıdır. Cezanın kaynağı da budur. Nitekim, bir bankayı soyan, devlet kasasından trilyonlar götüren bir kişiyi karşısında bulan savcının hemen “vicdanı” harekete geçer ve bu trilyonlardan pay alabilir miyim diye düşünür, alır ve o kişi 36 yıl hapse mahkûm olmaz. Oysa çocuk, topluma karşı suç işlememişti. Baklava çalarak, baklavanın sahibi olduğunu ilan etmiş ve hukuken öyle tanınmış kişinin diyelim ki 100 TL’lik malını çalmıştı. O baklava, “sahibi” için, yiyecek değil, satılacak bir metadır. Çocuğun karşısına çıkarıldığı hakim için ise, alınacak pay olmayan bir baklava hırsızıdır. Hakim, en iyisinden baklavayı, “baklavanın sahibi” olan dükkânın sahibinden bir işaretle, bedava olarak alabilir. Öyle ise o çocuktan alabileceği bir şey yoktur. ‘Vicdanı’nın sesini dinleyip, 36 yıl cezayı verir. Örnek olsun, bir başkası yapmasın diye de gerinerek yürümektedir. Oysa bir devlet soyucusu karşısında yapacağı en akıllıca şey, bir komisyonla görmezden gelmektir. Adalet, bir anda kör olmuştur. Baklava çalan çocuk, mahkemenin görkemli salonunda, adaletin ürkütücü yönünü görmüştür. Savunma bile yapamaz. Oysa trilyonlar götürmüş olan bay işadamı, mahkemeye geldiğinde, salondaki kürsünün acınası hâline, hakimin bir başka yerden komisyon olarak alınmış olan giysilerine bakarak, bunda bir sefillik bulur. Savunmasını ise, el altından vicdan satın alarak yapmıştır zaten.

İdealist düşünceye göre, bu durum, çocuğun kaderi, kör olası adaletin kör gözünün işaretidir. Zenginin yırtması ise, bu dünyaya ait bir kazançtır, o zengin, öbür dünyada allahın huzurunda borcunu ödeyecektir. Oysa baklava çalan çocuğun borcunu ödemesinin yeri, mutlaka bu dünya olmalıdır.

Diyalektik materyalist bir kişi için bu durum, sınıflı toplumların, mülkiyet ilişkilerinin ve bunun belirlediği hukuk sisteminin, devletin kimin devleti olduğu gerçeğinin somut ifadesidir. Hakim hukuk sistemi, tümü ile varlıklıların, sömürenlerin, egemen sınıfın hukuk sistemidir. Hakim, çocuğu cezalandırmakla, zengin soyguncuyu hukuka uygun tarzda aklamakla görevlidir. İşi budur. Büyük hırsız, küçük hırsızı cezalandırır.

Demek ki, biliyoruz ki, insan toplumu, doğal yaşamın bir devamıdır. İnsan toplumsal bir varlıktır ve toplumsal sistem, kendisi bir maddedir, doğar, büyür, gelişir, yok olur ve yerini bir başkasına bırakır.

Belli bir toplumdaki düşünce, egemen düşüncedir. Hukuk sistemi, egemenlerin hukuk sistemidir.

Biliyoruz ki, bu toplumsal devinimin bir aşamasında, sınıflı toplumlar ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplum, toplumun çıkarları birbirine zıt iki temel sınıfa ayrılması demektir. Bunlardan biri, üretim araçlarının sahibidir. Üretim araçlarının sahipleri, diğerlerini sömürme olanağı elde ederler. Köleci toplum, bu toplumların ilkidir. Devlet, bu sınıfların ortaya çıkmasının sonucudur ve egemen sınıfın diğer sınıfları baskı altında tutmak için geliştirdiği aygıttır, örgüttür. Elbette egemen sınıflar, yönetmek için, sadece silâhlı adamlar ve baskı aygıtını kullanmazlar. Aynı zamanda toplumsal inanışları vb. de kullanırlar ve kendi egemenliklerini geniş üretici yığınlara kabul ettirirler, onların “rıza”sını alırlar.

Kapitalizm, bu sınıflı toplumların en sonuncusudur, aynı anlama gelmek üzere en gelişmişi, en iğrenci, insanın kendine en çok yabancılaştığı sınıflı toplumdur.

Ve tüm sınıflı toplumların tarihi, nihayetinde sınıf savaşımları tarihidir.

Demek oluyor ki, sınıflı toplumlarda belirleyici çelişki sınıflar arasındaki çelişkidir.

İşte, tüm diğer çelişkiler, buna uygun olarak rol oynarlar. Çelişkiler, birbirinden bağımsız, ayrı ayrı yol almazlar. Tersine, toplumsal çelişkilerin tümü, bir arada, iç içe geçerek varlıklarını devam ettirirler. Sınıf savaşımı, bu çelişkiler içinde belirleyici olanıdır. Zaman zaman, diğer çelişkiler öne çıkar, sınıf çelişkilerinin üstünü bile örterler. Ama alttan alta bu gerçek, sınıf çelişkilerinin belirleyiciliği işleyip durur.

Diyelim ki, bir savaş durumu, önce sınıf çelişkilerini arkaya atar. Ama gerçekte, sınıf çelişkilerini daha da keskinleştirir. Bu pek çok örnekte böyledir.

Onlarca yıldır, içinde yer aldığımız toplumda, sanki sınıf çelişkileri arka plana düşüyor. SSCB’nin çözülmesi ile “ruhuna fatiha okunan sosyalizm”in bittiği iddiaları, bu arka plana düşen sınıf çelişkilerinin yarattığı tablo ile birleşti ve sanki, sınıf savaşımı bitti görüşünü besleyecek bir toplumsal veri oldu.

Dünyanın yeniden paylaşılması savaşı, sanki, sınıfların varlığından uzakmış gibi ele alındı. Sanki, dünyayı paylaşanlar, daha büyük sömürü, daha gelişmiş bir egemenlik peşinde değilmiş gibi. Birbiri ile büyük savaşlara tutuşan uluslararası tekeller, aynı zamanda ortaklaşa, sınıf savaşımın gereklerine uygun adımlar attılar. Özelleştirmeler, sanki kapitalizmin kutsanması olarak sunulurken, aslında sınıf savaşımının tam da içinde bir karşı-devrim saldırısı idi. Oysa sınıf savaşımının bittiğinin işareti olarak sunuldu.

Çünkü sınıf savaşımı, sadece barikatta çatışmak, sadece siyasal bir savaşım değildir. Sınıf savaşı, ideolojik, ekonomik ve siyasal yönleri olan bir savaşımdır. Ve egemen sınıf, devleti elinde tutan sömürücü sınıf, ideolojik savaşımı da etkili yürütmeyi başardı.

Bugün SSCB’nin çözülmesinin üzerinden 29 yıl geçti. 30 yıl, bir insan yaşamı için uzun ve önemli bir süre olsa da, toplumsal hayat için o kadar da uzun bir süre değildir. Ve bu 30 yıl boyunca da sınıf savaşımı tüm gerçekliği ile sürdü, sürüyor. Ama her zaman, gündemi oluşturan şeylerin, çatışma ve süreçlerin arkasında kalarak, gölgede kalarak ve gölgede bırakılarak.

Oysa bugün, bu açıdan bir yeni dönem başlamıştır. Başlamıştır, diyoruz, başlayacaktır demiyoruz. Zira, SSCB çözüldüğünde sevinç çığlıklarına simge olmuş olan “tarihin sonu”nun yazarı bile, “sosyalizm gereklidir” demeye başlamıştır. O diyorsa, süreç çoktan ilerlemiş demektir.
2011 yılında, Suriye savaşı başladığında, birdenbire, IŞİD çeteleri kafalar kesmeye, ortalığı kana bulamaya başladığında, sanki bu durum sınıf savaşımının dışında, sanki bambaşka bir çelişki imiş gibi sunulmaya başlandı.

Oysa bugün, IŞİD çetelerinin arkasındaki güçlerin başındaki ABD, IŞİD’e karşı en etkili mücadeleyi yürüten Kürt halkının siyasal örgütü PKK yöneticilerinin başına ödül koyduğunu açıklamaktadır.

Bugün, dünyada bir yeni paylaşım savaşımı sürmektedir. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya beşlisi, diğer güçleri de çeşitli ittifaklarla yanlarına alarak, bir paylaşım savaşına girişmişlerdir. Libya bunun en açık örneğidir. Batı’nın demokrasi kurma “çabası”, bugün Libya’da tüm gerçeği ile ortadadır. Latin Amerika’da, ABD’nin, seçilmiş sol yönetimlere karşı azgın saldırıları, Yemen’de olup bitenler, dünyanın çoktan bir savaş alanına döndüğünü göstermektedir. Bu beşli, dünyayı paylaşım savaşımını, egemenlik savaşımını, değişik biçimlerde yürütmektedir.

Tüm yeryüzünde filizlenen gericilik, karşı-devrim hattı, çeteleşme, bu savaşımın sonucudur.

Ve tüm bunların, bu savaş ve kargaşanın içinden, sınıf savaşımı, yeniden yükselmektedir. Bu sınıf savaşımı, emperyalist metropolleri de içine alacak şekilde yeniden yükselişe geçmiştir. Almanya, Fransa, ABD, İngiltere ve daha az olmak üzere Japonya, sınıf savaşımının yükselişine sahne olmaya başlamıştır ve bu giderek daha da artacaktır. 30 yıla yakın süre boyunca zaferlerinin tadını çıkartan dünya tekelleri, artık, birbirini boğazlamak için dayanılmaz bir istek duymaktadırlar. Rekabet yasasının yeni çağdaki işleyişi böyle değil midir?

Kapitalizm çoktandır sınırlarına dayanmıştır. Bugün kapitalist-emperyalist sistem, fazladan ömür sürmüş bir kocamış canavardır. Değişik bir varlığa dönüşmüştür. Fazladan ömür sürmüş bir laboratuvar hayvanı gibidir. Her şeyi yıkıp yok ederek varlığını uzatmak için uğraşmaktadır. İnsanı insan olmaktan çıkartmak dışında varlığını devam ettirme olanağını kaybetmiştir. Çoktan, tarihe karışması gereken bu sistemin, tarihe karşı direnişidir bu. Bu nedenle, “tarihin sonu”nu arıyorlar.

Onların “tarihin sonu” dedikleri yer, tarihin insanlaşarak yoluna devam edeceği yer olacaktır.

Dünyanın hemen her ülkesinde, işçi sınıfı, çaresizlik içinde, örgütsüz olarak yeniden kendine gelmektedir. Bu bir diriliş dönemidir. Aşağılanan, hiç yerine konulan, ezilen, sömürülen, mezara konulan, kölece bir yaşama mahkûm kılınan üretenler, işçiler, emekçiler, zincirlerini kırmak için hazırlanmaktadırlar. Elbette vücutları güçlenmeye, akılları berraklaşmaya ihtiyaç duymaktadır.

Tüm toplumsal yaşamı, gökyüzünü kaplamış olan karanlık, artık delinmeye başlamıştır. Bu karanlığı, bu kara gökyüzünü dağıtacak fırtınalar, toplumun en altında, en dipte güç toplamaktadır.

Biz, devrimciler, bu tarihin, bu dipten gelen dalganın sesiyiz. Bu nedenle, hiç ama hiç ara vermeden, büyük bir enerji ile, sakin ama büyük bir inançla örgütlenmeyi, dünyanın her yerinde geliştirmekle yükümlüyüz. Dünyanın her yerinde işçi eylemleri yükselecektir. Bu işçi eylemleri, bu anti-kapitalist eylemler, düz bir çizgi ile yükselmeyecektir. Elbette, bir yükselecek bir geri düşecektir. Ne yükseldiğinde, şaha kalkma zamanıdır, ne geri düştüğünde yasa bürünme zamanıdır. Tersine, uzun bir diriliş sürecidir bu ve çoktan başlamıştır. Bugünü yıkacak, yarını kuracak bu mücadelenin zor bir mücadele olacağı, tüm tarihsel deneyimlerle sabittir. Bilinmez değildir. Mücadele, bugün bizden, bu çetin savaşıma hazırlıklı olmamızı istemektedir.

Umutlarımızı besleyecek, kemiklerimizi ısıtacak, karanlığı dağıtacak aydınlık ve güneşli günler, kendiliğinden gelmezler. Bu karanlık, bu gericilik, bu emperyalist egemenlik, kendini ömrünü uzatmak için, daha başka saldırılara da girişecektir. Bu, devrim ve karşı-devrim hatlarının büyük çarpışmasına kadar böyle sürecektir. Zafer, altın tepside gelmeyecektir, tersine tırnaklarımızla sökülüp koparılacaktır.

Suriye savaşı, İran ve Türkiye

Tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, Soçi’de imzalanan Türkiye-Rusya anlaşması ile birlikte, İdlib sorunu zamana yatırıldı. Tansiyon düştü. Suriye sahasında, savaş, daha düşük bir seyir izlemeye başladı. 15 Ekim’e kadar, Türkiye, operasyonların olmaması karşılığında, çetelerin ağır silâhlarını teslim edecekleri ve silâhsızlandırılmış bir bölge oluşturacağı sözünü verdi.

Tahran’da gerçekleşen üçlü toplantı, bu sürecin ilk adımı oldu. Türkiye, devlet olarak IŞİD, Nusra vb. çetelerle bağını itiraf etti. Onların adına “ateşkes” talep etti. Böyle olunca, Türkiye’nin ilişkilerini kullanarak, bu çeteleri bölgeden çıkarma planı için Rusya ile bir anlaşmaya varmasının yolu açıldı.

TC devleti için açık sorudur: Suriye’den çıkartılan bu çeteler, Türkiye’ye getirildikten sonra, ne oldular? Bunlar, içeride devletin çıkarları için kullanılmak üzere mi organize ediliyor, yoksa başka ülkelere, ABD tarafından verilen adreslere mi teslim ediliyor?

Tahran toplantısı ve İdlib süreci, sadece Türkiye’nin çeteler ile olan ilişkilerini itiraf etmesi ile sınırlı kalmadı. Bu itirafla Türkiye, çetelerin gerçek sahibi olan ABD, İngiltere ve İsrail’i yükten de kurtarmış oldu.

Ama ikinci bir gelişme daha ortaya çıktı. TC devletinin tüm dış politikası, her ne kadar Rusya-İran hattı ile ilişkileri olsa da, her ne kadar S-400 sistemlerini almak gibi işlere girişilse de, tüm dış politikası, Washington’un açık talimatlarına bağlı olmaya devam etmektedir. İdlib süreci bunun en açık kanıtıdır.

Muhtemelen Ruslar, kendilerini tekrar kandırılmış hissetmektedir. McKinsey’e ekonominin teslim edilmiş olması, zaten bunun gereği idi. Rusların bunu görmemiş olması mümkün değil. McKinsey anlaşmasının tazelenmesi 2017’de olduğuna göre, bunu olsa olsa sadece Türkiye halkları bilmiyordu. Öyle ise, Türkiye bir kere daha Rusları kazıklamışa benzemektedir.

Ve buna rağmen, Suriye sahası anlamsız bir sakinlik içindedir. Elbette sahada çok şey oluyor, ama tansiyon düşük seyretmektedir. Ve dahası, İdlib meselesi olduğu gibi durmaktadır. Suriye için, öncelik İdlib meselesi olmak üzere, Kürt meselesinin de ana noktasını tuttuğu, yeni anayasa sürecinin başlatılması sorunu var. İdlib ne kadar uzarsa, tüm bunlar da o kadar uzamaktadır.

Suriye’nin, tüm yabancı güçler çekilsin açıklamalarının aksine, ABD, arkasında NATO desteği ile, bölgede daha da yerleşik bir hâl almaya, Kürtlerin alanları başta olmak üzere, Rakka çevresine yerleşmeye çalışmaktadır.
Tam bu süre içinde 6 Kasım’da ABD seçimleri vardı. Ve 5 Kasım’da ABD, yeni İran ambargosunu uygulamaya koydu.

Yeni İran ambargosunun açık bir haydutluk olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Zaten bir ABD tutumu olarak bu durum biliniyor. Türkiye, HalkBank davasında, “senin ambargondan bana ne” diye nutuklar atıyordu. Oysa yeni ambargo sürecinde, ABD’den, muafiyet talep etti. Öyle anlaşılıyor ki, bazı limitli muafiyetler de aldı.

Bu hâli ile İran ambargosu, hiçbir sonuç vermeyecek, etkisiz kalmaya mahkûm, ABD’nin haydutluğunun göstergesi olarak kalacaktır. İran’ın bu yolla diz çökmeyeceği açık olsa gerek. Ama yine de bölgede, nükleer anlaşma sonrası oluşan rahatlama, tamamen ortadan kalkacaktır.

İsrail, İran karşıtı cepheyi oluşturmak için, epey bir çaba sarfetmişti. Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün vb. bu cephenin içinde yer aldıklarını açıklamıştı. İşte İsrail, bu ambargonun gelmesi sürecinde, Arap ülkeleri ile açıktan, Filistin karşıtı ve İran karşıtı ilişkiler kurduğunu ilan etti. İsrail, peş peşe, Ekim sonu, Kasım başında, Umman, BAE, Dubai, Çad gibi ülkeleri açıktan, gizlice değil, duyurularak, fotoğraflanarak ziyaret etti.

Ambargo, belki en çok bu işe yaramıştır. İsrail, Araplar nezdinde açık bir tanınma, Kudüs’ün başkent ilan edilmesi süreci tamamlama, Filistin meselesini “yüzyılın anlaşması” adını taktıkları anlaşma ile tamamlama sürecini hızlandırmıştır.

Tüm bunlar İran’ın etki alanını kırma girişimleridir. Ve elbette Türkiye, bundan çok ama çok hoşlanmaktadır.

İşte tam bu noktada, Türkiye, Rusya-İran ile oluşturdukları ittifakın dışına çıkıp, ABD emirleri çerçevesinde hareket edeceğini ortaya koymaktadır. ABD, bu durumu Kürt kartı ve ekonomik krizi kullanarak mı yaptı? Kanımızca, böyle düşünmek, Türkiye’deki ABD varlığını eksik anlamaktır. TC devleti, doğrudan ABD emirleri ile davranmaktadır, bu yeni değildir. Bu, on yıllardır böyledir. NATO, bunun ana mekanizmasıdır. Sadece, ABD ve AB arasında, Türkiye’nin kontrolü konusunda bir çatışma vardır ve SSCB dağıldıktan sonra bu “ortaklık” çatlamıştır. Bunun etkileri dışında bir başka süreç görünmemektedir. Türkiye’nin bağımsız davrandığı ya da davranacağı düşüncesi doğru değildir.

Evet Türkiye’nin bir şark kurnazlığı vardır. Bu durum, ABD’nin Türkiye’ye bölge için verdiği roller nedeni ile “fırsatlar” gören TC yönetiminin, en başta da Erdoğan ve Genelkurmay’ın, “bağımsız” bir ülke süsü ile davranıp, pay kapma kurnazlığıdır. Bu “kurnazlık” da ABD denetiminden uzak değildir. Suriye savaşında, Suriye’nin ve Suriye’deki halkların, en başta da Kürtlerin IŞİD çetelerine karşı direnişi, Suriye savaşının ABD ve müttefiklerinin yenilgisi ile sonuçlanması, Türkiye’nin Rusya ve İran’a yakınlaşmasını doğurmuştur. Bu bir tercih değildir. Ve ABD açısından, sınırları belli bir davranış modudur. Bu kadar.

Elbette, ekonomik kriz ve Kürt meselesi, ABD tarafından kullanılmıştır. Zaten Türkiye, bu pazarlığa çoktan razıdır.
Tam bu noktada, ve bu çerçeve içinde, ABD, Suriye’deki Kürt hareketini kontrol edebilmek için, Türkiye ile işbirliğine razı olacağı izlenimini vererek, Türkiye-İran-Rusya ilişkilerini bir anda kesebilir konumdadır. Türkiye de buna çoktan hazırdır. Erdoğan, sahibi tarafından affedilmiş olmanın heyecanını yaşamaktadır. Durum böyle gelişirse, olacak olan da budur.

İşte ABD’nin, PKK yöneticileri için para ödülünü koyması, tam da bu anlamda bir mesajdır. ABD, PKK olmaksızın, Suriye’de bir tarz Barzani yönetimi oluşturmak istemektedir. TC devleti ile ABD arasında var olan sorunları çözmek adına, şimdi, İran’a karşı cepheyi daha da büyütmek istiyorlar.

Türkiye, İran’a karşı savaşta açıktan roller almayı kabul etmiştir. Bunun karşılığında ne kadar para alacağını bilmiyoruz. Ne kadar ileri gidebileceklerini de. Ama İdlib meselesinin uzatılmasının ana nedeni böylece ortaya çıkmaktadır. İdlib meselesi, İran’a karşı operasyonlarda zaman kazanmak için uzatılmak istenmektedir.

Erdoğan, bu sürece uygun olarak, artık ne Şangay Beşlisi’nden söz ediyor, ne de S-400’lerden. Artık, gündemde Ukrayna ziyareti ve Ukrayna ile askerî işbirliği projeleri, Kırım meselesi vb. var. Bu durum, Rusları “kazıklamak” denilen sürecin bir tekrarıdır. Görünen budur.

Öte yandan, bu sürecin, önceden, Ruslar tarafından, İran tarafından görülmeme ihtimali yoktur. Ne İran, ne Rusya, Türkiye’ye derin bir güven duymamıştır. Türkiye’nin, herkesi memnun etme, herkesi uyutma, herkesi idare etme, herkese kazık atma politikası olarak tarif edilen şark kurnazlığı ile elde edeceği sonuçları hep birlikte göreceğiz.

Tüm bunlar, Türkiye’nin İran ile karşı karşıya getirilmesi sürecidir. Kaşıkçı cinayetini Suudilere karşı halifelik alanında önalmak için kullan, diye öneriler dinleyen Erdoğan’ın İran ile çatışmaya aynı tarzda girmesinin sonuçları acaba ne olur? Acaba, bunca yıldır hiçbir sınır savaşına girmemiş bu iki gücün savaşı, kime kazandırır? İsrail ve ABD planlarının bu tarzda Türkiye içinde etkili olması, sadece bağımsız bir ülke olmama durumunu göstermez, aynı zamanda, tetikçiliğin ileri boyutlarına delalettir. Türkiye, emperyalist planlar çerçevesinde, kendisine dahi kurşun sıkan bir boyuta getirilmiştir.

Bu durum, “ulus devletler” önemini kaybediyor tezini, emperyalist versiyon açısından doğrular. Elbette, söz konusu olan bir sömürgeleşmiş devlet ise, önemini kaybetmiştir. Ama söz konusu olan bir ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya olunca, “ulus devlet” tüm ağırlığı ile yükselmektedir. İşte bu tezin gereği olarak, Türkiye, bu bölgedeki emperyalist paylaşım savaşımında tetikçi olmayı kabul ederek, kendini “önemsiz” hâle getirmiştir. Türkiye’nin yönetenleri, kendilerini, kendi devletlerini, ancak emperyalist efendileri onlara “siz önemlisiniz” dediklerinde ve o ölçüde önemli görebilmektedir. Artık, tetikçilik, “ben gerekliyim” mesajını vermenin aracı hâline gelmiştir. Efendileri adına, neler yapabileceklerini göstererek, onaylanmak istemektedirler.

Bu nedenle, tüm komşularına karşı saldırgan bir dış politika sürdürüyorlar. Bu dış politikanın sahipleri, tıpkı McKinsey gibi “yerli”dirler. Türkiye’nin dış politikası, NATO üyeliğinden bu yana, asla ve asla kendisi tarafından oluşturulmamıştır. Hele 1980 sonrasında bu politikalar, daha çok ABD’ye bağlanmıştır ve AK Partili dönemde, doğrudan, bir ABD memuru tarafından organize edildiklerine şüphe yoktur.

ABD’nin planı açıktır.

Suriye yenilgisini kabul edip, alıp evine dönmeyecektir.
ABD, savaşı büyütmekten yanadır. Evet ABD içinde de farklı gruplar vardır. Ama bugün görünen, İran’a karşı cepheyi genişletme politikasıdır. Bunun için, Türkiye’yi yönlendirmeleri de zor değildir. Elbette, İran, Suriye kadar kolay bir “lokma” görünmemektedir. Hele ki, Suriye’nin ne kadar kolay bir lokma olduğu, yenilgi ile anlaşıldıktan sonra. Ama bu ABD’nin sorunu değildir. Yeni ABD Dışişleri Bakanı’nın, “Ankara’nın NATO’dan çıkmamasını ümit ettiğini” söylemesi, aslında yol ayrımının yaklaştığını göstermektedir.

Türkiye, içinde Astana süreci de dahil, Rusya ve İran ile ilişkilerini değiştirme noktasındadır.

Bu noktada yeniden İdlib meselesi önem kazanmaktadır.
Öyle görünüyor ki, taraflar, özellikle Rusya-İran-Çin tarafı, süreci hızlandırma peşinde değildir. Bu nedenle tansiyonu düşürdüklerini görebiliyoruz. Ama aynı şey, ABD, İngiltere, İsrail cephesi için söz konusu değildir. Tersine onlar, daha atak davranma peşindedirler.

Önümüzdeki aylar, cephelerin netleşeceği bir süreçtir.

PKK yöneticilerine karşı ABD ödülü

Suriye savaşı, çevresindeki ülkeleri de içine çekmiştir. Aslında yerel alanda, Suriye sahasında, bir uluslararası savaş yaşanmaktadır. Bu savaşın büyük güçleri de savaşa dahil olmuş, ama savaşı, belli bir sahada yoğunlaştırmakla sınırlı kalmışlardır.

Suriye savaşı, öyle kolay bir savaş olmadığını çoktan ortaya koymuştur. Ve bugün bu savaşın bir yönü emperyalistlerin müdahalesi ise, diğer yönü de Suriye halklarının ve Esad güçlerinin ciddi direnişidir. Özellikle Kürt halkının, diğer halklarla birlikte, neredeyse tüm Suriye halklarının direnişi, bölgede IŞİD çetelerini yenmiştir. Emperyalistlerin kullandığı bu çeteler sahadan temizlendikçe, savaş değişik biçimler almaya yüz tutmuştur.

ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan vb. bu savaşın genişlemesinden, İran’a karşı savaşa dönüştürülmesinden yanadırlar. Ve bugün, Suriye savaşı, Türkiye’de bir iç savaşa dönüşmüştür, Suudi Arabistan’da, Ürdün’de, hatta İsrail’de de bunun izleri vardır.

Bu, sadece bölge devletleri açısından öyle değildir.

Bu durum, savaş sürecinde önemli bir direniş gösteren Kürtler açısından da böyledir.

Kürt hareketi, 1970’lerin sonunda, 1980’lerde, Türkiye’de, önemli bir çıkış yapmıştır. Kürt Devrimi adını verdiğimiz bu süreç, diğer üç Kürdistan bölgesini de şu ya da bu ölçüde etkilemiştir, etkilemeye devam etmektedir.

Yakın döneme kadar, PKK önderliğindeki Kürt hareketine karşı, gerici, uzlaşmacı, emperyalistlerin uzantısı haline gelmiş Barzani hareketi öne çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu yolla, Kürt halkının devrimci yönelimleri yok edilmeye, Kürt sorunu, emperyalist paylaşım savaşımının bir aracı hâline getirilmeye çalışılmıştır. Kürt devrimcileri, en başından bu yana, kendi içlerindeki Barzanici, gerici, feodal kalıntılara bağlı, aşiretçi yapılara karşı birçok yolla mücadele etmişlerdir.

Bizce 1992 yılından başlayarak, Kürt uyanışı, “ulusal uyanma” noktasını aşmıştır. Kürt devrimcileri, bu noktanın üzerine yatarak, Barzanici bir tarza yol vermemiş, uyanışı, sosyalizm ve toplumsal kurtuluş yönüne yönlendirmeye çalışmışlardır. Devrimin geldiği o günkü aşamada, devrimi ileri taşımak isteyenlerle, devrimi yeni bir tarzda emperyalizme bağlanmak için son nokta olarak görenler arasında bir mücadele içten içe yürümüştür.

Suriye savaşı ve Rojava devrimi, devrimci cephenin gücünü artırmış, ama aynı zamanda, yeni olanaklarla birlikte, yeni zorlukları da devreye sokmuştur. Sağlıklı bir devrimci çizgiyi sürekli kılmak, elbette oldukça zordur. Emperyalist güçlerin bölgeye yığıldığı bir süreçte, farklı Kürt unsurların farklı ilişkileri kullanma isteği, pratik bir gereksinim olmanın ötesinde yapılanmalara yol açmaya başlamıştır. Suriye Kürdistanı’nda, Barzanici güçler, açıktan IŞİD çetelerinin direnişin üzerine sürülmesine, Rojava devriminin bu yolla boğulmasına olanak tanımıştır. Başaramadılar. Ama, bugün, Kürt hareketi içinde, Suriye’de ABD ile ilişkileri gelişkin bazı yapılanmaların oluşumu da engellenememiştir.

Türkiye’de barış sürecinin sonlandırılması süreci, tam bu noktada, ABD emri ile, Kürt hareketinin üzerine Türkiye’nin büyük çaplı saldırılar ve katliamlarla gitmesi, aslında, ABD’nin kendine bağlı bir Kürt hareketini Suriye’de etkili kılma isteğinin bir parçasıdır. ABD, PKK’yi sıkıştırarak, işbirliğine zorlamıştır.

Bugün, PKK yöneticileri için dolar bazında ABD tarafından para ödülleri konulması, bu aynı sürecin parçasıdır. ABD, hem bu yolla, PKK’ye karşı Türkiye ile birlikte olduğunu Türkiye’ye bildirmekte, böylece, Suriye sahasında ABD denetiminde bir Kürt varlığına yardımcı olmasını istemektedir, hem de Suriye’deki Kürtlere, “PKK çizgisinden uzaklaşın” mesajı vermektedir.

Böylece ABD, Suriye sahasında ortaya çıkan, IŞİD çetelerinin yenilmesinde önemli başarılar elde eden direniş çizgisini yok etmek istemektedir. Bu “direniş hattı”na karşı, açık bir emperyalist savaş ilanıdır.

Bu nedenle “ödül” konulmasına, etkisiz ve göstermelik diye bakmak, hatalı olur. Bu durum, direniş hattına karşı, karşı-devrim hattının müdahalesidir.

Biz devrimci sosyalistler, örgütlü mücadeleye inanırız. Örgüt; özgürlük, özgürleşme demektir. ABD’nin, bölgenin direniş hattının, en gelişmiş örgütüne karşı bu hamlesi, bu nedenle son derece anlaşılırdır. Ama aslında bu sadece PKK’ye karşı bir hamle değildir. Böyle düşünmek, olup biteni anlamamak olur.

Suriye savaşı, bir emperyalist müdahale olarak başlamıştır. Suriye devletinin, bu müdahale öncesinde, ülkenin halklarına karşı davranışlarını “makul görmek” endişesi ile, Suriye’nin direnişini küçümsemek hatalı olacaktır. Ama öte yandan, Suriye direnişi, en çok da, halkların direnişidir. Bunu da bilmek gerekir. Suriye sahasında emperyalist işgalciler ve onların çeteleri bir yenilgi yaşadı ise, bu en başta direnen halkların ortak eseridir.

Biz, direniş hattından söz ettiğimiz zaman, bunu sadece Suriye ile sınırlı olarak da söylemiyoruz. Ama savaşın en çok, bugün, yoğunlaştığı yerdeki direnişin, bu direniş hattının gelişimine katkısı da küçümsenemez.

Bu çerçevede, emperyalist güçlerin, en başta da ABD-İngiltere-İsrail cephesinin, yenilgiyi kabul edip geri çekilmeyeceklerini de bilmek gerekir. ABD’nin, PKK yöneticilerini hedef olarak ilan eden, aşağılayıcı “ödül” saldırısı, aslında tüm direniş hattını, bu hattaki herkesi hedef alan bir eylemdir.

Sınıflı toplumların tarihi sınıf savaşlarının tarihidir. Biz Marksistler, böyle bakarız. Bugün, ABD’nin bu hamleleri, sınıf savaşlarının tarihinden bakanlar için gayet anlaşılırdır. ABD, bu açıklama ile, IŞİD çetelerinin sahibi olduğunu da beyan etmiştir. Dün, Tahran’da, Türkiye, İdlib’deki çetelerin hamisi olduğunu beyan etmek zorunda kalmıştı. Bu bir itiraftır. Bugün, ABD, tüm Suriye ve Irak sahasındaki IŞİD çetelerinin veya benzeri çetelerin gerçek sahibinin kendisi olduğunu itiraf etmektedir.

Yakın geçmişimizde, bölgede ve dünyada, sınıf savaşımlarının altan alta tüm hızı ile devam eden sınıf savaşımlarının üstü örtülmekte idi. Sistem, bunu başarabilmekte idi. Sanki, sınıfların savaşımı dışında bambaşka çelişkiler, sınıf savaşımının önüne geçmekte, onun üzerini örtmekte idi. Bugün, bu kısmen vardır. Ama önümüzdeki dönem, sınıf savaşımları, yeniden öne çıkacak, üzerindeki örtüyü parçalayacaktır. Bu açıdan tüm dünyada yeni bir dönemin başladığını söylemek abartılı olmaz. Er ya da ger gerçekleşecek olan şey, şimdi gerçekleşmektedir.

Elbette, dünya gericiliği, onun başını çeken ABD ve NATO güçleri, buna uygun adımlar atmaktan çekinmeyecektir. ABD’nin bu adımı, bununla da sınırlı kalmayacaktır.

Emperyalist güçler, Suriye savaşı ile, bir halk direnişi ile karşılaştılar. Bu direniş, Irak’ta, Irak savaşında olmadı. Bu direniş, Libya savaşında olmadı. Ama Suriye savaşında, halkların gösterdiği direniş, emperyalist efendilere, bundan sonrası için işaretleri vermiş olmalıdır.

Emperyalist güçler kendi aralarında paylaşım savaşını yürütürken, halkları birbirine kırdırmayı severler. Ve eğer karşılarında bir direniş bulurlarsa, işte bu direnişi, baş düşman olarak hedef tahtasına almaktan çekinmezler. Olmakta olan da budur.

Gerçekte, emperyalistler arasındaki paylaşım savaşımını da ortadan kaldıracak, bölgemiz ya da dünyamız için gerçek anlamı ile bir barış kapısını aralayacak şey, halkların anti-emperyalist direnişidir. Barış ve özgürlük, ancak ve ancak, emperyalistlerin bölgemizden kovulması ile mümkündür. Dahası, yeryüzünden kapitalizmle birlikte tüm sınıflı toplumları silmeden, devirmeden, gerçek anlamı ile bir barış kapısını da aralayamayız. İnsanlık, özlediği, susadığı barışı elde etmek için, sosyalizm ve devrime ihtiyaç duymaktadır. Bu, bir emperyalist güce karşı diğerini desteklemek gibi ucuz uyanıklıklarla sağlanamaz. Tam tesine, tüm emperyalist güçlere, onların yerli uşaklarına, işbirlikçilerine karşı, devrimin zaferi dışında barışın garantisi yoktur.

Bu nedenle, gelişmekte olan, boy atmaya başlayan “direniş hattı”nın çok büyük bir değeri vardır.

Suriye savaşı ile kazanılan bu direniş ruhu, tarihte görüldüğü gibi, özgürlüğün, özgürleşmenin, barışın ve kurtuluşun tek yoludur.

Hangi halkın ne derece örgütlü olduğu, çok önemli ama ayrı bir tartışma konusudur. Önemli olan, işçi ve emekçilerin, halkların açık olarak bu direniş cephesine katılması, bu doğrultuda örgütlenmesidir.

Bölgemiz özelinde, yüzlerce yılın şekillendirdiği kölelik, emperyalizme bağımlılık ilişkileri, kökten sökülüp atılmalıdır. Yaşanan acılar, yaşanan katliamlar, ödenen büyük bedeller, direnişin daha da büyümesinin gerekliliğini göstermektedir. Hiçbir zaman özgürlük, onurlu yaşam, barış, emperyalist güçlerin halklara sunacağı bir şey olamaz. Tarih bunu defalarca ispatlamıştır.

Bugün de durum bu derece de açıktır: Ya emperyalist zincirler altında köleler olarak yaşayacağız ya da kendi kaderimizi kendi elimize almak demek olan direniş çizgisine katılacağız ve defalarca yenilsek de, zafere kadar bu mücadeleyi sürdüreceğiz.

Bugün, biz Türkiye’de, işçi sınıfının, emekçilerin örgütlenmesinin yollarını açmak zorundayız. Görevimiz budur.

Kapitalizm, iktidar ve İslam

Kapitalizm, meta üretimine, ücretli işçilerin emeğine el koymaya dayanan, meta ilişkilerinin tüm toplumu, bir kanserli hücrenin insan vücudunu sarması gibi sardığı, hayatın her alanında meta ilişkilerinin egemen olduğu bir sınıflı toplumdur. Sınıflı toplumların en sonuncusudur. Aynı anlama gelmek üzere, insanı kirleten sınıflı toplumların en tahripkârıdır.

Kapitalizm, bir yandan artı-değer üretir, diğer yandan ise bu artı-değerin gerçekleşmesi için, metanın alanını sürekli genişletir. Alınıp satılmayan hiçbir şey kalmaz. Ve alıp satma dışında bir değer sistemi de kalmaz hâle gelir. Alınıp satılmak denilen şey, ünlü “pazar ekonomisi” diye göklere çıkartılan “değerler” demektir. Ki, tek bir şeydir, para.

Para, aynı zamanda bir egemenlik sembolü hâline gelmiştir. Bir hakim, karşısına ekmek çalan bir hırsız çıkardıklarında, hemen 36 yıl hapis cezasını verir. Ama devleti dolandıran ve trilyonlar götüren birisini karşısında bulduğunda, ona, derin, garip, kutsal bir saygı duyar. Soru şudur: Acaba bu zengin dolandırıcıdan birkaç milyon koparabilir mi? Öyle ya, ilk örnekteki ekmek çalan hırsızdan en fazla bir dilim ekmek koparabilir, o da adam ekmeği hemen iç etmemiş ise zaten hakimin karşısına adliyeye gelene kadar polisler iç etmiştir.

Bunun etkilemediği değer sistemi, aşındırmadığı toplumsal değer kalmamıştır. Meta ilişkileri, sevginin, yatak odasının, dinin, Allah ile kurulan her türlü ilişkinin de içine sızmıştır.

Camide yüksek sesle dua eden bir fakir, yanındaki adamın sessiz dua edişine aldırmadan, “Allahım bana 10 lira ver” diye yalvarmaktadır. Bu böyle dakikalarca sürer. Yanındaki iyi giyimli beyefendi ise, “Allahım bana milyarlar ver” diye dua etmektedir. Derken, iyi giyimli beyefendi, çulsuza çıkarıp on lira verir, “sen al bu 10 lirayı da Allahı meşgul etme, benim işim büyük” der.

Bugün, iş daha ileri gitmiştir, din adamı, hoca, müftü vb. olaya doğrudan müdahale etmektedir. Sen, şuradan bir yol al, biz bu beyefendi ile duaları üzerine pazarlık yapalım derler. Örnek mi, eğer işçi isen, mesela Soma’da ölmek senin fıtratında vardır. Bir işyerinde patrondan iş güvenliği önlemleri almasını istemek, abestir, Allah’a koşullar dayatmaktır. Sanki, senin ecelin geldi ise, iş güvenliği seni kurtarabilir mi cinsinden vaazlar bu nedenle verilir. Ama eğer sen Erdoğan isen, iş değişir. 3 bin kişilik koruma ile dolaşman gerekir. Onun işinin fıtratında suikast vb. olması diye bir durum olmaz. 3 bin kişilik koruma ordusu, Allah’ın işine karışmak olmaz. Zira o, işçi değildir.

2002’de AK Parti-Erdoğan projesini yapanlar, Bahçeli’nin hamleleri ile iktidarı indirip, bir seçimle AK Parti projesini iktidara taşıdılar. Zaten, 12 Eylül’den bu yana, Gülen hareketine ciddi bir yatırım yapan bu efendiler, AK Parti için zemini çoktan hazırlamışlardı. İslamî bir hareket, iktidara yerleşmişti. Ve bu projenin sahipleri, devlet eli ile zengin yaratma projelerinin de mimarları idi.

Osmanlı’nın son yıllarında, ülkede var olan Rum ve Ermeni kökenli zenginlerin varlıklarını yağmalamakla işe başladılar. Böylece sermaye, yeniden paylaşıldı. Katliamlar, elbette onlar için önemsiz bir ayrıntı idi. Ardından, Cumhuriyet ile birlikte, devlet eli ile burjuva yaratma süreci, en azından, zenginleştirme süreci başarılı biçimde sürdü.

AK Partili iktidar döneminde de, yeniden bir zenginler yaratma dönemi açılmıştır. En kolay zenginleşme yolu, elbette inşaat sektörü ve devletin kanatlarının altı olmuştur.

Elbette bunun için, din, şiddetli bir tarzda kullanılmalıydı, kullanıldı. Erdoğan ve ortakları, dini acımasızca kullandılar. Bugün, geriye dönüp bakıldığında, 12 Eylül ile zirve yapan dini kullanma sürecinin, AK Partili dönemde birçok açıdan, yeni zirveler yaptığı görülebilmektedir. Yeni zenginler yaratma süreci, İslamî ideoloji ile birlikte koşturulmuştur.

Gülen ile yolların ayrılmasının ana nedeni, bu zenginleşmenin yeni paylaşımlara yol açmasıdır. Burada bir cepheleşme, gerçekte, iktidar içinde bir çatışmadır da. Gülen bir ölçüye kadar feda edilerek, Erdoğan istenilen konuma getirilmiştir.

Bu, halk açısından, bir yağma ve rant ekonomisi demektir. Yani, büyük çaplı soygunlar ve büyük çoğunluğun fakirleşmesi demektir.

Bu süreçte, elbette İslamî kesimin ana ideolojisi, “sıra bizde” olmuştur. İster zengin olmak isteyenler söz konusu olsun, böyle olmuştur, isterse samimi olarak İslamî bir devlet oluşturmak isteyenler için olsun, böyle olmuştur. Sıra bizde, İslamî kesimin kendi aralarında rahatlıkla kullandıkları şifre gibi iş görmüştür.

Ama aradan epey zaman geçti.

Bugün, rantla, soygunla, yağma ile zenginleşen yeni İslamî kesimler, hem kendi aralarında ayrışma sürecine girmiştir, hem de toptan bu zenginler, “İslamî taban”dan kopmuş, uzaklaşmıştır. “İslami taban”ın kendini hâlâ kullandırıyor olması ise apayrı bir konudur. Bir kere inandın mı, görmemek için çok bahane bulabilirsin.

İslamî azınlığın para ile ve iktidar ile dansı, oldukça şiddetli, oldukça çürütücü olmuştur. Kapitalizm, meta üretimi, pazar ekonomisi, kendi yasalarını işletmiş ve “İslam” ile örtülen sınıf çelişkileri, artık örtünün altından görünmeye başlamıştır.

Bu süre içinde Saray Rejimi oluşturulmuştur.

Erdoğan, 3. Havalimanı’nın tuhaf açılış töreni için yaptırdığı afişlerde, kendini “Türkiye Cumhurbaşkanı” diye adlandırmıştır. 29 Ekim Cumhuriyetinin ilanının 95. yılına denk gelen bu açılış töreninde Erdoğan, Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı yerine, “Türkiye Cumhurbaşkanı” terimi ile lanse edilmiştir. Saray Rejimi budur.

Saray Rejimi, sadece yoğun bir şiddet, polis ve ordunun çeteleşmesi ve yeni silâhlı çetelerin devreye sokulması demek değildir. Aynı zamanda, İslamî “ruhban” sınıfının, İslamî bir oligarşinin diyanet başkanlığında çöreklenmesi de demektir. Bu “İslamî din oligarşisi”, hem kendisi zenginleşmiş, hem de yeni zenginler ve iktidar sahiplerinin soygunları, yağmaları için fetvalar vermekten geri durmamıştır.

Doğrusu, tüm bunlar Amerikalı “efendiler”in işine gelmektedir.

Ama bu arada ise, “İslamî taban”ın geniş kesimlerinde, fakirleşme, yeni tarzda horlanma artmaktadır. Bu geniş İslamî kesimler, ancak birer çete mensubu olacaklarsa işe yarar durumda kalabilir ve iktidarın çevresini sarabilir. Bunun dışında kalanlar ise, işçi ve emekçi olmanın tüm gerçeklerini, kapitalist egemenliğin tüm gerçeklerini bir kere daha algılamak, bir kere daha kavramak zorunda kalacaklardır. Bugün, bunun eşiğine gelinmektedir.

Para, tüm kutsal değerleri yerinden oynatmıştır. Ve bu, kendine İslamcı diyenlerin elleri ile yapılmıştır. Her zaman olduğu gibi, bugün de bu zenginliğe ulaşanlar, bir avuçtur, birkaç yüz ailedir. Şimdi bu aileler, yerleşik burjuvaların karşısına, daha büyük pay alma talepleri ile çıkabilirler. Ama aynı filmi geriye sarıp, geniş kesimlerin desteğini İslam adı ile almak mümkün değildir. Şimdi bu geniş İslamî kesimlerin, kendi gerçeklikleri ile yüzleşmesi gereklidir: İslamcı olduklarından değil, işçi ve emekçi olduklarından aşağılanmakta, horlanmaktadırlar. Bu bundan sonra da olacaktır. Erdoğan’ın “ayak takımı” dedikleri işçilerdir, fıtratını tartıştığı işlerde ölenler işçilerdir.

Burada “bozucu” sadece kapitalizm değildir. Aynı zamanda iktidar sürecinin yapısı ve karakteridir de. Sömürge bir ülkede, Amerikan eli, ile, CIA eli ile iktidara yükselmenin bedelleri her zaman böyle olur. İşin içinden çıkmak için, cebini dolduranları, fütursuzca zenginleşenleri, “burası dârülharptır” diye avutmak işe yaramaz. Yaramaz çünkü, bu topraklarda ABD egemenliğine karşı savaşmak, sömürge olmaktan çıkmak için, ABD ile her türlü iş tutmakla mümkün değildir.

Ve dahası, yeni zenginlerin, kapitalizmin kuralları, meta ekonomisi, mülkiyet karşısında tutum, sömürü karşısında tutum konusunda, eskilerden tek farkları vardır: Yeniler daha aç gözlü, daha saldırgandır. Hepsi bu kadardır.

Hangi inançtan olursa olsun kapitalistler, birbirini boğazlamaya hazır kardeşlerdir.

Ve hangi inançtan olursa olsun, işçiler, birleşmek, birleşerek güçlerini öğrenmek zorunda olan kardeşlerdir.

Hangi inançtan olursa olsun, devlet, zenginlerin devletidir, kapitalistlerin, burjuvaların devletidir. Ve devletin tüm makinası, emperyalist efendilerin denetimindedir. Saraycılık oynayarak muktedir olduğunu ilan ederek, emperyalist boyunduruktan kurtulmak mümkün değildir. McKinsey’e teslim edilmiş bir ekonomi bunun en açık kanıtıdır. Onlar izin verdikçe ve onların izin verdiği ölçüde, onların emir eri isen, uşakları isen, çalmana izin verirler. Yaptıkları da budur. Tüm ülkenin daha büyük oranda yağmalanmasının nedeni budur. Saray’ın övündüğü yol ve inşaat projelerinin mimarı, gerçekte McKinsey gibi kurumlardır. İnşaat işinin maliyeti, tarımın yok edilmesi, sanayinin tahrip edilmesidir. Elbette buradan bir sonuç çıkarmak istedikleri de açıktır.

İktidarın her zaman bir “güç zehirlenmesi”ne yol açma ihtimali vardır. Ama kapitalizm altında, İslam’a dayandığını iddia eden bir hareketin zehirlenmesi, sadece ihtimal değil, bir zorunluluktur. Öyle olmuştur.

Zenginleşme ve iktidar aracı olarak kullanılan İslam, bugün geniş kitleler için cazibesini de kaybetmiştir. Onun yerine çeteler, parasal ve mafyatik ilişkiler konulmaktadır. Saray Rejimi tam da budur.

Burjuva egemenlik araçları, sistemin, Saray’ın esas egemenlik araçlarıdır. Sadece bunlar daha da çürümüş durumdadır.

Şimdi, işçi ve emekçilerin, sistemle ve Saray Rejimi ile yüzleşme dönemi başlamaktadır. Elbette bu süreç tüm yoksul kesimler için geçerlidir.

“GEZİ ülkemizin toplumsal tarihinin en parlak ve onurlu sayfasıdır!”

Taksim Dayanışması’nın yaptığı açıklamanın tam metni…

En açık hali ile söylüyoruz!
GEZİ ülkemizin toplumsal tarihinin en parlak ve onurlu sayfasıdır!

Taksim Meydanıve Gezi Parkı başta olmak üzere yaşam ve yaşam alanlarımıza müdahale ederek topluma dayatılan projelerin gerçekleştirilmesi uğruna siyasi iktidarın etik, bilim, teknik ve hukuk tanımayan uygulamaları, 27 Mayıs 2013 tarihinde amansız ve akıl almaz şiddete dönüşmüştü. Bu amansız ve akıl almaz şiddet karşısında Gezi Parkından yükselen “sağlıklı kentleşme ve yaşanılır kent” talebi, ülkenin milyonlarca yurttaşının daha fazla özgürlük ve daha fazla demokrasi talebiyle birleşmiş; 31 Mayıs 2013 tarihinden itibaren ülkenin dört bir köşesine yayılarak yepyeni ve evrensel bir boyut kazanmıştı.

Ülkemizin toplum, kent ve demokrasi tarihinde izleri hiç silinmeyecek onurlu bir sayfa açan Gezi Direnişi, ilk günden beri ısrarla itham edilerek karalanmaya, Gezi Direnişinde dile getirilen temel hak talepleri bir suç unsuru gibi gösterilmeye, tarihsel ve meşru gerçeklik çarpıtılmaya çalışılmaktadır. Niyetinizi ve korkularınızı biliyor,bu beyhude çabalarınızı reddediyoruz! Çünkü Gezi’yi yaşadık, biliyoruz!

Gezi, bu ülke tarihinin en demokratik, en barışçıl, en yaratıcı, en katılımcı, en kapsayıcı, en kitlesel hareketidir. Hep birlikte konuşup karar vermenin, fikri ve hayatı paylaşmanın, yaşama her boyutu ile sahip çıkmanın duvar yazısı olmuş halidir. Ölümcül polis şiddetine karşı her şehirde yankılanan barışçıl ve haklı tepkinin adıdıdr.

2013 Mayıs’ının son günlerinden başlayıp Haziran boyunca devam eden, ülkemizin bugününü etkilediği gibi geleceğini de etkileyecek olan Gezi’nin tüm renkleri;

Parklarına ve meydanlarına sahip çıkmak için barışçıl bir biçimde slogan atarak, şarkı söyleyerek sokağa çıkanlar;

Parklarda çocuklar aç kalmasın diye evinden, fırınından, bakkalından, marketinden pasta, börek, pide getirenler;

Biber gazından ya da gözleri kör eden gaz fişeğinden etkilenenleri tedavi etmek için gönüllü nöbet tutan doktorlar, hemşireler, sağlık memurları;

En demokratik haklarını kullanırken hukuksuz uygulamalara maruz kalan insanları korumak için seferber olan avukatlar;

Gezinin haklılığını savunan ve bu haklılığa karşı gösterilen şiddeti protesto amacıyla ülke genelinde 2 gün boyunca grev yaparak iş bırakan kamu emekçileri;

Şiirleri, öyküleri ve şehirlerin meydanlarını edebiyat metinlerine çeviren öykücüler, şairler;

Enstrümanları ile meydanları ve parkları renklendiren müzisyenler, hiçbir enstrüman kullanmadan müzik ziyafeti veren korolar;

Ülke tarihinin en kitlesel, barışçıl ve demokratik halk tepkisini heberleştiren gazeteciler, radyocular, televizyoncular;

Yarışma programlarından, magazin programlarına, tartışma programlarından belgesellere kadar Gezi’yi ekranlara taşıyan yapımcılar, sunucular, programcılar; Ülkenin çok sesli, demokratik ve çağdaşlaşma sürecinde bir adım olan Gezi’de “ben de vardım!” diyen oyuncular, sanatçılar, yönetmenler;

Sendikalı ya da sendikasız, güvenceli ya da güvencesiz, ücretli ya da işsiz, ülke, yaşam ve emek üzerinden hak talep eden inşaat işçisinden plaza çalışanına binlerce emekçi;

Hukuksuz ve kent katili imar planlarına karşı teknik ve yasal çerevede mücadele eden mühendisler, mimarlar, şehir plancıları;

Şiddete uğrayan kırmızılı kadınlar, Taksim Meydanı’nda sabaha kadar piyano çalan sanatçılar, duran adamlar, toma karşısında bedenini siper edenler, ağaçlara sarılan insanlar, kararlı duran milletvekilleri, çocuklarını almak için değil yanlarında olmak için gelip zincir olan olan anneler; duvar yazılarıyla, yaratıcı zekalarıyla dostu düşmanı hayran bırakan ve geleceğe umut aşılayan gençler; penguen kanallarının önünden ayrılmayan plaza çalışanları; meydanlarda kandil kutlayan ve yeryüzü sofraları kuranlar; kütüphaneleri, emzirme çadırlarını, dilek ağaçlarını yapanlar ve gecenin üçünde bunları korumak için elelele verenler;

Yargılanamaz, suçlanamaz ve kirletilemez!

Gezi Direnişi, terör, darbe, dış güçlerin oyuncağı iddialarıyla hiçbir şekilde suç kapsamına sokulamaz, hakkında şaibe yaratılamaz!

Çünkü, Gezi’de hiçbir karar kapalı kapılar ardında ve gizli kapaklı alınmadı. Hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendinden menkul kişi ya da kurumların kararları uygulanmadı. Her ne yapılacaksa “bu bazen miting, bazen konser, kütüphane açılışı, revir ya da mutfak” açık forumlarda ve oy birliği ile kararlaştırıldı. Gerekli olan sembolik ihtiyaçlar katılanlar tarafından imece ile karşılandı.

Yani Gezi’nin “şefi”, “reisi”, “yönlendiricisi”, “talimat vereni” yoktu!

Bu nedenle içeriden ya da dışarıdan “finansörü” olması da mümkün değildi.

GEZİ; güncel siyasal gelişmelerin, rekabetlerin, seçimlerin, meclis pazarlıklarının kabına hiç sığmadı. Bu nedenle iktidardaki hükümetin ayarını, muhalefet partilerinin ezberini bozdu. Ne adına parti kuranların, ne de adına aday olanların seçim beklentilerine yanıt verdi.

Bugün burada Gezi hakkında, yalanlar ve çarpıtmalarla kurgulandığı çok açık ithamlar karşısında gerçekleri hatırlatma gibi tarihsel bir sorumluluğu yerine getiriyoruz.

Haksızlığa, adaletsizliğe, keyfiliğe, dayatmaya, baskıya karşı direnmenin adı, bir parktan tüm ülkeye ve dünyaya yankılanan kente, doğaya, yaşama sahip çıkanların hep bir ağızdan, bir arada söyledikleri şarkıydı Gezi.

Emekten yana, yoksuldan yana, doğadan yana, ezilmişten yana, ötekileştirilenden yana, kadından yana, barıştan yana her direnişin içinde yer alacağı, direnen herkesin dilinden düşürmeyeceği bir şarkı…

Bu şarkıyı susturmak için iktidar sahiplerinden güç alan, hukuk ve kural tanımaz polis şiddetinin yaşamlarımızı nasıl kararttığını unutmuş değiliz.

Onlarca arkadaşımızın gözlerini kaybetmesinin, binlercesinin yaralanmasının, bunun ardından faillerin ve azmettiricilerin cezasız bırakılmasının böylesi bir kural tanımazlıktan beslendiğine şahit olduk.

Ethem Sarısülük ve Medeni Yıldırım’ı öldüren polis ve jandarma kurşunlarının, Ali İsmail’e yönelen ölümcül tekmelerin sahiplerinin, Abdullah Cömert, Ahmet Atakan ve Berkin Elvan’ı yaşamdan koparan biber gazı fişeklerinin, Hasan Ferit’i vuran mafya bozuntularının ve Mehmet Ayvalıtaş’ı bizden alan pervasızlığın bu hukuksuzluktan güç aldığını biliyoruz.

Gezi sürecine dair dava edilmesi, yargılanması gereken birileri varsa, amansızca ve kural tanımadan bu ölümlere ve yaralanmalara neden olanlardır. Bu emirleri verenlerin, koruyanların, mahkemelerini sürüncemede bırakanların vermeleri gereken hesapları olmalıdır. Kendi yurttaşlarının talepleri berrak, kitleselliği ve haklılığı açık olan bu mesajının gereklerini yerine getirmek veya en azından verilen mesaj doğrultusunda durup düşünmek yerine, tam tersine düşman yaratma, suç icat etme, ülkenin en demokratik eyleminden darbe, terör, suç örgütü çıkarma girişimleri bu ülkeye ve demokrasiye yapılacak en büyük kötülüktür.

Bu tarihsel gerçeklik, hayali senaryolara dayanan suçlamalarla, insanları iddianame bile olmadan aylarca yıllarca tutuklu bırakmakla, akademisyenleri ve sivil toplum gönüllülerini gözaltında sorgulayp tutuklamakla, anayasal hak ve ödevlerini yerine getirerek yasal ve meşru şekilde görevlerini yapan arkadaşlarımızı ifadeye çağırmakla, tıpkı Kabataş yalancıları gibi yeni yalancı tanık ve iftiracılar bulup çıkarmakla değiştirilemez.

İktidarı desteklemek için kendi yarattıkları yalan dünyasında her türlü akıldışı haberi, iftira ve karalamayı yapmaktan çekinmeyen; kendi uydurdukları yalanlara kendileri inanıp herkesin de inanmasını isteyen medyanın çarpıtma gayretiyle; tarafsızlığı çoktan tartışmalı hale gelmiş adalet aygıtının zorlamasıyla Gezi’yi suçla, terörle, darbeyle anılan bir eyleme dönüştüremezsiniz.

Taksim Dayanışması olarak; 2012 yılının Şubat ayında ilk toplantımızı yaptığımız andaki taleplerimizin de, Gezi parkındaki ağaçların kesildiği, çadırlarımızın yakıldığı günlerdeki tepkimizin de, gencecik çocuklarımıza kıyan polis şiddetinden hesap soran tutumumuzun da, parklarda, meydanlarda, sokaklarda özgürlük, demokrasi ve insanca yaşam talep eden milyonların taleplerinin de kararlılıkla arkasında durmaya devam edeceğiz.

Bu ülkeye birgün demokrasi gelecekse, onca baskı ve şiddete rağman kısamadığınız seslerin Gezi’deki yankısından gücünü alacaktır. Ülke tarihinde bir onur sayfası olarak yer alan Gezi Direnişi’ni, bu ülkenin geleceğine sahip çıkan demokrasi ve özgürlük çığlığını karalama çabasından artık vazgeçin.

3 Aralık 2018

TAKSİM DAYANIŞMASI

Karşı-devrim hattı Direniş hattı

Gerçekler inatçı şeylerdir. Bu yerinde bir sözdür. Ve bugün, yeryüzünü kaplamış burjuva egemen medyanın yarattığı karanlık içinde dahi, gerçekler, bir yol bulup, kendini ortaya koyabilmektedir.

Bir AK Parti milletvekili, “AK Parti, bir karşı-devrim partisidir” dedi.

Yerindedir.

Bozuk bir saat bile, günde iki kere doğru zamanı gösterebilir. Bu kelimelerin kimin ağzından döküldüğünü bir yana bırakalım. Karşı-devrim partisi sözü yerindedir. Şamil Tayyar, bu sözleri dile getirirken, daha çok Türkiye için dile getirmiştir. 12 Eylül rejiminin devamı olarak Saray Rejimi, bunun açık kanıtıdır.

Ama iş bu kadarla sınırlı değildir. Aynı zamanda tüm bölgemizi, Ortadoğu’yu, Balkanları ve Kafkasları da içine alacak şekilde AK Parti, bir karşı-devrim partisidir. Elbette yalnız da değildir.

AK Parti gibi karşı-devrim örgütleri, tüm bölgemizde vardır. IŞİD, bunlardan biridir. Ve IŞİD ne kadar bir çete ise, AK Parti de bir başka tarzda bir çete örgütlenmesidir. İktidardadır. Saray Rejimi de bir karşı-devrim mekanizmasıdır. Bölgesel görevleri, en az Türkiye içindeki görevleri kadar “önemli”dir.

Demek ki, Şamil Bey’in sözlerine, bölgemizdeki karşı-devrim güçleri ile ilişkilerini ve çeteleşme sürecini eklersek, resim anlam kazanır.

Bu bir karşı-devrim cephesidir, bir karşı-devrim hattıdır. Bu hattın içinde ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist güçler, İsrail, Suudi Rejimi ve diğer bölgesel devletler de vardır. IŞİD çeteleri de bunun içindedir.

IŞİD bir çete organizasyonunun, kendini “devlet” ilan etmesi, oradan da “hilafet” ilan etmesi demektir. Doğrudan karşı-devrim organizasyonudur. Olası başkaldırıları, olası sistem dışı arayışları bastırmak için devreye sokulmuştur.

Bölgede süren emperyalist paylaşım savaşı anlaşılmadan, bu karşı-devrim hattı doğru kavranamaz. Tüm bölgeyi saran savaş hâli, devletlerin de çeteleşmesinin yolunu açmıştır. Bölgemizdeki sömürge ülkelerdeki devletlerin tümünde bu çeteleşme mekaniği kendini göstermektedir.

Suudi Rejimi’ni ele alalım. Daha dün, Lübnan Cumhurbaşkanını rehin almışlardır ve Lübnan Cumhurbaşkanı, Suudi Arabistan’ın başkentinde, istifasını açıklamıştır. Suudi Arabistan, Hariri’yi rehin almıştır. Ancak uluslararası Batılı güçlerin devreye girmesi ile bu “haydut”ça tutum revize edilmiştir. Yine daha dün, Suudi Rejimi, yeni kral adayı oğul Salman yönetiminde, ülkenin zenginlerini ABD ekiplerinin gözetiminde otele hapsetmiş, işkenceden geçirmiştir.

Kaşıkçı cinayeti, bu sürecin devamıdır. Kaşıkçı, rejime muhalif değildir. Otelde gözaltına alınan en zengin Suudilerden birinin TV kanalında çalıştığından olacak ya da Müslüman Kardeşler denilen diğer bir karşı-devrim partisinin içinde yer aldığı için olacak, rejimin adımlarını Amerika’dan eleştirmeye başlamıştır. Ünlü bir Amerikan gazetesinde, Katar devleti tarafından kiralanan bir köşede yazılar yazması dışında muhalifliği yoktur. Ama bu yazılar, İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’ndan sağ çıkamamasına neden olmuştur.

Kaşıkçı cinayeti, tam bir çeteleşme göstergesidir.

Emperyalist güçlerin bölgemizi paylaşma savaşları, bölgedeki devletlerin, emperyalist efendilerinin elinde birer tetikçi çeteye dönüşmesi sürecini tetiklemektedir. Karşı-devrim cephesi bu çeteleri, bazı partileri, devletlerin bizzat kendi kontra örgütlenmelerini içermektedir. Bu karşı-devrim cephesinin yöneticileri NATO ve emperyalist güçlerdir. Bu tablo bir bütün olarak anlaşıldığında, bölgemizdeki haydutça eylemler de anlaşılır olabilecektir. Kaşıkçı cinayeti de bunun içindedir.

Muhtemelen Kaşıkçı ve sevgilisi, CIA ve MİT veya daha başka Batılı istihbarat örgütlerine bağlı idi. Ve bu cinayet, gerçekte, çeteleşmenin boyutlarını gösterebilmektedir.

Öyle ise karşı-devrim hattının giderek daha net ortaya çıktığı gözükmektedir.

Riyad’dan Ankara’ya, Batılı başkentlere kadar uzanan bir hattır bu. Bu hattın, bölgemizdeki uzantıları arasında çekişmeler de ortaya çıkmaktadır. Erdoğan’ın Saray Rejimi ile Suudi Arabistan arasında farklılıkların kaynağı, kimin efendilerinin gözünde daha önemli bir güç olabileceği konusunu da içermektedir.

Saray Rejimi’nin danışmanlarından İlnur Çevik, açık olarak, bu cinayetin, halifelik mücadelesi için kullanılması gerektiğini yazmaktadırlar. ABD, İslam’ı formatlamak, kendi denetimine almak istemektedir. Ki, bunun temelleri, Sovyetler’i kuşatma siyasetinin bir parçası olan ve İslam’ı konu alan “yeşil kuşak” projesine dayanmaktadır. Birçok İslamî grup, radikal ya da “ılımlı”, doğrudan CIA denetiminde hareket etmiştir, etmektedir. Afganistan bu konuda önemli bir üs olmuştur.

Bugün, hilafet tartışması olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye, Erdoğan aracılığı ile, bölgesel bir rol almak için, halifeliği kullanmak istemektedir. Halifeliğin en son Osmanlı’da olması nedeni ile bunun kendi hakkı olduğunu düşündüğü anlaşılmaktadır. Bunu ABD adına ve onun denetiminde yapmak istediği de açık. Gülen hareketinin sadece Türkiye’de etkili olduğuna, bunun için düşünülüp tasarlandığına inanmak saflık ve bilgisizlik olacaktır. Gülen hareketi, CIA’nın İslam üzerinde kurmak istediği etkinin açık kanıtıdır.

Halifelik konusunda Mısır ve Suudi Arabistan’ın da iddiaları olduğu açıktır. Prens Salman, veliaht ilan edilmiştir ve ardından Suudi Arabistan’da bir yandan çeteleşme artmıştır, diğer yandan da, “reformlar” başlatılmıştır. Kadınların araba kullanması, şeriatın geçerli olmadığı özel bölgeler oluşturulması, robot Sofia’nın Suudi vatandaşı olarak ilan edilmesi, aslında reform derken ne demek istediklerini de açıklamaktadır. Veliaht Prens Salman, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanlığına talip olmuştur. Bu durum Erdoğan’ın ABD’nin gözüne girmek için yeni ataklar yapmasını da teşvik edicidir. Bu açıdan Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda işlenen cinayet, hem Suudi devletindeki çatışmaların, hem de bölgede yerel devletlerin çatışmalarının izlerini taşımaktadır. Elbette Suudi şeyhleri, bir miktar para ile, bu işin altından kalkabilecek durumdadır. Ama bu durumu Erdoğan’ın kullanmak istediği de açıktır.

Demek oluyor ki, bu karşı-devrim hattının içinde genel olarak İslam’ın kontrolü, özel olarak halifelik de yer almaktadır.

Demek oluyor ki, bölgemizdeki paylaşım savaşımı, her ne kadar bölgenin paylaşımını içerse de, emperyalist güçlere bağlı devletler arasında bir çatışmalı duruma da yol açmaktadır. Bu süreçler, çeteleşmenin de kaynaklarındandır. Her çetenin içinde, emperyalist güçler kendi uzantıları ile yer almaktadır demek abartılı olmasa gerek.

Bu karşı-devrim hattının karşısında, bir de direniş hattı vardır.

Direniş hattı, halkların mücadelesinden gelmektedir. Şam nasıl bir direniş şehri ise, Diyarbakır da bir direniş şehridir. Ve İstanbul da bir direniş şehridir. Elbette her biri ayrı gelişmişlikte, ayrı ağırlıkta. Elbette bunların dışında da birçok direniş şehri söz konudur.

Direniş hattının daha zayıf olduğunu söylemek, bir açıdan mümkündür. Ancak temelleri, potansiyeli çok daha güçlüdür. Direniş hattı, kendi potansiyelinin çok altındadır, çok gerisindedir. Ama artık, bir direniş hattı şekillenmektedir. Elbette, her direniş hattının aynı kızıllıkta olmadığını da anlamak zor olmasa gerek. Eşyanın tabiatı gereği, her direniş hattı şehri, kendine has özellikler taşıyacaktır, taşımaktadır. Barzani’nin karşı-devrim hattındaki yerine karşılık, Kobanê’nin direniş hattındaki yeri, bu iki hattın karşılıklı durumlarını da ortaya koymaktadır. Aynı zamanda Kobanê örneği, bize direniş hattının gelişim yolu ve dinamikleri hakkında da bilgi vermektedir.

Bölgemizde gelişen direniş, özgürleşme ve sosyalizm temelinde yükselmektedir. Bunun saf bir süreç olması mümkün değildir. Birçok şey iç içedir.

Emperyalist paylaşım savaşı karşısında halkların gelişen direnişi, farklı toplumsal kesimleri de direniş hattının içine katmaktadır.

Bir örnek olarak ele alındığında İstanbul, bu direniş hattında, işçi direnişleri ile yer almamaktadır. Gezi Direnişi, işçi sınıfının potansiyel gücü ile karşılaştırıldığında, tüm olumlu özelliklerine rağmen “çocuk” kalmaktadır. İşçi sınıfının potansiyeli çok daha fazladır. Bu potansiyel, açık bir enerji ile direnişe dönüşmekten biraz olsun uzaktır. Burada örgütlülük geliştikçe, bu potansiyel güç açığa çıkacaktır.

Tüm direniş hattı içinde bir koordinasyon da yoktur. Belki de bugün, bunu istemek, biraz da erken olabilir. Ama bu koordinasyon olmadan, direniş hattının ortak zaferi de şansa bağlı olacaktır.

Bu açıdan İstanbul tarifimiz önem kazanmaktadır. Daha çok işçi sınıfını ve onun gücünü içermektedir. Mücadelenin zaferi ve geleceğinin garantisi, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesine bağlıdır. İstanbul’un önemi de buradan gelmektedir. İstanbul, hem Ortadoğu, hem Kafkaslar, hem de Balkanlar için önemli bir merkezdir.

Direniş hattı, Sovyetler’in yenilgisinin ardından oluşan dünyada, sosyalizm mücadelesinin, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum mücadelesinin, yeniden boy atmasına bağlı olarak da güçlenecektir. Dünyanın herhangi bir yerinde gelişen direniş, doğal olarak bu direniş hattının bileşeni, müttefiki demektir. Ya da tersinden söylersek, bölgemizdeki direniş hattı, kendini dünyada gelişen direnişin bileşeni olarak ele almak zorundadır. İşin doğası budur.

Bu direniş hattı, emperyalizme, her türlü gericiliğe, çeteleşmeye, savaşa karşı, halkların ve işçi sınıfının özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin hattıdır. Bu hatta yer alan şehirlerin, güçlerin ne derece gelişmiş olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Önemli olan, direniş hattının gelişimi, bu gelişimin karakteri ve yayılmasıdır.

Dikkat noktamız, karşı-devrim hattının gelişiminden daha çok, direniş hattının gelişimi ve süreçleri olmalıdır. o

İktidarın gaspına onay verenler ekonomiyi teslim alıyorlar

Eylül ayının sonu, Ekim ayının başında, ekonomi yönetimi açısından Damat Berat’ın yönetiminde sürprizlerle karşılaştık. McKinsey denilen bir şirket, ekonominin yönetimini, tüm bakanlıkların kontrolünü devralmışa benziyordu. Gayet “yerli” ve son derece “milli” olduğu anlaşılan McKinsey ile ilgili açıklamaları, bizzat Damat çocuk yaptı. Ne zaman gülmesi gerektiğini anlayamadığından mı, yoksa kullandığı haplardan mı bilemiyoruz, ağzı kulaklarında, McKinsey “müjdesini” verdi. Damat Berat, bu haber sayesinde, doların ateşinin ineceğini düşünüyordu. Nitekim öyle oldu. Bu arada, birkaç gün öncesinde, elindeki dolarlarını, 6,40 TL’den satan ve sonra 6 TL’den tekrar döviz alanlar kimler ise, işte onlar Berat ve Erdoğan’ın yakın çevresi demek oluyor.

Berat, acaba, ekonomi denilince, bu tip haberler öncesi dolar operasyonları yapmak dışında bir şey anlıyor mudur?

Acaba Halk Bankası’nın gece yarısı döviz sattığı da, sonra hesapları düzeltilen 1700 kişinin dışındaki 5 özel kişi kimdir? Bunların hesapları neden düzeltilmedi? İşte Berat, bir Damat olarak bunları yapmakla meşguldür, bu nedenle de hep gülümsemesi için gerekli tıbbî önlemler alınmıştır.

Şimdi, McKinsey açıklamasının Berat nezdinde ne demek olduğunu böylece anlamış oluyoruz.

McKinsey, elbette Bahçeli için oldukça “yerli ve milli”dir. Bunda da şüphe yoktur. Zaten McKinsey, aslında Türkiye için yeni de değildir.

Ama biz bu gayrı-ciddi olayı anlamak için biraz daha ciddi bir çaba harcayalım.

24 Haziran seçimlerinde ne oldu? Kaldıraç sayfalarında bu konuyu detaylı okumuş olma ihtimaliniz var. Bilindiği gibi, TC devleti, ABD-AB anlaşması, derin NATO operasyonu ile, “rejim” değiştirdi. Parlamenter “demokrasi”nin, demokrasisi hiçbir zaman hayat bulmamıştı. Adı öyle idi. Ve şimdi, demokrasisi zaten olmayan şeyin, parlamentosu da “vitrin”e dönüştürüldü.

Eskiden parlamento bir “tiyatro” idi. Evet, önemli değil idi ama yine bir tiyatronun bir değeri vardır. Gerçek anlamda bir parlamento olmasa da, oymuş gibi görünmek ve gösterilmek zorunda idi.

Hep iç savaşlar yaşamış, hiç olağanüstü hâllerden çıkamamış bir sistem için “demokrasi” zaten anlamsızdır.

Ama artık, parlamento, dükkânın bir vitrinine dönmüştür ve o kadar ki, bu vitrinin dizaynı için bir dirhem özen dahi gösterilmemektedir. Erdoğan, parlamentoyu çoktan gömmüştür. Parlamento, tam anlamı ile işlevsizdir. Sadece isteyene gösterilecek yerdir.

24 Haziran seçimlerinde, halkın sisteme artan güvensizliğini bir miktar tamir etmek için, İnce kullanılmıştır. İnce bir operasyon idi ve görevi, bir yandan Erdoğan’ı bazı pazarlıklara zorlamak, diğer yandan, ki esası budur, sisteme küsmüş geniş kitleleri seçim kanalı ile sisteme yeniden bağlamak idi.

24 Haziran seçimlerinin sonuçları, üç gün önceden ilan edilmişti. Allahın sevdiği kulu, Erdoğan’ın halk tarafından seçilmesine gerek yoktur. Zaten Allah onu seçmiştir. Bir seçilmiş kişinin halk tarafından tekrar seçilmesine gerek olmadığından, önceden sonuçların ilan edilmesi mümkündür.

Burada acaba Erdoğan’ı önceden seçen kimdir?

Bu soru yerindedir.

NATO operasyonu ile 24 Haziran’da Erdoğan, başkan seçilmiş, sistem değiştirilmiştir. Arkasında ABD-AB anlaşması olduğu kesindir.

Erdoğan’a, iktidarı “gasp” etme yetkisi verilmiştir. Erdoğan da bunu yapmıştır. Darbe ise al sana bal gibi bir darbe!

Ama ipler Erdoğan’ın elinde mi?

Daha çok, Erdoğan’ın oturduğu kucakların ipleri ellerine aldığı anlaşılmaktadır. Erdoğan, daha çok etkisiz, daha çok zavallı durumdadır. İktidarı “gasp” ettiği ortada iken, iktidarı kaybetti bile denilebilir.

24 Haziran’da, parlamento tamamen bitti ve miadını doldurdu.

24 Haziran’da seçilen ilk özel başkan ise, kukla olarak şekil buldu.

Yani hem eski sisteme ait parlamento ortadan kalktı, hem de yeni sistemin en önemli gücü, tüm yetkilerini eline almış gücü, bir kuklaya dönüştürülmüş oldu.

Ve bu güçler, hemen hepsi, Saray, Erdoğan, Ergenekon, derin devlet vb, hemen hepsi, gelmekte olan ekonomik krizi daha fazla önleyemeceklerini biliyorlardı.

24 Haziran tarihi böyle seçilmiştir. Bahçeli de, Erdoğan da, bu tarihi bilerek seçmişlerdir. Çünkü, bu sayede, krizden hemen önce, seçimi bitirip, değişikliği yapabileceklerdir. Erdoğan, geleceğini garantiye alma peşinde iken, Bahçeli ve CHP, onun yardımcısı rolünde idi. Ve kriz, 24 Haziran seçimlerine kadar önlenebildi. Dolar baskı altına tutulabildi. Temmuz ve Ağustos aylarında ise, dolar fırladı. Yılbaşında 3,70 TL olan dolar, 7,50’leri gördü.

Dolar yükselişinin öncesinde, faiz, bugünkü düzeyinin yarısının altında idi. Böylece, yükselmiş faiz ve yükselmiş dolar baskısı ile, kriz daha da derinleşmeye başlamıştır.

Türkiye’nin borcu, oldukça yüksek idi. Bu borç, büyük oranda ilk 12 ayda ödenmeli (yarısı kadarı) idi. Ve Türkiye, eskiden %3 ile borç alabilirken, bu yeni durumda %13-17 arasında borç alabilir duruma gelmiştir. Kısacası borcun döndürülmesi (yani, ille de ödenmesi değil, daha fazla borçlanarak da olsa ödenip yenisinin alınmasına olanak sağlanması) mümkün gözükmüyordu. Dövizin %100 arttığı bir ülkede (2017 yılı Ekim ve 2018 yılı Ekim verilerine bakın lütfen. Göreceksiniz ki, dolar %100 artmıştır. 2018 Eylül sonunda 6.00 TL olduğunu düşünerek bu değerlendirme yapılabilir), %15 faizle dolar borçlanmak, geri ödemesi zor olduğundan, Batılı bankalar, yüksek faiz istiyor, garantiler istiyor. Böylece borcun dönmesi denilen şey, gerçekleşmiyor.

Bu borcun üzerine cari açık binmektedir. Ülke ürettiğinden daha fazla ithal etmektedir. Üretim yerine, inşaat ve otoyollarına, gereksiz havalimanlarına vb. ranta yapılan yatırımların orta vadeli sonucu budur.

Bunun üzerine, bir de içeride halkın borçluluğunu eklemeniz gerekir. Daha şimdiden bankalara borçlu insanların evleri bankaların envanterine geçmeye başlamıştır. Kredi kartları ile gelecekteki gelirini harcama yaygındır. Tüketici kredileri oldukça yaygındır.

Bir de bunlara savaşı eklemek gerekir. Hem içeride Kürtlere karşı süren azgın, kirli savaş, hem de Suriye’de içine göbekleme dalınan savaş, ciddi bir bunalım kaynağıdır. Sadece ekonomik olarak bile söyleyecek olsak, bu savaşlar ciddi ekonomik sorunların kaynağıdır.

Tüm bunlar gerçekte krizin ana unsurlarıdır. Ülke ekonomisinin motor gücü hâline getirilmiş olan inşaat sektörü, büyük ölçüde rant kaynağıdır.

Tüm bu krizi, basın aracılığı ile örtmek mümkün idi. Bugüne kadar bu yapıldı. 2017 yılında dolar %25 arttı ve hiçbir şey olmadı. Ama bu kez, biriken ve ertelenen kriz, daha şiddetli gelmektedir.

Erdoğan ve Damat, artık ne alıyorlarsa, onların gözleri bir kriz görmüyor. Onlara sorarsanız, bunların hepsi söylentiden ibarettir. Peki ama bu söylentiler aracılığı ile dolardan dolar kazananlar neden hep sizin etrafınızdadır?

Erdoğan ve Damat, artık ülke ekonomisi diye bir şeyi dert etmiyorlar. Onlar, “sayılı günümüzün kaldığı bu dönemde, ne kadar çok vurgun vurabiliriz” peşindedirler.

Rant ekonomisinin, yağma ekonomisinin, savaş ekonomisinin sonu budur.

McKinsey şirketi, Abdullah Gül döneminde, yine bazı alanlarda “danışmanlık” yapmakta idi. Mesela hazine arazilerinin imara açılması ve inşaat yatırımlarının öne çıkarılması fikrinin “babası” McKinsey şirketidir. Yine aynı McKinsey şirketi, tarımla ilgili, özelleştirmelerle ilgili öneriler geliştirmiştir. Cargill’in attığı her adımın, ekonomi politikasının ilk önereni McKinsey firmasıdır. AK Parti döneminde gerçekleşen 65 milyar dolarlık özelleştirmenin ilk önerisi McKinsey firmasından gelmektedir. Şehirlerdeki AVM denilen yapıların da fikir babası McKinsey firmasıdır. Kısacası, aslında McKinsey için Türkiye yeni bir yer değildir.

İşte Damat Berat, bu McKinsey firması ile anlaşıldığını, tüm ekonominin denetiminin McKinsey firmasına verildiğini duyurdu. Doların 6.00 TL’ye düşmesinde, Rahip’in serbest bırakılacağı haberi ile McKinsey ile anlaşıldığı haberi etkili olmuştur.

Peki ama neden böyle bir yol aranıyor?

Batı ya da borç vermiş olanlar, alacaklarını garanti altına almak istiyor. Bu nedenle, çeşitli düzenlemeler yapmaya çalışıyorlar.

İster IMF ile anlaşılmış olsun, ister McKinsey şirketi ile, ister eski Duyun-i Umumiye olsun, tümünde ana unsurlardan ilki, alacaklıların alacaklarını garantilemektir. Alacaklılar, bunu bir “heyet”e devrediyorlar. Bir çeşit “kayyum” gibidir. McKinsey firması gerçekte bir çeşit kayyumdur. Öncelikle borçların ödenebilmesi için, nereden “tasarruf” yapılacağına bakarlar. Mesela dışişleri bakanlığında, bundan böyle tuvalet kâğıdı kullanılmayacak, buradan gelen 100 TL, x şirketin borcunun ödenmesinde kullanılacak gibi. Ya da yerel seçimlerde, hazine partilere para yardımı yapmayacak ya da mesela işçilerin ücretleri hiçbir biçimde artırılmayacak ya da bundan böyle nefes alan herkesten ilave vergi alınacak vb. İşte bu kurumların kayyumlukları da böyledir.

IMF, McKinsey veya Duyun-i Umumiye, hemen hemen aynı mantıkla çalışırlar. Elbette farkları vardır. Mesela McKinsey firması kredi vermez.

Almanya’nın Erdoğan ve Saray’a, IMF’yi önerdiği söyleniyor. Almanya, IMF önerisini, kendi ekonomik çıkarları açısından Türkiye’de istikrar önemli görüşüne dayandırmaktadır. Gerçekten de Türkiye’deki yabancı sermaye yatırımları içinde AB ülkelerinin özellikle Almanya ve Fransa’nın büyük payı vardır. Siyasal alanı (yani ordu, polis, partiler, yargı vb. tüm devlet bürokrasisini kastediyoruz) ABD denetiminde iken, ABD’nin ekonomide bir ağırlığı yoktur. Bu nedenle Almanya’nın IMF önerisi, ABD’den gelmiyor. Zira tüm bu krizin içinde, sermayenin el değiştirmesi süreci de yaşanıyor. Bu sermayenin el değiştirme süreci ile, emperyalistler arasındaki dünyayı paylaşım savaşımının bağını da kurun lütfen.

Bildiğimiz kadarı ile, Saray, Damat, Erdoğan vb. ekibi ile IMF’ye gitmişlerdir bile. Ama bu yoklamada IMF, işin başına Kemal Derviş gibi birinin getirilmesini şart koşmuştur. Bu durum, Damat’ın tasfiyesi demek olacağından, Saray ve Erdoğan, bu karara karşı çıkmıştır.

İşte Damat’ı bertaraf etmeden, IMF gibi bir kayyum atamasını nasıl yapacaklarını arayanlar, McKinsey ile anlaşma yolunu tutmuşlardır. McKinsey aslında bu alanda birçok ülkede iş yapmaktadır. Paraguay ekonomisi olduğu gibi McKinsey firmasının kontrolündedir ve ülkeyi soyup soğana çevirmektedir. Türkiye’de özelleştirme politikalarının danışmanlığını yapmıştır ve durum biliniyor.

Saray, McKinsey firmasını, kolaylıkla rüşvet yedirebilme garantisi olduğu için seçmektedir. Ve McKinsey firması, sıradan bir danışman değildir. Tüm detaylara hakim bir denetçidir de.

Tam Eylül’ün sonunda, Ekim ayının başında, McKinsey firması ile anlaşma deklare edildi, Damat’ın ağzından kelimeler döküldü, Saray basını hemen “dolar düşüyor”, “kriz söylentidir” manşetlerini atmıştı ki, bu işin ne kadar “yerli” ve ne kadar “milli” olduğu Bahçeli tarafından açıklanacakken, aniden, durum değişti ve Erdoğan, böyle bir şey yok, “tüm bakan arkadaşlarıma söyledim, danışmayın” deyiverdi.

Ama bu ne demek? McKinsey firması ile anlaşma mı iptal edildi? Yoksa, anlaşma hâlâ geçerli, McKinsey firması danışman ve denetçi olacak, bunun ücretini alacak, ama Erdoğan’ın Bakan arkadaşları inadına ona danışmayacak mı? Burası muammadır. Bu durum da, TC devletinin Saray Rejimi’nin iş yapma tarzıdır.

Oysa, açık olarak şöyle denilmeli idi: McKinsey firması ile anlaşma iptal edilmiştir. McKinsey firmasına tazminat olarak şu kadar ödeme yapılmıştır.

Oysa Erdoğan’ın söylediklerinden anlaşılan, “Bakan arkadaşlarıma söyledim, danışılmasın”, bu anlama gelmiyor.

Damat tarafından kandırılmış bir Erdoğan portresi midir bu?

Yoksa, gelişen homurdanmaları örtmek için mi yapılmıştır? Yoksa Damat, hiç böyle bir anlaşma olmadığı hâlde, bu şirketle bir anlaşma yaptığını ilan ederek Rahip’in bırakılacak olmasına ilave, doları düşürmek için bir etken daha mı devreye sokmuştur?

McKinsey “yerli ve milli” midir? Çıkış yolu devrimdir

McKinsey adlı firma, son günlerde ülkenin gündeminde. Zira, ancak, McKinsey ile anlaşma imzalandıktan sonra, yani ekonominin tüm kontrolü, Erdoğan’ın Saray Rejimi’nin 24 Haziran zaferini sağlayanlara teslim edildikten sonra, ancak ondan sonra, TL’deki değer kaybı durmuştur. O da şimdilik.

Demek ki, McKinsey, konuşulmaya değerdir.

Bilindiği gibi, yerli ve milli bir ittifak ve Erdoğan’ın ağzından dile getirilen, yerli ve milli politikalar var. McKinsey, bu “yerli ve milli” politikalara tam anlamı ile uyumludur.

Damat, bir gün çıkıp, McKinsey firması ile, tüm ekonominin denetlenmesi ve yönlendirilmesi üzerine anlaştıklarını ilan etti.

Yani, uluslararası sermaye, borçların, yani uluslararası şirketlerinin alacaklarının, ödeneceğini garanti altına almak istiyordu. Bunun yollarından biri IMF idi. IMF, bir ekonomi bakanı, Kemal Derviş gibi bir ismi şart koşunca, bu durum “The Damat”ın koltuğundan olması anlamına gelecekti. Bu nedenle IMF ile anlaşma, “yerli ve milli” politikalara uygun bulunmadı. Ve ardından The Damat, kalktı ve McKinsey ile anlaşmaya varıldığını ilan etti

Normalde, merak konusu olmalıdır!

Anlaşmanın içinde ne var? Anlaşmanın tam metni neden açık değil? Uluslararası finans şirketlerinin her detayını bildiği anlaşma, neden halktan gizlenmektedir?

Gerçekten de McKinsey anlaşmasına, Rahip’in iadesi de eklenince doların ateşi düştü. 2018 yılı başında 3,70 TL olan dolar, 5,70’lerde durmaya başladı. Bu yaklaşık %54 devalüasyon demektir, ki henüz yıl sonu kurunu bilmiyoruz. Ama Saray medyası, McKinsey anlaşmasını şiddetle alkışladı ve doların düştüğünü ilan etti. Gerçekten de dolar, 6,70’leri geçmişti ve 5.70’lere geriledi. Bunu düşüş ilan etmek, Yiğit Bulut tarzı jöleli kafaların rahatlıkla yapabileceği bir şeydir ve Saray basını, bunlarla doludur.

Ama bu arada bazı eleştiriler geldi. McKinsey anlaşmasının tartışmalara sahne olması üzerine, The Damat, bunu eleştirenler ya cahildir ya da vatan hainidir, dedi.

Ve ardından, The Damat’ın kayınpederi, Erdoğan, McKinsey’e hiçbir bakanın danışmayacağını ilan etti.

İlginç olan da bu. The Damat ile Erdoğan arasındaki çelişik duruma dikkat çekmek istemiyoruz. Sadece anlaşmanın iptal edilip edilmediğini öğrenmek istiyoruz. Dikkat noktamız da burası.

BBC Türkçe, konu ile ilgili bir haber yaptı. McKinsey şirketinin yetkililerine sorular sordu ve anlaşmanın devam edip etmediğini öğrenmek istedi. Bunun üzerine McKinsey yetkilisi “müşterilerimiz hakkında konuşamayız” dedi ve burada müşterilerimiz sözü, anlaşmanın hâlâ devam ettiği anlamına mı geliyordu sorusu daha da ağırlık kazandı.

Acaba anlaşma iptal edilmedi mi?

Edilmedi ise, Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a yardımcı olmak için mi, “anlaşma iptal edildi, şimdi sıra uçakta” dedi? Acaba Akşener, anlaşma iptal edildiği için Erdoğan’a yalandan mı teşekkür etti?

Anlaşma iptal edilmedi ise, Erdoğan’ın “danışmayın” emri, parasını ödeyelim ama siz danışmayın anlamına mı geliyor?

Acaba anlaşmanın içeriğinde ne var?

Acaba, anlaşmanın tam metni devlet tarafından açıklanmak zorunda değil mi?

Bu durumda, McKinsey IMF’den çok daha kötü değil mi?

Saray Rejimi, her zamanki hilelerine başvuruyor. Saray’da oyun bitmez! Saray, şimdi, IMF yerine, IMF’nin “milli”si diye McKinsey firmasını mı ilan edecek?

Ve ortaya çıktı ki, McKinsey denilen firma, 2003 yılında özelleştirme, inşaat sektörünün geliştirilmesi, hazine arazilerinin imara açılması, tarım politikaları ile tarımın yok edilmesi politikalarının da mimarıdır. Yani yeni değildir.

Gelin görün ki, iş bu kadar da değil.

McKinsey, 2017 yılında, yani seçimden bir yıldan fazla zaman önce, “yerli ve milli” ittifak ilan edilirken, Türkiye Varlık Fonu’nun denetimini de ele almış. Bakanlık, tüm verilerin McKinsey firmasına gönderilmesini talep etmiş.

Demek ki, McKinsey, uzun süredir, zaten bu ülkede, sadece son kriz ile birlikte, tüm ekonominin denetimini ele aldı. Borçların geri ödenmesinin garanti altına alınması, öyle sıradan bir konu değildir. Batılı finans şirketleri, bunu The Damat’a emanet edemezler. Ve nitekim etmediler de.

Artık The Damat, orada sürekli gülmesi gereken bir çocuk kuklasıdır.

TC devleti, artık, önemli kurumlarının başında birer kuklanın yer aldığı, çeteleşen bir devlettir. Saray Rejimi, bu açıdan tüm Batı’nın ortak desteği ile ayakta durmaktadır ve varlığı, Batılı emperyalist güçlerin paylaşım savaşımının ihtiyaçlarına bağlanmıştır. Şimdilik, borçların geri ödenmesi bu güçlerin ortak çıkarlarının başındadır.

Ekonomik krizin faturası ise, halka yüklenecektir.

Burjuva devletler, hep bunu yaparlar. Sömürge olan burjuva devletlerde bu işi yapma, yani ekonomik krizin faturasını halklara yükleme, uluslararası kurumların denetiminde olur. Bugün de bu olmaktadır.

Kriz, daha hayatın her alanında yeni yeni hissedilmektedir. İşsizlik, konkordato ilan eden şirketlerle birlikte artmaktadır. Önemli ölçüde, şirketler eleman çıkarmış, çalışanların işine son vermiştir. İşsizliğin, Kasım ve Aralık aylarında daha da artacağı kesindir. Bu koşullarda, inşaat sektörünün korunması, Saray ve çevresinin rant üzerine kurulu sisteminin devam ettirilmesi isteği, daha da ağır sonuçlar doğuracaktır. İnşaat alanında yüzbinlerce işçi işini kaybetmiştir. Ve otomobil alanında da, metal sektörünün hemen tümünde de durum böyledir. Otomobil başta olmak üzere inşaat dışı endüstriyel alanlarda işçi çıkarma, daha kitlesel olacaktır. İnşaat alanında bin kişinin işini kaybetmesi, işyerlerinin dağınıklığı nedeni ile daha az göze batarken, metal ve otomobil alanında bu daha hissedilir bir süreç olacaktır.

Artan işsizlik, aynı zamanda işçi ücretlerinin daha düşük miktarda, enflasyonun altında artması için bir baskı aracına dönüşmektedir. Devlet, açıktan, işsizlik ve enflasyon rakamlarını gizlemektedir. Ocak ayından başlayarak ise, hayat pahalılığı ve işsizlik gerçek anlamda ağırlığını hissettirecektir.

Ve bunların üzerine vergiler, işçilerden yapılan kesintiler eklenecektir.

Tüm bu koşullarda, işçilerin, krizin faturasını ödemeyi reddetmesi, elbette en doğru, en gerçekçi, en adil olan çözümdür. Ama durumun böyle olmasının tek şartı vardır: Örgütlü ve devrimci bir işçi sınıfı. Kısacası daha yoğun bir mücadeleye hazır olma durumu. Bunu başarabildiği ölçüde işçi sınıfı, kriz sürecinde kayıplarını azaltabilecektir.

İçinde yaşadığımız sistem, kapitalizmdir. Türkiye, bu kapitalist dünyada, paylaşım masasına yatırılmış bir ortak sömürgedir. ABD ve AB arasında süren paylaşım savaşının ortasındadır. Bu koşullarda, krizin faturasının işçi ve emekçiler tarafından ödenmemesinin tek yolu, devrimci bir işçi örgütlenmesidir. Gerçek budur.

AK Parti’nin ünlü milletvekillerinden Şamil Tayyar, bir röportajında, açıkça, “AK Parti bir karşı devrim partisidir” açıklamasında bulunmuştur. Yerindedir ve doğrudur. 12 Eylül rejiminin günümüze, bugüne uyarlanmış devamıdır. Saray Rejimi, tam olarak budur.

12 Eylül rejimi, işçi sınıfına ve devrime karşı bir saldırı rejimidir. 12 Eylül’ün eksik bıraktıklarını, AK Parti projesi ile, yapmaya devam etmişlerdir. 2003 yılında hız kazanan özelleştirme, işçi sınıfına saldırının bir başka noktasıdır. Özelleştirme, aynı zamanda taşeron sisteminin geliştirilmesinin de temelidir.

Bugün, Saray Rejimi, parlamentoyu tamamen ortadan kaldırmıştır. AK Parti, CHP, MHP diye partiler yok hükmündedir. Bunların parti diye anılmaları, kelimenin gerçek anlamında yanlıştır, geçersizdir. Ortada Saray Rejimi vardır. Saray Rejimi, ekonomi politikasını olduğu gibi uluslararası sermayenin kontrolü altında McKinsey’e devretmiştir. İçişleri Bakanlığı özel savaş güçlerinin ve çetelerin elindedir. Dışişleri Bakanlığı çetelerin ve NATO’nun denetimindedir. Saray Rejimi, son değişikliklerle tüm bunları “kurumlaştırma” yoluna girmiştir. Bu baştan aşağıya bir çeteleşme sürecidir.

Bu çeteleşen Saray Rejimi, tam anlamı ile işçi ve emekçilerin, devrimcilerin ve özgürlük talebinde bulunan her muhalifin karşısında bir “karşı-devrim” aparatıdır.

Krizin faturasını emekçilere yükleme yolu, sadece bir ekonomik yol değildir. Aynı zamanda, siyasal bir yoldur. Hukukun burjuva egemenliğe göre şekillendiğini zaten hep biliriz. Bugün, bu konuda oldukça ileri gitmişlerdir ve hukuk tam bir iç savaş hukuku hâline getirilmiştir. Yargı, polis gücünün uzantısı hâline getirilmiştir. Bu koşullarda ekonomik krizin faturasını halkın sırtına bindirme süreci, aynı zamanda daha çok baskı ve daha çok şiddet sürecidir de.

Demek ki, ekonomik baskı tek başına değildir. İşçi ve emekçiler, her açıdan bir baskı ile, bu ekonomik yükü kaldırmaya “ikna” edilmek istenmektedir. Açlığa, işsizliğe, çaresizliğe “ikna” edilmek, baskı dışında bir yolla mümkün değildir.

McKinsey tam da bu anlamda “yerli ve milli”dir.

Bunların yerli ve millisi de budur.

Bu nedenle, önümüz kavga yeridir.

İşçi ve emekçiler, gerçekten açlığa, işsizliğe, yoksulluğa, onurlarının ayaklar altına alınmasına, emeklerinin daha da büyük oranda gasp edilmesine, haklarının daha da fazla tırpanlanmasına razı olmayacaklarsa, krizin faturasını ödememe konusunda ciddi iseler, büyük bir hızla, açıkça devrimci mücadeleye yönelerek örgütlenmek zorundadırlar.

Bankalara, büyük şirketlere el koymak üzere, işçi sınıfı kendini iktidara hazırlamak zorundadır. Devrim ve sosyalizm dışında bir çıkış yolu yoktur.

Mücadele, bugün, bu gerçeği açıkça görmekten, anlamaktan, kabul etmekten geçmektedir.

Demokratik ve ekonomik hakları korumak ve kazanmak, seçimlere bağlı değildir. Sandıklar, açık olarak sistem tarafından gömülmüştür. Demokratik mücadele, daha çok sokaklarda, fabrikalarda, okullarda, tarlalarda, meydanlarda yürüyecektir. İşçi sınıfı, böylesi bir kurtuluş ve özgürlük mücadelesinin öncü gücüdür. Bu öncülük, ancak devrimcileşmiş işçi sınıfının, örgütlü işçi sınıfının yerine getirebileceği bir görevdir. o