Ana Sayfa Blog Sayfa 132

“Yürü ya Muharrem”

Erdoğan’ın İnce konusundaki bilgileri, bizim bilgilerimizden daha “ince”dir, daha detaylıdır. Bu anlaşılmıştır.
İnce, işe, Erdoğan’ı ziyaretle başlamıştır. Erdoğan’ı ziyaret edebilmek için Demirtaş’ı ziyaret etmiştir. İnceliktir.
Erdoğan’ı ziyaretinden sonraki açıklaması, “devri sabık yaratmayacağız”dır. Ziyaret ettiği liderlerden sonra akılda kalan tek cümle budur.
Tüm seçim kampanyası boyunca, dişe dokunur hiçbir soruna parmak basmamıştır. Sadece, genel bir söylem tutturmuş ve kitlelerdeki, özellikle de CHP kitlesindeki küskünlüğü yenmiştir. Ve CHP kitlesinin güvenini kazanmıştır. Bu güveni de, son gece, ortadan kaybolduğu süreç ile yerle bir etmiştir.
Klasik CHP “kolpacılığı” kendisini göstermiştir. 16 Nisan referandumunda kitleleri evlerine dönmeye çağıran Kılıçdaroğlu’nun yaptığının bir benzerini, son gece tekrarlamıştır. Bu tekrar, bu “yok olma”, bu YSK önünde toplanma sözlerini yutma, daha da ağır sonuçlar doğurmuştur. 16 Nisan’da “kimsenin burnu kanamasın” masalını anlatan Kılıçdaroğlu, o günden sonra dökülen kanı hiç hesaba katmamıştır. İnce, bu sefer böyle olmayacak, demiştir. Aynı sözü Kılıçdaroğlu defalarca tekrarlamıştır. Ama sonuç değişmemiştir. Nedeni ne olursa olsun, hangi tarzda bir pazarlığın ürünü olursa olsun, İnce, aynı şeyi tekrarlamıştır. Klasik CHP korkaklığı, kitlelerin hiçbir umuduna ev sahipliği yapamaz. Bu, ortaya çıkmıştır
Şimdi İnce, utanmadan, “bana yürü ya Muharrem, deyin, ben de yürüyeyim” diyor. Yürü ya Muharrem, ama nereye? Ben halk çocuğuyum, diyordu, ama Saray karşısındaki tutumu, bunu göstermiyor. %30 aldım diyor, ama Ekmeleddin vakasından daha ileri bir sonuç değildir.
Şimdi, halkla dalga geçiyorlar.
Meydanları dolduranlar, Mersin’de, İzmir’de, Ankara’da ve İstanbul’da meydanları dolduranlar yoktu idi de, biz mi yanlış gördük? Bu kitlelerin varlığı, “yürü ya Muharrem” değil miydi? Muharrem, fizik de bilmiyormuş. Fizikî olarak yürümesi gereken yer, kendisinin de söylediği gibi YSK idi. Sandıkları siz bekleyin, YSK’yı bana bırakın, diyordu. Ama YSK’da kendisini göremedik.
Yoksa Muharrem, Erdoğan’ın iktidarı bırakmama konusunda ciddi olmadığını mı düşünüyordu? Peki, şimdi, “yürü ya Muharrem” denildiğinde, Saray Rejimi’nin yolunu açacağını mı düşünüyor? Erdoğan ile nasıl bir pazarlık yaptığını, Erdoğan ile değil ise, kiminle nasıl bir pazarlık yaptığını bilmiyoruz. Ama Saray Rejimi’nin kendisine verdiği sözlere mi güveniyor? Elinde olduğu anlaşılan ve Maltepe mitinginde açıklamaya niyetlenip de vazgeçtiği bilgileri açıklayarak mı yürüyecek? Yoksa, “yürü ya Muharrem” sözünü, Saray Rejimi’nden mi bekliyor?
Hem başlarken, hem kampanya boyunca popülaritesini artırdığı performansı boyunca dişe dokunur hiçbir şey söylemeyerek, hem de seçim akşamı kayıplara karışarak, nasıl yürüyeceğini göstermiş olmuştur.
İnce’nin adaylığı, küskün CHP kitlesini ve gençleri sandığa gitmeye ikna etmek için idi. Bunu başarmıştır. Ama daha büyük bir hayal kırıklığı yarattığı da açıktır.
Meydanlara akan kitleler hayal mi idi?
Erdoğan’ın korkuları hayal midir?
Tehditler hayal ürünü mü idi?
Öyle ise, neden “yürümedin” ya Muharrem?
Seçim hilelerini ortaya koymaktan neden çekindin?
Neden, suskunluğunun arkasındaki nedenleri açıklamıyorsun?
Neden, pazarlık sürecini, sana oy veren kitlelere açıklamıyorsun?
Seçimlerin en önemli sonucu, başkanlık sistemi denilen sistemin, fiilen hayat bulmasını sağlamak olmuştur. Millet İttifakı, tüm bileşenleri ile, başkanlık sistemine karşı olduğunu açıklamıştı. Açık olarak, parlamenter sisteme dönüşü dillendirmişlerdir. Ve Erdoğan’a sunulan hileli zafer, CHP’nin de içinde olduğu bir komplo ile, başkanlık sisteminin hayata geçirilmesi anlamına gelmektedir. İnce ve CHP, Saadet Partisi’nin gösterdiği açıklığı ve kararlılığı göstermemiştir. İnce’nin “adam kazandı” açıklaması, bunun açık onayıdır. Dahası, halka bu durumun kabul ettirilmesi girişimidir.
Erdoğan ve Saray, bir “zafer” planlamıştır ve CHP ve İnce, bu zaferi halka hazmettirme işini üstlenmiştir.
Rant rejimi, yağma, katliam politikaları, tıkanmış olan dış politika, Suriye meselesi konusundaki tetikçi tutum, CHP’nin kitlelere hazmedin dediği şeylerdir. Bunun anlamı budur. CHP ve İnce, katliamları, özgürlüklerin gaspedilmesini, haksızlıkları, her türlü ayrımcılığı, her türlü keyfîliği halka “normal” karşılamayı salık vermektedir.
Yürü ya Muharrem.
Erdoğan’ın yanında yürü. Kalın’ın yanında ince ol.
Yürü ya Muharrem, Saray Rejimi’ni halka kabullendirmek için yürü, Saray Rejimi’nin destekçisi Baykal gibi yürü.
Yürü ya Muharrem, halkı aldatmak, sözlerini yutmak için, Kılıçdaroğlu’nun yanında yürü.
Tümünüz, Saray Rejimi’nin yedeği olarak varlık kazandınız, bu yolda yürümeye devam edin.
Kimden yürü emrini alacağını biliyorsun, bu sözü onlara söyle, halka değil.
Bir kişi, birden çok kere kandırılabilir. Halk, birkaç kez kandırılabilir. Ama halkı sürekli kandırmak mümkün değildir.
İnce, ilgili yerlere, “bende de iş var” mesajını vermektedir. Doğrusu, bir popülarite elde ettiği de açıktır. Buna güvenmektedir. Sanıyor ki, son gece büründüğü sessizlik unutulacaktır.
24 Haziran seçim süreci, kitlelerin bir arayış içinde olduğunu, Saray Rejimi’ne karşı, bir çıkış aradığını göstermektedir. İnce’nin popülaritesinin sırrı kendisinde değildir, bu arayıştadır, bu çıkış özlemindedir, bu yaşanılası bir dünya özlemindedir.
Biz devrimciler, bunu net olarak görmek zorundayız.
Çıkış, devrimci sosyalizmin, halkla, işçi sınıfı ve emekçilerle kuracağı bağlarda, kuracağı ilişkilerdedir.
Bu, bir bütün olarak direniş yoludur.
Bu direniş, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlülüğü oranında kalıcı bir zafere dönüşebilecektir. Seçim süreci bunu bir kere daha göstermiştir. HDP’ye oy veren geniş kitlelerin tutumu, bunun işaretidir. Saray Rejimi’nin HDP’yi baraj altında bırakma operasyonlarının anlamını daha geniş bir kitle anlamıştır. Kitlelerin göremediği, 16 Nisan vakasının ardından özeleştiriye benzer sözler söyleyen CHP yönetimi ve İnce’nin, bir kere daha aynı yolda yürüyeceğidir. Kitleler buna ihtimal vermediler. 16 Nisan vakasından sonra, kitleler, İnce’nin aynı şeyi yapmayacağını düşündüler. İnce’nin yüksek tondan YSK önünde olacağım çağrılarına inandılar. Yoksa kitleler, sandıkların düzgünce sayılacağını düşünmediler, buna inanmadılar.
Kitlelerin yanılmasında en önemli unsur, gösterilen direnişin örgütsel temellerinin zayıflığıdır. Örgütlülük, kendi öz örgütlülüğümüz zayıf oldukça, biz işçilerin, kimsenin sözlerine inanmamamız gerektiği açığa çıkmıştır.
İşçi sınıfı ve emekçiler, devrimciler, kendi örgütlülüğü oranında güçlüdür, umudu besleyecek, direnişi büyütecek şey, kendi öz örgütlenmemizdir. Bu, bir kere daha açığa çıkmıştır.
İşçi sınıfı ve emekçiler, CHP’ye güvenmenin faturasını, yeni baskılar, yeni hak gaspları, daha ileri bir şiddet ile ödeyecektir.
CHP tabanı, CHP gençliği, işçi sınıfının kurtuluşu davasına yönelmek zorundadır. İşçi sınıfının kurtuluşu, kendi devrimci örgütlenmesinin eseri olur. Bunun başkaca yolu yoktur. Tüm dünya devrimci işçi mücadelesi tarihi, dünyanın tüm halklarının tarihi bunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermektedir.
Şimdi, direnişi daha da büyük bir güçle örgütlemenin zamanıdır.
Hiçbir zorbalık, mücadele olmadan yenilemez.
Hiçbir zafer, örgütlenmeden kazanılamaz.
Hiçbir direniş, korkaklarla, halkına sırt çevirenlerle kazanılamaz.
Hiçbir vaat, kulağa hoş gelen hiçbir söz, işçi sınıfının örgütlülüğü olmadan bir anlam ifade etmez.
İşçi sınıfı ve emekçiler için, kolay bir zafer mümkün değildir.
Saray Rejimi, artık sandıkları bile saymamaktadır.
Yıllar önce Stalin, burjuva demokrasilerini anlatırken, kimin kime oy verdiğinin bir önemi yoktur, önemli olan oyları kimin saydığıdır, diyordu. Saray Rejimi koşullarında, artık sandıklar bile sayılmamaktadır. Seçim sonuçları, önceden, bu seçimlerde ortaya çıkmış olduğu gibi dört gün önceden yayınlanmaktadır.
Saray Rejimi, bundan sonra seçim de yapmamalıdır.
Sonuçları önceden belli seçimler yerine, bir açıklama ile, durumun ne olduğu söylenmelidir. Erdoğan, halkın ne istediğini zaten bilmektedir, önceden bir açıklama ile sonuçları duyurmalıdır. Zaten böyle olmaktadır.
Seçimin kendisi, halkın sandıklara, sandıklar aracılığı ile sisteme yeniden umutla bağlanması içindir. o

Karl Marx ile Marksizmi

Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir.

Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip

çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.”[1]

200 yaşındaki Karl Marx ile Marksizm, “geçmiş”e değil; gelecek(imiz) için hemen şimdiye, dünyayı değiştirme eylemine mündemiçtir.

Çünkü O; “Kitapları yalayıp yutmaya mahkûm bir makineyim ben,”[2] derken, aynı solukta “Dili olan ve konuşmayan, kılıcı olan ve dövüşmeyen, gerçekte sadece sefil yaratıktan başka ne ki?” sorusunu dillendirip; “Şimdi’den umutsuz değilsem, bunun nedeni şimdi’nin oldukça umutsuz koşullarının bana umut vermesidir.”[3] “Herkesin herkese karşı savaştığı bu toplumunda bireye kalan tek seçenek ya kurban ya da cellat olmaktır,”[4] diye haykırandır.

Karl Marx’ın satırlarını bir kez daha -yüksek sesle- okuyun: Onun entelektüel mirasındaki kilit unsurun, “felsefe” değil, “eleştiri” ya da “dünyayı değiştirmek” olduğunu göreceksiniz.

1843’te varacağı sonuçlardan korkmaksızın ve mevcut güçlerle çıkacak çatışmalara aldırmadan, dünyaya meydan okuyarak “Var olan her şeyin amansızca eleştirilmesi”ni önerip 1845’te de ekledi: “Filozoflar dünyayı çeşitli yollardan yorumlamakla yetindiler, asıl mesele onu değiştirmektir”!

Karl Marx’ın da, Marksizm’in de aslî karakteri devrimciliğidir; ancak Friedrich Nietzsche’nin, “Bugün artık kimse ölümcül hakikâtlerden ölmüyor; çok fazla panzehir var,” diye betimlediği “asrî zaman”larda “Fransız felsefeci Alain Badiou, Marx’ın orta sınıfın filozofu hâline geldiği”[5] müthiş bir tehditle yüz yüzeyiz.

Karl Marx’ın “orta sınıfın filozofu hâline getirilme”si ılımanlığıyla, Marksizmi’nin devrimci içeriğinin yok edilmek istenmesi boşuna değildir.

Hiçbir yazarın O’ndan daha çok okuru olmamıştır; hiçbir devrimciye O’ndan daha fazla umut bağlanmamıştır; hiçbir ideoloji O’nunki kadar benimsenmemiştir; eleştirilmemiştir; gadre uğratılmamıştır; tahrif edilmemiştir.

Bertolt Brecht’in, “İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kalmadığında gerçekten ölür,” deyişinin tam tersi, yerkürede hiçbir insanın adı onun kadar anılıp, onun ki kadar etkili olmadı.

I. Dünya Savaşı öncesinde Bavyeralı işçilerin, öldüklerinde ‘Komünist Manifesto’ ile gömülmek istedikleri[6] Onunla anlatılan hepimizin hikâyesidir.

‘Komünist Manifesto’, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti” diye başlayan ünlü girişiyle hâlâ güncelliğini koruyorken; bu satırlardan mülhem, “Bugün dünyada Karl Marx’ın hayaleti hâlâ dolaşıyor,’ demek abartı sayılmaz…

Kolay mı? Emperyalist sistem krize her girdiğinde O’nun hayaleti biraz daha belirginleşiyor, canlanıyor, kanatlanıp uçuyor! “Karl Marx haklı mıydı acaba?” tartışmaları ortalığı kaplıyor.

O, fiziksel olarak bu dünyadan ayrılmış olsa da, Marksizm güncelliliğini koruyor. Marksist teori insanlığın yolunu aydınlatıyor.

Marksizm olmasaydı işçi sınıfının nasıl sömürüldüğünü… Bu sömürünün mekanizmalarını, nasıl olup da bir tarafta zenginlik ve bolluk sürekli artarken, diğer tarafta yoksulluk ve yoksunluğun sürekli büyüdüğünü… Kapitalizmin krizlerinin üretmemekten dolayı değil, emekçilerin satın alma gücü sınırlandığı, insanların ihtiyaçları olduğu hâlde alamadıkları, elde biriken stokların kendisini fazla üretim bunalımları olarak açığa vurduğu için patlak verdiğini… İkide bir patlayan savaş ve istilaların ardında ne yattığını… Neden sınıfsız, sömürüsüz bir topluma ulaşması gerektiğini hiç anlayamayacaktık.

I) İŞÇİ SINIFININ MARKSİZMİ

O hâlde ücretli köleliğin analizi ve aşılması için Karl Marx ve Marksizmi’nin işçi sınıfına ait olduğu bir an dahi göz ardı edilmeden, V. İ. Lenin’in şu uyarısına kulak verilmelidir:

Marx’ın öğretisinin özü, sınıflar savaşımıdır. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey, budur. Ama, bu doğru değildir. Ve, Marksizmin oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu yanlışlıktan kaynaklanırlar. Çünkü sınıflar savaşımı öğretisi Marx tarafından değil, ama Marx’tan önce burjuvazi tarafından ortaya konulmuştur; ve bu öğreti, genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatorasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak…”

Tekrarlıyorum: “Orta sınıf evcilleştirme”lerine kapalı olan Marksizm sınıfsallığıyla maruft ve sınıfa mündemiçtir.

V. İ. Lenin’in’in, “Tarihi olarak belirlenmiş bir üretim sistemi içindeki yerlerine, üretim araçları ile olan ilişkilerine (bu ilişkiler çoğunlukla yasalarla tespit edilir ve formüle edilmiştir), emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları rollere ve dolayısıyla toplumsal zenginlikten aldıkları payın büyüklüğüne ve bu payı alırken kullandıkları yola göre birbirinden ayrılan insan gruplarına sınıf denir”; Karl Marx ile Friedrich Engels’in, “Tarihi materyalist bakış, üretim ve onun yanında ürünlerin bölüşülmesinin toplumsal düzenin temeli olduğundan; tarihi olarak ortaya çıkan her toplumda ürünlerin paylaşımı ve onunla birlikte sınıflara ya da zümrelere bölünme biçimlerindeki sosyal kademelenmenin, neyin nasıl üretildiğine ve üretimin nasıl paylaşıldığından yola çıkar,” diye tanımladıkları sınıf kavramıyla ilintili olarak; işçi sınıfı ve proletarya terimi birçok yerde aynı anlamda kullanmış ve içeriği Karl Marx ile Friedrich Engels tarafından şöyle doldurmuştur:

“Kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak zorunda kalan modern ücretli işçiler sınıfı…”[7]

Bir sınıf teorisi olarak Marksizmin en önemli buluşlarından ilki, kapitalist toplumun emekçinin ürettiği artı-değere kapitalist tarafından el konulmasına dayandığı; ikincisi, son tahlilde toplumun üretim ilişkileri, yani sınıf mücadeleleri ile koşullandığı ve bir toplumsal alt üst oluşu mayalandırdığıdır.

Bu bağlamda Marksizmin “siyasetsiz” ve “pür” bir analiz yöntemi olarak ele alınmaya kalkışılıp, sunulması, onun “ruhsuzlaştırılması”ndan başka bir şey ol(a)maz.

O hâlde sınıfsallığıyla “Marksizm bize iki şey öğretiyor: 1) Bütün sosyal ilişkilerin temeli üretim ilişkileridir. 2) Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki hegemonya aleti olan devleti elinde tutan sınıf, genellikle ekonomik iktidarı da elinde tutmaktadır. Ama bu gerçek, mekanik ve anti-diyalektik yorumlara yol açmamalıdır.

Özetle “Karl Marx ve Friedrich Engels’in fikirlerinin bütünü olarak anlaşılan Marksizm, aslında bize iki şehrin hikâyesini anlatır. Birinci şehirde özgürlüğün barındığı düşünülür ama durum hiç de öyle değildir. İkinci şehir ise gerçekten de özgürlüklerin cömertçe sunulduğu bir yerdir ama bu şehrin nerede olduğunu ve oraya nasıl ulaşılacağını pek az insan bilir. Birinci şehre ‘kapitalizm’ ismi verilmiştir Pek çok insanın içerisindeki kurumları özgürlüğün cisimleşmiş hâlleri olarak gördükleri bu şehirde aslında özgürlük namına hiçbir şey yoktur. Burada her şeyin bir bedeli vardır ve bu bedel çoğunlukla bunlara muhtaç kimselerin ödeyebileceğinden çok daha fazladır. Bu şehrin sakinlerinin pek çoğu için ‘özgürlük’ bir türlü erişemedikleri nesnelere erişebilmek için birbirleriyle rekabet etme serbestisine sahip olmaktır. O kadar ‘özgürdürler’ ki, kimse onları bu nesneleri elde etmek için rekabet etmekten ve bir gün kendilerinin (veya çocuklarının) bunları elde etmeyi başaracağını ummaktan alıkoymaz.

Öyküsü anlatılan diğer şehre ise ‘komünizm’ ismi verilmiştir. Bu şehrin sakinleri, insan olmaktan gelen potansiyellerini barış ve kardeşlik içinde geliştirme özgürlüğünün tadını çıkarırlar. Onların özgürlüğü, kapitalizmde olduğu gibi sahip olamayacakları şeyleri arzu etme özgürlüğü değil, gerçekten istedikleri şeyi yapma ve istedikleri gibi olma özgürlüğüdür.

Bu şehri haritada bulamazsınız, çünkü bugüne kadar hep birinci şehrin karaltısı altında kalmıştır. Aslında bu şehir, birinci şehrin yıkıntılarının üzerinden yükselebilecek olan şehirdir. Birinci şehir barındırdığı koşullar ve olanaklarla aslında ikinci şehre gebedir. İkinci şehrin temelleri ancak ve ancak birinci şehirde yaşayan insanların kendi hükümdarlarını alaşağı etmesi ve bununla birlikte şehirdeki hayatı düzenleyen kuralları da ortadan kaldırmasıyla atılabilecektir. Birinci şehrin hükümdarları kapitalistler, yani üretim, bölüşüm ve mübadele araçlarının mülkiyetine ve kontrolüne sahip olanlardır. Bunlar, şehri temel olarak kâr maksimizasyonu ilkesine dayanarak yönetirler. Ancak mikrofonlarla sesinizi duyurabileceğiniz bu şehirde kapitalistler, mikrofonlar üzerindeki iktidarlarını kullanıp ‘komünizm’ denilen şeyin birkaç azgelişmiş ülkede denenip başarısız olduğu teranesini tekrarlayıp durarak komünizmi sıkı sıkı saklanan bir sır hâline getirmeyi başarmışlardır. Amaç ‘ikinci şehrin’ aslında özgürlüğün gerçek mekânı olduğu gerçeğini kimsenin öğrenmemesini sağlamaktır.

Şüphesiz, Marksizm de bu iki şehrin hikâyesine sığmayan daha pek çok şey vardır. Fakat bu hikâye, Marx’ın temel araştırma konusunun bütünleşik doğasını vurgulamaya yardımcı olması açısından önemli. Marx’ın incelediği konu ne tek başına kapitalizm, ne tek başına komünizm ne de tek başına tarihtir; Marx’ın temel meselesi tüm bunlar arasındaki içsel ilişkilerdir. Marx, komünizmin henüz gerçekleşmemiş bir potansiyel olarak kapitalizm içinde nasıl bir evrime uğradığını araştırır; bu evrimin kapitalizmin en erken zamanlarından hâlâ önümüzde duran geleceğe uzanan tarihine odaklanır. Marx’ın tam olarak neyi incelemek istediğini idrak edememiş Marksizme yakın veya uzak pek çok yazar, onun düşünsel birikiminin nasıl niteleneceğini belirlemekte epey zorlanır. Örneğin, bazı yazarlar Marx’ın kapitalizmin nasıl işlediğine dair betimlemelerine ve açıklamalarına bakarak, Marksizmi bir bilim olarak düşünürler. Kapitalizm içerisindeki aksaklıkları sergileyişine bakanlar içinse Marksizm, özünde bir kapitalizm eleştirisidir. Kapitalizm içindeki komünizm potansiyelini vurgulamasına ve gelecekteki komünist toplumun neye benzeyeceğini genel hatlarıyla ortaya sermesine bakarak Marx’ı düşbaz (visionary) diye niteleyenler de olmuştur ve Marx’ın bizi içinde bulunduğumuz noktadan daha ileriye taşıyabilecek bir siyasi stratejinin savunucusu olmasına ve Lenin’in ‘Ne Yapmalı?’ sorusunu daima bilincinin bir yerlerinde gizli gizli taşımasına bakanlarsa, Marksizmi devrimin nasıl yapılacağının öğretisi olarak görmek istemişlerdir.

Marksizme yakıştırılan bilim, eleştiri, tasarım (vision) ve devrim stratejisi gibi nitelemeler genellikle birbirlerinden tamamen ayrı şeyler gibi düşünülmüştür. Marksizmin bazı yorumcuları bunların bir veya ikisini vurgularken diğer nitelikleri dışarıda bırakır, onları önemsiz görür. Bu yorumcular arasından tüm bu nitelemelerin mantıksal olarak birbirleriyle bağdaşmayacağını söyleyenler ve tüm bunların bir aradalığını vesile sayarak Marx’ı tutarsızlıkla itham edenler bile çıkmıştır. Ne var ki, Marx’ın yazılarında bu saydığım dört niteliğin hepsinin de çok önemli olduğunu gösteren öğeler son derece açık ve çarpıcıdır. Üstelik bu boyutlar birbirlerine o kadar bağlıdır ve öylesine iç içe geçmişlerdir ki, birini diğerinden tamamen ayırmak son derece zordur. Bu yüzden de Marksizmi bu dört niteliğin, -bilimin, eleştirinin, tasarımın ve devrim reçetesinin- alışılmamış ve belki de biricik kombinasyonu ve böylelikle Marx’ın kendisini de her biri diğerini besleyen, büyüten dört niteliğin sahibi; yani aynı anda bir bilim insanı, bir muhalif, bir düşbaz ve bir devrimci olarak düşünmekte bir sakınca görmüyorum.

‘Bu nasıl mümkün olabilir?’ Bu durum elbette böyle bir sorunun yanıtlanmasını gerektiriyor. Birbirilerinden tamamen ayrıymış gibi gözüken bu dört özellik nasıl harmanlanmıştır? Benim iddia ettiğim şekliyle Marx’ın aynı zamanda hem bilimsel, hem eleştirel, hem düşsel hem de devrimci teoriler inşa etmesini mümkün kılan şey nedir? İki şehrin hikâyesine geri dönersek, diğer bir deyişle Marx’ın Kapitalizm içinde Komünizmi keşfetmesini mümkün kılan şey nedir ve Marx’ın düşüncesi nasıl hem kapitalizmin bir eleştirisi hem de onu ortadan kaldırmanın bir reçetesi olabilir? Her bilimin temelinde birtakım ilişkileri, özellikle de ilk bakışta çok net olmayan ilişkileri açığa çıkarmak yatar ve Marx’ın kapitalizm üzerine çalışmalarında yaptığı şey de var olanın ne olduğu, ne olabileceği, ne olmaması gerektiği ve onun hakkında ne yapılabileceği arasındaki ilk bakışta net olmayan ilişkileri açığa çıkarmaktır. Tüm bu ilişkiler mevcut olmasaydı elbette Marx bunlardan söz edemezdi; fakat kapitalizm üzerine çalışan çoğu düşünür sadece görüntülerle (ki bu görüntüler hatalı bir şekilde olgular olarak nitelenir) ilgilenirken Marx’ın tüm bu gizil ilişkilere vakıf olmasını sağlayan şey onun diyalektik yöntemidir. Diğer pek çok düşünür zihindeki parça parça algıları birbirinden ayırmaya razı olurken, Marx’ın tüm bunları birbirine sıkı sıkı bağlamasını sadece olanaklı değil aynı zamanda zorunlu da kılan şey diyalektiktir ve özellikle de Marx’ın diyalektiğidir.”[8]

“Dünyadaki her şey hareket hâlindedir. Yaşam değişir, üretici güçler büyür, eski ilişkiler çöker,” vurgusuyla “Diyalektikle var olanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda onun olumsuzlanmasını, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız; çünkü diyalektik her oluşmuş biçimi, akan bir hareket içinde ve dolayısıyla bunun yok olup gidici yanını da gözden ayırmadan kavratır; çünkü diyalektik hiçbir şeyin altında kalmaz, özünde eleştirici ve devrimcidir,”[9] diyen Karl Marx, sadece içinde yaşadığımız modern çağda değil, Batı’da olsun Doğu’da olsun insanlığın bütün tarih boyunca yetiştirdiği bütün büyük düşünürler ve bilgeler arasında, insanlığın en temel hakikâtini ilk kez ortaya koyandır: Yazılı tarihin tamamında insanlık durumunun en önemli, en belirleyici boyutunun toplumun sınıflara ayrılması olduğunu, gelecekte bu sınıfların ortadan kalkmasının koşullarının oluşacağını, bu koşulları kuvveden fiile çıkaracak olanların ise komünistler olacağını pırıl pırıl bir berraklıkla göstermiştir.

Tam da bunun için büyük bir düşünür ve işçi sınıfının devrimci önderidir Karl Marx.

Doğumunun üzerinden tam 200 yıl geçti ve aradan geçen onca sürede yaşanan devrim ve karşı-devrim deneyimleri, işçi hareketindeki yükseliş ve inişlere rağmen Marksizm güncelliğini korudu. Muazzam bir etki yarattı.

XIX. yüzyıldan XXI. yüzyıla uzanan çığır açan fikirleri ve mücadele örneğiyle günümüzde de işçi sınıfı devrimcilerine yol gösteren O, -Friedrich Engels’in deyişiyle- “Asırlar boyunca etkisini koruyacaktır.”

Karl Marx bir teorisyen olarak, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından bütünleyen olmazsa olmaz bir meziyete sahipti: O, Avrupa’nın reformist sosyalistlerinde görülen gösteri ve ün düşkünlüğünün tamamen uzağında, mücadeleye adanmış bir önderdi.

Karl Marx koşullar her ne olursa olsun, ister devrimci isyan günleri yaşansın, ister en karanlık gericilik döneminden geçilsin, hedefe kilitlenmiş bir büyük devrimciydi. Onun değişmeyen amacı, proletaryanın tarihsel görevini yerine getirmesine hizmet etmek ve bıkıp usanmadan proletaryayı bunun için mücadeleye çağırmaktı.

Onun çalışmaları sayesinde insanlık tarihinin çeşitli gizleri çözümlenebildi ve böylece tarih idealist felsefenin esaretinden kurtarıldı; gerçek temelleri, yani üretici güçler ve üretim ilişkileri diyalektiği bağlamında ele alınabildi. Nitekim Friedrich Engels, tarihsel materyalizmin ve bilimsel komünizmin inşasında tayin edici rolü oynayanın Karl Marx olduğunu her fırsatta dile getirecekti. “Marx bizim hepimizi aşıyordu; Marx hepimizden daha uzağı, daha geniş ve daha çabuk görüyordu. Marx bir deha idi; biz ötekiler ise olsa olsa yetenekli kişiler. O olmasaydı, teori bugün bulunduğu yerden çok gerilerde olurdu. Dolayısıyla teori haklı olarak onun adını taşıyor,” diyordu Friedrich Engels.

Kolay mı? “Gerçekliğin kendisi Marxçıdır,” derken Jean Paul Sartre bunu kast ediyordu…

Devamla: “Olumsuz bir özü olan liberalizmin üstesinden gelmek için, olumlu bir özü olan Marksizmi kullanmalıyız,” diyen Mao Zedung vurgusu bir an dahi “es” geçilmeden Marksizmin ya devrimci ya da hiç olduğu unutulmamalıdır.

II) DEVRİMCİ MARKSİZM

Öncelikle ve özenle altını çizelim: Karl Marx, yoksulların yoksul teorisyeniydi…

Kapital’i yazarken o kadar çok tütün tüketti ki, “Bana tütün parası bile kazandırmadı” demişti. İşçi sınıfının büyük teorisyeni eşinin bileziklerini rehinciye götürürken hırsız sanılarak gözaltına alınmıştı. Yoksulluk tüm yaşamında yakasını bırakmamıştı.

Hayatı boyunca parasızlık çekmiş olan büyük Marx, üç çocuğunu yoksulluk yüzünden kaybetti, malum. Ömrü boyunca ortadan kaldırılması için mücadele ettiği yoksulluğun kurbanlarından biri de oydu. Çekilen yoksulluk ve acılar, Karl Marx’ın yüreği alabildiğine zengin, soylu ve bilgili eşi Jenny’nin satırlarına da en çarpıcı ifadeleriyle yansımıştır.

Jenny, 20 Mayıs 1850’de Weydemeyer’e yazdığı bir mektupta kederini dile getirir: “Paramız olmadığı için iki icra memuru geldi ve elimde kalan birkaç şeyi, yatakları, ipek örtüleri, elbiseleri, her şeyi hatta çocukların en güzel oyuncaklarını bile onlar orada gözyaşları dökerken alıp götürdüler. … Ve ben orada çıplak döşemenin üzerinde titreyip duran çocuklarım ve ağrıyan göğsümle kalakaldım.”

Tüm bu zor anlarda evde çalışkanlığı ve dirayetiyle herkesi toparlamaya çalışan Helen Demuth (aile içindeki lâkabıyla Lenchen) olmasa durum daha da feci olacaktır. Yaşamın zorlukları, temel direk Helen’i de içeren devrimci Marx ailesinin başında dolanıp durur ama onlar mücadeleye karşı sorumluluklarından hiçbir zaman geri adım atmazlar.

Ancak devrimci mücadeleyi yoksulluğun ortasında ve çocukların bindirdiği sorumluluklarla birlikte sürdürmenin ne denli güç bir iş olduğu da açıktır. Nitekim Marx, Paul Lafargue’a yazdığı bir mektupta “Biliyorsun ki neyim var neyim yoksa bunları devrimci savaşlar için feda ettim. Aynı işe yeniden başlayacak olsam gene aynı şekilde davranırdım,” diyecek ve ardından da “Fakat evlenmezdim” diye ekleyecektir.

Karl Marx’ı bu kadar kararlı ve önemli kılan ise, “Marx, her şeyden önce bir devrimciydi. Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, kendi durumunun ve gereksinmelerinin bilincini, kendi kurtuluş koşullarının bilincini kendisine ilk onun vermiş bulunduğu modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu. Savaşım onun en sevdiği alandı,”[10] vurgusuyla Friedrich Engels’in şu tespitleridir:

“Gerçi daha önceki sosyalizm var olan kapitalist üretim biçimi ile bu üretim biçiminin sonuçlarını eleştiriyordu ama onu ne açıklayabiliyor, dolayısıyla ne de üstesinden gelebiliyordu; kötü diye kaldırıp atmaktan başka bir şey yapamıyordu. İşçi sınıfının kapitalist üretim biçiminden ayrılmaz sömürülmesine karşı ne denli çok öfkeleniyorsa, bu sömürünün neye dayandığını ve kaynağının ne olduğunu açık bir biçimde o denli az gösterme durumunda bulunuyordu. Sorun bir yandan bu kapitalist üretim biçimini tarihsel bağlantısı ve tarihin belirli bir dönemi için zorunluluğu içinde, öyleyse yıkılma zorunluluğu ile birlikte düşünmek; öte yandan, eleştiri şimdiye değin bu üretim biçiminin işleyişinden çok, kötü sonuçları üzerine atıldığından, onun hâlâ gizli kalmış iç devinimlerini ortaya çıkarmaktı.

Artı-değer’in bulunması, işte bu işi yaptı. Ödenmemiş emeğe sahip çıkmanın, kapitalist üretim tarzının ve işçinin bundan doğan sömürülmesinin temel biçimi olduğu; kapitalist işçinin emek-gücünü, bu gücün pazarda meta olarak sahip olduğu değer üzerinden satın aldığı zaman bile, ondan gene de onun için ödemiş bulunduğundan daha çok değer elde ettiği ve bu artı-değerin, son çözümlemede, varlıklı sınıflar elinde birikmiş, durmadan büyüyen sermaye yığınının çıktığı değer toplamını oluşturduğu tanıtlandı. Kapitalist üretimin olduğu kadar, sermaye üretiminin işleyişi de açıklanmış bulunuyordu.

Bu iki büyük bulguyu, tarihin materyalist anlayışı ile kapitalist üretimin gizeminin artı-değer aracıyla açıklanmasını Marx’a borçluyuz. Onun sayesindedir ki sosyalizm, şimdi bütün ayrıntıları üzerinde uzun uzun çalışılması gereken bir bilim durumuna geldi.”[11]

Devrimci Marksizm buydu; yani V. İ. Lenin’in, “Marx, Kapital’de, önce, burjuva (meta) toplumunun en basit, en sıradan ve en temel, en yaygın ve günlük ilişkisini, milyonlarca kez karşılaşılan bir ilişki, yani metaların değişimini tahlil eder. Bu çok basit görüngüde (burjuva toplumunun bu ‘hücre’sinde) tahlil, modern toplumun tüm çelişkilerini (ya da tüm çelişkilerin tohumlarını) açığa çıkarır. Bundan sonraki sergileme, bize, bu çelişkilerin (hem büyümesini, hem de hareketini) ve bu toplumun başlangıçtan sonuna dek onun ayrı parçalarının toplumda gelişmesini bize gösterir,” diye tarif ettiği…

Ya da Ernestro Che Guevara’nın, “Bugünkü dünyada en çok tartışılan terim olan Marksizm karşısındaki genel tutumumuzu belirlememiz gerekmektedir. Bize, ‘Siz Marksist misiniz, evet mi, hayır mı?’ diye sorulsa, tutumumuz, Newton’cu olup olmadığı sorulan bir fizikçinin, ya da Pasteur’cü olup olmadığı öğrenilmek istenen bir biyologun göstereceği tutuma benzer. Artık üzerinde tartışmayı gereksiz kılan apaçık gerçekler vardır. Yeni olayların yeni görüşler getirmesinin yanı sıra, eski görüşlerin de gerçek payını koruduğu unutulmayarak, fizikte ‘Newton’cu’, biyolojide ‘Pasteur’cü’ olunduğu gibi doğal biçimde ‘Marksist’ olunmalıdır,”[12] notunu düştüğüdür…

Unutulmamalıdır ki, sermayedar ile işçiler arasındaki ilişkiye/ mücadeleye yaslanan Karl Marx’ın düşünceleri, hem devrime hem de zorba rejimlere esin ve hareket kaynağı olagelmiştir. Yani O, kapitalizmin, içsel çelişkilerinin gerçekleşmesiyle bir yandan daha güçlü ve daha istikrarsız hâle gelirken, öte yandan da genişleyerek krizlere girmesinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koydu.

Karl Marx’ın özenle altını çizdiği, sermayenin içsel çelişkileri ile sürekli istikrarsızlığı ve kapitalizmin kaotik bir “denge(sizlik)” olduğuydu.

O’nun, “Hepiniz farkındasınız; para da, toprak da, kanun da, fikir de, din de bu ülkede her şey sermayedarlara hizmet ediyor.”[13]

“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan; tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen; ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin. Hazinen öyle büyür ki ne böcekler ne de toprak onu yok edemez. Ne kadar az kendin olursan, o kadar çoğa sahip olursun; kendi hayatını daha az yaşadıkça, yabancılaşmış hayatını uzaklaşmış varlığını o kadar çok yaşarsın.”[14]

“Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır, yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılamayacağı tehlike yoktur,”[15] diye tarif ettiği kapitalist sermaye “tarihsiz” değildir. Sermaye tarihî ve geçici bir biçimdir. Bu “biçim”in oluşumu, üretimi ve yeniden-üretimi ile birlikte kendi çelişkileri temelinde kendini ortadan kaldırabilecek bir potansiyel taşıdığı gösterilir ‘Kapital’de.

Konuyla bağıntılı bir şeyi ekleyelim: Karl Marx’ın kavrayışında bir otomatizm yoktur. Belirli koşullar bir araya geldiğinde sermaye ortadan kaldırılabilir. Bu ise, Paris Komünü ya da Ekim Devrimi gibi devrimci mücadelenin konusunu teşkil eder.

“1871 Paris Komünü sonrasındaki Marx gibi, Lenin de, mevcut devlet aygıtının ele geçirilmek yerine parçalanması, imha edilmesi gerektiği sonucuna varır,” vurgusuyla şunları der Kevin B. Anderson:

“Marx’ın devlet-olmayan bir form dahilinde özgürce bir araya gelmiş emeğe dayanan bir ilişki lehine sermaye ilişkisi ile bağlarını koparmış bir toplum olarak komünizm görüşü, onun Kapital’in meta fetişizmi bölümünde ve Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde bunun hakkında yazdığı zamandan bile daha fazla geçerlidir…

Ekim 1917’nin hâlen büyük anlama sahip olduğunu düşünüyorum. Bugün pek çok kişinin yaptığı gibi bir yandan Marx’ın sermaye eleştirisine geri dönerken, diğer yandan bir yüzyıllık Marx-sonrası Marksizm’in üzerinden atlayabilmek mümkün müdür?… Ekim 1917, bugün hâlen, Marx’ın düşüncesinden ilham almış en önemli olay olarak dikkat çekmektedir.”[16]

III) “MARX İLE MARKSİZMİ” DEYİNCE…

Feurbach Üzerine Tezler”in II, III, VIII ve XI’incisi “ama”sız, “fakat”sız yani tashihsiz kabullenilmelidir!

“II) Nesnel hakikâtin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunu -bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikâti, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur…

III) Ortamın değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist öğreti, ortamın insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur… Ortamın değiştirilmesi ile insan faaliyetinin ya da kendi kendini değiştirmenin çakışması, yalnız devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal biçimde anlaşılabilir…

VIII) Tüm toplumsal yaşam, özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün gizemler, ussal çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar…

XI) Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”[17]

III.1) TARİH, KOŞULLAR, ELEŞTİRİ, TEORİ

Denilebilir ki Karl Marx’ın teorisi, eleştirel ve devrimci bir tarih öğretisinden mülhem sınıfsallıkta ifadesini bulur.

Onun için, “İnsanlık tarihinin ortak noktası, çalışanların hep yoksul olması, çalışmayanların zenginleşmesi”yken;[18] “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar fakat diledikleri gibi de yapamazlar; kendi seçtikleri koşullar altında değil, fakat geçmişten gelen maddi koşullar altında yaparlar.”[19]

Burada “koşullar” konusunda bir parantez açmamak olmaz.

“Sarayda yaşayan başka, kulübede yaşayan başka düşünür,” vurgusuyla ekler Karl Marx:

“Hayatı belirleyen bilinç değildir, bilakis bilinci belirleyen hayattır.”[20]

“Biçimi ne olursa olsun, toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünü. İnsanlar kendileri için şu ya da bu biçimde bir toplum seçmekte özgür müdür? Asla. İnsanın üretici güçlerinin belirli bir gelişme aşamasını alırsanız, belirli bir ticaret ve tüketim biçimi elde edersiniz. Üretimde, ticarette ve tüketimde belirli gelişme aşamaları alırsanız, buna tekabül eden bir aile, zümreler ya da sınıflar örgütü, tek sözcükle, buna tekabül eden bir uygar toplum elde edersiniz. Belirli bir uygar toplum alırsanız, uygar toplumun yalnızca resmi ifadesi olan belirli politik koşullar elde edersiniz.”[21]

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. (…) Kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. (…) Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır.”[22]

“Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını oldukça kesin olarak yansıtır. Şu hâlde, onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları, üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.”[23]

Bu koşulların kavranıp, aşılabilmesi yolunda, “Bilimsel eleştiriye dayalı bütün görüşler kabulümdür,”[24] diyen Karl Marx için eleştiri (ve itiraz), kaçınılmaz bir zarurettir…

“Katı olan ne varsa buharlaşır; kutsal olan ne varsa dünyevileşip kirlenir. Ve nihayet insanlığın kafası ayık, duyuları keskinken hayatının gerçek koşulları ve kendi türüyle kurduğu ilişkilerle yüzleşmek zorunda kalır.”[25]

“Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir.”[26]

“Maddi bir güç ancak maddi bir güçle devrilebilir; ama teori de, kitleleri kavradığı zaman maddi bir güç hâline gelir.”[27]

Eleştirel ve bilimsel ol(a)mayan “teori iddia”sı, öznel bir saçmalıktan başka değer arz etmez; ama bu kadar da değil elbet…

Ruge’e Eylül 1843 tarihli mektubunda haykırır Karl Marx: “Dünyanın karşısına yeni bir ilkeye sahip bir doktriner (kuramcı) olarak çıkmıyoruz ve ona ‘alın size hakikât, karşısında diz çökün’ demiyoruz. Biz dünyevî ilkeleri mevcut dünyaya ait ilkelerden çıkarsıyoruz. Dönüp dünyaya, ‘mücadelelerinize son verin, bunlar aptalca mücadeleler. Biz size mücadelenin doğru şiarını takdim ediyoruz’ demiyoruz. Sadece dünyaya gerçekte ne için mücadele edildiğini, bilincin dünya bunu istemese de, onun edinilmesi gereken bir şey olduğunu gösteriyoruz.

Bilincin maruz kalacağı reform, yalnızca dünyayı kendi bilincinin farkında kılmaktan, onu kendisi ile alâkâlı rüyalardan uyandırmaktan ve kendi eylemlerinin anlamını izah etmekten müteşekkildir. Dolayısıyla eleştirimizin amacı sadece, Feuerbach’ın din eleştirisine dair tespitlerimizde gösterdiğimiz üzere, dinî ve felsefî sorulara, kendisinin bilincinde olan insana denk düşen formu kazandırmaktır.”

Ve nihayet, “Proletarya bir sınıf olarak kendini oluşturacak ölçüde henüz yeterince gelişmediği sürece ve bunun sonucu proletaryanın burjuvaziyle olan savaşımı henüz politik bir nitelik almadığı sürece ve üretici güçler, proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kurulması için gerekli maddi koşulları bir an için görmemizi sağlayacak ölçüde burjuvazinin bağrında henüz yeterince gelişmediği sürece, teorisyenler, ezilen sınıfların isteklerini karşılamak üzere sistemler uyduran ve canlandırıcı bir bilim bulmaya çalışan ütopyacılardır ancak. Ama tarih ilerledikçe ve onunla birlikte proletarya savaşımının çizgileri daha da belirginleştikçe, bunların kafalarının içinde bilim aramalarına artık gerek kalmaz; gözlerinin önünde olup biteni saptamaları ve bunun sözcüsü durumuna gelmeleri yeterlidir.”[28]

III.2) SERBEST DOLAŞIM, KAPİTALİZM, ÖZEL MÜLKİYET, PARA, SÖMÜRÜ

Neo-liberal yaygaralar eşliğinde kapitalistlerin “Yeni Dünya Düzeni”, diye sundukları “Serbest Dolaşım” yanılsaması birçok yeni-solcuyu derinden etkiledi; hatta “serbest piyasa sosyalizmi”nden söz ettirecek kadar!

Oysa çok önceleri, “Serbest değişim taraftarlarının, bir ülkenin nasıl başka bir ülkenin sırtından zenginleştiğini anlamaktan aciz olmalarına şaşmamak gerekir. Çünkü bu adamlar, bir ülkede bir sınıfın diğer bir sınıfın sırtından nasıl zenginleştiğini anlamamak konusunda da aynı derecede kararlıdırlar,”[29] notuyla Karl Marx, onları şöyle uyarmamışlar mıydı?

“Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın, kara-deri ticaretinin av alanı hâline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel birikimin belli başlı adımlarıydı. Bunu, savaş alanı bütün yer yuvarlağı olan, Avrupalı uluslarınn ticaret savaşı izler. Bu savaş, Hollanda’nın İspanya’ya karşı başkaldırmasıyla başlar, İngiltere’de Jakobenlere karşı savaşta dev boyutlara ulaşır ve Çin’e karşı afyon savaşı ile hâlâ sürer gider.

İlkel birikimin farklı önemli anları, şimdi, az çok bir tarih sırasıyla, özellikle, İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere üzerinde dağılmış bulunuyor. Bunlar XVII. yüzyılın sonunda, İngiltere’de sömürgelerin, kamu borçlarını, modern vergi ve himaye sistemlerini kapsayan sistematik bir bütün meydana getirirler. Bu yöntemler, bazen, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar. Ama hepsi de, feodal üretim tarzının, kapitalist tarza dönüşüm sürecini yapay bir biçimde hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, devlet gücünü, toplumun bu örgütlenmiş kuvvetini kullanırlar.

Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zorun, kendisi, bir ekonomik güçtür.”[30]

İş bu merkezdeyken Jean Jacques Rousseau’nun, “Bu nasıl bir toplum, insan milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor; hiç kimse farkına varmadan dayanılmaz kendini öldürme arzusuyla kahrolabiliyor? Bu toplum toplum değildir… vahşi hayvanların yaşadığı bir çöldür,” diye betimlediği kapitalizm Karl Marx için çok net bir felaketti!

“Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur.”

“Burjuvazi bütün ulusları yok olup gitmemek için burjuvazinin üretim tarzını benimsemek zorunda bırakıyor… Açıkçası burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratıyor,” notunu düşen O, soluk almamacasına şunların altını çiziyordu: “Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir.”[31]

“Cimri aklını yitirmiş bir kapitalist; kapitalist ise aklı başında bir cimridir.”[32]

“Burjuva toplumunda, canlı emek, biriktirilmiş emeği artırmanın bir aracından başka bir şey değildir.”[33]

“Çalışanların eline bir şey geçmiyor,[34] eline bir şey geçenlerse çalışmıyor.”[35]

 “Kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye, öte yandan doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür… Onların mülksüzleştirilmelerinin tarihi, insanlık tarihinin tutanaklarına kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.”[36]

“Ölesiye çalışarak kazanma hırsı, başarı güdüsü ve sahip olma tutkusu, ekonomik etkinlikleri insan yaşamının ana hedefi ve amacı hâline getirerek, insanın doğal yaşamdan ve ahlâki değerlerden uzaklaşmasına neden olur.”[37]

“Kapitalist üretimin hükmettiği toplumsal düzenlerde kapitalist olmayan üreticiler bile kapitalist kavramlara kıskıvrak yakalanırlar. Mülkiyet burada hisse senedi şeklinde var olduğundan, hareketi ve el değiştirmesi küçük balıkların köpek balıklarına, kuzuların borsa kurtlarına yem olduğu, borsada oynanan bir kumar hâlini alır.”[38]

“En sonunda, insanın devredilemez sandığı her şeyin bir değişim aracı olduğu, alışverişe konu edildiği ve devredildiği zaman gelmiştir. Şimdiye dek ifade edilen ama takas edilmeyen; verilen ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan gibi değerlerin, kısaca her şeyin ticarete dahil olduğu zamandır bu. Genel bir yozlaşmanın, her şeyin satılabilir olmasının evrenselleştiği ya da politik ekonomi diliyle konuşacak olursak, maddi manevi her şeyin pazarlanabilir bir değer hâline geldiği ve gerçek değerinin saptanabilmesi için pazara getirildiği zamandır.”[39]

“Dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.”[40]

“Sermayenin egemenliği enternasyonaldir. Bu nedenle tüm ülkelerin işçilerinin kurtuluş mücadelesi de ancak bu mücadele, işçilerin uluslararası sermayeye karşı ortak mücadelesi olduğunda başarılı olabilir.”[41]

Bu saptamaların ışığında, “sosyal” ya da “demokratik” kapitalizm zırvaları ne anlatır, anlatabilir?

Ama aktarmadan geçmeyelim: “Kapitalizm kesinlikle dayanışmaya, saygıya, sosyal sorumluluğa ya da ilgiye dönük değildir. İnsanların ‘hem bireysel hem de kolektif olarak eksiksiz gelişime’ ulaşabilmeleri için zorunlu olan işyerlerinde ve toplumda Öncülüğün oluşabileceği koşulları yaratmakla da ilgilenmemektedir, Kapitalizm aslında insani gelişmeyle hiç ilgili değildir.

Sermayenin mantığı, kâr peşinde koşarken tüm insani değerlerin ikinci plana atıldığı bir toplum yaratır. Kapitalistler için birer kâr aracından başka bir şey olmayan işçiler, yeteneklerini onlar adına üretim yapmak için satmaya zorunlu olunca nasıl özgürce gelişebilirler ki? İşçiler sömürülmekle kalmaz, aynı zamanda hem artı değer üretimi hem de bu artı değeri paraya çevirmek için sürekli yeni ihtiyaçların yaratılması sürecinde biçimsizleşirler de (Marx’ın deyişiyle ‘sakatlanırlar’). Sermaye, birbirine bağlı ve birbirini önemseyen insanların olduğu bir toplum yaratmak yerine toplumda bölünmeler yaratır. Kendi kurallarına ve ödeyeceği en düşük ücrete karşı oluşabilecek her türlü sesi kısmak için işçileri bölerek onları birbirine rakip eder. Çünkü insanlar ve doğa sermayenin amaçları için yalnızca birer araçtır. Sermaye, Marx’ın zenginliğin esas kaynakları olarak adlandırdığı insanları ve doğayı tahrip eder.”[42]

Bu, özel mülkiyette ifadesini bulan paranın egemenliği/ sömürüsü için farklı olabilir miydi? Karl Marx’ın, “Hangi biçimi almış olursa olsun, toplumun bir bölümünün bir diğeri tarafından sömürülmesi, geçtiğimiz yüzyılların hepsinin ortak özelliğidir,”[43] notunu düştüğü tabloda ne mümkün!

Miguel de Unamuno’nun, “Özel mülkiyetlerdeki çitlerin ve duvarların hırsız dediklerimiz için yalnızca birer özendiricidir, aslında hırsız olanlar ötekilerdir mal sahipleridir. Çitsiz, duvarsız olan, herkesin erişebileceği mülkiyetten daha güvenli mülkiyet yoktur. İnsan iyi olarak doğar, doğal olarak iyidir; toplum onu bozar, yoldan çıkarır”;[44] Jean-Jacques Rousseau’nun da, “Bir kez özel mülkiyet masaya geldi mi, bir kez bir şeyleri benim ve senin olarak düşünmek söz konusu oldu mu, insanlığın doğal özgürlüğü ölür,”[45] uyarılarına karşın neo-liberal “solcu”lar gibi, “özel mülkiyet” gerçeğini ne “es” geçebilir, ne de küçümseyebilirsiniz.

Karl Marx’ın ifadesiyle, “Özel mülkiyet çerçevesinde herkes kendi bencil gereksinimini tatmin etmek için bir başkasının üstünde yabancı bir güç yaratma çabasındadır. Bundan dolayı nesneler miktarındaki artışa, insanın maruz kaldığı yabancı güçler diyarında bir genişleme eşlik eder ve her yeni ürün, yeni bir karşılıklı aldatma ve soygun ihtimali doğurur.”[46]

“Özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya niyetlendiğimiz için dehşete kapılıyorsunuz. Fakat mevcut toplumunuzda özel mülkiyet nüfusun onda dokuzu için zaten ortadan kalkmış durumdadır.”[47]

“Bizim için sorun özel mülkiyetin herhangi bir değişikliğe uğratılması değil, olsa olsa yok edilmesidir; sınıf karşıtlıklarının üzerinin örtülmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılmasıdır; mevcut toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulmasıdır.”[48]

“Para” ve “sömürü”ye gelince…

“Elimizdeki para, satın almayı arzulayabileceğimiz şeyleri temsil ederken, aynı zamanda, bu para karşılığında satmış olduğumuz şeyleri de temsil eder.”[49]

“Para, İsrail’in kıskanç tanrısıdır; yanında başka hiçbir tanrı var olamaz. Para insanların bütün tanrılarını küçültür, bir meta hâline getirir. Para her şeyin evrensel kendi içinde oluşmuş değeridir. Bu yüzden de bütün dünyayı, hem insanın hem doğanın dünyasını, öz değerinden mahrum bırakmıştır. Para insan emeğinin ve hayatının yabancılaşmış özüdür ve bu yabancı öz insana hükmederken insan da ona tapar.”[50]

“Kişinin başka bir kişiyi sömürmesine son verildiğinde, orantılı olarak, bir ulusun başka bir ulusu sömürmesine de son verilecektir. Ulus içindeki sınıflar arası karşıtlık yok oldukça, orantılı olarak, bir ulusun diğerine gösterdiği düşmanlık da son bulacaktır.”[51]

III.3) EMEK, SINIF MÜCADELESİ VE İŞÇİ SINIFI

Kimilerinin, şimdilerde “en yüce değer” tanımlamasıyla “dalga geçtikleri” emek; Karl Marx’ın sözleriyle, “İşçi gerekli geçim araçlarını sağlamak için yaşam faaliyetini bir başkasına satar. Yaşamak için çalışır. Emeğini yaşamının bir parçası olarak görmez, daha çok yaşamından yaptığı bir fedakârlıktır o. Başkasına sattığı bir metadır,”[52] diye tanımlanır.

Gerçekten de, “Emek insanın hareket hâlindeki mülkiyetidir.”[53]

“Emek tarafından üretilen nesne, onun ürünü, artık üreticisinden bağımsız bir güç olarak, emeğe karşı yabancı bir varlık olarak dikilir… İşçi kendisini işte daha fazla harcadıkça, kendine rağmen yarattığı nesneler dünyası daha güçlü hâle gelir, o kendi iç dünyasında daha da yoksullaşır ve daha az kendisine ait olur.”[54]

“Bir metanın değeri, onun üretimi sırasında harcanmış emek miktarı ile belirlendiğine göre, bir kimse ne kadar tembel ya da beceriksizse, ürettiği metanın, bu metanın yapımı o kadar fazla zaman alacağı için, o kadar değerli olacağı sanılabilir. Oysa, değerlerin özünü oluşturan emek, eşit insan emeğidir, aynı insan emek gücü harcanmasıdır.”[55]

“İnsanın emeğini kiralaması, köleleşmeye başlaması demektir. Emeğin gereçlerini kiralamaksa insanın özgürlüğünü kurmasıdır… Emek, insandır; öte yandan, çalışma gereçleri, insanı olan hiçbir şeyi içermezler.”[56]

O hâlde emek ve emekçilerden söz ederken; köleleş(tiril)meden yani ücretli kölelikten ve köleliğe karşı sınıf mücadelesinden söz etmek “olmazsa olmaz”dır.

Yani “Bütün toplum tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir. Efendi ile köle, patrisyen ile pleb, derebeyi ile serf, lonca ustası ile kalfa, sözün özü, ezen ile ezilen, sürgit birbirlerine hasım olmuşlar, kimi zaman alttan alta, kimi zaman açıktan açığa aralıksız bir mücadele sürdürmüşlerdir. Bu mücadele, her seferinde, ya bütün toplumun devrimci dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte yok olmasıyla sonuçlanmıştır.”[57]

“Burjuva düzenin köleleri, efendilerine karşı başkaldırdıkları zaman, bu düzenin uygarlık ve adaleti, tüyler ürpertici iç yüzü ile gözler önüne serilir. Bu gibi durumlarda, sözü geçen uygarlık ve adalet de bütün peçelerini atmış bir vahşet ve yasa tanımaz intikam görünümüyle su yüzüne çıkar. Zenginliğe el koyanlarla üreticiler arasındaki sınıf mücadelesinde patlak veren her yeni bunalımda bu olgu gitgide daha açık seçik biçimde belirir.”[58]

İşçi sınıfı gerçeği burada karşımıza dikilir; “Proletarya gelişimi değişik aşamalardan geçer. Onun burjuvaziye karşı mücadelesi, var oluşuyla birlikte başlar,”[59] saptamasındaki üzere…

“İşçi ne kadar fazla zenginlik üretirse, işçinin üretimi ne kadar fazla artarsa, kendisi de işte o kadar yoksullaşır. İşçi ne kadar çok değerli mal yaratırsa, kendisi de o kadar değersiz bir mala dönüşür. Mal âlemine değer katılmasıyla insanlık âleminin değerini yitirmesi de orantılı olarak artar.

Emek sadece mal üretmez; aynı zamanda kendini ve emekçiyi de genelde mal ürettiği ölçüde bir mal olarak üretir. Bunun anlamı şudur: Emeğin ürünü olan nesne, emeğin karşısına, ona yabancı, üreticiden bağımsız bir güç olarak çıkar. Emeğin ürünü, nesnede saptanmış, maddeleşmiş emektir. Emeğin yaşama geçirilmesi demek onun maddeleştirilmesi demektir. Emeğin böylesine maddeleşmesi, ekonomi politik alanında işçinin yoksullaşması demektir; maddeleşme işçinin ürettiği nesnenin kölesi olması demektir; nesnenin başkası tarafından sahiplenilmesi de işçinin yabancılaşması demektir.”[60]

“İşçi, ne bir toprak sahibine ne de toprağa bağlıdır, ama yaşamının 8, 10, 12, 15 saati, onu satın alana aittir. (…) Ne var ki, tek geçim kaynağı emek gücünün satışı olan işçi, yaşamından vazgeçmeksizin alıcılar sınıfını yani kapitalist sınıfı bütünüyle terk edemez. O, şu ya da bu işverene değil, ama kapitalist sınıfa aittir.”[61]

“Daha iyi giysiler ile yiyecekler, daha iyi muamele görmek ve efendinin bağışladığı daha geniş bir toprağa sahip olmak, kölenin sömürülmesini ne derece ortadan kaldırırsa, ücretli işçininkini de işte o kadar kaldırır.”[62]

“Kendilerini parça parça satmak zorunda olan emekçiler, bütün öteki ticari mallar gibi, birer metadırlar!”[63]

“İş, işçiye dışsaldır… Onun doğasının bir parçası değildir; o, sonuçta yaptığı işte kendisini gerçekleştiremez; ancak kendisini inkâr eder… Bu nedenle işçi, yalnızca boş zamanı süresince kendisini yuvasında hisseder, işte ise yuvasız hisseder.”[64]

“İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olamadıkları bir şeyi alamayız.”[65]

“Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen tüm sınıflar arasında, gerçekten devrimci olan biricik sınıf proletaryadır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında gittikçe güçsüz düşer ve sonunda yok olup gider, proletarya ise modern sanayinin özel ve özsel ürünüdür.”[66]

“Bütün üretim aletleri içinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın kendisidir. Devrimci öğelerin bir sınıf olarak örgütlenmeleri, eski toplumun bağrından doğabilecek bütün üretici güçlerin var olmalarını öngörür.”[67]

“Burjuvazi sadece kendini yok edecek silahları yaratmamış, aynı zamanda bu silahları kullanacak insanları-modern işçileri- yani proleterleri de üretmiştir.”[68]

“Peki ücretli emek, emekçi için bir mülkiyet yaratır mı? Asla!”[69]

“Hiç kuşku yok ki, her ülkenin proletaryası her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak zorundadır.”[70]

“Günümüz toplumunun en alt katmanı olan proletarya, resmi toplumun en üst katmanları havaya savrulmadan silkinip ayağa kalkamaz.”[71]

III.4) YABANCILAŞMA VE İNSAN(LIK) SORU(N)LARI

Yabancılaşma ve insan(lık) soru(n)ları meselesinde, “Özel mülkiyet bizi öylesine aptala çevirmiş, tek yanlı hâle getirmiştir ki, biz bir nesnenin, ancak ona malik olduğumuz zaman bizim olduğunu sanırız. Bu yüzden, bütün fiziksel, akılsal duyuların yerini, bütün bu duyuların tam bir yabancılaşması olan malik olma duygusu almıştır,” diyen Karl Marx çözümü de şöyle formüle eder:

“Özel mülkiyetin yabancılaşmasından kurtuluş, aynı zamanda da insani niteliklerin ve duyguların tam kurtuluşudur”!

Gerçekten de “Nesneler dünyasının değer kazanması, insanların dünyasının değersizleşmesiyle doğru orantılıdır.”[72]

“İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür.”[73]

“Yabancılaşma sadece sonuçta değil, üretim sürecinde, üretici etkinliğin kendi içinde de ortaya çıkar… Eğer emeğin ürünü yabancılaşmaysa, üretimin kendisi etkin yabancılaşma olmak zorundadır… Emeğin nesnesinin yabancılaşması, çalışma etkinliğinin kendisindeki yabancılaşmayı adeta özetler.”[74]

“(Felsefeciler için anlaşılabilir bir terim kullanmak gerekirse) ‘yabancılaşma’ elbette ancak, iki pratik öncül varolduğu takdirde ortadan kaldırılabilir. ‘Tahammül edilemez’ bir güç, yani, insanların ona karşı bir devrim yaptıkları bir güç hâline gelebilmesi için, [yabancılaşmanın] insanlığın büyük kitlesini ‘mülksüz’ kılarken aynı zamanda bir zenginlik ve kültür dünyasını var etme çelişkisini üretmiş olması şarttır, her iki koşul da üretici güçte büyük bir artışı ve yüksek derecede bir gelişmeyi öngerektirir. Ve öte yandan üretici güçlerdeki bu (insanların yerel değil gerçek, elle tutulur dünya-tarihsel varlığını işaret eden) gelişme mutlak olarak zorunlu bir öncüldür, çünkü o olmaksızın yokluk yalnızca genelleştirilmiş ve yoksunluk içinde zaruri ihtiyaçlar uğruna mücadele ve bütün o kadim pis işler kaçınılmaz olarak yeniden üretilmiş olur; dahası, çünkü insanlar arasında evrensel bir münasebet yalnızca üretici güçlerin bütün uluslarda eş zamanlı olarak ‘mülksüz’ kitleyi (evrensel rekabeti) üreten, her ulusu diğerlerinin devrimlerine bağımlı kılan ve nihayet yerel [bireylerin] yerine dünya-tarihsel, kanlı canlı evrensel bireyleri geçiren bu evrensel gelişmesiyle kurulur. Bu olmaksızın, (1) komünizm yalnızca bir yerel olay olarak var olabilir; (2) münasebet güçlerinin kendileri evrensel, dolayısıyla tahammül edilemez güçler olarak gelişemez; batıl itikatlarla kuşatılmış ilkel koşullar olarak kalır; (3) münasebetlerdeki her genişleme yerel komünizmi ortadan kaldırır.”[75]

Bunun için insan(lık)a “Doğal hakların içinden bazıları doğaları gereği vazgeçilmezlerdir, çünkü yerleri doldurulamaz. Vicdani haklar da bunların arasındadır,”[76] uyarısını dillendiren O, yeni insan(lık) için ekler:

“Aşk her türlü fedakârlığı gerektirir, ama aşkından vazgeçme fedakârlığı ancak bir korkağa yakışır.”[77]

“Eğer sevgi üretmiyorsa yüreğiniz, başarılı bir üretici değilsiniz.”[78]

“Daha geniş bir manevi özgürlük içinde gelişebilmek için, insanlar bedeni gereksemelerine köle olmaktan kurtulmalıdırlar, bedenlerinin kölesi olmamalıdırlar. Dolayısıyla, her şeyden önce, manevi yaratıcı etkinlik ve manevi zevk alma için ayıracak zamanları olmalıdır.”[79]

Özetle, “İnsan milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor,”[80] diyen Karl Marx’a göre, kapitalizm koşullarındaki çürümüşlük,[81] geçmişin kiri pası değildir; sisteme aittir; onun üretimidir!

III.5) DİN, HUKUK, KADIN, ÖZGÜRLÜK

Bugünlerde, Marksistlere durmadan “muhafazakârlık”la, “din”le barışmayı, laikliğe aldırmamayı, önerenlere, Marksizm’in laiklikle ilişkisiz olduğunu söyleyenlere inat Karl Marx, “Ortada ayrıcalıklı bir din yoksa, din de yok demektir. Dinin gücünü çekip alırsanız din diye bir şey kalmaz.”[82] “İnsanların mutluluğu için ilk şart dinin ortadan kaldırılmasıdır,”[83] vurgusuyla hatırlatır:

“Din mazlumun iç çekişi, insafsız dünyanın yüreği, ruhsuz hayat şartlarının ruhudur. Din halkların afyonudur.”[84]

“Devlet Hıristiyan, Yahudi de Yahudi olarak kaldıkça birinin özgürleşmeyi bahşetmeye güç yetiremezliği gibi, diğeri de elde etmeye güç yetiremezdir… Yahudi, Hıristiyan devletten özgürleşmek istemekle, Hıristiyan devletin kendi dinsel önyargısını bir yana bırakmasını istiyor. Peki, Yahudi, kendi dinsel önyargısından vazgeçiyor mu? O zaman bir başkasının kendi dininden vazgeçmesini istemeye hakkı var mıdır?”[85]

Sonra da (sanki “yoksulların İslâmı” söylencelerini yanıtlarcasına!) uyarır: “Hıristiyan düşüncesine sosyalist bir hava vermekten daha kolay bir şey yoktur. Hıristiyanlık özel mülkiyete, evliliğe ve devlete de şiddetle karşı çıkmamış mıydı? Bunların yerine yardımseverliği, dilenciliği, evlenme yasağını, nefsi öldürmeyi, çadır hayatını ve kiliseyi koymamış mıydı? Hıristiyan sosyalizmi, papazın, aristokratların ötesini kutsadığı kutsanmış sudur sadece.”[86]

Ya -yine yeni solcuların- kutsadığı “hukuk” mu?

Yine “Köle çalıştıranların ellerindeki kamçının yerini, şimdi gözcülerin elindeki ceza kitabı alıyordu,”[87] diyen Karl Marx ekliyordu:

“Proleter için, hukuk da, ahlâk da, din de, ardında bir sürü burjuva çıkarının pusuya yattığı bir sürü burjuva ön yargısından başka bir şey değildir.”[88]

“Toplum daha fazla geliştiğinde, yasa da dar veya geniş kapsamlı bir hukuk sistemine dönüşür. Bu hukuk sistemi daha da karmaşıklaştığı zaman, sistemin terminolojisi de toplumsal yaşamın sıradan ekonomik koşullarını dile getiren terminolojiden uzaklaşır. Bu hukuki sistem, var oluşunun ve sonraki gelişiminin nedenlerini süregelen ekonomik koşullarda değil de kendi iç mantığında, ya da isterseniz ‘irade kavramı’nda bulan bağımsız bir öğe olarak gözükür. İnsanlar, tıpkı hayvanlardan türemiş olduklarını unuttukları gibi, hukuklarının da kendi ekonomik yaşam koşullarından kaynaklandığını unuturlar.”[89]

“Suçlu yalnızca suç değil, aynı zamanda ceza hukukunu da üretir, ceza hukuku dersleri veren profesörü, hatta ve hatta profesörün içinde derslerini piyasaya bir meta olarak çıkardığı kaçınılmaz ders kitabını da üretir.”[90] “Ölüm cezasına çarptırılmak iş bulmaktan daha kolaydır.”[91]

Öte yandan Karl Marx’da “eksik” olduğu “iddia” edilen “Kadın Sorunu” mu?

“Modern karı-koca ailesi, kadının üstü açık ya da kapalı ev köleliği üzerine kurulur. İşte, modern toplum, adeta kendi moleküllerini oluşturan bu tip ailelerin bir araya geldiği bir kitledir.

Günümüzde erkek, çoğunlukla, hiç değilse varlıklı sınıflarda, aile geçindirip besleyen kişi olmak zorundadır. Buysa, ona, hiçbir hukuki ayrıcalıkla desteklenmeyi gerektirmeyen bir egemenlik konumu kazandırır. Aile içinde, erkek burjuva, kadınsa proleter rolündedir…[92]

Kadın açısından bir cürüm sayılan, en ağır yasal ve toplumsal sonuçlara yol açan bir kaçamak, erkek açısından yüz ağartıcı ya da olsa olsa zevkle taşınan hafif bir ahlâki leke sayılır,”[93] der ve ekler O:

“Az biraz tarih bilen herkes büyük sosyal devrimlerin kadınların katılımı olmadan gerçekleşmeyeceğini bilir.”[94]

Ve Karl Marx’ın, “Başkalarını özgürleştirebilmek için, önce kendimizi özgürleştirmeliyiz,”[95] uyarısıyla betimlenen özgürlük…

Devamla sıralar: “Özgür demokratik devlet var olamaz.”[96]

“Soyut özgürlük sözcüğünün sizi aldatmasına izin vermeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, bir kişinin bir başka kişi karşısındaki özgürlüğü değil, sermayenin işçiyi ezme özgürlüğüdür.”[97]

“Kâğıt üzerinde, anayasaları, her vatandaşın eğitim ve çalışma hakkını ve hepsinden öte asgari geçim parasını açıklamak kolaydır. Ama bu cömert talepleri yazıya dökmek yeterli değildir, asıl iş bu özgür düşüncelerin somut ve akıllıca işleyen kurumlarda başarılı sonuçlar vermesini sağlamaktır.”[98]

III.6) DEVLET, DEVRİM, PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ, KOMÜNİZM

Soru(n) olarak devlet, komünizmin çözmekle mükellef olduğu bilmecelerdendir…

‘Komünist Manifesto’da, “Modern devletin hükümetleri, tümüyle burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir,”[99] diye açıklanan konuda; “Bütün devlet biçimleri demokrasiyi doğru bellemiştir. Demokratik olmadıkları için de bütünüyle yanlıştırlar,”[100] diyen Karl Marx ekler:

“Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir; ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik cumhuriyette de böyledir.”[101]

İyi de bunlar böyleyken; devletin “demokratikleştirilmesi”nden söz edip; devrime, devrimin güncelliğie sırt dönenlere ne demeli?

Oysa Karl Marx, “Toplumun maddi üretici güçleri, gelişmelerinin belirli bir aşamasında, o zamana kadar içinde çalıştıkları mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çatışmaya girer. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişme biçimleri olmaktan çıkıp onlara ayak bağı olur. İşte o zaman toplumsal devrim çağı başlar.”[102]

“Komünist devrim, geleneksel mülkiyet ilişkilerinden en köklü kopuştur; gelişmesinin, geleneksel düşüncelerden en köklü kopuşu getirmesinde şaşılacak bir şey yoktur,”[103] dememiş miydi?

Kaldı ki, “Komünistler, görüşlerini ve hedeflerini gizlemekten nefret ederler. Amaçlarına ancak var olan tüm toplumsal koşulların zor yoluyla ortadan kaldırılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça duyururlar. Egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla tir tir titresin. Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şey yoktur; oysa kazanacakları koskoca bir dünya var…”[104]

“Komünistlerin, bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve farklı hiçbir çıkarları yoktur…”[105]

“Tek kelimeyle komünistler, mevcut toplumsal ve politik durumlara karşı her yerde ve her çeşit devrimci hareketi destekliyorlar.”[106]

“Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır,”[107] denilmiyor muydu?

Karl Marx ve Marksizm babında bunların göz ardı edilmesi mümkün olabilir mi?

Olabilir!

“Nasıl” mı?

Karl Marx’ın, “Toplumsal reformlar; asla güçlünün zayıflığından ötürü değil, her zaman zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir…”

Ve “Sosyalist burjuvalar isterler ki, modern toplumsal koşulların tüm nimetlerinden yararlansınlar, ama modern toplumsal koşulların kaçınılmaz sonucu olan savaşımlar ve tehlikelerden uzak dursunlar,”[108] uyarıları (mesela proletarya diktatörlüğü gibi!) unutulup, unutturulursa!

Karl Marx’ın, “Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur,” notunu düşerek; “Kapitalist ve komünist toplum arasında birinden diğerine devrimci bir dönüşüm süreci yaşanır. Buna eşlik eden bir de siyasal geçiş dönemi vardır ki bu dönemde devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir işlev göremez,”[109] diye tarif ettiği “Proletarya diktatörlüğü, devrimin sabahında doğar ve tam komünizmin başlangıcına kadar varlığını sürdürür. Genel olarak konuşacak olursak görevi ‘kapitalizmi’ geride bıraktığı maddi ya da insani tüm görünümleriyle ardından gelecek olan komünist topluma dönüştürmektir. Bu açıdan proletarya diktatörlüğü ‘sürekli devrim’ gibi işler: Proletarya diktatörlüğünün, eski düşmanlarının devamlı yeniden ortaya çıktığı bir geçmişi ve onun için son derece sistemli çalıştığı bir geleceği vardır. Bu bakımdan bir yönetim olarak hem geçmişe hem de geleceğe dair amaç birliğine sahiptir. Marx şöyle der:

‘Diğer sınıflar, özellikle de kapitalist sınıf varlığını sürdürdükçe ve proletarya, kapitalist sınıfla mücadelesine devam ettikçe (çünkü yönetim gücünü ele geçirmekle, düşmanları ve toplumun eski örgütlenme biçimi yok olmamıştır.) zor araçlarını, bu nedenle de yönetim araçlarını kullanmalıdır: Proletarya hâlâ bir sınıftır ve sınıf mücadelesinin ve bizatihi sınıfların varlığının arkasında yatan ekonomik koşullar henüz ortadan kalkmamıştır; işte bu yüzden de zor kullanarak ortadan kaldırılmalıdır ya da dönüştürülecekse, zor yardımıyla bu dönüşüm süreci hızlandırılmalıdır’…”[110]

Yine Karl Marx’ın, “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar,” betimlemesindeki komünizme gidişte bundan başka yol yoktur.

Çünkü “Komünizm, insanın kendisine yabancılaşması olarak özel mülkiyetin olumlu aşılması ve dolayısıyla insani özün insan tarafından ve insan için gerçekten sahiplenilmesidir. Komünizm, bu nedenle, insanın toplumsal (yani insani) bir varlık olarak kendisine eksiksiz geri dönüşüdür. (…)

Bu komünizm, insan ile doğa, insan ile insan arasındaki çatışmanın sahici çözümüdür. Varlık ile öz, nesnelleşme ile kendi kendini gerçekleme, özgürlük ile zorunluluk, birey ile insan türü arasındaki çekişmenin gerçek çözümüdür. Komünizm, tarihin önümüze koyduğu problemin çözümüdür ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir.”[111]

“Komünistlerin teorisi tek bir cümlede toplanabilir: Özel mülkiyetin lağvedilmesi.”[112]

“Komünizm kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yaptığı tek şey, onu, böyle bir mülk edinme aracılığıyla, başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır.”[113]

IV) SONUÇ YERİNE

Karl Marx’ın Marksizmi’nden 1917 Ekim Devrimi’ne, onlardan da bugünlere, insan(lık) tablosu -ne yazık ki- hiç de iç açıcı değil…

Komünizmin maddi öncüllerinin oluştuğu, sürdürülemez kapitalizmin artık içine girdiği yapısal krizden çıkışının mümkün olmadığı, tarihsel sınırına gelip dayandığı, sermayenin kendini hem ekonomik hem de siyasal olarak üretmekte zorlandığı kaos yıllarında, ne yazık ki gidişat -sosyalizm yönünde olması gerekse de- barbarlık yönünde…

Gidişatı, olması gerektiği güzergâhta yönlendirmemiz için; bu nesnelliğe müdahil olacak özneyi, iradeyi yaratıp, hayata geçirmek ve Karl Liebknecht’in, “Mümkünün son sınırlarına, imkânsızı elde etmek için çabalayanlar ulaşabilir ancak. Gerçekleşmiş imkânlar, zorlanmış imkânsızlıkların sonucudur,” uyarısını anımsamak “olmazsa olmaz”dır…

Bu yolda; “Marksizm’i kimi bir ‘dünya görüşü’, kimi bir ‘ekonomi politik öğretisi’, kimisi bir ‘felsefe’, kimisi bir ‘ideoloji’, kimisi sosyolojiler içinde ‘ekonomiye ağırlık veren bir sosyoloji ekolü’ olarak tanımlar. Marksizm bunların hiçbiri değildir. Marksizm Toplum’un, Toplumun Tarihinin Bilimidir. Biricik ‘Sosyoloji’dir,”[114] türünden zırvaları bir kenara bırakıp; “Feurbach Üzerine Tezler”in II, III, VIII ve XI’inci “ama”sız, “fakat”sız yani tashihsiz kabullenilerek; devrimci Marksist teorinin bir eylem kılavuz olduğu unutulmadan; Tristram Hunt vari “egzantirik saçmalıklar”dan uzak durulup;[115] -“Marx’ın orta sınıf”laştırılmasına “Hayır” diyerek- dünyayı değiştirme eyleminin aslına sadık kalınmalıdır…

17 Haziran 2018 18:48:21, İstanbul.

N O T L A R

[1] John Berger, Görme Biçimleri, Çev: Yurdanur Salman, Metis Yay., 1999.

[2] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.32.

[3] Karl Marx, Seçme Yazışmalar 2-1870/ 1895, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1996.

[4] Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006.

[5] Jason Barker, “İyi ki Doğdun Karl Marx: Sen Haklıydın!”, 5 Mayıs 2018… http://sendika62.org/2018/05/iyi-ki-dogdun-karl-marx-sen-hakliydin-jason-barker-490500/

[6] Emre Tansu Keten, “Marx, Popüler Kültüre Sığmaz”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.4.

[7] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[8] Bertell Olman, Diyalektiğin Dansı, Marx’ın Yönteminde Adımlar, çev: Cenk Saraçoğlu, 4. baskı, Yordam Yay., 2015.

[9] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.29.

[10] Karl Marx- Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: 3, Sol Yay., 1979, s.196-198.

[11] Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., 1970.

[12] Ernestro Che Guevara, “Küba Devriminin İdeolojisini İncelemek İçin Notlar”, Politik Yazılar, Çev: Nadiye R. Çobanoğlu, Yar Yay., 1991.

[13] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.145.

[14] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.

[15] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.779; 67 nolu dipnot.

[16] Kevin B. Anderson, “Ekim 1917, Marx’ın Düşüncesinden İlham Almış En Önemli Olaydır”, 3 Aralık 2017… http://sendika62.org/2017/12/ekim-1917-marxin-dusuncesinden-ilham-almis-en-onemli-olaydir-kevin-b-anderson/?

[17] Karl Marx-Friedrich Engels, Felsefe İncelemeleri, Çev: Cem Eroğlu, Yordam Kitap, 2013, s.12. /Feurbach Üzerine Tezler; 2-3-8 ve 11.

[18] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.110.

[19] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.28.

[20] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.69.

[21] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011, s.178.

[22] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[23] yage, s.39.

[24] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.6.

[25] yage, s.41.

[26] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997, s.201.

[27] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[28] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011, s.124.

[29] yage.

[30] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.715.

[31] yage.

[32] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016.

[33] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.68.

[34] “Çalışın, çalışın, proleterler, toplumsal serveti büyütmek ve bireysel sefaletinizi arttırmak için çalışın; çalışın ki, daha da yoksullaşarak, çalışmak ve sefil düşmek için daha fazla gerekçeniz olsun. Kapitalist üretimin insanın gözünün yaşına bakmayan yasası budur.” (Paul Lafargue, Tembellik Hakkı-1848 “Çalışma Hakkı”nın Çürütülmesi, Çev: İhya Kahraman, Ayrıntı Yay., 2015.)

[35] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.71.

[36] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[37] yage.

[38] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.60.

[39] yage, s.87.

[40] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965 s.727.

[41] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt I., Çev: A. Kardam, S. Belli, M. Ardos, K. Somer, Sol Yay., 1976 s.467-468.

[42] Micheal Lebowitz, Sosyalist Alternatif-Gerçek İnsani Gelişim, çev: Etkin Bilen Eratalay, Yordam Yay., 2011.

[43] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016.

[44] Miguel de Unamuno, Sis, Çev: Behçet Necatigil, Can Yay., 2016.

[45] Jean-Jacques Rousseau, aktaran: James Garvey, Yirmi Önemli Felsefe Kitabı, Çev: Tamer Karalar, Nail Kitabevi, 2016.

[46] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.67.

[47] yage, s.15.

[48] Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yazışmalar/1 (1844-1869), Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1995, s.218.

[49] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[50] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.42.

[51] yage, s.95.

[52] yage, s.74.

[53] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.24.

[54] yage, s.122.

[55] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.52.

[56] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.48.

[57] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.124.

[58] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.

[59] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.16.

[60] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.109.)

[61] Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Ücret Fiyat ve Kâr, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2012, s.23.

[62] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.

[63] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[64] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.124-125.

[65] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[66] yage, 1976.

[67] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[68] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.11.

[69] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.67.

[70] yage, s.63.

[71] yage, s.62.

[72] yage, s.71.

[73] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.13.

[74] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.124.

[75] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.

[76] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997, s.27.

[77] Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006, s.23.

[78] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993.

[79] yage, s.27.

[80] Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006.

[81] “Her gün tanık olduğumuz için, intihar hiçbir şekilde doğaya aykırı değildir… İntihar insanın insan olarak kalma isteminin ifadelerinden bir tanesidir… İnsan, daha iyi bir şey isteği için, özel hayatın kötülüklerine karşı intiharın en son çare olduğunu anlıyor… Dünyadan kaçmak isteyen bir insan kendi cesedine yapılacak aşağılamaları umursar mı?” (Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006, s.13.)

[82] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997, s.11

[83] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.37.

[84] yage, s.29.

[85] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997, s.6.

[86] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.53.

[87] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.407.

[88] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[89] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.54.

[90] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[91] Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006, s.29.

[92] “Aşkın, içtiğimiz su gibi, doğal ve temiz olması için özgür ve paylaşılır olması gerekir, ancak maço erkek boyun eğme talep eder ve zevki yadsır. Yeni bir ahlâk anlayışı ve günlük hayatta radikal bir değişim olmadan, tam bir serbestlik yaşanamayacaktır. Eğer toplumsal devrim yalan söylemiyorsa, yasalar ve gelenekler nezdinde, erkeğin kadın üzerindeki mülkiyet hakkını ve yaşamdaki çeşitliliğin düşmanı olan katı normları ortadan kaldırmalıdır.” (Eduardo Galeano, Kadınlar, Çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2016.)

[93] Karl Marx-Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2016, s.42.

[94] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.46.

[95] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., Ekim 1997, s.8.

[96] Karl Marx-Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev: M. Kabagil, Sol Yay., 1969.

[97] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 7. Baskı, 2011.

[98] Karl Marx, İntihar Üzerine, Çev: Zeynep Özarslan, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2006, s.35.

[99] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976, s.45.

[100] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.60.

[101] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları (1848-1850), çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1967.

[102] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1970.

[103] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[104] yage, s.92.

[105] yage, s.65.

[106] yage, s.57.

[107] yage, s.15.

[108] yage, s.85.

[109] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016.

[110] Bertell Olman, Marksizme Sıra Dışı Bir Giriş, Çev: Ayşegül Kars, 3. baskı, Yordam Yay., 2015, s.44.

[111] Karl Marx, 1844 El Yazmaları: Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1993, s.189-190.

[112] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var?, Çev: Peren Demirel, Aylak Kitap Yay., 2016, s.11.

[113] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

[114] Demir Küçükaydın, “Marks’ın Doğumunun 200. Yılında Marksizm’in Evrimi Üzerine”, 6 Mayıs 2018… https://demirden-kapilar.blogspot.de

[115] “Engels, Marksizmi yanlış biçimlendirmekle suçlanacaktı. Marx’ın özgün ve otantik eserlerindeki insancıl saiki bilimsellik hevesi yüzünden etkisiz hâle getirmekle ve onu yerine, arkadaşının yokluğunda, sosyalizmin ilham veren, doyurucu vaadinden yoksun bir mekanik siyaset anlayışı koymakla suçlanacaktı. (…) Böylelikle, Stalin’in Rusya’sındaki resmi ideolojiden ve Marksist Leninizmin yol açtığı felaketlerden üstü kapalı bir şekilde Engels sorumlu tutuluyor. (…) Bunun Marx’ı Marksizmin ‘günahları’ndan aklamaya yarayan elverişli bir suçlama olduğu kesin… (…) (Engels’in tavrı-yn.) Marx adına Marx’ın onayıyla ve birlikte geliştirdikleri ideolojiye sonuna kadar sadık kalarak yapmıştır.” (Tristram Hunt, Franklı Komünist-Friedrich Engels’in Devrimci Hayatı, çev: Işıl Elçin-Mehmet Ratip, İletişim Yay., 2018, s.280-282.) Yani: Her ikisi de “suçlu”dur!

Mücadele zeminini değiştirmek!

Bu yüzden kaba kuvvet, çıplak şiddet baki kalmak ve son kertede devreye sokulmak kaydıyla, insanların verili durumu kabullenmelerini sağlayan bir “rıza”, bir “kabullenme” yaratma yoluna gidiliyor. Başka türlü söylersek, egemenlerin egemenliği, ideolojik kölelik, gönüllü kulluk sayesinde mümkün oluyor ve süreklilik kazanıyor… Son derecede önemli olsa da, bu kısa yazıda söz konusu ‘rıza’nın kimler tarafından, nasıl üretildiği sorusu üzerinde durmayacağım.
Egemen ideoloji, gerçekte var olmayanı varmış gibi gösterebilmektir. Sıradan insanların “şeylere, olaylara, toplumsal süreçlere” kendilerini ezen-sömüren-aşağılayan egemen sınıfların gözüyle bakmalarıdır… Bu yüzden boşuna, “iktidar gizlemesini bilenindir” denmemiştir. Bütün mesele gerçeğin üstünü örtmek, ‘görünmez kılmak’la ilgilidir. Dolayısıyla gerçek dünyada var olmayan onca şey, egemen ideoloji sayesinde varmış gibi gösterilebiliyor ve ideolojik kölelik ve gönüllü kulluk sayesinde de kabullendiriliyor, dayatılıyor… Böylece insanlarda bir yanılsama yaratmak mümkün oluyor… Mesela siyasi partilerin ve seçimlerin, demokrasinin gerçekleşmesi olarak görülmesi gibi. Aslında siyasi partiler, seçimler, parlamento [Meclis] demokrasiyi gerçekleştirmenin değil engellemenin araçlarıdır. Başka türlü söylersek, egemen sınıfların, nasıl yöneteceğiz, sorusuyla ilgilidir… Bu dünyada yaklaşık 250 yıldır bir “temsilî demokrasi” oyunu sergileniyor ama oynanan bu sefil oyununun demokrasiyle ilgisi görüntüden ibarettir sadece… Zira ortada bir ‘temsil’ yok, dolayısıyla kullanılan oyun da reel bir karşılığı yok… Seçimler iktidar olan partiyi değiştirebilir, bir düzen partisinin yerine diğerini iktidara taşıyabilir ama asla şeylerin seyrini değiştiremez! Eğer demokrasiden halkın kendi kendini yönetmesi, kendi iradesinin tecelli etmesi anlaşılıyorsa, ‘temsilî’ demokrasi tam da halk iradesini engellemek üzere peydahlanmıştır…
Uzağa gitmeye gerek yok. Türkiye’de askerî ve ‘sivil’ darbelerle kesintiye uğrasa da, 70 yıldır ‘temsilî demokrasi’ oyunu oynanıyor. Bu zaman zarfında kim demokrasinin gerçekleştiğinden söz edebilir? Mülk sahibi egemenlerin ‘nasıl yöneteceğiz’ sorusunun karşılığı demokrasi olabilir mi? Daha baştan ve bizzat siyasi partilerin kendileri anti-demokratiktir. Egemenler cephesi tarafından kurulurlar veya kurdurulurlar. Halka, ezilen-sömürülen sınıflara ya parti kurma izni verilmez ve eğer verilirse de yaşama şansı tanınmaz. Ancak “zararsız hâle” geldiklerinde, sömürü düzeninin bir parçası hâline geldiklerinde, sistem için tehlike olmaktan çıktıklarında tolere edilirler… O öyle bir Meclis’tir ki, oraya her gireni kendine benzetir… Geride kalan dönemde yaşananlar bu söylediğimi fazlasıyla doğruluyor… Ve düzen partileri arasındaki fark esasa ait değildir… Kitleleri aldatmaya, oyalamaya yetecek kadar bir farktır… Bir düzen partisinin yerine diğeri iktidara taşındığında, aslında değişen bir şey olmaz… Mesela ABD’deki iki partili sistem, aslında “ikili tek parti sistemidir”…
Bir insan, birbirlerine benzeyen düzen partilerinden, burjuva partilerinden birine oy verdiğinde şunu demiş olur: “Sana oyumu veriyorum. Artık dört-beş yıl boyunca egemen sınıfların ülkenin varını yoğunu sömürmesi, yağmalaması-talan etmesi için gerekeni yaparsın. Tabii bal tutanın parmağını yalaması da işin doğası gereğidir… Egemen sınıfların sömürüsü, yağma ve talanı güvence altına alınırken, siyasetçi de kendini ve çevresini zenginleştirme imkânına kavuşur… Tabii her zaman ve her yerde olduğu gibi, bunun istisnaları da vardır. Gerçekten, siyasetçiler arasında samimiyetle kamu yararını gözetenler olabilir ama “istisnalar kuralı doğrulamak içindir” denmiştir… Bu arada ülkenin yüksek çıkarlarından, demokrasiden, özgürlükten, adaletten, refahtan, ‘birlik ve beraberlikten’, nurlu ufuklardan, “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmaktan da da çokça söz edilir… Tabii “muasır medeniyet’ denilenin kapitalizm-emperyalizm-kolonyalizm demek olduğu hiçbir zaman akla gelmez, getirilmez… Aslında insanlar oy kullandıklarında kendilerine karşı oy kullanmış, oyuna gelmiş oluyorlar… Sefil bir oyunun figüranları olduklarından habersizdirler… Durum böyleyken bin yıl oy kullansalar, şeylerin seyri değişir miydi?
Batı demokrasisi de denilen temsilî demokrasi mülk sahibi sınıfların yegâne yönetme [egemenlik] biçimi değildir. “Normal zamanlarda” tercih edilen bir yönetme biçimidir. Kapitalizmin “yapısal krize” girdiği dönemlerde faşizm, asker-polis diktatörlüğü, Bonapartizm’den biri veya duruma göre bunların farklı ‘renkleri’ gündeme gelir… Kapitalizmin son defa yükselişe geçtiği İkinci Emperyalist Savaş sonrası yaklaşık 30 yılda ‘sosyal demokrasi’ geçerli oldu ama kapitalizmin ‘yapısal krize’ girmesiyle artık esamesi okunmuyor. O bir istisna idi ve o sayfa kapandı…
Şimdilerde kapitalizmin nihai krizi yaşanıyor. Geri dönüşü olmayan eşik aşılmış bulunuyor… Artık çöküş dönemine girilmiş bulunuyor. Şimdilerde her yerde temsilî demokrasinin bol gelmesinin nedeni bu… Yönetenlerin hiçbir yerde sınırlı demokrasi koşullarında bile yönetebilmeleri artık mümkün değil… Dikta rejimlerinin değişik renklerini dayatmak isteyecekleridir… Başka türlü söylersek, artık sahte ‘temsilî demokrasi’ oyunu bile oynanabilir değil… Baskıyı, şiddeti, dikta rejimlerinin değişik versiyonlarını dayatmaktan başka ellerinde bir koz yok, velhasıl başka türlü yapmaları mümkün değil… Yönetenlerin yönetmekte zorlandığı dönem gelip çattı… 250 yıllık aldatma-aldatılmadan sonra hâlâ seçim ve temsil yalanına inanmanın da bir alemi yok… Fakat burjuva siyasetinden kurtulmak için bir önemli neden daha var, üstelik aciliyet de arz ediyor: Kapitalizm dünyayı yok ediyor. Sadece sosyal kötülükleri azdırmakla kalmıyor, ekolojik yıkımı da derinleştiriyor, ki bu, yaşamın temelinin aşınması demektir… Ve bu kadarını da dar bir oligarşiyi zengin etmek için yapıyor.
İnsanlık ve uygarlık böyle kritik bir kavşağa girmişken, hâlâ sahte demokrasi oyununun figüranı olmanın ne alemi var? Hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan temsil oyununa bel bağlamak, kapitalizmin reforme edilebilir olduğunu sanmaktır. Oysa, kapitalizmi reforme etmek mümkün olmadığı gibi, burjuva devlet de ‘ehlîleştirilebilir’ değildir. Zaten kapitalizm ve burjuva devlet bir ve aynı şeydir. Bunlar madalyonun iki yüzüdür… Kölelik düzeni reforme edilebilir miydi? “Daha iyi kölelik, daha az kötü kölelik” olabilir miydi? Feodalizmin iyisi olur muydu? Bir tek kapitalizm mi istisnadır? Kapitalizm reforme edilemez ama bal gibi yıkılabilir. Aynı kendinden önceki egemenlik sistemleri gibi…
O hâlde bu durumdan çıkmak için yapılacak ilk şey, kapitalizm dahilinde insanlığın bir geleceği olmadığı gerçeğini ikircikli olmayan bir tarzda kabul etmek ve onu yeniden üreten tüm yollardan çıkmak, tüm sahte oyunlara son vermek, burjuva demokrasisi denilenden medet ummamak, aldatılma, oyalanma, aşağılanma durumuna son vermektir… Bilincimizi özgürleştirmek, dünyanın gerçekliğine küresel oligarşinin ve yerli egemenlerin gözüyle değil, kendi gözümüzle bakmak ve başka şey yapmaya cüret etmek!
Mücadele zeminini değiştirmek gerekiyor ama ondan önce düşünce tarzımızın değiştirilmeye ihtiyacı var… o

Yiğit muhtaç olmuş ‘kuru soğan’a

……..
Yoksulun sırtından doyan doyana
Bunu gören yürek nasıl dayana
Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana
Bilmem söylesem mi söylemesem mi
Mahsuni şerifim dindir acını
Bazı acılardan al ilacını ……..
Aşık Mahsuni Şerif
Yiğit bu hâle nasıl düşürülmüştür?..
Önce şu kuru soğanı tanıyalım…
Gen merkezi Orta, Güney ve Batı Asya olan soğana (allium cepa), Anadolu’da Hititler (İÖ 1650-1200), “sumsıkıl” adını vermişler ve kutsal bitki saymışlar. Eski Altay Türklerinde sarımsak yabanî olarak bilinirken, soğanın üretimi yapılırmış. Avrupalılar soğanı Romalılar aracılığıyla tanır. Ortaçağda, veba korkusuyla kapılara soğan asılır. Savaş yaraları ve yanıklar onun suyuyla tedavi edilir.
Soğan, iki yıllık soğanlı-yumrulu bir bitkidir. İlk yıl meydana gelen soğandan ikinci yıl 1.5 m yüksekliğe kadar çıkan bir çiçek sapı oluşur. Nisan-Haziran aylarında çiçek açar. Çok sayıdaki çiçek; sapın ucunda yuvarlak bir top oluşturur. Tohumları küçük, yassı, siyah renktedir. Üretimi ve tohum alımı zahmetlidir.
Dünyada 700 dolayında türü mevcuttur. Bu türlerin 156 tanesi Türkiye’de bulunur, 66’sı endemiktir.
Soğan, kükürt ve C vitamini (askorbik asit) açısından zengindir. Bunların dışında A, B1 (tiamin), B2 (riboflavin), B3 (PP, niasin), B6 (pridoksin), B9 (folik asit, folat), E vitaminleri, potasyum, fosfor, kalsiyum, magnezyum, sodyum, demir, selenyum, manganez, kobalt, flor, bor, bakır, çinko, nikel, krom, iyot, vanadyum gibi mineral ve oligo elementler, antibiyotik vazifesi gören esanslar ve hazım arttırıcı fermentler bulunduğunu kaydeden uzmanlar, kalp ve prostat bozukluğu, pankreas tembelliği (şekerliler), sinir zafiyeti, romatizma, cilt hastalıkları, cinsel iktidarsızlık, mide zayıflığı gibi hastalıklarda çok fayda verdiğini, bol idrar söktürdüğünü ve vücutta birikmiş su, fazla tuz ve üreyi dışarı attığını biliyoruz. Ayrıca muhtevasında sakkaroz, glukoz ve fruktoz gibi şekerler, organik asitler, kuersetin, uçucu ve sabit yağlar da bulunur. Gözlerin yanmasına ve sulanmasına yol açan madde uçucu yağın içindeki propil allicin’dir.
Uzmanlar pankreası çalıştırarak insülin ifrazatını arttırdığını ve kanda şeker seviyesini düşürdüğünü kaydediyor. Fazla soğan yenen ülkelerde kanserin nadir görüldüğünü ve o ülke halkının uzun yaşadığını ifade eden uzmanlar, soğanın, karaciğeri ve bağırsakları dezenfekte edip zehirlerini temizlediğini ve gıdaların orada vücudu zehirlemesini önlediğini, bağırsak kurtlarını döktüğünü bildiriyor.
Bir kesim ekmek ve kuru soğana muhtaç hâle gelmişken, soğan, salataların yanı sıra hemen hemen her yemeğin temel sebzesi olmuştur artık. Yahni gibi sevilen yemekleri yapılır. Hele de patatesli yahni mutfakların vazgeçilmezidir. Fransız yoksullarının yemeği olan soğan çorbası artık ülkemizde zengin sofralarını süsleyecektir. Ucuz ithal et ile henüz ithalatına başlanmamış fakat eli kulağında olan patates ve soğanın aşk ile birleşmelerinden doğan bu yemek yoksulların ve kaldıysa orta sınıfın rüyalarının lezzet “odağı” olma tehlikesi taşıdığından, bağımsız yargımız tarafından önlem alınacaktır tabii ki.
Yerli soğanımızın yahni flörtü, patatesin siciline bir bakalım.
İsmini, Peru ve Bolivya’da yaklaşık 9 milyon kişinin anadili olan bir yerli dili ve İnka dili olarak da bilinen, Quechua (Keçuva) dilinden alan patatesin (solanum tuberosum) anavatanının Güney Amerika And Dağları olduğu konusunda uzlaşılmıştır. Peru’da 7000 yıl önce ekilmeye başladığına dair kanıtlar mevcuttur. Patatesi Avrupa’ya İspanyalı bir fatih olan Pedro Cieza de León getirmiştir. Patatesin ekimi Avrupa’da 1540’larda Fransa’da başladı. Patatesi 1590’da ilk olarak botanik literatürüne geçiren İsviçreli botanist Gaspard Bauhin’dir. Önceleri Türkçe’de ve Kürtçe’de kartol, kartof, kartop, gumpir gibi bazı isimler almışsa da sonunda anadilinde aldığı patates ismi kabul görmüştür.
Patatesin geniş ölçüde tarlalarda yetiştirilmesi ilk önce Almanya’da Vogtland’da Hans Rogler adında bir çiftçinin girişimidir.
Dünyada sırasıyla mısır, buğday, pirinçten sonra en fazla tüketilen tarım ürünü patatestir. Temmuz 2017/Haziran 2018 döneminde, dünyada; mısır üretiminin 1 milyar 26 milyon ton, buğday üretiminin 736 milyon ton, pirinç üretiminin (öğütülmüş olarak) 487 milyon ton olacağı öngörüsünde bulunuluyor. Raporun üretim rakamlarına göre Temmuz 2017/Haziran 2018 döneminde dünyada toplam tahıl üretiminin 2 milyar 597 milyon ton olacak.
2016 FAO verilerine göre dünyada toplam 164 ülkede yetiştirilen patatesin üretim alanı 19,09 milyon hektara, üretim miktarı ise 381,68 milyon tona ulaşmıştır. En fazla patates üreten kıtalar sırasıyla Asya, Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika ve Afrika’dır. En fazla patates üreten on ülke sırasıyla; Çin, Hindistan, Rusya, Ukrayna, ABD, Almanya, Bangladeş, Polonya, Fransa ve Belerus’tur. Türkiye’de 2016 üretim miktarı 4,75 milyon ton’dur.
Görüldüğü üzere “kökü dışarda” bir bitkidir!! Neo-liberal küresel güçlerin ve onların içerideki partnerlerinin, stoklarının eritilmesi için üretmeyip, ithal etmemizi, her alanda baskılayan politikalarına “patates baskısı” da eklenmiş görülmektedir.
Mahalle baskısından etkilenmemiş bir tek patates-soğan aşkı kalmıştı.
Tahıllar, baklagiller yabancı transferi olmadan tam takım sahaya çıkamaz oldular.
Kırmızı et ve canlı hayvan takımları da aynı durumda.
Tütün çoktandır gurbete gelin gitti.
Oltan Gıda’yı alan Ferrero’nun Nutella’sı Fındıkkıran balesi oynamaktadır. Oltan Gıda TUSKON üyesiydi.
MÜSİAD Başkanı da Mart 2018’de GDO’lu soya ithalat yasağını eleştiriyordu. Sudan’da Türkiye’nin 8 milyon dönümlük alan kiraladığını hatırlatarak özel sektöre verilecek kısmında soya, pamuk, buğday, arpa ve yem bitkisi yetiştirmek istediklerini bildirmişti. “Ülkemizde tarla ve çiftçi mi kalmamıştır da Sudan’a tarımsal yatırım yapacağız” diyerek milli bir duruş içinde iyi niyet ve doğru planlamayla bu ürünlerin yeteri miktarda üretilebileceğini savunmamıştır. Fakat her nasılsa MÜSİAD Gıda, Tarım ve Hayvancılık Sektör Kurulu Başkanı yükselen patates ve soğan fiyatlarına ilişkin olarak, “Patates ve soğan şimdilerde marketlerde 6-6.5 liraya varan fiyatlarla satılıyor. Ürün yeterli miktardayken fırsatçılık yapılarak fahiş fiyat üzerinden satış yapma isteği kesinlikle kabul edilebilir bir durum değil” demişlerdir. Bu gıda ithalatçıları ve stokçuları kimlerdir acaba? TÜSİAD, MÜSİAD ve TUSKON’da kaç et, gıda ve tarım ürünleri ithalatçısı vardır. Neredeyse “stokçular ve fırsatçılar milli hassasiyetlerimizi uyarıp, bizi ithalat yapmak zorunda bırakıyorlar” diyecekler.
Bizim, kuru soğana muhtaç yiğit çiftçilerimiz, ne menem stokçu ve fırsatçılarmış da biz bilmiyormuşuz!
Türkiye’de 2011/2012 döneminde kişi başına patates tüketimi, yıllık 54,4 kilogram iken kuru soğan 23,9 kilogram oldu.
2018 yılının üretim miktarları ilk tahmininde, bir önceki yıla göre, yumru bitkilerden patatesin, %1 oranında azalarak yaklaşık 4,8 milyon ton olacağı tahmin edildi. Sebzeler grubunun önemli ürünlerinden, kuru soğanda %6 oranında azalış olacağı tahmin edildi.
Patates de 2001 yılında üretim alanı 2 milyon dekar, üretilen miktar 5 milyon ton olmuş, 2017 yılında üretim alanı 1,43 milyon dekara düşmüş, üretilen miktar 4,8 milyon ton olmuştur. Soğan 2001 yılında üretim alanı 1 milyon dekar, üretilen miktar 2,2 milyon ton olmuş, 2017 yılında üretim alanı 600 bin dekara düşmüş, üretilen miktar 2,12 milyon ton olmuştur. 2001 yılında nüfusumuz 64 milyon 540 bindir. Ekmeyin, üretmeyin, “çocuk yapın Allah rızkını verir” kampanyasına uyan yiğitlerimiz, 2017 yılında 80 milyon 810 bin’e çıkıyor. Bu kampanyanın genç ve üretken bir toplum talebinden çok sistemin, tüketici miktarını artırmak ihtiyacından kaynaklandığını anlayınca, geri dönüş bakımından kritik bir noktaya gelindiği fark edilebiliyor.
Dünya ortalamasına göre kişi başı patates tüketimi 32 kg. ABD’de 60, AB’de 80, Türkiye’de 50 kg. Kuru soğan Türkiye’de 24 kg’dır. İhtiyaç fazlası üretilen ürün, dış pazarlara satılamayıp iç piyasada satılınca fiyatlar düşüyor. Patates para etmeyince üretici patates veya soğan ekmekten vazgeçiyor. Stokçu ve fırsatçıların da etkisiyle beraber bir sonraki yıl üretim azalıyor fiyatlar yükseliyor. Fiyatların arttığını gören üretici 2015 yılında üretimi yüzde 19 oranında artırdı. 4 milyon 760 bin ton patates üretildi. 2015 Mayıs ayında patates hasadı başladığında kilosu 1 TL olan patates, Eylül ayında 60 kuruşa düştü. 2016 Mart ayında 38 kuruş oldu. 2017’de üretim 4,8 milyon ton. İç talep 4.1 milyon ton oldu.
Döneme özgü olarak Irak ve Suriye’ye patates ihracatı yapılamayınca, patateste sorun yaşanıyor.
Üreticiye yol gösterecek, üretimi ve fiyatı dengeleyecek kooperatifler ve birlikler olmadığı için her üretici kendi değerlemelerine göre üretim yapıyor, kendi olanakları ile patatesi satmaya çalışıyor. Böylece ihtiyaç fazlası ya tarlada kalıyor ya da depoda kalıp kalite kaybı oluşuyor.
Patates üretiminin yüzde 15’i Niğde’de, yüzde 10’u Konya’da, yüzde 10’u Afyon’da, Nevşehir’de, İzmir’de, Kayseri’de, Sivas’ta gerçekleşiyor. Adana’nın üretimdeki payı yüzde 5 dolayında.
Fiyatların gerilemesi bu illerde çiftçilerin zor duruma düşmesine neden oluyor.
Yükselen fiyatları düşürmek için ithalat yapmaya değil, üreticinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir kazanç elde etmesini sağlayacak planlamaya ihtiyaç var. Yani ithalatçı, toptancı ve aracıdan önce üreticiyi koruyacak, yiğit çiftçileri kuru soğana muhtaç etmeyecek Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı otoritesine ihtiyaç var.
Uzmanlar ayrıca, soğanın patateslerden ayrı, kuru, soğuk bir yere kaldırılması gerektiğini, çünkü soğan ve patatesin birbirini etkilediğini ve soğanın, patateslerden salınan nemle yumuşadığını hatırlatıyor.
Uzmanlar, ağızda soğan kokusunu gidermek için yemekten sonra biraz ekmek kabuğu veya maydanoz çiğnenmesinin yeterli olduğunu söylüyor. o
26.06.2018

Murat Kapıkıran – Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Yönetim Kurulu Üyesi

Koç’lar, İnce’ler ve böğürtlenlerin dikeni

3 Haziran 2018 günü Ali Koç, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanlığı seçimlerini kazandı. Seçim öncesi başlayan ve seçim sonrası katlanarak artan Ali Koç sevgi seli ve “devrimci Ali Koç”a varan akıl almaz yorumlara geçmeden önce Ali Koç’un başkanlığa gelen sürecine kısaca değinelim.
İlginçtir ki, tüm bu “Ali Koç Başkan, Fenerbahçe şampiyon” süreci Aziz Yıldırım’ın Ali Koç’u takdimine dayanıyor. 30 Mayıs 2015’te gerçekleştirilen Seçimli Olağan Genel Kurul’da kürsüde yaptığı konuşmada Aziz Yıldırım, Ali Koç’u kendisinden sonraki başkan olarak gösteriyor ve şöyle diyor: “Benden sonra buraya kimin başkan olacağı çok önemli. Benden sonra çapulcular olursa yandık. Bunun için Ali Koç’a rica ettik. Ali benim kardeşim gibi. Biraz iş yoğunluğundan görüşmeyelim 2-3 ay, hemen ‘araları yok’ diye yazıyorlar. Ali Koç, bıraktığım gün başkanlığa aday olacak, söz verdi. O kongrede, ben burada olacağım.” Aziz Yıldırım’dan sonra kürsüye gelen Ali Koç, kongre üyeleri tarafından ayakta alkışlanıyor ve “Küçüklükten beri hayal ettiğim başkanlığa adaylığım konusunda artık bugün değilse de yarın elimizi taşın altına koyma zamanımız geldi” diyor.
Fenerbahçe Başkanlığı Ali Koç’un çocukluk hayaliymiş. Araya bir parantez açıp Ali Koç’un Fenerbahçeliliğine de değinelim öyleyse kısaca. 2008 yılında Hürriyet’te yayınlanan bir röportajda abisi Mustafa Koç, Fenerbahçeli olma hikâyelerini şöyle anlatıyor: “Beni evimizdeki garson Fenerbahçeli yaptı. Ali’ye ise ben ‘Oğlum başka seçeneğin yok, sen Fenerli olacaksın’ diye bastırdım. O sıralarda 5 yaşında olan Ali de Fener’i seçti.” Tam bir pembe dizi tarzı, zengin evin çocuğu ile mutfaktakiler anektodu sunuyor burada Mustafa Koç… Vasıf Öngören’in zengin mutfağını incelemesi boşuna değil demek ki. “Ah ulan şu zengin mutfakları!”
Neyse, Ali Koç’un “Babam yaşlandıkça, daha doğrusu yaşı ilerledikçe, enerjisi artıyor, günü 36 saat gibi yaşıyor. İçindeki Beşiktaş sevgisi iyice su yüzüne çıkıyor. Fenerbahçe başarılı olunca, babamın üzüldüğünü görüyorum, ben de üzülüyorum. Beşiktaş başarılı olunca, babam seviniyor; ama benim üzüldüğümü görünce, yine üzülüyor. Onun böyle etkileneceğini küçükken düşünebilsem, Beşiktaşlı olabilirdim.” dediği röportaj, aile içindeki Beşiktaş-Fenerbahçe rekabetini Koç ailesindeki ‘demokrasi’ye bağlayarak noktalanıyor.
Dönelim Başkanlığa giden sürece… 2015’teki kürsü konuşmasının ardından Ali Koç, Habertürk TV’de yayınlanan Akılda Kalan programında o gün konuşma yapmayı planlamadığını, o gün konuşma listesine adını yazdırmadığını; ancak Aziz Yıldırım ve yönetiminin isteği doğrultusunda konuşma yaptığını söylüyor. Gel gelelim, 22 Ekim 2016 tarihinde Fenerbahçe Yüksek Divan Kurulu’nda Aziz Yıldırım, kamuoyunda dolaşan adaylık dedikoduları üzerine Ali Koç’u hedef alarak sert sözler söylüyor ve buna cevaben Ali Koç, o dönem başkanlığını yaptığı 1907 Fenerbahçe Derneği’nin toplantısında, bir yıl önce yaptığı konuşmayı hatırlatarak adaylığını açıklıyor. 21 Eylül 2017’de de 1907 Fenerbahçe Derneği’nin 25. yıl kuruluş etkinliklerinde 13 yıldır sürdürdüğü başkanlık görevinden istifa ederek resmî olarak adaylığını duyuruyor.
Ve 3 Haziran günü yapılan Seçimli Olağan Genel Kurul’da “Tam zamanı şimdi!” sloganıyla Ali Koç, Aziz Yıldırım’ın aldığı 4 bin 644 oya karşılık 16 bin 92 oy alarak yeni başkan oldu. 3 Temmuz’la başlayan süreçten bunalan taraftarın, seçimlerden önce, Ali Koç’un başkanlığa adaylığını açıklamasından itibaren başlayan “Ali Koç başkan, Fenerbahçe şampiyon” tezahüratları 3 Haziran günü tavan yaptı. Yine bu kısma geçmeden önce böylesine desteklenen, özdeşim kurulan Ali Koç’un göz sulandıran bir ‘başarı hikâyesi’ tadında sunuluabilecek kısa özgeçmişine bakalım ve bunun en az bir kısmıyla özdeşim kurmaya çalışalım.
Ali Koç… 1967 yılında İstanbul’da, Vehbi Koç’un torunu, Rahmi Koç’unsa en küçük oğlu olarak dünyaya geldi. Londra‘da başladığı Harrow School’dan 1985 senesinde mezun oldu. 1989 senesinde ABD Houston Teksas’taki Rice Üniversitesi’ni bitirdi. 1995-1997 seneleri arasında ABD Boston, Massachusetts Harvard Üniversitesi‘nde yüksek lisansını yaptı. Sonrasında Koç Holding AŞ yönetim kurulu üyesi kurumsal iletişim ve bilgi grubu başkanı oldu. 30 Ocak 2008’den bu yana Koç Holding Yönetim Kurulu Üyesi olan Ali Y. Koç, Şubat 2016’dan bu yana Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili olarak görevini sürdürmekte. 1997 yılından bu yana Ford Otosan Yönetim Kurulu’nda görev yapmakta olan Ali Y. Koç, 10 Aralık 2012 tarihinde Ford Otosan Yönetim Kurulu Başkanı oldu. Ali Y. Koç, aynı zamanda Ark İnşaat, Bilkom, Digital Panorama, Koç Bilgi ve Savunma Teknolojileri, Koç Finansal Hizmetler, Koç Sistem, Koçtaş, Otokar, Otokoç, Setur ve Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı görevlerini üstlendi. Ayrıca Harvard Üniversitesi, Bank of America ve CFR’da (Council of Foreign Relations) Global Danışma Kurulu Üyesi. 2018’de açıklanan, şahsına ait mal varlığı ise 850 milyon dolar.
O özdeşimi kurabildik mi?
Taraftar grupları içinde yer alanlar için durum farklı olabilir; ancak tüm bu taraftarlık meselesinde ortak bir bağ yaratabilmek adına bir figürle özdeşim kurulduğu gerçek. Elbette, bu özdeşim her kimle kurulursa kurulsun, nihayetinde, endüstriyel futbol içerisinde taraftar-müşteri yaratmaya hizmet etmekten öteye geçemez. Bu noktada, yine de herhangi bir kulüp başkanıyla -hele ki Ali Koç’la- kurulan bağ yerine Alex’le bağ kuran Fenerbahçe taraftarına da özlem duymamak elde değil.
Evet, Ali Koç “Tam zamanı şimdi!” diyerek seçimlere girdi. Mustafa Koç’un evin mutfakla ilişkileri iyi tutan iyiyürekli, temiz zengin çocuğu olmasıyla başlayan Fenerbahçelilik yolculuğunda, Fenerbahçe Spor Kulübü yönetiminde yer alması, 1907 Fenerbahçeliler Derneği’nde başkanlık yapması ve mal varlığını da ortaya koyarak Fenerbahçe’yi bu zor günlerinden çıkarıp, ‘eski güzel günlerine’ döndürme özlemi falanı filanı bir yana, Ali Koç gibi Türkiye’nin en zengin, en köklü ailesinin üyesinin bir spor kulübüne başkanlık yapması çok da olağan bir şey değil. Ali Koç “Tam zamanı şimdi!” derken “Neden şimdi?”, “Ne oldu şimdi?” sorularını da beraberinde getirmedi demek yalan olur.
Futbol kulüplerinin başkanlarının zengin iş adamları olması alışılmadık bir şey değil, aksine futbol kulüplerinin geldiği noktada bu, bir zorunluluk hâlindedir. Futbol endüstrisi büyüdükçe, kulüplerin yönetim organizasyonları da daha fazla önem kazanmaya başlamış, bu sebeple kulüplere gelir temin edebilecek yönetimlere ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. 1990 ve sonrası dönemde özellikle ‘üç büyüklerin’ kulüp yönetimlerinde ‘parayı veren düdüğü çalar’ dönemine girilmiştir. Fenerbahçe de bunun en tipik örneği olmuştur. Özellikle Aziz Yıldırım döneminde tesisleşmeye hız verilirken, şirketleşme ve holdingleşmeye yönelik çabalar hız kazanmıştır. Hatta bunun ileri aşamasında kulüpler artık bir anonim şirket gibi yönetilen, borsada işlem gören işletmeler hâline gelmiştir ve tıpkı büyük şirketler gibi ‘CEO’ları tarafından yönetilmektedir.
Tablo bu olsa da bahsi geçen kişinin Koç ailesinin bir üyesi olması durumu farklılaştırıyor. Buna dair birçok yorum ya da analiz yapmak mümkün. Ancak Ali Koç’un başkanlıkla birlikte gündeme geliş biçimi üzerinden öne çıkan bir kısım var ki öncelikle bunun üzerinde durmak gerekiyor.
Ali Koç, bu pozisyona gelerek kendisini çok daha görünür bir alana çekti. Ve bir sempati topladı. Şu anda Koç Holding Başkanı pozisyonunda abisi Ömer Koç bulunuyor, kendisiyse başkan vekili olarak yer alıyor; ancak Ali Koç’un son yıllarda Koç ailesinin en görünür yüzü olduğu da bir gerçek. Fenerbahçe’ye başkan olarak da bu sempatiyi ve görünürlüğü taçlandırdığını söyleyebiliriz. Ne demiş Topal Agâh (1958’de Fenerbahçe Spor Kulübü’ne başkanlık yapan Agâh Erozan): “Beni, Fatih’in ve Kartal’ın kaymakamı olarak ‘Topal Agâh’ diye yüz kişi tanırdı. Mebus oldum, beş yüz kişi tanıdı. Meclis reis vekili oldum, meclisin iç tüzüğünü ezberledim, bu sefer bana ‘Hafız Agâh’ dediler, beni bin kişi tanıdı. Fenerbahçe’ye başkan oldum, tuvaletten çıkarken bile resmimi çektiler, şimdi beni bütün Türkiye tanıyor. İnsan kendisinin reklâmını yapmak istiyorsa, bir yolunu bulup Fenerbahçe’ye başkan olmalı. Türkiye’de tanınmak ne imiş, ben Fenerbahçe’ye başkan olunca öğrendim.”
Ali Koç, bu başkanlıkla doğrudan bu görünürlüğü, bu süreçte Fenerbahçe’nin kurtarıcısı olarak toplayacağı sempatiyi mi hedeflemiştir bilinmez; ama en azından bunu göze aldığı, bunu hesaplayabildiği kesindir. Kaldı ki daha ilk günlerden kendisine “Koç gibi adam Ali Koç”, “Mavi gözlü dev” ve “Herkesin sevgisini kazanmış bir lider” dedirtti, üstelik sadece Fenerbahçe taraftarı tarafından da değil.
Öte yandan Koç’ların futbol kulüplerine atfettiği önemi yine yazının girişinde bahsettiğim, “Babamın bu kadar üzüleceğini bilsem Beşiktaşlı olurdum” başlıklı röportajda görüyoruz. Rahmi Koç, kaptanından bahsediyor, hani şu dünya turuna çıktığı 40 metrelik teknesinin kaptanından. “Biz Yosi’yi Türk tebasına geçirmek istedik. Başvurusunu yaptırdık. Yosi aşağı yukarı 23 yıldır bizimle. Tabii sıklıkla yurtdışına gidip geldiği için, tam oturma süresini dolduramamış, ‘Daha beklemesi lazım’ dediler. Bizim kaptan Yosi’yi Türk tebasına almadılar ama Fenerbahçeli Mehmet Aurelio 24 saatte Türk tebasına geçirildi. Bunu da anlayabilmiş değilim.” diyen Rahmi Koç’a yanıt, oğlu Ali Koç’tan geliyor: “İşte Koç’la Fenerbahçe farkı…” Bir şeyi Koç olarak yapmak, Sarı Kanarya olarak yapmak kadar sempatik görünmese gerek.
Aziz Yıldırım’ın 20 yıllık iktidarının, Erdoğan’ın 16 yıllık iktidarına eşleştirilmesi, Aziz Yıldırım’ın hükümete gözle görülür yakınlığı, Ali Koç’un seçim sürecinde giydiği Mustafa Kemal imzası taşıyan tişörtü -ki bu tişörte tekrar döneceğiz-, seçim söylemleri ve hatta seçim konuşması sırasında “Ramazan ayında su içerek mesaj verdi” yorumları… Tüm bunlar birleşince bu seçim, bilhassa sosyal medyada, yaklaşan 24 Haziran seçimlerine denkleştirildi ve “Ali Koç seçildi, şimdi sıra İnce’de” sözleri havada uçuştu. Ali Koç’u ilk tebrik edenlerden olan Muharrem İnce de Twitter’dan “Aziz Yıldırım’a bugüne kadar yaptığı hizmetlerden dolayı teşekkür ediyor, Fenerbahçe Başkanlığı’na seçilen Ali Koç’u tebrik ediyorum. Fenerbahçe camiası değişimi gerçekleştirmiştir, şimdi sıra Türkiye’deki büyük değişimdedir.” paylaşımı yaptı. Bu ülkenin burjuvalarının başında gelen bir adamı, sınıf kimliğinden tamamen ayrıştırarak, asıl kamburun kimler olduğunu unutarak “Ülkece sırtımızdaki kamburlardan kurtuluyoruz” denildi. Tıpkı 24 Haziran seçimlerinde İnce’nin de bu devlete aynı bağlarla bağlı olduğu gerçeğini unutarak Erdoğan’a karşı İnce’yi desteklemek gibi bir gaflet Ali Koç meselesinde de ortaya çıktı. Bu açıdan İnce-Koç eşleştirmesi yapan söylemlerin açığa çıkması çok anlaşılırdı, bağlamı açıkça ortaya koydu. Her iki tutum da “denize düşen yılana sarılır” gibi bir ‘mantığın’ sonucuydu.
Bu eşleştirme, seçimden bir gün önce gerçekleşen Muharrem İnce’nin Maltepe’deki mitingine ulaşımın engellenmesi üzerine Ali Koç’un deniz otobüsü seferleri düzenlettiği hurafelerine kadar ulaştı. Neyse ki Ali Koç, bu konudaki yalanlamasını yaparak, CHP Genel Başkanlığı’na adaylığını koyması talebiyle karşı karşıya kalmaktan kurtuldu. Uç ve kötü bir espri olmuş gibi gelebilir, kabul ediyorum; fakat bu süreçte sosyal medyada Ali Koç’a yakıştırılan sıfatlar, Ali Koç’u yücelten söylemler kadar kötü değil… Her birini tek tek ele alıp cevaplandırsak yeri. Evet, cevaplandırsak; çünkü her bir övgü, kocaman bir soru işareti aslında…
Ali Koç sevgi selinin ve bu popülerleşmenin etkisiyle, 2015’teki söylemleri de tekrar gündeme gelerek yakıştırılan sıfatlar “devrimci Ali Koç”a kadar vardı. “Ali Koç Türk futbolunda devrim yapacak” sözleriyle, seçim konuşmalarında sağ yumruk havada selâmları ve 2015’teki açıklamaları içiçe geçince sosyal medyada bir “devrimci Ali Koç” açığa çıktı. 2015’te B20 toplantısında Ali Koç şöyle konuşmuştu: “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir… Bill Gates diyor ki, 100 bin dolarla siz sıtma ile mücadele edebilirsiniz. Bir insanın saçlarının dökülmesine karşı kellik ilacı için büyük paralar dökülürken insanları öldüren sıtmaya karşı mücadele saç dökülmesine karşı mücadeleden daha zayıf kalıyor. Eğer bu problemlere eğilmezsek sonuçta günlük hayatta karşılaştığımız bu olumsuz şeyler kaçınılmaz olacak… Küreselleşmenin insan tarafı yok… İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en büyük göç dalgasıyla karşı karşıyayız. 60 milyon insan evini terk etti ve kötü insan hakları altında düşük ücretlerle çalışmaya hazırlar. Burada özgür olarak, serbest olarak dolaşamayan tek unsur insan. Buradaki eşitsizliği anlamak için Einstein olmaya gerek yok. Eşitsizliği asgarî düzeye indirmek için yapılacak çok fazla senaryo var. Paradigmalar değişmeli.”
Bu konuşmanın ardından, farbikalarında işçileri sarı sendika Türk Metal’e mecbur bırakan Koç’lardan olan Ali Koç hakkında, sendikacılar arasında, “Türk İş’in başına Ali Koç’u getirelim” konuşmaları geçtiği söylenmişti. O dönem de, bugüne kıyasla daha ti’ye alır düzeyde kalsa da Ali Koç’tan anti-kapitalist yaratmaya çalışan akla ziyan yorumlar yapılmıştı. Tam bu araya kronolojik bir detay not düşeyim; Ali Koç’un bu açıklamaları aylar öncesine dayanıyordu, aynı yıl Şubat ayında Ali Koç “2 çocuk sahibi bir baba olarak çocuklarımın geleceğinden endişe duyuyorum” dedikten sonra gelir dağılımındaki adaletsizliği eleştirip “İşçi ücretleri düşük” demişti. Fenerbahçe başkanlığına adaylık yolunda ilk açıklamalarda bulunması da B20’deki konuşmalarından birkaç ay önceye tekabül ediyor.
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor B20’deki bu söylemler, o gün, o toplantı içinde de Ali Koç’a has söylemler değildi. Ardından çıkıp konuşma yapan Bülent Eczacıbaşı da “Geleceğimizi tehlikeye düşüren sonuçlar var. Bunu bugünden fark etmemiz gerekiyor. Değişme zorunluluğu yine karşımızda. Bir değişimin olması gerektiği kesin. Ancak bu değişimin ne yönde olması gerektiği konusunda çok tartışmalar var. Kapitalizm insanlık için istenen sonuçları vermedi, veremedi. Ne şekilde değişmesi ve yerini neyin alması gerektiği konusunda dünyada tartışmalar sürüyor.” demişti.
Evet, Ali Koç’un bu sözleri o dönem açığa çıkan ‘vicdanlı kapitalizm’ söylemlerinin bir devamıydı. 2011’de Pepsi Co’nun Başkanı Indra Nooyi “Kapitalizm aslında iyi bir şey. İnsanlardaki yeteneklerin, vasıfların ortaya çıkmasını sağlayan bir araç. Öte yandan kapitalizmin vicdanlı olması lazım. Vicdanını kaybeden kapitalizm beraberinde felaket getirir.” demişti. Bu açıklamalarla birlikte kapitalizme yeni, ‘vicdanlı’ bir biçim kazandırma tartışmaları başlamıştı. Bu açıklamalara sebep olan 2011’deki Wall Street işgaliydi. Nooyi açıklamasının devamında “Wall Street’de bugün protesto edilen kapitalizm değil. Vicdanını kaybetmiş kapitalizm. Kapitalizmin içinde bulunduğu durumu, işini kaybetmiş insanların durumunu ortaya koyan protestolar” diyerek korkusunu göstermişti. Bu tartışmaları açan, bu söylemlere sebebiyet veren, iyice su yüzüne çıkan sınıf çelişkileri ve buna karşı oluşan hareketlerden yola çıkarak duydukları korkuydu. Koç Holding’in görünür yüzü, sempati toplayıcısı Ali Koç’un bu çıkışı da bu sürecin bir devamıydı. Ve en önemlisi de Ali Koç’un bu açıklamaları binlerce metal işçisinin greve çıktığı Metal Fırtına’dan birkaç ay sonra gerçekleşmişti. 2013 Gezi Direnişi ve 2015 yılında Metal Fırtına’nın yaşanmasından duyulan korku burada da ‘vicdanlı kapitalizm’ söylemlerini gerektirdi. Öncelikle bunu akılda tutmak gerekir.
Gel gelelim, bu açıklamayı yaptığı dönemde Koç’a ait Tofaş’ta, Türk Traktör’de, Otokar’da, Ford Otosan’da, Arçelik’te işçilere verilen sözler tutulmayarak öncü işçiler işten atıldı, işçi kıyımı yapıldı. Arçelik’te polis fabrikanın içerisine sokularak işçilere saldırtıldı. Ford Otosan yönetim kurulu başkanı olan Ali Koç, greve çıkan işçileri direndiği için işten çıkardı. Büyük direniş sonucunda yapmak zorunda kaldığı ‘rekor zam’ olarak belirtilen zamla, Arçelik’in Beylikdüzü fabrikasındaki 900 işçiye ödediği aylık ortalama ücret toplamı 3 milyon lira civarındayken, fabrikanın bir günlük kârı 2 milyon lirayı buluyordu.
Ali Koç’un “Çocuklarımın geleceği için endişeleniyorum” diyerek aslında korkusunu açığa çıkardığı ve bir yandan kapitalizm eleştirisi yaptığı günlerinde de Koç Holding’in Çekmeköy’deki merkez fabrikasındaki Divan Pastanesi imalathanesinde çalışan işçiler çalışma şartlarına karşı mücadele etmek için Gıda-İş sendikasında örgütlenmeye başlamış, Divan Pastaneleri yönetimi ise hakkını arayan 53 işçiyi tazminatsız işten atmıştı. İşçiler ise çadır kurarak eylemlerini sürdürmüştü.
Soma katliamının yaşandığı dönemde Türk Traktör işçileri bir günlük yas ilan ederek iş bırakmışlardı. Mustafa Koç ise bu eylem sonrasında bir günlük zararı işçilerin maaşlarından keseceğini söylemişti.
Koç’un sahibi olduğu ve 2017’de 4 işçinin yaşamını yitirdiği patlamayla gündeme gelen TÜPRAŞ’ta yapılan toplu iş sözleşmesi, fazla mesailerde alınan ücretlerle hafta tatilinde ödenen ücretleri düşürmeyi ve normal çalışma sisteminin değiştirilmesini dayattı.
2017’de açıklanan verilerle 8 milyar doların üstündeki servetiyle Koç ailesi, eleştirdiği kapitalizmin bu ülkede koçbaşıdır. Yazının başında ‘başarı öyküsü’ tadında bir biyografi sunmuştuk, bu da zenginliği işçi sömürüsüne dayanan Ali Koç’a ilişkin gerçekçi bir biyografi olarak burada dursun.
Öte yandan, evet, “Futbol asla sadece futbol değildir!” Mesele, Francisco Franco’nun “Bana 150 bin kişilik bir uyku tulumu yapın”, Antonio Salazar’ın “Portekizi kırk yıl süreyle 3F’le, fiesta (şölen), fadima (örgütlü din) ve futbol ile yönettim” gibi ünlü sözlerinde açığa çıktığı gibidir. Yine yukarıda bahsettiğim gibi kulüpler şirketlere dönüşmüş, futbol kitlede spor olarak anlamını yitirmiş, hem kitleleri yönetmenin bir aracı hâline gelmiş hem de taraftarlar müşterileştirilmiştir, hatta yaz okulları kapsamında küçücük çocuklardan dahi taraftar-müşteri yaratılmaya başlanmıştır. Sporun ve futbolun dönüşümü Ford’un şu sözlerinde belirginleşmiştir: “Daha çok otomobil satabilmemiz için daha çok otomobil yarışı düzenlememiz ve bunları iletişim kanallarıyla duyurmamız gerek.”
Ali Koç, 3 Haziran’da başkanlığa gelir gelmez, ilk iş olarak takıma yeni bir CEO atadı. Stadlar boş geçen yılları geride bırakmak için kombineler almak için taraftara çağrıda bulundu. Bu konuda kolaylıklar sağlayacağını açıkladı. Seçim sürecinden beri yaptığı, Fenerium’lardan alışveriş yaparak takıma destek olmak ve Fenerbahçe’nin ‘ayağa kalkışına’ katkıda bulunmak çağrılarını yineledi ve Fenerbahçe Dergisi’nin Temmuz sayısındaki başyazısında bu çağrıların karşılık bulmasından duyduğu sevinci belirtti. Mustafa Kemal imzalı tişörtle geleceğiz demiştik, geldik. Başkanlığın ilk günlerinde bu tişörtün 79.97 TL ile Fenerium’larda satışa sunulmaya başlandığı büyük bir coşkuyla açıklandı.
Ve nihayetinde Ali Koç’un kazandığı sempati, sosyal medyada “Herkese, her yere bir Ali Koç lazım” cümleleriyle taçlandı. Lafı daha da uzatmaya gerek yok, bize lazım olan Ali Koç değildir, bize lazım olan kamburlarımızı parlatmak değil, o kamburları sırtımızdan atmak için işçi sınıfının mücadelesini yükseltmektir.
Yazıya bir Ezop masalıyla başlamıştık, konuya uygun düşen bir başka Ezop masalıyla da bitirelim:
“Tilki bir çitten aşarken ayağı kaymış, düşmeyeyim diye böğürtlene tutunmak istemiş. Böğürtlenin dikenleri ayaklarını kanatmış, canı acıyınca: ‘Bu da ne! Ben senden yardım bekliyorum, sen bana büsbütün kötülük ediyorsun!’ demiş. Böğürtlen: ‘A birader, sen de ne diye bana sarılmaya kalkarsın? Bilmez misin, benim huyum gelip geçene sarılıp yolundan alıkoymaktır!’ demiş.”

İdil Özkurşun

Komünist Parti, yeni başkanı kararlılıkla destekleyecek

Bu tarihi olay daha da önemlidir çünkü hava üssü bombardımanları kurbanlarının anma töreni sırasında İsyan Ordusu, polis ve milis savaşçıları 16 Nisan 1961’de Fidel tarafından ilan edilen sosyalizm bayrağını savunmak için ilk kez savaştığı zamandı.
Bilindiği gibi, neredeyse bütün ulusal topraklarımızı doğrudan etkileyen Irma Kasırgası’nın neden olduğu ciddi zararlardan dolayı seçim sürecinin zaman çizelgesini yeniden ayarlama ihtiyacı duyuldu ve 8. Yasama Dönemi Son Olağan Oturumunda Ulusal Meclis Küba Parlamentosu milletvekilleri ile İl Meclisi delegelerinin görev süresini uzatma kararını onayladı. Görüldüğü gibi halkımızın Devrim’e ve bizim sosyalist demokrasimize olan desteğini bir kez daha gösteren kitlesel katılımı ile bugün bu süreci tamamladık.
Seçimlerin sorunsuz yürütülmesi için işbirliği yapan kurumların yanı sıra her düzeydeki seçim ve adaylık komisyonları tarafından üstlenilen çalışmalara şahit olmak bir fırsattır.
Nisan 2011’de düzenlenen 6. Parti Kongresi, temel siyasi ve devlet pozisyonlarının tutulması için en fazla iki ardışık beş yıllık süreyi sınırlama teklifini onayladı. 7. Kongre de aynısını iki yıl önce belirtti ve Anayasa’da bu sınırlama henüz uygulamaya konulmamış ola da bu Anayasa’nın kendi reformu çerçevesinde kurulacağına inandığımız bir noktadır. 24 Şubat 2013’te Devlet ve Bakanlar Konseyi Başkanı olarak ikinci kez göreve başladığımdan bu yana, geçtiğimiz Aralık ayında da yeniden dile getirdiğim gibi bunun benim son dönemim olduğunu ve bu noktadan sonra Küba’nın yeni bir Başkanı olacağını ifade ettim.
Sözümü tutmak ve buna göre davranmak için Anayasa reformunu beklemek gerekli değil, daha önemlisi buna örnek teşkil edebilmek.
Ulusal Halkın Gücü Meclisi, devlet ve bakanlar konseyinin başkanı olarak yoldaş Miguel Díaz-Canel Bermúdez’ı seçti. Aynı zamanda, Devlet Konseyi Birinci Başkan Yardımcısı olarak yoldaş Salvador Valdés Mesa seçilmişti ve daha sonra Ulusal Meclis (onun) Bakanlar Konseyi Birinci Başkan Yardımcısı olarak atanmasını onayladı.
Compañero Díaz-Canel, yaklaşık 35 yıllık bir çalışma kariyerine sahiptir. Las Villas Merkez Üniversitesi’nde Elektronik Mühendisliği derecesini aldıktan sonra bu meslekte çalıştı. FAR’ın uçaksavar füzesi birimlerinde askerlik hizmetini tamamladıktan sonra, aynı üniversitenin Elektrik Mühendisliği Yüksek Okulu’nda profesör olarak görev yaptı ve Genç Komünist Birliği’nin profesyonel kadrosunda yer aldı. Parti içindeki profesyonel çalışmalara terfi edene kadar bu organizasyonun yönetici pozisyonlarında bulundu.
Özel Dönem’in en şiddetli aşamasının zirvede olduğu Özel Dönem’in üçüncü veya dördüncü yılı olan Temmuz 1994’dan itibaren dokuz yıl boyunca Villa Clara İl Komitesinin Birinci Sekreteri olarak görev aldı ve sonraki altı yıl boyunca da Holguín eyaletinde aynı sorumluluğu üstlendi. Her iki durumda da üzerine düşen sorumluluğu layıkıyla yerine getirmiştir.
Villa Clara’da yeterli olan dokuz yıldan sonra, eğitiminin bir parçası olarak yerleşim alanı ve toprakları bakımında en büyük eyaletlerden biri olan ve, Cienfuegos ve Sancti Spíritus’u da kapsayacak şekilde doğduğu ve tanıdığı Holguin’e gönderilmesi çoğunluğu Siyasi Büro kadrolarına ulaşan yaklaşık bir düzine genç için yaptığımız gibi bir tesadüf değildi. Fakat biz onların eğitimini pekiştirmekte başarısız olduk ve – biraz abartarak söyleyebilirim ki o (Diaz-Canel) hayatta kalabilen tek kişi idi. Eksiklerini eleştirmedim ama Yoldaş Machado ile konuşarak, ona Parti ve hükümet içinde yüksek sorumluluklar alabilmeleri için diğer yoldaşlarımızın eğitimini ve olgunlaşmasını daha iyi örgütleyemediğimiz için kendimizi eleştirmek zorunda olduğumuzu söyledim.
Eğer [Díaz-Canel] 15 yıl içinde parti lideri olarak sadece iki eyalette bulunmuşsa, kendi eyaletinde gençlik önderi olduğu yılları saymadan, yoldaş Mochado’ya söyledim 15 yıl boyunca üç yıllık temelde, ülkenin en az beş eyaletinde bulunarak onları daha eksiksiz tanıyacaktı. Machado’yu eleştirmiyorum, onu zaten çok fazla eleştirdim (Alkışlar). Ve şimdi direkt olarak onun üstündeyim, (o) hazır olsun (Kahkaha)! Ama bununla söylemek istediğim, kadroların eğitimine daha fazla dikkat edilmesi gerektiği. Böylece diğer yüksek mevkilere geldiklerinde daha fazla bilgiye sahip olurlar. Fakat O’nun [Díaz-Canel] seçilmesi şu an bir tesadüf değil, bu düşünce bir önyargıdır. En mütevazı görüşümüz olarak, bir grup içince en iyisi yoldaş Díaz-Canel oldu (Alkışlar). Ve onun erdemleri, deneyimleri ve üstlendiği işlere olan bağlılığından ötürü, yüce devlet iktidarı tarafından kendisine verilen görevde mutlak bir başarıya sahip olacağından şüphe etmeyiz (Alkışlar).
1991’den beri Parti Merkez Komitesi üyesi oldu ve 15 yıl önce Siyasi Büro’ya terfi etti. Nikaragua Cumhuriyeti’nde uluslararası bir misyonu yerine getirdi ve Ulusal Savunma Koleji’nden mezun oldu.
2009 yılında Yüksek Öğretim Bakanı olarak ve 2012 yılında eğitim, bilim, spor ve kültür ile bağlantılı kuruluşların işlenmesinden sorumlu olarak Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcılığına atanmıştır.
Beş yıl önce Devlet ve Bakanlar Kurulu Birinci Başkan Yardımcılığına seçildi – ve o andan itibaren, Siyasi Büroda bir grup yoldaş taşı gediğine oturttuğumuz konusunda kesin emin olmuştu ve bu önemli toplantıda somutlaştığı üzere çözüm buydu. Her şeyin üstünde, Devlet ve bakanlar Kurulu Birinci Başkan Yardımcısı olarak Parti Merkez Komitesi’nin ideolojik alanını tuttuğunu göstermiştir.
Tesadüf değil, bugünün Devlet ve Bakanları Kurulu Başkanı’nın elinden geçmek zorunda olduğu kadar önemli olarak ve ben yokken -ki daha sonra bahsedeceğim kadar, 2021 yılına kadar Genel Sekreter olarak devam edeceğim- Devlet ve Bakanlar Kurulu Başkanı ve Komünist Parti Birinci Sekreteri görevini üstlenecek (Alkışlar). Ve bunun Meclisin Temmuz ayında önerge olarak sunulması ve ayrıca Bakanlar Kurulu’nda da tartışılması planlanmıştır. Temmuz oturumunda ayrıca milletvekili komisyonu tarafında oluşturulmuş yeni Anayasa tasarısının Meclis’e sunulması da yapılacak, tasarı halk ile tartışıldıktan sonra referanduma götürülecektir.
Stratejik hedefimizde hiçbir değişiklik olmayacağı bir sonraki Anayasa’da, Parti’nin çalışmasında, bu durumun korunacağını ve halkın düzinelerce yıl önce, 1976’da %98’lik oy oranı ile yaptığı gibi, kuşkusuz destek vereceğini tahmin ediyorum. Ve bu vesileyle, temel olduğunu söylediğin bu iki pozisyon yeniden bir araya gelebilecektir. Böylece hükümet içinde bir Başkan Yardımcısı olacağı ve olması gerekmesi ile birlikte Partinin Birinci Sekreteri ve Devlet ve Bakanlar Kurulu Başkanı bütün güce sahip olacaktır. Uzun bir süredir tartıştığımız ve bugün sunduğum bu formülasyon, bahsi geçen Komisyon tarafından Temmuz ayında sizlere sunulacak ve önerilecektir.
Anayasada oluşturacağımız iki, her biri 5 yılı kapsayan iki dönemini tamamlamak zorundadır. Parti Kongresi belirlenen tarihlerde yapılacaktır. Ben 7. Parti Kongresi’nde 2021 yılında kadar seçildim. Şu an 87 yaşındayım, 3 Temmuz’da olacağım- bunu bana bir hediye göndermeniz için söylemiyorum, mütevazı olsa da bir hediye almanın zor olduğunu biliyorum (Alkışlar). Burada bir hediye almak, hatta mütevazi olanı bile, petrol bulmaktan daha zordur (Kahkahalar), yani bana bir şey göndermeyin.
İki dönemini bitirdikten sonra, eğer iyi çalışıyorsa ve bu Parti Merkez Komitemiz ve içinde bulunduğumuz Meclis olan yüce devlet iktidarı tarafından da onaylanırsa, kalmalıdır. Şu an yaptığımız gibi, yerini doldurması gerekir. Devlet ve Bakanlar Kurulu Başkanı olarak 10 yılını tamamladığında, Kongre’ye kadar geçen üç yılda, güvenli geçişi sağlamak ve bizi değişimin acemiliğinden korumak için Parti Genel Sekreteri olarak kalacak- sahip olacağı torunlarına bakmak için emekli olana kadar ki hala sahip değilse; torunun var mı? İyi o zaman, benim büyük torunlarım var, üç tane ve birisi de yolda (Kahkahalar).
Bu bizim ne düşündüğümüzdür. Doğal olarak, karar verecek olan Parti’nin ve devletin en yüksek organlarıdır, bahsettiğim bu konularda nihai kararı onlar verecektir.
Bizler, hata yapamayacağımız bir yerde ve zamanlarda yaşıyoruz. Ben, zaman müsaade ettikçe uluslararası güncel tarihte meydana gelen olumsuz tarihsel olaylar ile ilgili bulabildiği her şeyi okuyan ve çalışanlardanım. Yalnızca kendimizi içinde bulduğumuz coğrafi alandan ya da başka bir sebepten dolayı değil. İnsanlık için çok önemli olan gelişmelere son veren ve sonuçlarını bir çok ülkenin ödemek zorunda bırakıldık; yaratılan uluslararası dengesizliğin sonucu olarak içinde bizim de olduğumuz bir çok ülkenin bedel ödediği ve ödemeye devam ettikleri gibi yapamayacağımız hatalar var. Anlatabiliyor muyum? (Evet!)
Yoldaş Díaz-Canel ani bir karar değildir; yıllar geçtikçe, olgunluk, iş kapasitesi, ideolojik sağlamlık, politik bilinç, bağlılık ve Devrim’e sadakat göstermiştir.
Devletin ve ulusun yönetim sorumluluğuna yükselişi tesadüf ya da acelecilik sonucu olmamıştır. Daha önce de belirttiğim gibi, daha yüksek mevkilere terfi ettirme süreci, geçmişte yaşanmış genç liderler vakalarından farklı olarak, süreci hızlandırma hatası yapmadık. Aksine, öngörü ve yönlendirme ile parti ve hükümette farklı sorumluluklar aracıyla geçişi sağladık. Öyle ki, kişisel nitelikleriyle birlikte devletimizin ve hükümetimizin liderliğini ve daha sonra Parti içindeki en yüksek sorumluluğu başarılı bir şekilde üstlenmesini sağlayacak kapsamlı bir nitelik kazandı.
Öta yandan, Valdés Mesa’nın, Devrim’e hizmet eden kapsamlı bir kariyeri var. Zaferi, onu, daha sonra Camagüey vilayetine ait olan Amancio Rodríguez bölgesinde bir çiftlikte bir tarım işçisi olarak şaşırtmıştı. 1961’de Ulusal Devrimci Milislere katıldı, Okuryazarlık Kampanyasına katıldı ve Genç İsyancılar Derneği’nde aktif olarak söz konusu bölgede Derneğin Genel Sekreterliğini yaptı. Genç Komünist Birliği kurulduğunda, bu düzeyde Genel Sekreter olarak seçildi ve bu örgütün Birinci Kongresi’ne delege olarak katıldı.
Daha sonra Camagüey’in çeşitli bölgelerinde Küba Sosyalist Devrimi Birleşik Partisi (PCC)’nin inşasına katıldı ve belediye seviyesinde ve Parti İl Komitesinde liderlik pozisyonlarında bulundu. Buradan giderek yükselen bir profesyonel sendika kadrosu oldu. Küba İşçileri Federasyonu’nun İkinci Sekreterliği, CTC ve Tarım ve Orman İşçileri Ulusal Birliği Genel Sekreterliğini yaptı.
1995 yılında, dört yıl sonra Camagüey’deki Parti İl Komitesinin Birinci Sekreterine terfi edene kadar Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak atandı.
2006 yılında yapılan 19. CTC Kongresinde, Genel Sekreteri seçilerek, 2013 yılında Danıştay Başkan Yardımcılığına seçilene kadar bu görevi üstlendi.
Çalışmaktan vazgeçmeden 1983 yılında Ciego de Ávila Yüksek Ziraat Bilimleri Enstitüsü’nden bir ziraat mühendisi olarak mezun oldu.
1991’den beri Parti Merkez Komitesi üyesi ve 10 yıldır Siyasi Büro üyesidir.
Benzer şekilde, Compañero José Ramón Machado Ventura’nun bencil olmayan tavrını bir kez daha onurlandırmanın adil olduğunu düşünüyorum. Kendi inisiyatifi ile yeniden – ve bunu tekrar söylüyorum çünkü bunu daha önce de yapmıştır, böylece Díaz-Canel, Devlet Genel Başkan Yardımcısı pozisyonunda görev almıştır- yeni nesle yol açmak için kendisini Devlet ve Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcısı olarak önermiştir.
60 yılı aşan devrimci mücadele içinde ilişkilendiğim Machado, Sierra Maestra ve Frank País İkinci Doğu Cephesi’nin önderlerindendir. O; hepinizin bildiği gibi biraz inatçı olsa da alçakgönüllülük, dürüstlük ve işe sınırsız bağlılık örneğidir. Bundan sonra, çabalarını Merkez Komitesinin İkinci Sekreteri olarak Partinin çalışmalarına yoğunlaştıracaktır.
Dün öğleden sonra Devlet Başkan Yardımcılığı görevinden istifa eden Yoldaş Mercedes López Acea, Siyasi Büro üyesi olarak özel bir bahsi hak ediyor: Bu karmaşık başkentte sekiz yıldan fazla övgüye değer bir şekilde Parti Birinci Sekreterliğini yaptıktan sonra, ki ülkenin başkenti olması sebebiyle düşündüğünüzden daha karmaşık hale getirilen bir görev, yakında Parti Merkez Komitesi’nde yeni sorumluluklar üstlenecektir (Alkışlar).
Ulusal Meclis tarafından bugün seçilen Devlet Konseyi’nin bileşimi % 42 yenilenmeyi yansıtmaktadır. Aynı şekilde, kadınların temsili % 48,4’e çıkmıştır. Yükseliyor, Teresa, ha? Ama şimdi, sizin de söylediğiniz gibi, sadece sayılarla değil, karar verme pozisyonlarıyla devam etmeliyiz (Alkışlar).
Kadınların oranı% 48,4’e yükseldi ve Siyahi ve melezlerim [temsil] oranı% 45.2’ye ulaştı. Ve her iki açıdan da bir milimetreden bile çekilmemeliyiz, çünkü Devrim’in zaferinden bu yana, kadın eşitliği fikri ile başlayan Fidel ile birlikte uzun yıllar almıştır.
Sierra Maestra’daki birçok eski gerillaların iradesine karşı – silah fazlalığı olmadığı halde ve hatta tam aksine- Mariana Grajales (Alkış) adlı bir müfreze kurdu ve burada bir milletvekili olarak bulunan , Teté Puebla Viltres, o müfrezenin üyelerinden biriydi.
Bu, çok fazla emeğe mal oldu, kolay değildi ve hala karar verme pozisyonlarında orantısallık savaşı veriyoruz, dediğim gibi sadece sayısal açıdan değil ama nitelik açısından. Kadınlar ve Siyahiler, her şeyden önce, bu ülkede eğitim gördü. Bu bir örnek. Her birinin geçmişini gözden geçirelim; ama bunun için çalışmak gerek. İşte bu yüzden ısrar ediyorum: Bir adım geri değil! Ve şimdi bu şekilde ya da o şekilde değil ama onların eğitimlerinden dolayı, niteliklerinden dolayı kalan tek şey karar verme pozisyonları. Tüm koşulları sağlamadığı halde bu hedefe ulaşmak için verdiğim kararlarda yanıldığım oldu ve elbette daha sonra düzelttim. Ama dikkatinizi buna çekiyorum çünkü bu kendi haline bırakamayacağımız bir konudur. Gazeteciler ne düşünüyor? Bu doğru değil mi? (Alkışlar)
Devlet Konseyi’nin yaş ortalaması 54’e düştü be %77,4’ü Devrim’in zaferinden sonra doğdu. Yıllar geçti ve fark etmeden geçti, ama geçti.
Üç kadın Konsey Başkan Yardımcılığına seçildi. İkisi siyahi ve elbette siyahi olmalarından dolayı değil erdemleri ve nitelikleri nedeniyle seçilmiştir. Aynı zamanda Parti Kongresi ve Kongre’nin 2012’deki kadro politikası konulu Birinci Ulusal Konferansında kabul edilen anlaşmalar da yerine getirilerek ileri taşınmıştır.
Bu da Ulusal Meclis’te milletvekillerinin yarısından fazlasının, %53.22’sinin kadın olması ve Siyahi ve melezler Kübalıların temsilinin% 40,49’a ulaşması ile ortaya konmaktadır ve bu devam etmelidir.
Görüyorsunuz ki, halihazırda hem televizyon hem radyoda sunucu olarak çalışan siyahi arkadaşlarımız ve yoldaşlarımız var. Sayıları hala çok az ama siz de fark ettiniz mi? Bu kolay olmadı. Ben şahsen radyo ve televizyon kurumları sorumlularına talimat verdim ve dedim ki: Bunu kimseyi etkilemeden yapın, ancak adım adım çözüme kavuşturun. Bazı küçük adımlar attılar; ama benim bakış açımdan yeterli değiller. Olduğunuz gibi devam edin. Yavaşça değil dikkatli bir şekilde ilerlemeye devam edin. Böylece kimse melez ya da siyahi Kübalıların kendilerinin yanına yerleştikleri için etkilendiklerini savunamaz. Neyse ki, halihazırda (ulusal haber yayınında) ellerini böyle yaparak (göstererek) hidroloji bölümünü sunan uzan siyahi bir adam var. Neden göstermesi için bir belirteç vermediklerini bilmiyorum (Alkışlar) çünkü elleriyle ne yapacağını bilmiyor ve onları bu şekilde tutuyor. Orada durumun yansıtıldığı bir harita var. Bir belirteç ile bunu gösterebilir. Ve spor yapan (siyahi) bir kadın var. Bazen ana haber bültenlerinde göründüğü için şükürler olsun ve kimse yayından kaldırılmadı. Demek istediğim, tüm bunlarla size göstermek istediğim düşünülmesi gereken şeylerdir. Sadece sözle değil ve bunun gibi, yaptılar ya da yapmadılar; ısrar ederek, yeni yöntemler arayarak, hata yapmaktan kaçınarak böylece bu asil hedeflerimizde bizi eleştiremeyecekler. Ve sorunları çözemediğimizde tekrar ve bir kez daha başka çözümleri düşünmeliyiz. Bu doğru değil mi? (Salondan Yanıt: Evet). Bu nedenle, bu gibi önemli bir olay için özenle hazırlanmış, çok yararlı bulduğum bir metnin üzerinden geçtim ve inceledim.
Ve kadınlara ve etnik sorunlar ile ilgili anlattığım detaylar, bir süredir etrafında dolandığımız içindir… Bazı özel tartışmalarda, gayri resmi toplantılarda belirttiğim gibi anımsamaktan utanmıyorum. Ben şu an Cueto’nun bir parçası olmasına rağmen o zaman Mayari’de olan Biran’da, kırsalda doğdum. Şu an Cueto ve Holguin’denim; fakat bana çok etkisi olan Santiago’da eğitim görmüştüm. Ve hatırlıyorum, bir öğrenciyken – sadece unutursak diye söylüyorum Devrim Zaferinden önce- sadece üç yer, Havana, Santiago de Cuba ve Guantánamo- şehirleri kastediyorum- televizyon yoktu. Kendimi bildim bileli radyo vardı; ama televizyon yoktu. Ve küçük kasabalarda, farklı kasabalarda, bazen belediye merkezlerinde İspanyol plancılarının yaptığı ilk şey olarak bir merkez park vardı. Buradaki yaşlı insanlar, bu yerlerin bazılarında, var olan belediye bandosunun akşam açık hava konseri yaptığı Pazar günlerini hatırlamıyor mu? Böylece aşık beyaz çiftleri ya da flört ettiklerini, ya da parkta gezinen arkadaşları görürdük ve Siyahileri ve melezler ama çitlerin arkasından. Öyle miydi yoksa öyle miydi? Burada birçok genç var biliyorum. Bu durum Fidel ilk konuşmasını yapana kadar devam etti. 1959 yılı Ocak veya Şubat ayı olduğunu düşünüyorum.
Ama kökler hala sağlamdı; bağımsızlık savaşımız içinde, karışıklık içinde verilen mücadele içinde yükselen halkın etnik bileşimi için onurlandırılması gereken bir ülke, yaklaşık 150 yıl önce, 1868 yıllarında, anılacak olan Ekim ayında, önderlerin kim olduğunu biliyorsunuz? Onlar köle sahiplerine özgürlüklerini veren büyük köylüler, hatta köle sahipleriydi ve bu savaşta, Zanjón Paktı’nın ünlü anlaşmasıyla – tıpkı Antonio Maceo ve Baraguá Protestosundaki subayları gibi gölgede kaldığında, şanlı Baraguá Protestosu, bu anlaşmaya varıldığında hali hazırda liderlerin büyük çoğunluğu Siyahiydi ve Marti’nin 1895’teki zorunlu savaşının başlangıcında, öncelikli olarak yöneten onlardı.
Daha sonra tarihte bildiğimiz bir şey geldi, savaşın son günlerine ABD’nin katılımı. İspanya çoktan yenilgiye uğradığında ve hatta on binlerce İspanyol askeri hastanedeyken, on binlerce! Benim babamın da aralarında bulunduğu bazıları İspanyol askerlerinin çok da alışık olmadığı tropikal hastalıklar nedeniyle tahliye edilmişti. O (babam) savaşı Jucaro ve Moron arasında geçirdi, savaş bittiğinde ise Cienfuegos tarafındaydı. Ve bir sonraki yıl geri döndü, çünkü Küba’ya aşık olmuştu. Daha önce bir İspanyol siyasetçiye söylediğim gibi ben bu durumdan memnunum. Çünkü dönmemiş olsaydı bir Galleguito ya da eski bir Galiçyalı olacaktım ve öyle bir partiye üye olacaktım.
Ama sonra, Kurtuluş Ordusu tarafından korunduğu için Amerikalılar herhangi bir engel olmaksızın Santiago de Cuba’nın doğusuna indiğinde, daha modern ABD filosu, Santiago de Cuba’da toplanan İspanyol filosunu batırdı. Topçular kenti savunmak için topları sökmüşlerdi; fakat Madrid ne ile karşılaştıklarını bilmeden topçulara yeniden silahlanarak ABD filosu ile savaşmasını söyledi: kuzeyde Playa Giron ve Matanzas dışında Santiago Koyunun karakteristiği nedeniyle adım adım çekilerek daha modern bir filo ile karşılaşmak. İspanya Atlantik Filosu Amiral’i Cervera çalışanlarına güzel kıyafetleri ile hazırlanmalarını söyledi ve biri dedi ki “Amiral; ama biz savaşacağız.” Ve o dedi ki “Esasında sebep de bu, bu son savaş”. Ve öyleydi, adım adım hedefe doğru.
Önemli savaşlardan ikisi şu an pratikte kent tarafından yutulmuş olan San Juan Loma’nın ele geçirilmesi sırasında ölen Vara del Rey’in savunduğu El Viso’da yapıldı.
Ve daha sonra, orijinal günah dediğim şey geldi: Her iki ordunun da zafer sahibi askerleri Santiago de Cuba’ya girmek üzereydi, ancak birliklerine liderlik eden ABD Komutanı, Kübalıların katılmasını yasakladılar. Orada ya da yakınlarda olan Calixto García’ydı.
Aslında Kurtuluş Ordusu tutsakların ki bir kısmı ordumuza katılmıştır yalnızca silahlarıyla ilgilendiğinde onu misillemeden kaçma bahanesine girmekten alıkoydular. Ama ardından gelenin asıl günahı olan çok büyük bir hata yaptılar. Şehirdeki hükümet merkezlerine geldiklerinde İspanya bayraklarını aşağı indirerek yalnızca ABD standartlarını yükseltti. Yalnız bu bile Fidel gelene kadar ülkede ne olacağının bir göstergesiydi.
Paris’teki İspanyol ve Amerikalılar arasında, Fransa başkentinin eteklerinde bulunan Versay Sarayı’nda tartışmalar yapıldı ve elbette “Kübalıların katılmasına gerek yoktu.” Bu eşitlik, o dönemde güzel bir potada, o zaman Kurtuluş Ordumuz, “başarıldı”.
Ayrımcılık için yapmanız gereken tek şey, en mütevazı olan, bir şeker fabrikasına gitmekti. Ve orada ABD temsilcilerinin kulübünü ve beyaz yakalı Kübalılar bulabilirsiniz. Kulübe gidenler, ofiste ya da belli bir sorumluluk alnında çalışanlarken, diğer herkes hangarlara giderdi.
Onların etkisi altında, Platt Değişikliği 1933 Devrimi’ne kadar sürdü, ancak diğer anlaşmalar bizi 1 Ocak 1959’a kadar bir kez daha boyun eğdirdi. İlk aşamalarda değildi, ama şimdi bu güzel potayı, ulusumuzu yeniden inşa etmeyi başardık. Ne dediğimi anlıyor musun, neden bahsediyorum? (Yanıtlar: “Evet”) Daha eski üyeler size soruyorum, öyle değil mi? Buraya, eski insanların bazılarının olduğu yere döneceğim(kahkahalar). Bu doğru değil, Guillermo García, El Plátano’da bunların hiçbiri yoktu, yoksulluk hepimizi birleştirdi.
Metinden uzaklaşmamdan beni affet, ama alçakgönüllü bir şekilde, onu zenginleştirdiğimi düşünüyorum (Alkışlar). Basın isterse yazılı metni yayınlayabilir, ama burada konuştuğum şey hakkında da konuşabilirler; fakat tabi yayınlanıyor.
Yani, bu konuşmanın yazıldığı zaman doğal olarak bu nokta üzerinde durmak istemedim. Yeni Meclisin sonuçlarını ve kompozisyonunu gördükten sonra bana bunu yapmak istedim.
(devam edecek…)

* Raul Castro’nun 19 Nisan 2018’de yaptığı konuşmadır.
Çeviren: Gülşah Gülen

Pimpirik Nuri 

Boş otobüse binse, ayakta gider. Yağmurlu günde durağa gitse, duraktan içeri giremez ve her zaman bir ticari arabanın küçük bir su birikintisine girmesinden ötürü sıçrayan suları kendi üzerine toplar. Bahtsız bedevi hesabı… Hayatının çoğu anında mutluluklara şahit olarak mutsuzluğuyla yüzleşmek zorunda kalan Pimpirik Nuri, buna o kadar alışmış ki kaçası geliyor gülen yüz emojisi gördüğünde. Ama bir gün o kadar çok merak etti ki mutluluğu, açtı Google amcaya sordu. Takır tukur klavyesine yazarak “Mutluluk nedir?” diye ve sadece içi boş, insanları uyutmalık kişisel gelişim sözlerinden başka bir şey bulamadı. Daha sonrasında, döndü yorgan altı mekânına ve boktan hayatının düzenini yaşamaya devam etti.
Bir gün, yine yalnız başına ve televizyonla baş başa, masadan kaldırılmayan kahvaltılıkları kemirirken sarımtırak dişleriyle güzeller güzeli bir kız çıktı televizyona. Sanırsın kaf dağının doğal afeti, gül suyunun kokusunun madeni ve gönül çelenlerin önde ata bineni. Pimpirik Nuri onu gördüğü anda hayatı tersyüz oldu. Ağzından zeytinin çekirdeği yerine zeytini çıkarıp, çekirdeğini dişlemekle kendini avuttu. Zaten başka ne yapabilirdi ki? Tanışacak hâli yoktu ve olamayacaktı bu gidişle. Tek yapabildiği o anda, bütün zeytin çekirdeklerini öğütmek oldu bağırsaklarında. Ve süreç bağlamında, kızı da dinlemeyi ihmal etmedi bizim platonik âşık Pimpirik Nuri.
– Evet, bu elimde gördüğünüz güzellik kremi bugün sizin için sadece ve sadece yarı fiyatına hanımlar. Bu krem ne mi diyorsunuz? Ben neden çoluğumun çocuğumun rızkını bu kreme vereyim mi diyorsunuz? Bu ay faturaları ödeyemezsem ne olur mu diyorsunuz? Demeyin. Sizin oranıza buranıza süreceğiniz kremden daha değerli bir şey olamaz hanımlar. Bırakın çoluğu çocuğu, faturayı ve evin dertlerini. Kocalarınız biraz daha fazla çalışıp hâlleder. Siz bu kadar zaman feragat ettiniz yıllarınızı sümsük bir kocaya ama elde ne var? Sadece zırlayan iki-üç çocuk ve sizi akşam yemeğinden daha değerli gören bir koca. Bırakın bütün bunları ve bu güzellik kremini alın. Bir düşünün bu kremi kullandıktan sonra belki de üçgenli, baklavalı, yakışıklı alt komşuyla oralara buralara kaçabilirsiniz. Neden olmasın? Siz de deneyin. Bu kremi kullanan kadınların yüzde seksen beşi daha bulunamamıştır. Hemen bizi arayın ve alt komşuya su böreği yapmaya başlayın. Numaramız: 444 2575 yani 444 Alt Komşuyla Kaçmayı Sağlayan Krem. Evet, hanımlar son üç dakikaya giriyoruz baklava dilimli Berke mi yoksa şöbiyet kıvamındaki Mümtaz mı? Her şey sizin elinizde, durmayın arayın.
Pimpirik Nuri bir an eline telefonu aldı ve numarayı çevirmeye karar verdi ama o anda alt komşusu Sucu Nevzat’la el ele kol kola bozuk klozetlere koşma düşüncesi kafasında 3-D canlandı. O düşünce yuttuğu bütün zeytin çekirdeklerinin midesinde bir karışıma yol açıp ağzından geri patır patır yere dökülmesini sağlamıştı ve yaklaşık üç dakika yirmi dokuz saniye boyunca kendine gelememişti. Kafasında kızla konuşma isteğinden başka bir düşünce bulunamayan ve beyindeki tek bulunan çekirdeği sadece bu işe endeksleyen Pimpirik Nuri, kızdan ve anlatımından o kadar etkilendi ki; bu kızın evini bulup üst katına taşınmaktan başka bir çare gelmedi kış uykusundan yeni uyanmış beyninde. Ama ne yapabilirdi? Cesaret denen kavram Pimpirik Nuri’de miligramın milyonda biri kadar bulunmakla birlikte sadece ve sadece kuvvetli bir gazla etkileşime girmektedir. Bu etkileşim sonucunda, çoğu zaman değil, HER ZAMAN başarısızlıkla sonuçlanmakta ve bundan ötürü bir sonraki cesaret girişimine verilmesi gereken gazın miktarı da artmaktadır. Bu sefer öyle bir gaz lazım ki bizim Pimpirik Nuri’ye yerinden kalkıp, üstünü giyinip ve kendine biraz aynada baktıktan sonra yola çıkacak ve hatta otobüse binecek. Bunlar, Pimpirik Nuri’nin hayatında birkaç kere gerçekleştirdiği ve sonucunda bir daha yeltenmeyeceğine söz verdiği eylemlerden birkaçı sadece. Bunun için güçlü bir gaz lazım kelimesini tam yazarken ben, Pimpirik Nuri aynı kanala yine gözü dikti. Ve bu sefer saçma sapan yarışmaların birinde geğirdiği için ünlü olmuş bir zibidiyi dinlemekteydi. Aynı zamanda bu zibidiye kendine küfür eder gibi küfür ediyordu. O kadar ağır ki yazsam Türk Dil Kurumu haznesinde bulunan kelimelerin yarısını argo olduğu için değiştirirdi.
– Baylar, bayanlar, evinde yalnız patates soyanlar, ekonomik krizden ötürü mal mal bu saatte televizyona bakanlar, kimin eli kimin cebinde olanlar, hepinize selâmlar. Hiçbir İşe Yaramayan Şaklabanların Çıktığı Kanalı izlemektesiniz. Bu sefer, yine her zamanki gibi, çok hoşunuza gidecek ve aynı zamanda tomarla cebinizden para alacak bir yarışmayla yine karşınızdayız. Size bir müjde, bu yarışma diğer yarışmalardan daha aptalca, daha bilgisiz ve daha hıyarların çıkacağı bir yarışma olmakla kalmayıp yine sizin hayatınıza hiçbir şey katmayacak. Sevincinizi taaa İstanbul il sınırları dışında bulunan stüdyomuzdan duyabilmekteyim. Bu yarışmada üç hırsızı, üç kasabı ve üç bakkalı aynı ahıra sokacağız ve bu ahırda beş tane eşek bulunmaktadır. Bir hafta sonunda eşekten hiç tepik yemeyen, bu yarışmanın birincisi olacaktır. Birincinin ödülünü mü merak ettiniz? Sabırsızlanmayın, söylüyorum. Birinci, bir sonraki hafta Öküz Tepmesi yarışmasına katılmaya hak kazanacak. Bu yarışmadan da eğer birinci olursanız herhangi bir hayvandan tepik yiyene kadar sizi yarışmalara sokup sokup çıkaracağız. Merak etmeyin her türlü yiyeceksiniz. Ama önce bizi aramanız lazım. Hadi durmayın, tepiklere boğulalım. Numaramız: 444 83745 yani 444 TEPİK. Tepiklenmeyen bizden değildir, bizdenseniz her türlü yiyeceksiniz.
Eşek tepmesini sağ ve sol baldırında hisseden Pimpirik Nuri’nin, aklında sadece iki soru oluşmuştu. Bir; saat kaçtı? İki; evde ekmek var mıydı? Artık her şeyin beklendiği bu memlekette tek derdi ekmek ve zaman olan Pimpirik Nuri pencereye yattığı yerden baktı ve gece olduğunu fark etti. Kızla tanışma fikrini yarına aktarmaktan başka çaresi kalmadığını anladı. Aslında tanışamayacağını kendisi de çok iyi biliyordu ama her zaman ertelemek ve hayalini kurmak onun için vazgeçilmez bir hobiydi. Hatta bağımlılık bile denebilirdi. O yüzden gerçekleri bir kenara bırakıp, kafasında hayallerini yaşamaktan ve televizyon izlemekten başka bir şeye zaman bulamıyordu Pimpirik Nuri. Birden son bir kez kanallarda tur atıp olduğu yerde sızma fikri beyninde ampullendi ve kumandayı battaniyenin arasında bulmak için yarım saat cebelleşti ama beş metre ötedeki televizyona gitmek aklının otoyolundan bile geçmedi. Bir yarım saat de kumandanın çalışması için sehpaya vurmakla harcayan Pimpirik Nuri pillerin yerini değiştirmesi gerektiğini de hiçbir zaman bilemeyecekti. En sonunda bütün işlevselliğini kullanarak kanallarda turlamayı başladı. Bir tane hiç anlamadığı bir programda durdu. İsmi ise ‘Kodamanlar Tepişiyor’du. Bilinçaltında tepinmek fiili oluştuğundan, bir önceki reklâmdan ötürü, birden cazip gelmişti. Bu kanalda bir tane kodaman, bir kadın, üç tane beyefendiden bozma adamı konuşturuyordu.
KODAMAN KADIN: Evet, konumuz gece süt içilir mi? İçilirse n’olur? İçilmezse kime ne? Peki, içtik diyelim serbest ekonomi piyasasındaki dalgalanmadan ötürü peynir ve salam fiyatlarındaki değişiklikler nasıl olabilir? Biz süt içmesek dolar düşer mi? Dolar düştüğünde süt içmemiz lazım mı? Bu sorulara cevap vermek üzere Süt İçtikten Sonra Gazı Gelenler Derneği üyesi tipsiz beyefendiye dönüyoruz.
TİPSİZ BEYEFENDİ: Efendim, süt inekten olur. İnek dağda yaşar. Dolar Amerika parasıdır ama salam muammadır. Çünkü çoğu hayvandan olabilir. Bu yüzdendir ki dolar düşerken salama dalmayın, süt içerseniz sabaha kalmayın. Teşekkür ederim.
KODAMAN KADIN: Hmmm, gerçekten değişik bir yaklaşım Tipsiz Beyefendi. Peki, Dolar Düşerse Ekime Düşmezse Sütüme Derneği Başkanının kayınçosunun biraderi Angut Beyefendi, sizin bu duruma karşı yorumunuz nedir?
ANGUT BEYEFENDİ: Efendim, öncelikle sütün nerden geldiğine ve nereye gideceğine bakmamız lazım. Daha sonrasında dolar hareketliliğinden salama bağdaştırıyor Tipsiz Bey yanlış bir tutumdur. Burada sucuğa önem verilmesi gerekir. Ve halkımız böyle oyunlara gelmeyecektir. Bunu bilmelidir, ANGUT SUCUKLARI her zaman iki dişinizin arasında (elindeki sucuğu kameraya gösterir). Teşekkür ederim.
KODAMAN KADIN: Peki, bir diğer konuğumuz Tüketiciler Derneği Başkanı Saçsız Beyefendi söz istiyor buyurun efendim.
SAÇSIZ BEYEFENDİ: Efendim, bu konular…
KODAMAN KADIN: Tamam kes, süremiz dolmuştur. Efendim, yarın geceki konumuz inek neden inektir? İneğe binek desek olur mu? Bu tartışmaya yine üç kodaman konuğumuz gelmekte olup sizi de yine bekleriz. Kanalınızı değiştirmeyin, bundan sonra boş reklâmlar var. İzlemeden uyumayın, pişman olursunuz.
Pimpirik Nuri gram bir cacık anlamamış bir şekilde yatağa yan yatmış ve salyalarını yastığına damlatmakla meşguldür. Öyle iradesizdir ki, Kodaman Kadın değiştirmeyin dedi diye kumandayı sehpaya atıp yine yarım dalmış gözle tencere reklâmlarına kendini kaptırmıştır. Pimpirik Nuri bugün de tıpkı dün gibi ve hatta ondan önceki günler gibi gününü üçlü koltukta sürdürmüştür ama artık bir fark vardır. Yarın, belki de ölene kadar o kız kafasının bir kenarında ve hayalinin başköşesinde kalacaktır. Ve Pimpirik Nuri o koltuktan kalkmadığı sürece hep hayalinde başarılı ve mutlu bir insan olacaktır. Gerçekler zaten bilinmemektedir ve bilinmeyecektir. m

Sırılsıklam bir âşık:  Bedri Rahmi 

Her şeyin hası var bu dünyada

Fırının hası var, ekmeğin hası

Bahçenin hası var, insanın hası

Çeliğin hası var, insanın hası

Gel gör ki her şeyin hası çarşıda satılmaz.”[1]

Çarşıya ya da geleneksel önyargılara değil; hayata ve âşka inananlardandı Bedri Rahmi Eyüboğlu; “Âşkın hikâyesini,/ Durmaksızın feryat eden bülbüle değil,/ Sessiz sedasız can veren pervanelere sor,” Mevlânâ’nın dizelerindeki üzere…

64 yıllık hayatı boyunca hem edebiyat hem resim sanatına katkılarının yanı sıra dostlarına verdiği kıymetle tanınan bir sanatçı olan Bedri Rahmi Eyüboğlu,[2] yazdığı “Âşk Mektupları”nın[3] dahi birer sanat eseri olarak değerlendirilen[4] biriydi…

Birden fazla sanat dalında ürünler verip bunların hepsinde de başarılı olmak sanat tarihinin ender görülen olgularındanken; Bedri Rahmi resimde, şiirde ve deneme yazarlığında aynı başarı çizgisini tutturabilmiş sanatçılardandı.[5]

Bu özelliğinin ardında, Karl Marx’ın 21 Haziran 1865’de “Jenny’e Mektup”undaki, “Âşk, insanı yeniden insanlaştırıyor,” gerçeği yatar.

Gerçekten de “Âşk, karşılıklı duyum ve uyum isteyen bir ilişki”ken;[6] “Sevgili dediğin güzelliğiyle seni kendine âşık eden değil, sana kendin olabilme şansını verendi,” Ernesto Che Guevara’nın işaret ettiği üzere…

* * * * *

Sanatın birçok dalıyla ilgilenen Bedri Rahmi, daha çok ressam ve şair kimliğiyle bilinirken; ressam Bedri Rahmi’den şair Bedri Rahmi’ye yolculuk gerçeğinin altı özenle çizilmelidir.

Bedri Rahmi’nin ilk resimlerinde Trabzon manzaraları dikkat çeker. 1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisine giren Bedri Rahmi, Nazmi Ziya Güran ve İbrahim Çallı’nın öğrencisi olmuştur.

Şiire ise daha lise öğrencisiyken başlamıştır. Şiirleri ‘Yeditepe’, ‘Ses’, ‘Güney’, ‘İnsan’, ‘İnkılapçı Gençlik’ ve ‘Varlık’ dergilerinde yayımlandı. Daha birçok dergi ve gazetede gezi yazıları, hikâye ve denemeler yazdı. Halk edebiyatının her türüne karşı duyduğu hayranlık bütün eserlerine yansımaktadır.

Bedri Rahmi, asla şiirsiz kalmadı; “Seni düşünürken/ Bir çakıl taşı ısınır içimde/ Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar/ Bir gelincik açılır ansızın/ Bir gelincik sinsi sinsi kanar/ Seni düşünürken/ Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır/ Deliler gibi dönmeye başlar/ Döndükçe yumak yumak çözülür/ Çözüldükçe ufalır küçülür/ Çekirdeği henüz süt bağlamış/ Masmavi bir erik kesilir ağzımda/ Dokundukça yanar dudaklarım/ Seni düşünürken/ Bir çakıl taşı ısınır içimde,” dizelerindeki üzere…

Lise yıllarında yazmaya başladığı şiiri hiçbir zaman bırakamaz. (Ya da “Şiir Onun yakasını bırakmaz” mı demeli?) Resminde olduğu gibi şiirlerinde de; halk hikâyelerine, söylencelere sık sık yer verir.

1931’de diplomasını almadan, Fransa’ya gider. Yurda döndükten sonra Güzel Sanatlar Akademisi diploma yarışmasında ‘Hamam’ başlıklı çalışması ile birinci olarak mezun olur.

1950’lilerde duvar resimlerine yönelen Bedri Rahmi, “Güzelin yararlı, yararlının güzel” olabileceği fikrini benimser.

Paris’ten döndükten sonra resimlerinde yoğun olarak halay, han avlusu, çocuk emziren kadınlar, saz çalan âşık temalarını işlemeye başlar.

Bedri Rahmi, 1961’de iki yıllığına ABD’ye gider ve çalışmalarını yurt dışında sürdürme fırsatı bulur. Bu dönemde zengin renklerle soyut biçimlere yönelir. Görülmedik, bilinmedik renkler bulabilmek için denemeler yapar, plastik tutkal-plastik boyalar-kum-talaş ve buruşturulmuş Japon kâğıdı kullanır. Amerika Dönemi’nin sanatına başka bir boyut kazandırdığını kendisi de ifade eder.

ABD dönüşü soyut resim ve renk düzenlemelerini bırakıp yeniden eski konularına döner; gecekonduları, kahvehaneleri, hanları resmeder. 1963-1964 yıllarında ‘Vakko Fabrikası’, ‘Karaköy Tatlıcılar’, ‘Manifaturacılar Çarşısı’ panoları yanında çeşitli malzemeleri dener.

Kardeşi Sabahattin Eyüboğlu’nun 12 Mart sürecinde gözaltına alınması onu çok etkiler. 1970’lerin başında yeniden toplumsal içeriği ağır basan resimler yapar. Ölüm ve yaşam arasındaki çelişkiyi anlatan ‘Yunus Emre’ adlı tablosunda toprağın altında ölen insanları verirken toprağın üzerinde yapraklarını gökyüzüne açan ağaç vardır. Tablonun altında ‘Kimi Masum Kimi Güzel Yiğitler, Ne Söylerler Ne Bir Haber Verirler’ yazar

Onu öyküsü yerelden evrensele bir yolculuktur; “Erimek belirsizce her şeyde/ Karışmak sulara yıldızlara/ Sinmek kokusuna mor menekşenin/ Yanmak damar damar, nefes nefes/ Yaşamak tükene tükene,” dizelerindeki üzere…

Bedri Rahmi’nin en meşhur şiiri kuşkusuz‚ Karadut’tur: “Karadutum, çatal karam, çingenem/ Nar tanem, nur tanem, bir tanem/ Ağaç isem dalımsın salkım saçak/ Petek isem balımsın ağulum/ Günahımsın, vebalimsin.”

Şiirin hikâyesi de kendisi kadar etkileyicidir. ‘Karadut’um’ dediği Mari Gerekmezyan’ı çok sever Bedri Rahmi, hiç unutamaz.[7]

* * * * *

Ama budan öncesi de vardır.

Bedri Rahmi’nin ilk âşklarından biri, “Böcek” adını taktığı bir Almandır. İstanbul’da uzun bir âşk yaşarlar. Kız daha sonra Almanya’ya dönecek ve orada evlenecektir.

Günün birinde Paris’e de gelir, Bedri Rahmi ile buluşurlar, birkaç sonra tekrar ülkesine gider. Bedri Rahmi o günlerde şu şiiri yazacaktır:

“Seni bigüzel giymişim içime gâvurun kızı/ Bir kurşunla vurdular ikimizi/ Gün ışır, yaprak titrer, tohum üşür/ Acı günler kızarır hikâyemizi”

Ve 1930 yılında Bedri Rahmi, henüz 19 yaşındayken abisi Sabahattin Eyüboğlu’nun kazandığı bir bursu bölüşerek Fransa’ya gidecek ve Dijon, Lyon ve Paris’te sergileri gezdikten sonra Andre Lhote Atölyesi’ne yazılacaktır.

Sonrasını uzun yıllar Paris’te birlikte oldukları Hıfzı Topuz anlatır.

Romanyalı bir resim öğrencisi olan Eren’in, o zamanlar asıl adı Ernestine’dir. Lhote, ona “Miss Roumanie” demektedir.

1933 yılında bursları uzatılmadığı için Bedri Rahmi İstanbul’a dönecektir. Ama aklı Paris’te kalmıştır. Bir süre sonra da Eren ile mektuplaşırlar. 1933 yılı sonlarında Eren, Romanya’ya giderken İstanbul’a uğrayacak fakat uzun süre kalmayacaktır.

Bedri Rahmi ise Kumkapı Ermeni Okulu’nda 20 lira maaşla çalışan bir resim öğretmenidir.

Eren de Bedri Rahmi’ye tutulmuştur. 1934’de bir daha İstanbul’a gelecek ve birlikte Necip Fazıl’ın Firuzağa’da tuttuğu bir odaya yerleşecekler, ama bir süre sonra Necip Fazıl ile araları açılınca evi terk edeceklerdir.

Bedri Rahmi’nin işsizlikle geçen günlerin ardından Eren tekrar Romanya’ya döner.

Bu ayrılık da uzun sürmeyecek, Eren yine İstanbul’a gelecek ve 1936 yılının nisan ayında evleneceklerdir. (Ey sevgili okur, şimdi biraz nefes al ve dünya şairi Nâzım Hikmet’in 17 Temmuz 1959 tarihinde sözcüklere döktüğü “İki Sevda” başlıklı şiirinde söylediklerine kulak ver. Siz bakmayın tevatürlere, şairler yalan söylemezler. Sevdiği kadınlar için “Gülüp ağlıyorlar iki dilde” derken şair, “sevda”yı da şöyle tanımlar: “Bir gönülde iki sevda olmaz/ yalan/ olabilir.”[8]

* * * * *

Evet Bedri Rahmi’nin eşi Eren Eyüboğlu ile âşkı dillere destandı; O âşk, mektuplara kazılıydı.[9] Ancak gün geldi, usta ressam ve şair, gönlünü bir başka kadına kaptırdı, evliliği sarsıldı.

Bedri Rahmi, Burhan Toprak Güzel Sanatlar Akademisi’nde müdür olduktan bir süre sonra, 1936-37 ders yılında Akademi’de görev alacak ve Leopold Levi ile çalışmaya başlayacaktır. Eren’e sevgisi, âşkı zerre kadar eksilmemiştir, ama Bedri Rahmi’nin duygu ve düşüncelerinde “Talaslı Kız” vardır artık.

Ve “Karadutum, çatal karam, çingenem” diye başlayan “Karadut”, “Sene 1950, Mevsim Sonbahar” şiirlerini “Talaslı Kız” için yazacaktır.

“Talaslı Kız” ise Bedri Rahmi’nin büstünü yapacaktır.

Peki, kimdir “Talaslı Kız?”

Güzel Sanatlar Akademisi eski öğrencilerinden Mari Gerekmezyan. Mari, Bedri Rahmi ile aynı yaştadır. Üstelik nişanlıdır.

Fakat aralarında çılgınlık derecesinde bir bağ bulunmaktadır.

Bedri Rahmi, Eren’den bir çocuk sahibi olduktan hemen sonra tanışmıştı bu genç Ermeni sanatçıyla… Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmişti. Bedri Rahmi de orada asistandı.

1940’lar başlamıştı. Savaş yıllarıydı. Bedri Rahmi, Mari’yle gizliden gizliye buluşur olmuştu. Sırılsıklam âşıktı ona…

“Sigara paketlerine resmini çiziyor, körpe fidanlara adını yazıyordu”.

“Karadutum” şiirini -karısına değil- ona yazmıştı.

Pek çok tablo vardı bu ilişkiden artakalan; pek çok şiir…

Bedri Rahmi onun portrelerini çizmişti; Mari, Bedri Rahmi’nin büstünü yapmıştı.

Ve usta ressam, düşsel bir tabloda sevdalısıyla kendisini, gökyüzünde kanat açan iki atlı olarak resmetmişti.

Ancak ikilinin tutkusunu kanıtlayan, o ünlü şiirdeki âşkı belgeleyen bir mektup ortaya çıkmamıştı:

“10 Eylül 1945

Karacam

İşte yine atölyedeyim! İşte yine Çebişten hiçbir haber yok!

Canım Bedir anlamıyorum ne diye cevap vermiyorsun?..

Seven kayıp ediyor!”

“Sonrasında ne oldu” mu? Bu tutkulu âşk, hazin bir finalle son buldu. Bedri Rahmi’nin, “Önde zeytin ağaçları, arkasında yar/ Sene 1946, mevsim sonbahar” şiirini yazdığı yıl, “Karadut” hastalandı. Ağır bir tüberküloz geçiriyordu. Antibiyotiğe verecek parası yoktu.

İmdadına Bedri Rahmi yetişti. En kıymetli tablolarını yok pahasına sattı; ona ilaç aldı. Ama yetmedi.

“Karadut”, 1946’da, İstanbul’da, Alman Hastanesi’nde vefat etti.

Bedri Rahmi ardından kendini içkiye vurdu.

“Türküler bitti/ halaylar durdu/ horonlar durdu/ al damar, mor damar, şah damar sustu” diye yazdı sevdiğinin ardından…

“Karadut”u defnettikten sonra gözyaşları içinde eşine döndü. Eren, onu sevgiyle bağrına bastı, teselli etti, yatıştırdı. Ancak yaşadıkları “Karadut” parantezini ikisi de unutmadı.

1949’da bir gün Büyük Kulüp’teki bir gecede dostları Bedri Rahmi’den “Karadut”u okumasını istedi.

Şair ayağa kalktı; şiire başladı; okurken gözyaşına boğuldu

Mari gitmiş, ama âşkı bitmemişti.

Eren, o günden sonra Paris’e yerleşmeye karar verdi.

Bir süre ayrı yaşadılar. Sonra yeniden buluşup yıllar yılı birlikte sanat ürettiler. Bedri Rahmi, 1974’ün bir Eylül günü, 63 yaşında hayata veda etti.

Cenazesinden sonra Eren eve geldi. Artık 35 yaşına gelmiş oğlu Mehmet’i karşısına oturttu ve dedi ki:

“Babanı uğurladık, ama şunu bil ki ona çok kırıldım. Yaşadığı ilişkiyi unutmadım. Buna katlandımsa, sadece senin hayatın kararmasın diyedir.”

Ölene kadar bir daha bu konuyu açmadı.[10]

* * * * *

1911’de Görele’de doğup, 21 Eylül 1975’te İstanbul’da “Yalnızlık dediğin büyük bir zindan,/ dünyanın en kalabalık zindanı./ Dinden imandan çıkarır/ ama öyle bir adam eder ki insanı,” haykırışıyla bizi terk eden Bedri Rahmi geride bıraktıklarından en sarsıcı olanı 1947’da 34 yaşında dünyasına elvedasını bıraka Mari için yazdıklarıdır:

Ten yıpranır elden gider/ Üstüne kilit vururum/ Kul köle kurban olurum/ Can çekişir elden gider/ İki gözüm iki çeşme/ Düşerim canın peşine/ Yâr tükenir elden gider”

7 Haziran 2018 13:41:10, İstanbul.

N O T L A R

[1] Bedri Rahmi Eyüboğlu, 1952.

[2] Özge Kara, “Dostların Nükte Dolu Mektupları”, Milliyet, 6 Mayıs 2015, s.8.

[3] Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aşk Mektupları (1932-1933), 1. Cilt, Derleyen: Mehmed Hamdi Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay., 1999; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aşk Mektupları (1933 -1934), 2. Cilt, Derleyen: Mehmet Hamdi Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay., 2000; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aşk Mektupları (1934 -1936), 3. Cilt, Derleyen: Mehmet Hamdi Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay.,  2001; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aşk Mektupları (1937-1950), 4. Cilt, Derleyen: Mehmet Hamdi Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yay., 2006.

[4] Metin Celal, “Bir Sanat Eseri Olarak Mektup”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.18.

[5] Turgay Fişekçi, “Bedri Rahmi-Vedat Günyol”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2011, s.17.

[6] Michel de Montaigne, Yavaşladıkça Çoğalıyorum, Çev: Ceren Alay, Aylak Adam Yay., 2016.

[7] İsmail Afacan, “Bedri Rahmi 100 Yaşında”, Evrensel, 15 Ekim 2011, s.10.

[8] Refik Durbaş, “Bedri Rahmi’nin Aşkları”, Birgün, 16 Şubat 2017, s.3.

[9] Can Dündar, Yüzyılın Aşkları, Can Yay., 2015.

[10] Can Dündar, “Karadut Mektupları”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2015, s.10.

24 Haziran Seçim Sonuçları Meşru Değildir!

Erdoğan ve Saray Rejimi’nin Suriye savaşında girdiği bataklıkta boğulma riski ve artık saklanamaz hâle gelen ekonomik kriz öncesi, kendini kurtarmak için ilan ettiği 24 Haziran seçimleri sonuçlandı.

1- Uzun süredir parlamentonun bir işlevinin kalmadığı, HDP dışında, AK Parti’sinden MHP’ye, CHP’sine kadar tüm burjuva partilerin bittiği bir süreç yaşanmaktaydı. Dokunulmazlıkların kaldırılmasından, 15 Temmuz darbe girişimine, sonrasında ilan edilen OHAL’e uzanan süreçte parlamento ve partiler adım adım “incir yaprağı” işlevini yitirmişti.

16 Nisan referandumu ile bu gidişat, açıktan yapılan hilelerle sandığın da gömüldüğü bir üst aşamaya geçmişti.

İşte bu koşullar altında girilen 24 Haziran seçimlerinde devlet, gömülen sandığı tekrar günyüzüne çıkartmayı ve seçim sistemine itibar kazandırmayı başarmıştı. Ama bu başarı çok kısa sürmüş, 24 Haziran tarihinde, kazandırılan itibar yok olmuş ve sandıklar bu kez daha derine gömülmüştür.
Seçim sistemi bitmiştir.

2- Bu seçimler hilelidir, meşru değildir. 16 Nisan’da sandıklar sayılmış ve sayımda hile yapılmıştı. 24 Haziran’da ise bunu aşan bir durum vardır. Seçimden önce TV ekranlarına da yansıyan, önceden hazırlanmış bir senaryo, hiç sayımlara bakılmadan, AA ve YSK tarafından adım adım ilan edilmiştir.

Burada bir manipülasyon değil simülasyon vardır. Ortada bir sayım değil, istenen sonucu bir plan/kurgu dahilinde açıklama vardır.

HDP başta olmak üzere kurulan seçim takip sistemlerine saldırılar gerçekleştirilmiş, sonuçlar tek yanlı ilan edilmiştir.

3- Her şeye rağmen, çok yönlü saldırılar altında HDP’nin barajı geçmesi bir kazanımdır. Ama bununla sınırlı bir bakış, eksik kalacaktır. Selahattin Demirtaş ve HDP de dahil, tüm muhalefetin oyları çalınmıştır. Çalınan oylara sahip çıkılmalıdır.

HDP, baraj altında bırakılamamıştır. HDP ve ittifaklarının örgütlü gücü buna engel olmuş, HDP’nin baraj altında bırakılmasını göze alamamışlardır.

4- CHP, 16 Nisan’daki tavrını devam ettirmiştir. 16 Nisan’da oylarına ve oylarının takibini yapan insanlara nasıl sahip çıkmadı ise, 24 Haziran’da da aynısını yapmıştır.

Bu durumun kendisi, egemenler arası bir uzlaşmanın, bir anlaşmanın açık ispatıdır.

CHP’nin görevi tepkileri minimize etmek, sokağa çıkışı engellemektir. Bu misyonunu yerine getirmiştir. Bu seçimlerde gündeme gelen “Millet İttifakı”nın diğer partilerinin de tutumu aynıdır. 24 Haziran akşamı, gecesi hiçbiri ortalıkta gözükmemiştir.

5- 24 Haziran seçimleri, fiilî olarak yürütülen Saray Rejimi’nin tüm egemenler lehine kalıcılaşması yönünde atılmış bir adım olmuştur.

Saray Rejimi, yağma, sömürü, baskı ve şiddet demektir.
Saray Rejimi, hukuk, kural tanımazlık demektir.
Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş demektir.
Saray Rejimi, büyük çapta açlık, yoksulluk, bunun karşısında büyük çaplı rant ve zenginlik demektir.
Saray Rejimi, büyük çaplı manipülasyon demektir. Medya eliyle büyütülen karanlığın büyük çaplı şiddetle birleştirilerek kullanılması demektir.
Saray Rejimi, çöküntü ve iflas demektir. Korku ve çözülüş demektir.

Egemenleri bu baskın seçime iten nedenler olduğu gibi durmaktadır ve derinleşerek devam edecektir. Bu seçimler hiçbir şeyi çözmemiş, çözemeyecektir. Bu zeminde ayakta kalmaları zordur.
Hâlâ duruyor olmalarının tek nedeni; biz işçi-emekçilerin, halkın örgütlülük düzeyinin yetersizliğidir.

Seçim süreci aynı zamanda örgütlenmenin bir aracı idi. Seçimden sonra esas olan, öncesinde olduğu gibi direnişi örgütlemektir. Seçim süreci boyunca ve seçim günü seferber olanlar olarak şimdi aynı kararlılıkla direnişi örgütlemek için çalışmaya devam etmeliyiz.

Örgütlenme arttıkça çözülüşleri hızlanacaktır.

Örgütlü halkları hiçbir kuvvet yenemez!

KALDIRAÇ
26 Haziran 2018

24 Haziran seçimleri Oylar HDP’ye

Bu seçimlerde, Muktedir, Saray Rejimi, en uygun kazanma yolunu, ittifak üzerine kurarak yapabileceğini düşündü. Öyle de oldu. İttifakın ismini Bahçeli koydu. Ne de olsa Muktedir, bir devlete, en azından Bahçeli’ye başkan olmayı başardı. Bahçeli de ittifakın ismini “Cumhur İttifakı” olarak koydu. Muktedir olduğu hâlde Erdoğan, isim babası bile olamadı. Her şeye bizzat karar vermeyi seven Erdoğan, demek ki, çaresizlikten kendisine sunulan her ele sarılıyor. Korku bu olsa gerek.
Bu ittifakın karşısında ise, “Millet İttifakı” olarak CHP, İYİ Parti, Demokrat Parti ve Saadet Partisi yer alıyor. Bu ikinci ittifakın oluşumu daha zor olmuş olmalı.
Böylece, hem MHP için, hem DP ve Saadet Partisi için baraj problemi kalmıyor. Seçim hem cumhurbaşkanı (ama başkan gibi bir şey) seçilecek bir seçim, hem de milletvekili seçilecek bir seçimdir.
Böyle olunca, ittifak olmadan seçime katılan tek parti HDP’dir.
Ve Erdoğan, Saray, tüm gücü ile, HDP’nin baraj altına kalması için çalışacak. Tüm gücü ile Kürdistan’da, sandıkların yerlerini değiştirecek, taşıyacak, baskı ve şiddeti tırmandıracak, tutuklamalara hız verecek vb. Tüm bunlar, OHAL rejimi altında oldukça kolay yapılacak.
Araya girelim, dolar kuru 5’e yaklaşmış iken,faiz artırmak istemiyorlardı ise, öyle ya faiz lobisine
boyun eğmek istemiyorlardı ise, OHAL’i kaldırırlardı ve dolar düşerdi.
Demek ki, Erdoğan için, “faiz lobisi”nin isteklerine “evet” demek, OHAL’i kaldırmaktan daha makbuldür.
Tüm hukuksuzluklarla, Kürt oylarının önü kesilmek istenecek. Kürt illerini yerle bir eden, katliamları dayatan siyaset, bugün, Kürt oylarına talip olmakta zorlanmaktadır. Bu nedenle, hile, baskı ve şiddet dışında yolları yoktur. Ve devlet içinde yer alan farklı çevrelerin, Ergenekon veya İslamî çevrelerin, FETÖ veya Erdoğan’cı çetelerin hepsinin Kürtlere ve işçilere, devrimcilere ve emek cephesine karşı savaşta birleştiğini biliyoruz.
İşte bu nedenle, 24 Haziran gününe kadar en önemli mesele, HDP’nin barajı geçmesidir.
Elbette seçim normal koşullarda yapılıyor olsa, elbette hukuksuzlukta sınır tanımaz bir Saray Rejimi ortada olmamış olsa, HDP barajı geçecektir. Bunda şüphe yok.
Bu nedenle, biz, açık ve net olarak, birinci turda, 24 Haziran seçimlerinde, cumhurbaşkanı adayı olarak Demirtaş’ı, parti olarak da HDP’yi destekliyoruz. Herkesi de, tüm insandan, emekten, özgürlüklerden yana olan herkesi de bu yönde oy kullanmaya davet ediyoruz.
Zira HDP meclise girerse, 24 Haziran seçimlerinde AK Parti’nin meclis çoğunluğunu kaybetme ihtimali ortaya çıkar.
AK Parti eğer meclis çoğunluğunu kaybederse, ikinci turda, AK Parti içinden çözülmeler, zaten başlamıştır, hız kanacaktır.
Ancak, bizim HDP’yi desteklememiz sadece, bir meclis aritmetiği hesabı değildir. Daha da ileridir. Bunları özellikle vurguluyoruz ki, bizim gibi düşünmeyenlerin dahi, HDP’ye oy vermesinin asgarî özgürlük isteğinin gereği olduğunu gösterebilelim Biz, elbette HDP’yi destekliyoruz.
Bugün ülkenin ana sorunlarını üç ana başlıkta toplayabiliriz.
Bunlardan ilki, özgürlükler meselesidir. Özgürlükler meselesi, hem Kürt halkı başta olmak üzere, halkların meselesidir, hem de en sıradan bir insanî talebin dile getirilebilmesi meselesidir. İsterseniz, çocuğunuzun eğitimi ile ilgili basit bir sorunu ele alın, isterseniz, vergilerinizin nasıl kullanıldığını sormak isteyin, isterseniz bir siyasal özgürlük talebinde bulunun, tümünde karşınıza Saray Rejimi, tüm devlet çarkı dikilmektedir. Baskı ve şiddet ile, devlet terörü ile karşılık verilmektedir. Bu sorun, işçilerin, emekçilerin sorunu olmayı da aşmıştır. Esas olarak halkın sorunu olan bu özgürlükler sorunu, bugün, birçok burjuva kesimin de sorunu hâline gelmiştir. Dün Erdoğan ve Saray Rejimi’ne destek verenler, bugün, yılanın
kendilerine de dokunduğunu itiraf etmektedirler.
İkincisi, azgın sömürü ve ekonomik krizin faturasının işçi ve emekçilere yüklenmek istenmesidir. Ülkede büyük ve derin bir ekonomik kriz vardır. Bu kriz, açlar ordusunu, işsizler ordusunu sürekli büyütmektedir. İşçiler, işlerini kaybetmemek için can güvenliği olmadan çalışmaktadırlar. Sadece üçüncü havalimanı inşaatında 400 insanın öldüğü ve bu iş cinayetlerinde ölen insanların cesetlerinin ailelerine verilmeyip betonlandığı söylenmektedir. İşçiler işe giderken artık aileleri ile helâlleşmektedirler. Erdoğan’ın Soma’da söylediği “fıtrat”, utanmazca, camilerde verilen hutbelerle desteklenmiş ve işçilerin yaşamları açık tehdit
altına sokulmuştur.
Devlet, bizzat bir organizasyon yaparak, işsiz sayısını az gösterecek yalanlar, istatistikî yalanlar üretmektedir. Stajyerleri, çalışacak kitle olarak saymayıp, ama çalışan olarak saymak, son aylarda geliştirdikleri bir yeni istatistikî yalandır. Böylece 1 milyon 400 bin kişi, işe girmiş olarak gösterilmektedir.
İşçi ve emekçiler, işsizlik, güvencesiz çalışma, artan vergi yükü, hayat pahalılığı vb. etkenler
altında, ağır bir yaşam sürmektedirler. Açlık ve yoksulluk boy atmaktadır. Üçüncü başlığımız ise, savaştır. Savaş, sadece ülke ekonomisini çökerten maliyetler demek değildir. Savaş, en başta, insanların ölmesi, öldürülmesi demektir.
Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaşçı politikalar devreye sokmuştur. İçeride Kürtlere karşı azgın bir savaş, milliyetçiliği yükseltmeye artık yetmiyor. Kürt halkı açık katliamlarla yüzyüze getiriliyor.
Dışarıda da aynı savaş politikası devrededir.
Suriye bunun en açık örneğidir. TC devleti, Suriye topraklarında işgalcidir. Suriye konusunda en başından
beri tetikçi rolünü üstlenmiştir.
İçeride ve dışarıda bu savaş politikası, tüm geleceğimizi yok etmekte, havayı zehirlemektedir.
Çetelerin devlet ve toplum içinde yeşermesi için yaratılan zemin, tüm bu sorunların ortak çocuğudur.
İşte, HDP’ye destek vermek, tüm bu sorunlara karşı, emek, özgürlük ve barış için mücadele etmek demektir.
Bu nedenle, bu destek, pasif sadece sandıkta bir oy atma ile sınırlı destek değildir. Bu destek aktif, militanca mücadele etmek ve esas olarak örgütlenmek anlamına gelmektedir. Sisteme karşı, sadece Saray Rejimi’ne karşı değil, kapitalist sistemin kendisine karşı işçi ve emekçilerin direnişini geliştirmek, örgütlenmekten geçmektedir. 24 Haziran seçimlerine biz, bu çerçeveden bakıyoruz.
Bu nedenle, oylar Demirtaş’a, oylar HDP’ye diyoruz.
24 Haziran seçimleri, bir kere daha gösterecektir ki, biz Gezici’yiz, onlar gidici.
24 Haziran seçimleri, direnişi geliştirmenin, emek, özgürlük ve barış cephesinin direnişini büyütmenin
aracı olacaktır.