Ana Sayfa Blog Sayfa 133

24 Haziran seçimleri ve derinleşen kriz

Erdoğan, kendisi muktedirdir ve seçim kararı alınmadan birkaç gün önce, TC kanallarında dengesini kaybetmiş boynunu göstererek, “erken seçim diyen vatan hainidir” diye buyuruyordu. Ve bu buyurmasının üzerinden, birkaç gün, hepsi hepsi birkaç gün geçtiğinde, erken seçim kararını açıkladı.
Eğer Cumhurbaşkanı seçim kararı alırsa, seçim için 90 günlük süreye ihtiyaç var. Elbette yasal olarak. Ama yasalar, elbette değiştirilmek içindir ve Erdoğan’ın kolpacı ekibi, hemen harekete geçip, meclisten seçim kararı çıkartarak, önceden ilan edilen 24 Haziran 2018’de seçim kararı almayı organize etmişlerdir.
Biz, dikkatinizi, hemen seçim kararının alınış nedeni üzerine çekmek istedik. Bugün de bu konu önemlidir. Neden, eğer başkası isterse vatan hainliği delili olduğu ilan edilen erken seçim, büyük bir hızla karar altına alınıyor? Biraz daha bekleseler, mesela Kasım ayında yapsalar, ne olurdu?
Biz, bunun nedenlerini açıkladık.
Bugün daha net ortaya çıkmıştır.
Bir neden Suriye savaşıdır. Suriye savaşında yenilen kampta yer alan Türkiye ve Saray Rejimi, eğer İdlib, Suriye ordusu tarafından geri alınırsa, ABD’nin kendisine ihtiyaç duymayacağını, hatta ABD’nin işlenen savaş suçlarının tümünü Türkiye’nin üzerine yıkacağını görmektedir. Bu nedenle İdlib alınmadan, seçim “zaferi” kazanılmalı ve 5 yıllık “başkanlık” garantiye alınmalı idi.
İkinci nedeni ise, ekonomik krizdir. Bu kriz, yıllarca üzeri örtülen bir krizdir ve şiddeti yükselerek gelmektedir. Bu nedenle, kriz öncesinde seçimi yapıp “zaferi” garanti altına almak istiyorlar.

İYİ Parti’nin seçime sokulmaması gibi ilave nedenler, elbette sayılmalıdır. Ama esas olan bu iki nedendir ve Erdoğan, gelecek korkusu içindedir.
İşte “baskın seçim” denilen şeyin gündeme gelmesinin nedeni budur.

ERDOĞAN ŞAŞKINDIR
Seçim kararını ilan eden Erdoğan, 3 gün önce “erken seçim istemek vatan hainliğidir” demekten geri durmamış idi. Öyle ise, manevra yapmakta üstüne yoktur demeliyiz. Ama gelişmeler öyle değil.
Karşı taraf, bugün adı konmuş olan millet ittifakı ya da CHP-İYİ Parti-Saadet Partisi cephesi, hazırlıklı imiş. Hem de Erdoğan’ı şaşırtacak kadar hazırlıklı.
Üç kritik hamle yaptılar ve Erdoğan, Saray, tüm danışmanları ile bu üç noktada şaşkına döndüler.
İlki, İYİ Parti’yi seçime sokmama girişimini bertaraf eden 15 milletvekili olayıdır. CHP ve İYİ Parti, öylesi bir organizasyon yapmışlardır ki, Erdoğan, habersiz yakalanmıştır. Demek ki, MİT, Erdoğan’a ya bilgi vermemiş ya da habersiz yakalanmıştır.
İkinci hamleleri, Abdullah Gül hamlesidir. Gül, ortak aday olarak hazırlık sürecinin içine girmiş, ciddi bir ekip oluşturmuş, yola çıkmaya hazırlanmıştır. Ama o da ne; İYİ Parti lideri Akşener, adaylıktan çekilmeyeceğini beyan etmiştir. Böylece ortak aday formülü son bulmuş, bu kez Saadet Partisi ile Gül temasları devam etmiştir. Ve Erdoğan, Gül’ün bahçesine içinde Kalın-Akar ikilisinin olduğu bir helikopter indirmiştir. Erdoğan,
kalın akmıştır. Hem Kalın’ı, hem Akar’ı aynı helikoptere koymak, İngiliz kanadına karşı hamle demektir ve nezaket içermediği anlaşılmaktadır.

Üçüncü hamle ise, ittifakın gerçekleşmesi hamlesidir. CHP-İYİ Parti-Saadet Partisi ve Demokrat Parti, “millet ittifakı” ile seçime girme kararı almıştır. Bu durum, Demokrat Parti ile Saadet Partisi’nin baraj sorununun kalmaması anlamına gelmektedir.
Erdoğan’ın AK Partisi, MHP’nin baraj altında kalmasını önlerken, CHP ve İYİ Parti de, Saadet’in baraj altında kalmasını önleme kararı almıştır. Saadet Partisi, elbette, AK Parti’den oy kopartacaktır.
Erdoğan, bu üç alanda, deyim uygun düşerse gol yemiş hâlde, şaşkın şaşkın bakmaya başlamıştır.
Şaşkınlık Erdoğan’ın diline vurmuştur.
Erdoğan, muhtemelen uluslararası alandan, yatırımcılardan vb. çok sık gelen sorulara, kaybederseniz
iktidarı bırakır mısınız sorularına, kazanana kadar seçim mi olacak sorularına, toplu yanıt vermek istedi. Milletim ne zaman tamam derse o zaman bırakırım, dedi.
Şaşkın!
Bu söz edilir mi?
Tüm sosyal medya, “tamam” tweetleri ile yıkılmaya başladı. Kaç milyonu bulduğu bile bilinmiyor.
Tüm medyayı kontrol altında tutan Erdoğan ve Saray, yine de büyük gaflar yapıyor, büyük açıklar veriyor.
Erdoğan seçilene kadar sürekli seçim, diye atılan manşetler, giderek Erdoğan’a karşı dönmeye başlıyor.
Erdoğan, kimseye güvenmemekte haklı olmalı.

ERDOĞAN’IN İNGİLTERE MANEVRASI
Abdullah Gül, bir İngiliz anahtarı olarak devre dışı kalmış durumdadır. Şimdilik. Ve böyle olunca, Erdoğan, kimden akıl almış ise, bu durumu fırsata çevirmek üzere, İngiltere yolcusu oldu. Başarılı bir hamle gibi görünüyordu. Kraliçe ile görüşecek, Londra finans çevrelerinden destek isteyecekti.
Sonuçları hâlâ belli ve açık değildir.
Ama, Erdoğan’ın ziyareti, ABD’nin Kudüs’te elçilik açması ile aynı ana getirilmiştir ve Erdoğan, bir kere daha, Filistin davasını satan, İsrail ortağı durumunu gizlemeyi başarmıştır. Öyle ya, Muktedir, Dünya Lideri, Londra’dan geri mi dönmeli idi? Koskoca Kraliçe ile görüşmesini, yalvar yakar alınmış bu randevuyu iptal mi etmeli idi?
ABD ile İngiltere aracılığı ile yapılacak pazarlığı ertelese mi idi?
Dünya Lideri, İslam Aleminin Büyük Reisi, Muktedir, gerçekten de Kudüs’te katliam meydana geldiğinde, ziyaretini iptal edip, Türkiye’ye geri dönse idi, seçim “zaferi” için büyük bir olanak elde etmiş olurdu.
Ama dünya sermayesinin, İngiltere-ABD ve İsrail cephesinin uysal çocuğu, projesi olan Erdoğan, Londra ziyaretini yarıda kesecek cesaretten ve siyasal akıldan yoksun ve Filistin davası konusunda da samimiyetsizdir. Mavi Marmara olayını hatırlamak yeterlidir. Kudüs katliamı sırasında Londra’da olmak ve orada kalmak, Mavi Marmara olayını kat be kat aşan bir İsrail’e destek adımıdır.
İngiltere, Erdoğan’dan, bunu almıştır. İkincisi, Erdoğan, İngiltere’de, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ile ilgili, Londra’da topladıkları, toplantıya davet ettikleri yatırımcıların hoşuna gitmeyecek sözler söylemiştir. Muhtemelen bu durum, parasal kaynaklar, krediler bulmalarını zora sokmuş olmalıdır.
Zaten, dolar kurundaki artış, TL’nin İngiltere ziyareti sonrasında erimesi, bunu doğrular niteliktedir.
Türkiye, Saray Rejimi, tüm olanakları ile, kanamayı durduracak para arayışındadır.
Belki de Erdoğan, eğer seçimi kazanmayı çok istiyorsa, sıfırladıkları, Malezya’ya kaçırdıkları paraları getirir ve piyasaya sürer. Mesela Erdoğan’ın acaba, kutsal saydığı birkaç milyar doları ile vedalaşması mümkün değil midir?
Şansa bakın ki, Malezya’da, tıpkı Erdoğan gibi suçlanan Başkan, iktidardan düştü ve 28 milyon dolar yakalattı, sayısız mücevherlerle birlikte.
Acaba, bu yakalanan paraların içinde Erdoğan ailesinin payı da var mı?
İngiltere, acaba, Erdoğan’a destek veremecek midir? Öyle ya, Abdullah Gül devre dışı kaldı ise, Erdoğan, İngiltere ile bir pazarlığa başlayabilir.
Böylece, Gül’ün devre dışı kalması karşısında İngiltere’nin kaybedeceği yerin bir bölümünü İngiltere’ye
sunabilir.

KRİZ DERİNLEŞİYOR
24 Haziran seçimlerini öne almalarının bir nedeni, krizin tüm yönleri ile patlamasından önce, “zafer” kazanma isteğidir.
Ama bu açıdan Erdoğan bir hayli geç kalmıştır.
TÜSİAD içinde önemli 3 sermaye grubu, Ülker, Doğuş ve Doğan ailesi, paralarını dışarıya çıkarmışlardır. Burada Doğan grubunun basın organları nedeni ile baskı yediğini söylemek mümkün.
Ama bu, durumu değiştirmez. Bu sermaye gruplarının kendilerini garantiye alma isteği, gerçekte krizin boyutları hakkında bilgi vermiş olmalıdır.
Dolar, Mayıs ayında 5’e yaklaşmış, Merkez Bankası, 2-3 aydır korkudan faizi artıramamış ve nihayet 3 puan faiz artırımına gitmiştir. Ama buna rağmen, döviz kuru, 4,70 TL’nin altına inmemektedir.
Birçok sunî, geçici önlem alınsa da, gerçekte, Türkiye’nin ödenecek olan borç miktarının yüksekliği nedeni ile sıkıştığı, IMF’nin kenarda ellerini ovuşturduğu biliniyor.
Kriz, sadece bu alanla ilgili değildir.
Tüm şirketler, boylarını aşan kredilerle dönmektedir.
İnşaat alanı durma noktasına yaklaşmaktadır. Konut satışları için, faiz oranlarını düşürmelerine rağmen, bir umut görünmemektedir. Ve rant ekonomisi, yağma ekonomisi, esas olarak inşaat sektörüne dayandırılmıştır. Bu rant ve yağma ekonomisindeki tıkanma, sadece ekonomiyi hızla çarpmakla kalmayacak, Erdoğan’ın çevresindeki “çıkar” bağlarını hızla sona erdirecektir.
Devlet çarkı içinde oluşmuş çetelerin, bugünden bu yönde önlemler aldığını gözlemlemek mümkündür.
Devletin tüm olanakları, tüm gelirleri vb. yağmalanmış olduğu için, bugün acilen yeni vergiler koymaya acil ihtiyaçları vardır. Bu durum, krizin yükünün halkın üzerine yayılmasıdır ve bu durum, zaten ayakta durmakta zorlanan milyonlar için daha büyük bir yük anlamına gelmektedir.
Kriz derinleşmektedir.
Bunun seçim öncesinde veya sonrasında nasıl sonuçlara, nasıl etkilere yol açacağını bugünden söylemek mümkün değildir. Erdoğan, seçim öncesinde, krizin örtülmesi için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Bu durum, kanamayı daha da artıracaktır.

ERDOĞAN’IN SEÇİM MANİFESTOSU:
İTİRAFNAME
Erdoğan, bir seçim manifestosu ilan etti. İlgi çekici. İlkin, açıkça söyleyebiliriz ki, Erdoğan’ın akıl hocaları, danışmanları, artık, onu “vezir” etmek yerine “rezil” etmeye ahdetmiş olmalılar.
Erdoğan, eğer seçilirse, “dış politikayı değiştireceğini” ilan etmektedir.
Erdoğan, eğer seçilirse “OHAL’i kaldıracağını” ilan etmektedir.
Erdoğan, eğer seçilirse, “cari açığı kapatacağını” söylemektedir.
Erdoğan, eğer seçilirse, “tek tip gençlik yetiştirmeyeceğini” söylemektedir.
Erdoğan, eğer seçilirse “faizi düşüreceğini” söylemektedir.
Aslında, Saray Rejimi, diyelim ki, dış politikayı değiştirmek istiyor, buyursun, bugün, seçimden önce değiştirsin. Bu dış politikayı kim yaptı? Kim uyguluyor? Zaten iktidar olduğunuza göre, neden yanlış olduğunu ilan ettiğiniz bir politikayı yürütüyorsunuz?
OHAL’i kaldırmak, Erdoğan için, üniversite sınav sistemini değiştirmekten daha kolaydır. Liselere giriş için var olan sınavı, akşam kendisini ziyaret eden Bilal’e ithafen bir sabah ansızın kaldırabildiğine göre, OHAL için neden bekliyor?
Belki de OHAL’i bugün kaldırırsa, faiz yükselterek dolar kurunu aşağıda tutmak gibi önlemlere de gerek kalmazdı. OHAL’i kaldıracaksa, neden 2 yıldır devam ettirmektedir? OHAL kaldırılacaksa, neden seçime OHAL koşullarında gidilmektedir? OHAL’i kaldırmak için, seçimi kazanmaya gerek var mı? Şu anda, seçime giren tüm cumhurbaşkanı adayları, OHAL’i hemen, derhal kaldıracaklarını söylemektedirler, peki o hâlde
OHAL’i kim istemektedir?
Görüldüğü gibi, Erdoğan, aslında bir itirafname hazırlamıştır. Ve danışmanları bu itirafnameyi, manifesto olarak sunmasını istemişlerdir. Şaşkındır ve o da sunmuştur. Tek tip nesil yetiştirme, aslında AK Parti’ye ve Erdoğan’a dönük bir suçlamadır ve bugün Erdoğan, bu suçlamaları kabul etmiştir.
İktidarda bulunan, devleti denetimini almış olan bir liderin, manifesto diye bunları sunması, aslında “vezir” olmaktan çok “rezil” olmaya doğru atılmış bir adım olmalıdır. Yoksa tüm bunları Yiğit Bulut mu yazıyor, Berat mı yazıyor, yoksa Kalın’ın işleri midir bunlar, Cemil Erdem mi yazıyor, yoksa Mehmet Uçum mu uçuruyor?
Bunlar itirafnamelerdir.

Bu itirafnamelere, önümüzdeki dönem, ortam sıcaklaştıkça, başkalarını da eklemeleri mümkündür.
Mesela Cumhurbaşkanı, otomobillerin cam filmi konusundaki süreci bize anlatır mı, eğlenceli olurdu.
Mesela Erdoğan bize üç çocuk mu, yoksa beş çocuk mu konusunda yürütülen tartışmaların detaylarını aktarır mı? Son derece aydınlatıcı olacağından şüphe duyulmamalıdır.
Mesela koskoca Cumhurbaşkanı geçerken, kafeteryanın balkonunda utanmadan sigara içen hadsizlere karşı öfkesini detaylı olarak aktarabilir mi?
Mesela Soma cinayetinde, “fıtrat” meselesini, “ben günah keçisi ilan edildim” diyen tekmeci kadar açık bir dille açıklayabilir mi?

Mesela kendisinin Richard Perle ile görüşmelerini, Zapsu’nun ağzından değil de, kendi ağzından aktarabilir mi?

IŞİD ile olan ilişkileri, bu ilişkilerde, kendisinin ve ekibinin nasıl görevler aldığını, görevlendirmenin kimin tarafından yapıldığını, petrolden nasıl gelir elde edildiğini, IŞİD’e verilen maddi, malzemele, lojistik, eğitim, barınma vb. desteğin nasıl bir parasal gelire dönüştüğünü aktarabilir mi?

Mesela FETÖ diye ismini bizzat koyduğu Gülen Hareketi ile ilişkilerini, bu ilişkilerin ne zaman ve nasıl başladığını vb. bize doğrudan, aracı koymadan açıklayabilir mi?
İşte bunlar olabilirse, başkaları da var elbette, işte o zaman seçim çok daha eğitici, öğretici ve eğlendirici bir hâl alabilir. Doğrusu, eğitim de hakkımız, öğrenmek de, eğlenmek de, öyle değil mi?

Acaba, bu seçim süreci sona doğru yaklaştıkça, Erdoğan, çıkıp, ben de oyumu kendime vermeyeceğim der mi? Eğer böyle bir şey düşünüyorsa, kendisine yargılanmama garantisi veren İnce’ye vermesin, karşısına dişikurt olarak çıkan Akşener’e de vermesin, sandığa gittiğinde, Bahçeli adını yazıp, Perinçek’e inat Bahçeli’ye versin. Hiç değilse ahde vefa olarak ele alınabilir.

 

BİRİNCİ TUR SONUÇLARI

Elbette Erdoğan, tüm bunlara rağmen, en önemli adaydır. Onsuz seçim, kambersiz düğün gibi olur.
Erdoğan, elbette, ilk turda kazanmak için uğraşacaktır. Bunun için, İngiltere’den destek istemektedir.
Bu kadarı anlaşılıyor.

Ama Erdoğan aynı zamanda kazanmak için, seçim döneminde özellikle HDP ve diğer sol güçlere karşı saldırılarını artıracaktır. Kürt oyları ile oynamayı hedeflediği açıktır. Şimdiden 300 bine yakın oy kullanılacak sandıkların taşınmasına karar verilmiştir. Tutuklamalar, baskı ve şiddet ile, HDP’yi baraj altında bırakmak için çaba harcayacaktır.

Demirtaş, diğer adayların açıklamalarına rağmen, hapiste tutulmaya devam edilmektedir. Bunun nedeni, HDP’yi baraj altında bırakma isteğidir. Perinçek, Bahçeli ve Erdoğan dışında, Demirtaş’ın hapiste kalmasından yana olan yoktur. Saray, Demirtaş’ı adeta rehin olarak tutmak isteğindedir. Ve Erdoğan, hiç utanmadan, Kürt katliamları ortada iken, Kürtlerle ilişkileri sıcaklaştırmak için hamleler yapmaya çalışmakta, pazarlıklar yürütmektedir.

Diyelim ki, HDP baraj altında kaldı, bunun altından nasıl kalkacaktır? Erdoğan ve çevresi, bu soruların anlamını bile kavramaktan uzaktır. Yel ekiyorlar ve hiçbir zaman fırtına biçecekleri akıllarına gelmiyor.

Eğer Erdoğan birinci turda kazanamazsa, ikinci turda, kazanma şansı azalmaktadır.
HDP barajı aşarsa, HDP meclise girerse, HDP + CHP + İYİ Parti + SP + DP, çoğunluğu sağlayacaktır. Bu ihtimal gerçekleşirse, Erdoğan, ikinci tur için hazırlanırken, Gül ve çevresi, AK Parti içinden kopmaları teşvik edecektir.
Zaten içten içe var olan AK Parti içindeki dağılma süreci daha da açığa çıkacak ve Erdoğan, ikinci turda, çok daha zor bir duruma girecektir.

Erdoğan, her durumda, saldırganlaşacaktır. Birçok saldırı girişimi devreye girecektir. SADAT, bu günler için yetiştirilmiştir ve devreye sokulacağı anlaşılmaktadır.

İKİNCİ TUR
Eğer iş ikinci tura kalırsa, Erdoğan’ın, seçimi ertelemek de dahil, hamleleri devreye girecektir.
Muharrem İnce’nin, Erdoğan’a “devri sabık yaratmama” garantisi vermesi, aslında güvence verme girişimidir. Muharrem İnce, gerçekte Demirtaş ile görüşmeye çok hevesli değildir. Onun hedefi Erdoğan ile görüşmek idi ve bu nedenle Demirtaş ile görüşmesi zorunlu oldu. İnce, acaba, Kalın’a garantiler mi vermektedir? Öyle anlaşılıyor, Cumhurbaşkanı’nın bu durumlardaki etkili ismi Kalın’dır. Kalın ile İnce, aynı devlete aynı
bağlarla bağlıdır. Belki bu nedenle, Erdoğan’a çekilmesi için baskı uygulamaları mümkündür. Ama
Erdoğan, tersi yönde hazırlık yapmaktadır.
Demek oluyor ki, eğer iş ikinci tura kalırsa, aradaki ıkı haftalık süreç çok şeylere gebe olacaktır.

İkinci turda, ister Erdoğan’ın karşısında İnce olsun, ister Akşener olsun, işçi ve emekçiler için, burada yapılabilecek bir tercih yoktur.
Akşener ve İnce, devleti restore etme amacı ile öne çıkmaktadır. Her ikisinin programında devletin restorasyonu vardır.
TC devleti, çeteleşmiştir.
TC devleti, çözülmektedir.
Bu nedenle, ne seçim öncesinde, ne de seçimin sonucunda kim kazanırsa kazansın, durum değişmeyecektir, kriz daha da derinleşecek, yönetme krizi daha da artacaktır.

Bu seçim sürecinde, tarafların, İngiltere, Almanya, ABD ile pazarlıkları, öyle anlaşılıyor ki, olağanüstü boyutlardadır. Bu pazarlıkların önümüzdeki dönem daha da su üstüne çıkacağı düşünülebilir.

ALTERNATİF İŞÇİ SINIFININ İKTİDARIDIR
Tüm seçim sürecine, sınıf savaşımının bugünkü durumunu önümüze koyarak bakmamız gerekir.
Burjuvazi, egemenler, ciddi bir yönetme krizi içindedirler.
16 Nisan referandumu ile, TC devleti, Saray Rejimi, sandıkları kaldırmıştır. Bu seçimde bu süreç hâlâ devam etmektedir. Parlamento bitmiştir.

Siyasi partiler, işlevsizleşmiştir. AK Parti diye bir parti yoktur. Şimdi, bu seçim sürecinin içinde, egemen
güçler, halkın sandıklara sarsılan inancını, yeniden kazanmak istiyorlar. Aslında işlevsizleşmiş olan sandıkların, modası geçmiş olan seçim sisteminin vb. yeniden revaçta olmasını sağlamak istiyorlar.
Buna karşılık, Gezi ruhu ile gelişen halk direnişi, Kürt halkının direnişi ile, çok ağır adımlarla da olsa yakınlaşmaktadır. Direniş, ister Kürt illerinde olsun, isterse Batı’da, gelişmektedir. Elbette Kürt hareketine bakıldığında ya da orada bir direnişten söz edildiğinde, bunu herkes görebiliyor ve anlıyor. Oysa Batı’da direniş denildiğinde, bunun her göz tarafından görüldüğünü söylemek yerinde olmaz. Ama buna rağmen, gelişen bir direnişten, süren bir direnişten, tereddütsüzce söz edebiliriz.

Bu direniş, geliştirilmelidir.
Bu direniş, örgütlenmelidir.

Örgütlenmede, mutlaka yasaların verdiği olanaklar kullanılmalı, ama bununla sınırlı kalınmamalıdır. Yasal olduğu hâlde sendikal örgütlenmeye karşı devletin estirdiği terör, yasal olduğu hâlde derneklere, öğrenci derneklerine, halk derneklerine, kültür derneklerine vb. karşı devletin estirdiği terör açık ve ortadadır. Mutlaka ve mutlaka, örgütlenmede çok esnek biçimler geliştirmek zorundayız.

İşte seçim sürecine bu gözle bakmak gerekir.
Örgütlenmek, direnişi örgütlemek temeldir.

Kürt Direnişi Filistin direnişi

İkinci cephe ise, o kadar net değil. Almanya, Fransa ve AB, tam bir netliğe sahip değil.
Gerçekte paylaşım savaşımı, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Japonya arasında sürmektedir. Bu dördü, uzun yıllar, soğuk savaş dönemi boyunca, Sovyetler’e karşı, komünizme karşı savaşırken, ABD öncülüğünü kabul etmişlerdi. O nedenle, bir yandan askerî olarak ABD kontrolünden kurtulmaya çalışıyorlar, bir yandan da paylaşım masasındadırlar. Bu ikili yapıları nedeni ile, ABD cephesinin karşısına tam olarak netlikle
çıkmıyorlar.
Savaş, başlıca iki nedenle, açık cephelerle yürümüyor. Birincisi budur. İkincisi ise Rusya ve Çin öncülüğündeki ittifaktır. Örnek olsun, Suriye’de ABD’yi durduran bu ittifaktır. Bunu, bugün, biz emperyalist paylaşım savaşımının bir parçası olarak ele almıyoruz. Tersine, emperyalist paylaşım savaşımını erteleyen bir unsur olarak görmek mümkündür. Elbette, bu apayrı bir tartışma konusudur da.
Şimdi, konumuza dönelim.
Ortadoğu, bu paylaşım savaşımının kızıştığı alanlardan biridir. Suriye savaşı, eğer ABD’nin zaferi ile sonuçlansa idi, bugün, bambaşka bir Ortadoğu ile karşı karşıya kalırdık. ABD, hem tüm bölgeyi kendi kontrolüne alma derdindedir, hem de tüm emperyalist güçler, ortaklaşa, tüm halkları diz çöktürmek istemektedir. Bunda şüpheye yer yok.

Bu bölge, elbette, direnişi de besleyen bir bölgedir ve halkların direnişi, anti-emperyalist mücadelesi ağır ağır da olsa gelişmektedir, gelişecektir.

Bölgemizde, en örgütlü ve yıllarca direniş sürdüren, iki halk, Kürt halkı ve Filistin halkıdır. Bu iki alanda, uzun yıllara yayılan bir direniş söz konusudur. Acıların her türü, direnişin her biçimi, bu iki halkın yaşadığı şeylerdir.
Bugün, hâlâ Kürt halkının direnişi sürmektedir.
Bugün hâlâ, tüm uzlaşmacı yönetim kadrolarına rağmen, Filistin direnişi sürmektedir.
Her ikisine de selâm olsun.
Ve bu iki direnişe karşı, katliam politikalarını, şiddet ve baskının her türünü dayatan iki ülke vardır. Filistin’e karşı İsrail, Kürtlere karşı Türkiye.
Acaba, İsrail ve Türkiye’yi bu kadar yakınlaştıran şey bu mudur?
Ne zaman İsrail ve Türkiye, bir söz düellosu tiyatrosu sahneye koysalar (ki, tüm Erdoğan iktidarı dönemi bu tiyatrolarla doludur), birisi diğerini terörist, katliamcı vb. olmakla suçlamaktadır. Aynı şey diğeri için de geçerlidir.
Her ikisi de kendisine karşı direnenlerin belli kesimleri ile ilişki içine girmektedir. İsrail’e karşı direnen Filistin içinde Türkiye, bir güç edinmeye çalışmaktadır. Aynı şeyi İsrail yapar, Türkiye’ye karşı direnen Kürtler içinde yer edinmeye çalışır. Her ikisi de, direnenleri ehlîleştirmeye, ehlîleştirilmiş Kürt veya Filistinlileri diğerine pazarlamaya heveslidir. Her ikisi de yeri geldiğinde bu bağlarını bir koz olarak masaya sürer, yeri geldiğinde ise, birbirleri için hediye olarak bu ilişkileri sunarlar.

İsrail de, Türkiye de, baskı ve şiddeti, devlet terörünü katliamlar boyutunda uygulayan ülkelerdir.

Her ikisi de ABD’nin emrindedir, Türkiye tetikçi olarak, İsrail korunmaya muhtaç bir varlık olarak. İsrail’in de tetikçi olduğu durumlar vardır, daha çok İran’a karşı, Suriye’ye karşı. ABD, son Suriye saldırısını, Türkiye tetikçiliği ile planladı. Böylece Arapların desteğini almakta zorluk çekmedi. Hem bu yolla, İslam’ın mezheplerini de istediği gibi yönlendirme şansını elde etti. Gülen, Erdoğan, Suudi Arabistan, ortaklaşa, İslam’ı tam ve tümden ABD’nin ellerine vermişlerdir. Siyasal İslam, ABD’nin anti-komünist mücadelesinin bir unsurudur ve tamamen ABD emrindedir. Erdoğan ve Gülen arasında bu açıdan fark, son derece küçük
ve görevlendirmelere bağlıdır.
14 Mayıs 2018 günü, ABD, konsolosluğunu, Tel Aviv’den Kudüs’e taşıdı. İsrail’in başkenti, resmî belgelerde Kudüs değildir. Ama İsrail hep bunu ister ve hep bunu beyan etmiştir. Trump, başkan olunca, konsolosluğu Kudüs’e taşıyarak, Kudüs İsrail’indir ve başkentidir görüşünü onayladığını ilan etti.
Erdoğan’ın tüm bağırmaları sahtedir.
Erdoğan, İsrail’e ne zaman bağırdı ise, o zaman daha fazla ekonomik ilişkiler geliştirdi, o zaman daha büyük ihaleleri İsrail’e verdi. O zaman İsrail ile ilişkileri daha da derinleşti. Erdoğan, bu sorunu, içeride oy devşirmek için kullandı. “One minute” olayının bir tiyatro olduğunu bizzat kendileri itiraf ettiler.
Mavi Marmara olayında, İsrail’den para alarak tüm süreci temizleyen, İsrail’i uluslararası mahkemelerden kurtaran yine Türkiye olmuştur.
Ve dün ABD, Kudüs kararını açıkladığında yalandan yaygara koparanlar, 14 Mayıs tarihine kadar hiç seslerini çıkarmadılar.

Erdoğan ve ekibi, Filistin konusunda samimi olamaz.
1- Bu kendi türüne karşı olmak anlamına gelir. İsrail onun türüdür.
2- Bu, kendi yaptıkları katliamları, Kürtlere karşı şiddeti ve savaşı durdurmaları anlamına gelir. Öyle ya, kendi zencisine karşı katliamlara destek veren, başkasının zencisini nasıl sever? Kürtlere karşı baskı ve şiddetle hareket eden Erdoğan ve Türkiye devleti, nasıl olur da Filistin halkının direnişinden yana olur?
Bu soruları, tersinden de sormak gerekir.

Filistin halkını soykırımdan geçiren, onlara karşı katliamlar uygulayan bir İsrail, nasıl olur da Kürt halkının mücadelesini destekler?

Suriye halklarına karşı her türlü komployu kuran ve destekleyen, IŞİD güçlerini eğiten ve onlara lojistik destek sağlayan, onları barındıran ve silâhlarını tedarik eden, petrollerini alıp satan İsrail ve Türkiye, nasıl olur da bir başka halktan yana samimi bir tutum alabilir?
14 Mayıs 2018 geldi.
Filistinliler, ABD Konsolosluğu’nun açılışını protesto etmeye başladılar.

İsrail saldırdı, 50’nin üzerinde ölü, 2000’nin üzerinde yaralı. Tam bir yeni katliam.

Erdoğan İngiltere’de.

Seçim pazarlıkları yapıyor.

Kanlı ellerini, İngiliz zerafeti ile temizlemek istiyor. Acaba, bir cins rehin midir?
Filistin tarihinde çok kanlı olay, katliam vardır. Bunlardan ikisi Sabra ve Şatilla katliamlarıdır. Bu katliamların sorumlusu, Ariel Şaron’dur ve Erdoğan, Kudüs’te onun tarafından karşılanmıştır. Erdoğan’a, İsrail’in başkenti Kudüs’e hoş geldiniz, diyeli 10 yıla yakındır. Ve Erdoğan, bugün Kudüs nutukları atarken, o gün, sadece sırıtmıştır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin İsrail ile birlikte eşbaşkanıdır. Kendisinde İsrail nişanları vardır.

14 Mayıs 2018’de, Kudüs’te bir yeni katliam sahneye konmuştur. Bu katliamın planlayıcıları, ABD, İngiltere, İsrail ve Türkiye’dir. ABD, İsrail ile birlikte oradadır, İngiltere Erdoğan’ı İngiltere’ye almıştır.
İsrail, bu günün önemine uygun olarak, kendine sahip çıkan ABD’yi protesto edenleri kurşunlamıştır, Türkiye Cumhurbaşkanı, bu günün önemini bilerek, İngiltere’ye sığınmıştır. İsrail, bu önemli gün için hazırlık yapmıştır, Erdoğan, bu önemli günü “unutup” İngiltere’ye mi gitmiştir, yoksa Erdoğan’ın hazırlığı da İngiltere’ye gitmek midir? Bu katliam sahneye konurken, Erdoğan, İngiltere’de mi sahne almıştır?
Bölgemizde birçok katliama uğramış, zulmün sayısız biçimi ile tanışmış Kürt ve Filistin halkları, bugün hâlâ bölgemizin en direngen halklarındandır.
Her iki halkın mücadelesi, açıkça gösteriyor ki, emperyalist güçlerin hiçbiri, halklara bir gelecek vermez, veremez. Emperyalist güçlerin birine yaslanılarak, diğerinden kurtuluş olmaz.

Tersine, çözüm, gelecek, halkların kendi ellerindedir. Emekçilerin kendi ellerindedir. Dünya halklarının kendileri kardeştir. Bu nedenle, emperyalizme karşı, halkların ortak anti-emperyalist direnişini örmek dışında yol yoktur. Onurlu, barışçıl bir gelecek, ancak ve ancak, emperyalist güçleri topyekûn bölgemizden kovmakla mümkündür. Özgürleşmenin tek yolu budur. Sömürüye son vermenin ve emperyalist güçlerin yerli “ulusal”
ortaklarını alaşağı etmenin tek yolu direniştir.
Selâm olsun direnene!
Selâm olsun direnişe!

ABD, savaşı büyütmek istiyor

Ülkelerini işgalden, dış müdahalelerden ve saldırganlıktan kurtarmaya çalışıyorlar. Henüz, bu saldırıları bizzat yürüten ya da saldırısı için IŞİD’i kullanan güçlere karşı, Suriye toprakları dışında bir savaş yürütmüyorlar. Bunun nedeni güçlerinin sınırlılığı mıdır,  yoksa taktik olarak savaşın içinde bulunduğu aşama mıdır, bunu tartışmıyoruz. Sadece ve sadece, bir gerçeği, yukarıda “sonuç” dediğimiz şeyin dayandığı durumu anlamaya çalışıyoruz.

Öyle ya, bir ülke, diyelim ki, dış saldırganlara karşı, sadece kendi toprakları içinde kurulmuş cephelerde savaşmak zorunda değildir. Bu savaşı dışarıda da, hatta düşman dediği ülkenin topraklarında  da yürütebilir.
Suriye, henüz bunu yapmıyor.
Ama buna rağmen, Suriye savaşının, Suriye dışındaki etkisi, etkileri giderek daha fazla ortaya çıkıyor, kendini hissettiriyor.
Suriye savaşının bugünkü aşamasında, saldırgan güçlerin çekirdeğini oluşturan, IŞİD’i besleyen, yaratan, büyüten, yönlendiren 6 ülke (ABD, İngiltere, İsrail, S. Arabistan, Türkiye ve Katar) açık bir yenilgi almış durumdadır. Bu yenilgiyi, kendi içlerinde nasıl adlandırdıkları ayrı bir konudur. Ama bu yenilgi, bu güçler için de açıktır.
Ama içinden geçilen çağda savaş, bir miktar daha değişik biçimlerde sürüyor. Dünya savaşı, 1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan daha farklı biçimlerde gelişiyor.
Bu nedenle, bu güçler, topyekûn bir savaş içinde yenilmiş güçler gibi, yenilgilerini ilan edecek, bunun için gereken bedelleri açık anlaşmalarla ödeyecek durumda değildir. Kısacası savaş, tam olarak bitmiş değildir.
İşte bu nedenle, bu güçler açıktan yenilgilerini kabul etmiyorlar.
Ama, bu ülkelerden üçü, ABD, İngiltere ve İsrail, yenilgiyi daha açık dile getirir durumdadırlar.
Ve bu üçü, ABD öncülüğünde, savaşı yaymak istiyor.
Bir sonuçtur; savaşı yayma isteği, hem ABD güçlerinin yenilgiyi kabul ettiklerinin kanıtıdır, hem de savaşın yayılmasını istediklerinin açık işaretidir.
Savaşı yayma isteklerini ele aldığımızda, ABD ve İngiltere’nin isteklerinin dayanağı daha farklıdır. Savaşı büyüterek, daha geniş bir sahayı içine katarak, kaybettikleri ayrıcalıkları ve güçlerini yeniden kazanmak istiyorlar.

İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan ise, daha çok kendi geleceklerini karanlık gördüklerinden, ABD ve İngiltere’nin, en çok da ABD’nin bölgeden çekilmesinden korkuyorlar. Bu nedenle savaşın büyümesini, genişlemesini istiyorlar.

Öyle ise gelişecek savaşa ilişkin, şimdiden bir erken sonuç yazılabilir: ABD ve İngiltere, eğer bu savaştan da kayıpla çıkarlarsa, en çok Türkiye, İsrail ve Suudi Arabistan kaybedecektir, esas kaybeden bu ülkeler olacaktır.
Hem ABD-Fransa ve İngiltere’nin Suriye’ye saldırılarını, hem İsrail’in Suriye’ye saldırılarını, hem de ABD’nin daha önce imza koymuş olduğu İran ile nükleer anlaşma diye anılan anlaşmadan çekildiğini açıklaması, bu savaşı büyütme isteğinin açık beyanlarıdır.
ABD, savaşı büyütmek istiyor.
Hedefinde İran var.
Yeni değildir. Suriye saldırısı, aslında bir planın bir parçasıdır ve bu plan İran’a saldırıyı da içermektedir.
Şimdi, Suriye savaşında zafere ulaşmamış olmalarına rağmen, savaşı daha da büyüterek, bölgedeki dengeleri kendi lehlerine değiştirmek istiyorlar. Bu aslında, güçlü bir oyuncunun, kumar masasına kaybettikçe daha fazla para sürmesine, oyunu büyütmesine benzer. Durum tam da budur. Savaşın maliyetini Suudi Arabistan’a yıkarak, İsrail ve Türkiye’yi tetikçi olarak kullanarak, bu işi az kayıpla yapma olanakları olduğu kanısındadırlar.

İran’a karşı savaş hazırlıkları, IŞİD çetelerinin Afganistan’a taşınmasından da izlenebilir. ABD, uçaklarla Afganistan’a IŞİD çetelerini taşımaktadır. Bu boşuna değildir. Tersine, bu güçleri, başka alanlarda kullanma isteklerinin de açık kanıtıdır.
Trump, İran ile anlaşmayı bozarak, İran’a karşı ambargo uygulamalarını yeniden canlandırma hevesindedir. Bu elbette, AB ülkelerini de bu işin içine katma planını içermektedir. Daha ilk günlerden, ABD ile birlikte İran anlaşmasına imza koyan 4 diğer ülke, anlaşmadan çekilmeyeceklerini ilan etmişlerdir. Ama bu ülkeler içinde İngiltere’nin nasıl davranacağı, izlenmesi gereken bir konudur. Almanya ve Fransa’nın nispeten daha net tutum aldıklarını söyleyebiliriz. Ama İngiltere’nin, zayıflayan ABD gücünü kendi denetimine alma olanakları aramakta olduğu sır olmasa gerek. Bu nedenle, ABD’ye daha yakın davranmakta olduğu da açıktır. Hem bu, İngiltere’nin içinde bulunduğu durum nedeni ile de böyledir.

Ambargo sürecinden en çok zarar edecek şirketler, kuşku yok ki, eğer ambargoya uyarlarsa AB ülkelerindeki şirketler olacaktır. Zaten ABD’nin, örtülü ve dolaylı ilişkilerini saymazsak, İran ile doğrudan ticari-ekonomik ilişkisi yok gibidir.

Bu durum, süreçten AB ülkelerindeki şirketlerin kayıpla çıkıyor olması, gerçekte ABD için, bir taşla iki kuş vurma girişimi de olur. Bu nedenle, İran’a karşı ambargo, ABD’nin anlaşmadan çekilmesi, ABD ve AB arasında sürmekte olan paylaşım savaşımının da bir parçasıdır.
ABD, Ortadoğu’da yeni gerilimler yaratma yolu ile, Rusya’yı dengelemek, daha fazla zorlamak peşindedir de.
Bu daha fazla gerilim, sadece İsrail’i kurtarma isteğinin kanıtı değildir. Gerilim, ABD’nin bir sonraki savaşları kazanması için bir araç olarak görülmektedir.
Evet, ABD-Fransa-İngiltere üçlüsünün Suriye’ye saldırıları, daha çok bir şov gibidir. Buna şüphe yok. Fakat bu aynı zamanda Fransa’nın sahaya daha aktif dönmesi için de bir yol olmuştur. Mat ve Macron, Trump’ın kuçu köpeği olmak için bir yarış içine girmişlerdir. Bu, ABD’nin moral bulmasına da yardımcı olur mu? Bu sorunun yanıtı bilmiyoruz. Ama bu saldırılar, ABD için, Suudi Arabistan paralarını kasasına indirmede faydalı olmuşa benzemektedir.
İsrail’in saldırıları ise, gerilimi daha direkt olarak artırmanın yoludur.

Şimdi, ABD-İngiltere-İsrail cephesi, İran’ı yalnızlaştırmak için kampanyalar kotaracaktır. Açıktan, İran’ın iç işlerini müdahale edeceklerini beyan etmektedirler. Muhtemeldir ki, Erdoğan, Saray Rejimi, İngiltere ziyaretinde, İran’a karşı kampanyada nasıl rol alabileceklerini açıklayarak, İngiltere’den seçim desteği talep etmiştir. Sonuçlarını pek yakında izlemek mümkün olacaktır. Ama şimdiden, sonuçlar ne olursa olsun,  Türkiye’nin bu saldırılara katılma eğilimlerini görmek mümkündür. Suriye’ye ABD-Fransa-İngiltere saldırdığında, Türkiye’nin beklemeksizin, saldırıyı destekleme ve bu yetmez mesajları vermesi boşuna
değildir.
Türkiye, Suriye savaşına bir tetikçi olarak dalmıştır. Ve bugün, durumu hiç de iç açıcı değildir.
Erdoğan, yeni seçim manifestosunu açıklarken, tuhaf bulunan birçok şey yanında, “dış politikayı değiştireceğim” vaadinde bile bulunmuştur. Demek ki, Erdoğan dahil, TC devletinin tüm kademesi, Suriye konusundaki dış politikadan memnun değildir. “Garip”tir, çünkü, Erdoğan, bu açıklamayı yapmak yerine, bunu hemen değiştirebilirdi. Öyle ya, iktidarda olan kendisidir ve “muktedir”dir. Bir muktedir olarak bugün yapabileceği şeyi, seçimi kazanınca yapacağım diye açıklaması, aslında bir itiraftır.
Elbette, savaşın daha da büyümesi, ABD tarafından planlanırken, birçok insan, birçok ülke, buna karşı çıkmaktadır. Savaşın büyütülmesi, bölge ve dünyanın aklını henüz kaybetmemiş insanları tarafından çılgınlık olarak görülmektedir.
Ama bu endişelerin, savaşın büyümesini önlemeye yetmesi mümkün müdür? ABD, savaşı büyütmekte kararlı ise, savaşın büyüyeceği, bunun için, İsrail’in İran’a saldırısının yeterli olacağı açıktır.
Bu kötü, istenmeyen durumda, acaba, İran savaşı sadece kendi evinde mi kabul edecektir? Bu, kocaman bir sorudur.
Suriye savaşının, her geçen gün, Suriye dışındaki etkilerinin artıyor olması gerçeği akılda tutulmalıdır. Üstelik Suriye’nin bu savaşı yaymak için bir özel çabası olmadığı hâlde. İran’a karşı saldırı bir savaş durumuna dönüşürse, bu durum, var olan savaşı daha da yayacak, hele ki etkilerini tüm dünya daha yakından hissetmeye başlayacaktır.
Tüm bölge, bugünden kan, acı ve gözyaşları içindedir. Bölge savaş alanına dönmüştür ve daha da bu yönde ilerlemekte olan bir savaş tutkusunun altındadır.
Ve tüm bölgede, ABD politikalarına, saldırganlığına karşı gelişmekte olan halk tepkisi, adım adım gelişmektedir. Savaşa, işgalci politikalara karşı direniş gelişmektedir. Evet henüz, yeterince gelişmiş, henüz bölgeden emperyalist güçleri ve onların bölgedeki ortağı olan iktidarları söküp atacak bir noktaya gelmemiştir. Ama direnişin gelişimi sürmektedir.

Ve doğrusu, başka da yol yoktur. Onurlu bir yaşam için, özgürlük ve barış için, tüm emperyalist güçlerin bölgeden atılması dışında bir yol yoktur. Halkların dirilişi, örgütlenmesi ve sosyalizm dışında bir gelecek yoktur.

Kapitalist ekonominin yeni kriz dalgası ve Türkiye

eçen yüzyılı, 20. yüzyılı, kapitalist sistem, bir yandan “komünizme karşı mücadele” ve bu mücadele ile ellerinden kaçırdıkları pazarların geri alınması dürtüleri, diğer yandan ise tekelleşmenin finansal alanda gelişmesi, bazılarının deyimi ile “finansallaşması”, bazılarının vurgusu ile, kumarhane kapitalizmine dönüşümü süreçleri ile tamamladı. Ve 20. yüzyılın son 10 yılına girerken, SSCB’nin çöküşü ile, birdenbire, hayallerin gerçeğe dönüştüğü bir an yaşandı; kapitalist-emperyalist sistem, Doğu Avrupa başta olmak üzere,
eski sosyalist ülkeleri yeniden sömürgeleştirme ve paylaşma yarışına girdi. Finansallaşmış kapitalist sistem, büyük çaplı para operasyonları ile, yolunu açtı, açmaya çalıştı.
20. yüzyılın son 20 yılına damgasını vuran neo-liberal politikalar, giderek daha da gelişti, egemen hâle geldi.
Ve 21. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak, kapitalist sistemin bu neo-liberal politikalarının daha da artırdığı krizine tanıklık ediyoruz.
Bu sadece neo-liberal politikaların iflası değildir, bu aynı zamanda kapitalist sistemin iflasıdır ve daha derinleşmiş bir krizin işaretidir.
Bugünlerde, 2017 yılından başlayarak, 2018’de daha keskinleşmiş bir biçimde gelişmekte olan yeni bir kriz dalgası ile karşı karşıyayız. Tüm emperyalist ideologlar, bu yeni krizi görmeye başlamıştır bile.
Daha şimdiden, 2008’de ABD’de patlayan, inşaat-kredi sisteminin çöküşü ile sonuçlanan, gerçekte, tüm ABD bankacılık sisteminin çökmesinin yaşandığı kriz hatırlanmakta ve burjuva iktisatçılar, bu yeni krizi, 2008 krizi ile karşılaştırmaktadırlar.
2008 krizi, “mortgage krizi” olarak da adlandırıldı. Konut sektörünün çöküşü, konuta bağlı kredilerin ödenemez duruma gelmesi, bankaların bir anda konut zengini hâline gelmesi, bir anda milyar dolarlık inşaatların değersizleşmesi ve ardından bankacılık ve sigortacılık sisteminin iflası yaşanmıştır.
Rockefeller’in CitiBank’ı bile iflas etmiştir. ABD, devlet olarak bu bankaları karşılıksız finanse etmiş, kurtarmış, değerlerinden fazla parayı bu bankalara aktarmış ve sonunda da bankaları eski sahiplerine vermiştir.
ABD, bunu yaparken, elbette, karşılıksız ve denetimsiz dolar basma olanağını sonuna kadar kullanmıştır. Bu kriz, bir başka kapitalist ülkede, diyelim ki Japonya gibi bir emperyalist ülkede bile ortaya çıkmış olsa idi, bankacılık sistemini karşılıksız dolar basarak kurtarmak mümkün olamazdı. Kapitalist dünya ekonomisi, bir balon gibi şişmiştir. Bu şişmiş balon, bir yerinden patlamakta, bu patlağı tamir etmek için harekete geçilmekte ve sonra bir başka yerden patlama meydana gelmektedir.

Yani, artık, bu bir iflastır; dünya kapitalist ekonomisinin iflasıdır.
Zaten, emperyalist güçler (ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya açık olarak görülüyor) arasındaki paylaşım savaşımını daha da güncel kılan, daha da sıcak hâle getiren süreç de budur.

İşte Türkiye’deki ekonomik krize bu gözle, bu genel tablo içinden hareketle yaklaşmak gerekir.

Yeni dünya ekonomik krizinin başlangıç noktasının Türkiye olacağı yönünde teoriler dile getirilmektedir.
Mayıs ayının başında ortaya çıkan, seçimlere kadar süreceği anlaşılan döviz kurlarındaki anormal artışın asıl nedeni, derindeki bu krizdir. Kuşku yok ki, bu kriz dinamiğine eklenen “fazladan” etkenler de var. Erdoğan’ın konuşmaları da içinde, OHAL vb. gibi “fazladan” etkenleri bir yana bıraksak bile, ciddi bir kriz dinamiğinin biriktiğini görmek mümkündür.
Türkiye ekonomisi, son yıllarda, bir yağma, rant ekonomisidir. İktidarı elinde tutan Saray Rejimi, ülkeyi soyup soğana çevirmekte, bunu örtmek ve sürekli kılabilmek için şiddet ve baskıyı sürekli tırmandırmaktadır. Üstüne, emperyalist güçler adına, Suriye’de olduğu gibi tetikçilik yaparak “para kazanma” umudu ile savaş yanlısı politikalar izlemektedir. İçeride ve dışarıda savaşı tırmandıran Saray Rejimi, rant ve yağma ekonomisini, sonsuza kadar ayakta tutacağını sanıyor olamazdı. Bunun da bir sonu olmalıdır.

Savaş, ranta dayalı ekonomi, kapitalist anlamda dahi üretimi küçümseyen bir yağmacı anlayış, ciddi ekonomik maliyetler yaratmıştır, yaratmaktadır.
Bunların üstüne, Saray Rejimi’nin, gayri meşru hâle gelmiş iktidarını sürdürmek için başvurduğu baskı ve şiddetin boyutları, krizi daha da artırmaktadır. Hem işçilerin daha ucuza çalıştırılmasının sonuna gelinmekte, hem de, yağma ve ranta dayalı ekonominin biriken borçları, ciddi bir kriz dinamiği üretmektedir.
Devlet hazinesi, kredi alabilmek için garantör hâline getirilmiştir. Bilindiği kadarı ile, Üçüncü Havalimanı, Üçüncü Boğaz Köprüsü, Gebze-Yalova arasındaki köprü ve Avrasya Tüneli, kredi alabilmek için hazine garantisi verilerek yapılmıştır. Ve bu dördü, daha şimdiden, verilen taahhütlerin altında araç geçişine sahne olduğundan, ayrıca devlet tarafından ödemeler yapılarak ayakta tutulmaktadır.

Durum bu hâle geldiğinde, rant ekonomisini sürdürmek isteyen Saray, başka krediler alabilmek için, hazine garantisini kabul etmeyen Batılı finans kuruluşlarına, bu kez “varlık fonu”nu garanti gösterecek bir organizasyona gitmiştir. Varlık fonu, öyle anlaşılıyor, daha çok Arap veya Katar sermayesinden gelen kredilere teminat gösterilmiştir.
Ve tüm bunlara rağmen, inşaat sektörü yavaşlamıştır.
Dahası, 2018 yılına girildiğinde, özel ve devlet birlikte, 2018 yılında ödenmesi gereken borç stoğu 220 milyar doları aşmıştır. Toplam borç stoğunu konuşmuyoruz. Bu 220 milyar doları aşkın rakam, yıl başı itibari ile 2018’de ödenmesi gereken tutardır.
Ve elbette, 220 milyar dolarlık borç, TL bazında ödenmeyecektir. Bu durum, dövize olan talebi artırmıştır, başkası da beklenemez.
Satılacak birkaç şeyi kalmış olan devlet, kamu binalarını satışa hazırlanmaya başlamıştır. Ama ne ki, kriz dinamiği bunu beklememektedir. Dahası kamu binaları 220 milyar doları karşılar nitelikte değildir.
Savaşın yarattığı yükü, bu hesabın istediğiniz yerine koyabilirsiniz.

Ve Türkiye, 200 milyar dolar dövize ihtiyaç duymaktadır.
İnşaat sektörü, giderek daha derin bir krize girmektedir. Hesaplara göre, 200 binin üzerinde satılmak için bekleyen yeni konut vardır. Ve bu konutlar, kredili satılan konutların dışındadır. Daha şimdiden, bankalar, konut zengini olmuş durumdadır. Bankalar, ellerindeki konutları, emlakçılar üzerinden, kendi kimliklerini açığa vurmadan satmaya çalışmaktadır. Bu konut stoğu, ödenemeyen kredilerden kaynaklıdır ve önümüzdeki dönemde, bu ödenemeyen kredilerin daha da artacağı açıktır.

Bizzat Başbakan Yıldırım, 600 bin şirkete kredi verdiklerini açıklamıştır. 200 milyar TL kredi kullandırdıklarını, şimdi ise 7.5 milyar “nefes kredisi” kullandıracaklarını açıklamaktadır. 200 milyar kredi ile borçlu şirketler, 7,5 milyar ile nasıl nefes alabilir? Kredi sisteminin sonuna gelindiğinin de kanıtı buradadır.
Korkut Boratav, bu gidişin IMF kapısına dayanacağını söylemektedir. Mümkündür. IMF, bu gelişmeyi görmüş olmalıdır ki, hazırlıklara başlamıştır.
Mayıs ayında, dolar kurunda 1 TL’lik bir artış ortaya çıkmıştır. Bu 1 TL’lik artışın, borç yüküne katkısı 200 milyar TL’nin üzerindedir. Bu durum iflasların daha da artacağı anlamına gelmektedir.
Merkez Bankası, döviz artışını engellemek için, Reis’ten korktuğundan faiz artırımına gitmemiş, beklemiş ve sonunda dolar 5 TL’ye yaklaştığında, Reis kulaklarını indirerek izin vermiş ve 3 puanlık faiz artırımına gitmiştir. Faizi, %13,5’ten 16,5’e artırmıştır.
TC devleti ve Saray Rejimi, yalanı günlük yaşamlarını sürdürmenin asgarî koşulu hâline getirmiştir. Merkez Bankası, faizini artırdım demiyor da, olağanüstü durumlarda kullanılacak şekilde “geç likidite penceresi” faizini artırdım diyor.

İyi bakın lütfen, neyi artırmışlar; “geç likidite penceresi faizini”.
Nasıl ki, olağanüstü durumdayız deyip OHAL ilan ediyorlar, bu da faiz işinin OHAL’idir. Eğer 2 yıl OHAL sürerse, OHAL olağan hâl olur. Tıpkı ülkemizde olduğu gibi. Olağanüstü hâl, artık olağan hâldir. Merkez Bankası da, belki kendisi inanıyor mudur, “faizi değil, geç likidite penceresi faizini” artırmıştır. Peki, mesela faiz ne kadardır; %8’dir. %8 üzerinden, kime kredi vermektedirler; hiç kimseye. Öyle ise bu ne demektir?
Artık yalanları, kendilerinin inanmasına hizmet eden avuntulardır.

Faiz artırımına ilave olarak Erdoğan, mesela OHAL’i da kaldırıyorum demiş olsa idi, mesela Suriye’den çekiliyorum demiş olsa idi, belki de dolar kuru daha istikrarlı hâle gelebilirdi.
Türkiye’de gelişen kriz, sadece Türkiye ile mi sınırlı kalacak? Sanmıyoruz. Bu, sadece Türkiye’nin krizi de değildir. Dünya kapitalist sisteminin krizidir.
Kriz, her zaman, bir zayıf noktadan patlama ile ortaya çıkacaktır. Bu kez krizin Türkiye’den patlayacağını düşünmek daha doğrudur.
Bu kriz, Erdoğan’ın ve yandaşlarının iddia ettiği gibi, dış güçlerin bir oyunu vb. de değildir. Bu kriz, uluslararası yönleri olsa da, yağma ve ranta dayalı Saray Rejimi’nin yürüttüğü ekonomik politikanın krizidir. Uluslararası sermaye, elbette bu oyuna, krizde büyüme yönünde ortak olacaktır.

Kriz, bugünden burjuva iktisatçıların dikkatlerini çekmişe benzemektedir. Burjuva iktisatçılar, krizin, Türk bankacılık sistemini ciddi biçimde etkileyeceğini söylemektedirler. Haklıdırlar. Çünkü, yağma ve rant ekonomisi, Saray Rejimi tarafından, bankacılık sisteminin akıldışı, ranta uygun tarzda kullanılması ile sürdürülmüştür, sürdürülmektedir. Devlet bankalarının konut kredileri için, Saray’ın emri ile faiz indirmelerinin üzerinden birkaç gün geçmemişti ki, dolar zirve yaptı ve ardından Merkez Bankası faizleri 3 puan birden artırdı.

Türk bankacılık sisteminin krize girmesi, beraberinde, İtalya, İspanya, Fransa üzerinde etkili olabilecek midir?
Bu soru, ciddi bir şekilde tartışılmaktadır.
Krizin ekonomik boyutu üzerine bu kadar durmak yeterli.
Bu kriz, kapitalist sistemin sürmekte olan krizinin bir yeni patlaması olacaktır. Ve ardından başkaları da gelecektir.
İşte bu kriz koşullarında, sistem, krizin tüm yükünü, daha fazla ve daha fazla işçi ve emekçi halka yıkmaya yönelecektir.
Şimdiden Arjantin’de olan budur.
Arjantin, Türkiye ile birlikte, en riskli 5 ülke arasında gösterilmekte idi. Arjantin, şu anda IMF ile anlaşma yoluna gitmiştir. Ve Arjantin’deki krizin faturası, işçi ve emekçilere yıkılmaya başlanmıştır bile.
Tam da bundan söz ediyoruz.
Eğer işçi sınıfı, emekçiler yeterince örgütlü değil ise, yıllarca bu krizin faturasını ödemekle karşı karşıya kalacaklardır.
Ülkemizde sendikaların dibe vurduğu, sendikaların devlet tarafından yönetildiği düşünülürse, krizin faturasının ağır olacağı da açıktır. Ama öte yandan, zaten çok ağır yaşam koşullarında hayat mücadelesi veren işçilerin dayanma noktaları da kalmamıştır. Bunu da kayıt altına almak gereklidir.
Bu koşullarda, işçi sınıfının, emekçilerin, her yol ve araçla örgütlenmesinin geliştirilmesi, her koşul altında örgütlenme olanaklarının yaratılması büyük öneme sahiptir. Başka da yol yoktur.

İşçi sınıfı örgütlü ise her şeydir, örgütsüz ise hiçbir şey

Üniversitelerin bölünmesi: Özel üniversitelere destek

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), açık olarak görülebildiği, izlenebildiği gibi, Bilal Erdoğan’a bağlanmış durumdadır. Bilal Oğlan, milli eğitim ile ilgili farklı görüşlere sahip, derinlikli ve birikimli birisi olarak mı duruyor? Doğrusu, kendisinin de umurunda olduğunu sanmıyoruz. Bilal Oğlan, evdeki paraları sıfırlama meselesini anlamakta eksik olsa da, Ensar Vakfı aracılığı ile trilyonlarca para götürme işini yürütmede sıkıntılı değil. Bilal Oğlan, kim rüşvet vermesi gerekiyorsa onun uğradığı bir vakıf organize edilmiş ve başına konmuştur.

Evet, biz hep gördük, siyasal iktidarı elinde tutan ve burjuvazi adına yönetenler, her zaman kendi ceplerini doldurmuştur. Ama öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan yönetiminin “doldurma” süreci, bir hayli farklıdır. Sadece daha önce görülmemiş derecede çok aldığı için değil, bu süreç içinde kendine bağlı bir “yeni zengin sınıf” yaratmaya yöneldiği için de farklıdır. Ama ne yaparsın, bu iş böyle tutmaz. İnşaat zenginliği ile, arsa vb. zenginliği ile bir “sınıf” yaratılmaz. Sadece bir çete yaratılabilir.
İşte bu çete, Bilal Oğlan’ın eğitim politikalarının belirlenmesi için, hemen arkasında duruyor. Önde, “milli eğitim politikaları” konuşuluyor ya da öyle sunuluyor, oysa arkada bütün iş, nakit meselesi olarak duruyor.
Bir sabah Erdoğan, durup dururken, sınavları kaldırdım, dedi. O kadar ki, gece sohbetinden haberi olmayan Milli Eğitim Bakanı, yok öyle bir şey, dedi. Dedi ama sonra işinden olmak var. Hemen durumu öğrenip, bir açıklama yaptı, “üzerinde çalışıyoruz.” Oysa gece, Bilal Oğlan, babasından bunu istemişti. Bilal Oğlan, Ensar Vakfı’na bağlı sistemin içine, yetenekli, becerikli çocukların gelmesini istiyordu. Parayı buradan vuracaktı.
Bu nedenle ise, bazı değişiklikler yapılmalı idi. Mesela adres değişikliği gerekirse, bunu sadece Ensar Vakfı yapabilmeli idi. Ve Erdoğan, çok da düşünmeden, sınavı kaldırdım, dedi. Saray Rejimi biraz da böyle işliyor, Erdoğan kaldırdım diyor kalkıyor, koydum diyor oluyor. Ayağa kalkın diyor, hepsi ayağa kalkıyor, maşallah,
şimdi de oturun diyor, hepsi oturuyor. Maşallah demek için, herkesin bir ayağa kalkması gerekiyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, hâlâ sınav sistemini kaldırmış değil. Sınav sistemi sadece başka bir biçimde devreye sokulmuştur.
Mesela önümüzdeki yılın eğitim müfredatı, muhtemelen Temmuz ayında değişecek ve yeni müfredat için tek hazırlık yapmış grup, Turkuaz medya grubu olacak. Böylede tüm kitap ve yayın işleri, Turkuaz’ın denetimine geçecek. Bu arada kitaplar geç mi kalacak, eğitim mi aksayacak, umurlarında değil. Çünkü, hırsızlama olmadan, bu işleri yapmak mümkün değil. O kadar uzun zamanları yok. Bugün, ne yapabiliyorlarsa, hemen
yapmaları gerekiyor.
Kadıköy Anadolu Lisesi, İstanbul Erkek, Kabataş vb. gibi liseleri yok etmek istediler. Neden mi? Çünkü bunlar var olduğu sürece, insanlar çocuklarının bu okullara gitmesini istiyor ve “başarılı” çocuklar böyle ortaya çıkıyor. Bu geleneği dağıtmak ve bunun yerine, herkesin, mesela Bilal Oğlan’ın okullarına gitmesini sağlamak gerekiyor. Bu okullar silinmeden, Bilal Oğlan’ın okullarına akın akın öğrenci gelmesi zor.

Erdoğan ailesinin kontrol ettiği okullar var. Bunlar özel okullardır. Nun Koleji, bilindiği kadarı ile, kızına düşen paydır. İrfan Kolejleri, Bilal’in bizzat denetimindedir. ERA, Mektebim, Doğa, Yenidoğu, Çözüm Kolejleri, doğrudan veya dolaylı Bilal kontrolünde okullardır. Hepsinde de paralı eğitim verilmektedir. Bu okullara öğrenci akımı olabilmesi için, elbette, nispeten başarılı devlet okullarının yok edilmesi gereklidir. İkinci aşamada, bazı özel okullara da sıra gelecek, tümü, Bilal Oğlan tarafından satın alınacaktır. Bilal’dan önce, başarılı görünen özel okula vergi müfettişleri gidecektir. Gerisi kolaydır. Bilal, zor durumdaki okulu, vatan millet için satın almış olacaktır.
Biraz uzun mu oldu?
Üniversitelerden söz etmek istiyorduk.
İktidar, Saray Rejimi, bir sabah kalktı ve üniversitelerin bölünmesine ilişkin bir yasa gündeme getirdi. Mesela Cerrahpaşa, İÜ’den ayrılacak ve yeni kurulan, Bezmialem’e devredilecek.

Sadece Cerrahpaşa değil, tüm okullarda böylesi bir durum var.
Peki bunun gerekçesi nedir? Yanıt yok.
Öğrenciler, okul yönetimleri tepkili. Ve onlara verilen yanıt şudur, şu anda öğrenci iseniz, diplomanızı yine eski Cerrahpaşa’dan almış olabileceksiniz. Yeni girişlilerde bu artık geçerli olmayacak.

Bu karar açık olarak, tepkiyi azaltmaya dönüktür. Şu anki öğrenciler, bugün mücadele edebilir, direnebilirler. Ama eğer onların statüsüne dokunulmayacaksa, bu rüşvet onlara verilirse, onlar da susabilir. Böylece amaca ulaşılabilir. Sonrası zaten kolaydır.
Peki, gerçekte neden bunu yapıyorlar?
Mesela Cambridge neden kendini bölmüyor? Mesela Moskova Üniversitesi acaba kendini böler mi? Mesela Yale Üniversitesi kendini böler mi? Baştan aşağıya saçma gibi görünüyor. Bir üniversiteyi al, onu böl, ondan iki üniversite yarat. Neden?
Bu aslında bazı fakültelerin adını silme girişimidir.
Tarihsizleştirme, sıradan bir saldırı değildir.

ABD, Suriye’ye IŞİD güçlerini sürdüğünde, IŞİD güçleri, sadece insanları katletmedi, aynı zamanda tarihi yok etmeye çalıştılar. İnsanı tarihsizleştirmek, onu, çıplak, soyulmuş hâlde, bir başlangıç noktasına koymaktır. Aklını alma girişimidir.
Saray Rejimi, aslında üniversitelerin bölünmesi ile, tarihi silmeye, insanların akıllarını almaya çalışmaktadır.

Onların derdi açıktır. Bir öğrenci, eğer tıp okumuş ise, Çapa ve Cerrahpaşa’dan mezun ise, büyük bir avantaja sahiptir. Eğer mühendislik okudu ise, İTÜ’den mezun olması büyük bir avantajdır. İktisat okudu ise, İÜ ve Marmara’dan mezun olması vb. Böylece isim yapmış fakülteler var.

Özel üniversiteler, bu isim yapmış kurumlar nedeni ile yeterince talep bulamıyorlar. Müşterileri az. Bu nedenle, en kolay yol, bu fakülteleri baştan aşağıya değiştirelim.
Eğer, mesela Cerrahpaşa’yı, yıllar içinde eğitim kalitesini yok ederek küçültseler, ki bunu zaten yapıyorlar, çok zaman alacak. Oysa onların hızla para kazanmaları gerekir. Gözlerini kâr ve daha çok kâr hırsı bürümüştür.
O zaman kısa yol var. Bu okulların adını değiştir. Okulları böl, üniversiteleri parçala. Sonunda, ortada ne isim, ne bir prestij, ne de eğitim kalitesi kalır.
Biz, bu topraklarda yaşayanlar, bu tarih silme operasyonlarını çok iyi biliriz. Köylerimizin hâlâ iki ismi vardır, biri eski ismidir, gerçek ismidir. Diğeri ise devletin yeni koyduğu, halkın benimsemediği, ama tüm resmî işlemlerde kullanılan isimdir. Bu da bir tarih silme operasyonudur. Üniversitelerin, kurumların bu biçimde bölünmesi, bu imhacı, inkârcı geleneğin kolayca devreye sokulabileceği bir saldırıdır.
Bu arada, kendilerine bağlı çevreler de, ne yapar yapar, kendi okullarını “gözde” kurumlar hâline getirirler.
İşte anlamadıkları şey de budur.
Ne eğitimi bilirler, ne de eğitimde ‘kalite’nin ne olduğunu.
Odak noktasına para konularak, öğrenciye ve velisine müşteri diye davranarak, ilgi çekici, isim yapmış, kendine has bir tarih oluşturmuş eğitim kurumu yaratamazsınız.
Eğitimin niteliğinden gelir bu.
Eğitim, para ile yapıldığı oranda başarısız olmaya mahkûmdur.
Eğitim, parasız, kamu tarafından yönetilmesi gereken, toplumun ortak geleceği açısından planlanması gereken, büyük ölçüde gönüllü eğitmenlerin işidir. Eğitim, para ile kurulan bir ilişki değil, özgürlük üzerinden kurulan bir ilişkidir. Özgür bir eğitim olmadan ‘kalite’den söz edemezsiniz. Eğitim, bilimsellik, bilim üzerine kuruludur. Kâr ve rant üzerine kurulu bir eğitimden, ancak kâr ve rant beklersiniz. Bu eğitimi veren kurumun bir adı, bir prestiji, bir tarihi olmaz.
Saray Rejimi, TC devleti, üniversiteleri paralı hâle getirmek, paralı üniversitelere olan talebi artırmak için, bu saldırıya başlamıştır.
Bugünlerde Saray Rejimi ve Erdoğan’ın attığı her adım, insanlar tarafından, “evet yeni bir saçmalık daha” diyerek karşılanıyor. O kadar saçmalık var ki, bir yenisi kimseyi şaşırtmıyor. Ve bu nedenle de, bu yeni saldırıların üzerinde bir tartışma, sorgulama gerçekleşmiyor.

Ancak, bu saldırıları, bu tarih silme operasyonlarını, bu her şeyi ranta ve paraya endeksleme girişimlerini, “saçmalık” diyerek seyretmek, büyük bir hafiflik olacaktır.

Yasa, seçim çalışmaları gündemi içinde, meclisten geçmiş ve kanunlaşmıştır. Fiilî olarak okullar bölünmüştür. Bazı okullarda direnişin hâlâ sürdüğünü görüyoruz. Ama bunun özellikle seçim döneminde yapılması da rastlantı değildir. Birçok kişide, nasılsa seçimden sonra durum eskiye döner düşüncesi var. Oysa, direniş zamanıdır.
Okulların isminin değiştirilmesi, kurumların bölünmesi, eğitimin paralı bölümünün sürekli geliştirilmesi için, var olan her şeyin yok edilmesi, direnişle karşılanmak zorundadır. Çalınan senin tarihindir, yok edilen senin yaşamının bir parçasıdır. Geleceğine ipotek konulmaktadır. Paralı eğitimde müşteri sıfatı ile öğrenci olmak, aşağılanmaktır.
Ve bugün, yarın değil bugün, buna karşı direnmek, var olan direnişi genişletmek gereklidir.
Özgür ve bilimsel eğitim, halkın, acil, temel taleplerinden biridir.

Filistin: 70 yıllık insanlık utancı…

Siyonist İsrail Devleti; birincisi, normal bir devlet değildir ve ikincisi, bir Ortadoğu devleti de değildir. Siyonist İsrail demek; Ortadoğu denilen bölgeye taşmış Batı, emperyalizm, ABD, İngiltere, Fransa vb. demektir… Bir tür ‘doku transplantasyonu’ söz konusudur… Velhasıl doku uyuşmazlığı var. Siyonist devlet Ortadoğu’daki
emperyalizmdir… Dolayısıyla, neden söz ettiğini bilmek önemlidir…

Siyonist devlet, 1948 yılında Birleşmiş Milletler Örgütü’nün bir hilesiyle kuruldu. O kadar ayıp BM’ye yeter de artardı bile… Zira, öyle bir devletin kurulması, bizzat Birleşmiş Milletler Örgütü ‘Şartına’ mugayirdi… Filistin toprağı Yahudi yerleşimciler tarafından işgal edildi, Filistin halkının önemli bölümü sürgün edildi, toprağından koparıldı… Siyonist devletin kuruluşunu izleyen 60 yılda İsrail 65 BM kararına uymadı… Siz Birleşmiş Milletler Örgütü denileni ne sanıyorsunuz?

Donald Trump’ın, Kudüs’ü siyonist devletin başkenti saydığını ve Tel Aviv’deki büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağını ilan etmesinin ardından öbek öbek “uzmanlar” televizyonlarda boy gösterdiler… Hiçbirinin ağzından kapitalizm, emperyalizm, kolonyalizm kelimelerinin çıktığını duydunuz mu? Bu efendiler o tartışmayı hangi dünyada yapıyorlardı?
Siyonist devlet neden başka yerde değil de Filistin toprağında kuruldu? Daha 1840’lı yıllarda İngiliz dergilerinde Ortadoğu’da bir Avrupa devleti kurma gereğinden söz ediliyordu… Ve yaklaşık 100 yıl sonra muratlarına erdiler… Filistin tercih edildi, zira Ortadoğu dünyanın merkezidir… Modern zamanlardan önce de Kristof Kolomb’un macerasından önce de orası dünyanın merkeziydi…

Tarih boyunca emperyal emelleri olan tüm devletlerin gözünü oraya dikmesi boşuna değildir… Jeo-politik, jeo-stratejik, jeo-ekonomik ve ticari önemi son derecede büyük bir coğrafyadır orası… Ticaret yollarının, su yollarının kesişme noktasıdır… Kıtaların kavuştuğu yerdir… Şimdilerde de emperyalist kapitalizmin damarlarında dolaşan kan olan petrolün, doğalgazın da çoğu oradadır…
Esasen Filistin’in başına gelen bir kolonizasyondu, ama iki bakımdan özellik arz ediyordu: Birincisi, bilinen klasik kolonyalizmde (sömürgecilikte), bir ülke; emeğini sömürmek, emeğinin ürününe el koymak, doğal kaynaklarını yağmalamak için işgal edilir, sömürgeleştirilir… Filistin’de fazlası vardı… Orada söz konusu olan Filistin toprağını insansızlaştırmaktı… Bu bakımdan Filistin halkının başına gelen, genel bir çerçevede Ermeni
halkının başına gelene benziyor…
Ve ikincisi de tarihin bir ironisi, bir cilvesi olarak, sömürgelerin bağımsızlıklarını kazandığı, halkların kendi kaderlerini tayin etmek üzere tarih sahnesine çıktıkları ‘self determinasyon’a kavuştukları bir dönemde, Filistin kolonize edilmişti… [Aslında self determinasyon hiçbir yerde tam olarak gerçekleşmedi ama onu tartışmanın yeri burası değil].

Esasen siyonizm, politik bir ideolojidir ve bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır… Bilindiği gibi tabu, yasaklanarak korunandır… Dokunan eli yakar… Her kim ki siyonizmi tartışmak isterse, hemen antisemit (Yahudi düşmanı) damgasını yer ve sesi kısılır… Mesela batı üniversitelerinde siyonizme dair bir etkinlik, bir konferans düzenlemeye cüret edenler, anında tehdit edilirler… Afişleri indirilir, bildirileri tahrip edilir, konferansı düzenleyenler tehdit edilir ve bir terör havası estirilir… ‘Ayıbı açık etmek daha büyük ayıp’ sayıldığına göre…

Siyonizm ve Filistin’e dair bir dizi yalan, bir dizi tevatür üretilmiş durumdadır: İşte, halkı olmayan toprak, toprağı olmayan halk… Bir yer, bir toprak, bir ülke var ki, orada yaşayan bir halk yok… Bir de, bir halk var, onun da toprağı yok! Ve orada siyonist devletin kurulması, bu ikisinin kavuşması demeye geliyor… Oh ne güzel… Ve ikincisi, siyonist İsrail’in bölgedeki tek demokrasi olduğu yalanı… Tam bir apartheid rejimi nasıl oluyor da demokrasinin timsali sayılabiliyor? Üçüncüsü, İsrail’in dünyanın dördüncü askerî gücü olması
gerekir, zira bir düşman çemberi tarafından sarılmış durumdadır… Eğer öyleyse, olabildiğince güçlü bir orduya sahip olmalıdır… Dördüncüsü de, Filistin’de İsrail devletinin kurulmasıyla holokostun [Yahudi kırımı] sonuçları hafifletilecek, kısmen de olsa ödünlenecekti… Nazi kırımında Filistinlilerin bir dâhli mi vardı?..
Oysa, Siyonist devletin asıl misyonu ve varlık nedeni, bölge halklarının ve devletlerinin kendi ayakları üstünde durmalarını engellemektir… Bölgeyi sürekli bir çatışma-didişme, savaş, terör ve kaos ortamında tutmaktır… İstikrarsızlığı sürekli kılmaktır…
Geride kalan yaklaşık yüzyıl, Filistin halkı için kan ve gözyaşı, ölüm ve yıkım demekti… Ve Filistin’in kahraman halkı bütün bu zaman zarfında direnmeyi hiç elden bırakmadı… İnanılmaz bedeller ödedi ve ödemeye devam ediyor… Daha dün ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınma törenini protesto eden, silahsız, savunmasız 58 kişi katledildi, 2.770 kişi de yaralandı… Bu son katliam, 70 yıllık katliamlar serisinin sonuncusuydu… Ve ‘uygar dünya’ katliamı sözde kınamanın ötesine hiç geçmedi… Kınamakla eğer şeylerin seyri değişseydi, her şey ne kadar da kolay olurdu… Orada tam bir insanlık ayıbı, insanlık utancı var…
Türkiye, siyonist devleti ilk tanıyan Müslüman ülkeydi… Her zaman siyonist rejimin safında oldu… Gerçek durum öyle olsa da, retorik hep farklıydı… Güya suret-i haktan görünmeye çalışarak, kitleleri aldatmaktan da geri kalmadılar… Bir NATO üyesi, bir ABD uydusu olan TC, Filistin’e dair düzgün bir tavır alabilir, Filistin halkını haklı davasında destekleyebilir miydi? Türkiye, NATO üyesi olduğu anda bölgeye dair bağımsız dış politika uygulama yeteneğini kaybetmişti… Siz söylenene değil, yapılana bakın… Sadece Filistin sorunuyla
ilgili değil, ne zaman başta bölge halkları olmak üzere, ezilen, sömürülen halklar emperyalizmle karşı karşıya gelse, TC hep emperyalistlerin (kolonyalistlerin) safını tuttu…
Hükümet 3 günlük yas ilan etmiş… Bir ay yas ilan etseler bir şeyler değişir mi? Yapılması gereken, kınamak, lanetlemek, yas tutmak mı? Bir gün gelecek Filistin halkı mutlaka kazanacak, kimsenin kuşkusu olmasın… Özgürlüğü, haysiyeti için mücadele iradesine ve kararlılığına sahip bir halkı, öldürebilirsiniz, katledebilirsiniz, aç ve susuz bırakabilirsiniz ama asla yenemezsiniz… Filistin halkı geride kalan 70 yılda öyle olduğunu gösterdi… Ve tabii insanlığın ayıbını, utancını da açık ederek…

68 Hareketi, Mayıs(ımız), Kaypakkaya ve 1971

Ne geçmiş tükendi ne yarınlar

Hayat yeniler bizleri.”[1]

50 yaşındaki ‘68 Hareketi, ‘71 çıkışı ile Mayıs(ımız) ve İbrahim Kaypakkaya gerçeği, -içerdiği müthiş tarihsel önem nedeniyle!- üzerinde hassasiyetle durulup, irdelenmesi gereken bir başlıktır.

Hepimize, “Ne geçmiş tükendi ne yarınlar” dedirten bu kalıt, “Bahar isyancıdır” şiarının tüm canlılığı ve öğreticiliyle karşımızdadır hâlâ…

In principio erat verbum/ Önce söz vardı” genellemesine, Friedrich Engels’vari, “Hayır… Önce eylem vardı”[2] dedirten öğretici gelenek; üzerinde tepinmeye kalkışan ödlek liberallerin kavramaktan aciz olduğu bir devrimci içeriğe sahip olması yanında; hepimize Vassilis Vassilikos’un şu uyarısını anımsatır:

Ölüler konuşmaz. Sırtlarında ölümün güzelliği, hiçbir ilkbahar ve tomurcuklarının bize açıklayamayacağı sırları birlikte götürürler. Soğuyan kemiklerin çevresinde oluşan tuz gibi, yapılamayan açıklamalar, boğulup giden savunmalar, muhtıralar, yetki itirazları, yargılama yöntemleri, olayların yorumuyla kabardıkça kabaran topraktır onlar.”

Biz, geride kalanlar için üzerinde tepinilen bir zemin değil; yaşamın yeniden üretildiği mekândır geçmiş(imiz).

Liberaller bu gerçekten bihaber olsa da, devrimciler onu asla unutamaz; tıpkı Lansgton Hughes’un, “Sıkı tutunun hayallerinize… Çünkü hayaller ölürse, hayat kanadı kırık bir kuş olur, uçamayan,” uyarısına Rahmi Öğdül’ün eklediği gibi:

Geçmişe dair yapılar birer birer yok oluyor. Toplumsal bellekle birlikte kişisel belleklerimiz de. Ama geçmiş asla kaybolmuyor, nesnelerin içinde gömülü, yeniden keşfedilmeyi bekliyor ve ‘Aklın, bize geçmiş diye sunduğu şey aslında geçmiş değildir. Hayatımızın her saati, tıpkı kimi halk efsanelerindeki ölülerin ruhları gibi, ölür ölmez somut bir nesnenin içine gizlenerek onda vücut bulur. Oraya hapsolur ve biz o nesneye rastlamazsak, temelli olarak orada hapis kalır. Biz nesne aracılığıyla onu tanır, çağırırız, o zaman kurtulur,’ diyor Marcel Proust… Geçmiş yok edildiğinde, zorbaların yarattığı belleksiz mekânlar kaplıyor her yeri; sular yükseliyor, şimdinin katmanında çaresizce bekliyoruz, yüzümüz geleceğe dönük. Godot’nun gelecekten geleceğini düşünüyoruz. Gelecek dediğimiz, geçmişin uzantısıdır. Godot geçmişte saklı. Umudu geçmiş büyütüyor.”[3]

Geç(me)mişin değerlendirmeleri tam da böylesi bir kavramsal çerçevede ele alınmalıyken; “Oldu bitti, geride kaldı” denilmesi mümkün olmayan Onlardan bize, “Bir deli birçok deli yaratır, birçok deli ise deliliği,” diyen Roman atasözündeki yıkıcı yaratıcılığın, romantik cüretin ısrarı miras kaldı.

Söz konusu miras, “yoldaşlık” kavramında ifadesini bulan cüretkâr realitedir.

Yoldaşlık, özü itibariyle “arkadaşlık” ve “yol arkadaşlığı” olarak tanımlanmıştır. XX. yüzyılın başından itibaren ise dünyayı ve toplumu değiştirmek için yola çıkan Komünistler tarafından kullanılmaya başlanmıştır.

Bu biçimiyle yoldaşlık kavramı; yeni bir toplum tasavvuru için gerekli olan yeni insan tipi ve ilişki biçimlerinin gereklerine yanıt veren düşünce ve davranıştır. Yani, insanlık tarihinin binlerce yıldan beri ürettiği en yüce insani değerlerlerin toplamıdır.

Devrimci insana ve insan ilişkilerine ait olan hiçbir şeye yabancılaşmayıp, yeni bir dünya (ve buna bağıntılı yeni insan tipini) yaratmak için “ahde vefa”ya sırt dönmeyen yoldaşlık, devrimciler için geçmişten geleceğe yönelen (devrimci kopuşlar içindeki) sürekliliktir.

Geleceğin önün açan bu (devrimci kopuşlar içindeki) süreklilik, egemenlerin örtbas ettiği hakikâtin üzerindeki manipülatif örtüyü kaldırıp, iktidar gerçeğini deşifre etmiştir.

Bilindiği üzere iktidar hakikâtin üzerindeki örtüyü kaldırmayı yasaklanmıştır. Hakikâtin üzerindeki örtülü hep kalmalıdır. Çünkü kendini “hakikât” olarak dayatan egemenlik pisliklerini bu örtünün altında saklarken; 50 yaşındaki ‘68 Hareketi, ‘71 çıkışı ile Mayıs(ımız) ve İbrahim Kaypakkaya gerçeği onu ortaya çıkarmıştır.[4]

O hâlde öncelikle ‘68’den başlayalım…

68

‘68; muhafazakârlığa, statükoya karşı bir özgürleşme hareketi olup, muhtelif (düzen içi ve dışı) versiyonlarıyla bir özgürlük ve Memet Baydur’un, “Alışkanlık kötü bir şey. Korku gibi bir şey,”[5] diye tarif ettiği her türden tutuculuğa karşı bir özgürleşme hareketidir.

Burada parantez açıp hatırlatalım:

“Özgürlük isyan değildir. İsyan özgürlüğe uzanan bir ara bölgedir… Özgürlük, insanın kendi gelişiminde rol oynamasıdır… Kişi özgür değilse bir tür otomat hâlini almıştır.”[6]

Bu hatırlatmalardan hareketle “ ‘68 neydi?” sorusuna yanıt arayacak olursak: 1968 kuşağının ilk tohumları ABD’de 1940’larda atılır. Kentlere göç eden siyahlarla birlikte 60’lara damgasını vuran ilk öğrenci eylemleri o zamanlardan başlıyor. Bir öğrenci kuşağı, kurulu düzene yalnız sokaklarda değil; toplumsal ve siyasal alanda da karşı çıkabileceğini gösteriyor. İnsanlar hiyerarşiye, otoriteye, dayatmacılığa, yaşadığı topluma öfke içindeydi.

Böylelikle kapitalist demokrasi illüzyonuna, ırkçılığa, emperyalist savaşlara, halk baskılayan mekanizmalara, sermayenin egemenliğine, ailenin kutsallığına, burjuva kültürüne yani “olağan” denilen kurulu düzene karşı çıkıldı…

1960’ların ikinci yarısından itibaren dünya, devrimci dalganın yükselişine tanık olur. 1950’lerde Vietnam Savaşı, Cezayir’in ulusal kurtuluşu ve Küba Devrimi ile başlayan devrimci süreç, 60’ların ikinci yarısında sanayileşmiş batı ülkelerinde kitlesel öğrenci gösterileri, militan işçi direnişleri ve sokak çatışmalarıyla birlikte giderek şiddetlenir. ABD’de Vietnam Savaşı karşıtı gösterilere on binler katılır, yurttaş hakları hareketi ortaya çıkar, Colombia Üniversitesi’nin 1968’de işgali gerçekleşir ve Kara Panterler Partisi kurulur.

Avrupa’da direnişin ilk başladığı ülkelerden biri olan Almanya’da ise SDS’nin öncülüğünde Vietnam Savaşı’nı protesto eden militan gösteriler gerçekleşir, 1968’de diğer ülkelerden öğrencilerinden katılımıyla uluslararası Vietnam Kongresi toplanır. Alman oligarşisinin yükselen devrimci harekete cevabı ise önce 1967’de İran şahı karşıtı gösterilerde Benno Ohnesorg’un katledilişi, ardından 1968’de Almanya Sosyalist Öğrenciler Birliği’nin (SDS) lideri Kızıl Rudi’ye (Rudi Dutschke) yapılan suikast girişimidir (Rudi başından vurulduğu bu saldırıdan sağ kurtulmayı başarsa da asla tam anlamıyla iyileşemez. 1979’da epilepsi krizi sonucu yaşamını yitirir).

Direnişin daha kısa süreli ama en yoğun geçtiği ülke ise Fransa’dır. Yükselen öğrenci hareketlerine ve üniversite işgallerine ek olarak 14 Mayıs 1968’de Nantes’da Sud-Aviation şirketinin çalışanları fabrika işgallerini başlatır. Grev dalgası kısa sürede tüm ülkeye yayılır ve 18 Mayıs’ta iki milyon, 20 Kasım’da ise 6 milyon kişiye ulaşır grevci sayısı. Sokak ve fabrikalardaki çatışmalarda öğrenci ve işçiler barikatlarda yan yana direnir. Tüm bu sürecin sonunda ise De Gaulle parlamentoyu fesheder ve seçimlere gider. Bir ay sonra yapılan seçimlerde De Gaulle’ün partisinin mecliste çoğunluğu sağlamasıyla hareket durağanlaşır. İtalya’da ise devrimci dalga Fransa’dan bir yıl önce 1967’de üniversite işgalleriyle başlar ve Fransa’nın aksine uzun bir sürece yayılacak olan işçi direnişleri, militan anti-faşist mücadele, sokak çatışmaları ve şehir gerillasıyla 1980’lerin ortalarına kadar yoğun bir şekilde devam eder.

ABD, Almanya ve diğer birçok ülkede da öğrenci hareketi Vietnam başta olmak üzere üçüncü dünyada süren mücadelelere ilgi ve üniversite içinde öğrencilerin de karar sürecinde yer alacağı bir dönüşüm talebiyle başlar. 1967 Nisan’ında tepkiler doruğa ulaşmıştır… Vietnam savaşı karşıtlığı, üniversitelerdeki buyurgan yapı, cinsiyetler arasındaki ayrımcılık, geleneksel ahlâk ve tabular ayaklanmanın başlıca nedenleridir…

Öncesinde yani 1964 Ağustos’unda Amerika Kuzey Vietnam’a havadan saldırdı. Ormanları, tarlaları, fabrikaları napalm bombalarıyla yaktı. Bu konuda bir öğrenci şöyle diyordu: “İnsanları ve beni de en çok şaşırtan, böyle gelişmiş bir ülkenin, Vietnam’a saldırmasıydı. Kendi ülkende sömürülen bir azınlığın haklarını vermiyorsun ama senden ta uzaklarda başka bir etnisite ve kültürden bir köylü toplumunu, hiç sebepsiz bombalıyorsun!”[7]

Oysa bunlar hiç de nedensiz değildi! ABD, Güneydoğu Asya ile Pasifik’i kendi çıkarları için yaşamsal bir bölge olarak düşünüyordu… 1967 sonbaharında ‘Celbi Durdurma Haftası ve Pentagona Büyük Yürüyüş’ gerçekleştirildi… Bu dönemde Çiçek Çocukları (Hippie’ler) yeni bir yaşam kültürü oluşturmaya başladı. Siyasetten uzak olan bu akım, özelikle Vietnam savaşından etkilenerek siyasallaşmaya başladı. Karşı kültür, 1950’lerin Beat kuşağından da esinlenmişti.[8]

“Amerikalılar, savaştan önce bıraktıkları hayata, kaldıkları yerden devam etmek istiyorlardı. Genç nesilden, okula gitmesi, iş bulması, hayatını ahlâk kuralları çerçevesinde yaşaması, evlenip çocuk yapması, sonra da ebeveyninden aldığı bu hazır ambalajlı yaşamın meşalesini, kendi çocuklarına aktarması bekleniyordu. Riayet etmek, iyi bir vatandaş olmanın düzen tarafından konulmuş güvenli önkoşuluydu. Ancak, emniyet ve asayişin her an ortadan kaldırılabilecek bir görüntüden ibaret olduğunu düşünenler de vardı. Dünya, Yahudilerin gaz odalarında öldürülmesinin, Avrupa’nın ırzına geçilişinin, ‘Küçük Çocuk ve Şişman Adam’ın Japonya’da yüz binlerce insanı öldürmesinin artçı şokları ile hâlâ yalpalamaktaydı. Bu ‘gerçeklerden kaçan’ sessiz toplumdan, paketlenmiş yapay bir hayatı yaşamayı reddeden bir grup hipster ortaya çıktı. Onları radikal, tehlikeli, serseri diye adlandıran tutucu kesime göre hayat tarzları bir skandaldı ve Amerika’daki zenginliği reddedişlerine anlam veremiyorlardı. Bu aykırı nesil, Beat Kuşağı idi… Beat Hareketi, yaratıcı katkıları ve ektikleri uyumsuzluk tohumları ile büyük bir zafer yaşadı. 1960’lara gelindiğinde bir başka nesil onların tarlalarında ekin biçecek, sosyal adaletsizliğe ve savaşa karşı çıkacaktı.”[9]

Bu savaşımda ‘68’in en öne çıkan kareleri Paris’dedir… ‘68’i en iyi betimleyen o günlerde Paris duvarlarından eksik olmayan “Yasaklamak yasaktır!” “Gerçekçi ol, olanaksızı iste!” “Tüm iktidar hayalgücüne!” sloganlarıydı… ‘68’in elbette 1789’a, 1848’e, 1871’e uzanan bir tarihsel arka planı, geleneği vardı…

1789 Fransız Devrimi patlak verdiğinde Paris sokakları “Liberté! Egalité! Fraternité!”, “Özgürlük! Eşitlik! Kardeşlik!” sloganlarıyla çınlıyordu.

1848’de Parisli işçilerin Haziran ayaklanması sırasında 30’undaki Karl Marx’la 28’indeki Friedrich Engels’in kaleme aldıkları Komünist Parti Manifestosu elden ele dolaşıyordu.

1871 Paris Komünü günlerinde barikatlardan “Vive la Commune!”, “Yaşasın Komün!” haykırışları yükseliyordu.

1968 Mayıs’ında ise Paris’in üniversiteleri ve meydanlarında “Egalité! Liberté! Sexualité!”, “Eşitlik! Özgürlük! Cinsellik!” sloganları yankılanıyordu. Duvarlara asılı afişlerden birinde ise şu sözler okunuyordu: “Eğer hiçbir şeyin değişmeyeceğini sanıyorsam alığın tekiyim, eğer düşünmek istemiyorsam korkağın teki ve eğer hiçbir şeyin değişmemesinin benim çıkarıma olacağını düşünüyorsam alçağın teki…”

Aslında Fransa’da her şey öğrencilerin kapitalizme, tüketim çılgınlığına, ABD emperyalizmine, geleneksel kurumlar, değerler ve düzene karşı protesto ve işgal eylemleriyle başlamıştı. Başkaldırı çok geçmeden fabrikalara sıçramış, 11 milyon işçiyi kapsayan grevler birbirini izlemişti.

Kuşkusuz, Mayıs ‘68 Fransa’ya gökten zembille inmemişti. Vietnam, Kamboçya ve Laos’un Amerikan emperyalizmine karşı kurtuluş savaşı tüm hızıyla sürüyor; ABD’de üniversite yerleşkeleri ve sokaklarda özgürlükler uğruna, ırkçılığa ve Vietnam Savaşı’na karşı protestolar büyüyor, feminizm yükseliyor, çevreci hareket filizleniyor, biyolojik ve nükleer silahlara karşı eylemler birbiri ardına geliyordu. Afrika ulusları sömürgeciliğe karşı uyanıyor; Filistin halkı ayağa kalkıyordu…

Tam 50 yıl önce Fransa ve Paris’i kuşatan Mayıs ‘68, politik bir hareket olduğu kadar, kültürel, hatta ruhsal bir isyandı. Köhnemiş eğitim sistemine başkaldırı, işçilerin de katıldığı bir gençlik isyanına dönüşmüştü.

Çok geçmeden coğrafyamız gençliğini de kucaklayacak olan Mayıs ‘68, yalnızca politik olarak değil, kültürel, sanatsal, ruhsal olarak da, bir yaşam tarzı olarak da bir kuşağı biçimlendirecek, bir kuşağa adını verecekti.[10]

En çok, “gerçekçi olup imkânsız”ın istendiği o günlerde insan(lık) gençti, güzeldi ve dünyayı değiştirmek istiyordu; ‘68 isyancıları buna delicesine inanmıştı.

“Yasaklamak yasaktı” o günlerde; baskıya, totalitarizme son verilmek isteniyordu.

Militarizme ve savaşlara “Hayır” deniliyordu!

Sınırları kaldırmak isteyen evrensel bir destan ilmek ilmek örülüyordu…

Evrensel bir destana dönüşen ‘68 Mayıs’ı, elbet o yıl olup bitmedi. Yüzlerce yıl öncesinde başlayıp; yüzlerce yıl sonrasına devam edecekti.

Paris ve Nanterre lise ve üniversitelerindeki isyan, gücünü 1789’dan, 1848’e ve 1871’e uzanan bir tarihsel birikimden alıyordu.

Politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel bir değişimi hedefleyen ‘68, Paris’ten Prag’a, İstanbul’dan Meksiko’ya, Londra’dan Washington’a dünyanın her yerini tutuşturan bir ateşti. Yaşamın her ama her alanına yayılmıştı. Evrenseldi. Simgeleri de evrenseldi.

Batı kapitalizmine karşı direnen işçi sınıfının sloganı “Patron sana muhtaç, sen ona değil” haykırışı, öğrencilerin dilinden düşmüyordu. “Özerk ve demokratik üniversite” talebi ise sendikaların da derdi olmuştu.

Ayırımcılığa baş kaldırılan o günlerde; Che’nin katline isyan edip; Vietnam Savaşı’na karşı çıkılıyordu…

İtiraz günlerinde doğaçlama serbestti. Şiirseldi. Müzikle, sanatla, yaratıcılıkla besleniyordu.

Tam da o günlerde Liverpool taşrasından gelen dört genç, ‘Beatles’ popüler olup, müzikte devrim yaratıyorlardı.

John Lennon’ın, ‘İmagine/ Düşle’ şarkısındaki üzere daha güzel bir dünya rüyası dört yanı kucaklıyordu. Amerika’da 20’lerinde genç bir şarkıcı Joan Baez, çıplak ayakları ve gitarıyla savaş aleyhine şarkılar söylüyordu.[11]

Dünya çapında yayılan isyan dalgası, coğrafyamıza 68’i Haziran ayında getirdi. 68 Haziran’ında başta İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi olmak üzere Türkiye’nin üniversiteleri işgal ve boykot hareketleri ile sallandı.

Ekim ayında ODTÜ’ye sıçrayan işgal ve boykot dalgası artık öğrenci hareketlerine yeni bir çehre kazandırıyordu. Talepleri için üniversitelerini terk etmeyen öğrenciler kitlesel forumlar örgütlüyor, “boykot ve işgal komiteleri” kurarak iş yapıyor ve bu komiteleri “boykot ve işgal komiteleri konseyi” şeklinde örgütleyerek merkezileştiriyordu. Öğrenciler böylece üniversitelerine ve geleceklerine sahip çıkıyor, memleketin geleceğine damga vuracak bir mücadelenin taşlarını döşüyorlardı. Üniversite öğrenci hareketlerine kazandırılan bu yeni çehre, günümüz öğrenci hareketlerine tutulmuş bir ışık, çizilmiş bir yoldur. İşte bugün de iktidarın bölünme tasarısına karşı fakültelerini ve meydanları dolduran öğrenciler üniversitelerine sahip çıkarken aynı zamanda üniversitelerin talan edilmesine karşı halkın hakkını ve çıkarlarını savunmalıdır.

1968 öğrencilerinin içinde yanan devrim ateşi, sadece üniversiteyle sınırlı değildi elbette. Üniversitelerine layıkıyla sahip çıkan öğrenciler, aynı zamanda memleketlerine de sahip çıkmayı bildiler. Amerikan 6. Filosuna Gümüşsuyu yokuşunu dar ederek, binler olup NATO’ya ve emperyalizme karşı meydanları doldurdular. 6. Filoyu Dolmabahçe’den denize dökecek kadar ileri giden 68’liler, bu yılın ertesinde, 6 Ocak 1969’da Türkiye’ye büyükelçi olarak atanan Vietnam Savaşı’nın ünlü işkencecisi Robert Komer’in aracını ODTÜ’de ters çevirip ateşe verdiler. Bu eylemin ardından yedi öğrenci hakkında tutuklama kararı çıktı, fakat bu karar öğrencileri sindirmeye yetmedi. Tutuklama kararının ardından 3 binden fazla ODTÜ öğrencisi savcılığa dilekçeler ile başvurarak kendilerinin de yakma eylemine katıldıklarını bildirdi. Emperyalizme karşı bu kararlı duruş, NATO’nun kan gölüne çevirdiği Ortadoğu’da bugün hepimiz için ilham kaynağıdır.

1968 yılında öğrenci hareketinin başını çeken devrimciler, yüzlerini devrime dönerek mücadele ettiler. Deniz Gezmiş ve arkadaşları bizzat Filistin’e gidip direniş kamplarında bulundular. Siyonizm’e sözde değil, pratikte karşı durdular. Sinan Cemgil ile yoldaşları Kürecik’teki ABD üssünü basmaya giderlerken katledildiler.

Kızıldere, Vartinik ve daha nicesi yaşandı…

Bu tabloda 50. yılında ‘68’in derslerini çıkartmak, söz konusu tarihsel mirasa devrimci mücadeleyi yükselterek sahip çıkmanın yegâne yoluyken; olup da bit(mey)en bizlere, Søren Kierkegaard’ın, “Yola çıkmak kaygıyı çoğaltmaktadır; yola çıkmamaksa kendini kaybetmektir,” uyarısını anımsatıyordu.

MAYIS(IMIZ)

“İsyanlar boşuna hep baharlarda çıkmaz. Ve ‘kötüler’ bahardan boşuna korkmaz… Yasakları ve yasaları hiç umursamadan; kendi içinizde ya da dışınızda dünyalar yıkıp dünyalar kurabilirsiniz,”[12] diyen Mine Söğüt’ün vurgusundaki üzere isyankâr bir bahardır Mayıs(ımız)…

‘68’in başlangıcı o yılın Mayıs ayıysa da; başkaldırının ilk kıvılcımı 11 Nisan 1968’de Rudi Dutschke’nin (“Kızıl Rudi” ) Berlin’de bir faşist öğrenci tarafından kurşunlanması üzerine Almanya’nın çeşitli kentlerinde başlayan protestolardı.

2 Haziran 1965 seçimlerinden 9 gün sonra, 11 Haziran günü Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya ve İstanbul Hukuk fakültelerinde arka arkaya boykot başlatıldı… Ünlü fotoğraf… Üniversiteli gençler sloganlar haykırarak İstanbul Üniversitesi rektörlük binasına doğru ilerliyor. Ön planda, hapisten yenilerde çıkan Deniz Gezmiş’i, Enver Nalbantoğlu’nu seçiliyor. O ana kadar devrim stratejisi konusunda farklı çizgideler… Ama yeni dinamikler artık Sosyalist Devrim’cilerle Milli Demokratik Devrim’cileri daha uzun ve engebeli bir mücadele yolunda bir araya getiriyor.

68 isyanının eğitim boykotu aşaması 25 Haziran’da sona erdi…

Öğrenci hareketi artık “Ordu-Gençlik elele”yi aşmaya yöneliyordu.

Sarı sendikacılık oyunlarına karşı İstanbul’da Derby Lastik fabrikasını işgal ediyordu işçiler. İşgalin ikinci günü İstanbul Teknik Üniversitesi İşgal Konseyi oradaydı. Harun Karadeniz işçilere sesleniyordu:

“Bu halkın evlatları olan bizler, halka dönük düzeni kurana dek çalışacağız. Bugün burada sizin yanınızdayız. Gerektiğinde yine geleceğiz ve her hareketinizde sizinle beraber olacağız!”

İşçiler 15-16 Haziran 1970’de İstanbul’u üç koldan işgal ediyor, 68 öğrenci direnişi kitlesel işçi direnişine bağlanıyordu.

Ritim hızlanıyordu. Sıkıyönetim… OYAK’ta sermayeyle bütünleşen ordu artık işçiye ve gençliğe karşı net tavır koyuyordu. 12 Mart’ın kaldırım taşları döşeniyordu…

Aslında bu sürecin başı 68 de değil, daha gerilere, çok gerilere uzanıyor… Türkiye 68’inin, önce Almanya’da başlayıp sonra Fransa’ya, diğer Avrupa ülkelerine ve ABD’ye yayılan öteki 68’lerden farkı da galiba burada.

68 bir başkaldırıysa, köhnemişi reddedip yeniyi aramaksa, yeni insan yaratma aşkıyla tutuşup yanmaksa, bunun kıvılcımları daha gerilerde çakıyor…

Emperyalizm ve militarizmin hizmetindeki TBMM genç devrimcilerden intikam almakta gecikmiyordu… 9 Ekim 1971’de 15 genç devrimcinin THKO davasında idama mahkûm edilmesiyle başlayıp 6 Mayıs 1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesiyle noktalanan yedi aylık süre, Türkiye sosyal ve siyasal mücadeleler tarihinde en acılı, ama acılı olduğu kadar da devrimci özverinin ve yiğitliğin en çarpıcı örneklerinin verildiği dönemlerden biriydi.

15-16 Haziran 1970 işçi direnişi karşısında ilk kez açıkça burjuvazinin yanında yer alan, Mayıs 1971 kitlesel tutuklamalarıyla sınıfsal tavrını daha da netleştiren Ordu, özellikle 30 Kasım 1971’de Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’nın askeri hapishaneden kaçmasından sonra insan avına, işkenceye ve hukuk dışı yargılamalara daha da hız veriyor.

30 Mart 1972 Kızıldere katliamı bu hunharlığın doruk noktası…

37 gün sonra Meclis çoğunluğu, üç gencin idam sehpasına gönderilmesini onaylayarak bu hunharlığa sahip çıkıp, ordunun cürmüne resmen ortak oluyor ve son sözlerinde, “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” diye haykıran Deniz’le Yusuf ve Hüseyin 6 Mayıs 1972’de idam sehpasında katlediliyordu.

Ve de Diyarbakır Zindanı’nda dört ay işkenceye tabi tutulduktan sonra 18 Mayıs 1973’te katledilen İbrahim Kaypakkaya da onlar gibi ölümsüzleşiyor…

“Mayıs şehitlerinin takipçileriyiz”[13] denilen ve bahar aylarının güneşin sıcaklığıyla yaza evrildiği, sevginin, aşkın, direnişin, öfkenin zirveye çıktığı ayıdır Mayıs. Ama ne yazık ki, diğer yandan Mayıs ayı zulümlerin, katliamların da bolca olduğu bir aydır.

Bu ay, Sabahattin Ali’nin, “mayıs ayların gülüdür/ taze bir çiçek dalıdır/ içerim ateş doludur/ mayıs’ta gönlüm delidir/ yeşil dağlara göçülür/ kızıl şaraplar içilir/ yarim dökülür saçılır/ mayıs’ta gönlüm delidir,” dizeleriyle betimlenen bu kesitte aklımıza hemen 1 Mayıs 1977’de Taksim’de katledilenlerimiz gelir. O gün Taksim meydanında yüz binlerce işçinin, emekçinin üzerine otel odalarından, resmi binalardan ve plakasız araçlardan yüzlerce mermi sıkıldı. O gün Taksim’de 30’u aşkın canımız alındı.

Mayıs ayı denince aklımıza 4 Mayıs 1937 de Bakanlar Kurulunun Dersim Soykırımı (Tertele) kararı ve bu kararın uygulanması sonucu 1937-1938’de Dersim’de katledilen genç, yaşlı, kadın, çocuk onbinlerce can gelir. Seyit Rıza ile yoldaşları, binlerce hizmetçi veya evlatlık verilen çocuk, başka şehirlere sürgüne yollananlar gelir.

Evet, şairin dediği gibi Mayıs ayı güllerin ayıdır. Mayıs aylarında sayısız kızıl gülümüzü yitirdik. 6 Mayıs 1972’de Karşıyaka’nın üç gülünü, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i yitirdik.

Mayıs ayı denince Kürt yurtsever hareketinden Haki Karer’i anımsamamak mümkün mü?

Ya 13 Mayıs 1980’de Karakoçan’da ölümsüzleşen Ermeni devrimci Armenek Bakırcıyan (Orhan Bakır)?[14]

1982 Mayıs ayının 17’sinde Diyarbakır zindanında 12 Eylül işkencelerini, zulmünü ve ihanetini protesto etmek için bedenlerini ateşe veren Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Üner ve Mahmut Zengin’ yani her biri bir ateş topuna döndüğü dörtleri unutmak mümkün mü?

Sonra 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır zindanlarında 68’in sembol isimlerinden İbrahim Kaypakkaya. O, işkence altında 3.5 ay boyunca direniş destanları yazarak, ser vermek pahasına sır vermeyerek, “Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi örgüt içinde bizimle beraber çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Bir gün sizin elinizden kurtulursam yine aynı şekilde çalışacağım,” diyen TKP-ML önderiydi.

Sonra 31 Mayıs 1972’de Nurhak’da Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan…

Ve 31 Mayıs’ta Haziran/ Gezi İsyanı ile başlayan süreçte Abdullah, Mehmet, Ethem, Medeni, Ali İsmail, Ahmet, Hasan Ferit ve Berkin Elvan’ın yıldızlaşarak aramızdan ayrılmaları gelir.[15]

Nihayet Paris’te 18 Mart’ta başlayan Paris Komünü, -baharı boyunca- iki ay iktidarda kalan 28 Mayıs 1871’de barikatlarda dövüşerek, düşmüş ve insan(lık)a müthiş bir umut armağan etmişti…

1971’İN ÖZELLİĞİ

1971, yasallığa teslim olmuş reformizme “Hayır” diyen ihtilalci bir hareketti, silahı ve siyaseti örgütleyen devrimci eylemdi.

Ancak tek özelliği bu değildi…

“68’liler, o kuşağı oluşturan gençler okullarının en parlak talebeleriydiler; müzikle, sanatla, edebiyatla, tiyatroyla içli dışlıydılar; vurulup öldürüldüklerinde üzerlerinden bir parça yiyecek ve birkaç kitap çıkıyordu. İdama giderken Rodrigo’nun gitar konçertosunu dinlemek istiyorlardı.”[16]

Bunun yanında “Şiirimizde, a-politik ve bireyci bulunan, bazı keskinler de daha ileri gidip burjuva şairi, diye yaftalamaya kalkıştıkları İkinci Yeni şairlerinden, onun ana sütunu olarak nitelenen Edip Cansever ile Turgut Uyar THKP-C’ ye düzenli aylık para yardımı yapmışlardı. Ayrıca Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan şiirleriyle 71 hareketinin Nâzım Hikmet, Ahmet Arif ile beraber en fazla sevip okuduğu şairler oldukları, sır değildi.[17]

Bu arada Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “Güneşi batmayan bir ada/ Ben ne şuralıyım, ne buralıyım/ Adalıyım… Adalıyım,” dizeleriyle…

Eşi Gülten Çayan atletti: 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu…

Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevî Dedesi torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına. Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.

SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı. Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı.

Dersim’de yakalanıp işkenceyle katledilen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden; Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı.

Futbolu severlerdi kuşkusuz… Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlı’ydı. 68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı. Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de… Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan platin çubukları nedeniyle erkenden koptu. Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı.

Onun mizahçı yönü bilinmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı. Aşkı da yaşadılar doyasıya…

Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi. O da 25 yaşındaydı. O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler.

Oysa… Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar. Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar? Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı? Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz? Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz? Ya da hiç küfür etmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama…”

Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler. Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar. Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı. İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler. Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto Depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler. Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar.

Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlana resmi çizip altına “Ben İnsanım” yazıp hâkime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.

Resimden, edebiyattan gelmişlerdi. Ellerinden kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil…

İBRAHİM KAYPAKKAYA

İbrahim Kaypakkaya, bu süreç ile Maoist Kültür Devrimi’nin senteziydi.[18]

Çapa’dan bir arkadaşının, Celal Temel ifadesiyle “İbrahim, müthiş zekâsı ve ışıltılı yüzüyle pırıl pırıl bir Anadolu çocuğuydu. Benden bir yıl sonra (1965’te), Ankara Hasanoğlan İlk Öğretmen Okulu’ndan Çapa’ya gelmişti. Onu Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nun meşhur çinili ders çalışma salonunda tanıdığımda, ikimiz de fizik bölümü öğrencisiydik. Çalışma masamız yan yanaydı. Çok okuyordu. Okudukları fizik dersinden çok, sol yayınlar, Marksist klasiklerdi. Günün koşullarında, okuduklarını biraz saklayarak ve adeta yutarak okuyordu. Ders çalıştığı ve fakülteye gittiği pek görülmezdi. Ama ilk dönemlerde fakültede asılan not listelerinin tepesinde görürdük onu. Notları 100 üzerinden 80’nın, 90’nın üzerindeydi. Dahi denilecek derecede zekiydi. Sarı benizli, ufak cüsseli, hafif mavi gözlü, derin bakışlı, sakin, kararlı, mütevazi bir Anadolu çocuğuydu. Sürekli gülümsemesiyle dikkat çekiyor, bilgisiyle çevresini etkiliyordu. Masasından, önceleri “Yön”, sonraları “Devrim”, “And” ve “Türk Solu”(bu günkü dergi gibi değil!) gibi dergiler eksik olmazdı. Okurken, çalışırken sürekli onu izliyordum. Kısa zamanda, Çapa’daki sol grubun teorisyeni ve lideri oldu.”[19]

25 yıllık ömrüne uzun soluklu bir devrim maratonu, soluksuz bir mücadele ve işkencelere karşı destansı direnişler sığdıran İbrahim Kaypakkaya işkence ile katledilmesi üzerinden 45 yıl geçti.

Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist TKP/ML kurucusu olan ve 1968 Türkiye devrimci rüzgârı içerisinde yer alan öncülerden biriydi.

1949 yılında doğup, ilkokulu akrabalar ve tanıdıkların yanında çevre köylerde okuyan İbrahim Kaypakkaya, Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nu kazandı. Okulun son sınıfında Yüksek Öğretmen Okulu’nu okumak üzere İstanbul’a gitti. İstanbul Üniversitesi Matematik-Fizik Bölümü’nü kazandı.

İstanbul’daki Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi – Fizik Bölümü öğrencisi olan Kaypakkaya, sol düşüncelerle burada tanıştı. Mart 1968’de Çapa Fikir Kulübü’nün kurucuları arasında yer aldı. Bu yıllarda kendini politik mücadeleye bütün varlığıyla verdi. Toprak işgali eylemlerine ve grevlere destek verdi. Yazılar yazdı, konuşmalar yaptı. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun Çapa Şubesi’ni 6 arkadaşı ile birlikte kurdu.

Çapa Fikir Kulübü’nün başkanı olan Kaypakkaya, 6. Filo’ya karşı bildiri yayınladığı gerekçesiyle Kasım 1968’de okuldan atıldı. FKF ve TİP içinde ortaya çıkan ayrışmada Millî Demokratik Devrim (MDD) tezini savunan kesimde yer aldı. Sol hareket içinde o dönem yaşanan ayrışmada (çıkardıkları dergilerin kapak renklerinden dolayı Kırmızı Aydınlık-Beyaz Aydınlık deniyordu) Beyaz aydınlık (Proleter Devrimci Aydınlık: PDA) saflarında yer aldı.

1972 yılına kadar PDA (TİİKP) saflarında çalışan Kaypakaya, Doğu Perinçek ve çevresinin saptırımcı (revizyonist) ve fırsatçı (oportunist) olduklarını iddia ederek ayrıldı. Ayrılık sonrasında TKP/ML TİKKO’yu kurdu. Kaypakkaya, Kürt sorunun da şovenist çizgiden ayrılan ilk öncülerden biri oldu.

PDA’nın “halk savaşı” söyleminin laf kalabalığından başka bir anlam ifade etmediğini öne sürerek iktisaden geri, devletin hâkimiyetinin zayıf olduğu ve tarihsel bakımdan isyan hareketlerini desteklemeye elverişli bölgelerde siyasal çalışmalarını yoğunlaştırdı.

1971’de kaleme aldığı sosyolojik açıdan şaşırtıcı bölge raporları, onun derin gözlem gücünü ortaya koyması bakımından önemli metinler olarak tarihteki yerini aldı.

24 Ocak 1973’de Dersim/Çemişgezek ilçesi Vartinik köyü Mirik mezrasında etrafları sarılarak, pusuya düşürüldüler. Çatışmada TİKKO’nun ilk komutanlarından Ali Haydar Yıldız yaşamını yitirirken, Kaypakkaya yaralı olarak çatışma alanından uzaklaşır. Beş gün kadar dağda yaralı saklanan Kaypakkaya, yiyeceğinin kalmaması üzerine indiği köyde Cafer Atan isimli bir öğretmenin ihbarı sonucu yakalandı. Yaralıyken ayaklarının donması üzerine her iki ayağı kesilir.

İbrahim Kaypakkaya, Diyarbakır’da süren dört aylık sorgulama ve işkence (parmaklarının, ellerinin, ayaklarının kesilmesi gibi) sürecinden sonra 9 Mayıs 1973’te babasına sorgusunun bittiğini ve görüşmelerinde sakınca olmadığını belirtip, Çapa FKF ile ilgili hakkında açılan bir soruşturma için bazı belgeleri getirmesini istedi. Mahkemeye çıkartılmasına az bir zaman kala, görgü tanıklarına göre 16 Mayıs 1973’te son bir kez sorguya götürüldü ve 18 Mayıs 1973’te yapılan işkence öldürüldü.

3.5 aylık işkenceli sorgulardan sonra 18 Mayıs 1973’te Diyarbakır’da işkencede katledildi. Cesedi ailesine bir torbada teslim edildi. İşkencede “ser verip sır vermeme”nin devrimci simgesi oldu.

O müthiş komünist direngenliği kadar insan olan ve kalan İbrahim Kaypakkaya konusunda -ağabeyinin kendisine ilk olarak Gündoğdu Marşı ile Enternasyonel Marşı’nı öğrettiğini söyleyen- kardeşi Feride Ayata’nın, “Çok farklı bir çocuktu” vurgulu anlatımında müthiş ipuçları vardır:

“Abim Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda okuyordu. Sömestr tatili olduğu zamanlarda ağabeyim ile birlikte köyde okuyan 5-6 civarında çocukla beraber köye geliyorlardı. İbrahim’in arkadaşları giydikleri elbiseler ve yaklaşımları ile köylü kesiminden üstün olduklarını ima ederlerdi. Ama ağabeyimi biz hiç o takım elbiselerle gezdiğini görmedik. Köye geldiği zaman hemen okul üniformalarını çıkarır normal elbiselerini giyerdi. Bir diğer farklılığı ise köye gelir gelmez köyün en fakiri olan buzağıcı Hasan’ın evine gider onunla dayanışma içerisine girerdi…

Onun köyde en çok göze batan özelliği, üretime katkı sunmasıydı. Çünkü babam inşaat işçisiydi. Dolayısıyla annem ev ve tarla işlerinde yalnız kalıyordu. Ağabeyim bilirdi ki kendi gücüne ihtiyaç duyuluyor. Bilirdi ki bir kişi demek, birçok işin altından kalkmak demekti. Annemle beraber tarlalara giderdi. Buğday biçerlerdi. Anlayacağınız İbrahim ağabeyim küçük ömrüne binlerce anı sığdırdı…

Ağabeyim tarlalardaki insanlarla karşılıklı türküler söylerlerdi. ‘Hadi bir türkü söyleyin’ derdi. Ağabeyim en çokta ‘Burçak Tarlası’nı söylerdi. Onu çok severdi. Annemle yan yana gelir, anneme türküler, ezgiler söyletirdi. Annem hep hasret, acı, hüzünlü türküler söylerdi. ‘Ana hayata dair bir şeyler söyle. Niye hep kötü şeylerden dem vuruyorsun. Bak biz yanındayız, çocukların yanında. Hani eskilerden kalma halay makamları yok mu onları söyle’ derdi.”

Kaypakkaya’nın ders notlarının yüksek olmasından kaynaklı İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na geçtiğini ve orada mücadeleye aktif olarak başladığını belirten Ayata Kaypakkaya, “İbrahim Fikir Federasyonlarında aktif çalışmaya başlıyor ve ilk olarak Doğu Perinçek’le düşünce olarak ters düşüyor. Milli çizgide ilerliyor Doğu Perinçek. Ağabeyim kabul etmiyor bunu. Daha sonra Kürt meselesi üzerinden Kemalizm’e getirdiği eleştiriler yüzünden çok tepki alıyor İbrahim. Mevcut hükümet, düzen onun düşüncelerini çok tehlikeli bulurken, Türkiye solundan bazı gruplarda onun düşüncelerini tehlikeli buluyor” diye belirtti.[20]

Yine bir diğer kardeşi Ali Ekber Kaypakkaya’nın naklettiği üzere: “İnşaat işçisi bir babanın, ev işçisi bir annenin 6. çocuğuyum. Arada ölen birçoğunu saymazsak tabii. Çocukluğum hep maddi bakımdan sıkıntılar içinde geçti. Babam ilkokulu dışarıdan bitirmesine karşın bilge bir insandı. Annemin okuma/yazması yoktu. Dünyanın belki de en naif insanıydı.

Çocukluğumuzda, babam başucumuzda Yaşar Kemal’den, Fakir Baykurt’tan romanlar okur; romanlarda anlatılan öykülerin hayalleriyle uykuya dalardık. (Daha sonraları ablam bu görevi devraldı. Ben de çocuklarımın başucunda romanlar okudum). Okuma alışkanlığım hâlen devam ediyor.

Ev ahalisi kalabalıktı. Ankara’ya okumak için gelen halamın oğlu, ninem, 7 çocuk, anne, baba… derken curcunası hiç eksik olmayan bir ev. Ev ekonomisine katkı yapmak amacıyla henüz şebeke suyuyla tanışmamış bir gecekondu bölgesinde eşekle su taşıyoruz gecekondulara. Ayağımızda ayakkabı, sırtımızda giyecek düzgün bir kıyafetimiz bile yok. Annem, babam iyi bir tahsil görmemiz için çırpınıyorlar.

Bu yoksulluğun arasında 9 yaşındaki (benden 1.5 yaş büyük) ağabeyim Kemal zatürreden öldü. İbrahim ağabeyim aranıyor. Ara sıra Ankara’ya uğradığında tebdil-i kıyafet geliyor eve. Zayıflamış, rengi solmuş… Polisler evi kontrole geliyorlar sık sık. Yolun hemen altındaki çeşmeden evlerine su götürmek için toplanan gecekondulu kadınlara, çocuklara soruyorlar: ‘Gelen giden var mı Kaypakkayalara?’ Gecekondulular susuyor.

Ocak ayındayız. Yıl 1973. Komşumuz Bahattin Amca alışılmadık bir ziyarette bulunuyor evimize. Babam işten eve yeni gelmiş; ‘Radyo’yu açın da akşam ajansını dinleyelim’ diyor. Bahattin Amca itiraz ediyor. Muhabbet etmek istiyor. Israr ediyor. Ağabeyimin yaralı yakalandığı haberini radyodan dinlemiş daha önce. Belli ki, duymasını istemiyor. Babam o gittikten sonra açıyor radyoyu; acı haberi duyuyor: ‘Ali oğlu İbrahim Kaypakkaya, Tunceli kırsalında yaralı olarak ele geçirildi.’ Babam ‘eyvah’ diyor, ‘keşke ölseydi, şimdi bin kez öldürecekler oğlumu’.

Günler hızla geçiyor. Aylardan Mayıs. Babam, ağabeyimin cenazesini getiriyor evimize, asker-polis konvoyu eşliğinde. Tepelere büyük projektörler kurularak evin çevresi aydınlatılıyor geceleri. Karanlıktan korkan ben, projektörlerle ışıl ışıl aydınlatılmış gecenin içinde dipsiz kuyulara sürükleniyorum sanki. Çocuk dünyam daha da çok kararıyor…

Samimi, sıcak, yüzünden gülümsemesi eksik olmayan birisiydi. Ölümüne sebep olan işkenceli sorgulara girmeden önce hastanede kesilen parmaklarının pansumanını yapan hasta bakıcı Zekeriya Amca da aynı şeyi söylüyor: ‘Ayak parmakları kesik, karyolaya kelepçelenmiş olduğu hâlde beni hep gülümsemeyle karşılardı’ diyor.

Köye gelir gelmez hemen işe koyulan, diğer okuyan çocuklar gibi kendini yüksekte görmeyen çalışkan bir insan. Siyasi yaşamında sert bir polemikci olmasına karşın son derece sevecen… Aşık olmayı, sevmeyi bir zafiyet olarak görmeyen biri.

Toplumun en alt kesimlerine, çobanlara, hamallara, ağır işçilere, topraksız köylülere ayrı bir sempatisi var. ‘Ellerinden öpülmesi gerekenler bunlar’ diyor.”[21]

Burada durup, “İbrahim Kaypakkaya, insanlığın komünizme doğru yürüyüşünün, ileri adımlarından birisidir” alt başlığında bir parantez açarak ilerleyelim:

“İbrahim Kaypakkaya, Türkiyeli devrimciler açısından genellikle birbirine zıtmış gibi görünen iki farklı başlık altında değerlendirilir. Bir kısmı İbrahim’i ‘ser verip sır vermeyen’ bir devrimci olarak tanımlarken, diğer bir kısmı onu Mao Zedung’un düşüncelerini kopya eden bir köylü devrimcisi olarak görür. Bu iki farklı bakış açısının kesiştiği ortak nokta, her ikisinin de İbrahim’i anlamaktan son derece uzak olmalarıdır.

İbrahim’i ser verip sır vermeyen yönü ile öne çıkaran bakış açısının temel sorunu, İbrahim’i yalnızca işkencedeki tutumu ve direnişi ile yücelterek, onu bu yönü ile kahramanlaştırmasıdır. İbrahim’in yalnızca bu yönü ile öne çıkarılması, ister istemez onun bütünü ile anlaşılmasını güçleştirdiği gibi uğruna serinden geçtiği sırrın da üzerini örter.

Diğer bakış açısı ise Mao Zedung’a dair olumsuz değerlendirmelerden yola çıkıp, İbrahim’in fikirlerini ve eylemlerini küçümseyerek gözardı eder. Böylece İbrahim’in komünist niteliği hem olumsuzlanan Mao dolayımıyla, hem de uvyerist (işçici) bir yaklaşımla değersizleştirilir.

Dolayısıyla İbrahim’i kendi gerçekliği içinde değerlendirebilmek adına öncelikle bu iki bakış açısı ile hesaplaşılması gerekiyor. Çünkü her ikisi de İbrahim’i egemenler açısından tehdit edici olmaktan çıkartıyor. İbrahim’i kahramanlaştırıp bir ikona dönüştürmek ya da küçümseyip görmezden gelmek arasında sistem açısından tehlikeli bir fark bulunmuyor.

Oysa, İbrahim bu coğrafyada, kapitalist sistem açısından dönemin en tehlikeli komünisti olarak görülüyordu. Böyle görülmesinin temel sebebi ise Lenin’in ‘devrimci teori olmadan, devrimci pratik olmaz’ sözünü, kendi özgünlüğünde gerçekleştirmeye başlamış olmasıdır. Bu özgünlük İbrahim’in komünist niteliğini Kemalizm ile barışık olarak değil, onun dışında ve karşısında inşa etmesine dayanır. Kemalizmin sınıfsal niteliğinin analizine yönelik çalışmaları, İbrahim’in teorik açıdan pek konuşulmayıp, üzerinin örtülmesinin de temel bir nedenidir. Özellikle İbrahim’i yukarıda bahsedilen iki bakış açısından herhangi biriyle değerlendirmekte ısrar edenler, bu nedenle onun fikir ve eylemlerinin görmezden gelinip, hasır altı edilmesine de ister istemez katkıda bulunurlar.

İbrahim, Kemalizmin karakterinin analizinden hareketle Kürt Ulusal Sorunu’nu, TKP’nin revizyonist tarihini, Dersim Katliamını ve başta Ermeni ve Rumlar olmak üzere tüm halkların maruz kaldığı kırım ve baskı politikalarını deşifre ederek bu meselelere dair süren sessizliği bozdu… Özellikle Büyük Proleter Kültür Devrimi ile dünya çapında yaratılan devrimci dalga İbrahim’in TC’nin resmi tarih ve ideoloji ile hesaplaşabilmesinin zeminini hazırlamıştır.

İbrahim’in Mao’yu taklit eden, basit bir köylü devrimcisi olarak ele almak, onun bulunduğu her bölgeyi analiz etmesinin ve oradaki yerel halkla devrimci mücadelenin kuvvetlenmesine yönelik ilişki geliştirmesinin sebeplerini anlamaktan da uzaktır. Gerçeklik şudur ki, İbrahim’in teorisi gibi pratiği de devrimcidir ve komünist bir içeriğe sahiptir.

Dolayısıyla İbrahim’in uğruna serinden geçtiği sırrın hakikâti, TC’nin esas dayanaklarına vurulan devrimci darbelerin şiddetiyle örülüdür. Bu şiddetin, egemenler açısından ne kadar sarsıcı görüldüğünü, İbrahim’in parça parça edilerek katledilmesine yol açan öfkeden anlaşılıyor.

Bugün komünist bir devrimci hareketin zayıf kalmasının en önemli nedenlerinden biri olarak İbrahim’in yeterince tanınmaması ve anlaşılmaması gösterilebilir. Kimilerince bu iddia abartılı olarak değerlendirilebilir. Fakat İbrahim’in mücadele hayatı ve teorik yazıları devrimci bir ciddiyetle incelendiğinde görülecektir ki, İbrahim bugün politik gündemi belirleyen temel meselelerin birçoğunu 18 Mayıs 1973 tarihine kadar ele almıştı. Bundan dolayıdır ki Kemalizmin putlarını kıran İbrahim Kaypakkaya, açığa çıkmayı bekleyen bir hakikât olmaya hâlâ devam ediyor!”[22]

Çünkü İbrahim Kaypakkaya; Denizler, Mahirler ile birlikte coğrafyamızın sınıf mücadelesi tarihinde devrimci bir sıçramanın, ihtilalci sosyalizmin önderlerinden birisi olarak; parlamentarist ve cuntacı girişimlerden kökten bir kopuşun simgesiydi.

Bu bakış açısını Kemalizm tespitlerinde görebilmek olanaklıdır. O, Kemalist rejimin sadece ezilen halk sınıf ve tabakalarına değil ülke sınırları içinde yaşayan diğer milliyetlere karşı da amansız bir baskı uyguladığını ifade ederek milli meselede de radikal bir kopuşa imza attı.

“Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkını” sosyalist devrim sonrasına erteleme veya ona bağlama anlayışını, sol hareketin büyük bir bölümünü karşısına alma pahasına kıyasıya eleştirdi. Burjuvazinin ve toprak ağalarının, Rum ve Ermeni toprakları ile varlıklarına el koyarak palazlandığına da dikkat çekti.

Bu radikal çıkışlar, devletin dikkatini bu hareketin üzerine yoğunlaştırmasına yol açtı. Kurduğu siyasi parti, dönemin MİT raporlarında en tehlikeli Marksist-Leninist siyasi örgüt olarak değerlendirildi.

Ölümünden sonra yazıları ‘Seçme Yazılar ve Yayınlanmamış Yazılar’ başlığıyla toparlansa da, THKP-C ve TKP üzerine incelemeleri içeren yazıları ise kayboldu.

İyi de İbrahim Kaypakkaya’dan bizlere kalan miras ne midir?

i) Kemalizm ve ulusal sorunu ele alış biçimi; ii) İşkencelerdeki direniş ve cesareti; iii) Keskin gözlem ve analiz gücü, parlak zekâsı, destansı çalışkanlığı ve üretkenliği ve iv) Öğretici komünist duruşudur.

O hâlde “Önümüzde çetin ama şanlı mücadele günleri var, sınıf mücadelesinin denizine bütün varlığımızla atılalım! Bu mücadelede kahraman işçi sınıfımıza, fedakâr ve çilekeş köylülerimize, yiğit gençliğimize sonsuz bir güven duyalım,” diyen İbrahim Kaypakkaya’nın bugün hâlâ tartışılıyor olmasının kökeninde de bu miras(lar) yatmaktadır zaten; hem de ‘Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit’indeki, halka bağlılık ve inancın karşısında işkencenin gücünü yitirişini seslendiren Nihat Behram’ın, o döneme ışık tutan satırları, 40 yıl önce yazılan yapıtı[23] 25 yıl sonra tekrar yasaklandığı gibi…

YAŞIYOR(LAR), YAŞAYACAK(LAR)

68’in 50. sene-i devriyesinde “Onlar öldü. Peki biz yaşadık da ne oldu?”[24] Ya da “Hangi ölüler bu kadar canlı?”[25] soruları orta yerdeyken; bugün(ümüz)de William Blake’ın, “Arzulayıp da eylemeyen hastalık üretir,” uyarısını anımsamamak mümkün mü?

Eric Fassin’e göre, “siyaseti siyasetsizleştirme”yi düstur edindiği[26] lanetli bir kesitten geçerken; ‘68 Hareketi, ‘71 çıkışı ile Mayıs(ımız) ve İbrahim Kaypakkaya gerçeğini anımsamak “olmazsa olmaz”dır.

Eğer bu “olmazsa olmaz”lığa “es” geçmişsek; gerçeği görmemiz mümkün değildir. Zaten gerçeği görmemenin nedeni – gelecek şimdiki zamanda biçimlendilirken- yeterince cesur olamayışımız değil de nedir ki?

Bilirim: Tarih tekerrür etmez. İnsan(lar), olması gerek (ideal) ile olası (reel) ikilisi arasında gidip gelirlerken; Georg Wilhelm Friedrich Hegel, ‘Zeit Geist/ Zamanın Ruhu’ diyalektiği ile “tarihi görünmez bir Ruh’un inşa ettiğini” savunur.

Karl Marx ise, “Hegel’in Geist (mistik ruh) felsefesi tersinden okunmalı” (1848), diyerek, “Tarihi yapan Zeit Geist değil, Zeit Geist’ı yaratan, üretim ilişkileridir,” gerçeğine işaret eder.

Michel Foucault’nun, “Yaşamın ve çalışmanın temel yönelimi, başlangıçta olmadığınız başka biri hâline gelmektir,” diye tarif ettiği üretim ilişkileri de, onları değiştirmek de bir sınıf mücadelesi meselesidir.

Tarihin bizlere bir kez daha hatırlattığı buyken; “Yeryüzünde hiçbir şey insana hiçlik kadar baskı yapamaz,” diyen Stefan Zweig’ın vurgusu eşliğinde anımsayın:

Hayat ne uyandığımızda hayra yoracağımız bir düş, ne de çocukken kurduğumuz hayaller gibidir. Kocaman bir kara kutudur hayat. Acısıyla tatlısıyla her şey orda saklıdır…

İnsan ise umuduyla vardır orada.

Günler acının, hüznün kıskacında olsa da umut her dem yanı başımızdaysa tüm soru(n)lar, tüm zorluklar bize vız gelir…

Tarifi zor zamanlarda gelir. Tüm yollar kapanmış, yöntemler çuvallamış olsa da tam o zamanlarda gelir. Ne aklın kısır döngüsü ne duyguların ufuk çizgisi sınırlayamaz onu. Bir sevdiğinizin yanağınıza kondurduğu bir öpücük gibi… Gelir dağıtır başımızda dolaşan kara bulutları. Gelir çalar yüreğimizin kilitli kapısını…

Ömrüne cinnetler sunduğumuz hayat bir karanfil uzatır gibi hep bir umut sunar bize. Şairin dediği gibi; “Sen o karanfile eğilimlisin/ Alıp sana veriyorum işte/ Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel./ O başkası yok mu bir yanındakine veriyor/ Derken karanfil elden ele.”[27]

68 Hareketi, ‘71 çıkışı ile Mayıs(ımız) ve İbrahim Kaypakkaya gerçeği, “karanfilin elden ele” nasıl çoğaldığını anımsatır ve nasıl çoğaltılacağını öğretir insanlara…

12 Mayıs 2018 15:48:28, İstanbul.

N O T L A R

[*] 13 Mayıs 2018’da İstanbul PSAKD Alibeyköy Cemevi’nin ‘Bahar Şenliği’nde yapılan konuşma… 26 Mayıs 2018’de Partizan’ın ‘50. Yılında ‘68 Hareketi, ‘71 Devrimci Çıkışı ve Kaypakkaya’ başlıklı Sempozyumu’nda yapılan konuşma…

[1] Murathan Mungan.

[2] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1970.

[3] Rahmi Öğdül, “Geçmişe Dalmak Tehlikelidir”, Birgün, 16 Mart 2018, s.15.

[4] “Geçmişimizin olduğu kadar kendimize layık gördüğümüz geleceğin de çocuğuyuz. Öyle ki çoğu kez, önümüzdeki seçenekler arasındaki tercihlerimizi belirleyen bu etken, geçmişin kalıntılarını da temizleyerek, başlangıçta bulunmayan yepyeni sonuçlara yol açabilir… Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya gibi isimlerle simgelenen ve onlarla beraber ‘yeni bir dünya’ için mücadele eden bütün bir devrimciler kuşağı, hiç kuşkusuz 60’lı yılların devrime doğru gittiği duygusu veren dünyasının, ama aynı zamanda bu yeni dünyanın nasıl bir şey olabileceğine dair kendi tasarımlarının da çocuklarıydı.” (Aydın Çubukçu, “Geleceğin Gücü”, Birgün Pazar, Yıl:14, No:530, 7 Mayıs 2017, s.12.)

[5] Memet Baydur, Toplu Oyunları-1 (Doğum/ Limon/ Yalnızlığın Oyuncakları/ Kadın İstasyonu), Mitos Boyut Yay., 1993.

[6] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, Çev: Kerem Işık, Okuyan Us Yay., 2013, s. 147-153-164.

[7] Ronald Fraser, 1968-İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı, Çev: Kudret Emiroğlu, Belge Yay., 1988.

[8] San Francisco’da (North Beach), Güney Kaliforniya’da (Venice Beach) ve New York’un Greenwich Village mahallelerinde 1950’lerde birbirlerinden neredeyse bağımsız bir grup bohem sanatçı, ortak bir dil bularak sosyal ve edebi bir hareket başlattılar. ‘Yorgun’, ‘yıpranmış’ anlamına gelen ‘beat’ asi bir neslin kendini nasıl hissettiğini iyi ifade ediyordu. Daha sonraları ‘beat’, kalp atışını yansıtan ritmik caz temposunu anlamına ekledi. Bunların yanı sıra, ‘neşe veren’, ruhsal olarak aydınlatan anlamını gelen ‘beatific’ sözcüğünü de anlam zenginleştirmek için kullanmaya başladılar, bu sayede şiirler daha derin bir felsefeye oturtulmuş oluyordu. Akımın öncülerinden Fransız-Kanada asıllı Jack Kerouac (1922-1969) İkinci Dünya Savaşı’nda ordudan şizofren tanısıyla ihraç edilmişti. Beat Hareketi’nin en tanınmış ismi Allen Ginsberg’di (Asuman Kafaoğlu-Büke, “Dünyaya Kafa Tutanların Hikâyesi”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:538, 8 Temmuz 2011, s.10.)

[9] Diane Huddleston, Beat Kuşağı, Çev: Burcu Deniz, Sub Yay., 2016.

[10] Celal Üster, “Tüm İktidar Hayalgücüne!”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2018, s.12.

[11] Zeynep Oral, “Gençtik, Güzeldik, Dünyayı Değiştirecektik”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2018, s.13.

[12] Mine Söğüt, “İsyankâr Bahar”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.6.

[13] “Cemal Şerik: Mayıs Şehitlerinin Takipçileriyiz”, Gündem, 19 Mayıs 2016, s.11.

[14] “Armenak Bakırcıyan’da Hrant Dink ile birlikte Kaypakkaya’nın Ermeni halkına ilişkin yazdıklarını okumuş ve Kaypakkaya’cı TİKKO’ya katılmışlardı. ‘Milliyetçi/ırkçı tepkinin örgütsel çalışmalarına zarar vereceği’ kaygısıyla, Hrant, Fırat adını alırken, Armenek Bakırcıyan’ın mahkeme kararıyla Orhan Bakır adını alması Türkiye’nin/ Solu’nun trajik gerçeğiydi… Armenak, tutuklandığı İzmir Buca cezaevinden yoldaşları tarafından kaçırılacaktı. 1978’in 13 Mayıs’ında Elazığ-Karakoçan’da, bir eylem hazırlığı içindeyken polis tarafından katledilecekti. Vurulduğunda 23 yaşındaydı. Örgüt içerisinde inançlı, disiplinli, haksızlığa tepkili olduğu kadar arkadaşlarına karşı saygılı ve mülayim davranışlarıyla sempati uyandırmıştı. Cenazesi yoldaşları tarafından, polisin gömdüğü yerden alınarak, onun vasiyetine uygun bir şekilde bir zamanlar Ermeni atalarının yaşadığı Dersim/ Mazgirt’in yükseklerindeki Faraç tepesine defnedilecekti. Ermeni soykırımını anlamak mı istiyoruz, Armenaklar’a, Hrantlar’a bakmalıyız.” (Celalettin Can, “Mayıs’ta Toprağa Düşen Devrimcileri Unutmayalım!”, Gündem, 20 Mayıs 2016, s.14.)

[15] Erdal Yıldırım, “Mayısın Kızıl Gülleri”, 17 Mayıs 2017… http://eyildirim.de/index.php/280-mayisin-kizil-guelleri

[16] Ayşe Emel Mesci, “ ‘68’ Bir Ruh Hâliydi”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2018, s.14.

[17] Murat Bjeduğ, “Ulaş Bardakçı 44 Yıl Önce Bugün Öldürüldü: THKP-C’nin Kutup Yıldızı”, 19 Şubat 2016… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-bjedug/ulas-bardakci-41-yil-once-bugun-olduruldu-thkp-cnin-kutup-yildizi,13921

[18] “İbrahim Kaypakkaya”, Politika, Yıl:4, No:50, 30 Nisan 2018, s.17.

[19] Celal Temel, “Okul Arkadaşım İbo”, 18 Mayıs 2016… [email protected]

[20] “Feride Ayata Kaypakkaya: Kürt Halkıyla Dayanışmaya Devam”, Gündem, 19 Mayıs 2016, s.11.

[21] Ali Ekber Kaypakkaya, “44 Yılın Ardından İbrahim”, 22 Mayıs 2017… http://noktahaberyorum.com/44-yilin-ardindan-ibrahim.html

[22] Ümit Ağgül, “Kızıl Bir Put Kırıcı: İbrahim”, 18 Mayıs 2016… http://direnisteyiz3.org/kizil-bir-put-kirici-ibrahim-umit-aggul/

[23] Nihat Behram, Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit, Everest Yay., 2015.

[24] Ahmet Tulgar, “Deniz Yusuf Hüseyin Hareket Eden İsimler”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.5.

[25] “Hangi Ölüler Bu Kadar Canlı”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.1.

[26] Eric Fassin, Popülizm: Büyük Hınç, Çev: Gülener Kırnalı-İlker Kocael, Heretik Yay., 2018.

[27] A. Hicri İzgören, “Karanfil Elden Ele”, Özgürlükçü Demokrasi, 15 Mart 2018, s.11.

Trump’ın korumacılığı: Büyük geri atılım

[1]

Giriş
ABD Başkanları, Avrupa liderleri ve onların akademik sözcüleri, Çin’in büyüyen pazar payı, ticari fazlası ve teknolojik gücünü; Batı teknolojisinden “çalmasına”, “adaletsiz” ya da karşılıklı olmayan ticaretine ve kısıtlayıcı yatırım uygulamalarına bağlamaktadır. Başkan Trump, özellikle Çin ihraç mallarını hedefleyen gümrük vergilerini yükselterek, korumacı bir ekonomik rejim sürdürmek üzere tasarlanmış bir ‘ticaret savaşı’ başlattı.
Batı dünyasının Çin kötüleyicileri, devrim sonrası ABD’nin ‘küçük endüstrileri’ koruma politikasından başlayarak geçen iki yüz elli yılın kalkınma deneyimlerini yok sayıyor.
Bu makalede, şu anda Çin’e yönelik Batı saldırısının altında yatan modeli eleştirmeye girişeceğiz. Daha sonra, geri kalmışlığı ekonomilerini başarılı bir biçimde endüstrileştirme sürecinde alt eden ülkelerin deneyimini özetlemeye döneceğiz.

Tarihsel perspektifte kalkınma
Batılı ideologlar, ‘geri kalmış ekonomilerin’ aslen başarılı ülkeler, yani Birleşik Krallık tarafından oluşturulan kalkınma yolunu izlemesi gerektiğini iddia ettiler.
Bunlara göre, ‘kalkınma aşamaları’ bu ekonomileri ‘karşılaştırmalı üstünlüklerinde’[2] uzmanlaştırarak, yani hammadde ihraç ederek, liberal serbest pazar politikalarını sahiplenmesiyle başlıyordu. Ekonomik ‘modernizasyon’ aşama aşama olgunlaşmış bir yüksek tüketim toplumuna varacaktı.
Liberal aşama teorisinin savunucuları önemli ABD üniversitelerinin iktisat bölümlerinde hâkim oldular ve ABD siyasetine yön verenlerce savunulan planlama stratejisine hizmet ettiler.
İlk zamanlarda, karşıt görüşte olan iktisat tarihçileri ciddi bozukluklara işaret ettiler. Örneğin Birleşik Krallık gibi ‘ilk kalkınmacılar’; ticari üstünlüklerini güvenceye almış, kolonilerini aleyhte ticari şartlarda hammadde ihraç etmeye zorlayan dünya çapında bir imparatorluk olarak ürünlerini korumuştu. Bu durum ‘sonraki ülkelerin’ yoksun olduğu bir avantaj oldu.
İkincisi, Maliye Bakanı Alexander Hamilton tarafından idare edilen devrim sonrası ABD, yerleşik Birleşik Krallık İmparatorluğu’ndan ABD “küçük endüstrilerini” korumak için korumacı sanayi politikalarını başarılı biçimde ilerletti. ABD iç savaşı tam da ABD plantasyon sahiplerinin, ihraç mallarını İngiliz liberal serbest tüccarları ve imalatçılarına aktarmasını önlemek amacıyla başlatıldı.

19. yy ortaları ve 20. yy başlarında Almanya, Japonya ve Sovyet Rusya gibi gelişmekte olan ülkeler serbest ticaret ve açık pazarlar ideolojisini, devlet merkezli korumalı endüstrileşme lehine reddettiler ve geri kalmışlığın üstesinden gelmede, Birleşik Krallık gibi ‘ilk kalkınmacılara’ yetişmede başarılı oldular.
2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, Güney Kore, Tayvan ve Malezya ‘Batı serbest piyasa’ modelini başarısızca hayata geçirme kalkışmala rından sonra, kalkınmada devletçi korumacı ihraç modellerini başarılı biçimde sürdürdü.
Ana mal ihracında uzmanlaşarak Batılı serbest piyasa politikalarını izleyen Latin Amerika, Afrika, Ortadoğu ve Filipinler gibi bölgeler ve ülkeler durgunluk ve geri kalmışlığı alt edemedi.

Önde gelen ekonomik tarihçilerden Alexander Gerschenkon’a göre, ekonomik geri kalmışlık yükselen ülkelere belli stratejik avantajlar sağladı. Bunlardan birisi de ülke içi endüstrilerin ithal malları, dinamik bir büyümeye ve akabinde rekabetçi ihracat stratejilerine yol açan ikâmesiydi (Economic Backwardness in Historical Perspective: A Book of Essays).

Sonradan başarılı biçimde kalkınan ülkeler en son üretim tekniklerini ödünç alarak edinirken, daha önce kalkınmış olan sanayici, var olan eski moda üretim metotlarıyla kaldı. Başka deyişle, devlet tarafından yönetilen gelişmekte olan ülkeler büyüme aşamalarını ‘atladı’ ve rakiplerini geçti.
Çin, Gerschrenkon modelinin tam bir örneğidir. Çin, var olan emperyal ülkelerin tekel denetimleriyle dayatılan kısıtlamaların devlet müdahalesiyle üstesinden geldi ve en son ileri teknolojileri ve yenilikleri ödünç alarak hızlıca ilerledi, daha sonra da dünyadaki ileri patentlerin en etkin başvurucusu olmaya geçti. 2017’de Çin, 225 patent başvurusu yaparak 91’de kalan ABD’yi geçmiş oldu (Financial Times, 3/16/18, s. 13).

Teknolojik yenilikte Çin’in ilerlemesinin mükemmelbir örneği de Huawei Grup’tur. Şirket 2017’de araştırma ve geliştirmeye 13,8 milyar dolar harcadı ve ARGE bütçesini yıllık 20 milyar dolara çıkarmayı planlıyor. Çin şirketleri, networking dahil olmak üzere yeni nesil teknolojilerde standart belirlemede başı çekecek (Financial Times, 3/31/18, s. 12). Washington’ın, Çin’i ABD pazarından çıkarma hamlesinin, Çin’in ABD patentlerini ve sırlarını ‘çalmasıyla’ hiçbir ilgisi yok, ancak Huawei’nin yetenek, teknoloji, ekipman ve uluslararası ortaklıklar elde etme hedefli ARGE harcamalarıyla tamamen ilgisi var. Beyaz Saray’ın korumacı sinofobisi,[3] ABD’nin en yeni teknolojilerde rekabet etme yeteneğini baltalayan beşinci nesil yüksek hızlı veri ağlarındaki Çin ilerlemesinden kaynaklanmaktadır.
Çin’in rekabetçi üstünlüğü, devletin ileri teknolojiyi sistematik olarak ikâme etmesinin sonucuydu; bu, ekonominin aşamalı olarak liberalize olmasına ve küresel ve ülke içi piyasalarda ABD’ye karşı rekabet üstünlüğü sağlamasına olanak tanıdı.
Çin, kendinden önceki geç gelişen ülkeler örneğini (Almanya ve Japonya) takip etti ve aştı. Önde gelen sektör olarak, ileri endüstri ihracat büyümesini, ucuz emek gücü ve düşük maliyetli gıda ürünü sağlayan görece geri kalmış tarımsal sektör ile birleştirdi.
Bugün Çin, ülke içi pazarını derinleştirerek, yüksek teknoloji sektörünü ilerleterek ve düşük değer tüketicisinin ve pas kuşağı[4] endüstrilerinin önem derecesini azaltarak kalkınma merdivenini bir üste taşıyor.

Sulu gözlü ekonomiler korumacılığa geri döner
ABD’nin Çin’le rekabetteki başarısızlığı ve bunun sonucu ortaya çıkan ticaret açığı, ABD’nin yeni teknolojileri devreye sokmakta, bunları ülke içi üretime uygulamakta, geliri artırmakta ve emek gücünü geliştirerek ülke içi piyasayı savunacak rekabetçi sektörlere katmaktaki yetersizliğinin bir sonucudur.
ABD, devlet liderlik rolünü, endüstriyel rekabet gücünü kemiren finansal ve askerî elitlere teslim etmiştir. Dahası, Çin’in tersine, devlet, Çin’den gelen yoğunlaşmış rekabetle uyumlu öncelik hedeflerini belirlemede liderlik sağlayamamıştır.
Çin ekonomik ürünler ihraç ederken, ABD silah ve savaş ihraç etmektedir. ABD’nin silah ihracı fazlası ve büyüyen bir ticari açığı bulunmaktadır.
Çin, ticaret fazlasını artıran, elliyi aşkın ülkede multi-milyar dolarlık altyapı yatırımlarına sahiptir. ABD’nin ise ülke dışında bulunan 800’ü aşkın askerî üste multi-milyar dolarlık harcaması vardır.

Sonuç
Çin’in adaletsiz ticaret ve ABD teknolojisini çalma yoluyla bir dünya ekonomik gücü haline geldiği yönündeki ABD suçlamaları, 19. yy boyunca ABD’nin yükselişi ve Birleşik Krallık’ın düşüşünden başlayarak, bütün geç gelişen ülkelerin tarihini görmezden gelmektedir.
ABD’nin, saati erken dönemdeki korumacılığa geri çevirmesi ne rekabet gücünü yükseltecek, ne de ülke içi pazar payını artıracaktır.
ABD korumacılığı; basitçe yüksek fiyat, vasıfsız işgücü, savaş borçları ve finansal tekellere kapı açacaktır. Bir ABD “ticaret savaşı”, Çin devletine basitçe ticaretin yönünü ABD’den başka pazarlara çevirme ve yatırımlarını ülke içi ekonomisini derinleştirerek ve Rusya, Asya, Afrika, Latin Amerika ve okyanus ülkeleriyle bağlarını geliştirerek yeniden yönlendirme olanağı tanıyacaktır.

ABD’nin Çin’le olan “suçlama oyunu” isabetsizdir. Bunun yerine ne planı ne de mantığı olan bir laissez faire[5] ekonomisine güvenmeyi tekrar gözden geçirmelidir. Gümrük vergilerine güvenmesi, geliri artırmadan ve inovasyonu geliştirmeden maliyetleri yükseltecektir.

Günümüz ABD korumacılığı ‘ölü doğmuş’ bir biçimde başladı. Beyaz Saray, halihazırda rakipleri hedef alan gümrük vergisinin derecesini düşürmüştür. Dahası, Çin’e yönelik 60 milyar dolarlık gümrük vergisi Çin’in ihraç mallarının %3’ünden daha azını etkilemektedir. Çin gibi dışarıdaki rakipleri suçlamaya girişmek yerine onun deneyiminden öğrenmek ve onun teknolojik ilerlemesini, altyapı ve ülke içi tüketime yönelik stratejik yatırımlarını absorbe etmek daha akıllıcadır. ABD askerî harcamalarını üçte iki oranında indirmediği ve finans sektörünü endüstriye ve ülke içi üretime tabi kılmadığı sürece Çin’in gerisinde kalmaya devam edecektir.

ABD, geri kalmış ülkelerin küçük endüstrileri korumaya dayalı stratejisine dönmek yerine emek gücünün geliştirilmesi, becerilerin yükseltilmesi ve toplumsal refahın genişletilmesi ile bağlantılı devlet idareli kalkınma yoluyla rekabet etme sorumluluğunu kabul etmelidir.

James Petras

Dipnotlar

1-) Yazar, Çin Halk Cumhuriyeti tarihindeki Büyük İleri Atılım kampanyasına gönderme yapıyor (ç. n.). Çeviri: Göksel Kılınç

2-) Karşılaştırmalı üstünlükler teorisi, iktisat biliminde bir grubun bir malı göreceli olarak daha az maliyetle üretebildiği bir durumda, ticaretin ticaret yapan iki taraf için de nasıl faydalı olacağını anlatır. Önemli olan üretimdeki mutlak maliyetler değil fakat fırsat maliyetidir (Kaynak: Wikipedia katılımcıları (2016), Karşılaştırmalı üstünlükler, Vikipedi, Özgür Ansiklopedi, Erişim tarihi 26 Nisan 2018).

3-) Çinlilerden ve Çin kültüründen korkma durumu (ç. n.).

4-) Otomobil, inşaat, endüstriyel makina üretimi gibi sektörlerde fazlasıyla yoğunlaşmış ve ülkenin en çok demir-çelik tüketen sanayi sektörleri kast ediliyor (ç. n.).

5-) Laissez faire, sadece mülkiyet haklarını korumayı amaçlayan yeterli düzenlemelerin bulunduğu bir ekonomik ortamda özel taraflar arasındaki alım satım işlemlerinin müdahaleci hükümet kısıtlamaları, tarifeler ve sübvansiyonlardan arındırılmasını ifade eder. Laissez faire, “bırakınız yapsınlar” anlamına gelir. İlk kez Fizyokratlar tarafından “laissez-faire, laissez-passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sloganıyla savunulmuştur (Kaynak: “Laissez faire.” Vikipedi, Özgür Ansiklopedi. 22 Oca 2016, 13.20 UTC. 26 Nis 2018, 12.03 <//tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Laissez_faire&oldid=16550492>).

Telefonun başındaki adam

“On bir ayın sultanı
Geldi ramazan ayı
Bütün ayyaşlar siz siz olun
Bırakmayın rakıyı”

O anda davulcunun manisiyle beraber anlamıştım ramazan ayının geldiğini ve mübarek ayın ilk gününde kutlamıştım Resul Abi’nin yerinde elimizde rakılarla, yanımda tanımadığım sarhoşlarla. Hayır, davulcu ne arıyordu orada? O da ayrı bir soru. Belli ki yılın on bir ayı burada gezen ve ramazan da içki içmeyen bir abimiz olması lazım ki, bu mübarek ayda da ayrılamıyor buradan. Davulcu abi meyhanelerin önünde volta atarken meyhanelerden dökülen sarhoşlar, bahşişleri davulcunun orasına burasına sokuyorlardı. Belli ki davulcu
abi işi biliyordu. Zaten mahallelerde herkes oruç tutuyorum ayağına geziyor ama oruç tutanın sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Oruç tutan vatandaş ise yaz sıcağında sahura kadar bekliyor sonra yemeğini yiyip yatıyor. Hadi öyle yapmıyor diyelim. Senden benden akıllı telefon var. O kadar akıllı ki oruç tutanı da tutmayanı da ayırt ediyor, ona göre imsak zamanı da alarm çalıyor. Kabir defteri gibi mübarek, bir gün cehennemin konumu bile otomatik olarak telefona gelir mi? Gelir valla.

Davulcu abi somut tahlilin somut analizini yaparak “Ramazanda davulculuktan nasıl parayı kırarım?” sorusunu kendisine sormuş ve cevabını meyhaneler sokağında bulmuş. Yarım saatte bir otuzbeşliği devirerek anlamıştım bunu anca ve bu mübarek ayı kutladığım bütün tanımadığım arkadaşlarım teker teker evlerine sızmaya gitmişlerdi. Giderken de davulcunun bahşişini unutmamışlardı ama beni unutmuşlardı. Resul Abi sağ olsun, beni unutmayıp yaka paça dışarı attı ve cebimdeki bütün parayı aldı. Dedim “Bir taksi parası bırak be
abi.” Resul Abi bütün nazik tavrını ve zarafetini koruyarak “Bas git ulan köpoğlu köpek” dedi. Ben de bu zarif adamı kıramadım ve bastım gittim. Giderken davulcu abi meyhaneye girdi ve biraz para verdi bizim zarif Resul Abi’ye. O anda Resul Abi’nin zarafetinin gerçekten para ettiğine şahit oldum ve hayran kaldım adama.

Sokakta avare avare dolaşırken ayaklarımbeni metroya kadar getirmişti. Saatime baktım ve altıya on iki dakika olduğunu fark ettim. Bir sigara yakıp bekledim. Sokağa baktım. Sokak bana baktı. Düşündüm. Taşındım. Sigaramdan derin bir fırt çektim. Yine düşündüm. Yine taşındım. Sonra kustum. Düşünmek mideme iyi gelmiyormuş, onu anladım. Saat altı oldu metroya girdim. Bekledim treni, sakalımdaki kusmuk izleriyle. Tam metronun ışığını görüp, geldiğini fark edip ayağa kalktım ki, o anda bu hikâyenin başkahramanı yani telefonun başındaki adam sahneye birden atıldı. Sırtına bir kemerle başladığı hoparlörü ve telefon
şeklindeki mikrofonuyla benle beraber aynı vagona giriverdi.
Vagonda ülkenin ekonomik durumunu temsil eden bir çeşit insan sürüsünden başka kimse yoktu. Gece çalışan bir işçi abimiz, en köşede uyuyakalmış ve evine gitmek için yollarda. Bir tane kodaman dayı da tiril tiril kıyafetleri, elinde gazeteyle ülke durumunu kontrol etmekle meşguldü. Diğer köşede, ilk defa bu kadar içmiş ve midesini tutan bir genç sızlanıyordu olduğu yerde. Benim tam karşımda ise, mini etekli sarışın bir güzel
oturmaktaydı ama kötü olan şey, yanında da bir buldozer yer almaktaydı. “Böyle güzel bir kadın neden buldozere ihtiyaç duyar ki?” sorusu kafamı çengel bulmaca gibi meşgul ederken telefonun başındaki adam başladı kodaman dayının önünde serenat yapmaya.
– Telefonun başında bahşişi bekliyorum

Bekliyorum ama gelmeyecek biliyorum

Ülke ekonomisi diyor ki boşuna bekleme

Bahşişi vermeyecek seni çok sevse de

Her şeye hâkim olabilirsin ama

Bu ülke batmıştır bunu bilmelisin.

O anda rahatsız olan kodaman abimiz elindeki gazeteyi toparlayarak başka bir köşeye geçmiştir. Fakat tavrını hiç bozmayan telefonun başındaki adam başladı genel bir tirat atmaya.

– Efendim merhabalar, merhabalar, merhabalar… Bir sabah vagonunda yine sizlerle beraberiz. Beni hatırladınız değil mi güzel bayan?
Bu seslenişi karşımda duran güzelliğe yaptı ve yanındaki buldozer bir şahlandı, bir şahlandı ki aklıma birden çiftleşmek için savaşan filler belgeseli geldi. Belgesel çiftleşmek isteyen iki erkek filin aynı anda bir dişi file yaklaşmasını ve öncesinde bunların slow motion savaşlarını baz alıyordu. İki erkek fil birbirini boynuzlarından ve hortumlarından destek alarak ite kaka, ite kaka yenmeye çalışırken dişi fil ise “Allah belanızı verse de, ikinizden de kurtulsam” edasında onlara bakıyordu. Sonunda tabii ki de güçlü olan zayıf olanı yeniyor. Dişi file yaklaşarak amacını gerçekleştiriyordu. İşte güçlü olan fil gibi hortumlarını ve boynuzlarını çıkaramayan ama onun yerine parasını çıkaran buldozer abimiz, telefonun başındaki adamın eline on doları sıkıştırdı. Bahşişi alan susar mı hiç? Başladı şarkısına devam etmeye.
– Bana dolar veriyorsun
Bunu sen de biliyorsun
Niye o kodaman vermiyor?
Son sözünde tiril tiril giyinen kodaman abimizi gösteren telefonun başındaki adam şarkısının sonunu da getirmeyi bildi.
– Ben onu bir anlık değil
Bir metro boyunca aradım
Elindeki gazete umurumda değil.
Bu sözlere huylanan kodaman abimiz elindeki gazeteyi toparlayarak diğer vagona geçmeyi kendine bir borç bildi ve hemen kendine borcunu ödeyip uzaklaştı oradan. Kodaman abi de haklı, ülke durumunu öğrenmek için gazeteye odaklanıp okuması lazımdı. O gazeteyi okumasa nasıl bilecekti etrafında neler dönüp neler dönmediğini. O yüzden kodaman abimiz etrafını anlamak için etrafında olup bitenle ilgilenmeyerek kaçtı hemen oradan. O anda yeni durağa geldiğimizin işaretini veren elektronik konuşan ablanın hemen ardına
telefonun başındaki adam, dublaj yapmayı eksik etmedi.
– Gelecek durak: Beştepe
Next station: Beştepe
Dünkü konuşmamdan da hatırlayacağınız gibi başkanlık seçimine adaylığımı koyuyorum arkadaşlar.
Konuşmanın ardına dur durak bilmeden kendini alkışlayan telefonun başındaki adam, yani yeni başkan adayımız, “şak, şak, şak” diye diye etrafta dolanmaya başladı. İlk başta uyuyan işçinin başında şakşaklamalar yaptı fakat işçi öyle derin uyuyormuş ki, tepkisi sadece burundan çıkardığı horlama sesinden başka bir şey olamadı. Hemen ardından devam etti.
– Sen horla işçi kardeşim, rahatça horlamana bak. Bana oyunuzu verirseniz eğer işçilere ayrı bir otobüs sağlayacağım. Adı ise “Ninnibüs” olacak canım vatandaşlarım benim. Ninnibüs işçi kardeşlerimi işyerinden alacak, iki saat tur attırıp geri işyerine getirecek. Ne gereği var evine gitmesine? Zaten gitse iki saat uyuyacak. Onun yerine gezmesine sağlayacağız. İşçi kardeşlerim, işlerinin geriye kalan zamanlarında hem gezecek hem dinlenecek. Şak, şak, şak, şak, şak, şak, şak…
Etrafında dönmeye başlayan başkan adayımız, metronun diğer durağa gelmesiyle sarsıldı ve buldozerin yanındaki güzel kadının yanına düşüverdi. Dili durmayan telefonun başındaki adam devam etti dudağını güzel kadına yaklaştırarak.
– Aşk tesadüfleri sever. Förs leydim olur musun güzel bayan?
Bu sefer şahlanmanın ötesinde kanatlarını açan hortumunu havaya diken buldozer abimiz, elindeki bir deste doları dudaklarını uzatan başkan adayımızın ağzının arasına koydu ve ensesinden tutarak, kusmamak için midesini tutan gencin yanına attı. Bu eylemi gerçekleştirirken de en az Resul Abi kadar zarafetinden de ödün vermedi. Gencin yanına düşen başkan adayımız hemen ayağa dikildi ve konuşmasına devam etmeye başladı.
– Seni de unuttuğumu sanma genç adam.

Gençlerin en büyük derdi ne ders ne okul, ne para ne de pul, ne içki ne de cinsellik mevzuları. Sizin en büyük derdiniz altmış yaş üstü emekli amca ve teyzeler. Ben başkan olduktan sonra bu emekli artıkları sadece ve sadece saat on ile dört arasında toplu taşımaya binecekler. Diğer saatlerde binemeyecekler ve gençlerimiz artık yer vermekten kurtulacak. Şak, şak, şak, şak, şak, şak, şak, şak…
Etrafında bilmem kaç kere üç yüz altmış derece dönen başkan adayımız, döne döne tekrardan buldozer abinin yanına gitti.
– Merhabalar canım abicim benim, eğer başkan olursam senin için doları on lira yapacağım. Bak mis gibi cebinde dolarlarla dolaşıyorsun. Beni göstermekten de çekinmeyen başkan adayımız konuşmasını sürdürdü.
– Bu pis fakir gibi değilsin sen, bir farkın olmalı canım abicim vatandaşım benim. Ben başkan olayım, bu ülkenin para babası olacaksın. İnan başkan kardeşine. Pis pis sırıtmaya başlayan buldozer abi kanatlarını
açarak, yanındaki güzeli sarıp sarmaladı ve şu anki ülke durumu gibi bir yayılma politikası durumuna geçti. Bu duruma göz yummayan başkan adayımız ise kendinden taviz vermeyerek atar yapmaya başladı.
– Bırak ulan förs leydimi ayı?
Bu kelimeyi duyan ve yayılma politikası uzun sürmeyen buldozer abi kanatlarını başkan adayımızın yakasından tutarak, saatte doksan kilometre de giden metronun içinde başkan adayımızı ters yönde saatte iki yüz kilometre hızla itmiş ve ta diğer vagonda olan kodaman abimizin yanına kadar göndermiştir. Kodaman abi artık dayanamayıp metronun en arka tarafına doğru arkasına bakmadan koşar adım gitmiştir. Telefonun başındaki başkan adayımız ise arkasından Sezen Aksu’yu da eksik etmemiştir.
– Gitme dur! Ne olursun?
Gitme bahşişi istemedim
Doğru değil para vermeye
Daha hiç hazır değilsin?
Aramızda yaşanacak
Yarım kalan bahşişler var
Gitme dur şimdiden
Deliler gibi özledim…
Bu şarkıyı duyan kodaman abimiz hemen ilk durakta inmeyi kendine bir borç bildi ve inip borcunu hemen ödedi. Geriye doğru hüzünlü bir şekilde gelen Sezen Aksu çakması başkan adayımız, söylemlerine devam etti.
– Vatandaşlarım aramızdan biri ayrıldı fakat bu önemli değildir. Size son vaadimi açıklıyorum. Başkan olduktan sonra artık bu ülkenin marşını değiştiriyorum. Son ki üç dört…

Telefonun başında Trump’ı bekliyorum
Bekliyorum ama çalmayacak biliyorum
Ekonomi bakanım diyor ki
Boşuna bekleme aramaz krizden dolayı
Seni çok kullansa da
Her şeye karşıt olabilirdim ama
Ülke batıyor bunu bilmeliyiz.
Marşlar havada uçuşurken buldozer, güzel kadını belinden tutaraktan dışarıya çıkardı ve uzaklaşarak gittiler. Bu süreçte aklımda çengel bulmaca gibi çözülemeyen “Bu kadar güzel bir kadın bu buldozere neden ihtiyaç duyar ki?” sorusu “bahşiş” kelimesiyle cevabını buldu.
En sonunda beni gözüne kestiren telefonun başındaki başkan yanıma yanaştı ve elindeki telefon görünümlü mikrofonu uzatarak konuştu.
– Sıkıldım bu başkanlıktan ya zaten daha Beştepe’ye de gelmedik. Ben bırakıyorum bu işi gidip kendime öküz bankası açacağım. Sonra da Nijerya’ya kaçıp orada krallık kuracağım. Seçimlerden bıktım ya. Her sene seçime giriyorum. Seçilmekten bıktım.
Dedi ve elime bıraktı telefon görünümlü mikrofonu basıp gitti. Ben ise olan olaylara o kadar çok dalmışım ki durağımı kaçırmışım. Daha birçok şeye dalıp birçok şeyi kaçırdığım aklıma geliyor ve bu durumun bu ülkenin bir hastalığı olduğu kanaatine varıyorum. Elimi cebime atıyorum içinde beş kuruş olmayan cüzdanımı bulamıyorum. Büyük ihtimalle bu vagondan çıkan hiç kimse cüzdanını bulamayacak. Ben de artık metrodan
çıkıyorum ardıma bakınca yalnızca işçi kalmış ve hâlâ uyuyor.

Emre Kalaylar

Hakkâri’deki Paris’li: Ferit Edgü

Kitapları da dostlarını

seçer gibi seçmeli kişi,

öyle değil mi?”[1]

“Yaralı zamanların yazarıdır”…[2]

“Kuşağına bağlılığını her zaman dile getiren, asla taviz vermeyen bir isimdir,”[3] derler Ferit Edgü hakkında…

O çok genç yaşında keşfetti Rimbaud’nun, Lautréamont’un şiirlerini, Fransızca çeviriler yaptı sonra. Birçok kitabının ilk baskılarına sahip olduğu Artaud’yu da oldukça erken yaşlarda okudu.

Van Gogh, kendi deyimiyle ilk gördüğünden bu yana yakasını bırakmadı. Ki onunla ilgili yazdığı bir kitabı da vardı.

Fikret Mualla üzerine ilk yazıyı yazan, o olmadıysa da Semiha Berksoy’un resimleri üzerine ilk yazıyı o yazdı ve onun serüvenini ömrünce izledi.

“XX. yüzyıl sanatı, aslında, kimi zaman birbirine eklemlenerek, kimi zaman birbirinden koparak, sayısız kez yeni açılımların, köklü değişikliklerin, tek sözcükte devrimlerin tümünün, bir arada ifadesidir,”[4] diyen O, çağlara ve akımlara yetkin birer tanıklıktı, düpedüz sıkı bir kaynaktı.[5]

* * * * *

23 Şubat 1936’da İstanbul’da doğdu. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde başladığı eğitimini Paris’te sürdürdü (1959- 1964). Acedemie du Feu’de seramik öğrenimi gördü. Sorbonne’da felsefe, Louvre’da sanat tarihi kurslarına katıldı.

Yedek subay öğretmen olarak Hakkâri ve Beypazarı’nda askerlikten sonra (1967), bir yıl daha Paris’te kalıp İstanbul’a yerleşti (1968).

Öykü yazarlığının yanı sıra, resim eleştirileri ve denemeleriyle ün yaptı. ‘Kaynak’ dergisinde edebiyata adım attı. 1952-1953 yıllarında şiirler yazdı. Ama ilk öyküsü Ocak 1954’te ‘Yeni Ufuklar’ dergisinde çıktı. Aynı yıllarda ‘Şairler Yaprağı’ (1954), ‘Mavi’de de şiirleri yayımlandı (1954). Daha sonraları ‘Yeni Ufuklar’, ‘Vatan Sanat Ek’i, ‘Mavi’, ‘Pazar Postası’, ‘Dost’taki öyküleriyle (1954-1959); ‘Ataç’, ‘Yeni Dergi’, ‘Eylem’, ‘Papirüs’, ‘Ant’, ‘Soyut’, ‘Milliyet Sanat’, ‘Hürriyet Gösteri’ dergilerindeki deneme ve incelemeleriyle tanındı. 1977’de Ada Yayınları’nı yönetiyordu.

FERİT EDGÜ ESERLERİ

Roman

Kimse’ (1976), ‘O/Hakkâri’de Bir Mevsim’ (1977), ‘Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı’ (1988)…

Öykü

Kaçkınlar’ (1959), ‘Bozgun’ (1962), ‘Av’ (1968), ‘Bir Gemide’ (1978), ‘Çığlık’ (1982), ‘Binbir Hece’ (1991), ‘Doğu Öyküleri’ (1995), ‘İşte Deniz, Maria’ (1999), ‘Do Sesi’ (2002), ‘Avara Kasnak’ (2005), ‘Nijinski Öyküleri’ (2007)…

Senaryo

Hakkâri’de Bir Mevsim’ (O adlı romanından senaryo, Onat Kutlar ile birlikte)…

Deneme

Tüm Ders Notları’ (1978), ‘Yazmak Eylemi’ (1980), ‘Şimdi Saat Kaç?’ (1986), ‘Yeni Ders Notları’ (1991), ‘Seyir Sözcükleri’ (1996), ‘Devam’ (2001), ‘Sözlü/ Yazılı’ (2003), ‘İnsanlık Hâlleri’ (2003)…

Şiir

Ah Minel Aşk’ (1978), ‘Dağ Şiirleri’ (1999)…

Anı

Görsel Yolculuklar’ (2003)…

Biyografi

Abidin’ (2003), ‘Avni Arbaş’ (2001), ‘Osman Hamdi-Bilinmeyen Resimleri’ (1986)…

Çocuk Kitabı

Doğa Dostları’ (2004)…

Çeviri

Düşüş’ (Albert Camus, 1961), ‘Godot’yu Beklerken’ (Samuel Beckett, 1963), ‘Bugünün Dünyasında Felsefe’ (Jean Wahl, 1965), ‘Aydınlar ve Toplum,’ (Antonio Gramsci, V. Günyol , B. Onaran’la, 1967), ‘Amerika: Şiirler’ (Allen Ginsberg, Lawrence Ferlinghetti, 1976)…

Monografi

Abidin Dino, Yüksel Arslan, Van Gogh, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Füreya, Aliye Berger, Ergin İnan, Fikret Mualla, Avni Arbaş üzerine yayımlanmış monografileri vardı.

‘Bir Gemide’ kitabıyla 1979 Sait Faik Hikâye Armağanı, ‘Ders Notları’yla 1979 TDK Deneme Ödülü, ‘Eylül’ün Gölgesinde Bir Yazdı’ başlıklı yapıtıyla Sedat Simavi 1988 Edebiyat Ödülü’nü aldı. Ayrıca ‘O’ başlıklı romanı, ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’ adıyla ve Onat Kutlar’ın senaryosuyla sinemaya uyarlandı. 33. Berlin Film Festivali’nde (1983) ve 2. Akdeniz Kültürleri Film Festivali’nde ödüller aldı (1984).

* * * * *

Denilebilir ki Ferit Edgü çağdaş edebiyatın önemli adlarından, kalemlerindendir.

“İyi bir yazar olmanın ötesinde hiçbir umut beslemiyordum. Çok erken yaşlarda, öylesine büyük şair ve yazarın dünyasına girmiştim ki, nasıl ezilip yok olmadım, şaşarım. Bunca yılın sonunda hiçbir şey kaybetmedim. Kazançlarımı ise bilmiyorum. Çünkü yazmak bana mutluluk vermedi. Ama dengemi yazarak sağladım. Ve haksızlık etmeyeyim, sayısı çok olmasa da, bazı metinler, beni sözcüğün her anlamında, doyuma ulaştırdı. Az şey değil,”[6] vurgusuyla ekler:

“Beni yazmaya iten okuma oldu. Okumaya itense yalnızlık, mutsuzluk. Yalnızlığın en korkuncu çocuk yalnızlığı, çocuk mutsuzluğu. Yaşadığım dünyadan kaçmak, kurtulmak istiyordum. Böylece, nasıl oldu bilmiyorum, yavaş yavaş, kendi kendime okuma yazma ve hesap (dört işlem) öğrendim. Okula gitmeden okuyor, yazıyor ve hesap yapabiliyordum. Hiç bir şeyi anlamadan, eve gelen gazeteyi (yanılmıyorsam Tan) okuyordum. Savaş yıllarıydı. Savaş haberlerini okuyordum. Babam okumaya meraklı olduğumu görünce kitap almam için para verdi, ama beni bir kitapçıya götürüp kitap seçmedi. Onu da kendim yaptım. Bu uzun ve acıklı bir öyküdür. Bir şansım oldu, hiç kötü kitap, yani piyasa romanları okumadım. Hemen hemen hiç…”[7]

Bu kapsamda denilebilir ki, Onun eseri bir bütündür… Çok yönlü kültür birikimi, resim sanatıyla, dünya edebiyatıyla içli dışlılığı… Evrenselliğe pupa yelken yolculuğu ile yerel olanın derinine inmesi… Çağdaş olanı, geleneksel olanla ve tarih bilinciyle buluşturması… Bunlar gibi nice özellikler, onun çok yönlülüğüne işaret etse de eserinin bir bütün olduğunu gözden kaçırmamalı. Bu bütün, düşün içindeki gerçeği; gerçeğin içindeki düşü aramaktır…

Sakın ha, düş deyince “rüyayı” kastettiğim sanılmasın… O gözleri açık düş gücünü kullanıyor. Bunu yaparken insan ruhuna, insan ruhunun derinliklerine, farklı coğrafyalara tarihlere, farklı edebiyat eserlerine, farklı kültürlere yolculuklara çıkıyor. Bu yolculukta sözcüklerle dille didişiyor, kendiyle ve çevresiyle hesaplaşıyor. Roman, öykü, şiir, deneme…

Hiç fark etmez. Öz-üslup-biçem, yok öyle bir derdi!

Yalınlık, doğallık ve son yıllarda yoğunlaştığı minimalizm… Ama yine de varsa yoksa düşün içindeki gerçeği; gerçeğin içindeki düşü aramaktır…

Ve Ferit Edgü’nün tüm yazma eylemi, “Niçin yazıyorum” sorusuna yanıt aramak içindir.

Zaten o, oldum olası, yanıtları değil soruları yeğlemiştir. Uyumu değil çatışmayı; gölleri değil okyanusları, rüzgârı değil fırtınaları, uçakla çıkılan değil, masa başı kalemle çıkılan yolculukları; bulmayı değil aramayı yeğlediği gibi…

Tıpkı onun için çağdaşlığın yolu geleceği düşlemek kadar geçmişi düşünmekten geçtiği gibi…[8]

Bizim kestirmeden söylediğimizi O kendince soruyor. ‘Şimdi Saat Kaç’ başlıklı kitabındaki “Susmuyordu, Ağlıyordu” yazısında.

“Bazı yazarlar vardır, yazı masasının başına oturduklarında kendilerine ilk sordukları soru: ‘Niçin yazıyorum?’dur. Doğrusu, yazmak için binbir neden varsa, yazmamak için biniki neden vardır bu tür yazarlar için: Yazmak çözülmüş bir sorun değil, her yazmaya oturuşta çözülmesi gereken sorunlar yumağıdır,” dedikten sonra şöyle devam eder:

“Yazar, her şeyi bilen, çözümleri ve bileşimleri gerçekleştirmiş, çıkacağı yolculuğun haritasını çizmiş; pusulasını, usturlabı, basınç ve derinlik-ölçerini yedeğine almış kişi değildir. Böylesi bir yolculukta bunların işine pek fazla yaramayacağını bilir. Dahası kendisini yanıltacaklarını, yanlış yol gösterebileceklerini düşünür. Can yeleği de yoktur bu tür yazarların. Okyanusa açılmayı aklına koymuş bile olsa. Tüm güvencesi kendisidir. Bir de kendisi gibi böylesi yolculuklara çıkmış olanlar. Ama bu güvenceye sahip olmak için, geceyle tan ağartısı arasındaki çizgide ilk ve son sorusunu sormak gerekliliğini duyar: Niçin yazmak?”[9]

Bunlar böyle olduğu için Hakkâri’deki bir Paris’lidir ve Hakkâri Onun yazın hayatında çok önemlidir.

* * * * *

Hatırlar mısınız? “Paris Hakkâri’yi, Hakkâri edebiyatı verdi bana,” demişti bir konuşmasında…

“Bugünmüş gibi hatırlarım. Bir gece pencerenin kepenklerini kapatmayı unutmuşum. Uyandım, odanın içi aydınlık. Fakat gün ışığına da benzemiyor. Kalktım pencerenin önünde durdum. Karşımda o güne değin görmediğim bir ay ışığı. Belki, daha sonra Hakkâri’yi kazazede bir denizci olarak yazmamdaki çıkış noktası o andır. Beykoz’daki yalıda, benim yattığım odada, mehtap günleri perdeyi çekmezdim ki ay ışığı odaya girsin, beni uyandırsın, diye. Bir an, uyku sersemliğiyle kendimi Beykoz’daki yalıda sandım. Kar üzerindeki mehtabı ilk kez görüyordum. Ortalık bembeyaz. Hiçbir ev, ağaç, tümsek, kaya görülmüyor. Kar her yeri örtmüş. Tüyler ürpertici bir görüntü. Bir tansık! Nerede olduğumu anlamak için bir süre geçmesi gerekti… Sanrı gibi bir şeydi. O gece uyuyamadım. Ay batıp gün doğduğunda ağlıyordum; bambaşka bir insandım… Daha sonra kurtları da yaşadım, insanları da yaşadım, ölümleri, çocukların ölümlerini de yaşadım -bütün bunları yaşamışsanız, siz artık, aynı insan değilsinizdir. Yaşamımda ilk kez, hatta son kez, dillerini anlamadığım insanlarla birlikte, onların yaşamlarının bir tanığı olarak değil, hayır, onların dertlerinin bir parçası olarak yaşadım,” satırlarını kaleme aldığı Hakkâri’de; “Edebiyatın cehennemini seçti”[10] Sennur Sezer’in ifadesiyle…

Oraya ilişkin yazdıkları konusunda, “Bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin.. çünkü anlamak ortak bir dil gerektirir.. ortak dil ise ortak yaşam/ ortak bilgi/ ortak birikim/ ortak düş, kimi yerde, ortak düşüş demektir.. ama diyebilirsin ki bana yabancı olanı arıyorum ben..öyleyse yolun açık olsun.. ama gene de bu kitabı okurken elinin altında, büyük gezginlerin sözlükleri, andaçları bulunsun derim,” notunu düşen Ferit Edgü, Hakkâri’de yaşadıklarını yazdı ve Onun Hakkâri’yle kurduğu düşsel yolculukları hiçbir zaman bitmedi. (Onat Kutlar 1983’te, bu romanın senaryosunu yazdı, Hakkâri’de Bir Mevsim böylece filme çekildi…)

* * * * *

Kimsenin inkar edemeyeceği üzere ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’de, muhteşem bir kalem işçiliği yapmıştı Ferit Edgü.

Onun romancılık bakımından farklı bir tarzı vardır ve aslında bu roman, aynı zaman şiir kitabıdır da… Gelin dizelerle aktaralım, düz yazıyı:

“Zil çaldı.

Çocuklar odaya doluştular

pantolonları yırtık

entarileri renk renk yamalardan oluşan

burunları akan, aktıkça burunlarını çeken

ya da ellerinin tersiyle silen

gözleri fıldır fıldır dönen

boyuna kendi dillerinde konuşup bağrışan

başka bir dilden bir soru sorduğumda cevaplamayan

sorulu gözlerini korkuyla gözüme diken

başka bir dilden konuştuğunda ağızlarını bıçak

açmayan

saçları makasla kırpılmış oğlanlar

uzun saçlı

saçlarının dibi bit ve sirkeyle dolu kızlar

ayaklarında taşıt lastiklerinden kesilip biçilmiş ayakkabılar

olan

hiçbirinin ayağında çorap olmayan

giderek bazılarının ayağında ayakkabı bile olmayan

yani yalınayak

yalınayak, ama karlar üstünde yalınayak,

mosmor ayaklı yalınayak çocuklar

hiçbirinin önünde kalem, defter, kitap olmayan çocuklar

tam yirmi bir çocuk saydım

on altısı erkek, beşi kız

doluştular odaya

ilk kez görüyorlardı böyle bir odayı.

Çünkü, ilkin odayı bir sınıf durumuna getirmek için çalışmaya başlamıştık.

Tahtaları yan yana koyup kara boyayla boyadık, oldu bir karatahta.

Bulduğumuz kereste parçalarını birbirine ekledik, paslı çivilerle çaktık, oldu sıra.”[11]

Onun Hakkâri’de öğretmenliğe başladığında böyledir durum.

Okul için tamirat ve çocuklar için defter, kalem gereklidir. Valiye gider. Zaten Vali de kendisini çağırtmıştır. Vali hemen “Ters bir şeylere kalkışmamasını her yaptığı işi gözünden kaçırmayacağını,” söyler.

Daha sonra valiyle atışırlar. Düzeni temsil eden valiye itiraz, düzene başkaldırmayı temsil eder. Bunun yanı sıra Hakkâri’nin sosyal sorunlarına değinir.

Çevrede bebekler bilmedikleri hastalıklardan ölmektedir. Hastanelerden, validen yardım ister. Yardım gelmez. Çocuklar ölmeye devam eder.

Dilini, kültürünü bilmediği bir toplumun yaşayışına, yoksulluklarına, çaresizliklerine, her gün hastalıktan ölen çocukların ölümüne tanıklık edip; kendini, insanları, çevresini sorgulayan yedek öğretmenlik yapan Ferit Edgü’nin yapıtı sadece bir roman mıdır?

Hayır; iç monolog tarzında şiirsellikti O.

Hani dünyanın herhangi bir yerinde insanlığın en masum parçası çocukların; açlıktan, açıktan, hastalıktan savaştan ölmekte, öldürülmekte olduğu koşullarda…

Bu tabloda yazarın deyişiyle, “Cümlelerimiz katil”dik.

Geçmişe öfkeli, şimdiye tepkili, gelecekten endişeliyken şöyle diyordu:

“Yetersiz sözcüklerinle anlatacağına… Karların üstünde şahrem şahrem yarılmış, pabuçsuz, çorapsız ayakların fotoğraflarını çek yolla… Ölen bebeyi, kefensiz gömülen bebeyi mezarından çıkar, çek fotoğrafını kapanmış gözkapaklarının, erimiş dudaklarının, şişmiş dudaklarının, yolla…”[12]

* * * * *

Toparlarsak: “Savaş ve Barış ve Savaş ve Barış ve Savaş ve Barış ve Savaş ve?.. Tolstoy’un romanı değil, insanlığın sonsuz tarihi bu iki sözcüktür işte,” uyarısını dillendiren Ferit Edgü, ‘Leş’ başlıklı yapıtında da kaleme aldığı öyküleriyle,[13] düş gücünü kışkırtan satırlarıyla çağın koşuşturmasında okuyucuya; düş mü, yoksa gerçek mi diye sordurtur.

Satırlarıyla anlamını yitirmiş büyüsü bozulmuş dünyada; kendini yalnız, çöken, bozulan, yoklaşan, çürüyen, tutunacak hiçbir şeyi olmayan çaresiz, mutsuz ve sürgün hisseden özgür görünümlü çağcıl mahkûmların çığlığını ve dolayısıyla da insan hayatında insancıl olmanın ve yaşamanın önemini yansıtır.

16 Mayıs 2018 15:04:31, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[1] Ferit Edgü.

[2] Mehmet Güreli, “Ferit Edgü ve Yaralı Zaman…”, Taraf, 23 Mayıs 2013, s.17.

[3] Doğan Hızlan, “30 Yıllık Kitap Yolculuğu”, Hürriyet, 13 Kasım 2011, s.20.

[4] Ferit Edgü, Görsel Yolculuklar-Toplu Sanat Yazıları, Sel Yay., 2011.

[5] Gamze Akdemir, “Ferit Edgü: Yazarların Her Yazdığına İnanmayın”, Cumhuriyet Kitap, No:1134, 10 Kasım 2011, s.4-6.

[6] Aslı Tohumcu, “Ferit Edgü: Edebiyatımızı Değiştirmek İstiyorduk”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:556, 11 Kasım 2011, s.50.

[7] Doğan Hızlan, “Fuarın Armağan Kitapları”, Hürriyet, 16 Kasım 2011, s.20.

[8] Zeynep Oral, “Ferit Edgü: ‘Şimdi Saat Kaç?’…”, Cumhuriyet, 11 Kasım 2011, s.19.

[9] Ferit Edgü, Şimdi Saat Kaç, Sel Yay., 2008.

[10] Sennur Sezer, “Ferit Edgü’ye Mektup”, Evrensel, 17 Kasım 2011, s.10.

[11] Ferit Edgü, Hakkâri’de Bir Mevsim, Sel Yay., 2006.

[12] Ferit Edgü, Hakkâri’de Bir Mevsim, Sel Yay., 2006.

[13] Ferit Edgü, Leş – Toplu Öyküler, Sel Yay., 2010.