Ana Sayfa Blog Sayfa 133

Öğrenci hareketi direnişle özgürleşecek, özgürleştirecektir!

Bu, liselilerin hocasıyla, öğrencisiyle biatını kapsar. Bu, üniversitelerin, liselerin karşı işgali demektir. Çünkü onların karanlığı korumaya ihtiyacı vardır. Biat eden bir üniversite yaratamazlarsa bunu devam ettiremezler.
Çocuklar ölmesin, diye seslenen Ayşe hocanın etkisi onlar için dert. Barış isteyen akademisyenler onlar için terörist, ekonomik kriz var diyen hocalar dış güçlere çalışıyor oluyor. Çünkü gerçeklerin örtülmeye ihtiyacı bulunmaktadır.
Gerçekler egemenler için korkutucu, cennetlerinin bir sonunun olduğunun göstergesidir. Bundan dolayı bir yıldan fazla bir süredir üniversiteler hapishaneye çevrilmeye devam etmektedir. Zaten eğitim sistemini elinde tutanlar bununla yetinmeyip nefes alacak alan bırakmamak üzere çalışmaktadır. Onlarca öğrenci okuldan atılmış ya da uzaklaştırılmış… Onlarca hoca aynı şekilde görevinden alınmış… Birçok üniversitede absürt uygulamalar devreye sokulmuş… Edebiyat fakültesinde sesli şiir okunamaz noktasına getirilmiştir.
Bunlar görünen tablonun bir kısmıdır. Lakin bizim konumuz direnişin büyütülmesidir. Derdimiz karanlığın delinmesidir. Bu bir abartı değildir, yapılacak ve çok uzakta olmayan bir durumdur. Bu karanlığın sonu toplu iğne ucu kadar bir deliğin açılıp karanlığın delinmesidir. Bunu yaptığımızda gerisinin geleceğinden eminiz. Bu açıdan öğrenci hareketi çok önemli bir yerde durmaktadır. Çünkü toplumsal hareketin en dinamik, ön açıcı eylemler yapabilen unsurudur.
Dünyanın her yerinde bunun gösterdiği birçok örneği de bulunmaktadır. Yunanistan’da darbe zamanında Politeknik’e işgal ile başlatılan direniş bunun en güzel örneklerindendir. Bu direniş ile darbeye karşı direniş büyümüştür. Yine Şili’de devrimci öğrenciler referandum sırasında “Hayır”ın örgütlenmesinde, sokaklarda, daha aktif hâle getirilmesinde rol oynamıştır.
68 öğrenci hareketi dünyanın her yerinde aşağılanmaya savaş açmış ve örnek olmuştur. 68’de 6. Filo’yu denize döken yoldaşlarımız yine bu buzu kıran ve yolu açanlardandır. Tüm yasaklara rağmen Mülkiye’yi, İÜ, ODTÜ’yü örgütleyenler yine bizlerdik.
Tarihimiz bunlarla uzatılabilir. Her dönemde öğrenci hareketi ve onun önderleri toplumsal hareketteki rolünü ortaya koymuştur. Her direnişle daha da özgürleşerek yenilerini yaratmıştır. Her direniş toplumda da etki yaratmıştır. Bugün de öğrenci hareketi rolünü oynamalıdır. Bir süredir abluka artmış durumdadır fakat bu abluka dağıtılmalıdır.
Bu, her şeye rağmen mümkündür. Bugün olanaklar daha fazladır. Ve daha da önemlisi, direnişi büyütmekten, ablukayı dağıtmaktan başka şansımız yoktur.
Bunlar için belli tartışmaları yürütmeliyiz. Naçizane belli önerilerimizi başta yoldaşlarımız olmak üzere herkese açıyoruz:
1. Her alanda topyekûn saldırılara karşı, topyekûn direnişi örgütlemeliyiz. Bugün hocası, öğrencisi, işçisi bu saldırıların kendilerine yapıldığı bilinciyle örgütlenmelidir. Bunun için referandumu da kapsayacak şekilde alan alan meclisler kurup çalışmalar yürütmeliyiz. Kendimiz kendimize sınır çizmeden, varmak istediğimiz noktaları belirleyip onları örgütlemeliyiz.
2. Eylemden vazgeçilmeden, her türlü eylem ve ajitasyon ve propaganda hattını işletmeliyiz. Burada yaratıcı, ön açıcı, örgütleyici eylem tarzları geliştirmeliyiz. Örneğin bugün boykot yaparken bir yandan tüm sınıf tahtalarına “üniversite biat etmez”i çıkmaz kalemle yazıp, ders işlemeye çalışan hocalar başta olmak üzere, öğrencilere de, bunun, atılmış hocalara saygısızlık olduğunu anlatmalıyız. Eylem bu dönem yapılamaz tartışmalarını dilimizden silmeliyiz (ki bugün tekrar her türlü eylemi görüyoruz). Biz konuyu belirleyip bunu nasıl öreceğimizi tartışmalıyız.
3. Başta yayınlarımız olmak üzere tüm ajitasyon-propaganda materyallerini aktif şekilde dağıtmalıyız. Bunu sürekli ve fikirlerimizi anlatarak yapmalıyız. Yayınlarımız ne kadar yayılırsa karanlık o kadar delinecektir.
4. Örgütlenmelerimizi yaymanın yolunu geliştirmeliyiz. Bunun için kulüp, komisyon, fanzin, komite çalışmalarını daha aktifleştirip tüm ilişkilerimizi, tüm hareketli kişileri bunların bir parçası hâline getirmeyi zorlamalıyız.
5. Refleks eylemleri hızla, bir bütün olarak tüm okullara yayarak örmeyi hedeflemeliyiz. Bu konuda hiçbir dost kurum imtina etmeden bu işlerin parçası olmalıdır. Aynı şekilde biz de imtina etmeden girişmeliyiz. Bu eylemler sesimizin gürleşmesini sağlayacaktır.
6. Her üniversite, her lise karanlığın püskürtüleceği bir yer olarak düşünülmelidir. Dolayısıyla hepsinde yer etmeli ve gerçekleri örgütlemek üzere sürekli faaliyet yürütmeliyiz.
7. Sözlü ajitasyon-propaganda, bunun başında sınıf ve kantin konuşmalarının nasıl aktifleştirilebileceği ve nasıl yayılacağına bakmalıyız. Bu konuda tüm bileşenlerin beraber hareketi sonuç verecektir.
Unutmamak gerekir üniversiteler bizimdir. Üniversiteler direnen akademisyenlerindir. Biat etmeyenindir. Çünkü bilimin, var olana bir itirazı olmak zorundadır.
Direniş ancak bizim olanın daha fazla sahiplenilmesi ve bu noktada da berraklaşmış kafalarla mümkün olacaktır. Karşı-işgal ancak böyle püskürtülecektir. o

 

Arev Bozkaya

Ekim bir meşaledir

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa başta olmak üzere, dünyanın birçok coğrafyasında pazar paylaşım savaşı şiddetlenmişti, süren lokal savaşlar, çatışmalar siyasal krizler içerisinde insanlık kendine bir yol arıyordu. Almanya, İngiltere, Fransa başta olmak üzere sömürülen sınıflar grevlerle, isyanlarla, ayaklanmalarla kendi kaderlerinin tayini için mücadele ediyorlardı. Fransız işçi sınıfı 1871 Paris’te kendi kurtuluşu için, kendi yarınında söz sahibi olmak için Komüncülerin önderliğinde ilk ciddi deneyimine girişti. 71 gün fabrikalarıyla, okullarıyla, fırınları, meydanlarıyla Paris’i yönetti. Üretim aletlerini özgürleştirdi ve mülkiyetine Komün adına el koydu. Bu anlamıyla Komün, bir kırılmayı tarif etmektedir. İşçi sınıfı Paris’te 71 gün süren iktidar deneyimi sonunda yenildi ancak Komün bir ilk’in, gelişmekte olanın habercisi, bir dönemin kendisi olarak tarihe geçti. Sloganlarını 20. yy’a kadar taşıyacak bir etki yarattı.
İşçi sınıfı, gelişen sınıf savaşında zaferlerin, sosyalizmin taşıyıcısı olarak kendi pratiklerini yaratıp, tarih sahnesinde boy göstermeye başlıyordu. Artık sömürünün, açlığın, yoksulluğun simgesi değil yarının yaratıcısı bir güç olarak kendi kaderine adım adım yürüyordu. Daha çok öğrenmesi ve daha çok yenilmesi gerekecekti, her bir savaş bir deneyim ve bir başka coğrafyada yeniden vuku bulan bir mücadelenin ilhamı oluyordu. Ta ki 1917’ye kadar. Ta ki dünyayı değiştiren o güne kadar.
Ekim 1917’de işçi sınıfı Çarlık Rusyası olarak tarif edilen coğrafyada binlerce yıllık sömürü düzeni, binlerce yıllık aşağılanma, binlerce yıllık açlık ve yine binlerce yıllık yoksulluğu yerle bir etti. Bu kez işçi sınıfı tüm Rusya’da iktidarı ele geçirdi. Bolşevikler önderliğinde RSDİP Moskova’yı, Petersburg’u, Volga’yı, kuzeyin tüm steplerini, Kafkasları işçi sınıfının ellerine teslim etti. Kışlık Sarayı döven Potemkin Zırhlısı, her top atışıyla işçi sınıfının tarihin akışını değiştiren bu eylemini kutluyordu. Sonrasında Beyaz Ordu olarak örgütlenen karşı-devrimciler işçi sınıfının zaferine saldırırken Kızıl Ordu; Troçki’nin komutasında devrimin kazanımlarını kalıcılaştırmak, İşçi, Asker, Köylü Sovyetlerinin devrimini burjuvaların saldırılarından korumak üzere amansız bir mücadelenin içinde devrimin kızıl yıldızı hâline geldi. Tüm dünya halklarına umut sağlayan Ekim Devrimi hemen her alanda işçi sınıfının ortak mülkiyetine dayalı bir komünal işleyişle köyleri kolhozlara, fabrikaları üretenlerin denetimine verdi. Bilim özgürleşti kadının çifte sömürüsünü ortadan kaldırmak üzere büyük bir mücadele yürütüldü. Siyasal alanda tüm işçi sınıfının yerel sovyetlerle işçi devletinin yönetimine dahil olduğu bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti var edildi. Birinci Paylaşım Savaşı sona erdi. Dünya halkları barışın, özgürlüğün yaşandığı bir sovyet işçi iktidarının ayakları üzerinde yükselişini seyretti.
Daha nice kazanımla 73 yıllık iktidarında dünya halkları ve işçi sınıfına umut olan Sovyetler, sınıfsız bir dünyanın mümkün olduğunun ve kapitalizmin tarih sahnesine gömülmesi gerektiğinin tescili olmuş ve bunu tüm dünyaya kanıtlamıştır.
Sovyetler’in yokluğunda, bugün ellerimizden almak için şiddetle saldıran ve hemen hemen tüm kazanılmış haklarımızı törpüleyen burjuvazinin saldırdığı ise aslında o gün Ekim Devrimi sayesinde dünya işçi sınıfının kazanmış olduğu haklardır.
Şimdiyse konu, bugün ne yapılacağıdır.
İçinden geçtiğimiz dönemde hız kesmeyen siyasal bir krizle yönetmede zorlanan burjuvazi, aynı zamanda pazar paylaşım savaşını şiddetlendirmekte, yine bir büyük emperyalist paylaşım savaşına doğru adım adım ilerlemektedir. Dünya halklarını bekleyen; oldukça yakın bir gelecekte yine savaş, yine yıkımdır. Bununla birlikte işçi sınıfı ve halkların alternatif arayışları gelişmektedir. Kitlelerin tepkileri büyümekte tüm dünya üzerinde hayat soldan yana dönmektedir. Syriza, Podemos, Occupy Walstreet, Venezuela, Tahrir, Brezilya, Gezi vb. bunun yaşamda yer buluş biçimidir.
Kitlelerin kapitalist-emperyalizmle kurdukları bağlar zayıflamakta, toplumsal mücadelelerin seyrine göre kopmaktadır. Mesala ülkemizde kimsenin kapitalist TC devletinden adalet uman bir aidiyeti kalmamıştır ya da yine daha dar bir çevre için konuşursak, kapitalizmin ışıklı holdinglerinde kariyer planı yapan ve Gezi’de sokağa çıkan plaza çalışanlarının hırs, rekabet vb. odaklı günlük yaşam pratikleri Gezi’den önceki gibi değildir. Dahası Gezi’de sokağa çıkan kimsenin, sistemin üst yapı kurumlarına, medyaya, aileye vb. aidiyeti asla eskisi gibi değildir. Tam da bağların zayıflaması, kopması derken tarif edilmek istenen şey budur. Burada boşalan yerin kendisi ise bir alternatif dünya görüşü, bir alternatif ideoloji ile doldurulmalıdır. Bu ideoloji sosyalizmdir. Sistemin yönetme krizinin bir sonucu olarak açığa çıkan bu olanak değerlendirilmeli, devrimci mücadelenin ajitasyon-propaganda ayağı bu olanağı gören bir yaklaşımla planlanmalı, günlük ya da uzun erimli ajitasyon-propaganda faaliyeti kitlelerin sosyalizme yönelmesine hizmet etmelidir.
Eylemlerimizle gerçekliğin kendisine bir ideolojik yanıt oluşturarak kitlelere yön vermeye çalışırken her eylem bir biçimde sosyalizmin kendisini tarif eden bir içeriğe ulaşmalıdır. Bu konuda yoldaşın dediği hattımızın kendisidir; masaya sosyalizm demeden oturup, masadan beraber, sosyalizm diyerek kalkan bir tarz bizim için önemlidir. Bu söylem sosyalizm demekten çekinmeyi ya da imtina etmeyi tarif etmemektedir. Fikri örgütlemenin ve estetiğin kendisine vurgu yapan bir tariftir.
Bu kapsamda bizlerin örgütlemiş olduğu 99. yıl etkinliği bu gözle değerlendirilmeli ve bu seneye hazırlanırken çıkan sonuçlara dikkat edilmelidir.
Tartışmalara katkı sunması açısından aşağıdaki konular ilgili tartışmalarda gündem edilebilir:
1) Aydınlık tarifi etkinliğin kendi amaçları düşünüldüğünde oturmamaktadır. Etkinliğin hedeflerinden biri olarak sosyalizmin güncel olduğunun ve sosyalist işçi devriminin propagandasının yapılması gerekiyorsa, aydınlık tarifi bunu karşılamaz. Bunun yerine ana etkinlik sloganı “…hayalete can vermek için örgütlen” olarak değiştirilip kullanılabilir. Bu hem örgütlenmenin kendisine yönelten bir tarif olur, ki böylesi bir etkinlikte, belki en yüksek sesle söylememiz gerekendir.
2) Etkinlik salonunda bizim bu etkinlik kitlesine ilişkin “biz başka alem isteriz” sloganını besleyecek tarzda öğrenci hareketi, halklar meselesi, işçi sınıfının gündemleri vb. konularda içeriğe sahip ve yine örgütlenmeye çağıran imzalı pankartlar, flama vb. asmak, salonun kendisini daha diri ve canlı kılarken, bizim de propagandamızı yapmamız konusunda uğraşımızı güçlendirir.
3) Etkinliğin hedef kitlesi ile ilgili tartışma-değerlendirmede ya da bir sonraki sene bu işi örgütlerken detaylı bir şekilde konu edilmelidir.Takdir edilir ki bu her eylem için böyledir. Buradan yola çıkarak, etkinliğin hedef kitlesi yukarıda tarif edilen siyasal tablo da düşünüldüğünde, kent emekçileri, işçiler, aydınlar ve öğrenci gençlik olarak tarif edilebilir. Bu geniş kesim içinde detaya gitmek gerekir. Bu da saydığımız kesimlerin hareketli unsurları olarak ortaya konabilir ve sosyalizmi merak eden, bilen ya da savunmak isteyen, bize ya da Ekim Devrimi’ne hayranlık besleyen vb. etkiler altındakiler olarak tarif edilebilir.Etkinlik düşünüldüğündeyse ilk elden bu hareketli unsurlara seslenen ve onları örgütlenmeye, sosyalizmi savunmaya çağıran bir eylem hedeflenmelidir.
Buradan bakıldığında hedef kitlenin bugünkü tipolojisinde sosyalizmin kendisini, onun sanatını, onun bilimini, onun yarattıklarını tarif edebilmek etkinlik içerisinde onun değerlerini öne çıkartmak yerinde olacaktır. Bu, örneğin Nâzım Hikmet, Mustafa Suphi ya da Rize Sovyeti’nden bahsedebilmektir. Bu, örneğin serumu damarlarında denerken ölen Bogdanov’dan bahsederek yapılabilir, sunum içinde okunan Mayakovski’nin bir şiiridir bu aslında ya da 2. Dünya Savaşı’nda zaferin nasıl geldiğinden, ölen 20 bin Bolşevik Parti üyesinden bahsetmektir Nâzım Hikmet’in dizelerinden faydalanarak. Bu örnekler bize, Sovyet İşçi Devriminin gücü ve tarihteki yerini anlatmada yardımcı olur, ki hem gelen kitlenin kendi duygu düşünce ve ihtiyaçlarına cevap verir hem bizim sosyalizm propagandamızı güçlü kılar.
4) Teknik konu her zaman geliştirilmesi gerekir, bu anlamıyla 100. yılda da bu mevzu bahis olacaktır. Yaşanan aksaklık varsa ya da yoksa da takılmamak gerekir, mükemmelleşmek emekle olacak şeydir. Dolayısı ile bu anlamıyla belirleyici olan da değildir.
5) Program içinse işçi direnişlerinin kendisini bir biçimde öne çıkarmak yerinde olabilir. Direnişte olan ve etkinliğimize dahil olmuş işçiler varken sahnede konuşma yapmaları kitle ve bu işçiler üzerinde olumlu bir etki bırakır.
6) Yine sanatçı seçimi tipolojinin ve bizim neyi öne çıkartmak istediğimizin kendisini tartışarak yapmakta fayda var. Burada, sanatçı bulmanın zorluklarını atlamadan bir değerlendirme yapmakla birlikte, ihtiyacın kendisini zorlamaktan imtina etmemek gerekir. Bunun için zaman önemli bir konu olarak önümüzde duruyor. Daha erken, daha örgütlü bir çalışma ile bu ihtiyaç doğru seçeneklerle giderilebilir. Dahası zorlama seçenekler yerine (örneğin Kürtçe müzik grubu gibi) kendi olanaklarımızı ya da daha mütevazi koro vb. olanakları değerlendirmek daha yerinde ve etkili olabilir.
7) Etkinlik fuayesi ve sonrasında dağılma esnasında ajitasyon-propaganda materyallerini etkin kullanmak üzere görevlendirmeler yapmakta fayda var. Bununla beraber yine örgütlenmeye çağıran bildiriler kaleme alıp dağıtmak içeride bir ısrarın kendisine karşılık gelir ve öncelikle bize bir şey anlatır ki, bu yaklaşımlarımızın örgütlenme konusundaki hassasiyetimizin kendi çalışmamızda oturması açısından önemlidir. Kaldı ki örgütlenmeye çağıran bir bildiri dağıtımı ya da kitlenin dağılımı sırasında elden bire bir gazete dergi satışı kitleler nezdinde coşkuyla da geçmiş olan bir etkinlik üzerine sonuç alıcı olabilir.
Tüm bunlarla birlikte 99. yıl, Anadolu’da saflarımız tarafından sosyalizm ısrarı ile ele alınarak kutlanmış ve 100. yılı daha büyük bir coşku ve daha detaylı bir hazırlıkla kutlanacaktır. Bu karanlığın içinde parlayan, sosyalizmin ışığı olacaktır.Bu baskı aynı 10 Ekim gibi bu etkinliğin örgütlenmesinde ısrarla çalışan devrimcilerin ellerinde parçalanacak, yine aynı devrimcilerin elleriyle Anadolu devrimi bir yüz yıl sonra Ekim 1917’nin coşkusunu tüm dünya halklarına taşıyarak adına adım yarını yaratacaktır. o

 

Ali Yıldız

“Halkın soytarısı” Dario Fo “tiyatronun büyücüsü”ydü

“Tüm bu ipleri elinde tutanlar oyun içinde oyun oynuyorlar. Medya, televizyonlar ve diğerleri aracılığıyla, bütün güçleriyle halkın kendilerinin sebep olduğu şartların içinde yaşamayı kabulünü sağlamaya çalışıyorlar.”
“Kültüre ve bilgiye dayanan sağlam ve dayanıklı bir sistem olmazsa ve halkın bilincinde eşitlik, özgürlük ve adalet yerleşmemişse her şey yıkılıverir gider. Kanunları istismar eden, yolsuzluk yapan çok kişi var. Belli bir isim vermenin çok faydası yok. Hepsi böyle. Etrafınıza bakın ilk gördüğünüz onlardan biri olacak. Kesin karışmıştır burada bir yerlere de.”
“Olumlu bir şey var ki o da yapabileceğimizi sonuna kadar yapıyor ve bırakmıyoruz. Çok insan görüyorum ki teslim olmuyor ve çözüm bulmak için, yeni yollar bulmak için çalışıyor. Yalnızca varlığını sürdürmek değil yeni yaklaşımlar da ortaya koymak gerekiyor.”
“Sanatı siyasetten, felsefeden, ideolojiden ayırmak çok tehlikeli… Sanat diğerlerinden arındırılmış, saf ve temiz kalabilir mi? Sanat kirlidir, bozuktur. Saf ve temiz sanat olamaz; çünkü, sanat yaşama kuvvetli bağlarla bağlıdır.”
“Özgürlük. Tüm engellerden ve zincirlerden kurtulmuş olmak. Hayatımızdan çalan rezaletlerden, esaretlerden ve ikiyüzlülükten. Yeniden kendi hayatlarımızın sahibi olmak. İşte benim ülkem için tek dileğim bu…” derdi o; yani meta fetişizminin kollarındaki insan(cık)ları, “Başımız dimdik yürüyoruz; çünkü boğazımıza kadar bok içindeyiz” saptamasıyla tanımlayan Dario Fo…
* * * * *
Vicdan sahibiydi, muzipti, dâhiydi, alaycıydı, halkçıydı, “Tiyatronun büyücüsü”ydü…[2]
13 Ekim 2016’da, Milano’da yitirdiğimiz Dario Fo, Felice Fo ve Pina Rota Fo çiftinin oğlu olarak 24 Mart 1926 Sangiano’da doğdu. Dario Fo, sosyalist fikirlerle anne-babası aracılığıyla tanışmıştı. Demiryolu istasyon şefi olarak çalışan, amatör aktörlük de yapan babası Felice Fo ile ailesinin çiftçilik geçmişini bir kitapta anlatan annesi Pina Rota, İkinci Dünya Savaşı yıllarında direniş hareketinde yer almıştı.
Fulvio adında bir erkek kardeşi vardır. Kız kardeşi Bianca Fo Garambois de bir yazardır. 1940 yılında eğitimi için Milano’ya taşındı. Brera Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. 1952 yılında Milano’da tiyatro oyunculuğuna başladı. Oyun yazarı, yönetmen, mim oyuncusu ve tiyatro yöneticisi olması yanı sıra, gösterileri güncel sorunlardan kaynaklandığı için tiyatro karikatürcüsü, toplumsal ajitatör ve radikal palyaço olarak da nitelenmiştir. Önceleri küçük kabare ve tiyatrolar için yergili revüler yazımında bir metin yazarına yardım eden Dario Fo, 1954’te İtalyan tiyatro oyuncusu Franca Rame ile evlendi (Franca Rame 1973’te, güvenlik güçleriyle bağlantılı olduğu iddia edilen faşist bir grup tarafından kaçırılarak işkence ve tecavüze uğramıştı). 29 Mayıs 2013 tarihinde eşi vefat etti. Jacopo Fo (d. 31 Mart 1955) adında bir oğlu vardı.
1959’da karısıyla birlikte Dario Fo France Rame Topluluğu’nu kurdu. Eşi ile birlikte “Canzonissima” adlı televizyon programında sundukları komik skeçlerle kısa sürede tanındı.
Zamanla siyasal bir ajitprop tiyatrosu geliştirdiler. Çoğu kez küfürlü ve açık saçık da olsa oyunları temelde Commedia dell’Arte geleneğine dayanıyordu ve Fo’nun deyişiyle “resmî olmayan solculuk”la kaynaşmıştı. Dario Fo ve eşi Franca Rame 1968 yılında İtalyan Komünist Partisi’yle bağları olan Yeni Sahne adlı bir başka topluluk kurdular.
1970 yılında ise Halk Tiyatrosu ile fabrika, park, spor alanı gibi halkın toplu olarak bulunduğu yerleri dolaşmaya başladılar. ‘Morte Accidentale di un anarchico/ Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’ ve ‘Non si paga, non si paga/ Ödemiyoruz, Ödeyemeyeceğiz!’ gibi oyunları çok tutuldu.
Dario Fo ve Franca Rame’nin sol görüşleri nedeniyle 1980’de ABD’ye girişine izin verilmezken; bir oyuncu olarak Fo en çok, tek başına bir yetenek gösterisi yaptığı Mistero Buffo’daki rolüyle tanındı.
1997’de ‘Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’yle Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştı. Oyunları çoğu zaman skandal olarak nitelendirildi ve sahnede bile tutuklandı. Dario Fo’nun çalışmalarının, Türkiye, Arjantin, İsveç ve Yugoslavya, Şili, İngiltere, Hollanda, Polonya, Romanya, Güney Afrika, Güney Kore, İspanya, Sri Lanka dâhil olmak üzere 30 dile çevirisi yapılmıştır.
Dario Fo, oyunlarının temalarını güncel sorunlara dayandırdığı için “tiyatro karikatürcüsü”, “toplumsal ajitatör” ve “radikal palyaço” olarak nitelendiriliyordu.
Aykırı solcu kimliğiyle siyaset dünyasına sert göndermelerinden ötürü Fo, “Koronun dışında kalan solun adamı, bayraksız militan” olarak da anılıyordu.
O, işine olan tutkusunu, “Tiyatro yapmak, dünyanın en güzel işi” sözleriyle ifade ediyordu.
Fo’nun, Türkiye’de tanınmasına yol açan ‘Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü (1970)’ adlı eseri, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda 8 yıl sergilenmişti.
Fo’nun yazdığı önemli eserler arasında ‘Klaksonlar, Borazanlar ve Bırtlar (Diğer adıyla Yüzsüz)’, ‘Kadın Oyunları (1981)’, ‘Elizabeth, Neredeyse Kadın, Ödenmeyecek Ödemiyoruz (1974)’ bulunuyordu.
Fo, 1981’de Sonning, 1986’da Obie, 1997’de Nobel Edebiyat, 1997’de ise İtalya Kültür ve Sanat Altın Madalyası ödüllerine layık görülmüştü.[3]
* * * * *
“Dario Fo tiyatrosu ortaçağ soytarılarının günümüzdeki temsilcisi olarak egemen güçleri ironi ve taşlamayla hicveden, adaletsizliklere karşı halkın gözünü açan deli tavrı ile ön plana çıkmaktadır. Oyunları güldürü yanında eleştirellik içerirken hiçbir zaman bitmiş metinler değillerdir. Güncel olaylar metne dahil edilir. Ortaçağ’daki soytarının eylemi sarayın duvarları ile sınırlı olmasına rağmen Fo, yerleşik değerler ve ahlâk eleştirilerini kapalı bir mekân içinde değil, meydanlarda, alanlarda yapar. İktidara karşı direnişin öğelerini gündelik yaşam içerisinde bulur. Delilik, çılgınlık ve gülme eleştirellik ile birleşir, iktidara karşı bir özgürlük silahı olarak kullanılır. Tiyatrosu çağdaş bir soytarı tiyatrosudur. Ezilenlerin, yaşamın kıyısına atılmışların, dışlananların yanında iktidara karşı sokaktaki insanın tiyatrosunu yapar”dı[4] o…
Dario Fo oyun yazarlığında günlük hayatın aksaklık ve komikliklerini, yoksulluk ve pahalılık meselesini, yolsuzluk ve ahlâksızlıkları toplumsal bağlamı ile kendi üslubunda sahneye yaşıyor ve büyük beğeni topluyordu. Yazdığı oyunlarla mizah, komedi ve ironiyi iç içe kullanarak geleneksel halk tiyatrosunun unsurlarını güncel tiyatronun sahneleme ve anlatma tarzı ile buluşturarak kendine has bir aktarım tekniği yaratan yazar, çalışmalarını muhalif halk tiyatrosu geleneğine yaslıyordu.[5]
‘2013 Dünya Tiyatrolar Günü Bildirisi’ni yazan usta; tiyatroya dair şu notu da düşendi:
“Uzun zaman önce, varlıklarına katlanılamayan Commedia dell’Arte oyuncuları konusunu iktidar karara bağladı; kovalayıp ülkeden çıkardı onları.
Bugün oyuncular ve tiyatro toplulukları sahne, salon ve izleyici bulmakta güçlük çekiyorlar. Bütün neden kriz. O nedenle, iktidar sahipleri inceden inceye alay ederek seslerini duyuranların nasıl denetleneceği gibi sorunlarla uğraşmıyorlar artık. Zira oyuncuların ne yeri yurdu var, ne de seslenecekleri halk kitlesi. Rönesans İtalya’sında, tam tersine, iktidardakiler Commedianti’yi köşeye kıstırmak için hayli çaba harcamak zorundaydılar; çünkü yığınla izleyicisi vardı onların.
Commedia dell’Arte oyuncularının ülkeden büyük çıkışının karşı-reformasyon yüzyılında gerçekleştiği biliniyor. O dönemde bütün tiyatro mekânlarının boşaltılması emredildi. Özellikle Roma’da oldu bu. Tiyatrolar o kentin kutsallığına zarar vermekle suçlanıyordu. Papa 12’nci İnnocent 1697 yılında burjuvazinin daha tutucu kanadının ve ruhban sınıfı çoğunluğunun ısrarlı baskısına boyun ederek Tordinona Tiyatrosu’nun yıkılmasını buyurdu. Ahlâk bekçileri en çok müstehcen gösterinin orada sahnelendiğini iddia ediyorlardı.
Karşı-reformasyon döneminde çabalarını kuzey İtalya’da yoğunlaştırmış olan Kardinal Carlo Borromeo ‘Milano Çocukları’ dediği halkın günahkârlıktan kurtarılmasını hedef bellemişti kendine. Onun gözünde sanat ile tiyatro arasında açık bir ayırım vardı: Birincisi ruhsal eğitimin en yüksek kademesi, ikincisi ise ulviyete sırt çevirip ego kabartma uğruna boş işlerle uğraşmanın dışa vurumuydu. İşbirlikçilerine yazdığı bir mektupta görüşlerini mealen şöyle dile getiriyordu: ‘Bu meşum zararlı otun kökünü kazımayı dert edindik. Rezil konuşmalar içeren tekstleri yakmak için elimizden geleni ardımıza koymadık. Hepsini insanların belleğinden silmeye çalıştık. Aynı zamanda öyle yazıları baskıya dökerek yaymaya kalkanların peşine düştük. Ancak görünüşe bakılırsa anlaşılıyor ki biz uyanmamışken şeytan yepyeni bir kurnazlıkla çaba harcamış. Gözle görülen şey kitapta okunana kıyasla ruhun ne kadar derinliklerine nüfuz edebiliyor! Ağızdan çıkan sözle ve ona uyan hareketle ergenlerin ve gencecik kızların zihinlerinde yapılan tahribatın yanında kitaplardaki ölü sözcükler nedir ki. Bu nedenle, kentlerimizi istenmeyen ruhlardan temizlediğimiz gibi tiyatro icracılarından da kurtarmalıyız.’
Böylece görülüyor ki günümüzün krizini aşmak için de tek umut bizlere karşı büyük bir dışlama kampanyasının düzenlenmesidir. O seferberlik tiyatro sanatını öğrenmek isteyen genç insanlara yönelik olmalıdır özellikle. Sonuçta kovulan tiyatro icracılarından doğacak çağdaş commedianti diasporasının böyle bir baskıdan akla hayale gelmedik yararlar sağlayarak yepyeni temsiller yaratacakları kuşkusuzdur.”
* * * * *
Bir süre önce Devlet Tiyatrosu’nda oyunlarının yasaklandığını duyunca, “Sanki ikinci kez Nobel kazanmış gibi oldum” demişti![6]
Dario Fo da popüler kültürün bir parçası ama onun “popülerliği” son gününe dek sokakta, sokaktakiler gibi yaşamaktan, “ötekiyle” bütünleşmekten geliyordu.
Dario Fo, çok iyi bir yazar, bir dramaturg, bir yönetmen olduğu denli, muhteşem bir oyuncuydu da. O ve karısı Franca Rame sahneye çıktılar mı, pireyi deve, deveyi kelebek yaparlar; kelebeğin kanat çırpışını umuda, umudu ay ışığına, ay ışığını bir somun ekmeğe dönüştürürlerdi: Bir kibrit çöpüyle okyanusları tutuştururlar, bir damla gözyaşıyla volkanları söndürebilirlerdi. Büyücüydüler!
Düşlerin mimarıydı o…[7]
* * * * *
Öğrencisi, asistanı Füsun Demirel’e, “Düşlerimi sizinle tamamladım…
Gülmek devrimci bir eylemse eğer bunun en âlâsını yaşattınız bana.
İçimin en karardığı, uçurumun en ucuna geldiğim anlarda size sarıldım ben…”[8] dedirten; anarşist, solcu, ateist sanatçı Dario Fo, komünist direnişçilerin efsanevi şarkısı “Bella Ciao” ile uğurlandı.
Sanatçının tek oğlu Jacopo da babasına şu sözlerle veda etti:
“Annem (Franca Rame üç yıl önce ölmüştü) ve babam hayatta ne idilirse, sahnede de hep o oldular. Dario ve Franca’yı insanlar bu nedenle, sahici oldukları için sevdi. İkisi de çok baskı görmelerine rağmen hiç baş eğmedi. (Dario Fo) Kaybedecekleri bir şeyleri olmayan ve iktidarları olmayan insanların, gereğinde iktidarı ellerine geçirebileceklerini gösterdi.” [9]
Gerçekten de onun gibileri ölmesi mümkün değildir…
20 Ekim 2016, Ankara.

 

Dipnotlar:

1-) Dario Fo.

2-) Ayşegül Yüksel, “Tiyatronun Büyücüsü”, Cumhuriyet, 18 Ekim 2016, s. 14.

3-) “Nobel Edebiyat Ödülü Kazanan Dario Fo Yaşamını Yitirdi”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2016, s. 14.

4-) Artun Avcı, “Toplumsal Eleştiri Söylemi Olarak Mizah ve Gülmece”, Birikim Dergisi, No: 166, Şubat 2003.

5-) Metin Boran, “Sanatçı, Muhalif ve Devrimci Dario Fo”, Evrensel, 18 Ekim 2016… https://www.evrensel.net/yazi/77716/sanatci-muhalif-ve-devrimci-dario-fo

6-) Devlet Tiyatroları’nın Anton Çehov, Bertolt Brecht, William Shakespeare ve Dario Fo’nun oyunlarının sahnelenmesine getirdiği yasak Fo’yu öylesine şaşırttı ki. “Türkiye’de yasaklanan dört yazardan hayatta olan tek kişi benim. Bu benim için ikinci bir Nobel ödülü kazanmak” gibi diye yorumda bulundu (“Dario Fo: Oyunlarım Hâlen Tedirgin Ediyor. Ne Güzel!”, 16 Ekim 2016… http://www.insanokur.org/dario-fo-oyunlarim-halen-tedirgin-ediyor-ne-guzel/).

7-) Zeynep Oral, “Dario Fo’dan… Bob Dylan’a…”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2016, s. 17.

😎 Füsun Demirel, “Seninle Büyüdüm”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2016, s. 16.

9-) Nilgün Cerrahoğlu, “Fo, Özgürlükte Çıtayı Yükseltti”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2016, s. 10.

Genetik mühendisliğinin son gözdesi: CRISPR-Cas9

Bilim-kurgu eserlerinde en etkileyici ve şaşkınlık verici biçimlerde karşımıza çıkan “canlıların genetiğiyle oynanması” konusu, çok daha basit biçimlerde insanların yüzyıllardır uygulamakta olduğu bir pratik aslında. Daha sağlıklı/verimli/estetik hayvanlar ve bitkiler üretebilmek için, seçici çiftleştirme ya da tohum ıslahı yöntemlerini kullanarak, türlerin genetiğini zamana yayılmış ve küçük ölçeklerde değiştirdik. Örneğin evcil ineklerin atası olan Bos primigenius (yaban öküzü), yavruladıktan sonra günde 4-5 litre arasında süt verebilmekteydi ve bu miktar onlar ve yavruları için yeterliydi. Ancak yaklaşık 8.000-10.000 yıl önce, yapay seçilimle yaban öküzünden evrimleştirilen Bos taurus (sığır) yavruladıktan sonra günde 50 litreye kadar süt verebilir hâle geldi. Günümüzde ise, yapay seçilimin yavaş, küçük ölçekli ve dolaylı işleyişinden çok farklı olarak, canlıların kalıtsal bilgisinde kısa zamanda, büyük ölçekte ve çoğu zaman öngörülemez etkileri olan değişiklikler yapmaya izin veren “genetik mühendisliği” uygulamalarını kullanıyor ve tartışıyoruz. DNA yapısının çözümlendiği 1950’li yıllardan itibaren durmaksızın ivme kazanan genetik bilimsel araştırmalar, bugün öyle bir yere gelmiş durumda ki meşhur “laboratuvarda üretilen bebekler” senaryosunun gerçekleşmesinin eşiğinde duruyoruz.
Yirmi birinci yüzyılın en iddialı ve en büyük bütçeli araştırma projelerinden birisi olan İnsan Genom Projesi (Human Genom Project), 2003 yılında insan genetik kodunun (genom sekansı) çözülmesiyle sonuçlandı.[1] Buna paralel olarak, insan genetik materyali (DNA) ile yapılan çalışmalar, hastalıkların tanı, tedavi ve önlenmesinden, insanların genetik kodları ile fişlenmesine kadar uzanan oldukça geniş bir konu yelpazesinde yürütülüyor. Güncel genetik biliminin bulguları, topluma vaatleri ve ideolojik bağlamı çok daha kapsamlı incelenecek bir başka yazının konusu olsa da, moleküler biyoloji ve genetik araştırmaları hem akademik hem de endüstriyel alanın en sıcak gündemlerden birini oluşturuyor. Dolayısıyla, araştırmacıların ifade ediş biçimiyle “daha hassas, daha hızlı ve daha ucuz” genetik mühendisliği teknikleri geliştirmek bu alanın önceliklerden birisi olmuş durumda. İşte tam da bu yazıda, yakın zamanda geliştirilmiş böyle bir teknikten -CRISPR-Cas9 sistemi- ve bu tekniğin güncel ve muhtemel uygulamalarından bahsedeceğiz. Yöntemin geliştiricilerinden Jennifer Doudna’nın ifadesiyle “evrimi kontrol edebilecek muazzam bir güç” olarak görülen bu yöntem, uygulamaları ve vaat ettikleri ile bilimsel bir teknikten fazlası haline gelmiş durumda. Sadece insanı değil, ekolojik sistem içindeki tüm türleri geri döndürülemez biçimde etkileme gücü öngörülen bu yöntemin öncelikle nasıl çalıştığını anlamaya çalışacağız.

CRISPR-Cas9 sistemi nasıl çalışıyor?
CRISPR (clustered regularly interspaced palindromic repeats) “düzenli aralıklarla bölünmüş palindromik tekrar kümeleri” olarak çevirebileceğimiz, bakteri ve mikroorganizmaların DNA kodu üzerinde belirli aralıklarla tekrar eden kısa kod dizileridir. Bu tekrarlayan diziler, bakterilerin virüslere karşı geliştirdiği bağışlık sisteminin önemli bir parçasıdır. Virüsler sağlıklı bir hücreye saldırdıklarında, hücreyi bir kuluçka makinası gibi kullanır ve hücrenin kaynaklarını kullanarak kendilerini çoğaltırlar. Bunu da hücrenin içinde kendi DNA’larını çoğaltarak gerçekleştirirler. Ancak evrimsel süreçler bakterileri bu virüs istilasına karşı savunmasız bırakmamış ve bakterileri güçlü ve etkili bir bağışıklık sistemi aracı ile donatmıştır. İşte bu savunma sistemi CRISPR-Cas sistemidir.
Virüs tarafından saldırıya uğramış bir bakteri hücresi, rehber (guide) RNA dizisi aracılığıyla virüs DNA’sını spesifik olarak hedefler ve Cas (CRISPR ile ilgili) proteini/enzimi virüs DNA’sını parçalayarak etkisiz hale getirir. Burada rehber RNA dediğimiz yapı, virüsün DNA koduna bakılarak hücre tarafından oluşturulur ve Cas proteinini virüs DNA’sına çağıran ve yerleştiren bir işaretçidir. Cas enzimi, rehber RNA aracılığıyla virüs genlerini bulur, yapışır ve rehber RNA’nın işaretlediği kısımları bir makas gibi keser. Virüse ait kesilen DNA parçaları CRISPR gen bölgesindeki tekrar kümelerinin bulunduğu bölgeye getirilir ve tekrarların arasına yerleştirilir. Eğer ki aynı virüs başka bir zamanda tekrar saldırırsa, bakteri genetik hafızasından bu virüsün genetik bilgisini tanır ve savunma için gerekli süreci hızlıca başlatır. Yani CRISPR mekanizmasını, bakteri ve arkeaların bağışıklık sisteminde temel bir hafıza ve savunma yöntemine benzetebiliriz. CRISPR sisteminin bu kadar etkili olmasının en önemli sebebi, istilacı virüsün genetik bilgisi ilk karşılaşmada bakteri DNA’sına depolandığı için, sonraki karşılaşmalarda özel olarak bu virüs DNA’sını tanıyarak onu parçalayacak mekanizmaları etkinleştirebilmesidir.
Bakterilerde bu savunma sistemini fark eden ekip 2012 yılında yayınladıkları bir dizi makale[2] ile bu bağışıklık sistemi bileşenini nasıl genetik mühendisliğinde kullanabileceklerini gösterdiler. Bir deney hayvanında, bir hastalıkla ilgili genin DNA kodunu bildiğimizi varsayalım. Laboratuvar ortamında, bu DNA kodunu tanıyan kısa RNA dizileri üretilir. Rehber RNA molekülü kesici Cas9 proteinini, değiştirilmek istenen gen bölgesine taşır. DNA üzerinde hedeflenen bölgeye gelindiğinde, o gen üzerinde herhangi bir değişiklik yapılabilir. Yani, herhangi bir DNA’yı yüksek hassaslıkta ve doğrulukta kesebilmemiz için bize gereken tek şey o DNA’nın baz dizisi (kodu), baz dizisine karşılık gelen ve geni işaretleyen RNA molekülü ve hücre içinde kesim işlemi yapabilecek aktif bir Cas proteinidir. Örneğin, DNA’daki bir gen bölgesini CRISPR-Cas9 sistemi ile hedefledik, kestik ve DNA’dan çıkarttık. Çıkartılan genin yerinde bir boşluk kalmış gibi düşünürsek, yine CRISPR-Cas9 sistemi ile bu boşluk istenilen başka bir baz dizisi (genetik kod) ile doldurulabilir/tamamlanabilir. Teorik olarak bu yöntem ile genetik kodun istenilen herhangi bir bölgesi kesilebilir, yapıştırılabilir, eklenebilir, silinebilir. Bir başka deyişle, bir canlının değiştirilemez/kalıtsal kabul edilen tüm özellikleri değiştirilebilir, yeniden programlanabilir. Peki ya pratikte durum nedir?

Bilimsel bir yöntemin vaatleri: Kurtarıcı mı felaket mi?
CRISPR-Cas9 sistemi genetik mühendisliği alanındaki ilk “genetik değiştirme” yöntemi olmasa da son 5 yıl içinde en yaygın kullanılan yöntem haline geldi, binlerce laboratuvarda on binlerce araştırmacının ilgi alanını oluşturdu.
Endüstriyel üretimlerde (yoğurt, peynir, maya, bira vb.) kullanılan bakterilerin hastalıklara karşı dirençli hale getirilmesi, GDO bitkilerin üretimi, transgenik (başka türlerden genler taşıyan) hücre kültürü ve deney hayvanı modellerinin üretilmesi, genetik modellerinin oluşturulması, ilaç tasarımı, mutasyonların tetiklenmesi, gen etkileşimlerinin görüntülenmesi, genetik hastalıkların tanı ve tedavisi, HIV, Zica gibi salgınlara yönelik uygulamalar, kök hücre tedavisi ve kanser tedavisi… CRISPR-Cas9 sisteminin yoğun olarak çalışıldığı alanlardan en göz önünde olanlar.[3] Özellikle genetik hastalıklar ve kanser konusunda, bu sistemden büyük faydalar beklenmekte ve vaat edilmekte. Örneğin, yakın zaman önce laboratuvar hayvanlarında (fare ve sıçanda) HIV virüsünü etkisiz hale getirebilen bir CRIPSR-Cas9 sistemi geliştirildiği, ama deney hayvanlarında çalışan bu yöntemin -teorik olarak mümkün olsa da- insanlarda çalışmadığı belirtildi.[4] Benzer şekilde, yayılmacı kanser hücrelerinin genetiğini CRISPR yöntemiyle değiştirmek ve kanser hücrelerini etkisiz hale getirebilmek ön planda olan bir hedef olarak gösteriliyor.
Detaylı bilimsel makaleler okumaya gerek kalmadan, kabaca yapılacak bir gündem taraması dahi bu yöntemin, beklentilerin ve vaatlerin boyutunu göstermeye yetecektir. Ancak araştırmacılar muhtemel olumlu beklentileri sıralarken sadece küçük dipnotlar halinde bir aktardıkları bir gerçek var: CRISPR sisteminin hedeflenmeyen genler (off-target genler) üzerinde nasıl etkileri olabileceğini, hangi mutasyonlara yol açabileceğini bilmiyoruz. Teknik olarak CRISPR’ın genom üzerinde hedeflediği genden başka bölgeleri de kesme olasılığı oldukça yüksek. Yani bir genetik hastalık/özellik genini etkisiz hale getirirken bir başka özellik/hastalık genini tetikleyebilir. Yöntemle ilgili teknik soru işaretleri yanında, henüz genomun nasıl çalıştığını tam anlamıyla çözememişken, genleri değiştirmenin hangi öngöremeyeceğimiz sonuçlar yaratabileceğini bilmiyoruz. Konuyla ilgili tartışmaların en göze görünür hale geldiği yer ise, bu yöntemin insan embriyosu üzerinde nasıl kullanılacağı ya da kullanılamayacağıdır. Örneğin, embriyonun genetik modifikasyonu tüm dünyada yasak iken, Çin’de 2015 yılında CRISPR-Cas9 yöntemi ile insan embriyosu ilk defa genetik olarak değiştirilmiştir. O çalışmada embriyolar yaşamamış ve büyümemiş olsa da, genetik uygulamaların nereye doğru evrilebileceğine dair bir örnek olarak gözümüzün önünde durması gerekiyor. Bugün etik tartışmaların konusu olan genetiği-değiştirilmiş-insan başlığı, önümüzdeki yıllarda, doğacak çocukların özelliklerini seçme uygulaması olarak kendini dayatabilir. Toplumdaki sınıfsal farklara, genetik mühendisliği ile yaratılmış biyolojik farklar eklenmesi her ne kadar distopik kurguları çağrıştırsa da, oldukça mümkün gözüken bir senaryo.

Sonuç yerine…
Görüyoruz ki büyük araştırma şirketleri ve akademik enstitülerin son 50 yıl içinde genetik mühendisliği yöntemleri geliştirmeye olan ilgileri giderek artmıştır. Bu ilginin en güncel odağı ise araştırmacıların kendi tarifleriyle “hassas, hızlı ve ucuz” olan CRISPR-Cas9 tekniğidir. Bu yöntem çok farklı canlı türlerinde farklı amaçlarla incelenmektedir. Genetik araştırmalar temel bilimler arasında en masraflı olanlardandır ve milyarlarca dolar bilimsel fon CRISPR ile ilgili projelere akıtılmaktadır. Yazının girişinde de bahsettiğimiz gibi, burada CRISPR-Cas9 üzerinde yoğunlaştırdığımız genetik biliminin öncelikleri, topluma vaatleri ve ideolojik bağlamı çok daha kapsamlı bir incelemeyi gerektiriyor. Bugün, uluslararası basının parlak ışıklarla haberleştirdiği “tasarım bebekler (designer babies) senaryosu, sebep olabileceği toplumsal ve sınıfsal etkiler bağlamında ürkütücü ama bir o kadar da gerçekleşmeye yakın gözüküyor. Genetik mühendisliğinin büyük pazarı içinde, topluma “devrimsel buluş” olarak sunulan bu yöntemin karanlık açılarını, toplumsal ve ideolojik bağlamını ise gelecek yazımızda incelemeye devam edeceğiz. o

Dipnot:

1-) Human Genome Project (İnsan Genom Projesi resmi sayfası).
https://www.genome.gov/12011238/an-overview-of-the-human-genome-project/

2-) Wiedenheft B., Sternberg S. H., Doudna J. A., RNA-Guided Genetic Silencing Systems in Bacteria and Archaea, Nature, 2012 Feb 15; 482(7385): 331-8.

3-) Hsu P. D., Lander E. S., Zhang F., Development and Applications of CRISPR-Cas9 for Genome Engineering, Cell, 2014 Jun 5; 157(6): 1262-78.

4-) CRISPR HIV’yi yok edip Zika’yı PAC-man gibi yiyor.Yeni hedefi? Kanser (CRISPR kills HIV and eats Zika ‘like Pac-man’. Its next target? Cancer https://www.wired.co.uk/article/crispr-disease-rna-hiv).

 

Kilogramı yeniden tanımlamak

Bu metal silikon küre o kadar yuvarlak ki yapan bilim insanları yuvarlaklığını “Eğer bu küreyi, küresel bir dünya olarak düşünürsek, bu dünyanın en yüksek dağı ile en derin vadisi arasındaki fark sadece 14 metre olurdu” diye anlatıyorlar. Tabii milyonlarca euro ve yıllar süren bu çalışma sadece kusursuz bir küre yapmak için olsaydı acayip gereksiz ve/veya amaçsız bir proje olurdu değil mi? Ama bu projenin önemli bir motivasyonu var; kilogramı yeniden tanımlamak.
Ölçmek, insanlığın günlük hayatını örgütlemekten ticarete kadar uygarlığın ilk uğraşlarından biridir. Mesela bir yılı, 12 aya bölmek ve bunları özelliklerine göre 4 mevsimde tariflemek, insanlığın en eski tekniklerinden biri olan tarım için elzem bir gelişmedir. Kapitalizm öncesi ölçüler kültürlere, halklara, bölgelere göre değişiklikler ve esneklikler gösterirken, kapitalizm sonrası ölçülerin standartlaştırıldığını görüyoruz, çünkü kapitalist sistem için metaların ölçülebilir olması gereklidir. Bir meta ölçülebilir olduğunda bu metaya değişim değeri, ücret biçilebilir demektir. Mesela bir işçinin maaşı, çalıştığı süre -bir meta olarak emek- ile ilişkilendirilir ve bunun için zamanın ölçülebilir olması gereklidir. Bu motivasyonla geçmişte emperyalist ülkeler kendi aralarındaki ve sömürgelerindeki ticareti yönetmek için uluslararası ölçü birimlerini oluşturup, bu birimlerin standart hâle -SI birimleri- getirilmesini sağladılar. Bugün hâlâ ölçüm birimlerinin daha hassas olabilmesi için Uluslararası Standartlar Enstitüsü’nde binlerce bilim insanı araştırmalarını devam ettiriyorlar ve bugün için uluslararası olarak kullandığımız 7 tane standart birim var; metre, saniye, kilogram, amper, kelvin, mol, kandela.
Bir ölçü biriminin “sabit” olarak kabul edilmesi zorlu bir bilimsel süreç. Kapitalist ticaretin ve günlük hayatın örgütlenmesinin dayandırıldığı bu ölçü birimlerinin sabit (değişmeyen) özellikte olması, bir birimin standartlaşabilmesi için en önemli özelliklerden biri. Mesela bu birimlerden bir metre ışığın belli bir sürede aldığı yol (ışık hızı) ile ölçülürken, bir saniye ise en kararlı atomlardan sezyum atomunun titreşimi gibi görece sabit, belli, evrensel ölçülere dayandırılıyor. Ağırlık ölçmek için kullandığımız standart birim olan kilogram ise bu açıdan sorunlu; ölçü olarak bir kilogram, ağırlığını bir kilogram olarak kabul ettiğimiz maddelere dayandırılıyor, yani evrensel bir sabit değil. Bu özelliğiyle kilogram SI birimleri arasında fiziksel bir maddeyle tanımlanan tek ölçü birimi.
Ağırlığın standart birim olarak belirlenmesi çalışmaları kapitalizmin ilk zamanlarına dayanıyor. İlk standart ağırlık birimi olarak 1773’te Antoine Lavoiser tarafından 1 litre buzun kütlesi olarak ‘grave’ tanımlanmış. Fransız ihtilali sonrası bu kelimenin soyluluğu andırır ‘graf’ kelimesi ile aynı şekilde seslendiriliyor olması nedeniyle, yine 1 litre buzun kütlesi olarak ‘gramme’ kelimesi kabul edilmiş. 1799’da ise küçük bir değişlikle gram, 4 santigrad derecedeki 1 litre suyun (suyun buzdan daha yoğun olduğu derece) ağırlığı olarak tekrardan tanımlanmış. Ama suyun başka maddeleri ölçmekte yeterince hassas bir standart olmaması nedeniyle su yerine, 1 litre suya eş ağırlıkta silindir platin ağırlıklar standart olarak kullanılmaya başlanmış. Bugün hala kullanmakta olduğumuz kilogram ise 1889’da icat edilen, silindir platin ağırlıklardan daha yoğun ve sert olan silindir iridyum-platin alaşım ağırlıklardır. Yani bugün kullandığımız kilogramı temsil eden maddeler değişse de aslında kilogram hala 1 litre suyun ağırlığı ile yani fiziksel bir madde ile tanımlanıyor. Bir şeyin fiziksel olması ise değişebilir olması anlamına gelir.
1889’da üretilen 40 tane bir kilogramlık -bir kilogramlık çünkü kendisi kilogramın gerçek tanımı- replika birçok ülkeye ulusal standartlarının oluşturulması için yollanıyor ve bu replikalar havasız tüpler içerisindeki kasalarda saklanıyorlar. Hatta bunlardan 7 tanesi Paris’teki Uluslararası Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu’nun bodrumunda kilitli bir kasanın içerisinde aynı koşullarda bulunuyor. Bu saklama koşullarına karşın 50 sene sonra 1948’te, 40 replika bir araya getirildiğinde her birinin ağırlığının değiştiği fark ediliyor. Replikaların ağırlık farkı 100 sene sonra daha da büyüyor ve bunun üzerine iridyum-platin alaşımların, kilogramı tanımlamak için zaman içerisinde yeterince kararlı olmadığı ve başka bir tanıma ihtiyaç olduğu kararı veriliyor. Sonuçta ülkelerin sahip olduğu altın gibi değerli metallerin miktarının bile ekonomi üzerinde yaşamsal bir etkisi olduğu kapitalizmde, ağırlık biriminin sabit olmaması kaptalizm için sarsıcı bir durum. İşte silikon küre tam bu noktada devreye giriyor.
Silikon küre, kilogramın fiziksel bir nesneye bağımlılığının ortadan kaldırılması için üretilmiş bir düşünce. Bir atomun ağırlığı sabit, evrensel bir ölçü birimidir. Mesela bir mol karbon atomu (mol: belirli sayıda atomu ifade etmek için kullanılan SI birimi) yaklaşık olarak 12 gramdır. Bilim insanları bu bilgiden yola çıkarak, sadece silikondan oluşan bir küre üretirsek ve bu kürede kaç tane atom olduğunu hesaplayabilirsek, karşılaştırmalı olarak kilogramın çok daha hassas bir ölçütünü oluşturabiliriz fikrini ortaya atmışlar. Malzemenin silikon seçilmesinin sebebi ise hem kolay bir şekilde işlenebilmesi hem de daha önemlisi silikon kürede hava ve atom boşluğu gibi hataların minimum sayıda olması. Hatta bilim insanları kürenin ‘kusursuz’ bir silikon küre olduğunu iddia ediyorlar. Şeklin küre olmasının ise çok basit bir açıklaması var. Kürenin çapını biliyorsanız hacmini hesaplamak, hacimden ise atom sayısını hesaplamak çok kolaydır. Yani basitçe küredeki atom sayısını hesaplayabildiğimiz için, 1 mol silikon atomunun ağırlığından 1 kilogramı bulmuş oluyoruz. Yani bu küre olmasa da, atomun ağırlığını fiziksel olmaktan çıkartıp evrensel bir kavrama dönüştürebileceğimiz bir ölçüt elde etmiş oluyoruz.
Yeni geliştirilen kavramın yakın gelecekte bildiğimiz kilogram tanımını değiştirebileceği ve bilimsel çalışmalar için daha hassas ölçütler oluşturabileceği beklenirken, bu uğraşta harcanan emek ve bütçenin, toplumsal anlamda ihtiyaç olup olmaması tartışmalı bir konu olmaya devam ediyor.

Okuyucuya Sorular:
• Standart birimlerden (SI birimleri), hangi birim neyi ölçmek üzerine kullanılmaktadır?
(örn: kilogram – ağırlık)
• Bir birimin standart hâle gelebilmesi için sahip olması gereken ortak özellikler nelerdir?
• Diğer tüm standart birimler, birimin adıyla kullanılırken, kilogram neden gram yerine kilo-gram olarak standartlaştırılmıştır?
• Diyalektik materyalist felsefe açısından ‘kusursuz’ silikon küre mümkün müdür? Neden?
• Standart birimlerin daha hassas ölçülebilir olmasının, sosyalist toplumda günlük hayatın örgütlenmesine katkısı ne yönde olur. Neden?

“Duyarlılığın inceliğin esenliğin yazarı”: Oktay Akbal

Selim İleri’ye, “Ustalarımdan biri”ydi[2] dedirtendi; “büyük yazar”dı.[3]
Yazın dünyasında yankı uyandıran, ‘Önce Ekmekler Bozuldu’ başlıklı ilk yapıtını 1946’da çıkarmış; onu, 1949’da ‘Aşksız İnsanlar’ı izlemişti.
Bu yapıtlarda, hümanizm, vicdan vardı. Oktay Akbal’ı da yazar yapan buydu zaten.
Yazmayı yaşamaya, yaşamayı yazmaya dönüştürmüştü. Onun sıcak kısa cümleleri, insana dostça yaklaşan, içine sinen içtenlikli bir anlatımı vardı.
Yaşam deneyimlerinden, çocukluk anılarından yola çıkıp, küçük kent insanını da gözardı etmeden, duygu yüklü öyküler kaleme alan Oktay Akbal, -Behçet Necatigil’in deyişiyle- “Konulu hikâyeler değil de, belli konular çevresinde oluşan anılar toplamıdır.”
Kolay mı?
“Şairlerden dizeler kalır belleğimizde ama öyküden, düzyazılardan pek bir şey anımsamayız,” kuralını değiştirdi Oktay Akbal; bir öyküsünün ilk cümlesiyle: “Önce ekmekler bozuldu sonra her şey…”
Savaşın trajikliğini, ürpertici bir üslupla anlattı. Yüz binlerce insanın bombalar altında yok oluşunu, bir günde kurşuna dizilenlerini…
Ve insanın kanıksama duygusunu özetledi, “Kahkahalarla, radyoda okunan ölü listeleri birbirine karışmaya başladı,” sözleriyle…
Ve öykü şöyle noktaladı: “Her şey ekmekle başladı, ekmekle bitecek…”
* * * * *
“Önce Ekmekler Bozuldu” başlıklı yapıtıyla edebiyata damgasını vuran gazeteci-yazar Oktay Akbal, 92 yaşında hayatını kaybetti.
20 Nisan 1923 tarihinde İstanbul’da doğan Akbal, ilk gerçekçi romancılardan Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın torunuydu. Hukuk Fakültesi mezunu olan yazarın babası Salih Şehabettin Bey de avukattı.
Akbal, Kumkapı’daki Saint Benoit Fransız Lisesi’nde başladığı ortaöğrenimini, 1942 yılında İstiklal Lisesi’nde bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk (1944) ve Edebiyat (1946) fakültelerine devam etti, ancak yükseköğrenimini yarıda bırakarak kendini yazarlığa verdi. 1943 ve 1944 yıllarında ‘Servet-i Fünun Uyanış’ dergisinde sekreterlik, 1947 ve 1951 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda memurluk yaptı. Fakat yaşamını asıl anlamda gazetecilik yaparak kazandı.
1939 ve 1940 yıllarında ‘Yeni Sabah’ ve ‘İkdam’ gazetelerinde çevirileri ve öyküleri yayımlanan Oktay Akbal, 1951-1956 yılları arasında ‘Vatan’ gazetesinde düzeltmen, sekreter ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı.
1956’da köşe yazarlığına başlayan Oktay Akbal, 1985’den itibaren ‘Hürriyet’ gazetesinde, daha sonra ‘Milliyet’ gazetesinde çalıştı. ‘Cumhuriyet’ gazetesinde “Evet/Hayır” başlıklı köşede yazdı.
Akbal, 12 Eylül döneminde ‘Cumhuriyet’teki köşesinde kaleme aldığı yazılar nedeniyle yargılandı ve 1983’te hapis cezası alarak bir süre cezaevinde yattı.[4] Akbal, cezasını geceleri cezaevinde yatıp gündüzleri ise serbest kalarak tamamladı.
* * * * *
“Zaman bu, elle tutulmaz, gözle görülmez, geçer gider… Bir bakarsın, nerden nereye gelmişsin. Evet, edebiyatta, sanatta gençlik-yaşlılık diye bir şey yoktur. Yaratanlar, yeni, taze duyarlılıklar, anlamlar getirenlerin yaşı da,”[5] diyen Oktay Akbal’ın; ‘Önce Ekmekler Bozuldu’ (1946), ‘Aşksız İnsanlar’ (1949), ‘Garipler Sokağı’ (1950), ‘Bizans Definesi’ (1953), ‘Bulutun Rengi’ (1954), ‘İkisi’ (1955), ‘Suçumuz İnsan Olmak’ (1957), ‘Berber Aynası’ (1958), ‘Yalnızlık Bana Yasak’ (1967), ‘Tarzan Öldü’ (1969), ‘İstinye Suları’ (1973), ‘İnsan Bir Ormandır’ (1975), ‘Karşı Kıyılar’ (1979), ‘İki Roman’ (1982), ‘Lunapark’ (1983), ‘Düş Ekmeği’ (1983), ‘Ey Gece Kapını Üstüme Kapat’ (1988), ‘Hücrede Carmen’ (1998), ‘Batık Bir Gemi’ (1997) gibi birçok yapıtta imzası vardı.
“Bozuk düzene karşıtlığı, emek bilinci”yle anımsanması gereken; [6]“Sonunda çareyi buldum. Yazmak, yine yazmak,”[7] diyen Oktay Akbal; “İçten, candan iyi bir insandı. Marifet ‘Suçumuz İnsan Olmak’ın yazarı kadar iyi bir insan olmaktı. Ölünceye kadar içindeki çocuğu öldürmedi.”[8]
“Duyarlılığın inceliğin esenliğin yazarı”[9] olarak anılırken; Ali Sirmen de, “Oktay Akbal su kadar berrak, duru, içindeki çocuğu son anına kadar canlı tutmuş, candan bir insandı. İyi yazar olduğu ölçüde iyi insandı. Gıllı gışlı bir yanı hiç olmadı.”[10] “O her şeyi göze alarak, bile bile yazıyordu,”[11] diye eklemeden edemiyordu.
Kolay mı? Selim İleri’nin Akbal için söyledikleri adeta edebiyat tarihine not düşmek gibi:
“İlk gençliğimden bugüne en önemli en büyük ustalarım arasındaydı. Çok uzun yıllar onun öykülerine sonsuz bir hayranlık duydum. Hep onun gibi yazmaya özendim, nice öyküsü nice denemesi bana anlam kattı.”[12]
Ve bir gün son yazısında “Ah şu daktilo onunla son buluşmamız gibi,”[13] notunu düşüp, gitti… o
29 Haziran 2016, Ankara.

 

Notlar:

1-) Oğuz Atay.

2-) Selim İleri, “Yarının da En İyi Türk Yazarlarından Biri”, Cumhuriyet Kitap, No: 1334, 10 Eylül 2015, s. 14.

3-) Coşkun Özdemir, “Oktay Akbal: Yitirdiğimiz Büyük Yazar”, İnsancıl, Yıl:26, No:304, Kasım 2015, s. 21-22.

4-) 12 Eylül darbesinden bir gün sonra kaleme aldığı yazısında darbe için, “Kaçınılmaz bir hareket…”, “Bir yerlere gidiyorduk, bu gittiğimiz yer bugünkü yerdi. Başka yer yoktu,” demişti… Bununla da kalmayıp, “Atatürk devriminin yandaşları, erleri, Atatürk ilkelerinin sahipleri böyle bir duruma sürgit göz yumamazlardı elbet. Nasıl 27 Mayıs 1960’da göz yummadılarsa, daha sonraki yıllarda nasıl zaman zaman uyarı mektuplarıyla anımsatmaları, iktidarı ellerinde tutanları Atatürk devriminin yoluna çağırdılarsa bir kez daha aynı kutsal görevi yapacaklardı. Bu kaçınılmaz bir gerçekti. Öyle de oldu,” diye eklemişti!

5-) Hikmet Altınkaynak, “Oktay Akbal Günü”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2016, s. 16.

6-) Serdar Kızık, “Cumhuriyet Çınarı Oktay Ağabey”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2015, s. 18.

7-) Orhan Bursalı, “Oktay Akbal: Onun da Sırası mı Var”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2015, s. 6.

😎 Ayşe Emel Mesci, “Yol Bitti Sanırız”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2015, s. 17.

9-) Doğan Hızlan, “Duyarlılığın İnceliğin Esenliğin Yazarı”, Hürriyet, 31 Ağustos 2015, s. 22.

10-) Ali Sirmen, “Oktay Akbal ve Yazar Cesareti”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2015, s. 4.

11-) Mehmet Emin Berber, “Oktay Akbal’ı Uğurladık”, Cumhuriyet, 1 Eylül 2015, s. 15.

12-) Doğan Hızlan, “Oktay Akbal’ın Haber Değeri Yok mu?”, Hürriyet, 1 Eylül 2015, s. 22.

13-) “Yazarımız Oktay Akbal’ı Kaybettik”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2015, s. 7.

“Culpa vacare maximum est solatium”[1]

Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2016/109 no’lu dosyası ya da kamuoyundaki yaygın adıyla “Ayşe Öğretmen Davası”ndan ötürü karşınızdayım.[3]
İddia makamı esas hakkındaki mütalaasında: “Her ne kadar sanıklar… Temel Demirer… haklarında terör örgütü propagandası yapmak suçundan cezalandırılmaları talebiyle kamu davası açılmış ise de… Ayşe Çelik’in show programında geçen konuşmasının içeriğinin suç unsuru bulunmadığına inandıkları yönünde görüşlerini açıklamış olmalarından… terör örgütü propagandası yapmak suçundan beraatlerine” talebini ifade edip; hemen ardından da -bir alay subjektif niyet okumasıyla- “Sanığın üzerine atılı terör örgütü propagandası yapmak suçunu işlediği dosya kapsamıyla sabit olduğundan sanık Ayşe Çelik’in eylemine uyan 37l3 sayılı Yasanın 712/ 5237 sayılı TCK’nun 53 maddeleri gereğince cezalandırılmasına karar verilmesi kamu adına talep ve mütalaa olunur dedi.”Ek-1
Öncelikle mütalaadaki “inandıkları” ibaresinin, benim için özelde düşünce ve ifade özgürlüğü, genelde ise özgürlük konusuna mündemiç bir tavır ve duruş veya düşünce ve davranış olduğunun altını özenle çizmeliyim.
Yani ben kendi adıma, suçsuz olduğundan zerrece kuşku ve kaygı duymadığım Ayşe Öğretmen’e istenen “ceza” konusunda: i) “Argumentum ad judicium/ Sağlam fikre/ mantığa dayanan delil”den yoksun; ii) “Corpus delicti/ Suç unsuru” bulunmayan; iii) “Audi partem alteram/ Karşı tarafı (da) dinle” ilkesine sırt dönmüş talep hakkında, “Non liquet/ Açık değil” notunu düşmeden edemeyeceğim.
Kanaatim odur ki, -tarihin defalarca mahkûm ettiği!- “suçlu yaratma yöntemi”, hukuka yabancı olmalıdır.
Ortada “suç” falan yok; olsa olsa, dosdoğru ifade edilen bir gerçek var.
Ayşe Öğretmen’in tavrı çok net.
Ne yani, daha önce de ifade ettiğim gibi, “Çocuklar ölmesin demek yerine çocuklar ölsün mü demeliydik”?[4]
Ben çocuklar ölmesin diye; Albert Camus’nün, “Yaşamak kendi başına bir değer yargısıdır. Nefes almak ise; yargılamaktır,” saptamasındaki duruşla; bilerek/isteyerek “yargılanan” Ayşe Öğretmen’in yanında yer aldım.
Bu özgürlükçü bir tercihti; tercihimden de asla pişmanlık falan duymuyorum.
“Seçme gücü vardır, ama yaptığı seçimin sonuçlarından kaçma gücü yoktur.”[5] “Bir fikri yargılamaktansa, bir insanı yargılamak çok daha kolay gelir,”[6] diyen Ayn Rand’ın, “En büyük suç, hak edilmeyen suçluluğu kabul etmektir,”[7] saptamasındaki üzere sonuna kadar Ayşe Öğretmen’in tavrını, söylediklerini, duruşunu sahipleniyorum.

ADİL YARGILANMA HAKKI
Bunların yanında adil ve eşit yargılanmanın -hangi koşullar altında olursa olsun- bir hak olduğunu düşünüyor ve Friedrich Engels’in uyarısını “es” geçmeden,[8] “düşman hukuk(suzluğu)u” denilen şeyin, “hukuk devleti iddia”larını tekzip ettiğine inanıyorum.
Çünkü “teori”deki üzere “Hukuk Devleti” küresindeki mücadele, devletin topluma ve bireye karışmasını azaltma savaşımıdır. Temel amaç, kanımca “az devlet, çok hukuk” formülüyle özetlenebilirken;[9] “Fair hearing” (hakkaniyete uygun yargılanma) hakkı, 04/11/1950 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 6. maddesinde, 19/12/1966 tarihinde de Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 14. maddesinde yer aldı…
Adil yargılanma hakkının temeli teminatlı, bağımsız ve tarafsız hâkimdir. Hâkim bağımsızlığı ve tarafsızlığı kavramları birbiri içine girmiş olup yargılamayı yürütürken ve karar verirken bağımsız olması gereken hâkim bunun sonucu tarafsız da olmak zorunda…[10]
Bir şey daha: Adil ve eşit yargılanmada bir şey birisi için neyse, öteki(ler) için de odur. Yani seçmece olmaz… Bunlardan neden mi söz ediyorum? İfade özgürlüğünü kullanan Ayşe Öğretmene istenen herhangi bir suça tekabül etmeyen ceza için!

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ FASLI
George Washington’ın, “Eğer ifade özgürlüğü elden alınırsa, kurbanlık koyunlar gibi sessiz ve tepkisiz hâle getiriliriz”…
Konfüçyüs’ün, “Bir ülkede adaletin varlığı kişinin kendini özgürce ifade etmesinden anlaşılır. Bir ülkede adaletsizliğin varlığı ise kişilerin başına buyruk davranışından anlaşılır”…
John Stuart Mill’in, “Eğer tek bir kişi insanlığın geri kalanından farklı bir kanaate sahipse, nasıl o kişinin gücü olsa insanlığı susturma hakkı yoksa insanlığın da o kişiyi susturmaya hakkı yoktur”…
Ali Fuat Başgil’in, “Fikirden korkmayınız. Emin olunuz ki, yeryüzünde zararlı tek fikir eleştiri süzgecinden geçmeyendir. Kabul ediniz ki, sizden başka ve belki daha iyi düşünenler vardır”…
Bertrand Russell’ın, “Bazı fikirleri benimsemek veya onlara karşı olmak, ya da bazı konularda bir şeye inandığımızı veya inanmadığımızı dile getirmek, ceza yaptırımlarına yol açıyorsa düşünce özgür değildir”…
George Orwell’in, “Basın özgürlüğü herhangi bir anlam ifade ediyorsa o da eleştirme ve karşı çıkma özgürlüğüdür,” saptamalarıyla karakterize olan ifade özgürlüğü; ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19. maddesindeki üzere, “Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malumat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkı”nı içerir.
Oscar Wilde’ın, “Tehlikeli olmayan bir düşünce, düşünce diye anılmaya bile değmez,” notunu düştüğü konuda Bernard Shaw’ı anmamak mümkün değil.
İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde İngilizler arasında Britanya’nın da bu savaşa katılıp katılmaması tartışılıyormuş. Bernard Shaw, sağda solda “Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Çarlık Rusyası, Osmanlı İmparatorluğu battı. Büyük Britanya İmparatorluğu da batacaksa bu savaşa girsin!” diye konuşuyormuş. Ama bir yazar ve düşünür olarak sürekli hürriyetsizlikten şikâyet ediyormuş. Bir gün, dönemin bir devlet adamı Shaw’a sormuş: “İçinde yaşadığın imparatorluğun batmasını isteyebildiğin, bunu her yerde söyleyip yazabildiğin hâlde hürriyetsizlikten şikâyet ediyorsun. Bu bir çelişki olmuyor mu?”
Shaw cevap vermiş: “Siz benim yalnızca neyi söyleyebildiğimi biliyorsunuz; ama neyi söyleyemediğimi biliyor musunuz!”
Düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırsız olmasının, hiçbir kayıt ve şarta bağlanmamasının zorunluluğunu Shaw’ın bu anektodundaki yanıt kadar açık seçik anlatan söz az bulunur.
İfade özgürlüğü demokrasinin vazgeçilemez temel özelliklerindendir. Çünkü bu ülkelerde veya toplumlarda basın halk adına gelişmeleri takip eder ve olup bitenler hakkında toplumu bilgilendirir. Toplum bu bilgiler sayesinde doğru kararlar alınması için harekete geçer. Toplum bu yöntemle kendisini idare edenleri de denetleme ve gözlemleme şansına sahip olur.
Söz konusu yöntemin başarılı olması için ifade özgürlüğünün de olması gerekiyor. Bu bağlamda düşünce ve ifade özgürlüğünün gerçekleştirilmesinde vazgeçilmez bir araç ve bir değerdir. Gerçek anlamda düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanması, özgür, doğru, yaygın bilgi ve haber dolaşımı ile mümkündür.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 10. maddesinde, ifade özgürlüğü açık ve net olarak, yoruma meydan vermeyecek bir şekilde düzenlenmiştir. Madde ile herkesin ifade özgürlüğüne mutlak olarak sahip olduğu, bu hakkın kullanımında resmî makamların müdahalesinin olamayacağı, haber ve düşünce almak ya da vermek özgürlüğü düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 90. maddesi gereğince, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler ile yasaların çatışması durumunda, uluslararası sözleşmelerin esas alınacağı düzenlendiğine göre, bu konuda çıkarılacak tüm yasaların da bu sözleşmeye uygun olması gerekecektir. Aksi takdirde aykırı yasaların değil, sözleşmenin uygulanacağı Anayasa’nın emridir. Esasen bu özgürlükler, Anayasa ve kısmen Basın Yasası’nda da yer almaktadır.
AİHM’e göre bu özgürlük, demokratik bir toplumun temel değerlerinden birini oluşturmaktadır.
AİHM’e göre, siyasal söylem ve genel yarar ile ilgili görüşlere sınır getirilmemesi gerekir. Medya yoluyla siyasal eleştirileri dile getirme ve basın özgürlüğü hakkında sınırlandırma kabul edilemez. Ayrıca hükümete karşı kabul edilebilir eleştirinin sınırları, sıradan bir yurttaşa, hattâ bir politikacıya göre çok daha geniştir. Hükümetin işgal ettiği baskın konum, özellikle de muhaliflerinden gelen, haklı olmayan saldırı ve eleştirilere cevap vermek için cezai yollar kullanılmamasını gerektirir. Kullanılan ifadeler şiddet,isyan ya da başkaldırıya teşvik içermediği sürece, ifade özgürlüğü engellenemez (Dink/ Türkiye kararı).
Bu içtihatlarla, bir siyasetçinin kabul edilebilir eleştiri sınırlarının, sıradan bir şahsa kıyasla daha geniş olduğunun altı çizilmiş ve bu nedenle de siyasilerin daha büyük bir hoşgörü göstermesi gerektiği karara bağlanmıştır. Yazılan yazı ve görüşler, katı eleştirileri ve hicivli bir stili içerebilir. Bu bağlamda ifade özgürlüğü, sadece olumlu karşılanan veya zararsız ve tarafsız görülen bilgi ve fikirleri değil, demokratik bir toplumun gereklilikleri olan çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin parçası olan, rencide eden, şoke eden ve rahatsız eden bilgi ve fikirleri de koruma altına almıştır.[11]
AİHM’in 1976’da verdiği tarihi Handyside (İngiltere) Kararı’na göre, “İfade özgürlüğü sadece olumlu karşılanan ve zararsız düşünceleri değil, aynı zamanda devleti ya da toplumun bir bölümünü inciten, şok eden ya da rahatsız eden düşünceleri de kapsar. Bu demokratik bir toplumu oluşturan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin bir gereğidir.”
Ayrıca AİHM’in ısrarla altını çizdiği üzere, düşünceyi açıklama özgürlüğünden söz edebilmek için sadece çoğunluk tarafından olumlu karşılanan fikirlerin açıklanmasına izin verilmesi yetmez. Düşünceyi açıklama özgürlüğünün var olduğunun kanıtı, çoğunluğa anlamsız gelen, çoğunluğun paylaşmadığı fikirlerin de açıklanabilir olmasıdır. (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Handyside-Birleşik Krallık, 1976; Sunday Times-Birleşik Krallık, 1979; Lingens-Avusturya, 1986; Oberschlick-Avusturya, 1995; Thorgeirson-İzlanda, 1992; Jersild- Danimarka, 1994; Goodwin-Birleşik Krallık, 1996; De Haes ve Gijels-Belçika, 1997 Kararları’ndaki gibi…)

KONUYA DAİR ÖRNEKLER
Özgürlük hakkında Montesquieu’nün, “Bu kelime kadar çeşitli anlam verilmiş, onun kadar insan kafasını çeşitli şekillerde yormuş başka bir kelime yoktur,” saptamasının altını özenle çizerek; Hikmet Çetinkaya ile Ceyda Karan’ın yargılandığı davanın ilk duruşmasında kutsal değerlerine hakaretin özgürlük olarak sayılamayacağını söyleyen şikâyetçilerden biri, sanıkları kastederek, “Eğer adalet cezalarını vermezse bize verin biz cezalarını verelim. Öbür dünyaya bırakmayalım,”[12] diyebildiği coğrafyamızdaki ifade özgürlüğünün hâl-i pür melaline gelince: Neyin ifade özgürlüğü olduğu ya da olmadığı meçhuldür![13]
Örneğin Avrupa Konseyi’nin danışma organı Venedik Komisyonu, Türkiye’yi ifade özgürlüğü konusunda eleştirirken;[14] Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Barış İçin Akademisyenler’e yönelik “Alçak, zalim, kapkaranlık, cahil, tiksinti verici, vatan haini, lümpen, terör örgütünün maşası, ahlâksız, mandacı artığı, ruhu kirlenmiş” ifadeleri nedeniyle kendisine açılan davaya sunduğu yanıt dilekçesinde, Anayasa Mahkemesi ve AİHM’nin “Düşünce ve ifade özgürlüğü” içtihatlarını örnek gösterilebiliyor.
Cumhurbaşkanı, bu sözlerine dava açılınca “İfade özgürlüğünü kullandım,” diyor.[15]
Ayrıca Erdoğan’ın avukatı tarafından verilen dilekçede, ifade özgürlüğünün “Devletin veya nüfusun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgiler ve düşünceler için de geçerli olduğu ve bunlar olmaksızın demokratik toplum olmayacağı,” belirtilebiliyor.[16]
Nihayetinde, “Erdoğan, milyonlarca kişinin önünde ‘alçak’ diyerek, ‘aydın müsveddesi güruh’ diyerek, ‘vatan haini’ diyerek imzacı akademisyenlere hakaret etmiştir. Bir cumhurbaşkanı bunu yaparsa halk birbirini öldürür. Diğer yandan Erdoğan, binlerce kişiye tweet attıkları için hakaret davası açmıştır ve bu kişiler anında tutuklanmışlardır,” diyen[17] Prof. Dr. Baskın Oran’ın akademisyenlere yönelik sözleri nedeniyle,[18] Cumhurbaşkanı Erdoğan aleyhine açtığı 10 bin liralık tazminat davası 13 Aralık 2016 tarihinde Ankara Adliyesi 3. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından reddedildi.[19]
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatı Tuğba Sağlam Eker de, Erdoğan’ın bildiriyi imzalayanlara yönelik “Alçak”, “zalim”, kapkaranlık”, “cahil”, “tiksinti verici”, “vatan haini”, “lümpen”, “terör örgütünün maşası”, “ahlâksız”, “mandacı artığı”, “ruhu kirlenmiş” gibi ifadeleri için AİHM’i referans göstererek, “ifade özgürlüğü” savunması yaptı…
Bu kadar da değil…
TRT’de yayınlanan bir programda, “Enver Paşa 80 tane Atatürk eder” diyen ‘Türkiye Günlüğü Dergisi’nin sahibi Mustafa Çalık’ın açıklamasına, “En az Enver Paşa’yı vatan haini ilan edenler kadar yavşakça bir açıklamadır,” tepkisini gösteren vatandaş hakkında başlatılan soruşturmada, savcılık takipsizlik kararı verdi. Cumhuriyet Savcısı Mehmet Taştan’ın kararında, Çalık’ın sözlerine tepki olarak söylenen sözün, AİHM içtihatlarına da göre de suç oluşturmadığı kaydedildi.[20]
Bu kadar da değil…
İstanbul Anadolu 20. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 3 Şubat 2017’de görülen duruşmada, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi imzalayan akademisyenleri, “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” diyerek tehdit eden organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in yargılanmasında mahkeme yargıcı, “Maddi zararın var mı?” diye sordu. [21]
Bu kadar da değil…
‘Agos Gazetesi’ önüne siyah çelenk bırakarak, sosyal medya üzerinden “Bir gece ansızın gelebiliriz” şeklinde tehdit ettikleri iddiasıyla yargılanan, Milliyetçi Türkiye Partisi İstanbul İl Başkanı Bilal Gökçeyurt ile Turan Ocakları Genel Başkanı Ercan Urçar, İstanbul 62. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yapılan duruşma da suç unsuru oluşmadığı gerekçesiyle beraat etti. [22]
O hâlde “alçak”, “zalim”, kapkaranlık”, “cahil”, “tiksinti verici”, “vatan haini”, “lümpen”, “terör örgütünün maşası”, “ahlâksız”, “mandacı artığı”, “ruhu kirlenmiş” veya “yavşakça bir açıklama” gibi ifadeler yanında; “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” türünden tehditler “ifade özgürlüğü” ise! “Çocuklar ölmesin demek,” neden suç olsun?
Bu elbette madalyonun bir yüzü! Öteki de şu…
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ı, 19 Mart 2016 günü düzenlenen etkinlikteki konuşmasında “hükümet terörü” ifadesini kullandığı için, “Türk milletini, Cumhuriyeti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi”ni alenen aşağılama’ suçundan 21 Şubat 2017’de 5 ay hapis cezasına çarptıran Ağrı’nın Doğubeyazıt 2. Asliye Ceza Mahkemesi açıkladığı gerekçeli kararda, temel hak ve hürriyetler kapsamında değerlendirilen ifade özgürlüğünün, birçok uluslararası belgeye konu olmakla birlikte, sonsuz ve sınırsız olmadığını vurguladı. İfade özgürlüğü ne kadar önemliyse bunun sınırlarının da olduğu belirtilen kararda, felsefi anlamda ileri sürülebilse bile sınırsız özgürlük anlayışı fikrinin, örgütlü siyasal toplumda geçerliliği bulunmadığı kaydedildi. [23]
Merak ediyorum: “Alçak”, “zalim”, kapkaranlık”, “cahil”, “tiksinti verici”, “vatan haini”, “lümpen”, “terör örgütünün maşası”, “ahlâksız”, “mandacı artığı”, “ruhu kirlenmiş” veya “yavşakça bir açıklama” gibi ifadeler yanında; “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” türünden tehditler ifade özgürlüğü sınırları içinde de; Ayşe Öğretmen’in, “Çocuklar ölmesin” demesi mi sınırların dışında!

AYŞE ÖĞRETMEN’İN TAVRI
İddianamede Ayşe Öğretmen’in, “Orada olanların farklı bir şekilde aktarılıyor, ben öğretmenim, öğrencilerini terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum, bir daha oralara nasıl dönecekler, o güzel, masum, tertemiz yürekli çocukların yüzüne, gözlerinin içine nasıl bakacaklar,” sözleri niyet okumasıyla “terör örgütü propagandası” sayılırken; bu sözlere eleştiri hakkı, düşünceyi ifade ve yayma hürriyetinin kullanılmasından başka bir anlam yüklenemez.
Unutulmamalıdır ki her yurttaşın devlet organlarının uygulamalarını eleştirmek en doğal yurttaşlık hakkıdır. Diğer yandan herkesin düşünce ve kanaatini açıklama özgürlüğü vardır.
Anayasa’nın düşünce ve kanaat hürriyetini düzenleyen 25. maddesine göre, “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”
Anayasa’nın 26. maddesine göre de, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.”
Düşünce, kanaat ve ifade özgürlüğü, Anayasaya göre, temel hak ve özgürlükler kapsamındadır. Anayasa’nın 90/son maddesinde ise, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır,” denilmektedir. İfade özgürlüğü, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 19. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS) 10. maddesinde düzenlenmiş ve sınırları da bu maddelerde gösterilmiştir. Buna göre; İfade özgürlüğüne yapılan müdahalelerin, mutlaka yasa ile öngörülmüş olması, bu müdahalelerin İHAS’ın 10/2. maddesindeki yasal bir amaca dayanması, demokratik bir toplumda gerekli ve yaptırımın da orantısal olması gerekmektedir.
Konuşmada şiddet, silahlı direniş ve isyana teşvik edilmemektedir. Kaldı ki, AİHM, şiddet, silahlı direniş ve isyanı teşvik etmeyen “Devlet terörü”, “katliam”, “direniş ve isyan ruhu” gibi sert ve keskin sözlerle yapılan eleştirileri de ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmektedir.
Özetle Ayşe Öğretmen’in konuşmasından “terör örgütü propagandası” yapıldığından söz etmek mümkün değildir ve böyle bir kasıt yoktur.
İfade özgürlüğü kapsamında korunması gereken eleştirel düşünce açıklamasının suç olarak nitelendirilmesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. Maddesinin açık biçimde ihlâlidir. [24]
Ayşe Öğretmen’e istenen “ceza”nın kendisi ifade özgürlüğüne yönelik bir sınırlamadır ve AİHM’nin örnek kararları göz önüne alındığında, Ayşe Öğretmen’in konuşmasının eleştiri hakkı ve düşünce özgürlüğü kapsamı dışında değerlendirilmesi ve cezalandırılması mümkün değildir.
Bu konu yeri gelmişken bir “örnek karar”ı da aktarmadan geçmemeliyim: Sosyal medya hesaplarında ‘Terör örgütü propagandası’ yaptığı iddiasıyla hakkında 5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılan Amedspor futbolcusu Deniz Naki’yi beraat ettiren Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararında, yasalar ve uluslararası sözleşmelerle teminat altına alınan ifade özgürlüğünün, terörle mücadele kapsamında en çok müdahale ve sınırlamaya maruz kalan temel haklardan olduğunu belirtip, Terörle Mücadele Kanunu’nda geçen propaganda yasağının bu duruma örnek teşkil ettiği ifade edildi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre kişinin hakkı ile toplumun çıkarları, özellikle kişinin temel ifade özgürlüğü hakkı ve demokratik toplumun terör örgütlerinin faaliyetlerine karşı kendini korumaya ilişkin meşru hakkı arasında bir denge kurulması ihtiyacını beraberinde getirdiği belirtilen kararda şu ifadelere yer verildi:
“Terörle mücadele kendine özgü bir takım zorlukları barındırdığından, devletlerin bu mücadelede daha geniş bir takdir marjına sahip olduğu kabul edilmekle birlikte, terörle mücadele de bir hukuk rejimidir. Uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerin ihmal edilebileceği bir alan değildir. İfade özgürlüğü memnuniyetle karşılanan, zararsız veya önemsiz sayılan, insanların kayıtsız kalacağı bilgi ve fikirler için değil, aynı zamanda demokratik toplumu şekillendiren çoğulculuğun, hoşgörünün ve geniş fikirliliğin doğasında bulunan bir gereklilik olarak saldırgan, şok eden, rahatsızlık veren ya da ayrılık yaratabilen fikirler için de uygulanabilmelidir.” [25]

HUKUK(SUZLUK) ÖRNEKLERİ!
Ayşe Öğretmen’in yargılanan ve sahiplendiğim(iz) tavrı ifade özgürlüğü sınırlarındadır; bu kapsamda ele alınmalıdır.
Eğer Attila Aşut’un, “Hukukun bittiği yerdeyiz!”;[26] Şenal Sarıhan’ın, “Adalet nerede? Kafdağı’nın ardında mı? Kafdağı masallardadır”;[27] Aydın Engin’in, “Hukuk’un bir kerre daha guguk olduğu günler yaşıyoruz. Üstelik adalet aygıtının büyük ölçüde AKP iktidarınca adeta teslim alındığı günlerdeyiz. Yani hukuk hızla guguklaştı,”[28] diye tarif ettiği koordinatlarda değilsek…
Veya Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Sayın Nils Muiznieks’in, 15 Şubat 2017 tarihini taşıyan “Türkiye’de İfade Özgürlüğü ve Medya Özgürlüğüne İlişkin Memorandum”unda (wcd.coe.int) “İfade özgürlüğünü kısıtlayan yargı tacizi”ne[29]; Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ’ın, “OHAL koşullarındaki yargılamalara,”[30] dikkat çektiği tehlikenin uzağındaysak…
Ya da Yargıtay Başkanı İsmail R. Cirit’in, “Geçmişte yargıya güven yüzde 70 idi, şimdi yüzde 30’lara düştü,”[31] diye tarif ettiği handikapı aşmışsak; soru(n) yoktur ve “Leges cum omnibus semper una atque eadem voce loquuntur/ Kanun herkesle aynı sesle konuşur,” ise Ayşe Öğretmen ile birlikte hepimizin beraati gerekmektedir.
Çünkü hepinizin de bildiği ve unutmaması gerektiği üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beştepe Külliyesi’nde, TRT 39. Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği Cumhurbaşkanlığı Kabul Töreni’ndeki konuşmasında çocukların öldürülmemesi temennisinde bulunup, Nâzım Hikmet’in ‘Kız Çocuğu’ başlıklı şiirindeki, “Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yoktur. Şeker bile yiyemez ki kâğıt gibi yanan çocuk. Çalıyorum kapınızı teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler,” dizelerini okudu.[32] Yani o da “çocuklar öldürülmesin” dedi…
O hâlde “Unum castigabis, centum emendabis/ Bir kişiyi cezalandırırsan, yüz kişiyi düzeltirsin,” diyen bir hukuk(suzluk)a inanmıyorum vurgusuyla diyeceklerimi sonlandırıyorum: Ayşe Öğretmen ile birlikte hepimizin suçsuz olduğundan şüphe duymuyor ve Nikos Kazancakis’in, “hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, ben özgürüm,” sözlerinin altını çizip, gereğini size bırakarak ekliyorum: “Culpa vacare maximum est solatium/ Suçsuz olmak, en büyük iç huzurudur.” o
24 Nisan 2017, Ankara.

Ek-1
T.c. Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi Dosya No: 2016/109 Duruşma Tarihi: 01/03/2017 Celse No: 4 Başkan: Hakan Türkön 40940 Üye: Güler Kurt 101320 Üye: İsmail Taş 165969 Cumhuriyet Savcısı: Talip Kalkan 28213 Katip: Mustafa Arabacı 141622 …
İDDİA MAKAMI ESAS HAKKINDAKİ MÜTALAASINDA: yapılan yargılama sonucunda toplanan tüm delillerin değerlendirilmesinden;

Her ne kadar sanıklar… Temel Demirer… haklarında terör örgütü propagandası yapmak suçundan cezalandırılmaları talebiyle kamu davası açılmış ise de; bu sanıkların show programına telefonla katılıp konuşma yapan ve hakkında terör örgütü propagandası yapmak suçundan suç tarihi itibariyle soruşturma başlatılmış olan sanık Ayşe Çelik’in show programında geçen konuşmasının içeriğinin suç unsuru bulunmadığına inandıkları yönünde görüşlerini açıklamış olmalarından ibaret eylemlerinin müsnet suçun unsurlarını oluşturmadığı anlaşıldığından adı geçen bu sanıkların üzerlerine atılı terör örgütü propagandası yapmak suçundan ayrı ayrı beraatlerine,
Sanık Ayşe Çelik’in suç tarihinde canlı olarak yayınlanan show programma konuklara soru soracağından bahisle telefonla bağlandığı, kendisine canlı yayında konuşma yapma imkanı tanındığında program sunucusunun, yönetmeninin ve izleyicilerin beklemediği şekilde sanığın ayrıntısı iddianamede yazılı olan konuşmayı yaptığı,
Nihai amacı cebir, şiddet ve terörü araç olarak kullanmak suretiyle ülke topraklarının bir kısmını devlet idaresinden ayırıp bağımsız Kürt devleti kurulmasını sağlamak olan yasa dışı PKK/KCK terör örgütü mensuplarının 40 yıla yakın bir süreden beri kamu kurum ve kuruluşlarına güvenlik güçlerine, kamu görevlilerine ve sivil vatandaşlara yönelik olarak pek çok terör eylemi gerçekleştirdiği ve bu eylemler nedeniyle 35.000’den fazla kişinin öldüğü, devletin ilgili kurum ve kuruluşları ile güvenlik güçlerinin yasaların kendilerine verdiği yetki ve sorumluluk çerçevesinde terörü ve teröristlerin eylemlerini sona erdirmek için çaba sarfettikleri,
PKK/KCK terör örgütünün 2015 yılı ikinci yarısı içerisinde doğu ve güneydoğu bölgesindeki belirli ilçe merkezlerine sızdırdığı teröristlerin yollara bombalı tuzaklarla barikatlar kurup içerisine patlayıcılar yerleştirmiş barikatlar oluşturup hendekler kazarak, sözde öz yönetim adı altında işgal eylemleri gerçekleştirdikleri, işgal edilen bu yerlerde yaşayan halktan evini terk etme imkanı bulamayanları rehin olarak alan teröristlerin kadın, çocuk, yaşlı insanları kendisine kalkan olarak kullandığı, terör örgütünün bu işgal eylemlerini yasaların verdiği yetki ve sorumluluk çerçevesinde sona erdirmeye çalışan güvenlik güçlerinin rehin olarak tutulan vatandaşların zarar görmemesi için azami gayret sarfettiği, bu olayların gelişim süreci içerisinde zorunlu olarak olayların yaşandığı mahallelerle sınırlı olmak üzere sokağa çıkma yasağı uygulanmak zorunda kalındığı, terör örgütünün elinde bulundurduğu ve kontrolü altında olan yayın organları ve kullanabildiği tüm basın yayın araçlarını alet olarak kullanmak suretiyle bu işgal eylemlerinin bir terör eylemi değil de güvenlik güçlerinin sivil vatandaşlara karşı sebepsiz öldürme ve imha eylemi olarak kamuoyuna anlatmaya çalıştığı, terör örgütünün ve yandaşlarının Türkiye ve dünya kamuoyuna, devlet güvenlik güçlerini saldırgan olarak gösterme eğiliminde olduğu, olayların gerçek müsebbibi olan teröristlerin görmezden gelinmesinin sağlanmasına çalışıldığı, terör örgütünün yandaşlarının bu hususta her türlü aracı kullandıkları,
Yukarıda bahsi geçen söz konusu show programına telefonla katılan sanık Ayşe Çelik’in programda yaptığı ve ayrıntısı iddianamede yazılı olan konuşmayı terör örgütünün terör amaçlı eylemlerinin kamuoyunun dikkatinden kaçırmak ve olayların tek sorumlusunun devlet güvenlik güçleri olduğunu anlatmak amacı taşıdığı, konuşmanın tamamı incelendiğinde sanık Ayşe Çelik’in terör örgütünün olayları kamuoyuna güvenlik güçlerini sorumlu tutar şekildeki anlatma yönündeki amacına hizmet eder nitelikte olduğu, sanığın üzerine atılı terör örgütü propagandası yapmak suçunu işlediği dosya kapsamıyla sabit olduğundan sanık Ayşe Çelik’in eylemine uyan 37l3 sayılı Yasanın 712,5237 sayılı TCK’nun 53 maddeleri gereğince cezalandırılmasına karar verilmesi,
Kamu adına talep ve mütalaa olunur dedi….. 01/03/2017

1-)  “Suçsuz olmak, en büyük iç huzurudur.”

2-) Fyodor Dostoyevski.

3-) Bkz: https://www.infolibertaire.net/linstit-ayse-celik-et-38-intellectuels-devant-le-juge/… http://kaosenlared.net/turquia-mas-violaciones-a-la-libertad-de-expresion-y-demas-derechos-humanos/… http://otrasvoceseneducacion.org/archivos/163686… https://krisikaikritiki.wordpress.com/2016/09/11… http://contralapropagandamediatica.blogspot.com/2016/09/turquia-mas-violaciones-la-libertad-de.html… http://www.lahaine.org/mundo.php/turquia-mas-violaciones-a-la… http://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2016/09/23/ayse-ogretmen-beyaz-showda-soylediklerimin-arkasindayim/… http://www.gundemnews.com/haber/6176/ayse-ogretmen-ve-ona-destek-verenlerin-davasi-basliyor… http://www.hurriyet.com.tr/kimseyi-ovmedim-40230128…

4-) Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davanın duruşmasında, yazar Temel Demirer’in savunmasına başladığı sırada mahkeme başkanı “Senin adın ne?” diye sordu. Avukatlar, “Sen” diye hitap edemezsiniz, “Biz de size ‘Sen’ diye mi hitap edelim” dedi. Başkan ise “Ben yargılanmıyorum” diye cevap verdi. Mahkeme başkanı bunun üzerine “Avukatlar her defasında bunu yapıyor” dedi.
Ardından söz alan Demirer, heyet başkanının üslubuna vurgu yaparak “Siz bana nasıl hitap ediyorsanız ben de size aynı şekilde hitap ediyorum,” dedi. Bunun üzerine mahkeme başkanı Demirer’in salondan çıkarılması için polis çağırdı. Avukatların tepki göstermesi üzerine polisler tekrardan salondan çıkarıldı. Söze tekrardan başlayan Demirer, AİHM içtihatlarına vurgu yaparak “15 dakika boyunca sözüm kesilmesin,” dedi.
Demirer, “Çocuklar ölmesin demek yerine çocuklar ölsün mü demeliydik” dedi. Terör tanımının net bir tanımının olmadığını ifade ederek, buradaki yargılama “çocuklar ölsün mü ölmesin mi?” üzerinden yapılmalı dedi (“… ‘Ayşe Öğretmen’ Davasının Tanığı Beyazıt Öztürk: Fark Edemediğim İçin Telefondan Ayşe İsimli Kişiyi Uzaklaştıramadık”, 30 Kasım 2016… http://t24.com.tr/haber/ayse-ogretmen-davasinin-tanigi-beyazit-ozturk-fark-edemedigim-icin-telefondan-ayse-isimli-kisiyi-uzaklastiramadik,374043).

5-) Ayn Rand, Atlas Silkindi, Çev: Belkıs Dişbudak, Plato Yay., 4. Baskı, 2010, s. 810.

6-) Ayn Rand, Hayatın Kaynağı, Çev: Belkıs Dişbudak Çorakçı, Plato Film Yay., 2. Baskı, 2010, s. 429.

7-) Ayn Rand, Atlas Silkindi, Çev: Belkıs Dişbudak, Plato Yay., 4. Baskı, 2010, s. 470.

😎 “Tarih boyunca, günümüze dek, şu ya da bu ölçütte yürürlükte kalmış olan yasalar, yalnızca sınıf egemenliğine ve sınıf sömürüsüne dayalı toplumsal ilişkileri korumuşlardır!” (Friedrich Engels-Karl Marx, Devlet ve Hukuk, Derleyen ve Çeviren: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2017, s. 75).

9-) Sami Selçuk, “Hukuk Devleti İlkesi”, Cumhuriyet, 28 Şubat 2017, s. 14.

10-) Ümit Kardaş, “Adil Yargılanma Hakkı”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2017, s. 14.

11-) Kemal Akkurt, “(Olmayan) Adalet ve Demokrasi Haftası”, Taraf, 30 Ocak 2016… http://www.taraf.com.tr/olmayan-adalet-ve-demokrasi-haftasi

12-) Serpil Kırkeser – Özden Atik, “Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan İçin Garip Ceza İstemi”, Hürriyet, 10 Temmuz 2015, s. 23.

13-) ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’, “Suriye’de Savaşa Hayır” bildirisine imza atan 200’ü aşkın aydın, yazar ve sanatçıya “aydın müsveddesi”, “kuduruyorlar” diyen Erdoğan’a tepki gösterip, “Darbe lideri gibi konuşuyor. Bu sözleri biz söylesek evimizden götürürler,” dedi (“Aydınlar Ayakta: Darbe Lideri Gibi Konuştu”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2016, s. 6).

14-) Duygu Güvenç, “Venedik’ten Türkiye’ye İfade Özgürlüğü Uyarısı”, Cumhuriyet, 16 Mart 2016, s. 4.

15-) Kemal Göktaş, “Erdoğan da Düşünce Özgürlüğüne Sığındı”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2016… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/521506/Erdogan_da_dusunce_ozgurlugune_sigindi.html

16-) “Erdoğan’ın Avukatı Akademisyenlere Hakaret Davasında ‘Düşünce ve İfade Özgürlüğü’ Savunması Yaptı!”, 25 Nisan 2016… http://t24.com.tr/haber/cumhurbaskanierdoganaacilanhakaretdavasindaavukatiifadeozgurlugusavunmasiyapti,337668

17-) Ali Aslangül, “Avukatına Göre, Erdoğan’ın ‘Alçak Vatan Hainleri’ Sözü İfade Özgürlüğü, Ama ‘Suça Ortak Olmayacağız’ Bildirisi Suç!”, 13 Aralık 2016… http://t24.com.tr/haber/avukatina-gore-erdoganin-alcak-vatan-hainleri-sozu-ifade-ozgurlugu-ama-suca-ortak-olmayacagiz-bildirisi-suc,376611

18-) “Akademisyen Prof. Dr. Neşe Özgen, akademisyenlere yönelik sözleri nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan tazminat talebinde bulunarak şikâyetçi oldu. ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ başlıklı bildiriyi imzalayan 1128 akademisyen hakkında Erdoğan’ın ‘cahil’, ‘karanlık’, ‘alçak’ gibi ifadeler kullandığını hatırlatan Özgen, Erdoğan’ın sözlerinin gazetelerde tekrar tekrar verilerek akademisyenler hakkında birçok hakaret yayınlandığını kaydetti.
Bu yüzden akademisyenlerin insan haklarının açıkça zedelendiğini, düşünce, ifade ve yaşama haklarının tehdit altına girdiğini kaydeden Özgen, “Dahası bazı suç odakları ve çıkar çevrelerinde de akademisyenlerin akademik ve insan onuruna, niteliklerine ve mesleklerine hakaret etmede serbest oldukları, hatta Cumhurbaşkanlığı makamı tarafından korundukları izlenimi uyanmıştır” dedi.
Özgen’in verdiği dava dilekçesinde şu ifadelere yer verildi: “… ‘Alçak’, ‘zalim’, ‘kapkaranlık’, ‘cahil’, ‘tiksinti verici’, ‘vatan haini’, ‘lümpen’, ‘terör örgütünün maşası’, ‘ahlâksız’, ‘mandacı artığı’, ‘ruhu kirlenmiş’ gibi kişilik haklarımı ihlâl eden, akademik kimliğimi aşağılayan bu ibareleri, ifadeleri; Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı görevini benim adıma yürütmekte olan bir Cumhurbaşkanı’nın ağzından duymayı da kabullenmeyeceğim.” (“Akademisyen Özgen, Erdoğan’dan Şikâyetçi Oldu: Bu İfadeleri Kabul Etmeyeceğim”, 22 Nisan 2016… http://www.diken.com.tr/akademisyen-ozgen-erdogandan-sikayetci-oldu-bu-ifadeleri-kabul-etmeyecegim/).

19-) “Baskın Oran’ın Cumhurbaşkanı Hakkında Açtığı Dava Reddedildi”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2016, s. 6.

20-) Mesut Hasan Benli, “Savcıdan Hakaret İddiasına ‘Atatürk’ü Sevenleri İncitti’ Yanıtı”, Hürriyet, 17 Şubat 2016… http://www.hurriyet.com.tr/savcidan-hakaret-iddiasina-ataturku-sevenleri-incitti-yaniti-40056111

21-) Canan Coşkun, “Ölüm Tehdidinde Maddi Zarar Aradı”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2017, s. 10.

22-) “Agos Gazetesine ‘Bir Gece Ansızın Gelebiliriz’ Tehdidinde ‘Suç Unsuru’ Bulunmadı”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2016, s. 6.

23-) “Selahattin Demirtaş’a Beş Ay Hapsin Gerekçesi: Suça Eğilimli Kişiliği Var”, Cumhuriyet, 14 Mart 2017, s. 5.

24-) AİHS 10. maddesi ifade özgürlüğüne ilişkin. Herkesin görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahip olduğunu düzenliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kuruluş yılı olan 1959’la 2015 arasında toplam 619 defa 10. maddenin ihlâl edildiğine karar vermiş. Bu kararların 258’i Türkiye hakkında. Bu da yaklaşık olarak tüm ihlâllerin yüzde 42’sine karşılık geliyor.
Bu veriler, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks’in geçtiğimiz günlerde açıklanan Türkiye raporunda yer alıyor… Muiznieks, ifade özgürlüğü konusundaki koşulların içinde bulunduğumuz dönemde 2011 raporunda belirtilenden daha olumsuz bir hâl aldığını değerlendiriyor. Resmi görevlilere ve onların politikalarına yönelen meşru eleştirilere karşı hâlihazırda var olan yüksek seviyeli hoşgörüsüzlüğün daha da artmış olduğuna dikkat çekmiş. Bu bağlamda OHAL sürecinin bu kötüye gidişi şiddetlendirdiğini vurgularken, alınan tedbirleri ise hukukun sadece ihlâli değil, inkârı olarak da nitelendiriyor.
Raporun 62- 64. paragrafları “… yetkililerin sertleşen tutumları neticesinde ifade özgürlüğünün hızla gerilediği bir alan” olarak tanımlıyor (Nilgün Tunçcan Ongan, “İfade Özgürlüğü”, Evrensel, 20 Şubat 2017, s. 6).

25-) “Deniz Naki’nin Beraat Gerekçesi Açıklandı”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2017, s. 10.

26-) Attila Aşut, “Hukukun Bittiği Yerdeyiz!”, Birgün, 5 Eylül 2016, s. 13.

27-) Şenal Sarıhan, “Adalet Kafdağı’nın Ardında…”, Birgün, 28 Haziran 2016, s. 9.

28-) Aydın Engin, “Dersimiz Hukuk, Sonra Guguk…”, Cumhuriyet, 30 Mart 2016, s. 10.

29-) Hüsnü Öndül, “Komiserin İfade Özgürlüğü Memorandumu”, Evrensel, 23 Şubat 2017, s. 7.

30-) Mustafa Karadağ, “OHAL Yargılamaları”, Birgün, 24 Ocak 2017, s. 6.

31-) Oral Çalışlar, “Komik Bir Yargılanma Öyküsü”, Posta, 3 Mayıs 2016… http://www.posta.com.tr/turkiye/YazarHaberDetay/Komik-bir-yargilanma-oykusu.htm?ArticleID=340725

İfade özgürlüğü vazgeçilemez, öncelikli değerdir

Mahkemenizde görülmekte olan 2016/139 esas dosya no.lu, kamuoyunda “Ayşe Öğretmen Davası” olarak bilinen davanın 1 Mart 2017 tarihli dördüncü celsesinde, savcılık makamı, hakkım(ız)da “Terör örgütü propagandası yapmak suçundan cezalandırılmaları talebiyle kamu davası açılmış ise de; bu sanıkların show programına telefonla katılıp konuşma yapan ve hakkında terör örgütü propagandası yapmak suçundan suç tarihi itibariyle soruşturma başlatılmış olan sanık Ayşe Çelik’in show programında geçen konuşmasının içeriğinin suç unsuru bulunmadığına inandıkları yönünde görüşlerini açıklamış olmalarından ibaret eylemlerinin müsnet suçun unsurlarını oluşturmadığı” gerekçesiyle üzerimize “atılı terör örgütü propagandası yapmak suçundan ayrı ayrı beraat” kararı verilmesi talebinde bulundu. Savcılık aynı mütalaada, “söz konusu show programına telefonla katılan sanık Ayşe Çelik’in programda yaptığı (…) konuşmayla terör örgütünün terör amaçlı eylemlerini kamuoyunun dikkatinden kaçırmak ve olayların tek sorumlusunun devlet güvenlik güçleri olduğunu anlatmak amacı taşıdığı, konuşmanın tamamı incelendiğinde sanık Ayşe Çelik’in terör örgütünün olayları kamuoyuna güvenlik güçlerini sorumlu tutar şekildeki anlatma yönündeki amacına hizmet eder nitelikte olduğu, sanığın üzerine atılı terör örgütü propagandası yapmak suçunu işlediği dosya kapsamıyla sabit olduğundan” Ayşe Çelik hakkında 37l3 sayılı Yasanın 7/2, 5237 sayılı TCK’nun 53. maddeleri gereğince cezalandırma karar verilmesi” talebinde bulundu.
Bu iki talep (bizlere beraat, Ayşe Öğretmen’e cezalandırma) yan yana konulduğunda, Savcılık makamının bizim eylemimizin içeriğini anlamadığı açıkça görülmektedir.
Kendi adıma, “Ayşe Öğretmen suçlu bulunacaksa, biz de aynı suça katılıyoruz” mealindeki, kendi hakkımızda suç duyurusunda bulunma eylemine katılma gerekçelerini, bu nedenle bir kez daha anlatmaya gereksinim duyuyorum.
Terörle Mücadele Yasası’nın 7/2. maddesi gereği -fiil basın-yayın yoluyla işlendiği için yarı oranında arttırılması kaydıyla- 1 ila 5 yıl cezalandırılması talep edilen Ayşe Öğretmen’in telefonla katıldığı Show TV programında neler söylediğini bir kez daha hatırlayalım. Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, 2016/55635 soruşturma, 2016/21186 esas, 2016/2498 iddianame no.lu iddianamesinden aynen aktarıyorum:
“…Ayşe Çelik: Teşekkür ederim sağ olun, yalnız müsaadenizle ben çok kısa konuşmak istiyorum./ Beyaz: Tabi./ Ayşe Çelik: Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda neler olup bittiğinin farkında mısınız? Burda doğmamış çocuklar, anneler insanlar öldürülüyor. Sanatçı olarak, insan olarak bir şekilde sizde yaşananlara sessiz kalmamalısınız ve bir şekilde dur demelisiniz. Ayrıca bir şey daha söylemek istiyorum, ölen çocuklara sevinen zavallı insanlar var. Ben o insanlara daha doğrusu biz o insanlara hiçbir şey söyleyemiyoruz, yazıklar olsun demekten başka./ Beyaz: Doğru./ Ayşe Çelik: Bir şey daha demek istiyorum, kusura bakmayın. Ben öğretmenim, öğrencilerini terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum. Bir daha oralara nasıl dönecekler, o güzel, masum, tertemiz yürekli çocukların yüzüne, gözlerinin içine nasıl bakacaklar. Ben konuşamıyorum, gerçekten burada yaşananları ekranlarda, medyada her şey çok farklı aktarılıyor, yani gerçekten konuşamıyorum, sessiz kalmayın insan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşım, görün, duyun artık bizi, el verin. Yazık insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın söyleyeceklerim bu kadar. Çok teşekkür ediyorum./ Beyaz: Ayşe Hanım. Bir alkış alalım Ayşe Hanıma./ Ayşe Çelik: Aslında çok şey söylemek istiyorum. Duygu yoğunluğundan dolayı hiçbir şey söyleyemiyorum./ Beyaz: (Alkışlardan dolayı) Pardon, duyamıyorum pardon./ Ayşe Çelik: Sizde fark ediyorsunuz, sesim titriyor./ Beyaz: Farkındayız./ Ayşe Çelik: Bomba seslerinden, kurşun seslerinden, insanlar susuzlukla açlıkla mücadele ediyor. Özellikle yani bebekler, çocuklar. Lütfen siz de duyarlı olun sessiz kalmayın rica ediyorum, lütfen./ Beyaz: Çok çok teşekkür ediyoruz, Ayşe Hanım. Öncelikle./ Ayşe Çelik: Ben çok teşekkür ederim, beni bağladığınız için./ Beyaz: Rica ederiz, rica ederiz, ne demek./ Ayşe Çelik: Bir nebze de olsa sesimizi buradan duyurabildiysek ne mutlu bize./ Beyaz: Çok iyi yaptınız, çok teşekkür ediyoruz. Hassasiyetiniz için de ayrıca size çok teşekkür ediyoruz gerçekten de elimizden geldiğince de duyurabileceğimiz yerlerden biz de elimizden geleni yapmaya gayret ediyoruz. Emin olun. Ama bu söyledikleriniz bir kere daha bize ders oldu. Daha da fazla yapmaya gayret edeceğiz. Burdan ordaki herkese selam olsun. İnşallah en kısa zamanda bütün o söylediğiniz barış dilekleri bizim için de geçerli biz de diliyoruz. En kısa zamanda bütün bunlar çözülsün istiyoruz. Çok teşekkür ediyoruz. Ayşe Hanım./ Ayşe Çelik: Ben teşekkür ediyorum. İyi akşamlar/ Beyaz: Sağ olun elinize yüreklerinize sağlık. Teşekkür ederiz. Biz devam edelim peki kaldığımız yerden, Ayşe Hanım’a çok çok teşekkür ederim, saf olsun. Bütün bunların bir şekilde konuşuluyor olması da lazım yeri zamanı neresi olursa olsun, bazı şeylerin dile getiriliyor olması lazım. Bugün Ayşe Hanım, yarın başka birisi başka bir yerlerde başka programlarda, sesinin titremesi bile bence bir alkışı daha hak ediyor…”
Dikkat: Ayşe Çelik konuşmasında “Türkiye’nin doğusunda, Güneydoğusunda doğmamış insanlar, çocuklar öldürülüyor; duyarsız kalmayın” diyor; kurduğu cümlenin öznesi belirsiz. Herhangi bir kişi, örgüt ya da kuruma suçlama yöneltmiyor. Savcılık makamının mütalaasındaki “terör örgütünün terör amaçlı eylemlerini kamuoyunun dikkatinden kaçırmak ve olayların tek sorumlusunun devlet güvenlik güçleri olduğunu anlatmak” iddiasını nereden çıkardığını, neye dayandırdığını anlamak zor.
Daha da vahimi: Ayşe Öğretmen’in cezalandırılması istenirken, canlı yayında Ayşe Öğretmen’i onaylayan, ona teşekkür eden, destek olan, alkışlatan, sözlerinden ders alınması gerektiğini vurgulayan sunucu ve programın yapımcısı hakkında “kovuşturmaya gerek olmadığı” kararı alınıyor! Bu “niyet okuma”, yasa maddesinin kişiye göre uygulanması değil de nedir?
Ayşe Öğretmen’in “suç”una katıldığımı bildiren suç duyurusunu tam da bu nedenle imzaladım. Ayşe Öğretmen, programdaki konuşmasında herkesin bildiği ve/fakat görmezden geldiği bir yaraya işaret ediyordu: Güneydoğu’da suçsuz, sivil insanların, kadın-çocuk demeden öldürülmekte olduğu, bu ölümlerin durdurulması için bir şeyler yapılması gerektiği.
Ayşe Öğretmen yalan mı söylüyordu?
Programın yayınladığı tarihlerde (8 Ocak 2016) “Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusu”nda güvenlik güçlerinin PKK’ya karşı yürüttüğü operasyonlar çerçevesindeki çatışmalar sonucu, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017 tarihli raporuna göre,[2] Temmuz 2015-Aralık 2016 arasında 800’ü güvenlik görevlisi, 1200’ü ise yerel halktan olmak üzere 2000 kişi yaşamını yitirmiştir. Raporda yerel halktan ölenlerin kaçının “devlete karşı şiddet içeren ya da içermeyen eylemlere karıştığının bilinmediği” kaydedilmekte; “2015 Temmuz-2016 Ağustos arasındaki 13 aylık süreçte yüzlerce insanın kanuna aykırı şekilde öldürülme iddialarına ilişkin tek bir soruşturmanın bile başlatılmamış” olmasının “Güneydoğu Türkiye’de insan haklarının korunmasının (…) kesin bir şekilde askıya alındığı”nı gösterdiği, sivil toplum örgütlerinin, 6722 sayılı yasa ve benzerleri ile güvenlik güçlerine sistematik bir şekilde her türlü cezadan muafiyet sağlandığı görüşünde olduğu belirtilmektedir.
Resmî açıklamalarda Temmuz 2015-Aralık 2016 arasında Türkiye’nin güneydoğusunda meydana gelen olaylarda gerçekleşen güvenlik güçleri dışındaki tüm can kayıpları, “PKK’lı” ve/veya PKK destekçisi olarak geçmektedir.[3] Buna karşılık, gerek bölgedeki görgü tanıkları, gerekse tarafsız kaynaklar, müdahalelerin zecrîliği nedeniyle sayısı belli olmayacak şekilde, bir kısmı çocuk olmak üzere sivil can kayıplarına işaret etmektedir.[4] Bu “zecrîlik” BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Raporu’na da şu satırlarla yansımaktadır:
“Ocak ayının sonlarında ve 2016 Şubat ayının başında Cizre ilçesinde, binaların bodrumlarında sıkışan erkekler, kadınlar ve çocuklar güvenlik güçleri tarafından bombardımana tutulmuştur. OHCHR’nin görüştüğü Cizre mağdurlarının aile üyeleri ve tanıklar, çoğunlukla güvenlik operasyonlarından kaçan yersiz 189 kadar kişinin, yılın en soğuk aylarında su, gıda, tıbbi bakım olmadan bodrumlarda haftalarca sıkıştırıldığı mahallelerin toptan imhasına ilişkin bir kıyamet resmi çizmiştir. Bodrumlarda sıkışan mağdurların bir kısmı, bombardımandan kurtulmak için STK’lar ve milletvekilleri ile cep telefonu üzerinden yaptıkları görüşmelerde dünya toplumuna yalvaran çağrılar yapmıştır. Cizre’de öldürülen mağdurların ailelerinin ve birçok STK’nın da aktardığına göre, sayısı belirlenemeyen kişilerin cesetleri tamamen ya da kısmen bombardıman ateşi sonucu imha edilmiş ve ardından hızla olay yeri yıkılmıştır. Binaların hemen yıkılması kanıtları yok etmiş ve bu nedenle cenazelerin teşhisi büyük ölçüde engellenmiştir. Dahası, aşırı güç kullanımı, ağır silahlara başvurma ve sonuçta ölümlerin yaşandığı koşullar hakkında soruşturma başlatmak yerine, yerel makamlar öldürülen kişileri terör örgütlerine katılmakla suçlamış ve bu kişilerin aile üyelerini etkileyen baskıcı önlemler almıştır.”
Özetle: Temmuz 2015-Aralık 2016 arasında “bu ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sunda” çocuk, yaşlı demeden binlerce kişinin yaşamına mal olan, mahallelerin, kentlerin yıkılmasına, yok olmasına, onbinlerce insanın tüm varlıklarını yitirip yaşadığı yerleri terk ederek göçmesine yol açan “bir şeyler” oldu. Ve öyle gözüküyor ki iktidar (ve savcılık makamı) olan biteni kendi “resmî yorum”u dışında yorumlanmasını, “ne olup bittiğini” tartışmamızı istemiyor. Olan bitene işaret edenleri, bu konuya dikkat çekmek isteyenleri “terör propagandası” yapmakla suçluyor.
Ama bu yapılırken, “failler” arasında da ayırımcılık yapılıyor: Örneğin, mevcut dosyada, Ayşe Öğretmen’i programına kabul eden, konuşmasına onay veren, onu alkışlatan sunucu, onu alkışlayan izleyiciler kovuşturma dışı tutuluyor; ‘Ayşe Öğretmen’in söyledikleri suç ise, biz de bu suça katılıyoruz’ diyen bizler hakkında dava açılmakla birlikte, savcılık makamı tarafından “konuşmanın içeriğinde suç unsuru bulunmadığına inandıkları yönünde görüşlerini açıklamış olmalarından ibaret eylemlerinin müsnet suçun unsurlarını oluşturmadığı” gerekçesiyle beraat talep ediliyor; buna karşılık Ayşe Öğretmen’in terör örgütü propagandası” yaptığı belirtilip, bunun için de cezalandırılması talep ediliyor.
Bu üç edimin (Ayşe Çelik’in konuşması, sunucu tarafından konuşmanın onaylanması/alkışlatılması, kendimiz hakkında, bu konuşmada suç unsuru varsa bu “suç”a katıldığımızı bildirir suç duyurusunda bulunmamız) hangisinin “suç” olup, hangisinin olmadığını savcılık makamı hangi kriterlere göre tayin ediyor? Ya da şöyle ifade edeyim: Savcılık makamının “Ayşe Öğretmen’in söylediklerinde suç unsuru bulunduğu” kanaatini, “Ayşe Öğretmen’in söylediklerinde suç unsuru bulunmadığını düşünmek”ten beraat istediği bizim kanaatimizden daha geçerli kılan nedir?
Bir parantez açarak vurgulayayım: Ayşe Öğretmen burada bir “özne”den çok bir motiftir. Bu ülkede her yıl yüzlerce, binlerce kişi, devletin resmî görüşünden farklı görüş ve düşünceleri ifade ettikleri için “terör örgütü propagandası” gibi suçlamalarla yargılanmakta ve çoğunlukla da mahkûm edilmektedir.
Yurttaşların devletten, daha doğru bir deyişle, iktidar mevkiinde olanlardan farklı düşünme hakkının inkâr edildiği durumlarda, düşünce ve ifade özgürlüğü vazgeçilemezdir. Öncelikli ve acil bir değerdir. Bu özgürlüğün “ama”sız, “fakat”sız savunulması, bağımsız düşünen tüm aydınlar açısından bir “etik duruş” sorunu hâlini alır.
“Düşünce ve ifade özgürlüğü” benim için de, etik duruşumla doğrudan ilintili bir sorundur. Bugüne dek pek çok kez, hem iktidar sahiplerinden ve onların “resmî görüş”lerinden farklı düşündüğüm, hem de “resmî görüş”ten farklı düşünenlerin haklarını savunduğum için yargılandım.
Bugün, buradaki talebim gayet açıktır: Ayşe Öğretmen eğer “suçlu” ise, onunla aynı “suç”u işlediğimi beyan ediyorum.
Tekrar ediyorum, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Raporu’nda da belirtildiği gibi, bu ülkenin doğusu ve güneydoğusunda yaşlılar ve çocukların da dahil olduğu sivil halktan insanlar öldürüldü, mahalleler yıkıldı. Bu ölümler ve yıkımlar kamuoyunda (“terör örgütü propagandası” suçlaması ve kovuşturmasına maruz kalmadan) tartışılabilmeli ve “bağımsız ve tarafsız” yargı önüne getirilmelidir. Yakınlarını, evlerini, mahallelerini yitiren sivil halkın yaraları, onları TOKİ marifetiyle başka bölgelere taşıyarak değil, ancak böyle sarılabilir.
Bunları dile getirmek, bu taleplerde bulunmak, Kürt olsun-olmasın, yurttaşların “terör örgütü yandaşı” olarak damgalanmalarına, kovuşturulmalarına, cezalandırılmalarına neden olmamalı.
“Audi alteram partem/ Öteki yanı da dinle” vurgusuyla kendi adıma, hakkım(ız)daki suç duyurusunu “resmî görüşün dışındaki her düşünce ve görüşü suç sayma” yolundaki devlet teamülünün sorunlarımızı sağlıklı biçimde tartışma zeminimizi ortadan kaldırarak bu toplumu yıllardır zehirlediğini, kötürümleştirdiğini düşündüğüm için imzaladım.
Bu edim tarafınızdan bir “suç” olarak nitelenecekse, bu “suç”u bilerek, isteyerek işliyorum. Bu nedenle, savcılık makamının Ayşe Çelik dışında yargılananlara yönelik “beraat” talebine katılmıyorum… Talebim, Ayşe Öğretmen ile birlikte hepimizin aklanmasıdır. “Beraat” kararı, ancak bu durumda bu ülkede sahici bir özgürleşmenin önünü açacaktır.
Saygılarımla. o
5 Nisan 2017, Ankara.

 

Dipnotlar

1-) “Ne kadar insan, o kadar fikir.”

2-) Bkz. EK 1: “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Güneydoğu Türkiye’de İnsan Hakları Durumu Raporu (Temmuz 2015’ten Aralık 2016’ya Kadar)”

3-)  “Askeri kaynaklardan alınan bilgilere göre (…) 24 Temmuz 2015- 23 Mayıs 2016 tarihleri arasında ise yurtiçinde 2 bin 583 PKK’lı terörist öldürüldü, 109 PKK’lı yaralı olarak yakalandı, 731 PKK’lı terörist yakalandı, 214 PKK’lı terörist ise teslim oldu. Yurt içinde etkisiz hâle getirilen PKK’lı terörist sayısının 3 bin 637 olduğu belirtildi.” (Milliyet, 23 Mayıs 2016… http://www.milliyet.com.tr/tsk-7-bin-78-terorist-olduruldu-gundem-2250378/).
“Operasyonların başladığı geçen yılın (2015) temmuz ayından bugüne kadar (Mart 2016) 215’i asker, 133’ü polis, 7’si korucu olmak üzere 355 şehit verildiğini ifade eden Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Hamd olsun, şehitlerimizin kanını yerde bırakmıyoruz. Aynı dönemde, yurt içi ve yurt dışında toplam ölü, yaralı, yakalama olarak 5 bin 359 terörist etkisiz hâle getirildi.” (“Kaç PKK’lı Öldürüldü Kaç Şehit Verdik 265 Günlük Bilanço!”, 28 Mart 2016… http://www.internethaber.com/kac-pkkli-olduruldu-kac-sehit-verdik-265-gunluk-bilanco-1579254h.htm).

4-)  Nitekim, CNN Türk, 7 Haziran 2016 Tarihli, “7 Haziran’dan 7 Haziran’a Ne Oldu” başlıklı haber dosyasında, Cizre, Sur, Nusaybin, Yüksekova’da düzenlenen operasyonlarda “sivil can kayıpları”ndan söz etmekte. (http://www.cnnturk.com/turkiye/7-hazirandan-7-hazirana-1-yilda-neler-oldu?page=1) İnternet Haber’in belirtilen web sayfasında ise 11’i çocuk olmak üzere 285 sivil ölümünden söz edilmekte. (“Kaç PKK’lı öldürüldü, kaç şehit verdik: 265 günlük bilanço!”, http://www.internethaber.com/kac-pkkli-olduruldu-kac-sehit-verdik-265-gunluk-bilanco-1579254h.htm).

“Yeni” Türkiye; içeride ve dışarıda saldırganlık

Anayasa referandumundan, gerçekte “hayır”, ama sonuçta “evet” çıkması durumu, aslında bu “yeni Türkiye” manzarasına son derece uygundur. Binali Yıldırım, son başbakandır ve Damat Berat’tan daha “cin”dir. Her ne kadar Binali, eşini, Samsun’da bir lokantada ayrı masada tek başına yemek yemeye mahkûm etmiş ise de, Damat Berat’a göre, daha cin olmakla kalmıyor, ondan daha centilmen, eşine iyi davranan birisi olduğu da anlaşılıyor. Eş baskısının nispî azlığı, Binali’yi rahat konuşmaya itiyor.
Son Başbakan, iki önemli şey söyledi (görüldüğü gibi hem Damat Berat’ı, hem de Saray oğlanı Jöleli’yi geride bıraktı. İbrahim Kalın da avucunu yalasın, Mehmet Uçum ile sosyal teoriler konusunda masalımsı sohbetlere dalsın. Bu arada Son Başbakan “cin” Ali, konuşuyor): İlki, AİHM, “millet iradesinin” sonuçlarını yargılayamaz. Binali, işte ticari kurnazlığı böyle gösteriyor. Aslında AİHM veya herhangi hukuka bağlı bir organ, seçimlerde hile olup olmadığını yargılar ve tersine, hile varsa, “milli iradenin” tecellisini gerçekleştirmiş olur. Ama Binali, üstün ticari zekâsını kullanarak, olayların yerlerini değiştiriyor. Çünkü eğer hile varsa zaten “milli irade” hileli olarak engellenmiş demektir. YSK, gerçekte bunu yapanlara alet olmuş demektir. İşte ilk önemli sözü budur.
Ama Binali, daha önemli bir şey daha söyledi, dedi ki, “diktatörlük olsa, evet oranını biz verirdik.” Veciz bir sözdür. Zaten öyle yapmışlardır, sonucu, evet oranını kendileri vermiştir. Demek istiyor ki, Son Başbakan, bu oranı mesela %70 verirdik, iş olur biterdi. Bu görüşe katılıyoruz. Bundan sonra “baş bakmayacak olan” Başbakan Binali Yıldırım, yanına Damat Berat’ı alarak (eşi hanımefendiyi Sümeyye eşliğinde yemeğe göndererek), aileyi bir araya toplamalı ve bundan böyle, boşuna seçim masrafı yapılmamalı, seçim için harcanacak paralar ile üçüncü köprü borçları ve tünel için ödenmesi gereken borçlar ödenmelidir. Böylece, ülkemiz daha da iyi kalkınır. Koskoca Çoban, bu milletin ne istediğini bilmez mi? Muktedirdir ve mutlaka bilir. Hira mağarasında yaşanan mucizelerin örneklerini sunan Erdoğan’dan daha iyi şekilde, iyi ve kötüyü, gerekli ve gereksizi ayırt edebilecek bir kişi var mıdır? Yanıt; yoktur. Öyle ise, bundan böyle, herhangi bir konuda önceden oran verilmelidir. Neden bu diktatörlük olsun? Enflasyonun bir hedefi var da, neden referandum ve seçimlerin önceden belli sonuçları olmasın. Bu bizi daha hızlı, daha atak yapar ve ülkemiz daha iyi kalkınır.
İşte size “yeni” Türkiye.
Her şeyi ile oturuyor.
“Yeni Türkiye”nin başında yer alan muktedir, bundan böyle daha da saldırganlaşacaktır.
“Yeni Türkiye”, içeride ve dışarıda saldırganlık demek olacaktır.
İçeride, mesela hemen bir referandum konusu var; idam gelsin mi gelmesin mi? İşte, Erdoğan, yaratan tarafından Hira mağarasındaki misali geride bırakacak bir güzellikle 15 Temmuz gecesi korunmuş olan kişi olduğundan, hakkı var ve hemen %80 oran ile idam istenmektedir demelidir. Hem sonra, biz bunu ondan daha iyi mi bileceğiz? 16 Nisan Referadumunda “hayır” oyları %60’ların üzerinde çıktı, ama sonuç ne? İşte size sandıklara gerek olmadığına dair taş gibi bir kanıt!
“Yeni Türkiye”, içeride saldırganlaşacaktır.
Bu saldırganlık, öncelikle, Kürt devrimini, devlet tarafından düşman göründüğü için tüm halkları hedef alacaktır. Ve aynı zamanda, içeride işçi sınıfına, iki açıdan saldırı gelecektir. İlkin, işçi sınıfının devrimcileşmesi, örgütlenmesi, mücadelesine karşı bir saldırı gelecek ve ikincisi, işçi sınıfının daha yoğun sömürüsü için bir baskı gelecektir.
İşçiler daha yoğun sömürülecek, sosyal hakları tırpanlanacak, iş cinayetleri artacak, insanlık dışı çalışma koşulları ile çalışmak daha fazla köleleşmeye yaklaşacaktır. Özelleştirmeler, ek vergiler, hepsi, ülkenin daha fazla yağma edilmesi demektir. Ve bunu yapmaları demek, işçi ve emekçilerin daha yoğun sömürüsünü sağlamaları demektir. Bakan Mehmet Şimşek, “demokrasi demek, kâr oranının az olmasına razı olmak demektir” anlamına gelen veciz sözleri, işadamlarına boşuna söylemiyor. Kârlar artacaksa, işçilerin çalışma koşulları ağırlaştırılacak demektir.
Tüm bunlar, içeride saldırganlığın daha da artacağı anlamına gelmektedir.
Elbette, Çobanlık sistemi ile “Yeni Türkiye”nin ilk aylarında, farklı söylemler geliştirilerek, desteğin artırılması sağlanacak. Bu yolla, hava biraz yumuşatılacak, ama aynı anda yeni saldırılar gündeme getirilecektir.
“Yeni Türkiye”, dışarıda da saldırgan olacaktır.
Kürt devrimine saldırı, TC devletinin eskisi ile yenisi ile devletin, her zaman en hevesli olduğu iştir. Bu nedenle bu alanda saldırıyı artıracaklardır.
Erdoğan, yeni konumu ile, efendisi ABD’nin yeni liderinin karşısına çıkacak. Elinde birkaç konu olacak. Biri YPG ve genel olarak Kürt meselesidir. Burada Barzani çizgisini savunacak. Bu nedenle, TC ordusu, referandumun ardından, hemen Rojava ve Sincar’a saldırıyor. Muktedir, bu konuyu, Trump ile görüşeceği masaya koymak istiyor. Buradan geri adım atma karşılığında, mesela Rıza Sarraf Dosyası’nı kapatın, diyecektir. Tıpkı Halk Bankası Müdür Yardımcısı gibi bir gün Erdoğan, ABD ziyareti sırasında gözaltına alınabilir. Sarraf dosyası buna müsaittir. “Bırak kardeşim Sarraf’ı, ne istersen yaparım efendi”, gündemin ana maddesi olsun istemektedir.
Erdoğan’ı Çobanlık sistemi kesmez.
Bu yeni durum, Erdoğan’ı kesmez.
Bu yeni durum, Saray Rejimi için yeterli değildir
Eğer Erdoğan, Çobanlık sisteminden sonra bir an için bile durur ve saldırganlığı düşürürse, kendine destek veren, tahminen %30-35’lik kitleyi hızla kaybeder. Bu nedenle, Erdoğan’ı bu durum, “Yeni Türkiye” kesmez.
Peki ona ne lazım?
Hira mağarasını örnek verişine bakarsanız, kendini Allah tarafından seçilmiş, görevlendirilmiş, hikmetli kişi olarak gördüğü sonucu çıkıyor ki, buna göre yeni hedef halifeliktir.
Bu ABD emperyalizminin işine çok da gelir. Halifelik tartışması, tüm İslam’ı kontrol edebilme olanağı demektir. Tutarsa tabii.
Erdoğan mı halife olacak, yoksa Suudi prenslerinden biri mi, yoksa IŞİD’in başındaki mi? Bu bir sorudur ve yanıtı, İslam’ın içindeki mezhepler arasındaki kavganın daha ileri çıkacağını gösterdiği gibi, “Sünni” cephe içinde de büyük savaşların devreye gireceğini göstermektedir.
Ama olsun, Erdoğan, artık duramaz. Daha da ileri gitmesi gerekir. Acaba, Erdoğan, 28 Nisan 2017 günü, Bakanlar Kurulu kararı ile, Hikmetyar’ın malvarlığının dondurulmuş olması kararını kaldırması, Hikmetyar’ın terörist listesinden çıkarılması hamlesini, halifeliğe giden bir adım olarak mı atmaktadır? Hikmetyar, Erdoğan’ın dizinin dibinde fotoğraf çektirdiği, Hizb-i İslamî’nin lideridir. Erdoğan bu yolla, acaba halifelik yarışı için, Hikmetyar’ın ve onun mali gücünün desteğini mi almak istiyor?
Hem içeride hem dışarıda saldırganlık artarken, aynı zamanda belli güçlerle son derece pragmatik ittifak denemeleri de yapılacaktır. Hikmetyar bir örnektir, Trump ile görüşme hazırlıkları da.
Bu arada, içeride, iş dünyasının desteğini alma girişimleri de Saray Rejimi için önemlidir. Saray Rejimi, kendini gizlemeden, bu konuda adımlar atacaktır.
Hem, bu durum, Mehmet Şimşek tarafından veciz biçimde özetlenmiştir: Demokrasinin olduğu yerlerde kârlılıklar küçük olur. İşte Mehmet Şimşek, durumu net olarak özetliyor. Demek ki, “Yeni Türkiye”, sermayenin kârlılık oranlarının yükseleceği bir ülke olacak. Mehmet Şimşek, bu yolla, tüm işverenlere, tüm kapitalistlere, bizim yanımızda durun mesajını vermektedir. Demek ki, ülkenin tekelleri için “Yeni Türkiye” bir sorun değildir.
Türkiye, sonuçta ABD’nin bir eyaleti gibidir ve böyle de yönetilmektedir. ABD için, Erdoğan’ın Ortadoğu’da geliştireceği saldırganlık ve işgal politikaları, olumlu ve teşvik edilesidir.
ABD, bir yandan Rojava’ya destek verdiğini söylemektedir. Ama aynı zamanda TC ordusunun saldırılarına da izin vermektedir. ABD, tavşana kaç, tazıya tut politikasını iyi oynar. Burada da aynı süreci devam ettiriyor. ABD, yeni ABD lideri ile yeni konumu altında Erdoğan’ın hazırlandığı pazarlıkta, Türkiye’den daha saldırgan bir tutum da talep edecektir. Sarraf dosyası yerine, Türkiye’nin İran’a ve Suriye’ye saldırılarını talep edecektir. Bu taleplerin gerçeklik kazandığı oranda Kürtlere karşı saldırılara da göz yumacaktır. ABD’nin Rakka planları, bu işin sadece önde duran bölümüdür.
Son Rojava ve Şengal saldırısı, TC devletinin saldırgan ve işgalci politikalarını açıkça, bir kere daha açıkça, ortaya koymaktadır. Hem de, bu politika, aynı zamanda TC devletinin ABD tarafından tetikçi olarak kullanılma isteğinin açık kanıtıdır.
“Yeni Türkiye”, Ortadoğu’da daha büyük bir saldırganlık demektir. Bu ise, en başta Kürt halkına karşı açık bir savaş demektir. TC devletinin El Nusra gruplarına verdiği desteğin, aynı zamanda Kürtlere karşı savaş açısından da ele alınması gerekir. El Nusra, esas olarak, Suriye’deki Kürtlere saldırmaktadır. Barzani de bu sürecin bir parçasıdır. ABD, bu süreci gerçekte planlayandır. Ankara’da, Saray’da, Genelkurmay’da hiçbir plan, ABD’den bağımsız gerçekleşmez. ABD, buna görünüşte karşı çıkmakta, gerçekte ise, sadece Erdoğan-Trump görüşmesine hazırlık yapmamaktadır, bunun kadar, Kürtlere, “gelin bana teslim olun” demeye çalışmaktadır.
Kuşku yok ki, Kürt halkı, ABD rejimini bilir ve kendi önlemlerini almayı da başarır. Ama mesele sadece Trump-Erdoğan görüşmesi öncesinde tarafların gündem oluşturma çabası değildir. Mesele aynı zamanda Kobanê-Sincar bölgesinde halkın ABD korumasına sığınmasını teşvik etmektir de.
Gerçekte Rakka operasyonunu fazla abartmak, durumu doğru analiz etmek açısından riskler içerir. Yeni ABD yönetiminin nerede ne yapacağı belli değildir. Dünya çapında gelişen savaş ve gerilim, yeni ABD başkanının iktidara gelirken söyledikleri ile uyumlu değildir. Hem Kore yarımadasında yaşananlar, hem Ortadoğu’da yaşananlar bunun açık göstergesidir. ABD bu saldırganlığı daha tırmandıracaksa, Erdoğan’ın Saray Rejimini kullanması mümkündür. Bu da TC’nin ve Saray’ın zaten istediği bir durum demektir. ABD bölgede özellikle Suriye ve İran üzerine saldırgan bir politikayı, Erdoğan eli ile devreye sokmak isteyecektir. Bu da halifelik hedeflerine gayet uygun ortam yaratacaktır.
Kuşku yok ki, biz devrimciler, bu gelişmeleri yorumladığımız, anlamaya çalıştığımız kadar, net politikalar da ortaya koymalıyız.
Biz, açık olarak Türkiye’nin Suriye topraklarındaki varlığını, nedeni ne olursa olsun, işgal, saldırganlık ve yayılmacılık olarak görüyoruz. Bu politika, hem Ortadoğu’da süren emperyalist yağma savaşından pay alma girişimidir, hem de ülke içinde süren yağma sürecini derinleştirmek için bir olanaktır. Saray, TC devleti, tüm burjuvalar adına, bu yağmadan pay almak için saldırganlaşmaktadır, ABD’nin tetikçisi rolünü oynamaktadır.
Türkiye, acilen kendi sınırlarına çekilmelidir. Hiçbir halka, hiçbir ülkeye karşı saldırgan bir tutum almamalıdır.
Ama bu istekler yeterli değildir. Halkların anti-emperyalist mücadelesini yükseltmek, savaşı önlemenin, barışı sağlamanın, özgürleşmenin tek yoludur. Bunu, halkların örgütlülükleri yapabilir. Bu nedenle, her halkın örgütlülüğü, büyük bir değer, büyük bir olanak ve güçtür.
Halklar arasında dostluk, emperyalizme karşı ortak mücadele geliştirilmelidir. Bu emperyalizme karşı mücadele, bölgede bulunan emperyalist güçlerin kuklası devletlere karşı mücadeleyi de içerir.
İçeride ve dışarıda saldırganlığa karşı mücadele, ancak bu mücadele, Saray Rejimi’ni durdurabilir. o

Ortadoğu’nun paylaşımı ve İslam

Ama 1400 yıllık tarihi boyunca, İslam, hiç bu kadar acımasızca, hiç bu kadar pervasızca, hiç bu kadar vahşice kullanılmamıştır. Elbette son 10 yıldan, 15 yıldan söz ediyoruz.
Tüm soğuk savaş dönemi boyunca İslam dini, Sovyetler’in etrafını “yeşil kuşak” ile sarmak için, emperyalist merkezlerin, başta ABD olmak üzere NATO’nun elinde anti-komünizmin savaş aracı hâline getirilmiştir.
Ama son 10 yıllık sürede olduğu kadar İslam, emperyalist merkezlerin açık kuklası, emperyalist merkezlere uşaklık yapanların oyuncağı hâline gelmemiştir.
IŞİD, ılımlı İslam projesi çerçevesinde Gülen-Erdoğan hareketi, Vahabi saldırganlığı vb. bu son 10 yıllık tarihin acımasızca, sınırsızca, rezilce dinin kullanımının örnekleridir.
Bir an duralım ve söyleyeceklerimizin doğru anlaşılabilmesi için, durumu özetleyelim.
Artık dünyada SSCB yok. Bu pek çok emperyalist odak için, örneğin ABD için, dünyanın egemeni, tek hükümdarı olmak için bir fırsat olarak ilan edilmiş, tüm dünyaya duyurulmuş bir konudur. Bizim ülkemizin egemenleri, tetikçisi olmaktan gurur duydukları emperyalist efendilerinin bu ilanını çoktan duymuş olmalı idiler. Ama onlar hâlâ, anti-komünizm ile, soğuk savaş dönemi politikaları ile, bölgede ve ülkemizin içinde halklara düşmanlıkları ile yaşam bulmaya çalışıyorlar.
SSCB’nin çözülmüş olması, dünyada komünizme korkuyu azaltmış mıdır? Öyle olmalıdır ama bizim bölgemizin egemenleri, hâlâ eski format içinde hareket etmektedir.
SSCB çözülünce, aynı zamanda, emperyalist ülkeler arasında var olan “zorunlu” birliktelik de dağılmaya, emperyalist güçler arasında dünyayı bölüşme savaşı öne çıkmaya, eskiden de var olan ama komünizm korkusu ile bastırılan çelişkiler su üstüne çıkmaya başlamıştır. Böylece, bugün, dünya, yeni bir paylaşım savaşımının içindedir.
Bu yeni paylaşım savaşımının odak noktalarından birisi, Ortadoğu’dur.
Öyle eski hâli ile Ortadoğu değil, daha büyütülmüş hali ile Ortadoğu’dur. Yugoslavya’nın dağıtılması, Yemen’deki savaş, Irak, Libya işgalleri, Arap Baharı’nın planlanmış bölümü, Kafkaslar’daki savaşlar, hepsi bu resmin içindedir.
İşte bu paylaşım savaşımının odak noktalarından biri olan bölgemizde, İslam, başta ABD olmak üzere, İngiltere ve İsrail dahil birçok gücün kullandığı bir araç hâline gelmiştir.
Radikal İslam, Afganistan’dan başlayarak SSCB’nin etrafında bir yeşil kuşak olarak geliştirildi. Taliban, daha sonra, SSCB çözülmüş olduğu hâlde, ABD’nin elinde, bu kez başka ülkelerde başka isimlerle oyuncak olmaya, alet olmaya devam etti. ABD, radikal İslam’ı hem kullandı, hem de onu düşman ilan etti. İkizkuleler saldırısının ardından, “dünyanın imparatoru” olma iddiası ile Afganistan, Irak işgallerini başlattı. Böylece radikal İslam’ı, yeni düşman ilan etti. Komünizm düşman iken, NATO eli ile dünyayı yönetmek daha kolay idi. Bu kez bu kolaylığı yeni düşman “radikal İslam” eli ile yapmaya çalıştılar.
Ama aynı zamanda, siyasallaşmış olan İslam’ın, soft versiyonunu ya da ılımlı İslam’ı da devreye soktular. Gülen hareketi, gerçekte 1995’ten başlayarak devreye sokulmuş, Türkiye’de komünizme karşı mücadele alanından alınarak, İslam içinde ve dünya çapında örgütlenmeye başlatılmıştır. Erdoğan da bunun bir parçasıdır.
Ilımlı İslam, Graham Fuller’in Yeni Türkiye kitabında son derece açık olarak ele alınmıştır.
Buraya kadar iki süreç gördük ve her ikisinde de, İslam, tam anlamı ile, ABD-İngiltere-İsrail ekseninin elinde oyuncaktır. Erdoğan’ın üst akıl dediği şey, kendisini yöneten şey midir?
Ama bu arada, ABD’nin tek süper güç, yeni dünya imparatoru, Kissinger’in deyimi ile yeni Roma, planları hayatın gerçekliğine çarpmaya başladı. ABD, dünyanın tek süper gücü olabilmek için, AB’yi eskisi gibi yanına çekmeli idi. Afganistan ve Irak, ABD açısından zafer kadar “bedelleri yüksek” savaşlar idi. Birçok açıdan “yenilgi” olarak bile tartışılmakta idi.
İşte bu noktada, hem saldırganlığını artırmaya kadar verdi, Libya süreci ile, AB ülkelerine birer lokma sundu ve ittifakı yeniden sağladı, hem de İslam’ı, daha şiddetli kullanmaya başladı. İslam, hem AB toplumlarını korkutmak için bir araç oluyordu, hem de tüm Ortadoğu’nun kana bulanmasının yolunu döşüyordu.
İşte İslam’ın bugünkü bu acımasızca, bu pervasızca kullanılması sürecinin kısa hikâyesi budur.
Bizde 17-25 Aralık’tan sonra, bizde 16 Nisan referandumunun öncesinde, “Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha ‘evet’ diyerek atmak, ‘farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır’ kuralının çerçevesine dahildir.” şeklindeki fetvalara bir anlam yüklemek istiyorsanız, işte İslam’ın, emperyalist güçlerin elinde nasıl bir araca dönüşmüş olduğunu görmelisiniz. Dünyanın ve oradan hareketle ülkemizin egemenlerinin elinde İslam, hiç bu kadar hayasızca kullanılmamıştır.
Abartılı mı buluyorsunuz? Öyle ise gelin, çevremize, en başta Ortadoğu’ya bir kere daha bakalım.
Afganistan; hem ülke harap bitaptır, hem İslam acımasızca kullanılmaktadır. Ülkenin bürokratları dahi istifa edince, ABD yöneticileri istişarelerde bulunmak için oraya gitmektedir. İslam, sadece şiddet için değil, aynı zamanda kabilelere dayalı yaşamın devam ettirilmesi için, aynı zamanda eroin-esrar dağıtımı için kullanılmaktadır.
Pakistan’ı mı ele almak istersiniz? Pakistan, artık bir devlet görüntüsü bile veremez niteliktedir. El Kaide ve IŞİD’in çocuklardan canlı bomba yetiştirme programları CIA denetiminde buralarda kotarılmaktadır.
Libya’yı mı ele alalım? Dün, Kaddafi varken, hiç değilse, bir Libya vardı. Bugün, ortada Libya diye bir ülke yoktur. Aşiretler olmadık nedenler için birbirine öldürmektedir. Bir tek petrol kuyularını bekleyenlerde sorun yoktur. Libya’yı acaba kim karıştırmıştır?
Yemen’i ele alın. Suudi Arabistan liderliğinde, Yemen halkı sivil, çocuk, kadın demeden bombalanmaktadır. Suudi güçlerinin yetersiz kaldığı yerde, ABD doğrudan devreye girmektedir. Suudi gazilerin moral şenlikleri Katar’da düzenlenmekte, şenliklere davetli olarak TC dışişleri bakanı katılmaktadır. Yemen, hem katliamların boyutları hakkında bir bilgi vermektedir, hem de ABD kontrolündeki ittifakı, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar ittifakını ortaya koymaktadır.
Biz bu ittifakı, Suriye savaşından da tanıyoruz. ABD belgeleri, artık WikiLeaks diye bir haber kaynağı var, tamamen ortalığa saçılmıştır. Bu belgelerde IŞİD’in kurulmasını, Bayan Clinton kontrolünde, kimlerin gerçekleştirdiği açıkça var. ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın, açık olarak adı geçmektedir. Bu vesile ile Suriye’ye bakabilirsiniz. Mesela hangi Müslüman, ne adına Suriye’ye saldırmaktadır? Erdoğan’ın dediği gibi, Esad insanları öldürdüğü için mi savaş başlamıştır? Her gün İslam adına konuşan, halife olmak için kolları sıvamış olan, her fırsatta her türlü hilesini, suçunu, günahını örtmek için Hayrettin Karaman’dan fetvalar alan Erdoğan, Suriye savaşında hangi güçlerle birliktedir? Silâhları kimlere vermektedirler? Kimyasal silâhları IŞİD’e, El Nusra’ya kim temin etmektedir? Bu silâhlarla ölenler, Müslüman değil mi, insan değil mi? Erdoğan ve arkasındaki Türk işadamları IŞİD ile petrol, silâh vb. konularda ne gibi anlaşmalar yapmışlardır? Suudi prensleri, IŞİD’e uyuşturucu haplar mı göndermektedir?
Ya Irak? Irak’ta ABD’nin işgal planının en açık destekçisi kimdir, Erdoğan değil midir? 1 Mart Tezkeresi geçmedi diye, yağıp gürleyen ABD’lilerin en yakınları kimlerdir, Erdoğan ve ekibi değil midir? Bugün ABD kaynakları, “artık Türkiye’de bize bir parlamento lazım değil, öyle 1 Mart gibi kazalarla karşılaşmayalım” diyerek, Çobanlık sistemi konusunda neden Erdoğan ile aynı fikirdedirler?
2015’te Rus uçağını düşürenlerin kendinden emir aldığını söyleyen, sonra bu suçu FETÖ’cülere yıkan, ama daha yakında kimyasal silâh yalanı devreye konulup da ABD Suriye’ye saldırdığında, sevinç naraları atan kimdir, Erdoğan’ın kendisi değil midir?
Halifelik için kolları sıvamış bir Erdoğan, ne yazık ki, bunun için, ABD-İsrail ve İngiltere’nin olurunu beklemektedir.
Daha uzatmaya gerek var mı?
İslam, üzerinde yaşadığımız bu topraklarda, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının bir aracı olarak, vahşice kullanılmaktadır.
Sadece IŞİD, insanları yakan, boğazlayan, kadınları pazarda köle diye satan IŞİD mi bu kötülüğün kaynağıdır? Yoksa, onunla işbirliği yapanlar var mıdır? TIR’lar içinde silâh taşıyan, kimyasal silâhlar sunan, petrollerini pazarlayanlar var mıdır?
Sadece FETÖ mü İslam’ı acımasızca sömürmüştür? Yoksa, onunla beraber “bu yollarda” yürümüş olanlar var mıdır? Okullarını açanlar, onun için şiirler okuyanlar, onu allahın sevgili kulu ilan edenler, onun yalanlarına İslam’ın içinde yer arayıp bulanlar olmuş mudur?
İşte size emperyalist güçlerin elinde bir İslam manzarası.
Kana, yağmaya, yalana, hileye bulanmış durumdadırlar.
Erdoğan ve onun için fetva verenler, farzdan, sünnetten söz ederken, halifenin alacağı %10’lardan söz ederken, gerçekte, bambaşka bir süreç işlediğini mi bilmiyorlar? Yoksa, işleyen uluslararası sürecin, paylaşım savaşımının içinde, gerçek anlamı ile aldıkları rolü örtmek için, İslam’a bu denli pervasızca mı başvurmaktadırlar?
“Rant” peşine düşmüş bir anlayış ile gününü gün etmek yetmiyor ve bir de İslam adına rüşvet toplamaktan, İslam adına hırsızlık yapmaktan, farz olana giden her eylem farzdır fetvaları yazmaktan geri durmuyorlar. Sınır tanımaz bir İslam kullanımıdır bu.
IŞİD’e, El Nusra’ya, El Kaide’ye, Ahrar-ur Şam’a, Hayrettin Karaman’a, Fethullah Gülen’e, Cübbeli Ahmet Hoca’ya, Erdoğan’a, Melih Gökçek’e, Topbaş’a, Albayrak’a, Şems’e, Jöleli’ye, Mehmet Uçum’a, Suudi Krallığı’na, Müslüman Kardeşlere, Katar’a vb. bakınca, gerçekte emperyalist güçlerin, İslam’ı nasıl kontrol altına aldıklarını ve düzenbazlara nasıl saha açtıklarını görmek mümkündür.
Sahaya öyle oyuncular sürmüştür ki, ABD, bu oyuncuların her birinin heves ve arzuları, zaten süreci kendi lehine şekillendirmekte yarı otomatik bir işlev görmektedir. Yemen’i bombalayanlar, İslam adına fetvalar vermektedir. Suriye’de IŞİD’e, El Nusra’ya destek verenler, İslam’ın yüce değerlerinden söz etmekte, halifeliğe göz koymaktadır. ABD emrinde okullar açıp CIA ile at koşturanlar, peygamberlik mucizeleri göstermekten söz etmektedir.
Bu resmin tümüne bakın. Böylesi bir rezillik görülmüş müdür?
Şimdi, referanduma dönebilirsiniz.
Hiçbir vicdana sığmayan, ayıplı, hileli, yalan dolu bir “zafer” ile, gelecek kurma vaadi, ihalelere fesat karıştırma kültürü kadar temiz olabilir. Fetvası da zaten hazırdır, “farz olanı gerçekleştirmek için yapılan eylem”! İşte bu kadar. IŞİD’e neden karşı çıksınlar? Onlar da bunu söylüyor.
Şimdi, IŞİD’in halifelik ilanı, karşısında yeni rakipler bulacaktır. Türkiye’deki 16 Nisan Referandumu, hem işbirliğini artıracak, hem de halifeler savaşını başlatacaktır. Görünen budur.
Tüm bunlar, Ortadoğu’da, kaybetmeye başlamış, Suriye’de 6 yıldır kazanamayan ve bölgeyi daha da fazla kana bulamaktan çekinmeyeceğini açıkça beyan eden ABD emperyalizminin gökte arayıp da yerde bulduğu şeyler olmasın?
Bu topraklarda yaşayan bir insan, bunca savaşa, bunca kana, bunca ölüme, bunca yağmaya karşı çıkmıyorsa, buna karşı mücadele edenlerle birlikte mücadele etmiyorsa, onun insan olarak kalması mümkün müdür?
Sahte nutuklar, ahlâksızca fetvalar yerine, bölgeyi kana bulayan emperyalist odaklara karşı bir tek küçük adım atacak bir mücadeleyi görmek isteriz. o

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...