Ana Sayfa Blog Sayfa 130

İsmail Yeşilyurt

Anadolu devrimci hareketinin bir çok döneminde yer almış. Karadeniz’de TİP ve Dev-Genç’in örgütlenmesinde öncü olmuş, bununla beraber Kurtuluş’un kurucularından olan ve dergimizin okuru İsmail Yeşilyurt’tu 20.03.2018 günü güneşe uğurladık.

İsmail Yeşilyurt, yaşamı boyunca birçok insana etki etmiş ve devrimci mücadelenin parçası haline getirmiş, son nefesine kadar mücadelesini sürdürmüştü. Bu anlamda deneyimlerini paylaşabileceği bir röportaj kitap çalışması yapmaktaydık.

Hastalığından kaynaklı hastaneye yatması nedeniyle röportajlarımızı bitirememiş olduk. Ancak kendi isteği doğrultusunda deneyimlerini herkesle paylaşacağız.
Bu anlamda bize bıraktığı her şeye sahip çıkacağız.

Anısı mücadelemizde yaşayacak…

KALDIRAÇ

Baskılar, Gözaltılar; bu çürümüş düzeninizi kurtaramaz!

İzmir’de okurlarımıza yönelik ev baskını ve gözaltılar…

BASKILAR, GÖZALTILAR; BU ÇÜRÜMÜŞ DÜZENİNİZİ KURTARAMAZ!

Bu sabah erken saatlerde, İzmir’de, dergi temsilci ve okurlarımıza yönelik ev baskınları gerçekleştirilmiş, emniyetin açıklamasına göre 12 kişi gözaltına alınmış, 7 gün gözaltı süresi alındığı öğrenilmiştir. İki okurumuzun ise arandığı söylenmektedir.

Gözaltına alınanlardan isimlerini öğrenebildiklerimiz; Kutay Soybil, Begüm Ateş, İlker Savran, Ali Fuat Eroğlu, Emre Özüm, Özge Usanmaz, Yavuz Güneşyüz, Ali Kemal Gündüz, Lale Çelik, Cihan Taşkın.

Dosyaya getirilen kısıtlılık nedeniyle suçlamaları bilmemekle birlikte, polis fezlekeleri üzerinden yapılan yalan haberlerden “yasadışı örgüt üyeliği” ile suçlandıkları, yürüyüş yaptıkları vb. yalanları dolaşmaktadır.

Bir yandan kendi hukuğunu bile tanımayanlar tüm muhalefeti susturmak ve sindirmek için ellerinden geleni yaparken, medya eliyle de korku yaymaya çalışıyorlar.

Baskılar, gözaltılar, tutuklamalar, sansür hepsi kendi korkusunu topluma yaymaya çalışan iktidarın güçsüzlüğünün göstergesidir.

Gizlilik kararları ile avukatların bile erişemediği dosyalara ilişkin, henüz bir iddianame bile hazırlanmamışken gözaltına alınanlar “terörist” ilan ediliyor, muhalif kurumlar, örgütler, partiler “illegal” ilan ediliyor.

Okurlarımıza yönelik kriminalize etme çabasına dahil olan tüm basına da bir kez daha hatırlatmak istiyoruz: İktidarın dili ile konuşanlar, iktidar ile birlikte tarihin çöplüğünde yerini alacaktır.

Okurlarımız, bu yağmanın, yolsuzluğun, sömürünün, savaşın ve çürümüşlüğün odağı olmuş düzene karşı, dağıttıkları dergilerle, gazetelerle, katıldıkları basın açıklamaları, mitinglerle, mücadele eden devrimcilerdir.

Baskıların, gözaltıların bizi doğru bildiğimiz yoldan ayıramayacağını, bu çürümüş düzenin sahipleri de bilmektedir.

Okurlarımızın yaptığı hiçbir eylem ve etkinlik suç değildir. Derhal serbest bırakılmalıdırlar.

Baskılar, gözaltılar bizi yıldıramaz!

KALDIRAÇ
20 Mart 2018

Ferdi Can Çiftçi serbest bırakılsın!

Çürümüş düzeniniz yama tutmaz, baskılar sizi kurtarmaz

Ferdi Can Çiftçi serbest bırakılsın!

8 Mart’ta okurumuz Ferdi Can Çiftçi’yi, polis evine baskın düzenleyerek gözaltına aldı. Okurumuz bugün çıkarıldığı mahkeme tarafından tutuklandı. Yasal olarak çıkartılan yayınların yasadışı ilan edildiği bir dosya ile tutuklanan okurumuz derhal serbest bırakılmalıdır.

Dışarıda savaşı kundaklayanlar; içeride işçilere, devrimcilere, halklara saldırıyorlar. Ev baskınlarıyla gazetecileri, aydınları ve savaşa karşı çıkanları gözaltına alıp tutukluyorlar.

Devlet çözülmektedir, yönetememektedir. Ve işte tam da bu yüzden 8 Mart’ta saldırmaktadır, hakkını arayan işçilere saldırmaktadır, öğrencilere saldırmaktadır, akademiye saldırmaktadır. Bunca baskıyı, adaletsizliği, şiddeti ortadan kaldırmanın tek yolu var; direnişi örgütlemek, büyütmek…

Kendi yağma, sömürü ve zulüm düzenlerini sürdürmek adına örgütledikleri Saray Rejimi’ne karşı mücadele etmek alınteri ile, emeği ile geçinen, insanca ve onuruyla yaşamak isteyen herkesin sorumluluğudur.

Yaşasın devrim ve sosyalizm!

 

Ekim Devrimi’nin 100. Yılında, Devrim ve Komünizm Yolunda*

Ülkemin güzel insanları,
Yoldaşlarım,
Dostlarım…
Kaldıraç’ın düzenlediği, Ekim Devrimi’ni anma etkinliğinde sizlerle birlikte olmaktan çok mutluyum.
Hepiniz hoş geldiniz, hepinize merhaba.

Ekim Devrimi’nin 100. Yılında, Devrim ve Komünizm Yolunda

Dile kolay 100 yıl.
Ama insanoğlunun, tüm sınıflı toplumlar boyunca, binlerce yıllık mücadele tarihini düşününce, 100 yıl, daha dün sayılır.
Haksızlığa, insanın insana kulluğuna, egemenlerin iktidarına, cenneti bu dünyada, milyonlarca emekçinin cehennemi üzerine kuranlara karşı ilk isyan eden kimdir, bilmiyoruz. Ama o isyanı, o isyankârı yürekten selâmlıyoruz.
Yazılı tarih bize, Spartaküs, Aristonikos, Babek, Baba İshak, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa isyanlarını ve daha fazlasını bilme olanağı veriyor.
İşte Ekim Devrimi, bu isyan geleneğinin bir devamıdır. Paris Komünü’nde zaferi göğüsleyememiş ve yenilmiş işçilerin zaferidir.
Sadece devamı değildir; Ekim Devrimi, özgürlük ve ortakçı toplum hayallerini hayata geçirebilme yolunun da göstericisidir.
Ekim Devrimi’nin 100. yılını anarken, selam olsun özgürlük ve ortakçı toplum hayalleri için direnene, selam olsun haksızlığa karşı isyan bayrağı açana, selam olsun boyun eğmeyene.

***
Bugün tüm burjuva basın, tüm tekelci medya aygıtları, onlara hizmet eden profesörler, bilim adamı ünvanlı yüzlercesi, “uzman” kılıklı şarlatanlar, hepsi, bize, işçi sınıfına ve devrimcilere, “artık komünizm bitti”, diye vaaz veriyorlar. İşçi sınıfı ve ezilen halkları, özgürlük ve kardeşlik üzerine kurulu ortakçı düzen hayalinden, komünizm hayalinden vazgeçirmeye çalışıyorlar.
Birçok dönek, dün elde etmiş oldukları “eski solcu” unvanını kullanarak, artık “devrim ve komünizm” çağının kapandığını anlatıyor.
Gören der ki, bu güruh, işçi sınıfı ve ezilen halkları o kadar çok düşünüyor ki, yanlış yapmasını önlemek için “yardımcı” oluyor. Gözlerimiz yaşarıyor.
Biz işçilere, açıkça, özgür bir dünya hayalinden, kardeşçe ve ortakçı bir düzen hayalinden, kurtuluş hayalinden; köleliğe, kapitalist sömürüye, insanın insana kulluğuna, yeryüzündeki emperyalist yağmaya son verme mücadelemizden, her türlü aşağılanmayı yok etme hayalimizden vazgeçin, diyorlar.
Diyorlar ki, bakın, işte Ekim Devrimi, 1917’de zafere ulaşmıştı, ama sonra ne oldu, o da yozlaştı ve sonunda kapitalist dünyaya yenik düştü. Siz, diyorlar, yeniden bir zafere ulaşsanız bile sonu böyle olacaktır.
Tüm burjuva kalemşörler, işçi sınıfını mücadeleden vazgeçirmek, hayallerinden ve kurtuluş mücadelesinden vazgeçirmek için büyük uğraş veriyorlar.
Cennetlerini, burjuva egemenliklerini, insanı köleleştiren sistemlerini sonsuza kadar korumak için, işçi sınıfının mücadeleden vazgeçmesini istiyorlar.
Burjuvazi, tüm mülk sahipleri gibi korkaktır. Egemenler, korkaklıkları nedeni ile sürekli saldırgandırlar, sürekli yalan söylerler. Günümüz burjuva devleti, Tekelci Polis Devleti, sürekli saldırganlık ve yalan ile ayakta durmaya çalışıyor. Kendi gelecekleri olmadığını biliyorlar. Çoktan tarihin çöplüğüne atılması gereken, insanlığın gelişiminin önünde bir engel olarak duran kapitalist sistem, bu saldırganlık ve yalanlarla ayakta duruyor.

***
Bundan tam 169 yıl önce, Marx ve Engels, işçi sınıfının kapitalist sömürüye, burjuva egemenliğe karşı mücadelesinin zaferi için “komünist manifesto”yu kaleme aldılar. Artık, işçilerin kapitalistlere, patronlara karşı günlük mücadelesi ile yetinmeyip, iktidarı almaları gerektiğini ortaya koydular. Avrupa’da, burjuvaların dillerinden düşürmediği, komünizm hayaletine can vermek için bir devrimci örgüt kurmak gerektiğini düşündüler ve bunun manifestosunu yazdılar. İşçi sınıfı, ilk kez kendi mücadelesi için bilimle tanıştı.
Bundan tam 100 yıl önce, yani manifestonun kaleme alınışından 69 yıl sonra, dünya proletaryası, Rus proletaryası eli ile Çarlığın egemenliğine son verdi. Avrupa’da dolaşan hayalet, komünizm hayaleti, gerçek oldu. Paris Komünü’nde, işçilerin yarım bıraktığı, zafere ulaştıramadıkları özgürlük ve kardeşlik arayışları, 1917’de, Moskova ve St. Petersburg şehirlerinden başlayarak tüm Rusya’da zafere ulaştı.
Tarihte ilk kez, proletarya, iktidarı aldı.
Tarihte ilk kez, bir sınıf, iktidarı alırken, eşitlik, özgürlük ve ortaklık üzerinden, insan iradesi ile bir yeni dünya kurmayı denedi.
Tarihte ilk kez, bir sınıf, iktidarı alırken, tüm sömürüye ve tüm sınıfların varlığına son verme programını ilan etti.
Tarihin en görkemli devrimi, işçileri iktidara taşıdı. Dünya halklarına umut saldı ve dünyanın her yerinde mücadeleyi tutuşturdu.
Tarihte ilk kez, emekçiler için, dünyanın karmaşık hâli, basit ve sade bir hâl aldı; ya eski köhnemiş burjuva iktidarını koruyacaksın ya da onu alaşağı edeceksin.
Tarihte ilk kez, burjuvaların ünlü deyimi ile “ayak takımı”; “baş” oldu.
Burjuvaları, egemenleri korkutan da budur. Ve dünyanın tüm burjuvaları, Ekim Devrimi’ni boğmak için birleştiler.
Ekim Devrimi, ateşleri içinden doğduğu I. Dünya Savaşı’na son vermek ve barışı sağlamak üzere ilk adımlarını atar atmaz, tüm emperyalist güçler, devrimi boğmak için, yürüttükleri saldırganlığı daha da artırdılar.
Pazar paylaşımı için giriştikleri savaşın ortasında, tüm kapitalist sistem için geri gelmeyecek bir kayıpla çıkıyorlardı ve proletaryanın bu meydan okuması, hepsinin yüreklerine korku salmıştı.
Ekim Devrimi, 100 yıl önce, işçi sınıfının kurtuluşu ve komünizm hayalinin gerçekleşebilir olduğunu göstermiştir.
Biliyoruz, bir şeyi bir kere ispatlamış olmak yeterlidir.
II. Dünya Savaşı’nda, tüm emperyalist güçlerin ortak saldırgan gücü olarak kullandıkları Hitler’in saldırılarını durduran, büyük bir insanlık ve mücadele destanı ortaya koyan da bu Ekim Devrimi’nin çocukları idi.
Sovyetler Birliği, insanoğlunun özgürlük ve ortakçı toplum hayalinin kanlı ve canlı hâli idi. Bu nedenle, tüm emperyalist cephe Ekim Devrimi’ni boğmak için, daha ilk günlerinden başlayarak aralıksız saldırılar düzenlemekten geri durmadılar. 1990’da Sovyetler çözülünce, bize “tarihin sonu”, “artık komünizm bitti, mücadeleyi bırakın” diyenler, bu saldırganların bir başka türüdürler, hepsi budur.
Ekim Devrimi, daha ilk gününden, hem çökertilmek, hem de kuşatılmak istenmiştir. Emperyalist güçler, Ekim Devrimi’ni çökertme ve kuşatma siyasetini birlikte uyguladılar. Ekim Devrimi, dünyaya yayılamadıkça, elbette zorluklarla karşılaşacaktı. Bu nedenle, hem Sovyet topraklarına saldırıları, hem binbir yolla ambargoları, hem de kuşatma siyaseti bu saldırganlığın temel taşlarıdır.
Biz, Türkiyeli devrimciler, Ekim Devrimi döneminde başlamış anti-emperyalist halk direnişinin, nasıl emperyalizmle uzlaşarak yok edildiğini yaşadık. TC devleti, Ekim Devrimi’nin yayılmasını durdurma, Sovyetler Birliği’ni kuşatma siyasetinin ürünü olarak organize edildi. Elbette, Ekim Devrimi olmamış olsa idi, başarabilselerdi, bugünkü Anadolu, emperyalist güçler arasında paylaşılacaktı. Halkın direnişi, Osmanlı egemenlerine en büyük tehdit olarak görünüyordu. Ve emperyalist güçlerle uzlaşarak, devrimci hareketi ve halkın anti-emperyalist direnişini kıran burjuvazi, TC devletini en başından Ekim Devrimi’ne karşı bir üs olarak organize edenlerin işbirlikçisi oldu. En başından, anti-komünizm, sınıfların inkârı, Anadolu’nun bir halklar hapishanesine çevrilmesi, devletin ana direği oldu. Bizler, Anadolu’nun devrimcileri, SSCB’nin kuşatılması siyasetini iyi biliriz. Anti-emperyalist nitelikli halk hareketi emperyalist işgale karşı direnirken, bu hareketle birleşmeye gelen komünist önderlerimizi Kemalist rejimin nasıl katlettiğini unutmayız.
Ekim Devrimi, tüm dünyada burjuvaların, feodalizm kalıntısı egemenlerin, kısacası tüm egemenlerin yüreğine korku salmıştır. Yeryüzünde kurdukları egemenlikleri, onların cennetidir ve bu cenneti kaybetme korkusu ile Ekim Devrimi’ni boğmak için saldırdılar.
Ekim Devrimi, tüm dünya işçileri için bir zaferdir. Kurtuluş, devrim ile geliyor ve bunun için devrimci bir işçi sınıfı gerekiyor. Devrim, devrimci bir örgütlenmeyi gerektiriyor. Tesadüfen olmuyor. Ekim Devrimi bunu ortaya koymuştur.
Ekim Devrimi’ni durdurmak için burjuvazinin geliştirdiği saldırı, tüm dünya ölçeğinde bir karşı-devrim oldu. Bu karşı-devrim, kendini Avrupa’da Mussolini ve Hitler faşizmi olarak ortaya koydu. Dünya burjuvazisi, tümü, istisnasız tümü, Ekim Devrimi’ni boğmak için, Sovyetler’e Hitler eli ile saldırdı. Saldırı, 1945’te Kızıl Ordu’nun zaferi ile son buldu.
O günlerde, aynı zamanda dünyada yeni bir devrim dalgası yükselmeye başladı. Fransa, İtalya, Yunanistan devrimleri yenildi, ama Çin Devrimi, ardından Küba Devrimi zafere ulaştı.
Bugün Küba Devrimi, Sovyetler’in yenilgisine, 1990’da dağılmasına rağmen, ABD’nin tüm kural tanımaz saldırganlığına rağmen, ABD’nin karnının altında, harikalar yaratarak, devrim ve sosyalizm bayrağını yüksekte tutmayı başarıyor.

***
Ekim Devrimi, nasıl ki, dünya halkları ve dünya işçi sınıfı için bir zafer ve umut kaynağı oldu ise, 1989’da Ekim Devrimi’nin yenilmesi ve Sovyetler’in çöküşü, dünya halkları ve işçi sınıfı için bir yenilgi ve umutsuzluk kaynağı olmuştur.
Burjuva kalemşörler, hemen “tarihin sonu”nu ilan ettiler. Yerindedir ve anlamlıdır. “Tarihin sonu” bir sevinç çığlığı, inanmadıkları bir zafer anlamına geldiği kadar, aslında kapitalist sistemin bir geleceği olamayacağının da itirafıdır. İtiraftır, çünkü burjuva egemenlik, kapitalist-emperyalist egemenlik, gerçekten yaşamın sonu olarak da ele alınabilir.
Biz, Kaldıraç hareketi olarak, Ekim Devrimi’nin yenilgisi altında şekillendik. Hareketimizin oluşumunu etkileyen üç kuvvet olmuştur. Bunlardan biri, 12 Eylül karşı-devrimidir. İkincisi SSCB’nin çözülüşüdür. Ve her ikisinin tam ortasında, her ikisine ters yönde, üçüncü kuvvet Kürt Devrimi’nin yükselişidir. 12 Eylül yenilgisi, devrimci örgütün ne olduğu, ne olması gerektiği, TC devletinin ve egemen sınıfların nasıl şekillendiği sorularını önümüze koydu, bizi tarih ile yüzleşmeye itti. Kürt Devrimi’nin yükselişi, bu soruları daha cesurca ele alma olanağı yaratmıştır. Ekim Devrimi’nin yenilgisi ise, bizi bir kere daha bildiğimiz her şeyle hesaplaşmaya itti.
Ekim Devrimi’nin yenilgisi, geniş kitlelerde bir umutsuzluk yarattı. Ama devrimcilerin, dünyanın neresinde olursa olsun, bu yeni gerçekle yüzleşmeyip, pes etmelerini, kendilerini burjuva propagandaya kaptırmalarını kabul etmeyiz.
Tarihte sınıf mücadelesini biz icat etmedik. Biz komünistler, bu sınıf mücadelesinin zorunlu olarak burjuvazinin yok olması ile son bulacağını söyledik. Biz komünistler, sınıflı toplumların tarihinin itici gücünün, sınıf savaşımları olduğunu söyledik. Biz komünistler, işçi sınıfının, sınıfların varlığına son verebilecek tek devrimci sınıf olduğunu söyledik.
Biz devrimciler, bu mücadelenin uzun soluklu bir mücadele olduğunu hep bildik, hep kabul ettik. Bize göre cesaret, bu uzun yola çıkmaktadır.
Bugün, insanlık, SSCB’nin olmadığı bir dünyada, sömürünün daha da arttığını, insanlığın geleceğinin karartıldığını, aşağılanmanın daha da arttığını, özgürlük arayışlarına karşı baskı ve saldırıların daha da arttığını, ABD, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde devlet terörünün ve baskının daha da arttığını görebiliyor.
İşçiler, SSCB olmadığı için daha azgınca ve daha fazla sömürülüyor. Sömürünün eski, kapitalizm öncesi metotları bile ortaya çıkmaya, geri gelmeye başlamıştır. Kölelik, daha güçlü bir biçimde yeniden organize ediliyor.
SSCB yok ve dünya, savaşlar içindedir. ABD, Afganistan ve Irak işgalleri ile eski sömürgeciliğin metotlarını raflardan indirmiş sahaya sürmüştür.
İçinde yer aldığımız Ortadoğu bölgesinde, emperyalist güçler, eşine az rastlanır saldırganlık örnekleri sergiliyorlar. IŞİD denilen çeteler, tümü ile bu emperyalist güçlerin imalatıdır ve onların dünyayı yeniden paylaşma savaşının, Üçüncü Dünya Savaşı’nın araçlarıdır.

***
Bugün, Ekim Devrimi’nin 100. yılında, dünya, devrime muhtaçtır.
Bugün, Ekim Devrimi’nin 100. yılında, kapitalist sistemin bitmekte olduğu, fazladan ve şekilsiz bir canavara dönüşerek ömür sürdüğü artık yalın bir gerçektir.
Bugün, Ekim Devrimi’nin 100. yılında, komünizm hâlâ günceldir ve artık daha da acildir.
Eksik olan örgütlenmedir.
Yazık ki, Ekim Devrimi’nin 100. yılında, dünya işçi sınıfı bir enternasyonalist birlikten yoksundur.
Yazık ki, Ekim Devrimi’nin 100. yılında, Avrupa ve dünyanın birçok başka yerinde işçi sınıfı kendi sendikalarına bile sahip çıkmaktan uzaktır.

Ülkemin güzel insanları,
Gezi’nin direnişçi evlatları,
Yoldaşlarım,
Biz, Ekim Devrimi’nin 100. yılında, Ekim Devrimi’nin açtığı yoldan, dünyanın her yerinde, özgürlük bayrağı, komünizm bayrağı dalgalanıncaya kadar, sınıflar ortadan kaldırılıncaya kadar, yani nihai zafere kadar dövüşenlerden olacağız.
Biliyorum ki, sizler “bu geminin zafere ulaşacağına” inanıyorsunuz.
Evet.
Ama zaferi garanti edecek şey, sadece inanç değildir. Örgütlenme ve irade de gereklidir.
Bize, gerçeği görebilme gücü gereklidir. Güç buradan gelir. Gerçeğe gözlerini kapayarak dünya değiştirilemez. Tüm yönleri ile gerçeği görebilmek bir güçtür.
Bize, yeni bir cesaret tanımı gereklidir. Gerçeği anlayabilmek, kabullenebilmek, onunla yüzleşebilmektir cesaret. Bunu yapmadan, mücadeleyi sürekli bir atılganlıkla yürütmek mümkün değildir. Biz, bir an için hevesleri kabarıp, bu insanlık tarihi kadar eski, özgürlük ve komünizm mücadelesini sonuna kadar sürdüremeyiz. Biz, daha derinden gelen, daha oturmuş bir enerji ile sürekli mücadeleyi sürdürebiliriz.
Ve elbette, “gerçeği” değiştirmek için buradayız. Dünyayı değiştirmek için buradayız. Gerçeği değiştirmek, irade işidir. İrade, yolun uzunluğuna dayanıklılık da demektir.
Ekim Devrimi’nin 100. yılında, bize; boşuna mücadele ediyorsunuz, diyenlere, ne güzel ki, Gezi Direnişi’nde bir yanıt verebilme şansımız oldu. Bugün, Ekim Devrimi’nin 100. yılında ayaklarımız daha sağlam yere basmaktadır.
Ekim Devrimi’nin 100. yılında, yeni bir diriliş, yeni bir devrim dalgası gelmektedir. Evet, henüz çok derinden, ama gelmektedir. Evet, henüz yeterince güçlü değil, ama 100 yıllık Ekim Devrimi deneyimi ile sarmaş dolaş.
Bu düşüncelerle, hepinizi tekrar selamlıyorum.
Selam olsun, insanlık tarihi boyunca direniş bayrağını yüksekte tutanlara!
Selam olsun, Ekim Devrimi’ni yaratanlara, yaşatanlara!
Bu Gemi Zafere Ulaşacak!

*Yazarımızın, Ekim Devrimi’nin 100. yılı etkinliklerimize yolladığı mesajı…

ABD haraç topluyor, Katar “sorunu” ve paylaşım savaşımı

Sanki, Ortadoğu üzerine senaryolar yazan “kudretli efendiler”, trajedi mi, komedi mi yazacaklarına karar vermemişler de, her şey birbirinin içine girmiş gibidir. “Kudretli efendilerin”, eğlenmek için yazdıkları bir oyun değil ise bu, demek ki, “kudretleri” artık tartışılırdır. İşin bu ikinci bölümü, yani kudretlerinin tartışılır olması şıkkı, kuşku yok ki, eğlendirici öyküler doğuruyor. Onlar halklar için bir “trajedi” yazıyorlar, ama kendi durumları giderek rezilleşiyor.

IŞİD’i kuran güçler, başkaları mutlaka vardır ama ABD, İngiltere, İsrail olarak biliniyor. Bu güçlerin, Ortadoğu’da tetikçileri, işlerini yürüten kâhyaları var. Kâhyalar, hüküm sürdükleri ülkelerde kendi varlıklarını, ABD ve emperyalist güçlere borçlu olduklarını biliyorlar. Böyle olunca, “ülke” onların değil, onların “sahip” ya da “efendi” olan ABD’nin adına, bulundukları ülkede kâhyalık yapıyorlar. Bu nedenle, sürekli ceplerini doldurmakla, servet elde etmekle meşguller. “Şu ahir ömürlerinde yetecek parayı”, şu kâhya olarak atandıkları dönemde, ziyadesi ile biriktirmek isterler. Erdoğan’a bakın, tüm bu hikâyeyi bir anda resmedersiniz.

IŞİD’i kuranların elinde, ellerini ateşe atan, ceplerine sokan bu kâhyalardır. ABD, İngiltere, İsrail sayıldı mı, hemen Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar isimleri sayılıyor. İlk akla gelenlerdir bunlar. Elbette başkaları da vardır.

Şimdi, Haziran 2017 başında, birdenbire Ortadoğu’da bir Katar sorunu patladı. İşte biz bu sorunu anlamak için, IŞİD’e kadar gittik. IŞİD konusunda Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın nasıl destekler sağladığı biliniyor. Bu noktada artık, pek bir sır yok. Kuşku yok ki, biz halk, biz işçiler, birçok detaya hakim değiliz. Ama Türkiye’de, Suriye savaşı boyunca ortaya konan pratiği, içeride işçilere, emekçilere, devrimcilere yönelen şiddeti vb. çok yakinen biliyoruz.

İşte bu IŞİD veya El Kaide veya El Nusra destekçisi ülkelerden bir bölümü, diğer bölümünü suçlamaktadır. Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır vb. sayısı 9’a çıkmış olan ülkeler, Katar ile “diplomatik” ilişkilerini kestiler. Katar vatandaşlarının ülkelerini terk etmesini, Katar ile sınırlarını tamamen kapattıklarını vb. ilan ettiler. Onların iddiasına göre, Katar, terörü desteklemektedir.

Aslında Katar’ın IŞİD’i desteklediği biliniyor. Türkiye’nin de desteklediği biliniyor. IŞİD’i, ABD ve İngiltere’nin bizzat organize ettikleri de biliniyor. Ama Suudi Arabistan, IŞİD’in, El Kaide’nin, El Nusra’nın, daha başka adını hemen aklımıza getiremediğimiz pek çok grubun destekçilerinden biridir. Ve şimdi Suudi Arabistan Kralı, Katar’ı, yani kankası olan Katar’ı, terörü desteklemekle suçluyor ve ilişkilerini kesiyor.

Mısır yönetiminin, Türkiye’yi, Katar’ı “Müslüman Kardeşleri desteklemekle” suçlaması anlaşılabilir olurdu. Ama Katar’ı, Suudi Kralı’nın, IŞİD’i desteklemekle “suçlaması”, kesinlikle komiktir.

Buyurun, bunca insanın, çocuğun, yaşlının, gencin katledildiği bir Ortadoğu coğrafyasında, bu kanı akıtanlara tetikçilik yapan Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, şimdi birbirlerini terörü desteklemekle suçlamaktadırlar. Yemen’a savaş ilan edenler, Yemen’i kana boyayanlar, katliamlar yapanlar, şimdi birbirini suçlamaktadır. TC Dışişleri Bakanı, Katar’da organize edilen, Suudi Arabistanlı Yemen gazilerinin moral gecesine katılmıştı. Suudiler, Yemen’de savaşıyor ve gazi oluyor, Suudi Arabistan’da değil, Katar ve moral gecesi düzenleniyor ve Mevlüt Çavuşoğlu, bu moral gecesinde boy gösteriyordu. İşte, şimdi bu Suudi Arabistan liderliğindeki ülkeler, ortakları Katar’ı, terörist ülke ilan etmektedirler.

Suriye savaşını başlatırken Batı (en başta ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar), El Cezire TV kanallarından, başka ülkelerde gerçekleşen protesto gösterilerini, başka zamanda gerçekleşen gösterileri, “Suriye’de protesto” diye vermişlerdi ve bu El Cezire TV, Katar’ındır.

Suudi Arabistan ve ittifakları, Katar’da bulunan teröristler listesini de yayınladı ve bu listenin genişleyebileceğini de söylediler. Yani, öyle şaka yapmadılar. İş ciddidir.

Katar, son derece küçük bir ülkedir. Ve Katar doğalgaz ve petrol kaynaklarına sahip, ABD ve İngiltere’nin kurdurduğu bir petrol kuyusudur. Bir ülke ve devlet olarak sayılması saçmadır. Suudi petrol kuyuları da öyledir, Kuveyt petrol kuyuları da öyledir. Daha başkalarını da saymak mümkün ve hiçbiri ne ülkedir, ne devlettir. Petrol kuyusudur ve bir klana dayalıdır. Ve Katar’da ABD’nin hiç de küçük olmayan üsleri vardır. Katar, her açıdan ABD denetimindedir.

Katar krizi ortaya çıkınca, Trump, aslında kendisinin düğmeye bastığını ilan etti. Ya da itiraf etti. Suudilere sormuş, terörü kim finanse ediyor diye ve yanıt Katar çıkmış.

Trump, Mısır lideri ve Suudi Kralı ile birlikte, kürenin üzerine ellerini boşuna koymamış olmalı. Bir bildiği var.

Trump, Suudi Kralı’na, nişan almak için, kınalı başını boşuna uzatmış olmamalı. Para karşısında bir boyun eğmedir bu ve elbette yeni bir hamle için, kollar sıvanmışa benzer.

Katar konusunda, Mısır’ın “Müslüman Kardeşler’i besliyorlar” açıklaması da işin rengini vermektedir.

Peki öyle ise ne oluyor?

Suudi Arabistan ve ittifakları, birdenbire Katar’a karşı bir operasyona neden başlıyor?

Kanımızca, üç neden sıralamak mümkündür.

İlki, Suriye savaşında yenilen taraf, ABD, İngiltere, Batı, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb.dir. Bu taraf yenildiği için, kendi aralarında, ciddi bir “maliyet” ayrılığı yaşamaktadırlar. Bu birinci nedendir ve elbette buraya döneceğiz.

İkincisi, Katar, kendi ekonomik gücünü, biraz ABD kanalları dışında kullanmaktadır. Suudi paraları ABD’de, biraz da rehindirler. Oysa Katar paraları, çeşitli ülkelerdedir. Almanya’da Vollkswagen’de, Türkiye’de NTV’de vb.dir. Başka ülkeler de var. Bu durum, dün sorun değil idi. İster İngiltere’de, ister İsviçre’de, ister Almanya’da olsun, isterse ABD’de, fark etmiyordu. Oysa bugün, Batı denilen şeyin büyük güçleri arasında bir “paylaşım savaşı” var. Bu paylaşım savaşımında, ABD dışındaki güçlerin çok da etkin olmaması, çok da öne çıkmaması, “askerî dengeler” nedeni iledir. Fransa, İngiltere, Almanya, askerî alanda ABD’nin gücünün karşısına çıkmaya hevesli değildir. Savaşı daha farklı yürütmek istiyorlar. Bu durumda, artık, Katar’ın parasının nereye yatırıldığı önemlidir. Hele ki, ABD, ekonomik açıdan oldukça zor dönemden geçmekte iken. Hele ki, Trump yönetimi ile ABD’nin, “önce Amerika” sloganı ortada iken. Yani, ABD, kendini daha fazla düşünmek zorundadır.

ABD, Suudi Kralı’ndan 380 milyar dolar almak üzere bir anlaşma imzalamıştır. Bunun karşılığında, acaba Suudi Kralı’nı koruma sözü mü vermişlerdir? Yoksa Suudi lideri, İran’a karşı operasyon yaparsanız, biz de bunun bedelini öderiz mi demiştir?

Trump, haraç toplamaktadır.

Gece kulüplerinin haracını toplar gibi, petrol kuyularının haracını toplama dönemindeyiz ve bu, açıktan yapılmaktadır.

İşte bu Katar operasyonu, Katar’ın bir anda “terörist” ülke ilan edilmesi, ardından da bizzat Trump tarafından, Katar Emiri’nin Beyaz Saray’a davet edilmesi, gitmeyince, bu kez emri ben verdim açıklamalarının gelmesi, Katar’ın ne kadar haraç vereceği konusunda bir pazarlık sürdüğünü göstermektedir.

Tabii, buradan, haraç sırasının tüm bölge ülkelerine geleceğini anlıyoruz. Ha, petrol kuyunuz yoksa, o zaman “değerli” başka şeylerinizi verirsiniz. Türkiye’den acaba ne isteniyor? Belki de İran’a karşı asker isteniyor. İşte Katar operasyonunun üçüncü önemli nedeni, İran’a karşı bir ittifak oluşturma arayışıdır. Bu açıdan Katar bir kurban seçilmiştir ve esas olan, Türkiye’nin İran’a karşı savaşa katılmasıdır. TC devletinin bu hesapları yapacak kapasitesi olmadığı kabul ediliyor olmalıdır. Yoksa, Katar’a asker gönderme teskeresi nedir? Katar’a gidecek askerler, İran’a karşı mı savaşacak? Değil ise, Katar Emiri’ni, mesela ABD askerlerinden mi koruyacak? Demek ki, TC devletinin olup biteni anlama kapasitesinin düşüklüğü konusundaki varsayımlar doğrudur.

Konunun Suriye savaşı ile ilişkisi açık.

Suriye savaşı, bugün, tüm Ortadoğu’yu paylaşma savaşımının, tüm Ortadoğu savaşının anahtarlarını içinde barındırmaktadır. Suriye savaşı bu nedenle çok ama çok önemlidir.

Savaş senaryolarını yazan, ABD-İngiltere-İsrail güçleri ya da “kudretli efendiler”, ne yazık ki, yanılmayı alışkanlık hâline getirdiler. Ortadoğu halkları için, kan, katliam, yıkım, yağma dolu bir gelecek yazdılar. Ortalığı yaktılar, yıktılar. İnsanları katlettiler, şehirleri dümdüz ettiler, tarihi yok ettiler, zenginlikleri yağmaladılar. Ama ne yazık ki, gelişebilecek bir direnişi hesaba katmadılar.

Suriye direndi ve bu direniş, şimdi, tüm bölgede, bir anti-emperyalist mücadelenin gelişimine katkı verecektir. Direniş, kendini çoğaltacaktır. Kobanê direnişi bunun en somut örneğidir.

“Kudretli efendiler”, bu direnişi görmediler ve bir ayda savaşın biteceğini hesapladılar. Belki de 2011’de Suriye savaşına başladıklarında, 2012’de de İran’ı halletmeyi hedeflemekteydiler. Bunu bilemiyoruz. Ama “kudretli efendiler”in kudretleri artık tartışılırdır.

Suriye yenilgisi, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar için yeni bir durum demektir. Burada, ABD, İngiltere gibi ülkelerin manevra alanı geniştir. Bölgede bizzat kendi topraklarının yanında savaşmıyorlar. Kendilerine bağlı bir gücün yenilmesi, onlar için, çok da büyük bir keder değildir. Nihayetinde, Suriye’nin aldığı yara da onlar için büyük bir kazançtır. İşe böyle baktıkları açıktır.

Şimdi, bölgede, ABD yeni hamleler peşindedir. ABD-İngiltere-İsrail ittifakının daha kararlı olduğu anlaşılıyor. Bu üçlü içinde de ABD-İsrail ittifakının daha sağlam olduğu görülüyor.

Şimdi bu ittifak, Ortadoğu’da, durumu daha da karışık, daha da kanlı hâle getirme peşindedirler. Bu açıdan, hem yeni ittifaklar yaratmak istiyorlar, hem de bunun mali yükünü, olduğu gibi, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelere ödetmek istiyorlar. ABD’nin bu yükü üstlenecek bir mali durumu olmadığı artık açık olsa gerek.

Şimdi, ABD, bölgede yeniden ittifaklar kurmak, Suriye savaşı sonrasında ittifaklar arasında başlayan çözülmeyi durdurmak peşindedir. Müdahale etmese, Suriye karşıtı ittifak, dağılmaya başlayacaktır.

Öyle anlaşılıyor, Trump, bir yandan haraç topluyor, ama diğer yandan, İran’a karşı bir saldırı için hazırlık yapıyor. Bir askerî ittifak kurulması da bunun içindedir. Bir cins, Ortadoğu NATO’su gibi.

İran’a karşı savaş planları devrede ise, bu konuda isteklilikte başı İsrail ve Suudi petrol kuyuları çekse de, askerî açıdan Türkiye önemli durmaktadır. ABD, Zarraf’a karşılık, mesela Erdoğan’dan, İran’a saldırı desteği alabilir mi?

Acaba bu Katar operasyonunun, Erdoğan ailesine bir mesaj niteliği de var mıdır?

Biliniyor, TC devletinin Katar’da üs edinme planları var. Katar ve Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin aralarından su sızmadığı biliniyor. Bu birlikteliğin, ailesel bir boyutu olduğu da biliniyor. Bu durumda, apar topar Katar’a asker gönderme teskeresi, bu ilişkilere yardımcı olabilecek midir?

Türkiye, bölgede bir savaş destekçisi, kundakçısı, kışkırtıcısı rolünü epey zamandır uygulamaktadır. Suriye lideri ile, son derece yakın ilişkileri olduğunu görmüş olduğumuz Erdoğan, birdenbire kardeşim Esad söylemini rafa kaldırdı ve “katil Esed” söylemine döndü. Öğrendiğimize göre, bu süreçte, Müslüman Kardeşler konusunda Erdoğan’ın Esad’dan talepleri olmuş ve Esad bu talepleri geri çevirmiş. Ve sonunda Erdoğan ve TC devleti, birdenbire savaşa hevesli, birden bire Osmanlı hayalleri ile yanıp tutuşan bir vaziyette ortaya çıktı. TC devleti, işgalci bir güç, saldırgan bir güç olarak, ABD’nin emrinde olduğunu defalarca ilan etti. Şimdi, Katar krizi ortaya çıkınca, yine, asker “ihraç” etmeye yönelmesi aynı histerik isteklerin ürünü müdür?

Zamanın Genelkurmay Başkanı Özkök, Soros ile, kameraların karşısına geçtiğinde, Soros’un, “sizin en önemli ihraç malınız askerinizdir” sözlerini dinleyip gülümsemekteydi. Şimdi, artık, içerideki rollerinden arınmış olan ordunun, dışarıda savaşa sokulması için uygun zaman olduğu anlaşılmaktadır.

Bunların da Erdoğan eli ile yapılması, çok da mümkündür.

FETÖ darbesi diye başladığı söylenen, ama bizim açık ve net olarak Erdoğan darbesi olarak devam ettiğini gördüğümüz darbe ile, bu süreçler daha da kolaylaştırılmıştır. Artık, Erdoğan’ın “başkomutan” ünvanını kullanıma sokacağını görmek sürpriz olmayacaktır.

İran ile savaşa, her şeye rağmen, Türkiye’nin sokulması kolay değildir. Bu konuda Erdoğan’ın istekli olması yetmez. Ama çok da önemlidir.

İran ile savaş, kuşku yok ki, bir ABD-İngiltere-İsrail planıdır ve dünya savaşına dönüşme eğilimi çok yüksek bir hamle demektir.

Ama bu savaşın sonunda, İran’a karşı savaşan güçlerin kazanması planı yapılıyor olamaz. İran’a ağır hasarlar vermek önemli bir başarı olacaktır, ki ABD-İngiltere-İsrail cephesinin hedefi budur. Elbette, İran’a karşı savaşan güçlerin de çok ağır kayıplar vereceği açık. ABD bununla ilgili değildir. ABD, hem Ortadoğu’da kontrolü kaybetmek istemiyor, hem de ekonomik olarak gücünü toplamak istiyor. Bu açıdan bakılırsa, bunlar ABD için acil ve ivedidir. Çünkü, ABD, dağılmaya uygun adım gitmektedir. Trump, bir proje olarak, bu dağılmayı önleme projesidir. Ama bazan bir proje, önlemi olarak planlanan bir şeyin, bizzat aracı hâline gelebiliyor.

ABD’nin Ortadoğu’yu yağmalama, istikrarsızlaştırma, yerle bir etme planları, bölgemizde gelişmekte olan direnişle karşılaşacaktır. Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar üçgeninde halkların anti-emperyalist direnişi gelişecektir.

Suriye savaşı ve Kürt Devrimi

Biz devrimci sosyalistlere sorulduğunda, savaş, dünya çapında ya da yerel savaşı nasıl önleyebiliriz, şu yanıtı veriyoruz; savaşı yeryüzünden silmek için, sınıflı toplumları, sınıfları, insanın insan tarafından sömürülmesini, köleliğin her türünü, insanın insana kulluğunu, yeryüzünden silmek zorundayız. Biz buna komünizm diyoruz. Yeryüzünden “meta” denilen şeyin kalkması, yeryüzünden devlet denilen şeyin kalkması, halkları, insanları ayıran sınırların ortadan kalkması, aşağılanmanın her türlüsünün gömülmesi demektir. Bu, kardeşlik toplumudur.

Ama eğer, şu anda, acil olarak bir savaşı nasıl önleriz diye soruluyorsa, halkların, emperyalizme, egemen güçlere karşı ortak mücadelesine gözümüzü dikiyoruz ve diyoruz ki, savaşı sosyalizm ve devrim önler.

Bazı okuyanlara, bir bölüm insana bunlar çok uzak, çok “ütopik” gelebilir. Ama biz, tarihten de biliyoruz ki, savaşı, yalvarmak, efendilere yapmayın demek, üzülmek, seyretmek, gökten mucize beklemek bunlardan çok daha gerçek dışıdır. Ve bizim devrim ve sosyalizm çözümümüze imkânsız diye bakanların çoğu, sadece seyrediyor, sadece efendilerden merhamet bekliyor, sadece “büyük”lerin insafa gelmesini bekliyor, sadece gökyüzünden mucize bekliyor. Tarihte bunları yapanlar oldu ama savaşlar önlenmedi. Oysa devrim, halkın başkaldırması, halkın silâhlanması, halkın ayakları üzerine doğrulması, savaşları önlemiştir.

Bugün, Suriye savaşı denilen, gerçekte tüm bölgeyi, Ortadoğu’yu sarmış olan, dahası ABD emperyalizminin zorlaması ile bir dünya savaşına evrilen savaşı, önleyecek tek güç, tüm halkların anti-emperyalist başkaldırısıdır. Sadece emperyalistlere karşı değil, emperyalist efendilerin bölgemizdeki “egemen” uşaklarına da karşı.

Halkların, işçi sınıfının, emekçilerin bu mücadelede bugün zayıf olduğunu da kabul etmek zorundayız. Gerçek budur. Değişmez bir şey değildir bu ama durum budur.

Halkların, anti-emperyalist cephenin, bölgemizdeki en örgütlü halklarından biri Kürt halkıdır. Kürt Devrimi, bölgedeki anti-emperyalist mücadelenin avantajlarından biridir.

Biz, Kürt Devrimi dediğimizde, PKK önderliğinde gelişen mücadeleden söz ediyoruz. Elbette, Kürt devrimcilerinin mücadelesinden söz ediyoruz. Bölgemiz halklarının devrimci evlatlarından söz ediyoruz.

Oysa Kürt hareketi içinde, örneğin Barzani, ayrı bir güç olarak, Kürt sorunun çözümünü, bölgede yoğunlaşan emperyalist paylaşım savaşımının içinde “aramak”tadır.

Bölgede süren paylaşım savaşımı, elbette, nesnel olarak Kürt sorununun çözümü anlamında bir yol ayrımı yaratıyor. Kürt sorununun gerçek çözümünün, sosyalizmde olduğunu iddia edenler, bugüne kadar bunun için mücadele edenler ile, sorunun çözümü için emperyalist efendilerden icazet arayanlar, elbette aynı kampta değildir. Nasıl TC devletinin, “egemenleri” ile ülkemiz işçi sınıfının çözümleri aynı değil ise, bu, bir “devlet”leri olmasa da Kürtler için de geçerlidir.

Bölgede süren savaş, ABD emperyalizminin Irak ardından Suriye’yi işgal etme girişimleri, gerçekte bölge halklarının imhası, boyun eğdirilmesi hedefini gütmektedir. Mesele ne Irak’ta “demokrasi” götürülmesi idi, ne de Suriye’de “Zalim Esad’dan halkın kurtarılması”dır. Elbette bunlar emperyalist güçlerin, kendi işgal planlarına, halkları kıyımdan geçirme planlarına, bölgede sahneledikleri oyunlarına buldukları parıltılı, albenili isimlerdir.

Sadece Suriye halkları, sadece Irak halkları bu savaşta can vermektedir. Üstelik bunu yaparlarken, kendilerine bağlı maşalar kullanmaktadırlar.

Bölgemizi, hem tarihî olarak yıkmak, yağmalamak istiyorlar, hem ekonomik olarak yağmalıyorlar, hem de insanımızı köleleştirmeye çalışıyorlar. Bölgede mezhep savaşını pompalayanlar bu emperyalist güçlerdir. Hem Halep, hem Şam, hem Bağdat, halkların birbirinin yanında yaşadığı renkli kültürleri bir arada tutmuş şehirler idi. Şimdi, her türden ayrımcılığın, katliamın devreye konduğu şehirler hâline gelmişlerdir. Bölge ülkeleri, elbette ABD emperyalizminin bu planlarının taşeronu olmuştur.

Bölge ülkeleri, yağmadan, talandan pay almak, köpekler gibi kemiklere razı olmak pahasına, tüm bölgenin ateş çemberine dönüşümüne katkı sunmuştur, sunmaktadır.

Bu nedenle, bölgedeki devletlerin geliştireceği “ulusal” reflekslerin çözümü uzaktır. Çözüm halkların geliştireceği direniştedir ve elbette her halk, “uzaktaki” emperyalist güce karşı savaşırken, kendi devletine karşı, üzerinde yaşadığı topraklarda “egemen” olan devlete karşı mücadele etmek zorundadır. Çözüm, halkların direnişindedir.

Halkların direnişi, işçi sınıfının, emekçilerin, üretenlerin, sömürülenlerin direnişidir. Yoksulların direnişidir.

Elbette bu direniş, egemen devletlerin, onların efendileri olan emperyalist güçlerin gücünden, bugün, daha zayıftır. Bu realitedir. Ama bugüne ait realitedir. Direniş, kendini büyütür ve geliştirir. Kürt halkının direnişi buna örnektir. Kobanê’de IŞİD çetelerine karşı geliştirilen direniş geçmişe değil, henüz bugüne aittir, yakındır.

Bugün, ABD ve Batı güçleri, IŞİD’e karşı savaştıklarını söylüyorlar. Bu büyük yalan, artık herkes tarafından görülüyor. IŞİD denilen çetelerin yaratıcısı, organizatörü, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere, bu güçlerdir.

Şimdi bu güçler, yarattıkları canavarın zafere gidişi gecikince, bölgede gelişen direniş büyüyünce, kurtarıcı rolünde ortaya çıkmaya çalışıyor.

ABD başta olmak üzere tüm emperyalist güçler, bölgede her gücü kullanmayı adet hâline getirmişlerdir ve bunu denemekten hiçbir zaman geri durmamışlardır.

Dün Kobanê direnişinde IŞİD güçlerini destekleyen ABD, Kobanê direnişinin zafere ulaşmasından sonra, PYD ile farklı bir ilişki kurma denemeleri yapıyor. Dün, Kobanê direnişinin karşısında yer alan Barzani, bugün, Kobanê’de kendine yer arıyor.

Amaçları açıktır; Kürt Devrimi’ni, bölgedeki paylaşım savaşımının, kendi savaşlarının amaçlarına uygun olarak kullanmak. Elbette, bunu bizim kadar, PYD de görmektedir. Görmediğini düşünmek büyük bir haksızlık olur.

Ama öte yandan, adım adım, ABD güçlerinin bölgeye yerleşmek, Ruya-Suriye cephesine karşı Suriye sahasında yer edinmek istekleri açıktır. ABD’nin Rakka operasyonu, gerçekte, IŞİD’in kontrolünden çıkacağı anlaşılan sahanın, başka bir tarzda kontrolleri altına alınması olduğu açıktır. Aynı zamanda Barzani güçlerine, Suriye Kürdistanı’nda yer açma planının parçasıdır.

Bilinen bir gerçektir, tescillidir ve bir kere daha söylemekte beis yoktur, ABD emperyalizmi, yeryüzünde, ne bugün, ne dün hiçbir halktan yana olmamıştır, ABD’nin “yardım” ettiği hiçbir halkın karnı doymamış, yüzü gülmemiştir. Amerikan yardımı, sofraya bir şey koyuyormuş gibi oturup, yenilecek her şeyi almak demektir. Bunun sayısız örneği vardır.

Kuşku yok ki, bunlar herkesçe bilinen, en çok Kürt halkı tarafından bilinen gerçeklerdir. Ve yine kuşku yok ki, emperyalizmin denetiminde, adeta bir ortaklaşa sömürge olan Türkiye halklarının ve işçi sınıfının, devrimcilerinin kardeşleri, bölgenin tüm halklarıdır, en başta da Kürt halkıdır. Kürt Devrimi, ağır 1980 karşı devrimi yıllarından bu yana, Anadolu’nun her yerinde, İstanbul’da, Trakya’da, tüm ülkede direnenlere örnek olmuştur, umut vermiştir. Bu nedenle bu konudaki vurgularımız asla ve asla düşmanca, Kürt Devrimi’nin kazanımlarına karşı vb. değildir, olamaz.

Elbette çok zorlu bir süreçten geçtiğimiz açıktır.

Suriye savaşı boyunca, koalisyon denilen güçler, içinde TC devleti de olmak üzere, bölgedeki her türlü direnişi, en başta da Kürt devrimcilerinin direnişini kırmayı amaçlamışlardır. Bugün de bunun tersini düşünmek için bir neden yoktur.

Bölgenin zenginliklerini yağmalamak için kan dökmekte olan bu vahşilerin, bölgemizden kovulması, halkların ortak mücadelesi ile mümkün olacaktır. Tüm emperyalist güçler bölgeden kovulmadan, onların yerli işbirlikçileri alaşağı edilmeden, bölgemize barış, özgürlük ve adalet gelmeyecektir.

Bugün mesela Trakya’da yaşayan bir işçi, bir emekçi, bu savaştan, savaşın içindeki insanlar kadar zarar görmüyorum, diye düşünmemelidir. Bu, bugüne aittir. Emperyalist güçler, bu savaşı, sadece Suriye ile sınırlı olarak ele almıyorlar. Suriye halkının kaybı, Trakya’da yaşayan işçi ve emekçinin de kaybıdır. Tersi de doğrudur, Kürdün her kazanımı, Suriyelinin her kazanımı, bölgemiz halklarının ortak kazanımıdır.

Bu nedenle, tüm bölge işçi ve emekçilerinin, halklarının anti-emperyalist mücadelesinden söz ediyoruz.

Kürt Devrimi, bu mücadelenin önemli bir ayağıdır. Kobanê direnişinin etkileri bunun en açık göstergesidir. Direnişi, tüm bölgeye yaymak, her parçadan direnişi geliştirmek, Kürt halkının mücadelesine de büyük bir katkı demek olacaktır.

Tarih boyunca emperyalist güçler, bölgemizde para ile satın alabilecekleri kalabalıklar, çeteler, kendileri adına kirli işler yapacak güçler bulmakta zorluk çekmemişlerdir. Bu konuda en büyük yardımcıları, bölgemizdeki devletler, yani kâhyaları, işbirlikçileri olmuştur. Bu büyük tarihî oyuna son vermenin tek yolu, örgütlenmek ve onurlu bir direniş yolu geliştirmektir.

Elbette direnişin de bir bedeli vardır. Ama hiçbiri, boyun eğmekten, köleleşmekten, kendini satmaktan daha ağır bir bedel değildir. Kürt devrimcilerinin direnişinin de, bölgemizdeki tüm devrimci direnişlerin de önemi buradan gelmektedir. Bu tarihe sahip çıkmak, bu direnişi sürdürmek, bugün her zamankinden çok daha fazla olanaklıdır.

Kendini emperyalist efendilere kiralamış Barzani çetesinin, Kürt Devrimi’nin kazanımlarının üzerine oturma girişimi, Kürtlere bir şey kazandırmayacaktır. Bugünlerde Barzani’nin, Türkiye Kürdistanı’nda parti kurma girişimi ile, Kürt halkına karşı girişilen kıyım, tamamen birbirine paraleldir, aynı amaca hizmet etmektedir. Barzani’nin Kobanê ya da Suriye Kürdistanı’nda etkinlik kazanma girişimleri de aynı planın parçalarıdır. Kürtlerin Barzani yolu ile kazanacakları hiçbir özgürlük yoktur. Kürt Devrimi’ni bugüne getiren yol, bambaşka bir yoldur.

Tüm bu savaş içinde, halkların direnişi, istenildiği hızda olmayabilir ama güç kazanmaktadır. Çıkış yolu, halkların direnişi yoludur.

“Suriye savaşı”nın yeni evresi mi?

“Suriye savaşı” yeterli bir niteleme mi olur? Mümkün değil. Suriye topraklarında süren, Irak savaşı ile kesinlikle birleşmiş olan, tüm bölgeyi çoktan içine almış olan, Koalisyon Güçleri yapılanması ile dünya savaşının bir minyatürü olarak yaşanan bu savaşa, ağırlıklı Suriye toprakları üzerinde sürüyor diye, tanrılar yüzbinlerce Suriyelinin kurban olmasını yazgıladı diye, bu savaşa Suriye savaşı demek yeterli olmaz. Bu nedenle tırnak içinde Suriye savaşı diyoruz.

Demek ki, bu savaş sadece Suriye savaşı değildir.

Bunu, bu sözü, bizim yaşadığımız bölgede yaşayanların anlaması zor değildir. Zira, Türkiye, bu savaşın her açıdan içindedir.

Bu, dünya çapında süren savaşın bir parçasıdır.

Dünya çapında süren savaş, özü itibari ile, bir paylaşım savaşıdır.

SSCB çözüldükten sonra, ABD, dünya imparatorluğunu, dünya egemenliğini ilan etmeye yöneldi. “Tek kutuplu dünya”, gerçekte, ABD egemenliği altında dünya demek idi. ABD, SSCB ve komünizme karşı Batı dünyasını kendi denetimine almayı başarmıştı. Fransa, Almanya, İngiltere gibi güçler, ABD şemsiyesi altına, komünizme karşı tüm silâhlı işleri ABD’ye devretmişlerdi bile. Bugün Trump’ın yakındığı NATO’daki durum, aslında ABD egemenliği altında NATO’nun, komünizme karşı savaştan bir adım öteye giderek, tüm Batı’yı kontrol etme aracına dönüşmüş olmasından kaynaklıdır. ABD, NATO denilen gücün “efendisi” rolündeydi, hâlâ bunu devam ettiriyor.

SSCB çözülünce, ABD, Batı’nın emperyalist güçleri bellerini doğrultmadan, SSCB hazır yok iken, imparatorluğunu ilan etmeye yöneldi. Ne Japonya, ne Almanya, ne İngiltere, ne Fransa, ABD’nin “dev askerî gücü” denilen şeye karşı koymaktan uzak idiler. Dahası, bu dört ülke, iliklerine kadar ABD tarafından dinlenmekte, izlenmekteydi.

Öte yandan, ABD ekonomik alanda, giderek geriliyor, avantajlarını kaybediyordu.

İşte ABD’yi, fırsat bu fırsat, dünya imparatorluğunu ilan edelim yoluna iten durum bu idi. Kissinger, bu durumu çok açık olarak ifade etmekteydi ve ABD’nin dış politikaya ihtiyacı olmadığını dillendiriyordu.

Elbette, Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa, ekonomik alanda ilerlerken, askerî ve teknik anlamda, ABD kontrolünden de kurtulmaya çalışıyordu. Afganistan ve Irak savaşı, hem ABD’nin yeni “ortak düşman” yaratma girişimi iken, hem de bu ülkelerin, ABD’ye haraç ödeyerek, ABD kontrolünü azaltma yolları araması dönemi idi. ABD, yeni ortak düşmanını, önce El Kaide, ardından IŞİD örnekleri ile yarattı. Dünyanın her yanını kana bulayan çeteleri devreye soktu. Ama yine de bu ülkeler, dünyanın başka yerlerinden pay alma iddialarını geri çekmediler. Almanya, Doğu Avrupa’nın sosyalizmden vazgeçen ülkelerini ekonomik olarak kendine bağlamanın yollarını hızla döşedi. Kısacası, paylaşım savaşı geri düşmedi.

İşte dünyanın yeniden paylaşımı savaşının üzerine yükseldiği zemin budur.

Bu savaşta, Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa gibi güçler açık ve net bir biçimde ABD’nin karşısında cephe tutmayınca, ABD savaşı, istediği alanların kontrolüne doğru genişletme yönünde sürdürdü. Libya’nın ardından Suriye savaş başladı.

Suriye savaşı, Müslüman Kardeşler’in kullanılması ile, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar eli ile kundaklandı. Bugün Suudilerin kapatmaya çalıştığı El Cezire, Katar krallığının emri ile, CIA organizasyonu ile, başka yerlerde var olan gösterileri Suriye içinde imiş gibi bile göstermekten geri durmadı.

Suriye savaşının başlangıcından hemen sonra, IŞİD devreye sokuldu. Irak ve Suriye coğrafyası, yerle bir edilmeye çalışıldı. Rusya, sahaya doğrudan inene kadar, bu süreç devam etti. Rusya’nın sahaya inmesi, Suriye savaşını başka bir boyuta taşıdı. ABD’nin karşısına dikilmeyen Batı güçlerinden farklı olarak Rusya ve Çin, açık tutum aldılar.

Suriye savaşı, Halep’in Suriye ordusu tarafından, tamamen geri alınması ile (ki Halep, IŞİD’e karşı ciddi ve uzun süreli bir direniş göstermiş yerdir) üçüncü aşama diye adlandırdığımız, bir yeni aşamaya girmişti. Halep’ten sonra, IŞİD’in sonu görülmeye başlanmıştı. O kadar ki, daha önceleri Obama, IŞİD’e karşı savaş 30 yıl sürer derken, Halep sonrasında IŞİD’in bitebileceğini söylemeye başladılar. IŞİD’in bizzat organizatörü olan ABD ve İngiltere, elbette IŞİD’in ne zaman biteceği konusunda, bizden daha iyi tahminler yapabilirler. Suriye ordusuna karşı savaşan güçlerin bir bölümü, silâh bıraktı, bir bölümü, başka güçlere katılmaya başladı.

TC tarafından organize edilen, ve anlaşıldığı kadarı ile Erdoğan ile doğrudan bağı olan ÖSO, El Nusra vb. Esad’sız çözümden Esad’lı çözüme doğru adımlar atmaya başladı.

Bugün, bu aşamanın sonuna gelinmiştir.

Suriye savaşı, artık, yeni bir aşamada gibidir. Gibidir, çünkü, bu yeni aşamayı yaratmak isteyen bizzat ABD güçleridir ve ne kadar kararlı oldukları henüz belli değildir.

ABD, Trump ile birlikte, Rusya ile uzlaşma eğilimine gireceği beklentisinin tersine, daha saldırgan bir tutum almaya başlamıştır. Trump, Suriye havalimanını bombaladı. Trump sanki, “ben Rus dostu değilim, Rus kuklası değilim” der gibi idi. Ama işin renginin öyle olmadığı son günlerde iyice netleşti. ABD, bir yandan, PYD ile Rakka operasyonuna başlarken, diğer yandan, Suriye ordusunun IŞİD’e karşı ilerlediği yerlerde, Suriye ordusuna saldırılar düzenlemeye devam etti. Son uçak düşürme ile, sanki, bu saldırıları “düzenli hâle” getirdiğini gösterdi.

Bu açıdan Deyr Ez Zor kenti önemli bir nokta olmaya başladı. Savaşın seyri açısından, Deyr Ez Zor şehrinin belirleyiciliğinin nereden geldiğini bilemiyoruz. Ama bu kent, üç yıla yakın bir süredir, Suriye’nin doğusunda IŞİD kuşatması altında direnmektedir. Kentte 100 bin sivil nüfusun olduğu söylenmektedir. Suriye ordusu, hem bu yönde, hem de Rakka yönünde ilerlemeler sağladığında ABD saldırmaktadır. Uçak, bu kent etrafındaki IŞİD mevzilerine saldırırken düşürülüyor. Ve hemen ardından, İran, 700 km uzaktan füzelerle Deyr Ez Zor’u kuşatan IŞİD hedeflerine füze atıyor.

ABD, bir yandan Rakka operasyonunu yürütmek üzere, DSG (içinde PYD’nin ana unsur olduğu Demokratik Suriye Güçleri) ile ortak hareket ediyor. Diğer yandan, Rakka’yı alttan kuşatan, Deyr Ez Zor’u geri almaya çalışan Suriye ordusuna saldırıyor. Öte yandan ise, Ürdün sınırında, bizim sınırımızda desteklenen OSÖ gibi, Yeni Suriye Ordusu’nu kuruyor, eğitiyor, silâhlandırıyor. Bu yeni Suriye ordusu, El Tanaf’a yerleştirildi. Ama Suriye ordusu, bu güçlerin önünü kesmişe benzemektedir.

Suriye ordusunun Deyr Ez Zor’u geri alması ve Rakka’nın olur da Suriye ordusu tarafından alınması durumu, ABD’yi daha saldırgan hâle getiriyor.

Ve ABD, bu saldırılarla, savaşın yeni bir evresini oluşturmaya çalışıyor.

Suriye uçağını düşürdükten sonra ABD, Rusya ve İran’dan tepkiler aldı. Ama bu tepkiler, beklemediği tepkiler mi idi? ABD, bu doğrultuda adımlar atacağa benzemektedir. Bu durum, savaşı daha da büyütme eğilimi demektir.

ABD, açıktan, IŞİD’i destekler konum almaktadır.

Rusya ve İran cephesinin, savaşın büyümesi riskini göze alıp alamayacağını ölçmek mi istiyorlar? Yoksa, ne olursa olsun, savaşı büyütmekten yana mıdırlarlar?

Savaşın yeni evresi, daha çok bu sorular etrafında oluşmaktadır.

Tüm bu gelişmeler, ABD’nin, bizim baş düşmanımız Rusya’dır, açıklamaları ile aynı döneme denk gelmektedir.

ABD içinde zorluklar yaşayan Trump’ın, çok da aklı başında kararlar vereceği de tartışma konusudur.

ABD, açık olarak, İran’ı hedef tahtasına koyacak adımlar atıyor. Bu açıdan, Arap ülkelerinin daha saldırgan politikalar izlemelerini teşvik edeceği de açıktır. İran’a karşı savaşmak üzere, bölgede yeni dengeler peşinde olduğunu anlamak zor olmasa gerektir.

Türkiye ise, ABD politikalarının açık tetikçisidir, öyle olmuştur, bu yönde devam edeceğe benzemektedir. Elbette İran’a saldırmanın, TC devleti açısından çok da istenir bir olay olmadığı açık. Ama ABD, her zaman ilgili yönde Türkiye’ye adımlar attırmakta başarılı olmuştur. Zarraf dosyasını Erdoğan’a verseler, Erdoğan’ın saldırmayacağı şey kalmaz. Elbette bunun kolay olmadığı da açık.

Aynı anda, çiçeği burnunda yeni Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un, Esad’lı çözümden söz etmesi de boşuna değildir. ABD’nin işinin kolay olmadığı da açık.

Suriye savaşı, şimdi, bir yandan Deyr Ez Zor ve diğer yandan Rakka cephelerine kilitlenmiş gibidir. Suriye ordusu hem Rakka yönünde ciddi ilerlemeler kaydetmiştir, hem de Deyr Ez Zor yönünde. ABD’yi rahatsız eden de budur.

Savaş, bugünkü aşamasında, elbette daha da yayılacaktır. Bunun biçimlerini bilmek bugünden mümkün olmasa da, yayılacağını söylemek mümkündür. Giderek, her güç, doğrudan savaşın içine girmektedir. NATO’nun koalisyona bir bütün olarak katılması, aslında sahada hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Zaten NATO, tüm üyeleri ile sahada idi. Ama bu durumun, savaşın dünya savaşına açıktan dönüşmesi yönünde bir adım olacağı açıktır.

Suriye savaşı, kritik gelişmelere gebedir.

Suriye savaşının gelişimi, tüm bölgeyi daha da fazla etkilemeye başlayacak gibidir. Bugüne kadar ortaya çıkan etkileri daha da gelişecek gibidir.

Kontrollü “muhalefet” ve muhalefetin kontrolü ya da CHP dirilir mi?

CHP Genel Başkanı, “adalet” istemi ile yürümeye başladı. Ankara’dan İstanbul’a yürüyor. “Gelin katılın” çağrılarını mümkün olduğunca yapmadan, mümkün olduğunca “ortalığı ayağa kaldırmadan”, cikletten çıkmış hâli ile yürümek istiyor.

Kılıçdaroğlu ve CHP için adalet, bir hayli geç hatırlanmış bir olay oldu. CHP milletvekili Enis Berberoğlu tutuklanınca, MİT tırları davası nedeni ile açılan davadan çıkan ilk karar gereği 25 yıl ceza alır almaz tutuklanıp hapse atılınca, CHP, “adalet” olmadığını anladı ve yürüme kararı verdi.

CHP lideri, parti olarak yürüyeceğiz, milyonlarla birlikte yürüyeceğiz, demiyor. Ben yürüyeceğim, diyor. Olay, adalet ihtiyacı, onun kişisel isteği olarak ortaya konuyor ve kitlelere de, büyük kalabalıklara da seslenmiyor. Mesela yolu üzerinde bulunan büyük fabrikaların önünde, “adalet ve yürümek” konulu bir konuşma yapmaya yönelmiyor. Mesela her geçtiği yerden milyonların kendisine katılmasını istemiyor. Sadece, “adalet” için yürüyor.

CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, bu cikletten çıkmış hâli ile yürüyüşü, gerçekte, AB ve ABD’li yetkililere “ben de varım” deme amacını mı güdüyor? Yoksa “adalet ve özgürlük” yürüyüşü müdür? Adalet ve özgürlük yürüyüşü ise, tüm halkı, işçileri, Kürtleri, emekçileri, öğrencileri, herkesi davet etmesi gerekirdi. Etkili bir eylem, tüm kitleleri bu yürüyüşe katmakla mümkündür. Etkili bir eylem, “parlamento bitti, biz de artık sokaktayız” demekle mümkün olabilir. Etkili bir eylem, ancak ve ancak, halkın aktif katılımı ile mümkün olabilir. Etkili bir eylem, aynı anda, ülkenin her yanından başlatılacak yürüyüşlerle gerçekleştirilebilir.

Ama Kılıçdaroğlu, bunu yapmak istemiyor. Sonra hakkında, “bak karıştırıcı” denmesini istemiyor. Kendisi, tarihe, şöyle geçmek istiyor:

Devletçi.

Erdoğan’ın destekçilerinden, Bahçeli kadar, ama başka alanda görevli.

Efendi, korkak denecek kadar.

Derdini söylemeye mecali yok, çünkü ya halk sokaklara çıkarsa ihtimalinden çok korkan.

AB ve ABD’nin sevgisini kazanmak için uğraşan.

Kılıçdaroğlu, mümkün olduğunda, devletin zarar görmemesi için uğraşan bir muhalif lider olmak istiyor. Ama çevresinden kendisine sorulmuyor, acaba hangi devletin? Erdoğan’a kişisel “laf” yetiştirmelerle muhalefet yapılabilir mi?

İki olay, CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun, ne olduğu hakkında bize çarpıcı bilgi vermektedir. İkisi de yakın tarihlidir.

İlki, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasıdır. AK Parti iktidarı, Saray Rejimi’ni bir dirhem anlamış herkes, Erdoğan’la yapılacak pazarlıklarının sonuçlarını bilir. Mesela Kılıçdaroğlu, eğer Baykal beyefendisine sormuş olsa idi, Baykal, kendisinin yediği kazıkları anlatabilirdi. Baykal, Erdoğan ile kaç kere pazarlık yapmış, kaç kere Erdoğan’ın imdadına yetişmiştir. Ama her birinde, Erdoğan verdiği sözleri tutmamıştır ve Baykal’ın cumhurbaşkanlığı hayali, ahir ömründe sadece bir hayal olarak kalmıştır.

ABD, CIA, Baykal’a, Bahçeli’ye, Erdoğan projesine destek olacaksınız dedi mi, onların yapmaması mümkün değildir. Bunu kaç kere gördük.

Kılıçdaroğlu, milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmanın “demokratik bir talep” olduğunu söylüyor. Utanması da kalmamıştır. Hata yaptık diyememektedir. 15 Temmuz başladığında, önüne ilk gelecek tankın üzerine çıkacağına, Yenikapı’da sahneye çıkan Kılıçdaroğlu, en azından CIA’dan da şüphelenmeli, kendine iktidar vizesinin çıkmadığını görmelidir. Tankın üzerine çık deselerdi, bugün, meşhur olurdu. Yenikapı’ya çıkınca, cikletçi oldu. Baykal’ın bıraktığı yerden, aynı tutku ile, “devlete hizmet önceliklidir” vurgusu ile Erdoğan’ın koltuk değneği olmuştur.

Sözümona CHP; devleti korumaktadır. Hangi devleti? Erdoğan’ın Saray’dan yönettiği devleti, Erdoğan’ın istilasından mı kurtacaksınız? Hangi devleti, Gezi’de halka ateş açan devleti mi? Genelkurmay başkanının artık işsiz olduğu devleti mi? Gazetecileri, aydınları, öğretim üyelerini, barış isteyenleri hapse atan devleti mi kurtacaksınız? Her sene binlerce kadının cinayete kurban gitmesine seyirci kalan devleti mi kurtaracaksınız? Suriye’de işgale katılmak için can atan, askerlerini bilmem kaç sente satan devleti mi kurtacaksınız?

Parlamentoda dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet demelerinin tek nedeni vardır: HDP milletvekillerine karşı baskıyı desteklemek. Bu yolla HDP’yi sıkıştırmak ve biat etmelerini sağlamak. CHP liderine konu böyle sunulmuştur ve kendisi de kendilerine dokunulmayacağı garantisini alarak buna evet demiştir. Efendim “CHP programında varmış.” CHP programında mesela taşeronlaşma ile ilgili bir şeyler var mı? Mesela başkanlık sistemi ile ilgili bir şeyler var mı? Mesela adalet sistemi ile ilgili, mesela Kürt meselesi ile ilgili, mesela kadın cinayetleri ile ilgili, mesela iş cinayetleri ile ilgili vb. bir şeyler var mı? Bu programın sadece milletvekili dokunulmazlıklarını mı akıl edebildiniz? Diğerlerini gerçekleştirmeye gücünüz mü yok, öyle ise parlamentoda niye duruyorsunuz?

Dokunulmazlıkların kaldırılması, CHP’nin devletçi tutumunun ve CHP liderlerinin Erdoğan’a yedeklik yapmalarının sonucudur. CHP, kendi dar yönetimine, HDP milletvekillerinin ceza görmesinin pek de sorun olmayacağını söylemiştir. Bu, devletçi tutumun, devletçi genlerin doğal sonucudur. Öte yandan, CHP lideri, CHP’ye CHP’li milletvekillerine bir şey olmayacağının garantisini de, hizmetinde olduğu projenin başında yer alan Erdoğan’dan dolaylı yollarla almıştır.

Şimdi, Berberoğlu olayında olduğu gibi, sıra CHP’ye gelmiştir.

Daha CHP’nin başka unsurlarına da yönelecekleri açıktır. Berberoğlu’ndan başlanılmasının nedeni, onun FETÖ’cü olması yönünde ihtimallerin konuşulmuş olmasıdır. Kolay lokmadır, genel havaya uygundur.

Yoksa, başlayacakları yerleri biliyorlar.

Soru şudur: CHP lideri, adalet arayan, adalet yürüyüşüne çıkan Kılıçdaroğlu, parti içinde sol vuran milletvekillerini, mesela Sağlar’ı, neden ihraç etmekle uğraşıyor? Acaba Sağlar, “kontrollü muhalefet” ilkesine mi uymuyor? CHP’nin hangi dozda muhalefet yapacağı acaba, CIA tarafından mı organize ediliyor? Sağlar ya da başka isimler, “kontrollü muhalefet” sınırlarını mı aşıyor?

İkincisi, 16 Nisan referandumudur.

16 Nisan akşamı, sandıklar açılıp, sonuçlar ilan edildiğinde, Erdoğan, yeni ünvanlar edinmiş hâlde sevinçle kameraların karşına çıkmak yerine, Damat Berat’ın gözlerinin önünde, boynu bükük, ciğeri sökülmüş bir tarzda kameralara “zaferimiz kutlu olsun” dediğinde, herkes kadar Kılıçdaroğlu, herkes kadar CHP de, hileden haberdardı.

Tüm ülke, herkes, referandumda sandıktan HAYIR çıktığını biliyordu ve bugün de biliyor. İşte o akşam, cesur Kılıçdaroğlu neredeydi? O akşam, CHP’nin yönetiminin, devletçi, devleti korumayı amaç edinmiş bu ahlâk timsallerinin, adalet duyguları neredeydi? Yoksa devlet, onlara, “şimdi durum, halkın sokağa çıkması, sadece Erdoğan’ı iktidardan indirmez, devleti de kaybederiz, biz Erdoğan’ı halledeceğiz” mi dedi?

Soruyu atlamayalım. Soru budur. Soru aydınlatıcıdır. CHP’nin ne yaptığını, “kontrollü muhalefet” ile muhalafeti kontrol görevini yerine getirdiğini göstermektedir.

Diyelim ki, devlet, gelip Kılıçdaroğlu’na öyle dedi.

Kim bu devlet? Ordu mu? MİT mi? Hangisi Saray’ın kontrolünde değil? Ergenekon mu? Kim bu devlet? Erdoğan’a başlarına gelen bir felaket olarak bakan ve gerçekte düştüğü hâlde, gerçekte kaybettiği hâlde, mesela 7 Haziran 2015’te onu iktidarda tutan devlet mi? İstemedikleri hâlde, başkanlık sistemine, üstelik hayır da çıkmış iken, evet diyen devlet mi?

Ama kesindir, CHP’ye birileri gelip, halkı sokağa çağırmayın, 16 Nisan gecesinden söz ediyoruz, halkı sokağa çağırırsanız, radikal sol, bu ülkede iktidarı bile alabilir, ülke elden gider, işte bu çerçevede bir şeyler CHP’ye söylenmiştir.

Parlemento işlevsizleşmiştir. CHP sesini çıkarmamış, devlet elden gitmemiştir.

Saray Rejimi, ülkeyi savaşa atmıştır, ama devlet elden gitmemiştir.

AK Parti, bitmiştir, parti olmaktan çıkmıştır.

MHP bitmiştir, parti olmaktan çıkmıştır.

16 Nisan’da halkın verdiği oylar ne olursa olsun, sandık sonuçlarının, bundan böyle Saray’ın istediği gibi açıklanacağı ilan edilmiştir. Yani, bundan sonra, seçim ve sandık, açık bir tiyatrodur. Ve adalet duygusu zedelenmemiştir.

Ama şimdi, CHP lideri, adalet diyor!

16 Nisan, bu ülkede, sandıkların gömüldüğü gündür. Bundan sonraki dönemde, seçimlerden zafer çıkaracaklarını umanlar, gerçeklikle ilişkisi kopmuş kişilerdir. Başlarına Baykal’ı koyun. 2019 raunduna hazırlanmaktan söz eden Baykal, gerçekte, Erdoğan’ın elini rahatlatmak istemektedir. Baykal, hileli sonuçları unutturmak için bu hamleyi yapmıştır.

Kılıçdaroğlu, sandık sonuçlarına sahip çıkmamıştır. Deyim uygun düşerse o cesareti gösterememiştir. Ciklete girmiş, orada saklanmayı yeğlemiştir.

O akşam, Kılıçdaroğlu’nun CHP’si de bitmiştir.

O akşam Kılıçdaroğlu, “devlet elden giderdi. AK Parti’nin silâhlı adamları vardı ve halka ateş ederlerdi” bu nedenle sokağa çıkma çağrısı yapmadık, dedi.

İşte size devletçi mantığın, korkaklığın, güdümlü muhalefetin gerçekliği budur.

Peki, şimdi, 10 Haziran’da, ne değişti?

Mesela AK Parti, silâhlı adamlarına silâhları bırakın mı dedi? Şimdi, Berberoğlu tutuklanıp, sıra size geldiğinde “adalet” demeniz geç değil mi?

Hayır, CHP lideri, kişisel olarak temizlenmek, kişisel olarak aklanmak istiyor. Milletvekili dokunulmazlığı, 7 Haziran seçimlerinin ardındaki tutumu, Yenikapı performansı, bunca üniversite öğretim üyesinin okullardan atılması karşısındaki suskunluğu, 16 Nisan’daki ahlâksız Erdoğan destekçiliği, onu iyice yerin dibine sokmuştur. CHP ve Kılıçdaroğlu, kitleler gözünde artık bir lider, bir varlık değildir. CHP, bitmiştir. CHP, artık bir siyasal parti değildir ve bu yönde bir misyonu da kalmamıştır.

İşte, egemenler, Kılıçdaroğlu’nun da rol aldığı, oynadığı, Bahçeli’nin de rol aldığı Erdoğan projesinin mimarları, şimdi, bu bitmiş hâli ile CHP’ye kan vermeye, acil kan takviyesi yapmaya çalışıyorlar.

CHP dirilir mi? Ruhuna fatiha okunmuşların dirildiği görülmemiştir. Türkiye’de parlamento bitmiştir. Cumhurbaşkanı, artık yalnız ve boynu bükük şekilde, sahnelerin kahramanı olarak konuşmaktadır. Başkan, “Reis”, AK Parti Başkanı olmak için o kadar çırpınmıştır ki, aslında bunun bir kıymeti olmadığını geç anlamıştır. Başkan Reis, şimdi, daha yalnız, daha büyük korkular içindedir. Daha çok baskı kurması da işini kolaylaştırmayacak. Başkan, “Reis”, şimdi bu ünvanlarının kendine yetmediğinin farkındadır. Gele gele, halife-sultan ünvanlarının ikisini birden alma hedefine gelmiştir. Ama artık, bu ünvanları alsa da kurtuluş yolu gözükmemektedir. Devlete en çok sahip olduğu bugün, aslında, başkasının kollarında kıskıvrak esir olduğunu görmektedir. Peygamber de olsa, durum budur.

Ve Cumhurbaşkanı, ramazan kürsülerinden birinde çıkıp, CHP liderini, sivil toplum örgütlerini tehdit etmektedir. 138. madde var diye kükremektedir. Hiçbir aslan, bu kadar zavallıca kükrememiştir.

Cumhurbaşkanı, Başkan, Reis, AK Parti Genel Başkanı, Başkomutan kükremeye çalışmaktadır: Adalet aranacak yer parlamentodur.

Komiktir, Saray’ın sahibi, Saray Rejimi’ni, kendi iradesi ile reddetmektedir. Adres parlamentodur demektedir. Parlamentoyu dağıtan kendisidir, Başkanlık sistemi bunun en açık ifadesidir. Milletvekillerini hapse tıkan, trilyonlarca liralık yolsuzluğa bulaştığı hâlde yargılanmayan kendisidir. Milletvekillerini, kürsüden söyledikleri ile yargılayan bir yargı sistemini kuran kendisidir. Hangi parlamentodan söz ediyor Muktedir? Ve bu sözlere gülmeyen vatandaş var mıdır, bilemiyoruz ama AK Parti sıralarındakilerin güldüğünden eminiz.

Demek ki, bu çok geç de olsa, bu cikletten çıkmış hâli ile de olsa Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü, bazı gerçekleri ortaya çıkarmak için bir adım olabilir. Yürümek, belki de Kılıçdaroğlu’na da iyi gelebilir.

CHP, tüm kadroları ile, açık olarak, olup biteni deşifre etmek, halklara gerçeği söylemek zorundadır.

CHP, gerçekte, olayların gelişimi, içinden geçilen süreç kendisini aştığı için harekete geçmiştir. Artık daha fazla susmaları durumunda kitlelerin devrimci sosyalizme yöneleceğini bildikleri için, kitleler gözünde itibar kazanabilmek için bu adımı atmıştır.

Hâlâ, bu adımları atarken, “kontrollü” olmaya çalışıyorlar. Halka açıktan çağrı yapıp, her ilde halkın sokağa çıkmasını sağlamaya yönelmiyorlar.

Ama derler ki, eylem, eylemi gerçekleştirenleri çoğunlukla aşar.

Şimdi, tüm illerden, ülkenin her yanından, İstanbul’a yürüme zamanıdır.

Saray Rejimi ve direniş

Saray Rejimi, ölçü tanımaz OHAL uygulamalarına rağmen, muktedir olduklarını ilan etmelerine rağmen, bizzat Erdoğan’ın dilinden “zafer”ler ilan etmelerine rağmen, bir türlü “huzura” kavuşamıyor.

Erdoğan, şiddet ve baskının dozunu artırmak dışında ayakta kalma yolu bulamıyor. Ellerinde kan var ve daha fazlasını istiyorlar.

Saray Rejimi, devlet, bir yandan Kürt halkına karşı giriştiği savaşı daha da tırmandırıyor. Kürt illerinde sonu gelmez sokağa çıkma yasakları, sonu gelmez tutuklamalar, baskılar sürdürülüyor. Ama elde ettikleri sonuç, kendilerini mutlu etmiyor olmalı ki, daha da büyük bir şiddetle saldırmaktan söz ediyorlar.

Öte yandan, devlet, Saray Rejimi, işçi sınıfına, emekçilere, her türlü hak arama eylemine karşı saldırılarını sürdürüyor. Bir grev mi gündemde, işverenin endişe etmesine gerek yok, grev ertelenecektir. Grev “caiz” midir, diye sorulunca, Diyanet İşleri, hemen “haşa, grev küllüm haramdır” diyecektir. Bir mahallede halk, mesela cinsel tacize karşı sokağa mı çıkıyor, hemen TOMA’lar devreye giriyor ve Diyanet İşlerine soruluyor, “caiz midir”, yanıt açık, bir hak aramak için tek yapılacak şey dua etmektir. Çocuklarınızın ırzına mı geçildi, allaha havale edin, eşinize cinsel saldırı mı oldu, allaha havale edin, otobüste tacize mi uğradınız, gidin bizzat Erdoğan’ın emrettiği gibi giyinin. Yoksa, Erdoğan size, Beşiktaş vapurundan inenlere baktığı gibi bakar. İşyerinde arkadaşınız, kardeşiniz mi öldü, hemen celallenmeyin, gidip allaha dua edin, hatta şükür edin ki, sağ kalanlar var. Patron paranızı mı vermedi, mesela Cengiz İnşaat, mesela Torunlar, mesela Ağaoğlu vb. paranızın üstüne mi yattı, öbür dünyaya havale edin. Yok, eğer siz, bunlara karşı direnirseniz, sesinizi çıkarırsanız, hemen karşınızda tüm baskı aygıtları ile, yalan haber kaynağı medyası ile, hakimi ve polisi ile devlet dikilir. İşte böyle oluyor. Saray rejimi, “zaferden zafere” koşuyor ama, hiçbir biçimde “huzura” eremiyorlar. Hâlâ, bir öğrenci slogan attığında, “sonumuz geldi”, “Gezi yeniden başlayacak mı” diye korkuyorlar.

Saray Rejimi, aklını kaybetmiş gibi, tüm gücü ile, her türlü yalanla, dini insafsızca kullanarak saldırmaktadır.

Doğal olanı da budur.

Hem halklara düşmandırlar, hem işçi ve emekçileri yok sayarlar. Tarihleri boyunca böyle yapmışlardır. Sadece bugün değil. Bugün, eski ve yeni elitleri ile devlet, tüm halkı kendine düşman görmekte, her türlü hak arama girişimini kendi egemenliğinin sonu olarak algılamaktadır.

Bu, büyük bir korkudur.

Bu nedenle, kitleleri, halkı, işçi ve emekçileri, öğrencileri, yoksulları, kadınları korkutmak, kendi korkularını onların, bizlerin korkusu hâline getirmek istiyorlar. Halkları sindirmek istiyorlar.

Hem, işçi sınıfının tüm haklarını tırpanlıyorlar. Hem, daha da fazla sömürmek için her yolu deniyorlar, sosyal güvencelerini yok ediyorlar, çalışma sürelerini uzatıyorlar, ücretleri aşağıya doğru bastırıyorlar vb. Hem de her hak arama eylemine, her türlü talebe TOMA’larla, coplarla, mermilerle yanıt veriyorlar.

Kendileri için, egemenlikleri için, bunu yapmaları anormal değildir. Onlar, sömürenlerdir, onlar halkların düşmanlarıdır, onlar asalaklardır, onlar yağmacıların ortaklarıdır. Elbette bunları yapacaklar.

Mesele, işçi sınıfının ne yapacağındadır.

İşçi sınıfı, hiçbir hakkını, mücadele etmeden almamıştır. Ve kaybettiği hangi hakkı varsa, mutlaka mücadele edemediği için kaybetmiştir.

Yani, hak verilmez, alınır.

İşçi sınıfı, devletten anlayış, hoşgörü bekleyerek bir adım bile ilerleyemez. Tersine işçi sınıfı, ancak kendi kaderini, kendi ellerine alarak var olabilir, haklarını alabilir, insanca yaşama olanaklarını eline alabilir.

İşçi sınıfının tek çıkış yolu, örgütlülüğüdür. Eğer işçi sınıfı örgütlenirse, örgütlü bir güç olursa, var olabilir, kaale alınır, sesini yükseltebilir.

İşte, direniş bu nedenle daha ileri bir örgütlenmeyi gerektiriyor.

Uzun bir süredir, işçiler, emekçiler, kitleler sürekli bir yol bularak direnişe geçmekte, direnmektedir. Ancak bu direniş, daha fazla insanı içine almalı, adım adım daha sağlam bir örgütlenmeyi geliştirmelidir.

Bugün her direniş, örgütlenmenin gelişimi için bir olanaktır.

İşçi sınıfı, kendi sınıf gücünü bu direnişlerle öğrenir. Halklar kendi güçlerini direnişlerle öğrenir. Direniş, işçileri birleştirir. Direniş, düşüncenin özgürleşmesini sağlar. Direniş, kazanma yollarını gösterir. Direniş, devletin tankına, topuna, copuna karşı nasıl mücadele edilebileceğini öğrenmeyi sağlar. Direniş, bilinçlendirir, öğretir.

İşçi ve emekçilerin direnişlerini burjuva basın, Saray Rejimi kontrolündeki basın, hiçbir biçimde yansıtmaz. Tersine üstünü örter, görmezden gelir, yalan haberlerle karalar, karartır. Burjuva basının görevi budur. Yalan makinalarıdır.

Ama onlar ne kadar görmezlikten gelseler, ne kadar yok saysalar, ne kadar karalasalar da, direnişin her biçimi, her direniş, küçük bir halka olarak işçi sınıfının direnişine katılmaktadır, küçük bir damla olarak sisteme karşı mücadele ırmağına eklenmektedir.

Bu nedenle, biz devrimci işçiler için, biz devrimci sosyalistler için küçük direniş diye bir şey yoktur. Her direniş büyük değerdedir.

Bu sisteme karşı direniş dışında bir yaşama yolu da yoktur. Direniş, sadece hak aramanın yolu değildir, direniş, artık, insan olmanın, insan olarak kalabilmenin tek gerçek yoludur.

Bu köhnemiş sisteme, bu yağmaya, bu zulüme, bu yalan düzenine, bu karanlığa, bu sömürü düzenine karşı her yol ve araçla direnmek, hem zorunludur, hem de meşrudur.

Saray Rejimi ve direniş

Erdoğan, şiddet ve baskının dozunu artırmak dışında ayakta kalma yolu bulamıyor. Ellerinde kan var ve daha fazlasını istiyorlar.
Saray Rejimi, devlet, bir yandan Kürt halkına karşı giriştiği savaşı daha da tırmandırıyor. Kürt illerinde sonu gelmez sokağa çıkma yasakları, sonu gelmez tutuklamalar, baskılar sürdürülüyor. Ama elde ettikleri sonuç, kendilerini mutlu etmiyor olmalı ki, daha da büyük bir şiddetle saldırmaktan söz ediyorlar.
Öte yandan, devlet, Saray Rejimi, işçi sınıfına, emekçilere, her türlü hak arama eylemine karşı saldırılarını sürdürüyor. Bir grev mi gündemde, işverenin endişe etmesine gerek yok, grev ertelenecektir. Grev “caiz” midir, diye sorulunca, Diyanet İşleri, hemen “haşa, grev küllüm haramdır” diyecektir. Bir mahallede halk, mesela cinsel tacize karşı sokağa mı çıkıyor, hemen TOMA’lar devreye giriyor ve Diyanet İşlerine soruluyor, “caiz midir”, yanıt açık, bir hak aramak için tek yapılacak şey dua etmektir. Çocuklarınızın ırzına mı geçildi, allaha havale edin, eşinize cinsel saldırı mı oldu, allaha havale edin, otobüste tacize mi uğradınız, gidin bizzat Erdoğan’ın emrettiği gibi giyinin. Yoksa, Erdoğan size, Beşiktaş vapurundan inenlere baktığı gibi bakar. İşyerinde arkadaşınız, kardeşiniz mi öldü, hemen celallenmeyin, gidip allaha dua edin, hatta şükür edin ki, sağ kalanlar var. Patron paranızı mı vermedi, mesela Cengiz İnşaat, mesela Torunlar, mesela Ağaoğlu vb. paranızın üstüne mi yattı, öbür dünyaya havale edin. Yok, eğer siz, bunlara karşı direnirseniz, sesinizi çıkarırsanız, hemen karşınızda tüm baskı aygıtları ile, yalan haber kaynağı medyası ile, hakimi ve polisi ile devlet dikilir. İşte böyle oluyor. Saray rejimi, “zaferden zafere” koşuyor ama, hiçbir biçimde “huzura” eremiyorlar. Hâlâ, bir öğrenci slogan attığında, “sonumuz geldi”, “Gezi yeniden başlayacak mı” diye korkuyorlar.
Saray Rejimi, aklını kaybetmiş gibi, tüm gücü ile, her türlü yalanla, dini insafsızca kullanarak saldırmaktadır.
Doğal olanı da budur.
Hem halklara düşmandırlar, hem işçi ve emekçileri yok sayarlar. Tarihleri boyunca böyle yapmışlardır. Sadece bugün değil. Bugün, eski ve yeni elitleri ile devlet, tüm halkı kendine düşman görmekte, her türlü hak arama girişimini kendi egemenliğinin sonu olarak algılamaktadır.
Bu, büyük bir korkudur.
Bu nedenle, kitleleri, halkı, işçi ve emekçileri, öğrencileri, yoksulları, kadınları korkutmak, kendi korkularını onların, bizlerin korkusu hâline getirmek istiyorlar. Halkları sindirmek istiyorlar.
Hem, işçi sınıfının tüm haklarını tırpanlıyorlar. Hem, daha da fazla sömürmek için her yolu deniyorlar, sosyal güvencelerini yok ediyorlar, çalışma sürelerini uzatıyorlar, ücretleri aşağıya doğru bastırıyorlar vb. Hem de her hak arama eylemine, her türlü talebe TOMA’larla, coplarla, mermilerle yanıt veriyorlar.
Kendileri için, egemenlikleri için, bunu yapmaları anormal değildir. Onlar, sömürenlerdir, onlar halkların düşmanlarıdır, onlar asalaklardır, onlar yağmacıların ortaklarıdır. Elbette bunları yapacaklar.
Mesele, işçi sınıfının ne yapacağındadır.
İşçi sınıfı, hiçbir hakkını, mücadele etmeden almamıştır. Ve kaybettiği hangi hakkı varsa, mutlaka mücadele edemediği için kaybetmiştir.
Yani, hak verilmez, alınır.
İşçi sınıfı, devletten anlayış, hoşgörü bekleyerek bir adım bile ilerleyemez. Tersine işçi sınıfı, ancak kendi kaderini, kendi ellerine alarak var olabilir, haklarını alabilir, insanca yaşama olanaklarını eline alabilir.
İşçi sınıfının tek çıkış yolu, örgütlülüğüdür. Eğer işçi sınıfı örgütlenirse, örgütlü bir güç olursa, var olabilir, kaale alınır, sesini yükseltebilir.
İşte, direniş bu nedenle daha ileri bir örgütlenmeyi gerektiriyor.
Uzun bir süredir, işçiler, emekçiler, kitleler sürekli bir yol bularak direnişe geçmekte, direnmektedir. Ancak bu direniş, daha fazla insanı içine almalı, adım adım daha sağlam bir örgütlenmeyi geliştirmelidir.
Bugün her direniş, örgütlenmenin gelişimi için bir olanaktır.
İşçi sınıfı, kendi sınıf gücünü bu direnişlerle öğrenir. Halklar kendi güçlerini direnişlerle öğrenir. Direniş, işçileri birleştirir. Direniş, düşüncenin özgürleşmesini sağlar. Direniş, kazanma yollarını gösterir. Direniş, devletin tankına, topuna, copuna karşı nasıl mücadele edilebileceğini öğrenmeyi sağlar. Direniş, bilinçlendirir, öğretir.
İşçi ve emekçilerin direnişlerini burjuva basın, Saray Rejimi kontrolündeki basın, hiçbir biçimde yansıtmaz. Tersine üstünü örter, görmezden gelir, yalan haberlerle karalar, karartır. Burjuva basının görevi budur. Yalan makinalarıdır.
Ama onlar ne kadar görmezlikten gelseler, ne kadar yok saysalar, ne kadar karalasalar da, direnişin her biçimi, her direniş, küçük bir halka olarak işçi sınıfının direnişine katılmaktadır, küçük bir damla olarak sisteme karşı mücadele ırmağına eklenmektedir.
Bu nedenle, biz devrimci işçiler için, biz devrimci sosyalistler için küçük direniş diye bir şey yoktur. Her direniş büyük değerdedir.
Bu sisteme karşı direniş dışında bir yaşama yolu da yoktur. Direniş, sadece hak aramanın yolu değildir, direniş, artık, insan olmanın, insan olarak kalabilmenin tek gerçek yoludur.
Bu köhnemiş sisteme, bu yağmaya, bu zulüme, bu yalan düzenine, bu karanlığa, bu sömürü düzenine karşı her yol ve araçla direnmek, hem zorunludur, hem de meşrudur. o

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...