Ana Sayfa Blog Sayfa 130

Ekonomik kriz ve işçi sınıfı

Saray Rejimi, 24 Haziran seçimlerinde iktidarı el çabukluğu ile gaspetmeyi başardı. Derin devlet, bu konuda belli ki, en az, Erdoğan kadar istekli davrandı. Buradan hareketle, birçok yerde, “var olan ekonomik krizi çözmek için Erdoğan’dan başka alternatif olmadığı” inancı pompalanmaya devam ediliyor.

Derin devletin bir başka adamı İnce, muhtemelen, bu krizi ben çözerim, demiştir. Ama ne ki, İnce’nin bu görev için uygun olmadığına karar verilmiş olmalı. O zaman da İnce, ben de bari CHP’nin başına geçeyim, diye tutturdu. Oysa, bir dernek kursa ve başına geçse belki daha büyük bir güç elde ederdi. Bunu daha sonra anlayacak. Zaten CHP, çoktan harakiri yapmış bir partidir. Ruhuna fatiha!

Krize dönelim.

Oysa Saray Rejimi ve Erdoğan, krizi çözme olanaklarına hiç ama hiç sahip değildir.

Önce krize bakalım.

Kriz denilen şey kendini nasıl ortaya koyuyor?

1- İşsizlik olarak ortaya koyuyor. Ekonominin büyüdüğü iddialarına rağmen, bu artan işsizlik, devlet eli ile yapılan hileli istatistik düzenlemeleri ile azaltılmaya, olduğundan daha az gösterilmeye çalışılıyor.

Buradan bir konu dışı çıkarsama yapmak mümkün, devlet-hükümet, Saray Rejimi, sürekli olarak makyajlama işi ile uğraşıyor. Bu konuda iyi olup olmadıklarını da pek bilemeyiz, çünkü öyle bir basın var ki, kötü olsalar da fark ettirmezler. Bu makyajlama, artık bir AŞ olarak yönetilmeye and içilen TC devleti için, normal hâle gelmiştir. Ama yine de sıradan bir şirkette dahi makyajlama, mali suç olarak ele alınır.

İşsizlik, sürekli artıyor. Ve tüm yalan istatistiklere rağmen durum böyledir.

2- İkinci ve esas olarak şirketler ve meşhur “piyasa” için daha da önemli kriz göstergesi, TL’nin değer kaybı, dolar ve euro’nun sürekli artışıdır. 2018 yılının başında, 1 dolar 3,70 TL iken, bugün 6 TL’nin üzerindedir. Yaklaşık %62 civarında bir devalüasyona rağmen, dolar’ın nerede duracağı belli değildir.

3- Enflasyon yükselmekte, faizler yükselmektedir.

Bu üç göstergeye bakarak krizin varolduğu söylenmektedir.

Doğrusu, bu üç gösterge, bugün olduğu gibi olmadan da, mesela 2018’in Ocak veya Şubat ayında da bir ekonomik kriz vardı. Türkiye, giderek daha da derinleşen bir ekonomik krizin içindedir.

Esas olarak, bu göstergelere değil, bunların arkasındaki gerçeğe bakmamız gerekir.

– Erdoğan’ın ve Saray’ın söylediğinin aksine, Türkiye’nin borçları artmaktadır. Dış borçları oldukça fazla artmıştır. Erdoğan ve Saray, sürekli olarak IMF’ye borçlu olma dönemine son verdik, diye övünmektedir. Ama bu, borçların azaldığı anlamında değildir. Ve bir anonim şirket (AŞ) olarak yönetilen Türkiye’de borç seviyesi batma noktasındadır. Bu durumda Erdoğan’ın, borçları bitirdik açıklaması yalandır, yani AŞ’nin CEO’su, yalan söylemektedir. Genellikle şirket sahiplerine yalan söyleyen ceo’nun işine son verilir.

Bu borç yükü, 2018 yılının Temmuz ayını temel alırsak, yaklaşık olarak önümüzdeki 12 ay için, aylık ortalama 20 milyar dolardır. Temmuz ve Ağustos ayları biraz daha düşük olması koşulu ile aşağı yukarı durum budur.

Bu durumda döviz borcu olanlar, döviz almayı sürdürecektir.

– Türkiye AŞ’nin, bazı projelerinin finansmanı için bulunan kredilerin karşılığında, hazine garantisi vardır. Hazine garantisi demek, kredinin ödenmemesi durumunda, devlet (pardon AŞ) hazinesine gidecek olan bazı gelirlerin doğrudan kredi alınan yerlere ödeneceği anlamındadır. Demek ki, bu kredilerin bulunması ve teminatı konusunda sorun vardı. Hazine garantisinin nedeni budur. Krediyi veren garanti istemiştir. Bu projeler, Avrasya Tüneli, Orhangazi köprüsü, 3. boğaz köprüsü ve 3. havalimanı gibi projelerdir. Bu projeleri verdikleri “inşaat firmaları”, yandaş ve Erdoğan ailesinin ortak olduğu şirketlerdir. Bu nedenle, hazine garantisi olmadan kredi bulabilmeleri de çok zor idi, zordur. Üstüne üstlük bu projelerin yüklenici firmaları ile geçecek araç satısına göre anlaşmalar yapılmıştır. Bu anlaşmalar bugünlerde, “şehir hastahaneleri” için de yapılmaktadır. Mesela devlet, 25 yıl boyunca gelecek hasta sayısı konusunda bir garanti vermiştir. Bu sayı tutmazsa, hazine bu parayı ödeyecektir. Hastalıkları önlemek için var olması gereken sağlık sistemi, ne kadar çok hasta üretilirse, o kadar sevinmektedir. Devlet de, hastahanelere “müşteri” garantisi vermektedir.

İşte bu nedenle, artık kredi bulmak için verilen hazine garantisi de işe yaramamaktadır. Varlık Fonu ve başındaki Yiğit Bulut da, bu konuda güven vermiyor olmalı ki, ancak bazı Katar firmalarından kredi sağlanabilmiş ve artık bu kanal da tıkanmaya başlamıştır.

Halka işsizliği farklı göstermek için makyajlama yapmak kolaydır ama kredi verecek finans şirketlerini makyajla kandırmak kolay olmuyor. Jöleli bile jöleleri ile etkili olamıyor. Belki pembe jöle sürerse, bir şansı olabilir.

Dışarıdan para gelmeyince, yani yeni krediler gelmeyince, döviz ihtiyacını karşılamak da zor oluyor. Hele ki, Haziran ve Temmuz aylarında birçok turist geldiği hâlde, döviz yükseliyorsa, daha da yükselecek anlamına gelmektedir.

Bir de döviz ihtiyacını yaratan önemli bir faktör olarak cari açığı da saymak gerekir. İthalat sürekli olarak ihracattan fazladır ve yaklaşık 60 milyar dolar bundan kaynaklı açık oluşmaktadır.

– Elbette bu arada, Saray başta olmak üzere, devletin harcamalarındaki rekor artışlar da önemlidir.

– Ekonomik büyüme denilen şey, büyük ölçüde inşaata dayanmaktadır. Bir fabrika ile bir yol ya da bir inşaat vb. arasında epeyce farklılık vardır. Üretim, belli bir sürekliliği ve sürekli yeni değerler, artı-değerler yaratmayı sağlar. Ama inşaat işi böyle değildir. Sonuçta dün 1.5 milyona satılan daireler, bugün 1 milyona bile satılamaz hâldedir. Elbette ki, her havalimanı, her yol, her inşaat işi, ihaleleri vb, hepsi ama hepsi, büyük rant kaynağıdır. Bu rant kaynağı, doğanın yağmalanması kadar, aynı zamanda bir ranta dayalı rüşvet ve zenginleşme ağı da demektir. Bu aslında bir büyüme, gelişme değil, daha çok, ranta dayalı bir şişme ve yağmadır.

– Öyle görünüyor, AB’nin ekonomik gücünü, bu alandaki ağırlığını dengelemek için, ABD, Erdoğan eli ile yeni zenginler yaratmayı hedeflemektedir. Ama bu, kısa vadede bitecek bir program değildir. Bir Koç ve Sabancı yaratmak, inşaat alanından gelen rant ile mümkün değildir. Bunun için büyük zamana ihtiyaç vardır. Bugün, kriz, sermayenin el değiştirmesi için de kullanılacaktır. Ama kriz, inşaat sektörünü feci hâlde vurmaktadır. Bu durumda bu zenginleşmenin ABD ve Erdoğan’ın istediği şekilde sonuçlanacağının garantisi yoktur.

– Bir de savaş ekonomisi meselesi var. Ülkemizde bir iç savaş yürüdüğü açıktır. Yakın döneme kadar sadece Kürtlere karşı yürüyen savaş, son dönemde daha da boyutlanmıştır. Elbette her savaşın bir ekonomik yükü vardır. Konumuz ekonomi olduğu için, toplumsal, insanî yüklerini burada ele almıyoruz.

TC devleti, pardon Türkiye AŞ, dışarıda da bir savaştadır. Suriye savaşının getirilerini (kaçak petrol, silâh satışı, organ mafyası vb.) özel şirketler yutarken, Suriye savaşının ekonomiye bir maliyeti olduğu da açıktır.

Ethem Sancak’ın, nam-ı diğer Şems’in, silâh sanayiine BMC ile dalışı, Erdoğan çevresindeki ABD bağlantılı şirketlerin sanayi alanında bir güç edinme isteğini göstermektedir. Ama bu daha işin başlangıcı sayılmalıdır.

İşte kriz göstergesi olarak ele alınan, döviz kuru yükselmesi, enflasyon yükselmesi, faiz yükselmesi ve artan işsizlik süreçlerinin arkasında bu gibi etkenler vardır. Türkiye AŞ, yakında iflas erteleme talep edecektir. Böylece yöneticileri soydukları ile kalacak, ama şirket batacaktır. Ve muhtemelen IMF, son günlerin modası ile söylersek, Türkiye AŞ için bir kayyum atayacaktır.

İşte bu tablo içinde, kriz giderek daha fazla su üstüne vurmaya başlıyor.

Yağma, hazineyi boşaltmış gibidir.

Borçlar, dövizi yükseltmektedir.

Faizin artışı, inşaat alımlarını tamamen durdurmaktadır. Konut satışlarındaki düşme, rantı ve fiyatları aşağıya çekmektedir. Bu durum, daha şimdiden, inşaat alanındaki taşeronların batmasına yol açmaktadır.

Suriye savaşının seyrinin değişmiş olduğu açıktır. Bu, birçok problemi daha da ağırlaştıracaktır.

Bu koşullarda, Türkiye AŞ’nin borç bulması zorlaşmaktadır ya da kredilerin faizleri artmaktadır.

Daha bunların üzerine dış dalgaların etkileri de tam olarak yansımış değildir.

Anlaşılan IMF ile bazı görüşmeler yapılmış, IMF, şart olarak Kemal Derviş tarzı bir kendi adamını önermiştir. Bunlar doğru ise, Saray kabinesinin aile organizasyonu büyük yara alacak demektir.

Öte yandan İngiltere başta olmak üzere bazı ülkelerle yapılan pazarlıklar da tıkanmaya başlamıştır.

Tüm bunlar şunu gösteriyor, dün de bir kriz vardı. Ama borç çarkı ile bu kriz, daha düşük faizler ve daha düşük döviz kuru ile çevrilebiliyordu. Yani batak bir firma, yine de dönebiliyordu. Şimdi, dönme sağlanamamaktadır.

Aynı süreç emekçiler için de, işçiler için de geçerlidir. Pompalanan tüketim alışkanlığı ile, modern cep telefonlarını kredi ile satın alanlar, bugün, gelecekteki 12 aylık gelirlerini harcamış durumdadır. Bugün, bazı aileler için bu artık dönmemektedir. Ama bazı aileler için hâlâ döngü sağlanabilmektedir. Ekonomik kriz, işten çıkarmaları beraberinde getirdikçe, döngü de sağlanamayacaktır. Bu nedenle olsa gerek, üniversite mezunu kadınlar, kafeteryalarda 1000 TL ücret karşılığı çalışmak zorunda kalmaktadır. İşsizliğin daha da artması durumunda, bu döngü, daha fazla sayıda insan için sağlanamaz hâle gelecektir.

Öte yandan son 10 yılın en kârlı ya da yüksek kârlı alanları olan enerji, iletişim, eğitim ve sağlık alanlarında, artık kârlılık düşmektedir.

Ve tüm bunlar, siyasal kriz ile de birleşmekte, bölgemizde süren paylaşım savaşımının etkileri ile daha da ağırlaşmaktadır. Türkiye AŞ, bölgemizdeki her ülke ile kavgalı, ABD adına tetikçilik yapan bir güç durumundadır. Bu durum, riskleri daha da artırmakta, bu da sermayenin kaçışına zemin hazırlamaktadır.

Ekonomik kriz, dış politikadan gelen siyasal kriz ile birleşmektedir.

Ekonomik kriz, içeride süren iç savaş ile birleşmektedir.

Türkiye AŞ ve onun yönetimi, krizden çıkış için, işçi ve emekçilere ağır faturalar yüklemeye hazırlanmaktadır.

İşçi sınıfı, zaten çok ama çok zor koşullarda hayatını sürdürmektedir.

– Her gün, 4-5 işçinin öldüğü iş cinayetleri artık had safhaya yükselmiştir.

– İşçi ücretleri sürekli düşmektedir. İşçi ücretlerinin sadece satın alma gücü düşmekle kalmıyor, fiilî olarak da işçi ücretleri düşmektedir. Yani sadece eline geçen para ile daha az et, daha az peynir almıyor işçiler, aynı zamanda eline geçen para da düşmektedir.

– Milyonlarca işçi emeklisinin gelirleri düşmektedir.

– Eğitim ve sağlık alanı tamamen patlamıştır. Bu durum, yaşamı daha da zorlaştırmaktadır.

– Bunların üzerine ek vergiler gelmekte, maaş kesintileri binmektedir.

Ve yeni olarak ekonomik krizin faturası yeni yükler getirecektir. Şimdi Türkiye AŞ yönetiminin planı budur. Bunalımı halkın, işçi ve emekçilerin üzerine yıkmak.

Toplumun en örgütsüz kesimi olan çalışanlar, işçi sınıfı, bu krize karşı yerel eylemlerini artırmaktadır.

Krizin faturasını ödemeyi kabul ettiği sürece işçi sınıfı, daha da çekilmez yaşam koşullarını kabul edecek demektir.

Bunu kabul etmemesi demek, direnmesi demektir ve bu durum, örgütlenme iradesini geliştirmekle mümkündür. Sandıktan sandığa oy vermek, oylarına sahip çıkmak için sandıklarda güvenlik almak vb. artık eskimiş birer masal hâline gelmiştir. Örgütlenmek, hayatı savunabilmek için, tüm bu vahşi yaşama, savaşa, krize, yokluğa, yoksulluğa karşı işçi sınıfının tek çıkış yoludur.

Üstelik işçi sınıfı bunu başarmak için, sadece ekonomik örgütlenme ile de yetinemez, yetinmemelidir. Kendi çıkarlarını her koşulda savunacak devrimci örgütlenmelere yönelmek zorundadır.

Saray’ın ucuz anti-emperyalizmi

Biz devrimciler için, bir sömürge ülkede yaşıyorsak hele, emperyalizme karşı mücadele, sosyalizm mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle biz devrimci sosyalistler, anti-emperyalist mücadele vermeye yönelmiş kişi ve grupları, farklı ideolojileri olsa da, müttefik olarak görürüz. Ama her zaman ve her zaman biliriz ki, tutarlı bir anti-emperyalizm, ancak sosyalizm savunusu ile, ancak anti-kapitalist olma ile mümkündür. Kapitalizme karşı mücadele etmeden, tutarlı bir anti-emperyalist olunamaz.

Bizim içinde yaşadığımız Ortadoğu coğrafyasında, birçok “ulusal” hareket, anti-emperyalist bir mücadeleye başlamıştır. Ancak, bu mücadelenin başarısı, onların anti- kapitalist olmalarına, yani sosyalizm için mücadele etmelerine bağlı olmuştur. Bu nedenle birçok anti-emperyalist “ulusalcılık” sonuçta, emperyalizme bir başka tarzda bağlanmıştır.

Aynı şekilde İslamî hareket içinde, anti-emperyalist mücadeleden yana olanlar olmuş, bu konuda samimi olanlar olmuştur. Ama kapitalizme karşı tutarlı bir mücadele yok ise, bu anti-emperyalizm çocukça bir istem olarak kalır.

İslamî hareket denildi mi, çoğunlukla, komünizme karşı mücadele adına, emperyalizm tarafından, daha çok da ABD emperyalizmi tarafından kullanılmış hareketler anlaşılır. Birkaç istisna dışında tüm İslamî hareketler, bu eksende, SSCB’ye karşı eski “yeşil kuşak” projesinin içinde şekillenmiştir.

Gülen hareketi ne kadar ABD’ye bağlı ise ya da İsrail’e, İngiltere’ye, Almanya’ya vb. bağlı ise, AK Parti de o kadar Müslüman Kardeşler gibidir ve ABD çizgisindedir. AK Parti’nin özel bir proje olması da bu anlamdadır.

BOP eş başkanı olduğunu bizzat kendi ağzından, övünerek söylemiş olan Erdoğan, İsrail’e mi karşıdır? Kudüs’ün başkent ilan edilmesi kararına mı karşıdır? Elbette ki değildir. Erdoğan ve AK Parti’nin ana kadrosu, kesinlikle ABD, İngiltere ve İsrail hattına, sonuna kadar bağlıdır.

Erdoğan, Şam’ın işgalinden söz ediyordu. Ve Erdoğan ve ekibi, TC devleti Suriye savaşında, tüm kadroları ile bir tetikçi olarak davranmıştır. Suriye’nin işgalinde rol almıştır, almaktadır.

Ne zaman ki, Rusya ile karşı karşıya kalındı ve ne zaman ki, Suriye savaşı ABD aleyhinde gelişmeye başladı, ne zaman ki, ABD, İngiltere, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye destekli IŞİD güçleri yenilmeye başladı, o andan itibaren ABD ile Türkiye arasında bir açı farkı oluşmaya başladı.

Bugün, ABD, Türkiye’nin İran’a girmesini talep ediyor mu? Eğer ediyorsa, bu nedenle, Erdoğan ve Trump’ın ortaklaşa tırmandırdıkları bir sözde kriz mi vardır? Varsa bu krizin amacı, İran’a savaş için, TC devletini topyekûn olarak ikna edebilmek midir? İran’a karşı savaş karşılığında Türkiye acaba ne kadar para talep etmektedir?

Erdoğan, İran’a karşı savaşırsa sonu gelmiştir, savaşmazsa ABD ipini çekecektir ikilemi ile karşı karşıyadır ve AB’ye bu nedenle yeniden yaklaşmaya başlamıştır. Almanya ve AB, büyük ölçüde İran savaşına karşıdır.

İşte Erdoğan ve AK Partili hükümetin anti- Amerikan tutumu gibi gözüken bağırıp çağırmaları bu nedenledir.

Rahip Brunson’u ABD’ye karşı kullanmak, gerçek olamayacak kadar çocukçadır. TC devletinin de, ABD’nin de karşılıklı kullanabilecekleri daha fazla kozları, daha ciddi kozları olmalıdır.

Mesela Türkiye, açık olarak İncirlik üssünü kapatacağını ilan edebilir. İncirlik başta olmak üzere ABD üsleri söz konusu iken, Türkiye’nin rahibi kullanması, “al papazı ver papazı” tarzını öne çıkarması, daha çok, içeride AK Parti’yi destekleyenleri kazanmak içindir. Başka bir etkisi de olmaz, amacı da.

Brunson olayını kullanmak, Erdoğan için, ekonomik krizi kendi hükümetinin politikalarının sonucu değilmiş gibi göstermek amacına hizmet eder.

İdlib, Suriye ordusu tarafından alındığında, Suriye savaşı büyük ölçüde bitmiş olacaktır. ABD, Türkiye’ye, bu süreci uzatma, bu açıdan Rusya’yı oyalama görevi vermiş olmalıdır. Öyle anlaşılıyor ki, bu oyalama işe de yaramaktadır.

Saray basını, anti-Amerikan bir tutum izlendiği izlenimi yaratarak, Erdoğan ve AK Parti’yi aklamaya çalışıyor.

Ama bu arada ne olursa olsun, halkta Amerikan karşıtlığı da gelişmektedir. Bu gelişen Amerikan karşıtlığı, sağlam temellere bağlı değildir.

Değildir çünkü, anti-emperyalizm temelli değildir.

Barlas’ın, iPhone kullananlar sadece FETÖ’cülerdir, demesi de bu ciddiyetsizliğin kanıtıdır. Barlas, büyük Amerikan sevdalısıdır ve şimdi, Amerikan malı olduğu için iPhone’a karşı mücadele başlatmıştır! Gözlerimiz yaşarıyor.

Barlas, dolar aşığıdır. Ve şimdi, anti-Amerikan olmuştur. Yarın ise tekrar ABD sevdalısı olacaktır.

Buyursunlar, gerçek anlamda anti-Amerikan olacaklarsa, ilk iş olarak, ABD ile yapılmış tüm ikili anlaşmaları açıklasınlar. Erdoğan mesela bu ikili anlaşmaları yırtsın. Mesela İsrail ile olan ikili anlaşmaları yırtsınlar.

Amerikan mallarına ambargo uygulayacaklarsa, mesela ABD silâhlarını reddetsinler, mesela Cargill’in aldığı imtiyazları yok etsinler.

ABD üslerine karşı çıksınlar. Eğer bağımsızlıktan söz ediyorlarsa, NATO’dan çıksınlar.

Bunları yapmadan, anti-emperyalist, anti-Amerikan olmak mümkün değildir. Erdoğan ve hükümetin, Amerika’ya karşı açık bir tutumu yoktur, daha çok sahneyi dolduran tutumları, show yapmaya yönelik tutumları vardır.

Hükümet, Suriye savaşı konusunda ABD’den gelen açık emirleri, yapılan anlaşmaları vb. açıklasın. IŞİD’e giden silâhları açıklasınlar. IŞİD petrollerinin pazarlanma şekillerini açıklasınlar.

Erdoğan’ın İsrail karşıtlığının ne anlama geldiğini biliyoruz. İsrail ile bağlı ihaleleri mi iptal ettiler? Şimdi, aynı tiyatro, anti-Amerikancılık olarak oynanıyor.

Evet halkta, işçi ve emekçilerde bir anti-emperyalist ruh gelişmektedir. Bu anti-emperyalizm, ancak içteki sömürüye ve sermaye egemenliğine karşı çıkarak tutarlı bir hâl alabilir. Bu nedenle, işçi sınıfının sahneye çıkması, gerçek anlamı ile ülkenin sahibi olarak davranması dışında bir anti-emperyalizm mümkün değildir. İçeride sömürüye, içeride sermaye egemenliğine karşı çıkmadan, emperyalizme karşı olmak mümkün değildir, tutarsızdır.

Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbrahim’lerin katlini lanetleyerek işe başlasınlar.

Suriye’de emperyalizme verdikleri desteği çeksinler, Suriye’den hemen çekilsinler, bunu zorla değil, açıkça emperyalist işgale karşı olduklarını açıklayarak yapsınlar. Kendi işledikleri suçlar da dahil, Suriye’de emperyalist güçlerin işledikleri tüm suçları itiraf etsinler. Ve ABD ile yapılmış tüm ikili, gizli ve açık anlaşmaları deşifre etsinler. Barlas ve onun gibiler, bununla işe başlasınlar. Saray basını, her gün bir ABD belgesini yayınlasın. Tüm bunlar, rahip olayı etrafında kopartılan sahte fırtınadan çok daha anlamlı olacaktır.

İşçiler ve emekçiler o kadar örgütsüzdür ki, emperyalizmin uşakları, anti-emperyalist rollere bürünebilmektedirler.

Bu ucuz anti-Amerikancılığın ipliğini pazara çıkarak şey, işçi ve emekçilerin, halkın gerçek anti-emperyalist tutumu olacaktır. İşçi ve emekçiler gerçek anti-emperyalist tutum ile sahneye çıktıkça, görülecektir ki, bunlar, önce işçilere karşı mücadeleye başlayacaklardır.

Ucuz politikaların sonuna gelinmektedir.

İşçi ve emekçiler, bu ciddiyetle örgütlenmelidir.

Cumartesi Anneleri… 700 Hafta… Sanmayın ki hesap sorulmayacak

Cumartesi Anneleri’nin 700. hafta eylemine bir saldırı gerçekleşti.

Bu saldırı, Saray Rejimi’nin kaymakamı Savaş Ünlü, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve bu rejimin diğer yöneticilerinin talimatıyla İstanbul emniyetine bağlı polislerce yaptırılmıştır.

Bu saldırı, beyaz toroslarla hesaplaşma iddiasıyla iktidar olanlar tarafından, kollarına Ağar ve Çiller’i takarak, Cumartesi Anneleri’ne ve halka yapılmıştır.

Annelerimizin çağrısıyla gelen insanların bir araya gelmesi, birbirini görmesi, polis gücüyle engellenmeye çalışılsa da, İstiklal’den yansıyan görüntüde haykırıldığı gibi, “Anne buradayız” diyen yüzleri susturamadılar. Eyleme gelenler bu saldırıya direndiler.

İşte onların anlayamayacağı şey, bu direnişin özünde saklı: Bastırılamayacak olan kitlelerin özgürlük istemi ve adalet arayışıdır.

Bu adalet arayışı, dayanışmayla büyüyecektir. Annelerimizin direnişinin, halkların direnişinin, işçi direnişleriyle aynı kanala akmasıyla büyüyecektir. Adalet arayışı ve özgürlük isteminin daha sıkı sıkıya bağlanmasıyla büyüyecektir.

Kaldıraç
25.08.2018

“Rahip krizi”.. “Ekonomik savaş”.. “Kahrolsun ABD!”

Hatırlayalım; Şubat 2018’de, cezaevinde bir yıldır tutklu bulunan Alman vatandaşı gazeteci Deniz Yücel, Almanya ile yürütülen kapalı pazarlıklar sonucunda sessiz sedasız tahliye edilmiş, özel bir uçakla Almanya’ya dönmüştü.

Bunun öncesinde yine Almanya ile basın üzerinden atışmalar yürütülüyor, Saray’ın, Erdoğan’ın “dik duruşu”ndan söz ediliyordu. O zaman Türk Lirasının değeri böyle düşmemiş, ekonomi de bugünkü gibi kriz tartışmaları ayyuka çıkmamıştı.

Alman vatandaşı gazeteci Deniz Yücel ile benzer suçlamalarla tutuklu bulunan ABD vatandaşı Rahip Brunson da ise, görüşmeler kamuya açık bir şekilde basın ve sosyal medyadan karşılıklı restleşmelerle sürdürülmekte. Görüşmelerin yarattığı kriz ise, Türk Lirasının değerinde büyük kayıplara yol açarken, ekonomik kriz tartışmaları artık bir gerçek olarak dillendirilmekte.

Burada ikinci bir hatırlatmaya ihtiyaç var. 2019’un Kasım ayında yapılacak genel seçimler, 1,5 yıl önceye çekilerek, geçtiğimiz Haziran ayında yapıldı. Saray rejimi, Erdoğan, yaşanan ekonomik krizi artık saklayamayacaklarını anladıklarından, erken seçime gitmişlerdi. Ekonomik krizin yaratacağı öfkenin 2019’daki seçimlerde kendi iktidarlarını tehlikeye sokacağını görerek hareket etmişlerdi.

Buradan bazı sonuçlara varmak mümkündür.

1- Bu kriz, borcu boçla çeviren, rant ve yağma ekonomisinin eskisi gibi borç para bulamamasından kaynaklanmaktadır. 2002 yılında yaklaşık 100 milyar dolar olan dış borç, bugün özeli ve devleti ile toplam 450 milyar dolara ulaşmıştır. 16 yılda tam 350 milyar dolar para bu ülkeye borç olarak girmiştir.

Bu 350 milyar dolar, yollara, köprülere, havaalanlarına, inşaata ve ihalelerden alınan komisyonlar üzerinden yönetenlerin ceplerine indirilmiştir. Sadece, 2018 yılı sonuna kadar ödenmesi gereken borç miktarı 180 milyar dolardır.

2- 24 Haziran seçimleri ile kurumsallaştırlmaya başlanan Saray Rejimi, başta ABD olmak üzere emperyalist merkezlerin üzerinde anlaştığı yeni yönetim modelidir. Dolayısıyla ortada, Saray’a, Erdoğan’a karşı ilan edilmiş bir savaş yoktur.
Tam tersine, ülke ekonomisinin kaçınılmaz krizinin sorumluluğunun Saray ve Erdoğan’a kalmasını engellemenin bir yolu olarak “Rahip Krizi” devreye girmiştir.

3- Türkiye, Sovyetler Birliği’nin varolduğu dönemde, sosyalizme karşı bir tampon ülke olarak organize edilmiş, ekonomik olarak Avrupa sermayesine, siyasi olarak ABD’ye bağlı bir sömürge ülkedir.

Bugün yaşanan emperyalist paylaşım savaşında, ortaklalaşa sömürge olan Türkiye’de emperyalist güçler, Avrupa ve ABD bir paylaşım savaşına tutuşmuşlardır.

Türkiyede en büyük yatırıma Avrupa sermayesi sahipken ABD’nin yatırımları çok düşüktür. Bu nedenle ABD, “Rahip Krizi”ni Avrupa sermayesini sıkıştırmanın bir aracı haline dönüştürmüştür. Almanya’nın; “Türkiye’nin ekonomik krizi bizim çıkarlarımıza terstir” açıklaması boşuna değildir. Yine Almanya’nın müdahalesi ile, dövizdeki gerileme, ABD ve Saray’dan yapılan açıklamalarla boşa düşürülmeye çalışılmaktadır.

Aslında ortada Trump’ın ABD’si ve Erdoğan’ın Türkiye’si arasında danışıklı bir dövüş vardır.

Bu ülkede yaşayan kimsenin hukuk işlediği için Rahip Brunson’un serbest bırakılmadığını düşünmesi mümkün değildir. Çünkü geçmişi bir yana bıraksak bile son iki yıldır hiçbir hukuk kuralının işlemediğini herkes bilmektedir.

4- Bu arada gerçekte varolan ekonomik krizin sorumlusu olarak bize ABD gösterilmiş ve altı boş bir ABD düşmanlığı körüklenmiştir.

Eğer gerçekten ABD emperyalizmi ile bir çatışama var ise, eğer gerçekten Siyonist İsrail’e karşı lafta her türlü söz söylenirken ticari, askeri, siyasi ilişkilerin geliştirildiği gibi bir tiyatro oynanmıyor ise, Saray ve Erdoğan ABD emperyalizmine karşı gerçek adımlar atsın.

Başta İncirlik olmak üzere tüm ABD üsleri kapatılsın.
Ülke topraklarındaki tüm ABD askerleri sınırdışı edilsin.
ABD büyükelçiliği kapatılsın, çalışanlar sınırdışı edilsin.
Erdoğan’ın kameralar karşısında elektronik eşyaları boykot edeceğiz derken, arttırılan gümrük vergilerinde olmayan elektronik eşyalar da dahil, tüm ABD ürünlerinin ülkeye girişi yasaklansın.

Doğrudan ya da dolaylı az miktarda da olsa tüm ABD yatırımları ülkeden çıkarılsın.

Eğer bunlar yapılmıyorsa bilelim ki, bizim inanmamız için oynanan bir tiyatro vardır. Biz buna inandıkça, onlar gerçekte varolan ekonomik krizin yükünü bizim sırtımıza yükleyeceklerdir.

16 yıldır sürdürülen yağma ekonomisinde deniz bitmiş, şimdi kendi sorumluluklarından kurtulmak için dış güçler yalanına sarılmışlardır.

Bu krizin faturasını, 16 yılda 350 milyar doları ceplerine indirenler, biz işçi-emekçilerin alınteri ile zenginleşenler ödesin.

Bize düşen;
Bu kriz ile neredeyse yarı yarıya azalan başta asgari ücret olmak üzere ücretlere zam istemektir.

İşten atmalara karşı direnmektir.

İğneden ipliğe, elektrikten doğalgaza, ekmekten şekere yağmur gibi gelen zamları kabul etmemek, bunun için mücadele etmektir.

Bilelim ki; biz örgütsüz oldukça, yan yana gelip beraber hareket etmedikçe, tek başına bu kabustan sıyrılmaya çalıştıkça, bu faturalar bize ödetilecek. Yönetenler, patronlar zenginliklerine zenginlik katmaya devam edecek.

Onların anti-emperyalizmi bir masaldır.

Yalanlara inanma, krizin faturasını ödememek için, örgütlü direnişe!

Bizler örgütlendikçe saldırıları püskürtecek, direndikçe kazanacağız.

Krizin faturasını krizi çıkaranlar ödesin!

KALDIRAÇ
18 Ağustos 2018

Krizin Faturasını 350 Milyar Doları Yiyenler Ödesin!

“Acaba dolar 7 TL’yi geçecek mi yoksa 5 TL’ye mi inecek?” “ Euro 8 TL olur mu?”… Günlerdir başka bir gündemimiz yok. Herkesi bir ekonomik kriz korkusu sardı. Kolay değil, kriz denildi mi başımıza geleni biliyoruz. İşsizlik, yoksulluk, kredi ile aldığımız ve işimizden olup elimizden gitmesin diye susarak köle gibi çalıştığımız ev ve arabalar ya giderse korkusu.. Kredi ile eve girmeyenlerin kira ödeyemeyip evden atılma korkusu…
Evet daha öncekilerden biliyoruz ki, ne zaman ekonomik kriz var denilse, patronlara, zenginlere bir şey olmuyor ama emeği ile, alınteri ile geçinen milyonlar için çile doldurmakla geçen, çocuklar için katlanılan hayatın dahi artık sürdürülemez hale gelmesi anlamına geliyor.

Bu kriz dış güçlerin oyunu mu?

Hatırlayalım, 2019’un Kasım ayında yapılacak genel seçimler, 1,5 yıl önceye çekilerek, geçtiğimiz Haziran ayında yapıldı. Saray rejimi, Erdoğan, yaşanan ekonomik krizi artık saklayamayacaklarını anladıklarından, erken seçime gitmişlerdi.

O zaman Rahip krizi yoktu ve seçimler öncesi dolar 5 TL’ye yaklaşmıştı.

Bu kriz, borcu boçla çeviren, rant ve yağma ekonomisinin eskisi gibi borç para bulamamasından kaynaklanmaktadır. 2002 yılında yaklaşık 100 milyar dolar olan dış borç, bugün özeli ve devleti ile toplam 450 milyar dolara ulaşmıştır. 16 yılda tam 350 milyar dolar para bu ülkeye borç olarak girmiştir.

Bu 350 milyar dolar, yollara, köprülere, havaalanlarına, inşaata ve ihalelerden alınan komisyonlar üzerinden yönetenlerin ceplerine indirilmiştir. Sadece, 2018 yılı sonuna kadar ödenmesi gereken borç miktarı 180 milyar dolardır.

350 milyar dolar borçla ekonomiyi büyüttüğünü söyleyenler, GSMH ‘yi 10 bin dolara çıkardık diye övünenler, şimdi borçlarını kapatacak borç para bulamıyorlar. Artık kredi bulmakta da sıkıntı içindedirler. Kamu bankaları yağmalanmakta, faiz ve dolar kuru aynı anda artmakta, enflasyondaki artış, onların rakamları ile yükselmekte, tüm makyajlamalara rağmen işsizlik yükselmektedir.

 

Tüm bunların üzerine gelen “Rahip krizi”, Erdoğan için bulunmaz nimet olmuştur.

 

ABD ve Trump sanki ekonomik krizin toplumda yaratacağı öfkenin Saray’a, patronlara yönelmesini engellemek için çalışmaktadır.

 

16 yıldır sürdürülen yağma ekonomisinde deniz bitmiş, şimdi kendi sorumluluklarından kurtulmak için dış güçler yalanına sarılmışlardır.

 

Bu ekonomik ve siyasal çöküşün yaratacağı öfkenin gerçek sorumluları olan Saray’a, patronlara yönelmemesi için dış ve iç düşman yalanlarına sarılarak, milliyetçiliği, ırkçılığı yükseltiyorlar, yükseltecekler. Savaş politikalarını derinleştirerek, işçi-emekçilerin, halkın kendilerini desteklemelerini istiyorlar, istemeye devam edecekler. Bu krizi daha fazla yağmayla, rantla, artan vergi oranlarıyla, BES’leriyle, bedelli askerlik paralarıyla aşmaya çalışacaklar.

16 yılda 350 milyar doları iç edenler ekonomik krizin yükünü çeksinler.

Erdoğan 100 gün eylem planında halka “Yastık altından dövizleri çıkarın. Altınlarınızı çıkartın, gelin bunları TL’ye dönüştürün.” dedi. Hangi işçinin, hangi emekçinin yastığının altında döviz var? Bizim yastığımızın altında yatağımızdan başka bir şeyimiz yok.

 

Bu krizin faturasını, 16 yılda 350 milyar doları ceplerine indirenler, biz işçi-emekçilerin alınteri ile zenginleşenler ödesin. Çıkartacakları savaşlara kendi çocukları gitsin.

 

Bize düşen;

Bu kriz ile neredeyse yarı yarıya azalan başta asgari ücret olmak üzere ücretlere zam istemektir.

İşten atmalara karşı direnmektir.

İğneden ipliğe, elektrikten doğalgaza, ekmekten şekere yağmur gibi gelen zamları kabul etmemek, bunun için mücadele etmektir.

 

Bilelim ki; biz örgütsüz oldukça, yan yana gelip beraber hareket etmedikçe, tek başına bu kabustan sıyrılmaya çalıştıkça, bu faturalar bize ödetilecek. Yönetenler, patronlar zenginliklerine zenginlik katmaya devam edecek.

 

“Acaba dolar 7 TL’yi geçecek mi yoksa 5 TL’ye mi inecek?” “ Euro 8 TL olur mu?”… Günlerdir başka bir gündemimiz yok. Herkesi bir ekonomik kriz korkusu sardı. Kolay değil, kriz denildi mi başımıza geleni biliyoruz. İşsizlik, yoksulluk, kredi ile aldığımız ve işimizden olup elimizden gitmesin diye susarak köle gibi çalıştığımız ev ve arabalar ya giderse korkusu.. Kredi ile eve girmeyenlerin kira ödeyemeyip evden atılma korkusu…
Evet daha öncekilerden biliyoruz ki, ne zaman ekonomik kriz var denilse, patronlara, zenginlere bir şey olmuyor ama emeği ile, alınteri ile geçinen milyonlar için çile doldurmakla geçen, çocuklar için katlanılan hayatın dahi artık sürdürülemez hale gelmesi anlamına geliyor.

Bu kriz dış güçlerin oyunu mu?

 

Hatırlayalım, 2019’un Kasım ayında yapılacak genel seçimler, 1,5 yıl önceye çekilerek, geçtiğimiz Haziran ayında yapıldı. Saray rejimi, Erdoğan, yaşanan ekonomik krizi artık saklayamayacaklarını anladıklarından, erken seçime gitmişlerdi.

O zaman Rahip krizi yoktu ve seçimler öncesi dolar 5 TL’ye yaklaşmıştı.

Bu kriz, borcu boçla çeviren, rant ve yağma ekonomisinin eskisi gibi borç para bulamamasından kaynaklanmaktadır. 2002 yılında yaklaşık 100 milyar dolar olan dış borç, bugün özeli ve devleti ile toplam 450 milyar dolara ulaşmıştır. 16 yılda tam 350 milyar dolar para bu ülkeye borç olarak girmiştir.

Bu 350 milyar dolar, yollara, köprülere, havaalanlarına, inşaata ve ihalelerden alınan komisyonlar üzerinden yönetenlerin ceplerine indirilmiştir. Sadece, 2018 yılı sonuna kadar ödenmesi gereken borç miktarı 180 milyar dolardır.

350 milyar dolar borçla ekonomiyi büyüttüğünü söyleyenler, GSMH ‘yi 10 bin dolara çıkardık diye övünenler, şimdi borçlarını kapatacak borç para bulamıyorlar. Artık kredi bulmakta da sıkıntı içindedirler. Kamu bankaları yağmalanmakta, faiz ve dolar kuru aynı anda artmakta, enflasyondaki artış, onların rakamları ile yükselmekte, tüm makyajlamalara rağmen işsizlik yükselmektedir.

 

Tüm bunların üzerine gelen “Rahip krizi”, Erdoğan için bulunmaz nimet olmuştur.

 

ABD ve Trump sanki ekonomik krizin toplumda yaratacağı öfkenin Saray’a, patronlara yönelmesini engellemek için çalışmaktadır.

 

16 yıldır sürdürülen yağma ekonomisinde deniz bitmiş, şimdi kendi sorumluluklarından kurtulmak için dış güçler yalanına sarılmışlardır.

 

Bu ekonomik ve siyasal çöküşün yaratacağı öfkenin gerçek sorumluları olan Saray’a, patronlara yönelmemesi için dış ve iç düşman yalanlarına sarılarak, milliyetçiliği, ırkçılığı yükseltiyorlar, yükseltecekler. Savaş politikalarını derinleştirerek, işçi-emekçilerin, halkın kendilerini desteklemelerini istiyorlar, istemeye devam edecekler. Bu krizi daha fazla yağmayla, rantla, artan vergi oranlarıyla, BES’leriyle, bedelli askerlik paralarıyla aşmaya çalışacaklar.

16 yılda 350 milyar doları iç edenler ekonomik krizin yükünü çeksinler.

 

Erdoğan 100 gün eylem planında halka “Yastık altından dövizleri çıkarın. Altınlarınızı çıkartın, gelin bunları TL’ye dönüştürün.” dedi. Hangi işçinin, hangi emekçinin yastığının altında döviz var? Bizim yastığımızın altında yatağımızdan başka bir şeyimiz yok.

 

Bu krizin faturasını, 16 yılda 350 milyar doları ceplerine indirenler, biz işçi-emekçilerin alınteri ile zenginleşenler ödesin. Çıkartacakları savaşlara kendi çocukları gitsin.

 

Bize düşen;

 

Bu kriz ile neredeyse yarı yarıya azalan başta asgari ücret olmak üzere ücretlere zam istemektir. 

 

İşten atmalara karşı direnmektir. 

 

İğneden ipliğe, elektrikten doğalgaza, ekmekten şekere yağmur gibi gelen zamları kabul etmemek, bunun için mücadele etmektir.

 

Bilelim ki; biz örgütsüz oldukça, yan yana gelip beraber hareket etmedikçe, tek başına bu kabustan sıyrılmaya çalıştıkça, bu faturalar bize ödetilecek. Yönetenler, patronlar zenginliklerine zenginlik katmaya devam edecek.

 

Bizler örgütlendikçe saldırıları püskürtecek, direndikçe kazanacağız.

 

Krizin faturasını krizi çıkaranlar ödesin!

 

KALDIRAÇ
13 Agustos 2018

 

Parlamento bitti İşçi ve halk meclislerine…

Saray Rejimi diyoruz, yerindedir. Artık, TC devleti, tüm burjuva kurumları teker teker yok ediyor.

Saray Rejimi, önce siyasal partileri yuttu. İlk yuttuğu, MHP değildir. İlk parti olma hüviyetini yitiren AK Parti olmuştur. AK Parti, bir siyasal parti değildir. Kelimenin bilinen anlamında bir siyasal parti olmaktan çıkmıştır. Gülen Hareketi ve Erdoğan işbirliğinin ürünü olan Saray Rejimi, önce AK Parti’yi yutmuştur.
Ardından Saray Rejimi MHP’yi yutmuştur.
Ve bu yutulmanın cazibesine kapılmış olmalı ki, Muharrem İnce ve Kılıçdaroğlu, birlikte CHP için bir yutulma planı hazırlamıştır. CHP, artık bir siyasal parti olmaktan çıkmıştır.
Hepsi Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.
Hepsi Saray’dan yönetilmektedir.
Saray Rejimi, yerindedir.
Tümü ile devlette çeteleşme, ranta dayalı, yağmaya dayalı ekonominin zorunlu sonucu olarak çeteleşme, Saray Rejimi demektir. Sadece inşaat işinin mafyası yoktur. Sadece ihale mafyası yoktur. Sadece enerji sektöründe mafya yoktur. Sadece eğitim sektöründe mafya yoktur. Sadece sağlık sektöründe mafya yoktur. Hemen her sektör bir çeşit mafyanın yönetimindedir.
Dahası var. Artık dinî tarikatların hemen hemen hepsi birer mafya organizasyonudur, bir yandan yüksek meblağlarda paraları yönetmektedir, diğer yandan şantaj dahil her türlü şiddeti kullanmaktadır.
İşte Bakanlar Kurulu mu deniyor, yeni kabine, tam da bu çeteleşme-mafyalaşma ilişkilerinin dışavurumudur.
Erdoğan’ın, ülkeyi bir Anonim Şirket (AŞ) olarak yönetmek istiyorum, ifadesi, şimdi Saray Rejimi AŞ olarak hayat bulmaktadır.
Parlamento, tam anlamı ile işlevsizdir, hiçtir. Parlamentoyu FETÖ’cülerin bombaladığı ilan edilmişti. Kimin bombaladığını bilmiyor olsak da, parlamentoyu kimin, neyin ve nasıl işlevsiz kıldığını biliyoruz.
Sandıklar artık anlamsızlaşmıştır.
Şimdi, Saray Rejimi, içeride ve dışarıda aynı saldırgan politikalara devam edecektir. Düne kadar OHAL ile ne yaptılarsa, şimdi “kurumsallaşmış OHAL” ile aynı şeyleri yapacaklar. Bu nedenle OHAL’in kalktığı bir yalandır.
Suriye’de ABD adına tetikçilik devam edecektir.
Filistin’de, İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesine destekleri sürecektir. Ve ABD’nin isteği ile İran’a karşı saldırılar için hamleler hazırlayacaklardır.
İçeride ise, işçi sınıfına, halklara, Kürt halkına, emekçilere, hakkını arayan herkese, saldırılarını artıracaklar. Her türlü örgütlenmeyi önlemek ve yasaklamak için uğraşacaklar. Aynı yasa tanımazlıkla, her türlü hakka saldıracaklar.
Bunalımın yükünü, ekonomik krizin maliyetlerini, işçi ve emekçilere yıkmak için her türlü yolu deneyecekler.
Biz bu devleti Tekelci Polis Devleti olarak görüyoruz. Bugün, bizim bu analizimizin daha iyi anlaşılacağını düşünüyoruz. Saray Rejimi, ancak Tekelci Polis Devleti anlaşıldığında kavranabilir.
Ve elbette, işçi sınıfının, halkların mücadelesi, özgürlük ve sosyalizm mücadelesi, ülkenin kurtuluşu demek olacaktır.
İşçi ve emekçiler, kendi güçlerine güvenmek dışında bir yolla savaşamazlar.
İşçi sınıfı, kendi gücünü ancak örgütlenerek elde edebilir.
İşçi ve emekçiler, halklar, artık hangi partiye oy vereceğiz ile oyalanmamalıdırlar. Tüm burjuva partiler tüm yönleri ile ortadan kalkmış, kendilerini imha etmişlerdir. Saray Rejimi, tümünü yutmuştur.
Artık, Saray’ın denetimindeki parlamentoya karşı, halk, işçi ve emekçiler, kendi yönetim organlarını oluşturmalıdır.
Arık, işçi ve halk meclisleri dönemi başlayacaktır.
İşçi sınıfı, her fabrikada, her ilçede, her ilde, işçi kurultayları ile bağlı, işçi meclisleri örgütlemelidir. Bu meclisler, kendi bulundukları alanı, diğer meclislerle bağlantılı olarak yönetmelidir.
Her mahallede, halk meclisleri kurulmalıdır.
Elbette bu, işçi sınıfının ekonomik örgütlenmelerini terk etmesi anlamına gelmez. Elbette sendikalarda örgütlenme devam edecektir. Hatta görev, gerçek anlamı ile militan bir işçi sendikacılığı ortaya koymaktır. Elbette ki, işçi sınıfı siyasal örgütlenmelerini de geliştirmelidir. Ama tüm bunların yanında, sokakta, halk kendi meclislerini, kendi kendini yönetme organlarını oluşturmalıdır.
İşçi sınıfı ve emekçi halkın, kendi gücünü örgütleme dışında bir yolu yoktur.

Kapitalizmin krizi derinleşiyor: Neo-liberalizmden yeni gümrük duvarlarına

Modern kapitalist-emperyalizm, birçok şeyle niteleniyor. Yakın döneme kadar “tek kutuplu dünya” ya da Kissinger formülü ile “imparatorluk” olarak adlandırılan ABD hegemonyası bunlardan biridir.

Bir başkası, “finansal çağ”dır. Büyük çaplı üretim, bununla birlikte yürüyen tekelleşme, modern pazarlamacılığın altın çağının sonunda, yeni aşama, finansal çağ olarak adlandırılıyor. Artık, diyorlar, kapitalist dünyanın altın çocukları olma işini, üretim mühendislerinden devralmış olan pazarlamacıların dönemi bitti ve onların yerine brokerlerin, borsacıların, hisse senedi simsarlarının devri başladı.

Ne olursa olsun, bir konuda ortaya konan bilgi, en kötü durumda bile, gerçekliğin bir parçasını içerir. Üstelik bilgiyi ortaya koyanların amacı bu bilgi kırıntılarını bile manipüle etmek olsa dahi.

Krizler de, buna uygun ele alınıyor.

1800’lerin sonlarında, daha çok 1870’lerin ortalarında ortaya çıkan kriz, kapitalist sistem içinde, tekelci egemenliğin ortaya çıkışı ve gelişimini ifade ediyordu. Nitekim, tekelleşmenin daha da gelişmesi ile sonuçlandı. Modern manifaktür, sermayenin merkezîleşmesi ve yoğunlaşmasının önünü açmıştı. Ve sırada büyük fabrikalar, üretimde dev “verimlilik yaratan” üretim mühendisliğine dayalı, büyük çaplı üretim vardı. İnsanın ve doğanın tahribi, elbette son derece hızlanmıştı ve sermaye egemenliği, önündeki engelleri yıkıp atmak istiyordu. Ama bu durumun bizzat kendisi, krizi büyütüyordu.

Elbette her krizde, tekeller daha büyür, sermaye daha fazla merkezîleşir. Kapitalistlerin bir kısmı, diğer kapitalistler tarafından mülksüzleştirilir.

1929 krizinin, daha da büyük bir kriz olduğu söylendi. Ve 29 krizi, aslında, tekelci sistemin açık olarak tıkandığının kanıtı idi. 1917 Ekim Devrimi ile, kapitalist-emperyalist dünya, küçülmeye başladı. Ve Sovyetler’i boğma hevesleri, henüz, tam bir sistematik, yeni bir dünya düzeni üretmiş de değildi. Bu koşullarda, komünizmi boğma süreci sürerken, kapitalist-emperyalist dünyada, kriz daha da derinleşmekte idi.

1929 krizinin borsada çöküş ile kendini dışa vurması rastlantı değildir. Finansallaşma, işte ta o dönemden beri gelişmiştir. Kapitalizm, bugünkü gibi olmasa bile, o dönemde zaten bir dünya kumarhanesine dönüşmüş idi. Finansal sermaye, o dönemde de çok ama çok önemli olmaya başlamıştı.

Ama 1929 krizi, devletin daha fazla “ekonomik” roller üstlenmesi ile aşılmaya başlandı. Ünlü altyapı yatırımlarının gelişiminin özel bir alan hâline gelişi bu dönemde başlar. Dönemin gözde iktisatçısı Keynes, devletin harcama yapmak yolu ile, işçilerde gelir oluşumunu teşvik etmesini, böylece talebin canlanmasını, aşırı üretimin tüketilmesini ve sistemin yeniden çalışmaya başlamasını öneriyordu.

Ama gerçekte, bu, daha o dönemde, çok ama çok aşırı bir üretim olduğunun kanıtı idi. Bu aşırı üretim, tüm dünyaya eşit olarak dağıtılsa, bir sorun olmayacak, belki de dünyamız, bu denli yağmalanmayacaktı. Ama bunun için, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin kalkması gerekiyordu. Üretim güçlerinin gelişimi ile, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet arasındaki çelişki, şiddetli bir dibe vuruşa neden oldu. Kriz, kapitalist sistemde, “devlet”in öne çıkarılması ile aşıldı. Gerçekte bu her zaman böyledir. Her krizde, burjuva devlet, özel roller alır. Bu bazan, “devletin rolünün azaltılması” şeklinde de ifade edilebilir. Gerçekte her durumda devlet ilave roller alıyor. Tüm burjuvaların (günümüzde tekellerin) ortak komitesi olarak burjuva devlet, onlar adına, ortak noktalarda hareket geliştirmek zorundadır. Her krizde olan budur.

1929 krizi, bize Keynes denilen bir iktisatçının savunduğu devletin rolü meselesini bıraktı. Ve günümüz burjuva sosyal demokrasisi, buna hâlâ sarılmış durumdadır. Oysa gerçekte, kapitalist-emperyalist sistem, yeni duruma adapte olmakta idi.

1980’lerde, Friedman, yeni bir kapitalist kriz dalgası içinde, çözüm olarak liberal “özgürlükleri” öne çıkardı. Böylece, gümrük duvarları indirildi, “serbest” ticaretin önü açıldı. Gerçekte, kapitalist merkezler, dünyanın geri kalan ülkelerinde, yani sömürgelerinde her şeyi kapitalist pazar ekonomisine açmayı talep ediyordu. Bu nedenle, dünya çapında sermayenin hareket olanaklarının daha da artırılması gerekiyordu. İstenen buydu ve kapitalist sistemin yeni krizi, 1970’lerdeki kriz böyle aşılabilirdi.

1929 sonrasında, İkinci Dünya Savaşı vardır.

Ardından, kapitalist sitem, Sovyetler Birliği ile bir arada yaşama politikası demek olan, soğuk savaş politikasını geliştirdi. İkinci Dünya Savaşı, aynı zamanda kapitalist-emperyalist dünyada, yeni bir dünya düzeni de demek idi. Başını ABD’nin çektiği emperyalist örgütlenme, sadece Bilderberg toplantılarında, Dünya Ekonomik Forumu’nda kendini ortaya koymuyordu. Aynı zamanda Dünya Bankası, IMF, Bretton Woods anlaşması, NATO vb. gibi örgütlenmelerde de ortaya koyuyordu. Siyasal olarak “iki kutuplu dünya” diye tarif edilen bu sistem, aslında soğuk savaş döneminin ta kendisidir.

Ama 1970’lere gelindiğinde, kapitalist sistem alarmlar vermeye başlamıştı. ABD, Bretton Woods anlaşmasına aykırı olarak, dünya çapında askerî operasyonları organize edebilmek amacı ile, karşılıksız paralar basıyordu. Bu aslında, diğer emperyalist güçlerce de bilinen bir gerçek idi. Ama komünizme karşı mücadelenin gereklerini kabul etmiş bu güçler, artık ABD’ye açıktan meydan okuma olanaklarından da yoksundular.

İşte, liberal ekonomik politika önerileri ile kapitalizmin 1970’lerdeki krizine çareler arayan Friedman, aslında bu dönemin politikalarının ifadecisidir.

Böylece, dünya çapında, önceleri liberal, daha sonraları şiddeti artırılmış tarzda neo-liberal politikalar ortaya konmaya başlandı. Doğanın, toplumun ve insanın daha büyük şiddetle yağmalanması demek olan bu politikalar, dünyayı “küçülttü” ve “global köy” nitelemeleri oldukça fazla ilgi gördü.

2008 krizi, bu neo-liberal politikaların sonunu ifade eder.

Bir; tek kutuplu dünya hayalleri çökmüştür. ABD egemenliği sorgulanmaya başlamıştır. Bugün, bu her iki noktada da, artık herkesçe görülecek kadar açık bir yol alınmış olduğu açıktır. Şimdilerde ABD’nin nasıl ve ne zaman dağılabileceği tartışılmaktadır. Meksika sınırına Trump tarafından inşaa edilen duvar, “duvarları yıkıp iki Almanya’yı birleştirmeyi savunan neo-liberal ruh” ile tamamen aynı şeydir. Çelişkili gibi görünmesi, günlük mantıkla ele alındığındandır. Gerçekte, ABD dün ne istiyorsa bugün de onu istiyor, tekeller dün ne istiyorsa bugün de onu istiyor. Ama durum, güçler dengesi vb. değişmiştir. Şimdi, duvar inşa eden üç ülke vardır; biri ABD’de, Meksika sınırı yeridir. Amaç Teksas’ın kopmasını önlemek midir? İkincisi İsrail’dir, yer Filistin sınırıdır, kendi varlığını korumak için midir? Üçüncüsü Türkiye’dir ve yer Suriye sınırıdır, Kürdistan’ın birleşmesi korkusundan mıdır?

2008 krizi, ünlü iktisatçıların sözleri ile, sadece hisse senetlerinin buharlaştığına sahne olmadı. Aynı zamanda, fizikî olarak ayakta duran binaların, likit olmayan varlıkların da buharlaştığına sahne oldu.

2008 krizi, özelleştirme yaygaralarının başında gelenlerin, devletin kendilerini kurtarmaları gerektiğini anlatmalarına sahne oldu. Krizden önce, 250 milyar dolar değeri olan Citi Bank, Rockefeller ailesinin ünlü bankalarından biri, CIA’nın örtülü operasyonlarında görev almış olan banka, 25 milyar dolara Çinlilere satılma tehlikesi geçirdi. Rockefeller, devleti bankayı Çinlilere satmakla tehdit etti. Ve devlet, 25 milyar dolara satılması gündeme gelen bankaya, 360 milyar dolar koydu. Banka kurtuldu, ve bugün bu banka, hâlâ aynı ailenin mülkiyetindedir.

2008’den beri 2008 krizi sürmektedir. Devletler, bu süreç içinde, neo-liberal politikacıların bir dönem önce savunduklarının tersine, banaların ve finans kuruluşlarının borçlarını devralıyor. Dikkatli olun lütfen, bankaları ve finans kuruluşlarını doğrudan devralmıyor. Onların ederlerinin kat kat üstündeki borçlarını devralıyor.

Hepsi mi?

Hayır. Hiç hepsini olabilir mi? Elbette, en gereklilerini. Tekelci kapitalizmde devlet, tüm burjuvaların ortak devleti değildir, bazılarının daha fazla ortak devletidir.

Aslında, bu önlem, krizi daha fazla artırmaz mı? Eğer bu soru aklınıza gelmiş ise, doğru noktadan yakaladınız, ama soru yanlış demektir. Doğru noktadan yakaladınız, çünkü gerçekten de artırır. Ama soru yanlış, çünkü bu önlem, krizin faturasını halka yıkmak demektir. Devlet, bu parayı ancak bu biçimde oraya koyabilir.

2008 krizinin, bugüne kadarki süreçte bize gösterdiği bir başka şey, devletlerin karşılıksız para basma hızlarının çok ama çok artmasıdır. Aslında bu karşılıksız para basma, doları dünya para birimi hâline getirmiş olan ABD’nin 1970’lerden beri uyguladığı bir şeydir. ABD, açıkça Bretton Woods anlaşmasından çekilerek, para basması için altın karşılığı olması gerektiğini zaten reddetmişti. Bu aslında, dünya çapında, uluslararası ticaret ve onun ihtiyaç duyduğu hukuk açısından gerekli olan zeminin boşaldığı anlamına gelir. Hiçbir değeri olmayan ABD dolarları piyasalarda dolaşmakta, gerektiğinde Irak operasyonunda dağıtılmakta, gerektiğinde Afganistan operasyonunda kullanılmakta, gerektiğinde Suriye’de savaşçı satın almak için kullanılmaktadır.

Burada, Erdoğan’ın mesela şöyle bir soruyu kendine sorması gerekmez mi? Adam matbaa kurmuş, habire dolar basıyor, ben Erdoğan olarak, koskoca İslam dünyasının hikmetinden sual edilmeyen lideri olarak, bu dolarları avlamak, biriktirmek vb. için çaba harcıyorum, bu saçma değil mi? Öyle görünüyor ki, Erdoğan bu soruyu kendine sormuyor. Yazık, belki de La Casa de Papel filmini de Melih Gökçek gibi fırsat bulup seyretmemiştir.

Peki bu karşılıksız basılan paralar, ilerde daha büyük bir krizi biriktirmez mi? Elbette. Ünlü iktisatçının, paranın, hisse senetlerinin buharlaştığını daha önce görmüştüm, ama 2008 krizinde binaların da buharlaştığını gördüm demesinden anlaşılıyor ki, bu para basmanın da bir sınırı var.

2008 krizi sonrasında biz, bir de en ünlüsü Bitcoin olan yeni para biçimleri ile karşılaştık. Günümüz kapitalizmine kumarhane kapitalizmi diyenleri haklı çıkaracak biçimde. Ama biraz da ilerisinde değil mi? Eğer bu elektronik paraları sadece kumarhane mantığının içinde ele alırsak haksızlık olur. Belki de kumarhanelerin de sonunun işaretidir. Şimdilerde karşılıksız basıldığı ortaya çıkan, tüm ülkelerin para birimlerinin çöküşünün ön habercisi olmasınlar? Kumarhanelerin sonu olmasınlar?

2008 krizi, aynı zamanda, negatif faiz dönemi de oldu. Elindeki fazla parayı bankalara, karşılığında bir faiz almadan koyan mudiler, mevduat sahipleri, Ricardo ve Adam Smith’in varsayımlarının tersine, “rasyonel” davranmıyorlar demektir. Öyle ya, parası olan kişi, bunu, sadece limitli bir gelire razı olacaksa, bankaya faize koyacaktır. Oysa, finans dünyası, bu faizi vermek istemiyor. Bunun yerine paranın, borsaya, birbirinden parlak gelecek vadeden kağıtlara yatırılmasını istiyor.

Ama aradan geçen 10 yıla bakıldığında bu negatif faiz uygulamasının da sonuna gelindi.

IMF, “Mali İstikrar” başlıklı bir rapor yayınladı. Raporun yayınlanma tarihi, 21 Nisan 2018. Yani yenidir. Bu raporda, işlem gören kâğıtlara ilişkin bilgiler var. Hâlihazırda, bugün itibari ile, dünyada işlem gören “türev finansal araçlar”ın toplamının 600 trilyon dolar olduğu söylenmektedir. Rapor bunu yazıyor.

Bir şirketin, kendi maddi varlığını, hisse senetleri şeklinde ortaya koyup, bunu mesela borsaya, yani kumarhaneye açması, bu kâğıtları alanlar için “kâğıtlara yatırım” olarak ele alınır. Bu işlem birinci elden bir işlemdir. Ama bir de bunu temsilen çıkarılan kâğıtlar var ki, bunlar “türev finansal araç” olarak anılırlar. Bizde ilgi çekici işlemler oluyor. Mesela, 4 proje, doğrudan hazine garantisi ile işliyor: Avrasya Tüneli, Osmangazi Köprüsü, Üçüncü Boğaz Köprüsü ve Üçüncü Havalimanı inşaatı. Bu projelere kredi veren kuruluşlar, yapımcı, yüklenici firmaların varlıklarını, teminatlarını kabul etmiyorlar. Mesela Ziraat Bankası’nın verdiği teminatları kabul etmiyorlar. Devlet hazinesinin garantör olmasını istiyorlar. Bu da, elbette, hazineye akan gelire ipotek koymak demektir. Ve hükümet, bu kez, Kanal İstanbul projesini ele alıyor. Öyle anlaşılıyor ki, İstanbul’u, her tarafı denizle çevrili bir şehir devlet olarak organize etmek isteyen ve böylece onun kontrolünü sağlayabileceğini düşünen proje sahipleri, aceleciler. Bunun için de Erdoğan bastırıyor. Bu işte de sonuçta büyük yağma ve rant var. Erdoğan için bu rant yeterlidir. Ve bunun için kredi gerekiyor.

Bu kez, uluslararası finans kuruluşları, bu krediyi vermek için hazine garantisini kabul etmiyorlar. Öyle ya, hazine zaten diğer kuruluşlara garantör olduğu için çökmüş durumdadır. Bu durumda ise, varlık fonu organize ediliyor. Varlık Fonu’na, gelir getiren bazı işletmeler alınıyor, mesela THY, mesela Çaykur, mesela Telekom vb. Bu işin başına da Jöleli lakaplı Yiğit Bulut getirilmiş gibidir. Belki de fikir babası odur. Ve şimdi, bunun üzerinden kredi aranıyor. Ama zaten hazine gelirlerinin bir bölümü, devlet iştirakı olan bu kurumlardan gelmektedir. İşte bu işlem aslında bir türev işlemdir. Temsilcinin temsilcisi diyebilirsiniz.

600 trilyon dolar ne demektir?

Dünyanın 190 ülkesinin milli gelir hesapları düzgün tutuluyor. Bu rakam, bugün 78 trilyon dolardır. Yani, sadece işlem gören “türev finansal araçlar”ın toplamı, fizikî gelirin 7,6 katıdır. Bu kapitalist sistemin sadece bir “kumarhane” olmadığının, aynı zamanda hayalî bir varlığa dönüştüğünün kanıtıdır.

Şimdi, 2008’de başlayan ve 10. yılını dolduran krizin ortadan kalktığını mı görüyoruz?

Hayır.

Trump’lı ABD, dünya çapında açık bir ticari savaşı ilan etmiştir. ABD, uluslararası alandaki pek çok anlaşmadan tek taraflı ve uluslararası hukuku hiçe sayarak çekilmekle kalmamıştır. Dahası, dün dile getirdikleri kuralları da değiştirme iradesini ifade etmiştir.

Davos’ta, gümrük duvarlarını yükseltme isteğini dile getirdiğinde burjuva iktisatçılar da biraz şaşırmıştı. Oysa şimdi, Trump, D7 ülkeleri ile kavgaya tutuşmuştur. Açık olarak Kanada Başbakanı’na hakaret etmiştir. Bunlar acaba sadece, Trump’ın delilikleri olarak mı açıklanacak? Yoksa, bu deliyi öne çıkartan sistemin, ABD sisteminin ihtiyaçlarını mı ifade etmektedir?

Trump ne kadar saygıyı hak etmiyorsa, Erdoğan da o kadar hak etmiyor, peki ya Macron, o saygıyı hak ediyor mu? Ya May, o hak ediyor mu? Aslında bu örnekler, dünyada yeni bir dönemin açık işaretleridir.

ABD, çelik konusunda gümrükleri yükselteceğini ilan etti ve Çin’i hedef gösterdi. Oysa Çin’den ABD’nin çelik ithalatı düşüktür. Daha doğrusu, ABD çelik ithalatındaki ilk 10 ülke arasında Çin yoktur.

6 Temmuz günü, karşılıklı olarak ABD ve Çin arasında, gümrük duvarları %25 oranında yükselmiştir. Aynı gün Rusya, ABD’ye yanıt olarak gümrük duvarlarını yükselttiğini ilan etmiştir.

İlgi çekici olan şeylerden biri de şudur: ABD, Çin’e karşı gümrük duvarlarını yükseltme naraları atarken, beklendiği gibi, çelikten söz etmiyor. Zaten etmemesi gerekir. ABD, daha çok, havacılık, iletişim ve robot teknolojilerinden söz ediyor. ABD, açık olarak, Çin’in bu alanda ilerlemesini engellelemek istiyor ve bunun garantisi alınırsa, gümrük vergilerinin düşürüleceğini ifade ediyor. ABD, bu tür şeyleri istemeye alışıktır. Mesela Türkiye’deki Saray Rejimi’ne, Cargill’in isteklerini iletip, şeker fabrikalarının tasfiyesini talep etmişlerdir. Erdoğan bunun karşılığını aldığı sürece sorun yoktur. Tarımı tümden yok etmemişler midir?

Ama sıra Çin’e geldiğinde işler değişmektedir. Çin ve Rusya’nın misillemesi ticari savaşın ne boyuta geleceğinin kanıtıdır.

Aynı süreç AB ve ABD ilişkilerinde de geçerlidir.

Tüm bu süreç, savaşın yaklaştığının kanıtıdır.

Rusya ve Çin’in, savaşı istememeleri, ABD’yi savaş olmaksızın durdurma niyetleri, görüldüğü gibi işe yarayacak gibi değildir.

Bu, kapitalist sistemin krizidir. Ve 2008’dekinden daha büyük bir dalgayı ifade etmektedir.

Kapitalist dünya sistemi, kapitalist-emperyalizm, ömrünü fazladan sürdüren, üretici güçler tarafından çoktan aşılmış olan bir sistemdir. Ömrünü fazladan uzatabilmesi, olanakları ve örgütlü gücünün eseridir. Demek oluyor ki, fazladan ömür süren bu çirkin, çürümüş, şekilsiz canavar, daha çok ama daha çok, dünya işçi sınıfının örgütlüğündeki eksiklik, dünya proletaryasının gücünün eksikliği nedeni ile hayatına devam edebilmektedir.

Kapitalizm kendi krizleri sonucu, otomatik mekanizmalarla yıkılmaz. Kapitalizmi yıkacak olan, işçi sınıfının eylemidir.

Kapitalizmi yıkmak, yeryüzünü, dünyayı bir şekilsiz canavardan da temizlemek demektir. Doğanın ve insanın geleceği açısından kapitalist sistemin her günü tahrip demektir.

Tüm dünyada, paralel örgütlenmelerin, aynı anda gelişecek eylemliliklerin önemi artmaktadır.

Dünya işçi sınıfı, enternasyonalist bir örgütlenmeyi geliştirmeyi öğrenmek zorundadır.

Dünyanın her parçasındaki işçiler, fabrikalara, çalıştıkları yerlere el koymayı, onları doğrudan yönetmeyi hedeflemek zorundadır.

Dünya çapında yükselen gerici, savaş yanlısı, ırkçı dalgayı durdurmanın, gelişen karşı-devrimi dağıtmanın yolu, dünya işçilerinin kapitalizmi yıkma mücadelesini yeniden yükseltmeleridir.

 

 

Ekonomik ve toplumsal “çöküş”

24 Haziran seçimlerinin ardından, Saray Rejimi daha da kurumlaşmaya çalışıyor. Saray Rejimi, adına başkanlık veya cumhurbaşkanlığı sistemi denilen, “yerli ve milli” sistem olarak sunulan organizasyon, efendiler, daha açık konuşacaksak, ABD tarafından tezgâhlanmıştır. ABD, açık olarak bölgede tetikçi rolünü üstlenecek bir ülke istemektedir. NATO, son seçimlerde bu işin arkasına geçmiştir. İnce’nin Erdoğan sistemini aklama girişimlerinin nedeni budur. OHAL koşullarında yapılan, her tarafından hile, yalan ve kan damlayan bir seçim “zaferi”ni kutlamak ancak İnce için bir “incelik” olabilir. Hırsızı zaferinden dolayı kutlama nezaketi, katili zaferinden dolayı kutlama inceliği gibi.

Şimdi tüm sistem, tüm partiler, hepsi birlikte, NATO organizasyonu halini almış olan bu değişikliği, Saray Rejimi ile birleştirerek halka kabul ettirmeye çalışıyorlar. Buradan anlaşılıyor ki, daha büyük şiddet, daha fazla kan, daha fazla yalan, daha büyük talan, daha büyük acılar, daha fazla yağma ile Tekelci Polis Devleti, halkın ve işçi sınıfının üzerine gidecektir.

Ama, ne yazık ki, herkesi sustursalar da, herkesi yalanları ile besleseler de, herkesi baskı altına alsalar da, bunun çelişkisiz bir yönetim, dikensiz bir gül bahçesi olması mümkün değildir.

Saray Rejimi ve başında Erdoğan, dikensiz gül bahçesinde dolaşacağını hayal ediyor olabilir. Ama galiba bu güce, Bahçeli ve İnce, daha fazla inanmaktadır.

Şimdi, tiyatronun ilk perdesini kapatmış durumdadırlar. “Zafer” kutlamaları yapılmıştır.

“Mustafa Kemal’in askerleriyiz”den başka söz söylemeyen İnce-Kılıçdaroğlu CHP’si, bu tiyatronun halka gerçek diye yutturulmasını sağlayanlardır. Ve şimdi, eski Türkiye yerine, “yeni Türkiye” koyma iddiasındadırlar.

Saray Rejimi, seçimden önce de bu yolda idi.

Sadece seçim ile, İnce ve ekibi, halkı sisteme yeniden ısındırma işlevini görmüştür. Bir kere daha aldatılmışlık duygusu dışında değişen bir şey yoktur.

Bu seçim tiyatrosu, aslında, çaresizliklerinin bir ürünüdür.

Yoksa değişen bir şey de yoktur.

Tüm toplumsal gerçekler, tüm sorunlar hâlâ ortadadır.

Ekonomiyi mi toparlayacaklar? Halka, güven mi verecekler? Baskı ve şiddet, kan ve acı dışında bir yolla, yalan ve talan dışında bir mekanizma ile mi işleri yürütecekler? Elbette ki hayır.

Ciddi bir ekonomik ve toplumsal çöküş yaşanmaktadır. Ve bunu hiçbir yalan örtmekte başarılı olamayacaktır.

Bu toplumsal ve ekonomik “çöküş”ün belli başlı alanları açık ve ortadadır.

1- Ekonomi, iflasa yakındır. Dış borçlar 454 milyar dolardır. Cari açık sürekli büyümektedir. Ve büyük ölçüde kaynaklar, yağmalanmaktadır, yağmalanmıştır. Bu koşullar altında, dışarıdan para akışı ile, bu işin sürdürülmesi mümkün değildir.

Diyelim ki, Kıbrıs için alacakları bir para olacaktır. Peki bu, durumu çözecek midir?

Ekonomik büyüme alanı büyük ölçüde inşaat, buna dayalı rant, ranta dayalı yağmadır. Ülkede gerçekleştiği söylenen ekonomik büyüme, büyük ölçüde inşaat alanına aittir ve bu inşaat alanından, bir katkının gelmesi mümkün değildir. Üretime, fabrikaya dayalı bir gelişim olmuş olsa idi, bunun belli bir büyümeyi sağlayacağı açık idi. Ama süreç böyle olmadı. Ve bu durumda, borçların döndürülmesi, döngünün devamı, büyük ölçüde dışarıdan akabilecek kaynaklara bağlıdır. Ve bu kaynakların akmasındaki aksilikler, ciddi bir kırılmayı ortaya koymuştur bile.

Devlet planlarında, 2018 yılı için öngörülen dolar kuru değeri, 1,87 TL’dir, oysa gerçekleşen kur, bunun 2,5 kat üzerindedir ve daha da yukarıda olacağı anlaşılmaktadır.

2- Borçlanma süreci, ciddi bir darboğazı da beraberinde getirmektedir. Hazine garantili kredilerle yapılan projeler, teker teker patlamışlardır. Erdoğan, o kadar gerçeklikten kopmuştur ki, 330 bin TL’lik bir Mercedes’in pahalı olmadığını iddia etmektedir. O kadar gerçeklikten kopmuştur ki, köprülerden parası olan geçsin, demektedir. Ama köprüden geçin ya da geçmeyin, hazine, geçiş paralarını ödemektedir.

Bu nedenle, artık kredi bulmakta da sıkıntı içindedirler. Kamu bankaları yağmalanmakta, faiz ve dolar kuru aynı anda artmakta, enflasyondaki artış, onların rakamları ile yükselmekte, tüm makyajlamalara rağmen işsizlik yükselmektedir.

Daha şimdiden, bankaların ellerinde ipotekli konut miktarları büyük bir yüke dönüşmüştür. Ülkenin en kârlı kuruluşlarından bir olan Telekom, hırsızlık ve soygun sonucu, borçlarını ödeyemez duruma gelmiş ve borçlu olduğu Akbank, Garanti ve İş Bankası tarafından devralınmaktadır.

Devlet, bankaların riskli borçlarını, tahsil edemedikleri kredilerin yüklerini bankalardan devralmış, garanti kredi fonu ile, batakta olan kredileri kamuya devretmelerini sağlamıştır.

3- Savaş harcamaları sürekli yükselmektedir. BMC askerî bir üretim hattına döndürülüp, Şems olduğunu ilan eden Sancaktar tarafından alınmıştır. Şimdi BMC eli ile özel sektör adına silâh üretimi için çalışmalar yapılmaktadır. Kırıkkale yerine BMC geçince, ekonomi mi düzelecektir? Bu yolla savaşın finansmanı mı sağlanacaktır?

Afrin işgalinde, “yerli ve milli” malzemeler kullandıklarını ifade etmelerinin nedeni budur. Aynı şekilde, acaba Kürt devrimine karşı kullandıkları silâhları da yerli hâle mi getirecekler? Peki bu, savaşın ekonomik yükünü mü azaltacak?

Bu nedenle, artan oranda, vergiler ile, tüm maliyet, işçi ve emekçilerin halkın üzerine yıkılmaya başlanacaktır.

Seçimler bitmiştir, şimdi, vergilerle halka yüklenme dönemi başlayacaktır. Zaten zor durumdaki işçi ve emekçiler, daha ağır vergiler ile karşı karşıya kalacaktır.

4- Şirketler, boğazlarına kadar borca batmıştır. 2018 yılı içinde, borçlarını yapılandırma istekleri, büyük şirketlerden peş peşe gelen girişimlerle gündem olmuştur ve toplam ertelenmesi istenen, yapılandırılması istenen borç miktarı, daha şimdiden 20 milyar doları bulmuştur.

Sadece büyük şirketler değil, küçük şirketler de borç batağındadır. 2018 büyük iflasların yılı olmaya adaydır.

Bu borçluluk, sadece şirketleri ilgilendiren bir durum değildir. Konut kredileri ve bireysel krediler yolu ile, tüm halk borç batağındadır.

İşçiler, bireysel krediler ve kredi kartı borçları ile, tüketim toplumu baskısı altında, borç batağındadır. Rakamlar, gelecekteki 12 aylık gelirin, bugünden harcanmış olduğunu göstermektedir.

Ekonomistler, önemli olan borcun miktarı değildir, önemli olan bunu döndürebilmektir, diye masal anlatıp durmuşlardır. Bugünlerde, bu masal, onların ağzından eski tonda dile getirilemez duruma gelmiştir bile.

5- Bunlar, ciddi bir toplumsal çöküşü de beraberinde getirmektedir.

Bir yandan dinî değerler pazarlanmakta, diğer yandan ise, fuhuş, eski genelev sisteminden çıkartılarak, genç kadınların bedenlerinin pazarlandığı biçimlere dönüştürülmektedir. Pazarın genişlemesi, her şeyin satılık hâle gelmesi, toplumsal değerleri hızla çözmüştür. Paranın alanının genişlemesi ile birlikte, ona paralel olarak, toplumsal dejenerasyon yaygınlaşmaktadır.

6- Egemen kılınan rant ekonomisi, yağma ve talan, birçok alanı olduğu gibi, tarımsal alanı da çökertmiştir. Ülke tarımı, Cargill’in istekleri doğrultusunda, uluslararası sermayenin çıkarlarına uygun olacak şekilde darmaduman edilmiştir.

Bu sadece bir ithalat meselesi değildir. Bu, aynı zamanda, tarımsal açıdan kendine yeterli olan ülkenin tarımının çöküşüdür. Bu çöküş, giderilemez tahribatlar üretmiştir, üretmektedir.

İthal edilmeyen ürün kalmadığı gibi, tarımsal alanda çalışmak neredeyse utanılacak bir başarısızlık olarak algılanır hâle getirilmiştir.

7- Sağlık alanı da, tümü ile, özelleştirme politikaları ile ele alınmış, akıl almaz operasyonlara açık hâle getirilmiştir. Her sektörde olduğu gibi, bu alanda da bir mafya yaratılmıştır. Sağlık, tam bir rant kapısı hâline getirilmiştir. Özel şirketler, sağlık alanınındaki tüm insanî ve bilimsel, tıbbî değerleri yerle bir etmektedir. Ülkede en kârlı kuruluşlar sağlık alanında yer almaktadır.

8- Eğitim, tümü ile, iki eğilim arasında paspas edilmiştir. Bir yandan kalitesizleşen ve dinileşen bir devlet eğitim sistemi geliştirilmiş, bu geliştiği ölçüde insanların özel okul arayışları artmış ve özel okullar büyük teşviklerle sürekli büyütülmüştür.

Son dönemde Anadolu Liselerine ve tarihi, geçmişi olan üniversite ve fakültelere dönük saldırılar, tam da bu özelleştirme sürecinin önünü açmak içindir.

Eğitim, tümü ile, iflas etmiştir. Sabah kalkıp sınav kaldırmak, sonra yeniden sınav koymak gibi politikalar, gerçekte eğitim alanını bir rant alanı olarak ele almanın ürünüdür.

Bu iş o kadar hoyratça, o kadar aymazca yapılmaktadır ki, herhangi bir kararın geçerlilik süresi haftalara indirilmiştir.

9- Tüm bunlarla birlikte, kentler yağmalanmış, yağmalanmaktadır. Doğanın yağması, kentlerin rant üretecek tarzda “organize” edilmesi, büyük kârlara kaynaklık etmektedir.  Kentler yaşanmaz hâldedir. Ülkenin her kentinden akıl almaz göçler gerçekleşmektedir. Nüfus kentlere yığılmakta, kentler yağmalanmakta, yaşam alanları yok edilmektedir.

Bu yağma ve talan, büyük tahripler yaratmakta, tahrip artıkça, rant büyümektedir.

Kentlerin ulaşımı da bunun bir parçasıdır.

10- Tüm bunlara bağlı olarak toplumsal ve ekonomik çöküş, birlikte derinleşmekte, boyutlanmaktadır.

Devlet çarkı çeteleşmektedir. Devletin her kurumu bir çetenin egemenlik alanı hâline gelmiştir, bunun daha da arttığını görebiliyoruz.

Ekonominin her alanında çeteler egemendir. İnşaat işinin nasıl bir çetesi-mafyası varsa, sağlık alanın da bir çetesi, mafyası vardır. Bu, ekonominin her alanında böyledir. Tarımda da böyledir, eğitimde de böyledir.

Devletin şiddeti ile, bu şiddetin bir parçası hâline gelmiş olan çetelerin egemenlik alanları büyümektedir.

Her yıl, trafik kazalarında, 3.000 insan öldürülmektedir. Artık bu kanıksanmıştır. Kadına dönük şiddet sınır tanımaz noktadadır. Her yıl 3.000 kadın, cinayete kurban gitmektedir. Cinsel suçlar had safhaya varmıştır. Çocuklara dönük cinsel suçlar, evlilik yaşının 3 mü, yoksa 5 mi olması gerektiği fetvaları arasında yükselmektedir. Ülkede her yıl, 10 binden fazla çocuk, kaçırılmaktadır. Kayıp raporları bizzat bunu söylemektedir.

Tüm bu ekonomik ve toplumsal “çöküş”, geçici de değildir.

Şiddet ve para, tüm toplumsal ilişkileri düzenleme aracı hâline gelmiştir. Sistem, bizzat bunu teşvik etmektedir.

Bu süreçten işçi ve emekçilerin payına düşen, acı, gözyaşı, yoksulluk, işsizlik, iş cinayetleri vb.dir. Daha çok vergi ödemek, daha fazla inlemek, sağlıkta ve eğitimde çaresizlikle rant ekonomisinin dişlileri arasında kalmaktır. Her gün, yaşam alanlarının daralması, her gün daha fazla horlanma ve aşağılanmadır. Ordusu, polisi, çeteleri, yargısı, adaletsiz sistemi, rant ekonomisi, basını, dini ile örgütlü olan burjuvaların karşısında, örgütlü olan egemen  güçlerin karşısında, örgütsüz bir varlık olarak işçi sınıfının ve halkın gerçekliği, her zaman aşağılanma, ezilmişlik, yokluk ve yoksulluk, açlık ve işsizlik olacaktır.

Bunu değiştirmenin, örgütlü bir güç olmak, direnerek örgütlenmek dışında hiçbir yolu yoktur. Bu gerçeği acılar içinde öğreneceğimiz bir süreç önümüzde durmaktadır. Oysa hayatı yaratan, tüm değerleri yaratan, işçi sınıfı ve onun emeğidir.

The October Revolution At Its 99th Anniversary

The October Revolution will have left astern its 99th year. Not even a hundred years, 99 years ago, did the mankind try to build a system with a man willpower by challenging the blind rules of social history. The mankind realized a great revolution in the wake of shaping the World according to the humanity’s thousand-year dreams.

The first time in history, proletariat and the oppressed took over the power from the feudal lords and the bourgeois. The bourgeois system got wounded massively which started its extinguishment from the stage of history, together with its past cognates – the feudal and the slavery.

The capitalist World system which comprises imperialist Powers in the center and the exploitees in periphery fragmentized.

The mankind carried their insurrection to the victory, the takeover of the power against the man’s slavery to man, to exploitation, to every kind of discrimination and humiliation.

Russian Tsarism’s prison of the peoples was overthrown with rallying cries of socialism and freedom. Proletariat came into power with equality and freedom demands.

The mankind started to build a new world with their own hands.

When examined today, we are talking about a socialist experience which disintegrated in 1989 and decayed within itself.

The imperialist powers started to siege the Soviet Union. To hinder the expansion of the revolution, every imperialist power, Japan, England and so on, waged war against the Soviet revolution. They supported the White Army of Denikin and strived to devour the country. From the first day, they tried to suffocate the new revolutionary power with starvation and poverty.

The imperialist powers, to begin with England, left no stone unturned to prevent the revolution to spread over the peripheral countries. They quashed the revolution in Germany in 1919. The fascism which was grew fat with the support of imperialism in the 1930s is the clearest example of the counter-revolution to suffocate the revolutionary struggle of the Ger-man proletariat. Likewise, the Soviet Union started to be sieged in order to stop the revolution igniting the uprising in the exploited countries.

The October Revolution meant the overthrow of bourgeoisie by the laborers on the one hand, and on the other it meant the freeing of the peoples in the Tzardom which were once called ‘the prison of the peoples’. Against the impact of the revolution, the imperialist centres organized the counter-revolution of the world and put the peoples’ annihilation and the anti-communist war forward.

Eventually, the revolution could not spread by leaps.

Even if the revolution had dismembered the world’s capitalist chain’s link from a point, it started to be trapped in certain boundaries.

Today, before 2017 – the 100th year of the October Revolution, the world offers opportunities to the expansion of the revolution. Today the socialist revolution will spread more rapidly.

Today the context in which the world’s capitalist system extends, the internationalization of the capital enables more possibilities. Today the communicational opportunities offer more chances to this. And of course, we have the socialist experience of 99 years from several countries. That is to say, the world’s revolutionary movement’s heritage provides possibilities for this.

On the other hand, today as distinct from the October Revolution’s time, ‘the regions’ together with the countries become the weak links in the world’s capitalist system. For instance, in this ‘old world’s significant part, namely in the Balkans, the Caucasus, Mesopotamia and Anatolia, a revolution developing in a country will affect the others to a large extent.

These similar circumstances are also valid for Latin America. Of course this has historical, geographical, economic and political reasons. But this situation has the possibilities of revolution to spread rapidly.

We call this as the 1st important point, the revolution has more possibilities of expansion when compared to 1917. We are not talking about subjective situation, but an objective one.

The second point is that a revolution that succeeds will have more opportunities than the October Revolution when it comes to take measures to surpass the meta-commodity and money horizon.

One of the reasons for that is the system’s level of economical-technical development. Compared to yesterday, it is much more possible to make many arrangements. For instance, cards like credit cards make it avail-able to limit the money circulation and meta economy by this way. For instance, today there has available technical infrastructure to meet human needs without working more.

And of course, there is a socialist experience which gives possibilities to make these changes with great strides from education to health, from transportation to accommodation problems and so on. This experience does not only consist of Soviet Union. It also consists of the other socialist countries’ experience and it is a common experience of world revolutionary movement.

Today a revolution developing in the region that we are located has a potential of putting into practice a socialist federation of the peoples. This also means surpassing “nation state” conception in a different manner. Therefore, socialism has great potential possibilities at the outset. A revolution developing in the Balkans, the Caucasus and the Middle East with a socialist and emancipatory maxim and progressing on a volunteer basis means the real opportunity to move the October Revolution’s fire much more forward.

It will be much more difficult to suffocate and trap a revolution developing on that base.

In the 99th year, it is needed to understand the October Revolution on this basis.

No doubt will there be a lot of mistakes in our socialism as in the Soviet experience. But if we become good learners, the experience of world revolutionary movement and the 99 years of experience in power will teach us a lot.

Unfortunately, today the world revolutionary movement is subjectively still weak. World labour movement is weak. The period starting with the disintegration of the Soviet Union erodes the faith to the working class and revolutionary movements. The working class has started to lose their ideology and faith in many places. Even after 27 years, this situation still sustains. On one hand the capitalist system which has become a monster prolonging its own life gets closer to be demolished, on the other hand the world revolutionary movement and labour movement still cannot build up from a subjective point of view.

First and foremost, the world revolutionary movement does not hold an international union and they are still far away from having that.

This situation is the most important problem to overcome.

As the revolutionaries of this region, we are able to observe the revolutionary objectivity developing here today. This is not an automatically positive result of course. From now on, the experience the world revolutionary movement no doubt shows that the imperialist powers, the world reactionism will not hesitate to do anything not lose their heaven. Therefore, we cannot be as narrow-minded to infer a positivity from the objectivity automatically. We see that the class struggle is sharpening and we are living in an era expecting harder struggle.

Anyhow in all the region, the pain arising from the capitalist plunder exceeds a threshold and now a will of freedom and equality is being ferment-ed again.

When compared to 1917’s before, we think that we are more advantageous. Both the freedom of the peoples and the struggle for the emancipation if the working class and the humanity will improve in a stronger way again.

Revolution and socialism has not yet swept the world, but we also can see that the capitalism has come to the limit, this system of exploitation and plunder, humiliation and slavery has come to an end.

Today it is a clearer truth that revolution and socialism, a world without classes, wars and exploitation is not only revolutionaries’ dream. On the contrary, there is no way to be the salt of the earth.

The imperialist war of sharing which is waged as a war of plundering against the people with the cooperation of imperialist powers and their local/regional co-conspirators has resulted with a darkness far beyond the medieval. The capitalist system has become a shapeless monster because of passing its death time. They think that they will provide their future by eliminating the humanity. Therefore they activate their bloody gangs everywhere in the world. This is a darkness, worse than the medieval.

To stay as a human being is not possible without resistance to that, with passing by and staying silent.

In the 99th year of the October Revolution, world has again become the board of a new imperialist war of share. This war is taking more dangerous shapes.

The October Revolution put an end to the sharing of the world and today it is again possible to stop this war by a sequence of socialist revolutions. We the world’s revolutionaries paid all the price of our mistakes with the disintegration of the socialism in 1989. Now we should turn our eyes to the rising period. The October Revolution could not make the world change. But today, this process still continues and a more powerful rise will provide this. Forward for revolution, either socialism or death!

“Arab Spring” And The Battle-Cries At Middle East

Is civil war close-by or has it already begun in Syria? Is Syria the attendance of the riot which has started in Tunisia?

The rebellion has suddenly begun against violence and compulsion in Tunisia. That riot, which spread to close countries, had made imperialist powers frightened.

When the riot spanned to the Egypt, the fear has increased. The imperialist powers, the dominant powers were in fear.

But the manipulation in Egypt has gained the day extremely. The real owner of power, the military had been put in circuit against the power.

The power was captured by the military but any liberal from Turkey shouted that “there is a military coup”. It is oddly that the press of United States and West countries which have rejoiced at ‘Arab spring”, ignored the military coup of Egypt.

Popular movement in Tunisia and Egypt are different than the others.

For instance, let’s treat Libya.

Is there a “civil commotion” in Libya? Stipendiarians who have trained in Qatar and military base of U.S, sent to Libya’s army which is already based on paid military service. According to statements, the number of soldiers is 2000 nowadays. Now, U.S. comments proudly that trained “public” is trained by itself in Qatar. So, it is known. These troops who had a civilian clothing here, are disposed the strategic point with guns in Libya. And finally, street demonstrations have begun. They tried to spread gradually, and conclusively the Western facade intermeddled by under the umbrella of NATO. The war has begun in Libya. No-fly zone was constituted and eventually Gaddafi was butchered.

Prior to the war in Libya, the national income per capital was 17.068 $. Currently, there is a civil war in Libya. The people, who were fighting in Libya, were brought to Turkey. And today, these people have occupied the Consulate building of Libya in Turkey. War had begun among the tribes in Libya. Libya’s oil and natural gas had been shared. If the news in media is correct, British Petrol (BP) has taken 30% oil and natural gas and France’s Total followed it.

Now, can we compare Libya and Egypt or Libya and Tunisia? Assuredly the answer is “No.”

The popular movement in Tunisia has engendered emancipation and an elevation of consciousness. At least today Tunisian people can breathe a little bit and their zone of freedom has become wide. Of course, a revolution didn’t occur in Tunisia. But the public get tired of despot and they toppled it. They couldn’t get the power maybe but a government in which pro-public powers take places is formed. In a true meaning, there is a “spring” in this process.

Citizens in Egypt have come into action. Imperialist powers stepped in too. Nonetheless the government of Mubarak has been overthrown. Strikes and demonstration of public has been effective. Workers and labours have been activated. But United States engendered a military coup instead of Mubarak how bring out Muslim Brotherhood. Today citizens are under the cosh more strongly. Egypt “spring” exists only the wind was blowing the days of the popular riot. Now, the process of revolutionary organization and political maturation is running for a more organized popular riot. Military took over the power to make an undisturbed transition to Muslim Brothers and stop this process.

In Libya, Britain and France invaded Libya with the sides of others under the leadership of United States. This occupation is different than the occupation of Iraq and also Afghanistan. In here, “mercenary-folk” has entered the country clandestinely to use the existing conflicts. Just the same as in Syria.

Are all of these “spring”?

Are all of these the same movement? Never ever!

The tactic which has been executed in Libya before carried out against Syria. On the one hand, people who are trained in Qatar are taken to Turkey. Then from Turkey, they are allowed to enter Syria. On the other hand, MIT (National Intelligence Organization of Turkey) and CIA carried out operations in Syria. A tangible proof of that are agents of MIT and CIA who are captured.

Now, we can ask that question:” What is United States planning?”

It appears that Libya attack is the first step or phase of operations to Syria. Second stage will be Syria and the final event will be Iran. Shortly, the United States is planning to attack Iran, because it wants to get under control of the Middle East.

Experimentation of Iraq and Afghanistan divided up the West countries at the end. Integrity of West front was dispersed. Because of that reason, Libya was important. The Western front is assembled with Libya attack by USA. Of course, we don’t mention the other gains. For that reason, what BP and Total bought is so important. Scraps are left to Turkey. The western front has a desire to share Syria and secondly Iran. Syria is a step of attack against Iran. If Syria is dropped, confrontation which exists around Iran will be broken in the Middle East. This is thought. Military trained people are sent to Syria through Turkey. All the dirty sides of situation is swung it from Turkey. This campaign which is carried by Turkey is isolating Syria against Israel and also prevents the Arab sheikhs no to be bad person. The role given to Turkey is financed by Saudi Arabia and the operation is managed by USA.

Now, it’s the turn of the battle.

If this war starts in Syria or it starts in Iran, it will surround the region completely. This war is a loot war of Imperialists. This war is for sharing the region by the Imperialist powers and also USA. Only the people of the region will fight between each other’s in this war.

The main task of revolutionaries and people in our region is standing against this war and fighting against the Imperialist powers. This is the urgent task.

If there is an aspiration of spring, the way to pass freedom will be struggles of the organized nations.

The “spring” can only be the struggle of people against imperialism.

And “the spring” will be striding as the water which is flowing under the ground.

Will become an earthquake and will smash the powers of the dominants.

In that case, the freedom will take on meaning and the sun will warm the bones of workers.

Monthly Socialist Review KALDIRAÇ, 131, April 2012