Kılıçdaroğlu ve CHP için adalet, bir hayli geç hatırlanmış bir olay oldu. CHP milletvekili Enis Berberoğlu tutuklanınca, MİT tırları davası nedeni ile açılan davadan çıkan ilk karar gereği 25 yıl ceza alır almaz tutuklanıp hapse atılınca, CHP, “adalet” olmadığını anladı ve yürüme kararı verdi.
CHP lideri, parti olarak yürüyeceğiz, milyonlarla birlikte yürüyeceğiz, demiyor. Ben yürüyeceğim, diyor. Olay, adalet ihtiyacı, onun kişisel isteği olarak ortaya konuyor ve kitlelere de, büyük kalabalıklara da seslenmiyor. Mesela yolu üzerinde bulunan büyük fabrikaların önünde, “adalet ve yürümek” konulu bir konuşma yapmaya yönelmiyor. Mesela her geçtiği yerden milyonların kendisine katılmasını istemiyor. Sadece, “adalet” için yürüyor.
CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, bu cikletten çıkmış hâli ile yürüyüşü, gerçekte, AB ve ABD’li yetkililere “ben de varım” deme amacını mı güdüyor? Yoksa “adalet ve özgürlük” yürüyüşü müdür? Adalet ve özgürlük yürüyüşü ise, tüm halkı, işçileri, Kürtleri, emekçileri, öğrencileri, herkesi davet etmesi gerekirdi. Etkili bir eylem, tüm kitleleri bu yürüyüşe katmakla mümkündür. Etkili bir eylem, “parlamento bitti, biz de artık sokaktayız” demekle mümkün olabilir. Etkili bir eylem, ancak ve ancak, halkın aktif katılımı ile mümkün olabilir. Etkili bir eylem, aynı anda, ülkenin her yanından başlatılacak yürüyüşlerle gerçekleştirilebilir.
Ama Kılıçdaroğlu, bunu yapmak istemiyor. Sonra hakkında, “bak karıştırıcı” denmesini istemiyor. Kendisi, tarihe, şöyle geçmek istiyor:
Devletçi.
Erdoğan’ın destekçilerinden, Bahçeli kadar, ama başka alanda görevli.
Efendi, korkak denecek kadar.
Derdini söylemeye mecali yok, çünkü ya halk sokaklara çıkarsa ihtimalinden çok korkan.
AB ve ABD’nin sevgisini kazanmak için uğraşan.
Kılıçdaroğlu, mümkün olduğunda, devletin zarar görmemesi için uğraşan bir muhalif lider olmak istiyor. Ama çevresinden kendisine sorulmuyor, acaba hangi devletin? Erdoğan’a kişisel “laf” yetiştirmelerle muhalefet yapılabilir mi?
İki olay, CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun, ne olduğu hakkında bize çarpıcı bilgi vermektedir. İkisi de yakın tarihlidir.
İlki, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasıdır. AK Parti iktidarı, Saray Rejimi’ni bir dirhem anlamış herkes, Erdoğan’la yapılacak pazarlıklarının sonuçlarını bilir. Mesela Kılıçdaroğlu, eğer Baykal beyefendisine sormuş olsa idi, Baykal, kendisinin yediği kazıkları anlatabilirdi. Baykal, Erdoğan ile kaç kere pazarlık yapmış, kaç kere Erdoğan’ın imdadına yetişmiştir. Ama her birinde, Erdoğan verdiği sözleri tutmamıştır ve Baykal’ın cumhurbaşkanlığı hayali, ahir ömründe sadece bir hayal olarak kalmıştır.
ABD, CIA, Baykal’a, Bahçeli’ye, Erdoğan projesine destek olacaksınız dedi mi, onların yapmaması mümkün değildir. Bunu kaç kere gördük.
Kılıçdaroğlu, milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmanın “demokratik bir talep” olduğunu söylüyor. Utanması da kalmamıştır. Hata yaptık diyememektedir. 15 Temmuz başladığında, önüne ilk gelecek tankın üzerine çıkacağına, Yenikapı’da sahneye çıkan Kılıçdaroğlu, en azından CIA’dan da şüphelenmeli, kendine iktidar vizesinin çıkmadığını görmelidir. Tankın üzerine çık deselerdi, bugün, meşhur olurdu. Yenikapı’ya çıkınca, cikletçi oldu. Baykal’ın bıraktığı yerden, aynı tutku ile, “devlete hizmet önceliklidir” vurgusu ile Erdoğan’ın koltuk değneği olmuştur.
Sözümona CHP; devleti korumaktadır. Hangi devleti? Erdoğan’ın Saray’dan yönettiği devleti, Erdoğan’ın istilasından mı kurtacaksınız? Hangi devleti, Gezi’de halka ateş açan devleti mi? Genelkurmay başkanının artık işsiz olduğu devleti mi? Gazetecileri, aydınları, öğretim üyelerini, barış isteyenleri hapse atan devleti mi kurtacaksınız? Her sene binlerce kadının cinayete kurban gitmesine seyirci kalan devleti mi kurtaracaksınız? Suriye’de işgale katılmak için can atan, askerlerini bilmem kaç sente satan devleti mi kurtacaksınız?
Parlamentoda dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet demelerinin tek nedeni vardır: HDP milletvekillerine karşı baskıyı desteklemek. Bu yolla HDP’yi sıkıştırmak ve biat etmelerini sağlamak. CHP liderine konu böyle sunulmuştur ve kendisi de kendilerine dokunulmayacağı garantisini alarak buna evet demiştir. Efendim “CHP programında varmış.” CHP programında mesela taşeronlaşma ile ilgili bir şeyler var mı? Mesela başkanlık sistemi ile ilgili bir şeyler var mı? Mesela adalet sistemi ile ilgili, mesela Kürt meselesi ile ilgili, mesela kadın cinayetleri ile ilgili, mesela iş cinayetleri ile ilgili vb. bir şeyler var mı? Bu programın sadece milletvekili dokunulmazlıklarını mı akıl edebildiniz? Diğerlerini gerçekleştirmeye gücünüz mü yok, öyle ise parlamentoda niye duruyorsunuz?
Dokunulmazlıkların kaldırılması, CHP’nin devletçi tutumunun ve CHP liderlerinin Erdoğan’a yedeklik yapmalarının sonucudur. CHP, kendi dar yönetimine, HDP milletvekillerinin ceza görmesinin pek de sorun olmayacağını söylemiştir. Bu, devletçi tutumun, devletçi genlerin doğal sonucudur. Öte yandan, CHP lideri, CHP’ye CHP’li milletvekillerine bir şey olmayacağının garantisini de, hizmetinde olduğu projenin başında yer alan Erdoğan’dan dolaylı yollarla almıştır.
Şimdi, Berberoğlu olayında olduğu gibi, sıra CHP’ye gelmiştir.
Daha CHP’nin başka unsurlarına da yönelecekleri açıktır. Berberoğlu’ndan başlanılmasının nedeni, onun FETÖ’cü olması yönünde ihtimallerin konuşulmuş olmasıdır. Kolay lokmadır, genel havaya uygundur.
Yoksa, başlayacakları yerleri biliyorlar.
Soru şudur: CHP lideri, adalet arayan, adalet yürüyüşüne çıkan Kılıçdaroğlu, parti içinde sol vuran milletvekillerini, mesela Sağlar’ı, neden ihraç etmekle uğraşıyor? Acaba Sağlar, “kontrollü muhalefet” ilkesine mi uymuyor? CHP’nin hangi dozda muhalefet yapacağı acaba, CIA tarafından mı organize ediliyor? Sağlar ya da başka isimler, “kontrollü muhalefet” sınırlarını mı aşıyor?
İkincisi, 16 Nisan referandumudur.
16 Nisan akşamı, sandıklar açılıp, sonuçlar ilan edildiğinde, Erdoğan, yeni ünvanlar edinmiş hâlde sevinçle kameraların karşına çıkmak yerine, Damat Berat’ın gözlerinin önünde, boynu bükük, ciğeri sökülmüş bir tarzda kameralara “zaferimiz kutlu olsun” dediğinde, herkes kadar Kılıçdaroğlu, herkes kadar CHP de, hileden haberdardı.
Tüm ülke, herkes, referandumda sandıktan HAYIR çıktığını biliyordu ve bugün de biliyor. İşte o akşam, cesur Kılıçdaroğlu neredeydi? O akşam, CHP’nin yönetiminin, devletçi, devleti korumayı amaç edinmiş bu ahlâk timsallerinin, adalet duyguları neredeydi? Yoksa devlet, onlara, “şimdi durum, halkın sokağa çıkması, sadece Erdoğan’ı iktidardan indirmez, devleti de kaybederiz, biz Erdoğan’ı halledeceğiz” mi dedi?
Soruyu atlamayalım. Soru budur. Soru aydınlatıcıdır. CHP’nin ne yaptığını, “kontrollü muhalefet” ile muhalafeti kontrol görevini yerine getirdiğini göstermektedir.
Diyelim ki, devlet, gelip Kılıçdaroğlu’na öyle dedi.
Kim bu devlet? Ordu mu? MİT mi? Hangisi Saray’ın kontrolünde değil? Ergenekon mu? Kim bu devlet? Erdoğan’a başlarına gelen bir felaket olarak bakan ve gerçekte düştüğü hâlde, gerçekte kaybettiği hâlde, mesela 7 Haziran 2015’te onu iktidarda tutan devlet mi? İstemedikleri hâlde, başkanlık sistemine, üstelik hayır da çıkmış iken, evet diyen devlet mi?
Ama kesindir, CHP’ye birileri gelip, halkı sokağa çağırmayın, 16 Nisan gecesinden söz ediyoruz, halkı sokağa çağırırsanız, radikal sol, bu ülkede iktidarı bile alabilir, ülke elden gider, işte bu çerçevede bir şeyler CHP’ye söylenmiştir.
Parlemento işlevsizleşmiştir. CHP sesini çıkarmamış, devlet elden gitmemiştir.
Saray Rejimi, ülkeyi savaşa atmıştır, ama devlet elden gitmemiştir.
AK Parti, bitmiştir, parti olmaktan çıkmıştır.
MHP bitmiştir, parti olmaktan çıkmıştır.
16 Nisan’da halkın verdiği oylar ne olursa olsun, sandık sonuçlarının, bundan böyle Saray’ın istediği gibi açıklanacağı ilan edilmiştir. Yani, bundan sonra, seçim ve sandık, açık bir tiyatrodur. Ve adalet duygusu zedelenmemiştir.
Ama şimdi, CHP lideri, adalet diyor!
16 Nisan, bu ülkede, sandıkların gömüldüğü gündür. Bundan sonraki dönemde, seçimlerden zafer çıkaracaklarını umanlar, gerçeklikle ilişkisi kopmuş kişilerdir. Başlarına Baykal’ı koyun. 2019 raunduna hazırlanmaktan söz eden Baykal, gerçekte, Erdoğan’ın elini rahatlatmak istemektedir. Baykal, hileli sonuçları unutturmak için bu hamleyi yapmıştır.
Kılıçdaroğlu, sandık sonuçlarına sahip çıkmamıştır. Deyim uygun düşerse o cesareti gösterememiştir. Ciklete girmiş, orada saklanmayı yeğlemiştir.
O akşam, Kılıçdaroğlu’nun CHP’si de bitmiştir.
O akşam Kılıçdaroğlu, “devlet elden giderdi. AK Parti’nin silâhlı adamları vardı ve halka ateş ederlerdi” bu nedenle sokağa çıkma çağrısı yapmadık, dedi.
İşte size devletçi mantığın, korkaklığın, güdümlü muhalefetin gerçekliği budur.
Peki, şimdi, 10 Haziran’da, ne değişti?
Mesela AK Parti, silâhlı adamlarına silâhları bırakın mı dedi? Şimdi, Berberoğlu tutuklanıp, sıra size geldiğinde “adalet” demeniz geç değil mi?
Hayır, CHP lideri, kişisel olarak temizlenmek, kişisel olarak aklanmak istiyor. Milletvekili dokunulmazlığı, 7 Haziran seçimlerinin ardındaki tutumu, Yenikapı performansı, bunca üniversite öğretim üyesinin okullardan atılması karşısındaki suskunluğu, 16 Nisan’daki ahlâksız Erdoğan destekçiliği, onu iyice yerin dibine sokmuştur. CHP ve Kılıçdaroğlu, kitleler gözünde artık bir lider, bir varlık değildir. CHP, bitmiştir. CHP, artık bir siyasal parti değildir ve bu yönde bir misyonu da kalmamıştır.
İşte, egemenler, Kılıçdaroğlu’nun da rol aldığı, oynadığı, Bahçeli’nin de rol aldığı Erdoğan projesinin mimarları, şimdi, bu bitmiş hâli ile CHP’ye kan vermeye, acil kan takviyesi yapmaya çalışıyorlar.
CHP dirilir mi? Ruhuna fatiha okunmuşların dirildiği görülmemiştir. Türkiye’de parlamento bitmiştir. Cumhurbaşkanı, artık yalnız ve boynu bükük şekilde, sahnelerin kahramanı olarak konuşmaktadır. Başkan, “Reis”, AK Parti Başkanı olmak için o kadar çırpınmıştır ki, aslında bunun bir kıymeti olmadığını geç anlamıştır. Başkan Reis, şimdi, daha yalnız, daha büyük korkular içindedir. Daha çok baskı kurması da işini kolaylaştırmayacak. Başkan, “Reis”, şimdi bu ünvanlarının kendine yetmediğinin farkındadır. Gele gele, halife-sultan ünvanlarının ikisini birden alma hedefine gelmiştir. Ama artık, bu ünvanları alsa da kurtuluş yolu gözükmemektedir. Devlete en çok sahip olduğu bugün, aslında, başkasının kollarında kıskıvrak esir olduğunu görmektedir. Peygamber de olsa, durum budur.
Ve Cumhurbaşkanı, ramazan kürsülerinden birinde çıkıp, CHP liderini, sivil toplum örgütlerini tehdit etmektedir. 138. madde var diye kükremektedir. Hiçbir aslan, bu kadar zavallıca kükrememiştir.
Cumhurbaşkanı, Başkan, Reis, AK Parti Genel Başkanı, Başkomutan kükremeye çalışmaktadır: Adalet aranacak yer parlamentodur.
Komiktir, Saray’ın sahibi, Saray Rejimi’ni, kendi iradesi ile reddetmektedir. Adres parlamentodur demektedir. Parlamentoyu dağıtan kendisidir, Başkanlık sistemi bunun en açık ifadesidir. Milletvekillerini hapse tıkan, trilyonlarca liralık yolsuzluğa bulaştığı hâlde yargılanmayan kendisidir. Milletvekillerini, kürsüden söyledikleri ile yargılayan bir yargı sistemini kuran kendisidir. Hangi parlamentodan söz ediyor Muktedir? Ve bu sözlere gülmeyen vatandaş var mıdır, bilemiyoruz ama AK Parti sıralarındakilerin güldüğünden eminiz.
Demek ki, bu çok geç de olsa, bu cikletten çıkmış hâli ile de olsa Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü, bazı gerçekleri ortaya çıkarmak için bir adım olabilir. Yürümek, belki de Kılıçdaroğlu’na da iyi gelebilir.
CHP, tüm kadroları ile, açık olarak, olup biteni deşifre etmek, halklara gerçeği söylemek zorundadır.
CHP, gerçekte, olayların gelişimi, içinden geçilen süreç kendisini aştığı için harekete geçmiştir. Artık daha fazla susmaları durumunda kitlelerin devrimci sosyalizme yöneleceğini bildikleri için, kitleler gözünde itibar kazanabilmek için bu adımı atmıştır.
Hâlâ, bu adımları atarken, “kontrollü” olmaya çalışıyorlar. Halka açıktan çağrı yapıp, her ilde halkın sokağa çıkmasını sağlamaya yönelmiyorlar.
Ama derler ki, eylem, eylemi gerçekleştirenleri çoğunlukla aşar.
Şimdi, tüm illerden, ülkenin her yanından, İstanbul’a yürüme zamanıdır. o
Kontrollü “muhalefet” ve muhalefetin kontrolü ya da CHP dirilir mi?
“Suriye savaşı”nın yeni evresi mi?
Demek ki, bu savaş sadece Suriye savaşı değildir.
Bunu, bu sözü, bizim yaşadığımız bölgede yaşayanların anlaması zor değildir. Zira, Türkiye, bu savaşın her açıdan içindedir.
Bu, dünya çapında süren savaşın bir parçasıdır.
Dünya çapında süren savaş, özü itibari ile, bir paylaşım savaşıdır.
SSCB çözüldükten sonra, ABD, dünya imparatorluğunu, dünya egemenliğini ilan etmeye yöneldi. “Tek kutuplu dünya”, gerçekte, ABD egemenliği altında dünya demek idi. ABD, SSCB ve komünizme karşı Batı dünyasını kendi denetimine almayı başarmıştı. Fransa, Almanya, İngiltere gibi güçler, ABD şemsiyesi altına, komünizme karşı tüm silâhlı işleri ABD’ye devretmişlerdi bile. Bugün Trump’ın yakındığı NATO’daki durum, aslında ABD egemenliği altında NATO’nun, komünizme karşı savaştan bir adım öteye giderek, tüm Batı’yı kontrol etme aracına dönüşmüş olmasından kaynaklıdır. ABD, NATO denilen gücün “efendisi” rolündeydi, hâlâ bunu devam ettiriyor.
SSCB çözülünce, ABD, Batı’nın emperyalist güçleri bellerini doğrultmadan, SSCB hazır yok iken, imparatorluğunu ilan etmeye yöneldi. Ne Japonya, ne Almanya, ne İngiltere, ne Fransa, ABD’nin “dev askerî gücü” denilen şeye karşı koymaktan uzak idiler. Dahası, bu dört ülke, iliklerine kadar ABD tarafından dinlenmekte, izlenmekteydi.
Öte yandan, ABD ekonomik alanda, giderek geriliyor, avantajlarını kaybediyordu.
İşte ABD’yi, fırsat bu fırsat, dünya imparatorluğunu ilan edelim yoluna iten durum bu idi. Kissinger, bu durumu çok açık olarak ifade etmekteydi ve ABD’nin dış politikaya ihtiyacı olmadığını dillendiriyordu.
Elbette, Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa, ekonomik alanda ilerlerken, askerî ve teknik anlamda, ABD kontrolünden de kurtulmaya çalışıyordu. Afganistan ve Irak savaşı, hem ABD’nin yeni “ortak düşman” yaratma girişimi iken, hem de bu ülkelerin, ABD’ye haraç ödeyerek, ABD kontrolünü azaltma yolları araması dönemi idi. ABD, yeni ortak düşmanını, önce El Kaide, ardından IŞİD örnekleri ile yarattı. Dünyanın her yanını kana bulayan çeteleri devreye soktu. Ama yine de bu ülkeler, dünyanın başka yerlerinden pay alma iddialarını geri çekmediler. Almanya, Doğu Avrupa’nın sosyalizmden vazgeçen ülkelerini ekonomik olarak kendine bağlamanın yollarını hızla döşedi. Kısacası, paylaşım savaşı geri düşmedi.
İşte dünyanın yeniden paylaşımı savaşının üzerine yükseldiği zemin budur.
Bu savaşta, Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa gibi güçler açık ve net bir biçimde ABD’nin karşısında cephe tutmayınca, ABD savaşı, istediği alanların kontrolüne doğru genişletme yönünde sürdürdü. Libya’nın ardından Suriye savaş başladı.
Suriye savaşı, Müslüman Kardeşler’in kullanılması ile, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar eli ile kundaklandı. Bugün Suudilerin kapatmaya çalıştığı El Cezire, Katar krallığının emri ile, CIA organizasyonu ile, başka yerlerde var olan gösterileri Suriye içinde imiş gibi bile göstermekten geri durmadı.
Suriye savaşının başlangıcından hemen sonra, IŞİD devreye sokuldu. Irak ve Suriye coğrafyası, yerle bir edilmeye çalışıldı. Rusya, sahaya doğrudan inene kadar, bu süreç devam etti. Rusya’nın sahaya inmesi, Suriye savaşını başka bir boyuta taşıdı. ABD’nin karşısına dikilmeyen Batı güçlerinden farklı olarak Rusya ve Çin, açık tutum aldılar.
Suriye savaşı, Halep’in Suriye ordusu tarafından, tamamen geri alınması ile (ki Halep, IŞİD’e karşı ciddi ve uzun süreli bir direniş göstermiş yerdir) üçüncü aşama diye adlandırdığımız, bir yeni aşamaya girmişti. Halep’ten sonra, IŞİD’in sonu görülmeye başlanmıştı. O kadar ki, daha önceleri Obama, IŞİD’e karşı savaş 30 yıl sürer derken, Halep sonrasında IŞİD’in bitebileceğini söylemeye başladılar. IŞİD’in bizzat organizatörü olan ABD ve İngiltere, elbette IŞİD’in ne zaman biteceği konusunda, bizden daha iyi tahminler yapabilirler. Suriye ordusuna karşı savaşan güçlerin bir bölümü, silâh bıraktı, bir bölümü, başka güçlere katılmaya başladı.
TC tarafından organize edilen, ve anlaşıldığı kadarı ile Erdoğan ile doğrudan bağı olan ÖSO, El Nusra vb. Esad’sız çözümden Esad’lı çözüme doğru adımlar atmaya başladı.
Bugün, bu aşamanın sonuna gelinmiştir.
Suriye savaşı, artık, yeni bir aşamada gibidir. Gibidir, çünkü, bu yeni aşamayı yaratmak isteyen bizzat ABD güçleridir ve ne kadar kararlı oldukları henüz belli değildir.
ABD, Trump ile birlikte, Rusya ile uzlaşma eğilimine gireceği beklentisinin tersine, daha saldırgan bir tutum almaya başlamıştır. Trump, Suriye havalimanını bombaladı. Trump sanki, “ben Rus dostu değilim, Rus kuklası değilim” der gibi idi. Ama işin renginin öyle olmadığı son günlerde iyice netleşti. ABD, bir yandan, PYD ile Rakka operasyonuna başlarken, diğer yandan, Suriye ordusunun IŞİD’e karşı ilerlediği yerlerde, Suriye ordusuna saldırılar düzenlemeye devam etti. Son uçak düşürme ile, sanki, bu saldırıları “düzenli hâle” getirdiğini gösterdi.
Bu açıdan Deyr Ez Zor kenti önemli bir nokta olmaya başladı. Savaşın seyri açısından, Deyr Ez Zor şehrinin belirleyiciliğinin nereden geldiğini bilemiyoruz. Ama bu kent, üç yıla yakın bir süredir, Suriye’nin doğusunda IŞİD kuşatması altında direnmektedir. Kentte 100 bin sivil nüfusun olduğu söylenmektedir. Suriye ordusu, hem bu yönde, hem de Rakka yönünde ilerlemeler sağladığında ABD saldırmaktadır. Uçak, bu kent etrafındaki IŞİD mevzilerine saldırırken düşürülüyor. Ve hemen ardından, İran, 700 km uzaktan füzelerle Deyr Ez Zor’u kuşatan IŞİD hedeflerine füze atıyor.
ABD, bir yandan Rakka operasyonunu yürütmek üzere, DSG (içinde PYD’nin ana unsur olduğu Demokratik Suriye Güçleri) ile ortak hareket ediyor. Diğer yandan, Rakka’yı alttan kuşatan, Deyr Ez Zor’u geri almaya çalışan Suriye ordusuna saldırıyor. Öte yandan ise, Ürdün sınırında, bizim sınırımızda desteklenen OSÖ gibi, Yeni Suriye Ordusu’nu kuruyor, eğitiyor, silâhlandırıyor. Bu yeni Suriye ordusu, El Tanaf’a yerleştirildi. Ama Suriye ordusu, bu güçlerin önünü kesmişe benzemektedir.
Suriye ordusunun Deyr Ez Zor’u geri alması ve Rakka’nın olur da Suriye ordusu tarafından alınması durumu, ABD’yi daha saldırgan hâle getiriyor.
Ve ABD, bu saldırılarla, savaşın yeni bir evresini oluşturmaya çalışıyor.
Suriye uçağını düşürdükten sonra ABD, Rusya ve İran’dan tepkiler aldı. Ama bu tepkiler, beklemediği tepkiler mi idi? ABD, bu doğrultuda adımlar atacağa benzemektedir. Bu durum, savaşı daha da büyütme eğilimi demektir.
ABD, açıktan, IŞİD’i destekler konum almaktadır.
Rusya ve İran cephesinin, savaşın büyümesi riskini göze alıp alamayacağını ölçmek mi istiyorlar? Yoksa, ne olursa olsun, savaşı büyütmekten yana mıdırlarlar?
Savaşın yeni evresi, daha çok bu sorular etrafında oluşmaktadır.
Tüm bu gelişmeler, ABD’nin, bizim baş düşmanımız Rusya’dır, açıklamaları ile aynı döneme denk gelmektedir.
ABD içinde zorluklar yaşayan Trump’ın, çok da aklı başında kararlar vereceği de tartışma konusudur.
ABD, açık olarak, İran’ı hedef tahtasına koyacak adımlar atıyor. Bu açıdan, Arap ülkelerinin daha saldırgan politikalar izlemelerini teşvik edeceği de açıktır. İran’a karşı savaşmak üzere, bölgede yeni dengeler peşinde olduğunu anlamak zor olmasa gerektir.
Türkiye ise, ABD politikalarının açık tetikçisidir, öyle olmuştur, bu yönde devam edeceğe benzemektedir. Elbette İran’a saldırmanın, TC devleti açısından çok da istenir bir olay olmadığı açık. Ama ABD, her zaman ilgili yönde Türkiye’ye adımlar attırmakta başarılı olmuştur. Zarraf dosyasını Erdoğan’a verseler, Erdoğan’ın saldırmayacağı şey kalmaz. Elbette bunun kolay olmadığı da açık.
Aynı anda, çiçeği burnunda yeni Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un, Esad’lı çözümden söz etmesi de boşuna değildir. ABD’nin işinin kolay olmadığı da açık.
Suriye savaşı, şimdi, bir yandan Deyr Ez Zor ve diğer yandan Rakka cephelerine kilitlenmiş gibidir. Suriye ordusu hem Rakka yönünde ciddi ilerlemeler kaydetmiştir, hem de Deyr Ez Zor yönünde. ABD’yi rahatsız eden de budur.
Savaş, bugünkü aşamasında, elbette daha da yayılacaktır. Bunun biçimlerini bilmek bugünden mümkün olmasa da, yayılacağını söylemek mümkündür. Giderek, her güç, doğrudan savaşın içine girmektedir. NATO’nun koalisyona bir bütün olarak katılması, aslında sahada hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Zaten NATO, tüm üyeleri ile sahada idi. Ama bu durumun, savaşın dünya savaşına açıktan dönüşmesi yönünde bir adım olacağı açıktır.
Suriye savaşı, kritik gelişmelere gebedir.
Suriye savaşının gelişimi, tüm bölgeyi daha da fazla etkilemeye başlayacak gibidir. Bugüne kadar ortaya çıkan etkileri daha da gelişecek gibidir. o
Suriye savaşı ve Kürt Devrimi
Ama eğer, şu anda, acil olarak bir savaşı nasıl önleriz diye soruluyorsa, halkların, emperyalizme, egemen güçlere karşı ortak mücadelesine gözümüzü dikiyoruz ve diyoruz ki, savaşı sosyalizm ve devrim önler.
Bazı okuyanlara, bir bölüm insana bunlar çok uzak, çok “ütopik” gelebilir. Ama biz, tarihten de biliyoruz ki, savaşı, yalvarmak, efendilere yapmayın demek, üzülmek, seyretmek, gökten mucize beklemek bunlardan çok daha gerçek dışıdır. Ve bizim devrim ve sosyalizm çözümümüze imkânsız diye bakanların çoğu, sadece seyrediyor, sadece efendilerden merhamet bekliyor, sadece “büyük”lerin insafa gelmesini bekliyor, sadece gökyüzünden mucize bekliyor. Tarihte bunları yapanlar oldu ama savaşlar önlenmedi. Oysa devrim, halkın başkaldırması, halkın silâhlanması, halkın ayakları üzerine doğrulması, savaşları önlemiştir.
Bugün, Suriye savaşı denilen, gerçekte tüm bölgeyi, Ortadoğu’yu sarmış olan, dahası ABD emperyalizminin zorlaması ile bir dünya savaşına evrilen savaşı, önleyecek tek güç, tüm halkların anti-emperyalist başkaldırısıdır. Sadece emperyalistlere karşı değil, emperyalist efendilerin bölgemizdeki “egemen” uşaklarına da karşı.
Halkların, işçi sınıfının, emekçilerin bu mücadelede bugün zayıf olduğunu da kabul etmek zorundayız. Gerçek budur. Değişmez bir şey değildir bu ama durum budur.
Halkların, anti-emperyalist cephenin, bölgemizdeki en örgütlü halklarından biri Kürt halkıdır. Kürt Devrimi, bölgedeki anti-emperyalist mücadelenin avantajlarından biridir.
Biz, Kürt Devrimi dediğimizde, PKK önderliğinde gelişen mücadeleden söz ediyoruz. Elbette, Kürt devrimcilerinin mücadelesinden söz ediyoruz. Bölgemiz halklarının devrimci evlatlarından söz ediyoruz.
Oysa Kürt hareketi içinde, örneğin Barzani, ayrı bir güç olarak, Kürt sorunun çözümünü, bölgede yoğunlaşan emperyalist paylaşım savaşımının içinde “aramak”tadır.
Bölgede süren paylaşım savaşımı, elbette, nesnel olarak Kürt sorununun çözümü anlamında bir yol ayrımı yaratıyor. Kürt sorununun gerçek çözümünün, sosyalizmde olduğunu iddia edenler, bugüne kadar bunun için mücadele edenler ile, sorunun çözümü için emperyalist efendilerden icazet arayanlar, elbette aynı kampta değildir. Nasıl TC devletinin, “egemenleri” ile ülkemiz işçi sınıfının çözümleri aynı değil ise, bu, bir “devlet”leri olmasa da Kürtler için de geçerlidir.
Bölgede süren savaş, ABD emperyalizminin Irak ardından Suriye’yi işgal etme girişimleri, gerçekte bölge halklarının imhası, boyun eğdirilmesi hedefini gütmektedir. Mesele ne Irak’ta “demokrasi” götürülmesi idi, ne de Suriye’de “Zalim Esad’dan halkın kurtarılması”dır. Elbette bunlar emperyalist güçlerin, kendi işgal planlarına, halkları kıyımdan geçirme planlarına, bölgede sahneledikleri oyunlarına buldukları parıltılı, albenili isimlerdir.
Sadece Suriye halkları, sadece Irak halkları bu savaşta can vermektedir. Üstelik bunu yaparlarken, kendilerine bağlı maşalar kullanmaktadırlar.
Bölgemizi, hem tarihî olarak yıkmak, yağmalamak istiyorlar, hem ekonomik olarak yağmalıyorlar, hem de insanımızı köleleştirmeye çalışıyorlar. Bölgede mezhep savaşını pompalayanlar bu emperyalist güçlerdir. Hem Halep, hem Şam, hem Bağdat, halkların birbirinin yanında yaşadığı renkli kültürleri bir arada tutmuş şehirler idi. Şimdi, her türden ayrımcılığın, katliamın devreye konduğu şehirler hâline gelmişlerdir. Bölge ülkeleri, elbette ABD emperyalizminin bu planlarının taşeronu olmuştur.
Bölge ülkeleri, yağmadan, talandan pay almak, köpekler gibi kemiklere razı olmak pahasına, tüm bölgenin ateş çemberine dönüşümüne katkı sunmuştur, sunmaktadır.
Bu nedenle, bölgedeki devletlerin geliştireceği “ulusal” reflekslerin çözümü uzaktır. Çözüm halkların geliştireceği direniştedir ve elbette her halk, “uzaktaki” emperyalist güce karşı savaşırken, kendi devletine karşı, üzerinde yaşadığı topraklarda “egemen” olan devlete karşı mücadele etmek zorundadır. Çözüm, halkların direnişindedir.
Halkların direnişi, işçi sınıfının, emekçilerin, üretenlerin, sömürülenlerin direnişidir. Yoksulların direnişidir.
Elbette bu direniş, egemen devletlerin, onların efendileri olan emperyalist güçlerin gücünden, bugün, daha zayıftır. Bu realitedir. Ama bugüne ait realitedir. Direniş, kendini büyütür ve geliştirir. Kürt halkının direnişi buna örnektir. Kobanê’de IŞİD çetelerine karşı geliştirilen direniş geçmişe değil, henüz bugüne aittir, yakındır.
Bugün, ABD ve Batı güçleri, IŞİD’e karşı savaştıklarını söylüyorlar. Bu büyük yalan, artık herkes tarafından görülüyor. IŞİD denilen çetelerin yaratıcısı, organizatörü, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere, bu güçlerdir.
Şimdi bu güçler, yarattıkları canavarın zafere gidişi gecikince, bölgede gelişen direniş büyüyünce, kurtarıcı rolünde ortaya çıkmaya çalışıyor.
ABD başta olmak üzere tüm emperyalist güçler, bölgede her gücü kullanmayı adet hâline getirmişlerdir ve bunu denemekten hiçbir zaman geri durmamışlardır.
Dün Kobanê direnişinde IŞİD güçlerini destekleyen ABD, Kobanê direnişinin zafere ulaşmasından sonra, PYD ile farklı bir ilişki kurma denemeleri yapıyor. Dün, Kobanê direnişinin karşısında yer alan Barzani, bugün, Kobanê’de kendine yer arıyor.
Amaçları açıktır; Kürt Devrimi’ni, bölgedeki paylaşım savaşımının, kendi savaşlarının amaçlarına uygun olarak kullanmak. Elbette, bunu bizim kadar, PYD de görmektedir. Görmediğini düşünmek büyük bir haksızlık olur.
Ama öte yandan, adım adım, ABD güçlerinin bölgeye yerleşmek, Ruya-Suriye cephesine karşı Suriye sahasında yer edinmek istekleri açıktır. ABD’nin Rakka operasyonu, gerçekte, IŞİD’in kontrolünden çıkacağı anlaşılan sahanın, başka bir tarzda kontrolleri altına alınması olduğu açıktır. Aynı zamanda Barzani güçlerine, Suriye Kürdistanı’nda yer açma planının parçasıdır.
Bilinen bir gerçektir, tescillidir ve bir kere daha söylemekte beis yoktur, ABD emperyalizmi, yeryüzünde, ne bugün, ne dün hiçbir halktan yana olmamıştır, ABD’nin “yardım” ettiği hiçbir halkın karnı doymamış, yüzü gülmemiştir. Amerikan yardımı, sofraya bir şey koyuyormuş gibi oturup, yenilecek her şeyi almak demektir. Bunun sayısız örneği vardır.
Kuşku yok ki, bunlar herkesçe bilinen, en çok Kürt halkı tarafından bilinen gerçeklerdir. Ve yine kuşku yok ki, emperyalizmin denetiminde, adeta bir ortaklaşa sömürge olan Türkiye halklarının ve işçi sınıfının, devrimcilerinin kardeşleri, bölgenin tüm halklarıdır, en başta da Kürt halkıdır. Kürt Devrimi, ağır 1980 karşı devrimi yıllarından bu yana, Anadolu’nun her yerinde, İstanbul’da, Trakya’da, tüm ülkede direnenlere örnek olmuştur, umut vermiştir. Bu nedenle bu konudaki vurgularımız asla ve asla düşmanca, Kürt Devrimi’nin kazanımlarına karşı vb. değildir, olamaz.
Elbette çok zorlu bir süreçten geçtiğimiz açıktır.
Suriye savaşı boyunca, koalisyon denilen güçler, içinde TC devleti de olmak üzere, bölgedeki her türlü direnişi, en başta da Kürt devrimcilerinin direnişini kırmayı amaçlamışlardır. Bugün de bunun tersini düşünmek için bir neden yoktur.
Bölgenin zenginliklerini yağmalamak için kan dökmekte olan bu vahşilerin, bölgemizden kovulması, halkların ortak mücadelesi ile mümkün olacaktır. Tüm emperyalist güçler bölgeden kovulmadan, onların yerli işbirlikçileri alaşağı edilmeden, bölgemize barış, özgürlük ve adalet gelmeyecektir.
Bugün mesela Trakya’da yaşayan bir işçi, bir emekçi, bu savaştan, savaşın içindeki insanlar kadar zarar görmüyorum, diye düşünmemelidir. Bu, bugüne aittir. Emperyalist güçler, bu savaşı, sadece Suriye ile sınırlı olarak ele almıyorlar. Suriye halkının kaybı, Trakya’da yaşayan işçi ve emekçinin de kaybıdır. Tersi de doğrudur, Kürdün her kazanımı, Suriyelinin her kazanımı, bölgemiz halklarının ortak kazanımıdır.
Bu nedenle, tüm bölge işçi ve emekçilerinin, halklarının anti-emperyalist mücadelesinden söz ediyoruz.
Kürt Devrimi, bu mücadelenin önemli bir ayağıdır. Kobanê direnişinin etkileri bunun en açık göstergesidir. Direnişi, tüm bölgeye yaymak, her parçadan direnişi geliştirmek, Kürt halkının mücadelesine de büyük bir katkı demek olacaktır.
Tarih boyunca emperyalist güçler, bölgemizde para ile satın alabilecekleri kalabalıklar, çeteler, kendileri adına kirli işler yapacak güçler bulmakta zorluk çekmemişlerdir. Bu konuda en büyük yardımcıları, bölgemizdeki devletler, yani kâhyaları, işbirlikçileri olmuştur. Bu büyük tarihî oyuna son vermenin tek yolu, örgütlenmek ve onurlu bir direniş yolu geliştirmektir.
Elbette direnişin de bir bedeli vardır. Ama hiçbiri, boyun eğmekten, köleleşmekten, kendini satmaktan daha ağır bir bedel değildir. Kürt devrimcilerinin direnişinin de, bölgemizdeki tüm devrimci direnişlerin de önemi buradan gelmektedir. Bu tarihe sahip çıkmak, bu direnişi sürdürmek, bugün her zamankinden çok daha fazla olanaklıdır.
Kendini emperyalist efendilere kiralamış Barzani çetesinin, Kürt Devrimi’nin kazanımlarının üzerine oturma girişimi, Kürtlere bir şey kazandırmayacaktır. Bugünlerde Barzani’nin, Türkiye Kürdistanı’nda parti kurma girişimi ile, Kürt halkına karşı girişilen kıyım, tamamen birbirine paraleldir, aynı amaca hizmet etmektedir. Barzani’nin Kobanê ya da Suriye Kürdistanı’nda etkinlik kazanma girişimleri de aynı planın parçalarıdır. Kürtlerin Barzani yolu ile kazanacakları hiçbir özgürlük yoktur. Kürt Devrimi’ni bugüne getiren yol, bambaşka bir yoldur.
Tüm bu savaş içinde, halkların direnişi, istenildiği hızda olmayabilir ama güç kazanmaktadır. Çıkış yolu, halkların direnişi yoludur. o
Kıdem tazminatı
İşçi sınıfının azgınca sömürülmesinde, krizin yükünün işçi sınıfının sırtına yüklenmesinde, egemen sınıfın tüm bileşenleri uyum içindeler. Saray Rejimi, Koçlar, Sabancılar, Sarayın yarattığı yeni zenginler, bütün bürokrasi, mahkemeler, medya, diyanet, kolluk kuvvetleri, hepsi ama hepsi uyum içindedirler.
Kıdem tazminatı; öyle görünüyor ki; patronların öncelikli “sorunudur”. Referandumun oldu-bittiye getirilmesinin ardından, Saray, patronların güven ve desteğini almak için olsa gerek, kıdem tazminatı konusunu ivedilikle ele almış durumda.
Kafa karıştırma amaçlı birçok model ortalıkta dolaşıyor. Yapmaya çalıştıkları şey, kıdem tazminatının fona devredilerek bu hakkın iç edilmesine toplumun tüm kesimlerini hazır hâle getirmektir.
Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin açıklaması gerçekte kimin çıkarlarını gözettiklerini açıkça gösteriyor. “Kıdem tazminatı reel sektör üzerinde yüktür, prangadır. Realize edilmeye çalışılırsa, bir tehdit unsurudur.”
Bizi ikna etmeye yönelik başlıca argümanları; işçilerin yüzde 80 civarının kıdem tazminatı hakkından yararlanamadığıdır. Sanki kayıtsız çalıştırma, belirli süreli iş sözleşmeleri, taşeron çalışma vb. işçilerin suçudur. İkinci argümanları ise; 1 yılı dolduran işçilerin de kıdem tazminatından yararlanabilecek olmasıdır.
Birinci argümanları, tüm sendikaların, kitle örgütlerinin, her işçi örgütlenmesinin mücadele etmesi gereken iş güvencesi meselesidir. Taşeron işçiliğin, kiralık işçiliğin, esnek ve kuralsız çalışmanın kaldırılması, temel bir mücadele alanıdır. İkinci argümana gelirsek, mevcut kıdem tazminatı hakkının geliştirilmesi üzerinedir ve bu da bir mücadele alanıdır.
Devlet eliyle sunulan seçeneklerden birini kötünün iyisi diye seçmek, ölümlerden ölüm beğenmeye benziyor. İşçinin sırtına bir kene gibi yapışan sendika mafyası, “kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir, genel grev sebebidir” dese de görünen o ki, tıpkı özelleştirme saldırısında olduğu gibi, daha önce çıkan işçi düşmanı yasalarda olduğu gibi, günü kurtarma peşindedir.
DİSK ve KESK’in iş güvencesini ortadan kaldıracak bu yasaya karşı kararlı ve güçlü eylemler örgütlemesi kaçınılmazdır. Bu yasanın esas yükünü çekecek olan örgütsüz milyonlara yasayı anlatmak, etkili bir kampanyayla yasaya karşı işçileri mücadeleye çağırmak hepimizin görevidir.
Kıdem tazminatının fona devredilerek ortadan kaldırılması esareti derinleştirecektir; işyerlerinin tamamen sermaye keyfiyetine teslim edilmesi, örgütsüz işçilerin işlerini korumak için daha fazla boyun eğmesi, patronların köpeksiz köyde değneksiz dolaşması demek olacaktır…
Savunma değil, saldırı ruhuyla mücadeleye! o
İşçi Gazetesi Yayın Kurulu
Direniş, her alanda
TC devletinin parlamentosu, artık, apış arasını örten bir bez parçası kadar bir role sahip değildir.
Parlamento, işlevsizdir.
AK Parti diye bir parti yoktur. Parti olma özelliğini çoktan yitirmiştir. Olsa olsa, müteahhitlerden, eğitimden, enerjiden, sağlıktan gelen gelirlerin nasıl dağılacağını belirleyenlerin elinde, ayak işlerini yapan bir irtibat bürosudur.
MHP diye bir parti yoktur. İşlevsizdir. Türk-İslam sentezi de bitmiştir. Bahçeli, Erdoğan’ın elinde olduğu herkesçe konuşulan kasetler karşılığında MHP’yi kapatmıştır. MHP, Saray Rejimi’nin uzantısıdır.
CHP diye bir parti kalmamıştır. Baykal, 7 Haziran seçimleri sonrasında, Erdoğan’la, meclis başkanlığı için girdiği “kurnaz” pazarlık ile, 16 Nisan referandumunun ardından, daha hileler canlı iken, 2019 seçimleri tartışmasını açarak adaylığını ilan edecek vücut gösterisi ile, Kılıçdaroğlu, Yenikapı meydanında sahne alarak, üzerine çıkacak bir tank bulmak yerine Yenikapı’da sahneye çıkmayı seçerek ve 16 Nisan referandumunun hileleri açık iken, halkın oylarını korumak için, halkı sokağa çağırmayarak, CHP’yi işlesiz kılmışlardır. Şimdilerde CHP gençliğinin sola yelken açmak üzere, CHP saflarında kalması, bu durumu kavramamaktan, CHP’yi dönüştürme umudunu korumaktan ileri gelen bir körlüktür. Sözümona sol CHP muhalefeti, gerçekte, bu umudu besleyerek, gençliğin CHP’den kopmasını önlemek istemektedir.
Tüm bu partiler, artık bitmiştir.
Tüm bu partiler, Saray Rejimi’nin uzantılarıdır.
Tüm bu partiler, iflas etmiş, fiilen rafa kaldırılmış parlamentonun sanki işe yarıyormuş gibi gösterilmesinin araçlarıdır.
Ve Saray Rejimi, her alanda, her yol ve araçla, halklara, işçi sınıfına, emekçilere saldırmaktadır.
Yaşam alanlarımıza saldırıyorlar. En sıradan, en temel haklarımıza saldırıyorlar. Kıdem tazminatı hakkımıza saldırıyorlar, tüm sosyal haklarımıza saldırıyorlar. Taşeron sistemi ile, işçi sınıfının ümüğünü sıkıyorlar.
İşçi ve emekçilerin borçlandırılması yolu ile, esir alınması için her yolu deniyor, her aracı kullanıyorlar.
Basın, tamamen bir Saray borazanıdır. Saray Rejimi, basını tamamen kendine bağlamış, tamamen kontrol altına almıştır.
Sendikalar, Saray Rejimi’nin kontrolü altındadır. Artık, en gerici sendikalara bile tahammül etmemektedirler.
İşçi sınıfının daha azgınca sömürülmesi, fabrikalarda kanının emilmesi, esir ve köle hâline getirilmesi için, her araçla, her yolla saldırıyorlar.
Saray Rejimi, kendi yasalarını dahi tanımıyor.
Saray Rejimi, açıkça, “demokraside kâr düşer” diye konuşuyor. Saray Rejimi, her metrekaresini bombaladıkları Kürt illerine “turist akını”ndan söz ediyor. Saray Rejimi, ülkenin tüm ekonomisini, rant ekonomisi hâline getiriyor.
Saray Rejimi budur.
Ve bu Saray Rejimi’ne karşı, işçi ve emekçilerin, direniş dışında bir seçeneği yoktur. İşçi sınıfı, dışarıdan bir kurtarıcı bekleyemez. Halklar, kendi iradelerini ortaya koymak zorundadır. İşçi sınıfı için bugün direniş, ölüm kalım meselesidir. Ya direnerek kazanacağız ya da teslim olup, Saray Rejimi’nin köleleri hâline gelmeyi kabul edeceğiz. Alternatifler bunlardır, tablo bu kadar açık, bu kadar nettir.
Ne yapmamız gerektiği açıktır.
Tıpkı, Kürt halkının yaptığı gibi, tıpkı Gezi Direnişi’nde insanların yaptığı gibi, tıpkı metal işçilerinin grev-direnişinde yaptıkları gibi, tıpkı 16 Nisan hayır kampanyasının başarıya ulaşmasında yaptığımız gibi, direneceğiz.
Tüm bu direnişlerden öğrenerek, daha büyük bir inançla, daha büyük bir irade ile direneceğiz.
Bunun için, örgütleneceğiz. Her yerde, hayatın her alanında, her fırsatta, her yol ve araçla, bir anımızı bile boşa geçirmeden, örgütleneceğiz. o
Ortadoğu “NATO”su mu?
Çocuklar öldürülüyor, insanlar boğazlanıyor, katliamlar organize ediliyor, şehirler yıkılıyor, tarih siliniyor. Modern dünya, kapitalist-emperyalist sistemin bugünkü aşamasında, insanlık adına akıl almaz cinayetler işliyor. İnsanoğlu, adeta, tüm vahşetini göstererek, yıkım tanrıları ile yarışıyor.
Suriye, Irak, Yemen yerle bir edilmeye çalışılıyor. Yağma ediliyor. Modern Batı, tüm vahşi yüzünü, insanlık adına utanç duyulacak bir pratikle ortaya koyuyor.
Ve bu emperyalist efendilerin, bölgemizdeki temsilcileri, tetikçileri, halklarımızın evlatlarının kanını dökerek, bu yağma savaşından pay almaya, kemik kırıntılarını kapmaya, bu aşağılık suça, en aşağılık biçimlerde ortak olmaya çalışıyorlar.
ABD ve müttefikleri, Suriye’deki direnişi hesaplayamadılar. Suriye halkının direnişi sürdükçe, karşılarına, IŞİD çetelerini çıkardılar. Tarihte ilk kez bir çete, devlet adı ile ortaya çıktı. Ve Putin’in açıkça deklare ettiğine göre, 40 kadar devlet, IŞİD ile doğrudan temas kurdu. İsterseniz, diplomatik, askerî, ekonomik, belki kültürel ilişkiler kurdu da diyebilirsiniz. Bunların başında, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb. gelmektedir. Bu 6 ülke, doğrudan IŞİD çetelerinin organizasyonunda da yer aldılar. Petrol alıp sattılar, eroin ve haplar taşıyıp IŞİD’e destek sundular, militanlarını eğittiler, militanlarına yerleşim alanları sundular, sağlık desteği verdiler, silâh sağladılar vb. Kısacası, yağma ve talan, kan ve kâr birlikte yürüdü, yürütüldü.
21. yüzyılın ilk 15 yılını geride bırakırken, dünya, kapitalist sistem altında, emperyalist egemenlik altında, ancak ve ancak insanı yok ederek ayakta durabilen bir sistem içinde talan ediliyor, yağmalanıyor, yok ediliyor. İnsanoğlu, akla gelmeyecek biçimlerle aşağılanıyor, eziliyor, sömürülüyor.
Bu burjuva egemenliğe, bu emperyalist yağmaya, bu paylaşım savaşına, bu insanı insan olmaktan çıkartan sisteme karşı her yol ve araçla savaşmak meşru ve zorunludur. Bu sisteme karşı savaşmadan, insan olarak kalabilmek mümkün değildir.
İşte Suriye savaşı, tam anlamı ile budur.
Savaş alanında, IŞİD vb. çete örgütlenmelerine rağmen, katliamlara, yağmaya rağmen, ABD istediğini elde etmekten henüz uzaktır.
Suriye savaşı, emperyalistler arasında süren, dünyayı paylaşma savaşımının, buna bağlı olarak Ortadoğu’da egemenlik kurma savaşımının bir parçasıdır.
ABD, Esad rejimini yok etmeyi, Suriye’yi Libya hâline getirmeyi, bu yolla Ortadoğu’da, ABD-İngiltere-İsrail çizgisini egemen kılmayı henüz başaramamıştır.
ABD, Irak savaşı ile Irak’ı işgal etti. Milyonlarca insanı öldürdüler, sakat bıraktılar, göçe zorladılar. Ama yine de, “zafer” kazandığı Irak’ta, işler istediği gibi gitmedi. Pek çok sorunla karşılaştı. Suriye savaşı da bunun üzerine eklendi. IŞİD ile yapmaya çalıştığı şeyler, istediği sonuçların ancak bir kısmını karşıladı.
Ama yine de “dünya imparatoru” olmaktan çok hoşlanan ABD, yenilgiyi kabul edip, geri çekilmeyecektir. Hele hele, Türkiye gibi tetikçileri, Erdoğan gibi kâhyaları, biat etmeye hazır “liderleri” var iken. Elbette, Zapsu’nun söylediği gibi, Erdoğan’ı halının altına süpürmeden önce kullanacaklardır, kullanmaktadırlar. Hele ki, referandum ile çobanlık yolunu açmış iken, Erdoğan’a daha büyük bir gaz vermeleri mümkündür. Bu aynı zamanda Erdoğan’ın da ihtiyacıdır: Halifelik, torbada bekletilmektedir.
ABD, bölgede, yeniden hamleler yapmaktadır.
Kimyasal silâh bahanesi ile, hazır Rusya, yeni ABD başkanının nasıl davranacağını henüz bilmezken, hazır Rusya ABD yakınlaşmasına fırsat verme hayalleri ortada iken, Suriye havalimanına saldırması, bu hamlelerden biridir. Kimyasal silâh konusunda inceleme yapmakta isteksiz davranmaları da, bir tarz yeniden meydan okuma girişimidir.
Elbette bu yetmez, ABD’nın yeni başkanı, ilk yurtdışı ziyaretini, Suudi Arabistan’a yaptı. Başkanlık seçimleri sırasında Suudileri aşağılamak için neler söylediği akıllardadır. Suudi Arabistan’a inecekti ve kendisini karşılamaya gelen tuhaf giysiler içindeki Kral’ı görünce uçağın pilotuna, benzinimiz var mı, geri dönelim diyecekmiş. Oysa tersi oldu, tuhaf kafasını taşımakta zorlandığı belli olan boynunu, Kral’ın önünde eğerek, madalya aldı. Kral, madalyayı, yakaya takmamayı bilerek mi yaptı bilinmez, ama Trump’ın, bu pozu düşünemeyecek kadar paragözlü olduğu açık.
Ve öyle anlaşılıyor, Pentagon, CIA ya da herhangisi bu işlere bakıyorsa o, bir NATO benzeri örgüt kurma planları yapmaktadırlar.
TC ordusunun, Katar’da üs kurması, ÖSO unsurlarını eğitmesi, Osmanlı’dan kalan isimlerle adlarını koydukları IŞİD benzeri çeteleri kurmaları, bu Ortadoğu Sünni NATO’su için adımlardır.
Eskiden, CENTO diye bir askerî pakt vardı ve Ortadoğu’da Sovyet etkisine karşı mücadelede ABD’nin araçlarından biri idi. ABD, İran’daki değişikliklerden sonra, CENTO’nun artık işe yaramadığına karar vermiş olmalı ve ardından ünlü, komünizme karşı İslam’ın köküne kadar kullanılması demek olan “yeşil kuşak” projesini devreye koydular.
Şimdilerde İslam adına konuşan, Müslüman Kardeşlerden IŞİD’e kadar, El Kaide’den Erdoğan’a kadar tüm aktörler, bu yeşil kuşak projesinin mahsulüdürler. İslam’a verdikleri zarar da ortada olsa gerek, ama bunların tümünün “ABD’nin elinde İslam” anlamına geldiği artık biliniyor.
Bu yeşil kuşak projesinin, daha çok CENTO denilen askerî pakttan sonra ortaya çıktığı da açık. Zamanlama olarak da öyle gelmiş olabilir.
Oysa, şimdi yeniden, ABD, bu kez, NATO benzeri bir Sünni İslam’a dayalı askerî pakt kurma peşinde gibidir. Görünen budur.
Suudi Kralı, ülkesini batırmadan önce, ABD’den bu pakt yolu ile güvenliğini satınalma peşindedir. Esad’a demokrat olmadığı gerekçesi ile saldıran ABD, Suudi Kralı’na, 380 milyar dolar kere eğilmektedir.
380 milyar dolarlık anlaşma, acaba, bu Sünni NATO için bir adım mıdır? Suudi Kralı, parayı basarak, içinde Türkiye, Katar, Ürdün, Suudi Arabistan ve dışında da İsrail’in olduğu bir pakt mı kurdurmak istemektedir?
Bu arayışların hızlandığı açıktır.
Suudi Arabistan, Yemen ile savaşında kaybettiğini bu yolla mı kazanacaktır?
Suudiler, hele Kral ailesi, 380 milyar doları, ailesini tamamen ABD’ye taşımak için kullanacağına, tersine bir askerî pakt kurma peşindedir.
Türkiye egemenleri buna çok sevineceklerdir. Suudi parasına kölelik etmek, artık ‘Yeni Türkiye’ gerçeğidir. Suudi Kralı Trump’a parayı basacak, 380 milyar dolarlık anlaşmanın 110 milyar dolarlık bölümü silâh için verilecek ve karşılığında Trump, TC ordusunu, Suudi Kralı’nın emrine vermek üzere bir Ortadoğu Sünni NATO’su kuracak. Erdoğan, bu yeni görevini yerine getirirse, halifelik yolunda bir adım daha atmış olacak, böylece halife ünvanını kazanmak üzere, kendi cephesini yeniden tahkim etme olanağını bulacak.
Zaten artık ordu, işsiz güçsüzdür. İşlerini polise devretmektedir. Genelkurmay başkanlığı diye bir şey yoktur, zaten artık ordunun kurmaylık diye bir görevi de kalmamıştır. Kurmaylık görevi Pentagon’a devredilmiştir. Pentagon için, kurmay adam değil, sahada ölecek asker gereklidir.
Duruma uygundur.
Bu vesile ile, 15 Temmuz darbesinin, Erdoğan için allahın lütfu olsa da, ABD için, bu işleri yapmak üzere orduyu etkisizleştirmek anlamını içerdiği artık açıktır. Bu nedenle darbe, “başarısız” olmak üzere planlanmıştır ve başarısı da budur. Kalanını Erdoğan tamamlamıştır. Bu yolla, ordu, ülke içinde psikolojik olarak bile etkisini yitirmiştir. Ordu, bundan böyle ancak, Suudilerin emrinde işe yarayacaktır.
Gerçekte, ABD’nin Ortadoğu planlarında ihtiyaç duyduğu askerî kuvveti yaratma girişimidir bu. Referandumdan “evet” çıkması, bu yolla hazırlanmıştır. Eğer Erdoğan, bu görevi yerine getirebilirse sorun yok, yok yerine getiremezse, zaten Zarraf dosyası vb. hazırdır.
Soru şudur: Bu Ortadoğu Sünni İslam NATO’su, esas olarak kime karşı savaşacak? Elbette, esas olarak İran’a karşı, Suriye’ye karşı savaşacak. Bu amaçla oluşturulacak. Böylece, Ortadoğu’da ABD’nin kaybettiği her şey yeniden geri alınmış olacak, hedef budur.
Bu soruyu yeni bir soru izlemelidir: Bunun başarılı olma şansı var mıdır? Sünni bir NATO, acaba, nasıl ayakta duracaktır? CENTO kadar işi kolay değildir ve Suudilerin paraları dışında, Türkiye’nin askerî desteği dışında bir dayanağı da yoktur. Suudi ve Türk dayanışması, zaten İncirlik üssünden, Katar’da kurulan üsten bellidir. Bu dayanışmanın, bir güç oluşturma ihtimali oldukça zayıftır. Ama, işin efendisi ABD’nin bundan büyük bir kaybı olacağı da tartışma götürür. En fazla Suudiler kaybeder, Türkiye kaybeder. Onlar ise, zaten kaybeden oldukları için, denize düşen yılana sarılır misalı davranışlar sergilemektedirler.
Tüm bunlar, ister başarılmış olsun, ister gerçek niyet bu olmamış olsun, bize gösteriyor ki, Suriye savaşı, Ortadoğu’nun paylaşılmasının bir parçasıdır ve bu savaş, daha çok şeylere gebedir. İnsanlığın yüzkarası hâline gelmiş bu savaş, bölge halklarının anti-emperyalist ortak mücadelesi ile durdurulabilir. Bu savaş, ancak bir sosyalist devrim dalgası ile durdurulabilir ve üçüncü dünya savaşı, bu yolla bitirilebilir.
Halkların anti-emperyalist mücadelesi sadece gerekli olan şey değildir, gerekli olduğu kadar da olanaklıdır. o
Umut, işçi sınıfının devrimci gücündedir
Ama sonuçta, hile ile, desise ile, yalan ile ve her türlü uluslararası destek ile, baskı ile, tüm basını kendi borazanına çevirerek, katliamlarla, OHAL ile kendine bir “yasal” statü elde etme peşinde koştuğu açık.
O da bir kurtuluş peşinde belki. Ama Saray Rejimi, sadece Erdoğan’ın kurtuluşu için var olmuyor. Dünya tekelleri ve onların yerli ortakları, bu Saray Rejimi’ni, ustaca kullanıyor ve destekliyorlar.
Ve Erdoğan’ın, referandumdan, kimine göre %53, kimine göre %80 oranda HAYIR oyu atılmış olmasına rağmen (bizim hesaplamalarımız %63-69 aralığını veriyor), sandık sonucunu EVET diye açıklamış olması, “Erdoğan gitmez, gitse gitse, AB ve ABD’nin yeter demesi ile gider” görüşünü beslemektedir. Gerçekte, birçok liberal, dünün Erdoğan destekçileri, bugün iktidar “otoriterleşiyor” diye bağıranlar, bu görüşü pompalıyor.
CHP bir kanadı ile, Erdoğan destekçisidir ve asıl işi budur. Bu asıl işten boşta kalan zamanlarında, diğer kanadı ile, AB ve ABD’den umur arama eğilimini pompalamaktadırlar.
CHP yönetimi ve Baykal, Erdoğan’ı meşrulaştırmak için, hile, baskı, yalan vb. ile elde edilmiş bu EVET zaferini, onaylama yolları arıyorlar. Daha şimdiden, 2019 yılını hedefliyorlar. Sanki, seçimlere hile karıştıranlar, 2019’u beklemenin yolunu bulamazmış gibi, sanki referandumu kan ve baskı altında yaptıkları hâlde oy çalanlar, 2019’da çalamayacaklarmış gibi. Baykal ve CHP, hemen 2019’u adres gösteriyor.
CHP’nin sözümona muhalifleri, AB ve ABD umudunu besliyorlar. Onlara göre, AB ve ABD, artık Erdoğan’ı kullanmayacak. Çünkü, ABD için kullanım tarihi doldu. Bu görüşü yayıyorlar.
Aslında Baykal da diğerleri de ortak bir noktada buluşuyorlar, Erdoğan’ı meşrulaştırmak, halkın, işçi sınıfının, emekçilerin sokaklara taşmasını önlemek ve AB veya ABD’yi umut olarak öne çıkarmak.
Gerçekte Baykal, aynı görüşten hareketle, 2019’a kadar Erdoğan’ın kullanım süresi dolacak ve ABD, Erdoğan’ı değiştirecek diye düşünüyor. Baykal buna yatırım yapıyor. Borsacı kumarbaz, yatırım yapılacak kâğıdın kendisi olduğunu ilan ediyor. Elbette aday kendisidir. Kendini tarif ediyor.
Diğer taraf, birçok liberal, Erdoğan’ın artık, “çizgi”den çıktığını, ABD ve AB’nin bunu affetmeyeceğini dile getiriyor. Putin’le görüşmesi, Çin’e açılması vb. hepsi, ABD ve AB için bardağı taşıran damlalar olarak sunuluyor.
Böylece, kitlelere direniş önerisi rafa kaldırılıyor. Direniş yok. Peki ne var: Kuzu gibi, çobanlık sistemini, Saray Rejimi’ni, tüm uygulamaları ile kabul etmek var. Ya sabır diyerek, bir kere daha sineye çekmek var. Seçimlerde hile var. Evet doğru. Zaten, “atı alan Üsküdar’ı geçti” bir itiraftır. Seçimlerde hile olduğunu bilmeyen yok. Ne yapmalı? CHP’ye sorarsan, sokağa çıkmamalı. Ne yapmalı bilmiyorlar ama, sokağa çıkmamak gerektiğini iyi biliyorlar.
Sokağa çıkmayın diyor CHP. Neden? Çünkü, AK Parti, silâhlı, kendine paramiliter kuvvetler kurmuş. Peki, bir sonrakinde bu paramiliter silâhlı çeteleri sen mi dağıtacaksın? Saray rejiminin hilelerine ne zamana kadar boyun eğmemizi öneriyorlar? Yanıt, AB veya ABD, Erdoğan’ın biletini kesene kadar.
Böylece bize umut adresi olarak AB ve ABD gösteriliyor.
Sistemi sorgulamak, sokaklara çıkmak, isyan ve devrim yok. ABD ve AB’ye iman edecekmişiz.
ABD ve AB, Erdoğan’ı, yaratanlardır. Erdoğan, AK Parti, ılımlı İslam, yeni Türkiye, adına ne derseniz deyin, bir ABD projesidir. Bu bizim iddiamız değil. Artık, herkesçe biliniyor. Projenin sahipleri bunu yazıp çiziyorlar. Artık, gizlisi saklısı kalmamış bir projedir bu. Suriye savaşı, Büyük Ortadoğu Projesi bu proje ile bağlantılıdır. Bunları artık çocuklar da biliyor.
Ve referandum gösterdi ki, hem Erdoğan gitmemek için kararlı, kendini kurtarmak için her şeyi göze almış durumda, hem de sermaye, egemenler, onların bağlı olduğu AB ve ABD, Erdoğan’ı hâlâ desteklemektedir. Çobanlık sistemi, Saray Rejimi, sadece Erdoğan’ın isteklerine göre oluşmuş bir menü değildir. Yemeği hazırlayan, pişiren AB ve ABD’dir. Erdoğan, olsa olsa bu yemeğin soslarını eklemektedir. Şiddet gerekiyor, o, daha fazlasını yapıyor. Para operasyonları gerekiyor, o, yüzdesini alıyor. Basın kontrol edilmeli, o, kantarın topuzunu biraz fazla kaçırıyor vb.
Demek ki, Erdoğan’a ABD’nin keseceği git bileti, gerçekte, Erdoğan gibi bir yenisinin devreye girip sahne alması anlamına gelecektir. Demirel de, Özal da, Genelkurmay da, Evren de ve şimdi Erdoğan da ABD kâhyalarıdır. Herkes kendi dönemine uygun, ABD çıkarları açısından aldığı rolü oynamıştır. Sadece Erdoğan, bu rolü, daha büyük çaplı para ile oynamaktadır.
Yerine gelecek kişi, eğer ABD’nin seçimi ile geliyor ise, daha iyi olmayacaktır. ABD, dünyanın hiçbir yerinde, tarihinin hiçbir kesitinde, halklardan, özgürlüklerden, demokrasiden, insandan, halklardan yana olmamıştır, olmayacaktır.
AB ve ABD umudu ile, Erdoğan’ın başında olduğu Saray Rejimi’nden daha iyi bir yere gitme ihtimali yoktur. Bu bir yanılsamadır. Yazarları, inanıyorlarsa bir illüzyonun kurbanı zavallılardır, inanmıyorlar da savunuyorlarsa, ABD’nin kalemşörleridirler.
Umut işçi sınıfındadır, onun devrimci örgütlenmesindedir, işçi sınıfı ve halkların direnişindedir, sokaktadır, sendedir, yanındakindedir. Gezi’nin ortaya koyduğu direnişin örgütlü hâle gelmesindedir. Kürt halkının örneklerini sunduğu direniştedir.
Umut, sokaktadır.
Umut, örgütlenmededir.
Umut, özgürleşmekte, aklımızı bağlayan zincirleri kırmaktadır.
Umut, işçi sınıfının gücünü, enerjisini hissetmekte, örgütlemekte ve bir araya toplamaktadır.
Peki, bu umut gerçek midir? Bu umudun gerçekleşmesi mümkün müdür? İşçi sınıfının, ezilenlerin, halkların, kadınların, gençlerin bu şansı var mıdır?
Yanıtımız evettir.
Biz, bu ülkede, Gezi Direnişi’nin, en örgütsüz olduğumuz bir kesitte gerçekleştiğini gördük, yaşadık. Biz, bu topraklarda, katliamlara karşı direnen Kürt halkının örgütlü gücünü gördük, yaşadık.
Bunlar, yanıtın evet olduğunun en açık kanıtıdır.
Elbette bu mümkündür.
Toplumun büyük çoğunluğu, işçi sınıfının eylemine bakmaktadır. İşçi sınıfı ise, üretimden gelen gücünü kullanacak kadar örgütlü değildir.
Tarihte büyük olaylar, her zaman az sayıda insan tarafından başlatılır. İşçi sınıfının geniş kitlelerinin örgütsüz olduğu doğrudur. Bu örgütsüzlük içinde esir alınmış olduğu, borçlandırılarak sisteme bağlandığı, eylemsizleştiği, kendi sendikalarını bile kaybetmiş olduğu bir gerçektir.
Bunu görüyoruz.
Ama buna rağmen, umut işçi sınıfındadır diyoruz.
İşçi sınıfının en ileri unsurları, en bilinçli kesimi, evet az sayıda işçi lideri, bunu hissetmeli, anlamalıdır. Başka yol yoktur.
Hem çıkış yolu, işçi sınıfın önderliğinde gelişecek bir direniştedir, hem bundan başka gerçek bir çıkış yolu zaten yoktur.
Bize bugün, büyük sözler söylemek için zaman harcamak lazım değil. Bize bugün, gerçeği, tüm netliği ile ortaya koymak, işçilere, halka asla yalan söylemeden gerçeği açıkça önlerine koymak ve onların örgütlenmesine destek vermek gereklidir. Görev budur. İşçi ve emekçiler, kendilerini devrimcileştirecek devrimci sosyalizm saflarına katılmalıdır. En ileri işçileri, saflarımıza katılmaya davet ediyoruz. Devrimci hareketten uzak durmak, yalnızlaşmaktır, burjuva politikacıların, üçkâğıtçıların, işçi sınıfının sırtına asalak gibi yapışmış sendika mafyasının amaçlarına hizmet etmektir.
Örgütlenmek, özgürleşmenin yoludur. Özgürleşmek, örgütlenmeyi daha da ilerletmeyi beraberinde getirecektir.
Eylem, düşünmeyi, anlamayı, bilinçlenmeyi hızlandıracaktır. Örgütlenmek, bunu sürekli hâle getirecektir.
Saray Rejimi’ni yıkacak, sosyalizmin yolunu, kurtuluşun yolunu, özgürleşmenin yolunu açacak olan işçi sınıfının kendisidir.
“İşçinin alın teridir,
Bey paşa sarayları.
Önümüz kavga yeridir,
Yürü iş alayları” o
Erdoğan-Trump görüşmesi Erdoğan’a meşruiyet
İşte Trump görüşmesi, Erdoğan’ın uluslararası alanda “kabul” görmesi için verilen bir destektir. Bu amaçla planlanmıştır. Ve açık olarak, sonucu, bir yaramaz çocuğu azarlar tarzda, “şımartıldığın yeter” tonunda bir ayar çekmedir. ABD, Trump, Türkiye’ye ev ödevlerini iletmiştir.
Görüşmenin 23 dakika sürdüğünü söyleyen CNN haber spikeri, bu nedenle görevinden atılmıştır. Gerçekte görüşme, her şey dahil, KDV’si içinde 23 dakika sürmüştür.
Ama Saray Rejimi, gerçeklerle başı hoş olmayan bir rejimdir, gerçekleri sevmez ve gerçeklerin konuşulmasına tahammül edemez. Bu nedenle CNN spikeri, bu gerçeği dile getirmemeli idi.
Bu 23 dakikanın, merhaba bölümü var, hoş geldin anı var, el sıkışması var, tüm bunları çevirmen eşliğinde de yapmak var. Bu nedenle 23 dakikalık görüşme, gerçekte 10 dakikadan azdır.
Bunun özel olarak böyle ayarlandığı anlaşılıyor. Omuzuna dokunma, aferin tutumları, gerçekte, “uluslararası alanda olumluluk” mesajı için olmalıdır.
Erdoğan, bu görüşmeye giderken, bir “nokta” olmasından söz ediyordu. Bunun anlamı, sorunlu olan her şeyin netleşmesi, olumlu olacak şekilde bir yol çizilmesi idi. Oysa öyle olmadı.
Beklenen, Erdoğan’ın bu görüşmede, Trump’a açık olarak, “15 Temmuz darbesinin arkasında siz varsınız” demesi idi. Dediğini sanmıyoruz, bu yönde hiçbir açıklama yoktur.
İncirlik üssünün dile gelmesi beklenirdi, bu yönde hiçbir adım atılmadı. Dışarıya yansıyanlara göre, böyle bir konu gündeme gelmedi. Elbette böyle bir konuyu gündeme getirecek olan Türkiye tarafı olabilirdi. 15 Temmuz darbesini her fırsatta kullananlar, bunu “allahın lütfu” diye ilan edenler, içeride, kamuoyunda bu darbenin ABD tarafından desteklendiğini, darbeyi Gülen grubunun yaptığını, Gülen’in ABD’de yaşadığını, meclisi bombalayan uçakların İncirlik’ten kalktığını vb. söylüyorlardı. Tüm bunları telaffuz eden bir devletin, doğal olarak bunları masaya yatırması beklenirdi. Ama öyle olmadı.
Görüşmede, Gülen meselesinin de dile getirilmediği anlaşılıyor. Ancak açıklamalarda bu konu üzerine durulmaktadır. TC devleti, Gülen’in iadesini istememektedir.
Ama öyle anlaşılıyor ki, görüşmelerde, Zarraf meselesi gündeme gelmiştir ve Türkiye tarafı Zarraf’ın iade edilmesi ile, oldukça fazla ilgilenmektedir. Zarraf’ı yargılamak için istemedikleri de biliniyor.
Bunlar olmayınca, görüşmeler bir “nokta” niteliğinde gelişmemiştir. Bir açıklık oluşmuş ise, o da muhtemelen Erdoğan’ın, Türkiye tarafının yeni görevlerinin detaylarını içeren bir dosyayı teslim alarak geri dönmeleri olmuştur.
ABD’de Erdoğan-Trump görüşmesi, özetle, “ben sana uluslararası alanda bir meşruiyet sunuyorum. Sen bunun karşılığında ekli dosyadaki görevlerini yerine getireceksin” şeklinde olmuştur.
Bu hâli ile Erdoğan görüşmeden memnundur. Omzuna Trump’ın eli değmiştir, dahası Trump ile bir fotoğraf karesi elde etmiştir.
Cihan lideri için, bu sonuçlar çok da tartışmalı başarılar değildir. Tersine Erdoğan’ın bunlara ihtiyacı vardır.
Erdoğan, o kısacık zaman diliminde, kader arkadaşı, yol arkadaşı Zarraf’ın dosyasını da dile getirmişe benzemektedir. Karşılığında ne önerdiğini bilmiyoruz. Zarraf’ı ver, sen ne istersen yaparım mı demiştir? Bilmiyoruz. Ama bu dosyanın Türkiye için çok önemli olduğunu artık biliyoruz.
Öyle anlaşılıyor, ABD, Erdoğan’dan bazı işleri yapmasını istemektedir. Erdoğan, bu işleri yapmaya çok isteklidir ama kendisi için garanti istemektedir. Yine öyle anlaşılıyor, ABD, Erdoğan’a elinde bulunan dosyalarla ilgili ipucu vermiştir.
ABD’nin istediklerinin, Ortadoğu savaşı ile bağlantılı olduğu açıktır. ABD, Suriye ve Irak sahasında yaşadığı olumsuz durumu, İran’a karşı bir saldırı ile dengelemek isteğindedir. Ve bunun için, Erdoğan’ın görev almasını istedikleri düşünülebilir.
Kuşku yok ki, gerçekte ABD ile TC devletleri arasında bugünlerdeki en önemli sorun, Suriye savaşı, bölgede süren savaş, bu savaşın çeşitli aktörleri arasındaki ilişkiler vb.dir.
Türkiye, bölge halklarına karşı savaş tetikçisi, katliamcı ve işgalci bir tutum izlemiştir ve bu konuda ABD ile birlikte suç ortağıdır. Bu nedenle her iki tarafın da bu konuda konuşacakları çok şey olmalıdır. Ama Trump-Erdoğan görüşmesinin 23 dakika sürdüğü bilindiğine göre, bu detaylara inmedikleri artık biliniyor.
Erdoğan, şimdi, Trump’ın elinin omzuna değmiş olmasının verdiği avantajla, uluslararası alanda rahat dolaşacağını düşünmektedir. Bunu elde etmek istemiştir. Trump, omuza dokunuş ile bu mesajı vermiştir. Ve öyle anlaşılıyor ki, TC devletinin yeni diplomasisinin sahne bölümü artık böyle olacaktır. Omuza mı dokundu, yoksa enseye mi? Artık, bunu izlememiz gerekecek.
Erdoğan, bu dokunuş ile, hem NATO zirvesine katılmış, hem de orada meşru bir “seçilmiş” gibi davranmaya başlamıştır. ABD’nin omzuna dokunduğu kişi olmanın gururu ile, AB ile yeniden “eskiyi” unutarak, adımlar atmaktan söz etmiştir.
Ama en önemlisi, Erdoğan, Trump ile verdiği poz ve omuza aldığı dokunuş ile yurda dönmüş ve içeride, “bakın ben ilgili yerden onay aldım” demiştir. Elbette bunu bize söylemiyor. Bunu halka, işçi sınıfına söylemiyor. Bunu, egemen sınıflara, kendisine karşı olan burjuva çevrelere söylüyor.
TÜSİAD toplantısı, bunun en açık kanıtıdır.
Erdoğan, TÜSİAD toplantısına, uzun aradan sonra, Trump’ın dokunuşunun ardından, kaç dakikası nasıl geçti bilmediğimiz kıymetli 23 dakikalık görüşmenin ardından çıkmıştır. TÜSİAD, açık olarak kendisine OHAL’in kalkmasını beklediklerini iletmiştir. TÜSİAD’ın derdi elbette ki demokrasi değildir. Onların derdi, yabancı ortaklarının kendilerini güvende hissetmemesidir. Onların derdi, FETÖ meselesi kullanılarak, kendilerinin hizaya getirilme ihtimalıdır. Ve Erdoğan, Trump bana dokundu, der gibi, OHAL kalkmayacak, size ne zararı var, demiştir. Kâr için, para için, ülkemiz burjuvalarının katlandığı şeylere bakın! Acısak mı, ne yapsak?
İşte Trump’ın dokunuşunun esas Erdoğan’a yarayan bölümü budur. Erdoğan, Trump’ın dokunuşu ile, hileli referandumun onayını almıştır. Esas hedef de bu idi. Trump’ın dokunuşu, esas olarak, hileli referandumun ABD tarafından onaylandığının işaretidir.
Ülkemiz işçi ve emekçileri, ülkemiz halkları bilmelidir ki, bu hileli referandum, ABD başta olmak üzere, Batı’nın onayı ve desteği ile gerçekleşmiştir.
İşte bu nedenle Trump gezisine Erdoğan, büyük önem vermekteydi. o
“Sorunlu bir kişilik”
Analiz demek uygun düşer mi, yoksa sadece bir “saptama” mı yaptı, yoksa, ağzına geldiği gibi mi konuştu, bilemiyoruz.
Erdoğan, muktedirdir.
Erdoğan, en iyi belediye başkanıdır.
Erdoğan, kaç çocuk yapılması gerektiği konusunda uzmandır.
Erdoğan, sosyologdur.
Psikolog olduğu konusunda tartışma bile yoktur.
Allahın sevgili kuludur ve bu durum, Hira mağarasındaki örümcek ağının sırrı kadar allahın korumasını içeren 15 Temmuz uçak aramasından kurtulmasında kendini göstermiştir. Dahası, mucizeler göstermektedir. Bu nedenle, onun için, “allahın bütün sıfatlarını taşıyan” değerlendirmesi yapılmıştır.
En iyi eğitimci kimdir, hiç aklınıza geldi mi? Bunu hangi kurum ve nasıl ölçecek demeyin, ölçülmüştür ve Erdoğan en iyi eğitimcidir.
Hiç kuşkunuz olmasın, en iyi müteahhittir.
Ve asla şüphe etmeyin ki, en iyi anonim şirket yöneten CEO’dur.
En iyi istihbaratçı kendisidir. En iyi hatip de. En iyi siyasetçi kendisidir ve en iyi doktor olduğundan şüpheniz olmasın.
İşte tüm bunları kişiliğinde toplamış bir kişi olarak Erdoğan, Comte’un “sorunlu” bir kişilik olduğunu ilan etti.
Aguste Comte, Fransa’da 1798’de doğmuş ve 1857’de ölmüştür. Sosyolojinin kurucularından olduğu söylenir. Kabul gören bir yaygın kanıdır bu. Kendisi aynı zamanda matematikçi ve filozoftur.
Erdoğan, acaba, neden Comte “sorunlu kişilik” demiştir?
Acaba, Erdoğan’ın Saray Rejimi’nde, geceleri tartıştığı, “uzman”lar mı var? Bu uzmanlarla yapılan sohbetler, biraz geniş olmalıdır. Comte, bu sohbetlerde konuşulmuş ise, bu konuşmada, kısaca “sorunlu bir kişiliktir” analizi yapmış ise, Erdoğan, olmadık bir yerde, aklına gelip bu bilgiyi mi kullanmıştır?
Acaba, Erdoğan’ın metinlerini yazanlardan biri, o gün aklı öyle esmiş ve metnin içine Comte sorunlu bir kişiliktir notu mu eklemiş?
Doğrusu bunu bilemiyoruz.
Bir başkan, bir referandum “fatihi”, bir başkomutan, bir dünya lideri, her konuda konuşabilmelidir ve kendinin derin bir birikime sahip olduğunu göstermelidir ilkesi mi uygulanmaktadır?
Bilemiyoruz.
Bildiğimiz, her kürsüde konuştuğu ve her konuştuğu yerde basının olmasının zorunluluk olduğu, her TV kanalının bu konuşmaları kesintisiz vermek zorunda olduğu, ve bunu yapmayanların “Doğan gibi olmak” prosedürüne tabi tutulduğudur.
Bildiğimiz, her gün söylediği her ne olursa olsun, o konuda mutlaka tam tersini söylemiş olduğudur. Geriye dönün, tam tersi bir sözünü hemen bulacaksınız.
Bildiğimiz, tüm medya, tüm kalemşörler, tüm gazeteciler, köşe yazarları, Erdoğan’ın her açıklamasına, mantıklı bir “arka plan” yaratmak zorunda olduklarıdır. Bunun için, “gerçekleri” çok zorladıkları da biliniyor.
Ama gelin görün ki, gerçekler zorla örtülemez. Ne yaparsanız yapın, gerçeği örtmek kolay değildir, “gerçekler inatçı şeylerdir.”
Bu nedenle, Erdoğan’ın açıklamalarının “mealini” tercüme eden, halkalar şeklinde “görevliler” vardır. İlk halkadakiler, ilk “meal” açıklamalarını yaparlar, ardından, diğerleri yaygın ve ismi bilinenler bunlardır, hemen gerekli talimatlara sahip olarak, o yoldan ilerlerler. Öyle anlaşılıyor ki, Saray’da, bu ilk halkaya girenlerle, düzenli ve dağınık sohbetler edilmektedir. Bu sohbetlerden Erdoğan epeyce yararlanmaktadır. Mümkündür ki, bu sohbetlerden sonra, Erdoğan’a farklı diplomalar verilebilir. Böylece yukarıda saydığımız Erdoğan’ın sıfatlarının, mesleklerinin, meziyetlerinin “nesnel” temeline de ulaşmış oluruz. Gerçekten sosyologdur, gerçekten psikolog olabilir, gerçekten ekonomisttir, iyi bir işletmeci olduğunu düşünmektedir, iyi bir müteahhittir, doktorların en iyisi, en iyi gazetecidir de, en iyi din bilgini, ileri bir diplomattır da.
Tüm bunlar, Saray’daki sohbetlerden kaynaklı gibi görünmektedir.
Bu durumda akla şu soru takılmaktadır: Acaba, ülkemiz için, Erdoğan gibi, bir düzine muktedire sahip olsak, her işimiz daha kolay hâllolmaz mı? Yoksa bu durum, onun tekliğine karşı çıkmak anlamına mı gelir?
Saray’da bu sohbetlerde derin bir bilgilendirme yapabilen bu “uzmanlar”, acaba, bu işi daha geniş bir alanda neden devreye sokmazlar?
Saray’daki bu sohbetlerin mesela TV kanalları tarafından, zorunlu olmak kaydı ile, yayınlanması durumunda, çok geniş bir insan kitlesinin eğitilmesi mümkün değil midir?
“Sorunlu bir kişilik”, kesinlikle derinlikli bir tanımlamadır.
Mesele şu ki, Comte ile, Erdoğan’ın neden, hangi nedenle ilgilendiğidir. Çünkü, normal şartlarda, Comte ile ilgilenenler, onun, 1857’de ölmüş birisi olması da göz önünde tutularak, daha çok eserleri ile vb. ilgilenirler. Öyle popüler de olmadığı için, birçok kişi için, onunla ilgilenmek “faydalı” da değildir. Ama, Erdoğan’ın ilgisini çekmiştir ve eserleri ile değil, yazdıkları ile değil, “sorunlu kişiliği” ile. İşte bunu anlamlandırmak kolay olmasa gerek.
Tam bu noktada, Erdoğan’ın her açıklamasının ardından sayfalarca onu savunacak, söylediklerinin mealini ortaya koyacak açıklamalar yapan onca kalemşör, hiçbir şey yazmadı, söylemedi. Tam bir sessizlik.
Erdoğan’ın filozof olmaya soyunup soyunmadığını öğrenmemiz için, bu kalemlerin yazması gerekirdi. Ama olmadı. Belli ki, bu yandaş kalemler, Erdoğan’a filozofluğu, hele hele derin “sorunlu kişilik” tarzında değerlendirmelerle dışa vuran tarzını, uygun görmemişlerdir.
Bize sorarsanız, Erdoğan’ın yeni hedefinin, halife-padişah olmak olması gerekir. Halife yetmez. Halife, ABD’nin iznine bağlıdır, sadece halife olursa, çok zayıf olur. Ama padişah-halife olursa, işte o zaman kendini kurtarabilir. Ama bu halife-padişah olma isteğinin, Comte ile ilişki meselesine gelince yine durmamız gerekiyor. Halife-padişah, aslında, bugüne kadar görüldüğü kadarı ile, Comte ile ilgilenmek zorunda da değildir. Bu açıdan, açıklamamız yerine oturmayabilir. Ama yine de halife-padışahın, “ilmî” tartışmalara müdahil olma istekleri olabilir, en azından, padişah-halife tarzına uzak düşen bir davranış da olmaz. Yine de ilim tartışmalarına Comte ile başlanması ve hele hele “sorunlu kişiliktir” denmesi açıklanmış olmaz.
AK Parti’de yeniden başkanlığa oturması, her şeyin başkanı ve her yerin başkanı olma ilkesine uygundur. Başkan, CumhurBaşkan, genelkurmay başkanı, başkomutan olduktan sonra, AK Parti başkanı olma istek ve iradesi, aslında “sorunlu”dur. Ama hepsi bir elde, hepsi bir yerde ilkesine uygun düşer. Yoksa terstir. Cumhurbaşkanı olan bir kişinin, mesela cumhurbaşkanı vekili de olması, genelkurmay başkanı olmuş birinin, mesela general de olması, başkan olmuş birinin mesela parti başkanı da olması, bitmez bir muktedir olma eğilimi midir, yoksa, sadece korkudan ileri gelen bir cins önlem midir?
Erdoğan artık AK Parti başkanıdır da. Öyle anlaşılıyor, eğer, İstanbul il teşkilatında bir sorun çıkarsa, bir yeni düzenleme ile, “parti başkanı aynı zamanda il başkanı da olabilir” düzenlemesi ile, bu sorunun üzerine gidecek bir “irade” ortaya konacağı açıktır.
Ama tüm bu iradeler, bu “muktedir” olma durumu, bu her alanda “bilme” hâli, bu kibir, söz konusu olan ABD olunca, ortadan kalkıyor. Rol değişiyor. Karşımıza bir “efendi-kâhya” ilişkisi çıkıyor.
Erdoğan, ABD söz konusu olunca, her adımında ölçülü, her hâl ve davranışında hürmetli olma durumunu koruyor.
Bunların hangisinin, yani içeride bulunduğu sıradaki kibrin mi, yoksa dışarıdaki efendi-kâhya ilişkisinin mi, daha “sorunlu” bir kişilik yarattığı, karar vermesi kolay bir durum değildir. o
Referanduma itiraz meclisleri mi, yarını inşa meclisleri mi?
HAYIR Kadıköy’le röportaj
Meclisler bir umut hâline geliyor. Daha yeni doğdular, emekliyorlar daha, büyütmek için çok emek vereceğiz, fakat sonunda serpilecekler…
HAYIR Kadıköy’den Melis Özbakır, Eymen Demircan ve Fırat Seymen’le Meclis’in kuruluşundan bugüne, sürece dair değerlendirmelerini ve Meclisleri yarına taşımak üzere yapılabileceklere dair görüşleri üzerine konuştuk.
20 kişilik toplantıdan sokakları açan bir örgütlenmeye…
Kaldıraç: Referandum çalışmalarıyla başlayıp “Meşru Değilsiniz!” kampanyasına varan sürecin bütününü, yani meclislerin ilk kurulduğu andan itibaren pratiklerini, HAYIR Meclisi faaliyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Melis: Referandum gündemi zorla önümüze getirilmişti ve bunun için bir şeyler yapmak gerektiği konuşuluyordu. Kadıköy özelinde, önce birkaç arkadaş, bir araya gelip ne yapsak üzerine konuştuk. Daha sonra ‘acaba bir toplansak mı?’ niyeti ile ilk toplantısını yaptı Kadıköy Meclisi.
DİB’in de vesile olduğu bir toplantı oldu bu. Toplantı, büyük elektrik kesintilerinin olduğu günlerden birinde yapılmıştı, 15-20 kişi civarındaydık, kötü bir toplantıydı. Ama en azından toplanmayı başardık. Sonrasında ‘çevre çeperimizdeki herkesi de çağırıp daha geniş bir toplantı yapalım’ dediğimiz bir süreç başladı. Ondan sonraki toplantılar 70-80 kişilik toplantılar olmaya başladı.
Tabii bu süreçte, Kadıköy Meclisi’nin toplantıları DİB’den de çıktı. ‘Referandum odaklı bir çalışma yürüteceksek, sırf referandumu dillendiren ve tanımlayan bir isimle HAYIR ve ilçelerin isimlerini kullanalım ve bunu her tarafa sıçratmaya da çalışalım’ görüşü olgunlaştı.
HAYIR Kadıköy, HAYIR Beşiktaş, HAYIR Bakırköy gibi meclisler kurulmaya başladı. HAYIR Kadıköy, ilk kurulan meclislerden biriydi, diğerlerinden önce toplanmaya başlamıştı, buluşmalarını yapıyordu. 19 Ocak’ta, yanlış hatırlamıyorsam, Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nde geniş katılımlı bir toplantı yapıldı.
Kadıköy Meclisi, önceki toplantılarından hazırlıkla bir hat, bir sunum vb. örnekler çıkararak bu toplantıya katıldı. Bu büyük buluşmada; “Hani böyle bir referandum çalışması yapma niyetimiz var, şöyle şöyle komisyonları olsa..” diyerek bir yapı ortaya koydu ve öneri orada da tartışıldı. HAYIR Kadıköy çalışmasına 19 Ocak’ta başlamış olduk.
Yapıyı biraz tanımlamak gerekirse, HAYIR Kadıköy’ün 4 tane komisyonu vardı, bu 4 komisyondan bir tanesi, Üretim-İletişim Komisyonu’ydu. Hem basılı materyalleri hem de sosyal medyayı vb. yürütecek olan komisyondu. Organizasyon Örgütlenme Komisyonu kuruldu. Herkese açık olan bu komisyon hem hedeflediğimiz mahalle meclislerinin isteklerini ve planlarını hem de merkezi işleri organize edecek daha seyreltilmiş bir gruptu. Bir tane Maliye Komisyonu vardı; para bulan, mali ihtiyaçlarımızı karşılamamıza yardımcı olan komisyondu.
5 Şubat’ta; sanırım; bu toplantıdan bir hafta sonra büyük bir Genel Meclis toplantısı yapıldı ve oradan Mahalle Meclisleri oluşturuldu. Aslında Kadıköy’ün pek çok mahallesi için oluşturulmuştu, fakat daha sonra mahalleler birleştirildi. Osmanağa-Caferağa mahalleleri birlikte çalıştı, Hasanpaşa-Rasimpaşa birlikte çalıştı, Acıbadem-Koşuyolu, daha sonra Göztepe-Erenköy-Zühtüpaşa-Feneryolu diye de 5-6 mahallenin birleştiği ekipler oldu. Toplamda birleşik halde çalışan 6 tane Mahalle Meclisimiz vardı.
Bu süreçte hem Mahalle Meclisleri kendi yaşadıkları bölgelerde işler yaptılar hem de aynı zamanda Kadıköy Meclisi ile buluşmak üzere yaptığımız organizasyon-örgütlenme toplantılarında da haftalık takvimler oluşturuldu, merkezî işler, yani Kadıköy merkezinde icra ettiğimiz işler de planladık. Ve çalışma böyle sürdü.
Çalışmada bu yapı üzerinden pek bir bir sıkıntı yaşanmadı. Birkaç gün mahallelere ayrılıyorduk, diğer birkaç gün zaten sabah broşür dağıtımları oluyordu. Sabah dağıtımları bir noktadan sonra İstanbul’un diğer bütün meclisleriyle de zaten koordineli hâle getirildi, Kartal’dan evden çıkan birisi Taksim’e işe gidiyorsa, Kartal’da bir HAYIR broşürü, Söğütlüçeşme’de bir HAYIR broşürü, Zincirlikuyu’da bir HAYIR broşürü, Şişli’de bir HAYIR broşürü dağıtımı ile karşılaşıyordu.
Bunun dışında pek çok etkinlik yapıldı. Mahalle Meclisleri kendileri daha büyük lokal işler yaptılar. Caferağa-Osmanağa Meclisi, Mehmet Ayvalıtaş Parkı’nda ‘Hayırlı Şenlik’ yaptı, Cenk Taner geldi. Göztepe-Erenköy Meclisi, Göztepe Özgürlük Parkı’nda bir buluşma organize etti. Erdoğan Aydın ve daha pek çok kişinin de katıldığı bir etkinlik oldu. Etkinlikler yapılırken bir yandan da çok yoğun dağıtımlar yapılıyordu. HAYIR Meclisleri toplamda 4 milyona yakın materyal üretti ve dağıttı. Ve bu materyaller gerçekten de tüketildi. Bu bence önemli başarılarından biridir Hayır Meclislerinin.
“Kadıköy Meclisi, İstanbul Meclisleri için daha itici bir güç olabilirdi”
Kaldıraç: Materyallerin bütünü Kadıköy’den organize ediliyordu. Ya da üretimin çok büyük bir kısmı Kadıköy’de yapılıyordu. Bu anlamıyla aslında Kadıköy’ün çalışma biçimi diğer meclisleri de biraz şekillendirmiş oldu. Kadıköy Meclisi’nin bu sürece dair değerlendirme yaptığı bir toplantısı oldu mu? Daha fazla ne yapabilirdik gibi düşünceler var mı Meclis’te?
Melis: Geçtiğimiz Pazar bir çalıştay yaptık, bu çalıştay geleceğe yönelik bir toplantıydı, ondan önce ise bir Genel Meclis toplantısı yaptık. Hem çalıştayın konularını tam olarak belirleyebileceğimiz, hem de tam dediğin gibi değerlendirme niteliğinde bir toplantıydı. Orada Mahalle Meclisleri elbette eksikliklerini de tanımladılar ama genel olarak başarılı bir kampanya yürüttük görüşündeler.
Kadıköy’de daha çabuk organize olunabildi, daha erken çalışmaya başlandı. Kadıköy’de biraz daha “avantajlı” olduğumuz için burada daha kalabalık bir Meclis’e ulaşabildik. Bunun için, dediğin pozisyona da gelmiş oldu HAYIR Kadıköy Meclisi. Ki zaten tüm materyallerimizin baskılarını yaparken de diğer Meclislerle koordine olmaya çalıştık.
Genel Meclis toplantısında insanlar durumu iyi yorumluyordu. Zaten referandum sürecinde de HAYIR Kadıköy Meclisi, referandumdan sonra da devam etmeyi ve nasıl devam edilebileceğini referandum süreci bitmeden tartışmaya başlamıştı. Genel Meclis toplantısında da ifade edilen; çok iyi bir kampanya yürütüldüğü, eksiklerin şunlar olabileceği, iyi yanları şunlar ve bundan sonra yola devam edebilirsek bu iyi yönlerini alarak, yaptığımız doğru şeyleri aslında daha da devam ettirerek ilerleyelim görüşleri vardı.
Kaldıraç: İfade edilen eksikler ve iyi yönlerden öne çıkanlar nelerdi?
Melis: İyi yönleri olarak şunlar anlatılıyor; “Gerçekten kalabalık bir meclis olabildik, gerçek bir meclis olabildik.” Meclis toplantılarında, “Ben hayatımda ilk kez siyasete dâhil oluyorum, çünkü artık canıma tak etmişti ve ben çok sosyalleşmeyi de seven bir insan değilim, bunu göze alarak geldim bu Meclis’e” diyen insanlar vardı. İnsanların da aslında kabul ettiği ve pek çok kez söylediği şey gerçek bir Meclis olabilme hâliydi.
Eksiklik olarak da aslında ne söyleniyordu? Çok da bir eleştiri yok ama mesela; “Tamam, Hayır Kadıköy işliyor ama diğer Meclislerle olan koordinasyon neden bu kadar zayıf” gibi eleştiriler geldi.
Ama itici bir güç olabileceğimizi düşünüyoruz. Hayır İstanbul toplantılarına Organizasyon-Örgütlenme Komisyonu üyeleri ya da isteyen herkes gelebiliyordu. “Bunun daha da işler bir hale gelmesi referandumdan sonra gerekliydi” yönünde eleştiriler de vardı. Sanırım böyle özetlenebilir.
Gezi Direnişi, 7 Haziran Seçimleri ve HAYIR Meclisleri
Fırat: Herkesin bakış açısı farklı ama zenginleştirmek için birkaç şeyden bahsedilebilir. Birincisi, 3-4 senedir biriken, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin bir düzeyde tecrübeleri, birikimleri ve mücadele hattında bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde ortaya çıkarttığı imkânlar, olasılıklar var. İkincisi de özellikle bu Meclislerin bu kadar görünür olduğu şehir merkezlerinde, bence sosyal ya da entelektüel sermaye de önemli. ‘Yani, bu iş neden Kadıköy’de oluyor? Neden Beşiktaş’ta oluyor? Neden Şişli’de oluyor’u ben düşünüyorum mesela.
Ya da neden Meclis vasfıyla buralarda var oluyor? Hani bunun Gezi’den de bir farkı yok yani. O da şehir merkezindeydi, oraya da en çok Kadıköy’den, Taksim’den, Beşiktaş’tan insanlar katılıyordu. Profile baktığınızda benzer; beyaz yakalı işçiler, genelde ofis çalışanları ön plana çıkıyor. Gezi’de ne kadar ön plandaysa, Meclislerde de öyle ön plandaydı. Şu an şöyle bir şey var; kaybedecek bir şeyi olmayan toplumsal kategorilerin, ezilen kategorilerin ne kadar ön plana çıktığını gördüm, şahsım adıma. Yani herkesin sokağa çıkmaya çekindiği yerde, her bildiri dağıtımına, her eyleme ya da her yapacağımız riskli işe, yani sokağa çıktığımız, yaptığımız bütün faaliyetlere kadınlar çok daha etkili bir biçimde katıldı.
Bunları derinleştirmenin metotları da aranmalı gibi geliyor bana. Bunu biraz daha açayım; Gezi sonrası ortaya çıkan forumların, dayanışmaların ne kadar koordinasyon yoksunluğu çekilse de, ortak bir politika, eşgüdüm sorunu çekilse de, bir hedef, bir ortak hedef problemi ya da ortaya program koyacak bir toplumsal muhalefet dinamiği eksikliği olsa da, bir sürü şey biriktirdiğini gördük mesela.
Bugün gene bu Meclisler Göztepe’deki dayanışmanın üzerine, Caferağa’daki dayanışmanın üzerine, Osmanağa’daki dayanışmanın üzerine, Yeldeğirmeni’ndeki dayanışmanın üzerine inşa edildi. Bunların hepsi birer birikim meselesi. Bunları es geçilerek konuşulabilir şeyler değil gibi geliyor.
Ama işin başka boyutları da var. Gene benzeri bir Haziran örneklemesi olsun, yani 7 Haziran seçimleri, oradaki tecrübeler. Bir sürü çevre; hem politik küçük çevreler, hem partiler, dergi çevreleri, sosyalist gruplar vs. vs. bunların her biri bağımsız kampanyalardan HDP-HDK çevresinde yaptığı kampanyalara kadar ciddi bir seçim tecrübesi geçirdi. Bence Türkiye sosyalist hareketinin TİP örneği dışında yaşadığı en kitlesel seçim tecrübesiydi, o da bu referandum sürecine aktı kesinlikle.
Yani +1’i yapanlar, HDP çevresindeki kampanyaları örgütleyenler ya da mesela ben Ondan Sonra’nın içerisindeydim, kampanyada çalışıyordum, Ondan Sonra gibi çalışmaları yapan insanların tecrübeleri de arttı. Ben bunu şöyle adlandırıyorum, biz Gezi’de demokratik devrim girişimi gibi bir şey yaşadık. Ona ramak kalmıştı. O yolu yürüyemedik ama orada yola çıkanlar ufak patikalar yürüdüler gibi geliyor bana ve o patikalar bir noktada buluştu. O buluşma noktası da HAYIR Meclisleri oldu diye düşünüyorum. Tabii bir sürü faktör var, Eymen daha vakıf onlara. DİB gibi, siyasetler düzeyinde de ya da aydınlar-sanatçılar düzeyinde de bizim inşa iskelemizi oluşturan, destek atan bir durum da söz konusu.
“Sokağı geri kazandık, birleşik mücadele olanağı yarattık”
Eymen: Hemen hemen her şeyi anlattı Melis’le Fırat. Şunu ekleyebilirim; Meclislerin olanaklılığı, toplumsal bir dinamiğin varlığıydı; toplum ses çıkartmak istiyordu ve Meclisler buna öncü oldu. Bir siyasi parti buna öncü olamıyor. CHP olamıyor, HDP de bu şekilde kampanyalara öncü olamıyor. Oluşturulan buna benzer, herkesin katılımına açık, halkın gelip kendi sözünü söyleyebildiği, hiyerarşisiz yatay örgütlenmeler, yapılanmalar bu dönemde daha çekici geliyor. Halk da buraya katılıyor, kendini ifade ediyor ve kampanya içine dâhil olabiliyor.
HAYIR Kadıköy’ün en büyük özelliklerinden biri de buydu. Zaten büyümesinin, diğer Meclislerin de büyümesinin nedeni bu. Biz demokratik bir yapı oluşturduk ve insanlar orada kendini var edebildi. İnsanlar aslında siyasette var olabilmek istiyor ama mevcut düzen yüzünden olamıyor. Biz de HAYIR diyerek bir itiraz meclisi oluşturduk hep birlikte, insanlar orada itirazını dile getirdi. İki aylık süreci anlattı arkadaşlar, gerçekten dolu dolu, çok güzel bir seçim kampanyası geçirdik.
Baktığımızda CHP ve HDP son bir ay sokağa çıktı, biz iki ay önce sokaktaydık. Kadıköy Meydanı’na OHAL, KHK gibi durumlara rağmen çıktık ve o meydanı aldık. Bildirilerimizi dağıttık, çalışmalarımızı yaptık. Sokağa çıkmaya korkar bir durum vardı; aslında referandum öncesini de göz ardı etmemek gerekir; bombalar patlıyordu. Biz çalışmaya başlamadan bir ay önce Reina saldırısı gerçekleşti, IŞİD durmadan tehdit ediyordu vs.
Böyle bir ortamda cesur bir adım atarak sokakları geri kazandık. Bundan önce toplumsal muhalefet bir araya gelip çok bir ses çıkartamıyordu. HAYIR Meclisleri aslında bunun için yol oldu, bir çok siyasi parti, kurum bu işin içine dâhil olabildi. Çok önemli bir birleşme zemini sağladı referandum.
“Forumlardan bir fazlası; karar alıcı mekanizmalar”
Fırat: Bir halk inisiyatifi, bir yurttaş inisiyatifi farklı bir etki yaratıyor, partiler üstü bir durum yaratıyor. Bazen platformlara isimler koyarız ama öyle olmazlar. Herkes kendi dükkânının angajmanıyla orada defansiftir, tam bir birlik olmaz. Kaynaşmanın metodu bulunamaz. Burada da Meclis dedik, ama Meclis olabildiği için başarılı oldu. Bir halk inisiyatifi gerçekten Meclis vasfıyla çalışabildiği için başarılı oldu.
Bir siyasal noktaya dokunmamız, ona cevap vermeniz de önemli ya da çok çeşitli alanlardan bir sürü bileşeni, bir sürü kategoriyi yan yana getirmemiz de önemli, fakat Meclislerin başardığı en büyük şey şuydu; karar alıcı mekanizmalar üretmek. Yani biz forumlarda filan çok ciddi sıkıntılar yaşadık. İnsanlar birbirinin ağzının içine bakıyordu ne yapacağız diye? Hani n’apalım? Ne tarafa hareket edelim? Binlerce insan buna bakıyordu. Ben şöyle şeyler duyuyordum, “Hadi birileri karar alsın onu yapalım”, yani irade konulması isteniyordu, karar alınması bekleniyordu, ama buna uygun mekanizmalarımız yoktu.
Son 20-30 yılda, reel sosyalizmin yıkılması tüm dünya üzerinde de bu toplum üzerinde de bir etki yarattı. Alabildiğine bir neo-liberal dalganın yükselmesine, toplumsal muhalefetin bütün kazanımlarının iğdiş edilmesine, yerle bir edilmesine varan bir şey oldu. Biz unuttuk bazı şeyleri.
Yani aslında şu beni rahatsız ediyor; herkesin her şeyi çok dağınık bir şekilde söylemesi, her şeyi dile getirmesi, hem şiir hem şarkı söylediği forumlar etrafında örgütlenmek filan, bu demokrasi değil, bu bir kakafoni. Yani insanların serbest konuştuğu bir kürsüden başka bir şey değil. Biz Meclislerde şunu yaptık; karar alabileceğimiz mekanizmalar oluşturduk. Bunun teamüllerini geliştirdik.
Bunu Gezi’den yola çıkarak geliştirdik. 4-5 senedir forumlar çevresinde tecrübe edilenler sayesinde geliştirdik. Karar nasıl alınmaz’ı gördüğümüz için karar nasıl alınır’a dair ciddi tartışmalar yürütüp mekanizmalar oluşturmayı başarabildik. Mesela bunlardan biri oydaşma yani konsensüs dediğimiz şey. En az itiraz edilende ortaklaşmak. Sonra direkt bazı işleri örgütleyeceğimiz organlar yaratmak, mesela Organizasyon-Örgütlenme birimi gibi. Yani 5 Meclis bir şey tartıştı. O tartışma notlarını önüne alıp ‘bunu nerede ortaklaştırırız’ diye derinlemesine tartışılacak bir organla, bir komiteyle işi yürütebildi. Bu, her hızlı manevra, yani bu karar alma sürecini hızlandırmasıyla ya da her kararıyla bu organlar Meclisleri sağlıklı yönde etkiledi.
Melis: Organizasyon-Örgütlenme dediğimiz komisyon diğer Mahalle Meclislerinin üzerinde değil, aksine altında olan bir komisyon. Hayır Kadıköy’de bir karar alınacaksa, önemli bir şey için bir karar alınmak isteniyorsa, bu, Mahalle Meclislerinde tartışılmaya çalışılıyor. Mahalle Meclisleri tartışıyor, bazı öneriler oluşturuyor, o önerileri Organizasyon-Örgütlenme Komisyonu Mahalle Meclislerini altına almadan, tamamen onun fikirlerini önüne koyarak işe, üretime dönüştürüyor. Ve diyor ki, bu eğilimlerin en makulü ve ortaklaştırılmış hâli budur ki zaten o kararı alanlar da o Mahalle Meclislerindeki insanlar.
İlk toplantıları hatırlıyorum ben, şey dediğimi hatırlıyorum yani, bir şeyi saatlerce tartışmak demokratik bir şey değil. Bir noktadan sonra ya onu kesip üstüne uyumak ve belki daha sonra tartışmak ya da hani uzlaşmaya varmak. Çünkü kimse yerinden oynamıyor, kimse kendinden tırnak içinde taviz vermek istemiyor ama ‘esnemek, taviz vermek değildir’i aslında zamanla biz de anlamış olduk.
“Yeni bir şey yapıyoruz ve de öğreniyoruz”
Melis: HAYIR Kadıköy Meclisi’nin, bir toplantısında mesela bir arkadaşımın şu cümleyi kurduğunu çok net hatırlıyorum, kendisi örgütlü bir arkadaşımızdı. Ben yine; “Arkadaşlar çok tartışıyoruz artık, keselim” gibi bir eleştiride bulunmuştum. Kendisi bana; “Biz ilk defa, yani çok uzun süreden beri ilk defa bu kadar farklı ekiple karar almaya ve ortak iş yapmaya çalışıyoruz. Ben de çok sıkıldım tartışmaktan, ama yeni bir şey yapıyoruz ve biz de öğreniyoruz” diyerek beni durdurmuştu. O noktada ben de bir şeylerin farkına vardım.
Ben bağımsız bir bireyim mesela, gerçekten orada daha farklı şeyler de oluyor. Çünkü arkadaşın dediği gibi yeni bir şey deneniyordu orada, çok yeni bir şey deneniyordu. Aslında herkes öğreniyordu bir şeyler, ben de çok öğrendim. İlk girdiğimdeki gibi değilim mesela, çok net, aynı ben değilim.
Bu Meclis’e değer katan şeylerden birisi de bireylerin varlığıydı kesinlikle. Aslında Meclis’in ‘birey hukuku’ diyoruz ama daha çok o karma hâli, ama o karma hâlinin de bireylerde tezahür etmiş hâli çok çok değerliydi bence Meclisler açısından.
16 Nisan: Meclisler ileri!
Kaldıraç: Şurada bir virgül koysak; referandum çalışmalarından sonra sokak hareketiyle karşılığını bulan bir çalışmamız var. Sokak hareketleri tabii ki Meclislerin birebir organik ilişkileriyle oluşmadı ama sonuçta Meclislerle beraber yürüdü, Meclislerle beraber hareket etmeyi tercih etti. Özellikle 16 Nisan ve sonrasındaki bir hafta boyunca, ardından ise farklı farklı yerlerde açığa çıkan, beraber eylem yapan, beraber sokağa dökülen, beraber 1 Mayıs kortejine gelen ve şu an ‘Meşru Değilsiniz’ eylemini örgütleyen bir nüfus olmaya başladı. Bu duruma dair ayrı bir değerlendirme yaptı mı HAYIR Kadıköy Meclisi?
Eymen: İstanbul’da aslında çok tartışmalı başlamıştı 16 Nisan akşamı. Tam arada kalmış bir referandum vardı ve biz ne olduğunu anlayamadık. YSK’nın bir açıklaması ve gün içinde gelen haberlerle ve önceki tecrübelerle, özellikle 1 Kasım’daki hile, tekrarlandı. İnanılmaz profesyonel biçimde oy çaldıklarını gördük. 16 Nisan akşamı bir toplantı yaptık. O toplantıda ne yapalım, ne edelim, seçim sonuçlarını bekleyelim, dedik.
Baktık tencere-tava başlıyor, yola çıktık. Elimize tencere-tavamızı aldık ama tencere-tavamız pek işe yaramadı. Sonra sokakta 10 bine yakın insan oldu. HAYIR Meclisleri’nin bu eylemlerdeki önemi güçlü bir yerel örgütlülük yaratması, yani yereli tanıması, bilmesi, yerelin onları tanıması ve hızlı refleks verebilmesi. Baktığımızda Haziran Hareketi de bir şeyler yapıyordu, KP de bir şeyler yapmaya çalışıyordu, birkaç yerde CHP bir şey yapmak istemiyordu ve biz sokağa çıktık ve baktık ki, arkamızdan CHP’liler de gelmeye başladı, sonra yolda Hazirancılar, KP’liler…
Fırat: Sıcağı sıcağına çağrı yaptık biz, hemen daha sonuç filan açıklanmadan çağrı yaptık, mesajlar attık mail gruplarından, kendi Meclis gruplarımızdan çağrılar yaptık, sokağa davet ettik insanları. Demin söylediğim karar alıcı organlarımız da bilfiil bu eylemi yönetmeye aday oldu o noktada ve başardı da. Biz bir Meclis çevresi üzerinden o akşam beraber bir yerde buluşup sonuçları izlemek ve değerlendirmek üzerinden toplaşmıştık, oradan yaklaşık bir 300 kişi kadar beraber çıktık, çıktığımız anda binlerce insan da toplaştı çevremizde ve bugünkü eylemler oldu. Sonradan öğrendik ki, aynı şey Beşiktaş’ta da yaşanmış, Meclis’te koşturmuş arkadaşların bilfiil orada özne olarak bir toparlayıcı görev aldığını ya da başka muhitlerde de yapılan eylemlerde, meclis çalışmalarını yürüten insanların bilfiil bu sokak işlerini örgütlediğine tanık olduk, duyduk, öğrendik. O hazır yapının bir vasfı oldu.
Meclisten bir arkadaşın ‘şans hazır olana güler’ diye bir değerlendirmesi var, gerçekten de öyle oldu. O akşam eylemler açısından öyle denilebilir. Tabii değerlendirmesi şöyle, eylemleri ortak bir zemine çekmeye çalışsak da bir bakış açısı farkı var gibi gözüküyor siyaseten. Daha ziyade Haziran Hareketi’yle birleştirmeye çalıştırdık ondan sonraki eylemleri, bir hafta zarfında, oldukça kitlesel de geçti fakat bir kaynaşma yaratmak çok zor.
Meclisimiz, Meclis vasfıyla karar alıcı organları olduğu için, şimdi Haziran Hareketi daha ziyade bir politik birliktelik, arada bir fark var. Biz de bir politik yapıyız ama bizde bileşen olan çevreler bir politik blok olarak kendini koymuyorlar Meclis’te, bireyleriyle geliyorlar. Öyle süreçlerle karar süreçlerine dâhil oluyorlar, aradaki bu fark bir doku uyuşmazlığına sebep oldu, böyle bir değerlendirmemiz var. Bundan sonrasına dair de Meclislerin ismine virgül koyup yeni bir isim yazmak gibi bir fikrimiz yok. Daha çok Meclis ismiyle, vasfıyla örgütlenmek üzerinden kararlar aldık çalıştayda, öyle diyebilirim.
Hayır Meclisleri bileşen yapısıyla da temsil düzeyi daha yüksek bir Meclis. İçinde bir sürü çevre var. HDP bileşenlerinden, HDK çevresi bileşenlerinden, irili ufaklı politik gruplardan, sosyalist siyasetlere varana kadar, birçok çevre var içerisinde ve yan yana koyduğunuzda bu yekün, Türkiye’de şu anki temsil bakımından en yüksek yapıyı oluşturuyor.
“Öncelik; eylemdeki insanları meclise katabilmek”
Kaldıraç: Bu sokak eylemlerini değerlendirirken şöyle duyumları hatırlıyorum, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de, Bakırköy’de sokakta olanlar, o sırada mesela eylemle ilgili kafası karıştığında, sosyal medyada, acaba Bakırköy ne yapmış, acaba Beşiktaş ne yapmış, acaba Kadıköy ne yapmış diye bakıp yol çıkartmaya çalışmıştı. Meclislerin böyle bir hareket tarzı oldu o sokak eylemlerinde. Yani tamamen mekanizmalar üzerinden değil, tamamen kişi ilişkileri üzerinden değil ama (Fırat: Bakışımlı.. Melis: Aynısını diyecektim var ya) biraz ahenkli bir hareketti aslında.
Bu sokak eylemlerinde şurada şöyle bir hata yaptık, şurada bir fırsat kaçırdık, şurada şunu çok doğru yaptık gibi bir değerlendirmeniz oldu mu?
Melis: Her eylemden sonra toplanıp uzunca bir değerlendirme toplantısı yapma hâli mevcuttu. Fakat Fırat’ın da bahsettiği gibi Haziran’la birleştirmeye çalıştığımız eylemlerde bir noktadan sonra kimyamızın farklı ve hareket etme biçimimizin, bakış açımızın çok farklı olması nedeniyle bazı sıkıntılar ortaya çıktı. Eylemler çok kitlesel geçti, evet, bence de güzel geçti. Ama pek çok kişinin de söylediği şey HAYIR Kadıköy Meclisi’nin büyüme olanağını artıran, yani insanların öfkesini aslında kanalize edip Meclis’e dâhil olabileceği eylemlerdi bence. Elbette herkesin değil, ama on binlerce kişinin yürüdüğü bir eylemde, siz Meclis çağrısı yapamadığınız takdirde insanlara sadece bir eylem sonunda, “Arkadaşlar yarın yine burada buluşuyoruz” dediğinizde insanların bir veryansın etme hâli de mevcuttu. Bence bizim kaçırdığımız en büyük fırsat buydu.
Bunun dışında, eylemler elbette çok güzel geçti. Elbette, iyi ki de ortaklaştırmışız. Fakat eğer ileriye dönük bir perspektifimiz varsa, HAYIR Kadıköy olarak ve genel olarak, Meclisler olarak, başat olarak almamız gereken şeyin, eylemin 20 bin kişi geçmesi değil, öncelikle o eylemdeki insanları Meclis’e katabilmemiz. Katabilmemiz için de eylemde, “Arkadaşlar bu HAYIR Kadıköy Meclisi’nin bir eylemidir, gelin Meclislerde örgütlenelim” diyebilmemiz gerekir.
Çünkü ben bir daha o insanlara gidip “şuna oy atın” diyemem. Adamlar YSK’yı çaldı, YSK’yı çaldılar, direk kurumu ele geçirmiş durumdalar, ben bir daha kime diyeceğim ki, “Arkadaşlar seçim var, gidin oy kullanın.” Ben kullanmam zaten bir daha oy. Gerçekten bazı şeylerin güvenilir olduğuna ikna olmadığım sürece.
Bu noktadan sonra da benim insanlara şunu demem lazım; “Arkadaşlar anlıyorum, siz de güvenmiyorsunuz sandığa, biz de artık güvenmiyoruz, gelin o zaman biz bu yerel Meclislerimizi güçlendirelim”, “Gelin, eşit yurttaşlık herkesin hakkıdır, gelin bu Meclislerde örgütlenelim. Kendi taleplerimizi, isteklerimizi, tırnak içinde kendi anayasamızı kendimiz icra edelim.”
Hayır Kadıköy olarak ben bunu diyemedim, ben insanlara sadece şunu dedim; “HAYIR bitmedi, daha yeni başlıyor.” Fakat başlangıcın neresi olduğunu referans gösteremedim. Bu benim için mesela en büyük kayıptır şahsen. Yapmamız gereken şey bence buydu. Ve yaptığımız hatalardan belki de birisi de ortaklaştırmaya çalıştığımız bu eylemlerde bir siyaset gibi hareket etmemizdi. Aksine biz bir Meclisiz ve elbette Meclis gibi de hareket ettik. Fakat oradaki dengeyi tam olarak çok sağlıklı kuramadık. O yüzden de bu eylemler potansiyeline ulaştı. Şans yüzümüze gülmüştü aslında ama değerlendirmeye fırsatımız pek olamadı diye bir eleştirim mevcut ve bakidir.
Eymen: Ben de aynı şekilde düşünüyordum. Hızlı hareket etmemiz gerekiyordu ve çeşitli hatalar yaptık. Zordu bizim için o hafta. Sabah akşam eylem yapıyorduk. Akşam toplantı yapıyoruz sabah toplantı, böyle hayatımız; toplantı eylem, öyle böyle gidiyordu. Ve bu sürede aslında bunu düşünemedik.
“Ne yapacağız bundan sonra? Nasıl güçleneceğiz?”
Kaldıraç: Kadıköy’de bir çalıştay yapıldı, onun sonuçlarını çeşitli haber kaynakları üzerinden okuma fırsatımız oldu. Ama Meclis’in aslında aktarım kaynağı yok, o da bir eksik olarak ele alınabilir, sadece Kadıköy’ün değil, genel olarak Meclislerin… Ne konuşuldu? Önümüzdeki dönemde Kadıköy HAYIR Meclisi önüne neyi koydu? Somut olarak adım atmaya başlayacağı bir planı var mı? Ve genele, yani bütün Meclislere dönük önerdiği bir şey var mı?
Eymen: Çalıştaya giden yoldaki tartışmada aslında kısa dönemli bir kampanya yapmayı kafamıza koyduk; ama uzun vadede de “bu yapıyı nasıl kalıcılaştırabiliriz, nasıl sürekli hâle getirebiliriz?” diye konuştuk. Çünkü referandum çalışması bize bir olanak sundu, hem de kolay bir örgütlenme yapısı sağladı.
Ama asıl iş bundan sonrası. Çünkü gündem var ve o gündemin üzerine siyaset örüyorsun ve sürekli bir gündem, iki ay boyunca referandum, seçim kampanyası… Ama bundan sonra bu sürekliliği nasıl sağlayacağız’ı tartışacağız; bundan sonra yapımız ne olacak? Bir kampanya üzerine bir araya geldik, bir kampanya vardı, seçim bitti, o kampanya bitti, biz HAYIR bitmedi dedik ama bir şekilde o seçim dönemindeki durum bitti.
Çalıştay yapmamızın sebebi biraz da buydu. Ne yapacağız bundan sonra? Nasıl güçleneceğiz? Diğer Meclislere dair biz burada bir şey çıkarırız…
Mahalle Meclisleri ve HAYIR Kadıköy organizasyonu örgütlenmede güzel bir yapılanma oluşturdu. Merkez-yerel ilişkisini çok iyi kurmak lazım, bu İstanbul için de çok zor bir şey. Merkez-yerel ilişkisini nasıl kuracaksın? İstanbul çok büyük bir yer, çok fazla ilçe var, çok fazla nüfus var. Zor bir şey, ama bunları yapmak zorundayız.
Aslında Gezi’den bahsedildi, biz Gezi’de çok hatalar yaptık. O hatalardan öğrendik ve o hataları şu an yapmamaya çalışıyoruz. Hepimiz, örgütlü bireyler, bağımsız bireyler birlikte çalışma ortamlarını sağlamalı, bir de önümüze bir hedef koymalıyız. Hayır, bir hedefti, o sandıktan hedef çıkarabilmek. Şimdiki hedefimiz tabii bu iktidara karşı bir mücadele yolu örmek. Demokrasi olabilir, başka bir şey de olabilir, ama net bir hedefle toplumu arkamıza alarak ilk çıkış zamanımızda yaptığımız gibi güçlü bir çıkışla topluma bir dinamizm katmalıyız ve burayı bir çekim merkezi -lafını sevmiyorum ama- çekim merkezi haline getirip insanların buraya dâhil olmasını teşvik etmeliyiz. Bizim bütün pratiğimiz örgütlenme olmalı.
Fırat: Çalıştayı şöyle özetleyebilirim; Kadıköy çalıştayı kendi eğilimlerini ve başlıklarını 3-4 toplantı sonrasında belirledi. Hedef, program ihtiyacını tanımladı. Meclisleri kolay dağılmayacak, anlaşılır bir hedef ve program etrafında birleştirebilecek bir hedef-program tanımı yaptı.
Bunun için bütün ilçe ve il meclislerine benzeri çalıştaylar, tartışmalar yapma önerisi götürüyoruz. Bunun kararını aldı Kadıköy Meclisi. Kendini bir birleşik mücadele alanı olarak tanımlıyor. Referanduma kadar çalıştık ama bundan sonrasında da kendini yenileyerek, yeni imkânları da gözeterek ve herkesi tekrar davet ederek bir yapılanma modeli öneriyor.
Kadıköy Meclisi, merkezî politikalar üretmeyi önüne koydu. Sonuçta referandum çalışması yapmak makro siyasi bir şey. Kampanyalar örgütlemek, bunların Meclislerden kararını almak, yerellerde de bunu sıkı bir şekilde icra etmek gibi bir eğilim belirledi.
Çalıştayda Meclis mekanizmaları ve metotları üzerinde duruldu. Bunları isimlendirmeye çalıştık. Aylık moderasyon gibi, çalışmada rotasyon uygulamak gibi ya da sistemli oydaşma dediğimiz en az itiraz olan fikrin ve üzerinde en çok uzlaşılan fikrin karar olarak seçilmesi gibi. Bu tarz meselelerin üzerinde durduk.
İçeriğe dair de bir demokrasi tanımı, tartışması yapıldı. Programın başlığı olarak, Türkiye’nin zaten çok çektiği meseleler, yani din, dil, ırk, etnisite gözetmeksizin, yurttaşları bir dünya vatandaşı olarak gören bir perspektifle bir demokrasi tanımı yapıp bunun üzerinden mücadele etmesi yönünde bir içerik tartıştı. Kimden yana, kime karşı olduğunu kategorik olarak tartıştık; ezilen kategorilerin yanında olmayı tercih ettik. Bu yönde eğilimler belirledik. Yani işçiden, kadından, yetişkine karşı çocuktan ya da kapitalist üretime karşı doğadan yana olmak gibi sayabileceğimiz kategorik tartışmaları yaptık ve ezilen kategorilerin yanında olmayı tanımlayarak bir eğilim belirledik. Bunu şimdi il düzeyinde, diğer Meclislere de taşımaya çalışacağız, gündem haline getirmeye çalışacağız, mümkünse de bir il çalıştayı belki…
Kaldıraç: Nasıl bir ülke, nasıl bir yaşam hedeflendiği, demokrasi tartışması, özgürlük tartışması doğal olarak Meclislerin önünde duruyor. Şimdi ilk adım olarak da bir kampanya örgütledi Meclisler ve bu kampanyanın bir ilerleme biçimi de var. ‘Meşru değilsiniz’ kampanyasıyla birlikte, özgürlük tartışmasına giden yolda, somut olarak ya da ön hazırlık tartışması olarak tartışılan, öne çıkan bir şey var mı?
Melis: Çalıştay yapıldı ama bunun devamı gelecek. Bir çalıştay ihtiyacı daha var. Hedef esnek ve programın da tam bir detayı yok. Onun için bir çalıştay daha yapmamız gerekiyor. Tamamen rejimi karşımıza alarak, meşruiyetini sorguluyorsak, meşruiyetinin çöktüğü ve her şeyin başladığı nokta olarak AKP’yi ve de onun etrafında çöreklenmiş bu rejimi karşımıza alarak işler yapmalıyız, diye öneriler var.
Bunun dışında, biz seçim çalışmasıyla bir araya geldiysek, seçim sonuçlarını iğdiş edecek, onun mesela hukuksuzluklarını vs. öne koyacak çalışmalar yapalım, diyen arkadaşlar var. Önerilerin hiçbiri birbirinden bağımsız değil, hepsi birleştirilebilecek öneriler. Sonuçta bir meşruiyet sorgulamasına gidiyoruz ve bunun için bir kampanya yapıyoruz. Ve bu meşruiyet sorgulaması sürerken zaten rejimi eleştireceksin, yaptıklarını, icra ettiklerini eleştireceksin.
Biz sözümüzü söylerken ya da sözümüzü üretirken yalnızca tek bir konuya ya da tek bir kanala kanalize olacağız diye bir şey yok. Fakat şunu yapması gerekiyor Meclislerin; hedef olarak ya da program olarak ortaya bir şeyler koyması gerekiyor. Mesela Fırat’ın bahsettiği gibi bir demokrasi tanımı… Bunu hedefine koyarken de, diğer konuları da gündemine alabilir.
HAYIR Meclislerinin şöyle bir seçim yapması gerekiyor; HAYIR Meclisleri bir hedef belirleyip gündem hakkında kendi doğrultusunda mı söz söyleyecek, gündeme angaje mi olacak? İkinci yolu seçersek Meclislerin bence sönümlenmesi, yok olması, nasıl tanımlarsan tanımla, kaçınılmaz olan şey.
Fakat uzun soluklu bir siyaset yapmayı önüne koyuyorsan, kaçınılmaz olarak önünde hedefinin de programının da olması gerekiyor. Çok net tanımlanmış olmasına gerek yok. Buna hedef-program demekten çekinen arkadaşlarımız var. Aslında Meclislerin yapacağı işlerle gündemleri birleştiren bir perspektife ihtiyacı var.
…
Şimdi daha farklı bir noktadayız, bir siyaset üretme çabası mevcut. Bu elbette en genel şekliyle ifade edilmeye çalışılacak yine. Meclisler en genel şekliyle ifade edilirse ve kendine bir hedef doğrultusunda hareket etme avantajını da sağlarsa yaşar ve bu mümkün olur. Ama diğer türlüsü, her şey geldiğinde refleksif, direkt güne söz söyleyen işler yaparsa bence Meclisler sıkıntıya girebilir.
Bu Meclisler, Gezi’den bağımsız değil, 7 Haziran’daki çalışmalardan bağımsız değil, dayanışmalardan, işgal evlerinden, diğer başka siyasetlerden, kurumlardan, çevrelerden bağımsız değil. O zaman şunu düşünmemiz gerekiyor; 7 Haziran’dan sonraki gibi bir taarruz gelirse, yine yolun ortasında kalmış kedi gibi donakalacak mıyız? Bir şey yapma halimizin kalmadığı bir dönemde bir arada kalmayı başaramadık.
Bu dönemde böyle bir taarruz gelse bile, böyle bir saldırı gelse bile, yapabileceğimiz en önemli şey bir arada kalmak. Yani bu birlikteliği dağıtmamak. Bunu dağıtmamayı nasıl başaracağız, bunun aslında cevabını verebilmemiz gerekiyor. Çünkü bundan sonra tekrar bir şey kurmak çok daha zor olabilir. Hele hele böyle yeniden denenmeye başlanan ve gerçekten işler hâle gelmiş Meclisleri dağıtmaya bence kimsenin hakkı yok. Onun için, bence herkesin çok iyi düşünmesi ve gerçekten biraz kendini esnetmesi gerek. Asla ödün vermekten bahsetmiyorum. Bir şekilde uzlaşmalıyız. Fakat şunun farkına varmak lazım, bu Meclis’in dağılma gibi bir lüksü yok. Kimsenin, kendi fikri kabul görmedi ya da işte herhangi bir yol noktasında uzlaşamadı diye bu Meclislerden çekip gitme lüksü de yok. Çünkü, Demirtaş’ın da dediği gibi “Birbirimize muhtacız.” Bu kadar basit. Ve bu Meclisler de devam etmek zorunda diye düşünüyorum.
Fırat: Ben bu uzlaşma kavramı ne kadar doğru bir şey bilmiyorum. Ama mesela şöyle bir şey var, azınlık görüşü olmayı kabul etmek bir demokrasinin olmazsa olmaz kurallarından bir tanesidir. Bir şeyi savunuyorsanız, onun yayılamamış bir fikir olarak kaldığını kabul etmek de o demokrasinin bir ihtiyacı. Bu, o fikir yok edilsin demek değil, onu korumak da çoğunluğun vazifesi.
Bunlar hassas mevzular, her konuda uzlaşmak zorunda değiliz ama ortaklaştığımız ve karar aldığımız mevzularda da artık ön tıkayıcı olmamak, yol vermek, bazen azınlık görüşü olmayı, bazen çoğunluk görüşü olmayı kabullenmek, bilmek ve diğerini yok etmeden bunu yapmak, bizim kuracağımız Meclis yapılanmasının da genel teamülleri olmalı diye düşünüyorum.
“Başaracağız ve bütün ülkeye yayacağız”
Eymen: Bir demokratik mücadele planına, perspektifine ihtiyaç olduğu net. İstanbul’da bir hareketlenme var, ama bunun Anadolu’ya, diğer illere de yayılması gerekiyor. Sadece İstanbul’a sıkışan, İstanbul’da olan her şeyi Türkiye duyuyor ama geniş bir yapılanma sağlanması gerekiyor. Diğer illerle birlikte; Ankara, İzmir, Antalya, Karadeniz illeri… keza Karadeniz’de çok eksiğiz ama; güçlü bir şey oluşturabiliriz. Bunu bütün ülke sathına yayabilirsek aslında o zaman başarabiliriz.
Temsilî demokrasi yerle bir ve saçma sapan, dünyada neredeyse eşi benzeri görülmemiş bir sistemle karşı karşıyayız. Bu sisteme karşı mevcut sistemi geri döndürme değil ama demokrasiyi ileri götürme yani, mevcut sistemi de ekarte edip, gerçek bir demokrasi, insan hakkı, barışa, özgürlüğe, emeğe dayanan bir mücadele planı örmeliyiz, bunu ülke sathına yaymalıyız ve çok güçlü bir hareket oluşturmalıyız. Ama önce İstanbul’daki yapılanmamızı sağlam hâle getirmeliyiz. Çok zor bir zamana denk geldi. Ülkede bunları yapabilmek çok zor. Ama başarabileceğimize inanıyorum ben, başaracağız ve bütün ülkeye yayacağız.
Fırat: Kitle çizgisinde siyaset yapmayı unuttu sosyalistler. Biz, kitle çizgisinde siyaset yapma kültürünü unuttuk. Meclisler biraz bize bunu tekrar hatırlatan organizasyonlar oldu. Ben bu vasfını önemli buluyorum. Kitleler içerisinde bu değerleri, demokrasi mücadelesini ya da sosyalist bir perspektifi diyeyim, egemen kılmak, hegemonyasını kurmak, insanları bu yönde ikna edip bir mücadeleye bağlamak vs. onlarla birlikte mücadele etmek. Bunlar önemli meseleler. Üzerinde durulması gerekiyor Meclisler adına, diye düşünüyorum.
Bağımsız bir sosyalist olarak şunu düşünüyorum, örgütlere de, teşkilâtlara da, sosyalist çevrelere de çok ciddi sorumluluk düşüyor. Yine bağımsız sosyalistlere de çok büyük görev düşüyor. Bu süreçlerin daha uzun vadeli birlik projelerine dönmesi işten bile değil. Bunun için durum da uygun, insanların burjuva siyasetin, parlamenter temsil siyasetinin ne kadar çöktüğünü gördüğü bir dönemde, buna bile küstükleri bir dönemde, sistem kendini, kendi rıza mekanizmalarını çalıştıramazken, bizim elimizde de bu derecede önemli yapılar varken, iyi işleyen, siyaset yapabilen yapılar varken, bu tarihsel fırsatın kaçırılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Mahir Çayan’ın bir sözü var; “Aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere.” Yani Türkiye sosyalist hareketi, sol siyasetler kendine şu vizyonu biçmeli, aynılar aynı yerde toplanmalı. Türkiye’de demokratik devrim çizgisinde kendisine hedef koymuş sol siyasetler bugün biraz uzun vadeli ya da orta vadeli, bu zeminleri iyi değerlendirerek bir şey kurabilirler. Kitlesel bir sol alternatif yaratabilirler diye düşünüyorum.
“Hayal kurmak gerek”
Melis: Bugünden bunu kafaya takmış insanların bir araya geldiği ve gerçekten politikleşmeyi önüne koymuş birbirinden farklı pek çok insanı bir araya getirme hedefindeki Meclislerin şu seçimi yapması lazım; biz gerçekten bir şeyler yapacağız, ama bunu gerçekten küçük küçük işler yaparak mı icra edeceğiz, yoksa gerçekten bu Meclislerin referandumda gösterdiği potansiyeli daha da katlayarak, bunu her tarafa virüs gibi yaymayı mı hedefleyeceğiz?
Bu, belki çok çok ilerinin meselesi, ama sonuçta insan hayal kurmadan da harekete geçemiyor. Hayal kurmamız gereken bir dönemdeyiz. Fırat, bir şey söylemişti bir gün, yani hayal kurmak gerekiyor ki o nokta üzerinden de bir şeyler yapabilesin.
Herkesin biraz aklıselim kalabilmesi gerekiyor. Doğru adımlar atabildik referandum sürecinde, bu, referandum öncesindeki duruma dönmemiz gerekiyor. Çünkü şu anda her şey çok hızlı ilerliyor, farklı gündemler oluşuyor, morallerimiz bozuluyor, daha farklı meseleler oluyor, biraz silkinmemiz gerekiyor.
Ve hani gerçekten düşündüğümüz, konuştuğumuz her ne idiyse, doğrusuyla-yanlışıyla, eksiğiyle-gediğiyle hiç önemli değil, onu sürekli arttırarak, üstüne koyarak bence devam ettirmemiz gerekiyor. Hedef de bu demokrasi tanımı ne olacaksa, bu kuracağımız demokrasi tanımını aslında olabildiğince yaymak olacak. Çünkü demokrasi dediğimiz şeyden bile farklı şeyler anlamaya başlıyoruz. Sokakta kime sorsanız demokrasi deyince farklı bir şey söylüyor. Bunu yaymak, bu örgütlenmeleri, bu Meclisleri virüs gibi yaymaya çalışmak ve sonrasında da belki daha farklı bir hayal kurmak gerekiyor.
21 Mayıs 2017