Ana Sayfa Blog Sayfa 135

“Suriye savaşı”nın yeni evresi mi?

“Suriye savaşı” yeterli bir niteleme mi olur? Mümkün değil. Suriye topraklarında süren, Irak savaşı ile kesinlikle birleşmiş olan, tüm bölgeyi çoktan içine almış olan, Koalisyon Güçleri yapılanması ile dünya savaşının bir minyatürü olarak yaşanan bu savaşa, ağırlıklı Suriye toprakları üzerinde sürüyor diye, tanrılar yüzbinlerce Suriyelinin kurban olmasını yazgıladı diye, bu savaşa Suriye savaşı demek yeterli olmaz. Bu nedenle tırnak içinde Suriye savaşı diyoruz.

Demek ki, bu savaş sadece Suriye savaşı değildir.

Bunu, bu sözü, bizim yaşadığımız bölgede yaşayanların anlaması zor değildir. Zira, Türkiye, bu savaşın her açıdan içindedir.

Bu, dünya çapında süren savaşın bir parçasıdır.

Dünya çapında süren savaş, özü itibari ile, bir paylaşım savaşıdır.

SSCB çözüldükten sonra, ABD, dünya imparatorluğunu, dünya egemenliğini ilan etmeye yöneldi. “Tek kutuplu dünya”, gerçekte, ABD egemenliği altında dünya demek idi. ABD, SSCB ve komünizme karşı Batı dünyasını kendi denetimine almayı başarmıştı. Fransa, Almanya, İngiltere gibi güçler, ABD şemsiyesi altına, komünizme karşı tüm silâhlı işleri ABD’ye devretmişlerdi bile. Bugün Trump’ın yakındığı NATO’daki durum, aslında ABD egemenliği altında NATO’nun, komünizme karşı savaştan bir adım öteye giderek, tüm Batı’yı kontrol etme aracına dönüşmüş olmasından kaynaklıdır. ABD, NATO denilen gücün “efendisi” rolündeydi, hâlâ bunu devam ettiriyor.

SSCB çözülünce, ABD, Batı’nın emperyalist güçleri bellerini doğrultmadan, SSCB hazır yok iken, imparatorluğunu ilan etmeye yöneldi. Ne Japonya, ne Almanya, ne İngiltere, ne Fransa, ABD’nin “dev askerî gücü” denilen şeye karşı koymaktan uzak idiler. Dahası, bu dört ülke, iliklerine kadar ABD tarafından dinlenmekte, izlenmekteydi.

Öte yandan, ABD ekonomik alanda, giderek geriliyor, avantajlarını kaybediyordu.

İşte ABD’yi, fırsat bu fırsat, dünya imparatorluğunu ilan edelim yoluna iten durum bu idi. Kissinger, bu durumu çok açık olarak ifade etmekteydi ve ABD’nin dış politikaya ihtiyacı olmadığını dillendiriyordu.

Elbette, Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa, ekonomik alanda ilerlerken, askerî ve teknik anlamda, ABD kontrolünden de kurtulmaya çalışıyordu. Afganistan ve Irak savaşı, hem ABD’nin yeni “ortak düşman” yaratma girişimi iken, hem de bu ülkelerin, ABD’ye haraç ödeyerek, ABD kontrolünü azaltma yolları araması dönemi idi. ABD, yeni ortak düşmanını, önce El Kaide, ardından IŞİD örnekleri ile yarattı. Dünyanın her yanını kana bulayan çeteleri devreye soktu. Ama yine de bu ülkeler, dünyanın başka yerlerinden pay alma iddialarını geri çekmediler. Almanya, Doğu Avrupa’nın sosyalizmden vazgeçen ülkelerini ekonomik olarak kendine bağlamanın yollarını hızla döşedi. Kısacası, paylaşım savaşı geri düşmedi.

İşte dünyanın yeniden paylaşımı savaşının üzerine yükseldiği zemin budur.

Bu savaşta, Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa gibi güçler açık ve net bir biçimde ABD’nin karşısında cephe tutmayınca, ABD savaşı, istediği alanların kontrolüne doğru genişletme yönünde sürdürdü. Libya’nın ardından Suriye savaş başladı.

Suriye savaşı, Müslüman Kardeşler’in kullanılması ile, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar eli ile kundaklandı. Bugün Suudilerin kapatmaya çalıştığı El Cezire, Katar krallığının emri ile, CIA organizasyonu ile, başka yerlerde var olan gösterileri Suriye içinde imiş gibi bile göstermekten geri durmadı.

Suriye savaşının başlangıcından hemen sonra, IŞİD devreye sokuldu. Irak ve Suriye coğrafyası, yerle bir edilmeye çalışıldı. Rusya, sahaya doğrudan inene kadar, bu süreç devam etti. Rusya’nın sahaya inmesi, Suriye savaşını başka bir boyuta taşıdı. ABD’nin karşısına dikilmeyen Batı güçlerinden farklı olarak Rusya ve Çin, açık tutum aldılar.

Suriye savaşı, Halep’in Suriye ordusu tarafından, tamamen geri alınması ile (ki Halep, IŞİD’e karşı ciddi ve uzun süreli bir direniş göstermiş yerdir) üçüncü aşama diye adlandırdığımız, bir yeni aşamaya girmişti. Halep’ten sonra, IŞİD’in sonu görülmeye başlanmıştı. O kadar ki, daha önceleri Obama, IŞİD’e karşı savaş 30 yıl sürer derken, Halep sonrasında IŞİD’in bitebileceğini söylemeye başladılar. IŞİD’in bizzat organizatörü olan ABD ve İngiltere, elbette IŞİD’in ne zaman biteceği konusunda, bizden daha iyi tahminler yapabilirler. Suriye ordusuna karşı savaşan güçlerin bir bölümü, silâh bıraktı, bir bölümü, başka güçlere katılmaya başladı.

TC tarafından organize edilen, ve anlaşıldığı kadarı ile Erdoğan ile doğrudan bağı olan ÖSO, El Nusra vb. Esad’sız çözümden Esad’lı çözüme doğru adımlar atmaya başladı.

Bugün, bu aşamanın sonuna gelinmiştir.

Suriye savaşı, artık, yeni bir aşamada gibidir. Gibidir, çünkü, bu yeni aşamayı yaratmak isteyen bizzat ABD güçleridir ve ne kadar kararlı oldukları henüz belli değildir.

ABD, Trump ile birlikte, Rusya ile uzlaşma eğilimine gireceği beklentisinin tersine, daha saldırgan bir tutum almaya başlamıştır. Trump, Suriye havalimanını bombaladı. Trump sanki, “ben Rus dostu değilim, Rus kuklası değilim” der gibi idi. Ama işin renginin öyle olmadığı son günlerde iyice netleşti. ABD, bir yandan, PYD ile Rakka operasyonuna başlarken, diğer yandan, Suriye ordusunun IŞİD’e karşı ilerlediği yerlerde, Suriye ordusuna saldırılar düzenlemeye devam etti. Son uçak düşürme ile, sanki, bu saldırıları “düzenli hâle” getirdiğini gösterdi.

Bu açıdan Deyr Ez Zor kenti önemli bir nokta olmaya başladı. Savaşın seyri açısından, Deyr Ez Zor şehrinin belirleyiciliğinin nereden geldiğini bilemiyoruz. Ama bu kent, üç yıla yakın bir süredir, Suriye’nin doğusunda IŞİD kuşatması altında direnmektedir. Kentte 100 bin sivil nüfusun olduğu söylenmektedir. Suriye ordusu, hem bu yönde, hem de Rakka yönünde ilerlemeler sağladığında ABD saldırmaktadır. Uçak, bu kent etrafındaki IŞİD mevzilerine saldırırken düşürülüyor. Ve hemen ardından, İran, 700 km uzaktan füzelerle Deyr Ez Zor’u kuşatan IŞİD hedeflerine füze atıyor.

ABD, bir yandan Rakka operasyonunu yürütmek üzere, DSG (içinde PYD’nin ana unsur olduğu Demokratik Suriye Güçleri) ile ortak hareket ediyor. Diğer yandan, Rakka’yı alttan kuşatan, Deyr Ez Zor’u geri almaya çalışan Suriye ordusuna saldırıyor. Öte yandan ise, Ürdün sınırında, bizim sınırımızda desteklenen OSÖ gibi, Yeni Suriye Ordusu’nu kuruyor, eğitiyor, silâhlandırıyor. Bu yeni Suriye ordusu, El Tanaf’a yerleştirildi. Ama Suriye ordusu, bu güçlerin önünü kesmişe benzemektedir.

Suriye ordusunun Deyr Ez Zor’u geri alması ve Rakka’nın olur da Suriye ordusu tarafından alınması durumu, ABD’yi daha saldırgan hâle getiriyor.

Ve ABD, bu saldırılarla, savaşın yeni bir evresini oluşturmaya çalışıyor.

Suriye uçağını düşürdükten sonra ABD, Rusya ve İran’dan tepkiler aldı. Ama bu tepkiler, beklemediği tepkiler mi idi? ABD, bu doğrultuda adımlar atacağa benzemektedir. Bu durum, savaşı daha da büyütme eğilimi demektir.

ABD, açıktan, IŞİD’i destekler konum almaktadır.

Rusya ve İran cephesinin, savaşın büyümesi riskini göze alıp alamayacağını ölçmek mi istiyorlar? Yoksa, ne olursa olsun, savaşı büyütmekten yana mıdırlarlar?

Savaşın yeni evresi, daha çok bu sorular etrafında oluşmaktadır.

Tüm bu gelişmeler, ABD’nin, bizim baş düşmanımız Rusya’dır, açıklamaları ile aynı döneme denk gelmektedir.

ABD içinde zorluklar yaşayan Trump’ın, çok da aklı başında kararlar vereceği de tartışma konusudur.

ABD, açık olarak, İran’ı hedef tahtasına koyacak adımlar atıyor. Bu açıdan, Arap ülkelerinin daha saldırgan politikalar izlemelerini teşvik edeceği de açıktır. İran’a karşı savaşmak üzere, bölgede yeni dengeler peşinde olduğunu anlamak zor olmasa gerektir.

Türkiye ise, ABD politikalarının açık tetikçisidir, öyle olmuştur, bu yönde devam edeceğe benzemektedir. Elbette İran’a saldırmanın, TC devleti açısından çok da istenir bir olay olmadığı açık. Ama ABD, her zaman ilgili yönde Türkiye’ye adımlar attırmakta başarılı olmuştur. Zarraf dosyasını Erdoğan’a verseler, Erdoğan’ın saldırmayacağı şey kalmaz. Elbette bunun kolay olmadığı da açık.

Aynı anda, çiçeği burnunda yeni Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un, Esad’lı çözümden söz etmesi de boşuna değildir. ABD’nin işinin kolay olmadığı da açık.

Suriye savaşı, şimdi, bir yandan Deyr Ez Zor ve diğer yandan Rakka cephelerine kilitlenmiş gibidir. Suriye ordusu hem Rakka yönünde ciddi ilerlemeler kaydetmiştir, hem de Deyr Ez Zor yönünde. ABD’yi rahatsız eden de budur.

Savaş, bugünkü aşamasında, elbette daha da yayılacaktır. Bunun biçimlerini bilmek bugünden mümkün olmasa da, yayılacağını söylemek mümkündür. Giderek, her güç, doğrudan savaşın içine girmektedir. NATO’nun koalisyona bir bütün olarak katılması, aslında sahada hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Zaten NATO, tüm üyeleri ile sahada idi. Ama bu durumun, savaşın dünya savaşına açıktan dönüşmesi yönünde bir adım olacağı açıktır.

Suriye savaşı, kritik gelişmelere gebedir.

Suriye savaşının gelişimi, tüm bölgeyi daha da fazla etkilemeye başlayacak gibidir. Bugüne kadar ortaya çıkan etkileri daha da gelişecek gibidir.

Kontrollü “muhalefet” ve muhalefetin kontrolü ya da CHP dirilir mi?

CHP Genel Başkanı, “adalet” istemi ile yürümeye başladı. Ankara’dan İstanbul’a yürüyor. “Gelin katılın” çağrılarını mümkün olduğunca yapmadan, mümkün olduğunca “ortalığı ayağa kaldırmadan”, cikletten çıkmış hâli ile yürümek istiyor.

Kılıçdaroğlu ve CHP için adalet, bir hayli geç hatırlanmış bir olay oldu. CHP milletvekili Enis Berberoğlu tutuklanınca, MİT tırları davası nedeni ile açılan davadan çıkan ilk karar gereği 25 yıl ceza alır almaz tutuklanıp hapse atılınca, CHP, “adalet” olmadığını anladı ve yürüme kararı verdi.

CHP lideri, parti olarak yürüyeceğiz, milyonlarla birlikte yürüyeceğiz, demiyor. Ben yürüyeceğim, diyor. Olay, adalet ihtiyacı, onun kişisel isteği olarak ortaya konuyor ve kitlelere de, büyük kalabalıklara da seslenmiyor. Mesela yolu üzerinde bulunan büyük fabrikaların önünde, “adalet ve yürümek” konulu bir konuşma yapmaya yönelmiyor. Mesela her geçtiği yerden milyonların kendisine katılmasını istemiyor. Sadece, “adalet” için yürüyor.

CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, bu cikletten çıkmış hâli ile yürüyüşü, gerçekte, AB ve ABD’li yetkililere “ben de varım” deme amacını mı güdüyor? Yoksa “adalet ve özgürlük” yürüyüşü müdür? Adalet ve özgürlük yürüyüşü ise, tüm halkı, işçileri, Kürtleri, emekçileri, öğrencileri, herkesi davet etmesi gerekirdi. Etkili bir eylem, tüm kitleleri bu yürüyüşe katmakla mümkündür. Etkili bir eylem, “parlamento bitti, biz de artık sokaktayız” demekle mümkün olabilir. Etkili bir eylem, ancak ve ancak, halkın aktif katılımı ile mümkün olabilir. Etkili bir eylem, aynı anda, ülkenin her yanından başlatılacak yürüyüşlerle gerçekleştirilebilir.

Ama Kılıçdaroğlu, bunu yapmak istemiyor. Sonra hakkında, “bak karıştırıcı” denmesini istemiyor. Kendisi, tarihe, şöyle geçmek istiyor:

Devletçi.

Erdoğan’ın destekçilerinden, Bahçeli kadar, ama başka alanda görevli.

Efendi, korkak denecek kadar.

Derdini söylemeye mecali yok, çünkü ya halk sokaklara çıkarsa ihtimalinden çok korkan.

AB ve ABD’nin sevgisini kazanmak için uğraşan.

Kılıçdaroğlu, mümkün olduğunda, devletin zarar görmemesi için uğraşan bir muhalif lider olmak istiyor. Ama çevresinden kendisine sorulmuyor, acaba hangi devletin? Erdoğan’a kişisel “laf” yetiştirmelerle muhalefet yapılabilir mi?

İki olay, CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun, ne olduğu hakkında bize çarpıcı bilgi vermektedir. İkisi de yakın tarihlidir.

İlki, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasıdır. AK Parti iktidarı, Saray Rejimi’ni bir dirhem anlamış herkes, Erdoğan’la yapılacak pazarlıklarının sonuçlarını bilir. Mesela Kılıçdaroğlu, eğer Baykal beyefendisine sormuş olsa idi, Baykal, kendisinin yediği kazıkları anlatabilirdi. Baykal, Erdoğan ile kaç kere pazarlık yapmış, kaç kere Erdoğan’ın imdadına yetişmiştir. Ama her birinde, Erdoğan verdiği sözleri tutmamıştır ve Baykal’ın cumhurbaşkanlığı hayali, ahir ömründe sadece bir hayal olarak kalmıştır.

ABD, CIA, Baykal’a, Bahçeli’ye, Erdoğan projesine destek olacaksınız dedi mi, onların yapmaması mümkün değildir. Bunu kaç kere gördük.

Kılıçdaroğlu, milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmanın “demokratik bir talep” olduğunu söylüyor. Utanması da kalmamıştır. Hata yaptık diyememektedir. 15 Temmuz başladığında, önüne ilk gelecek tankın üzerine çıkacağına, Yenikapı’da sahneye çıkan Kılıçdaroğlu, en azından CIA’dan da şüphelenmeli, kendine iktidar vizesinin çıkmadığını görmelidir. Tankın üzerine çık deselerdi, bugün, meşhur olurdu. Yenikapı’ya çıkınca, cikletçi oldu. Baykal’ın bıraktığı yerden, aynı tutku ile, “devlete hizmet önceliklidir” vurgusu ile Erdoğan’ın koltuk değneği olmuştur.

Sözümona CHP; devleti korumaktadır. Hangi devleti? Erdoğan’ın Saray’dan yönettiği devleti, Erdoğan’ın istilasından mı kurtacaksınız? Hangi devleti, Gezi’de halka ateş açan devleti mi? Genelkurmay başkanının artık işsiz olduğu devleti mi? Gazetecileri, aydınları, öğretim üyelerini, barış isteyenleri hapse atan devleti mi kurtacaksınız? Her sene binlerce kadının cinayete kurban gitmesine seyirci kalan devleti mi kurtaracaksınız? Suriye’de işgale katılmak için can atan, askerlerini bilmem kaç sente satan devleti mi kurtacaksınız?

Parlamentoda dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet demelerinin tek nedeni vardır: HDP milletvekillerine karşı baskıyı desteklemek. Bu yolla HDP’yi sıkıştırmak ve biat etmelerini sağlamak. CHP liderine konu böyle sunulmuştur ve kendisi de kendilerine dokunulmayacağı garantisini alarak buna evet demiştir. Efendim “CHP programında varmış.” CHP programında mesela taşeronlaşma ile ilgili bir şeyler var mı? Mesela başkanlık sistemi ile ilgili bir şeyler var mı? Mesela adalet sistemi ile ilgili, mesela Kürt meselesi ile ilgili, mesela kadın cinayetleri ile ilgili, mesela iş cinayetleri ile ilgili vb. bir şeyler var mı? Bu programın sadece milletvekili dokunulmazlıklarını mı akıl edebildiniz? Diğerlerini gerçekleştirmeye gücünüz mü yok, öyle ise parlamentoda niye duruyorsunuz?

Dokunulmazlıkların kaldırılması, CHP’nin devletçi tutumunun ve CHP liderlerinin Erdoğan’a yedeklik yapmalarının sonucudur. CHP, kendi dar yönetimine, HDP milletvekillerinin ceza görmesinin pek de sorun olmayacağını söylemiştir. Bu, devletçi tutumun, devletçi genlerin doğal sonucudur. Öte yandan, CHP lideri, CHP’ye CHP’li milletvekillerine bir şey olmayacağının garantisini de, hizmetinde olduğu projenin başında yer alan Erdoğan’dan dolaylı yollarla almıştır.

Şimdi, Berberoğlu olayında olduğu gibi, sıra CHP’ye gelmiştir.

Daha CHP’nin başka unsurlarına da yönelecekleri açıktır. Berberoğlu’ndan başlanılmasının nedeni, onun FETÖ’cü olması yönünde ihtimallerin konuşulmuş olmasıdır. Kolay lokmadır, genel havaya uygundur.

Yoksa, başlayacakları yerleri biliyorlar.

Soru şudur: CHP lideri, adalet arayan, adalet yürüyüşüne çıkan Kılıçdaroğlu, parti içinde sol vuran milletvekillerini, mesela Sağlar’ı, neden ihraç etmekle uğraşıyor? Acaba Sağlar, “kontrollü muhalefet” ilkesine mi uymuyor? CHP’nin hangi dozda muhalefet yapacağı acaba, CIA tarafından mı organize ediliyor? Sağlar ya da başka isimler, “kontrollü muhalefet” sınırlarını mı aşıyor?

İkincisi, 16 Nisan referandumudur.

16 Nisan akşamı, sandıklar açılıp, sonuçlar ilan edildiğinde, Erdoğan, yeni ünvanlar edinmiş hâlde sevinçle kameraların karşına çıkmak yerine, Damat Berat’ın gözlerinin önünde, boynu bükük, ciğeri sökülmüş bir tarzda kameralara “zaferimiz kutlu olsun” dediğinde, herkes kadar Kılıçdaroğlu, herkes kadar CHP de, hileden haberdardı.

Tüm ülke, herkes, referandumda sandıktan HAYIR çıktığını biliyordu ve bugün de biliyor. İşte o akşam, cesur Kılıçdaroğlu neredeydi? O akşam, CHP’nin yönetiminin, devletçi, devleti korumayı amaç edinmiş bu ahlâk timsallerinin, adalet duyguları neredeydi? Yoksa devlet, onlara, “şimdi durum, halkın sokağa çıkması, sadece Erdoğan’ı iktidardan indirmez, devleti de kaybederiz, biz Erdoğan’ı halledeceğiz” mi dedi?

Soruyu atlamayalım. Soru budur. Soru aydınlatıcıdır. CHP’nin ne yaptığını, “kontrollü muhalefet” ile muhalafeti kontrol görevini yerine getirdiğini göstermektedir.

Diyelim ki, devlet, gelip Kılıçdaroğlu’na öyle dedi.

Kim bu devlet? Ordu mu? MİT mi? Hangisi Saray’ın kontrolünde değil? Ergenekon mu? Kim bu devlet? Erdoğan’a başlarına gelen bir felaket olarak bakan ve gerçekte düştüğü hâlde, gerçekte kaybettiği hâlde, mesela 7 Haziran 2015’te onu iktidarda tutan devlet mi? İstemedikleri hâlde, başkanlık sistemine, üstelik hayır da çıkmış iken, evet diyen devlet mi?

Ama kesindir, CHP’ye birileri gelip, halkı sokağa çağırmayın, 16 Nisan gecesinden söz ediyoruz, halkı sokağa çağırırsanız, radikal sol, bu ülkede iktidarı bile alabilir, ülke elden gider, işte bu çerçevede bir şeyler CHP’ye söylenmiştir.

Parlemento işlevsizleşmiştir. CHP sesini çıkarmamış, devlet elden gitmemiştir.

Saray Rejimi, ülkeyi savaşa atmıştır, ama devlet elden gitmemiştir.

AK Parti, bitmiştir, parti olmaktan çıkmıştır.

MHP bitmiştir, parti olmaktan çıkmıştır.

16 Nisan’da halkın verdiği oylar ne olursa olsun, sandık sonuçlarının, bundan böyle Saray’ın istediği gibi açıklanacağı ilan edilmiştir. Yani, bundan sonra, seçim ve sandık, açık bir tiyatrodur. Ve adalet duygusu zedelenmemiştir.

Ama şimdi, CHP lideri, adalet diyor!

16 Nisan, bu ülkede, sandıkların gömüldüğü gündür. Bundan sonraki dönemde, seçimlerden zafer çıkaracaklarını umanlar, gerçeklikle ilişkisi kopmuş kişilerdir. Başlarına Baykal’ı koyun. 2019 raunduna hazırlanmaktan söz eden Baykal, gerçekte, Erdoğan’ın elini rahatlatmak istemektedir. Baykal, hileli sonuçları unutturmak için bu hamleyi yapmıştır.

Kılıçdaroğlu, sandık sonuçlarına sahip çıkmamıştır. Deyim uygun düşerse o cesareti gösterememiştir. Ciklete girmiş, orada saklanmayı yeğlemiştir.

O akşam, Kılıçdaroğlu’nun CHP’si de bitmiştir.

O akşam Kılıçdaroğlu, “devlet elden giderdi. AK Parti’nin silâhlı adamları vardı ve halka ateş ederlerdi” bu nedenle sokağa çıkma çağrısı yapmadık, dedi.

İşte size devletçi mantığın, korkaklığın, güdümlü muhalefetin gerçekliği budur.

Peki, şimdi, 10 Haziran’da, ne değişti?

Mesela AK Parti, silâhlı adamlarına silâhları bırakın mı dedi? Şimdi, Berberoğlu tutuklanıp, sıra size geldiğinde “adalet” demeniz geç değil mi?

Hayır, CHP lideri, kişisel olarak temizlenmek, kişisel olarak aklanmak istiyor. Milletvekili dokunulmazlığı, 7 Haziran seçimlerinin ardındaki tutumu, Yenikapı performansı, bunca üniversite öğretim üyesinin okullardan atılması karşısındaki suskunluğu, 16 Nisan’daki ahlâksız Erdoğan destekçiliği, onu iyice yerin dibine sokmuştur. CHP ve Kılıçdaroğlu, kitleler gözünde artık bir lider, bir varlık değildir. CHP, bitmiştir. CHP, artık bir siyasal parti değildir ve bu yönde bir misyonu da kalmamıştır.

İşte, egemenler, Kılıçdaroğlu’nun da rol aldığı, oynadığı, Bahçeli’nin de rol aldığı Erdoğan projesinin mimarları, şimdi, bu bitmiş hâli ile CHP’ye kan vermeye, acil kan takviyesi yapmaya çalışıyorlar.

CHP dirilir mi? Ruhuna fatiha okunmuşların dirildiği görülmemiştir. Türkiye’de parlamento bitmiştir. Cumhurbaşkanı, artık yalnız ve boynu bükük şekilde, sahnelerin kahramanı olarak konuşmaktadır. Başkan, “Reis”, AK Parti Başkanı olmak için o kadar çırpınmıştır ki, aslında bunun bir kıymeti olmadığını geç anlamıştır. Başkan Reis, şimdi, daha yalnız, daha büyük korkular içindedir. Daha çok baskı kurması da işini kolaylaştırmayacak. Başkan, “Reis”, şimdi bu ünvanlarının kendine yetmediğinin farkındadır. Gele gele, halife-sultan ünvanlarının ikisini birden alma hedefine gelmiştir. Ama artık, bu ünvanları alsa da kurtuluş yolu gözükmemektedir. Devlete en çok sahip olduğu bugün, aslında, başkasının kollarında kıskıvrak esir olduğunu görmektedir. Peygamber de olsa, durum budur.

Ve Cumhurbaşkanı, ramazan kürsülerinden birinde çıkıp, CHP liderini, sivil toplum örgütlerini tehdit etmektedir. 138. madde var diye kükremektedir. Hiçbir aslan, bu kadar zavallıca kükrememiştir.

Cumhurbaşkanı, Başkan, Reis, AK Parti Genel Başkanı, Başkomutan kükremeye çalışmaktadır: Adalet aranacak yer parlamentodur.

Komiktir, Saray’ın sahibi, Saray Rejimi’ni, kendi iradesi ile reddetmektedir. Adres parlamentodur demektedir. Parlamentoyu dağıtan kendisidir, Başkanlık sistemi bunun en açık ifadesidir. Milletvekillerini hapse tıkan, trilyonlarca liralık yolsuzluğa bulaştığı hâlde yargılanmayan kendisidir. Milletvekillerini, kürsüden söyledikleri ile yargılayan bir yargı sistemini kuran kendisidir. Hangi parlamentodan söz ediyor Muktedir? Ve bu sözlere gülmeyen vatandaş var mıdır, bilemiyoruz ama AK Parti sıralarındakilerin güldüğünden eminiz.

Demek ki, bu çok geç de olsa, bu cikletten çıkmış hâli ile de olsa Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü, bazı gerçekleri ortaya çıkarmak için bir adım olabilir. Yürümek, belki de Kılıçdaroğlu’na da iyi gelebilir.

CHP, tüm kadroları ile, açık olarak, olup biteni deşifre etmek, halklara gerçeği söylemek zorundadır.

CHP, gerçekte, olayların gelişimi, içinden geçilen süreç kendisini aştığı için harekete geçmiştir. Artık daha fazla susmaları durumunda kitlelerin devrimci sosyalizme yöneleceğini bildikleri için, kitleler gözünde itibar kazanabilmek için bu adımı atmıştır.

Hâlâ, bu adımları atarken, “kontrollü” olmaya çalışıyorlar. Halka açıktan çağrı yapıp, her ilde halkın sokağa çıkmasını sağlamaya yönelmiyorlar.

Ama derler ki, eylem, eylemi gerçekleştirenleri çoğunlukla aşar.

Şimdi, tüm illerden, ülkenin her yanından, İstanbul’a yürüme zamanıdır.

Saray Rejimi ve direniş

Saray Rejimi, ölçü tanımaz OHAL uygulamalarına rağmen, muktedir olduklarını ilan etmelerine rağmen, bizzat Erdoğan’ın dilinden “zafer”ler ilan etmelerine rağmen, bir türlü “huzura” kavuşamıyor.

Erdoğan, şiddet ve baskının dozunu artırmak dışında ayakta kalma yolu bulamıyor. Ellerinde kan var ve daha fazlasını istiyorlar.

Saray Rejimi, devlet, bir yandan Kürt halkına karşı giriştiği savaşı daha da tırmandırıyor. Kürt illerinde sonu gelmez sokağa çıkma yasakları, sonu gelmez tutuklamalar, baskılar sürdürülüyor. Ama elde ettikleri sonuç, kendilerini mutlu etmiyor olmalı ki, daha da büyük bir şiddetle saldırmaktan söz ediyorlar.

Öte yandan, devlet, Saray Rejimi, işçi sınıfına, emekçilere, her türlü hak arama eylemine karşı saldırılarını sürdürüyor. Bir grev mi gündemde, işverenin endişe etmesine gerek yok, grev ertelenecektir. Grev “caiz” midir, diye sorulunca, Diyanet İşleri, hemen “haşa, grev küllüm haramdır” diyecektir. Bir mahallede halk, mesela cinsel tacize karşı sokağa mı çıkıyor, hemen TOMA’lar devreye giriyor ve Diyanet İşlerine soruluyor, “caiz midir”, yanıt açık, bir hak aramak için tek yapılacak şey dua etmektir. Çocuklarınızın ırzına mı geçildi, allaha havale edin, eşinize cinsel saldırı mı oldu, allaha havale edin, otobüste tacize mi uğradınız, gidin bizzat Erdoğan’ın emrettiği gibi giyinin. Yoksa, Erdoğan size, Beşiktaş vapurundan inenlere baktığı gibi bakar. İşyerinde arkadaşınız, kardeşiniz mi öldü, hemen celallenmeyin, gidip allaha dua edin, hatta şükür edin ki, sağ kalanlar var. Patron paranızı mı vermedi, mesela Cengiz İnşaat, mesela Torunlar, mesela Ağaoğlu vb. paranızın üstüne mi yattı, öbür dünyaya havale edin. Yok, eğer siz, bunlara karşı direnirseniz, sesinizi çıkarırsanız, hemen karşınızda tüm baskı aygıtları ile, yalan haber kaynağı medyası ile, hakimi ve polisi ile devlet dikilir. İşte böyle oluyor. Saray rejimi, “zaferden zafere” koşuyor ama, hiçbir biçimde “huzura” eremiyorlar. Hâlâ, bir öğrenci slogan attığında, “sonumuz geldi”, “Gezi yeniden başlayacak mı” diye korkuyorlar.

Saray Rejimi, aklını kaybetmiş gibi, tüm gücü ile, her türlü yalanla, dini insafsızca kullanarak saldırmaktadır.

Doğal olanı da budur.

Hem halklara düşmandırlar, hem işçi ve emekçileri yok sayarlar. Tarihleri boyunca böyle yapmışlardır. Sadece bugün değil. Bugün, eski ve yeni elitleri ile devlet, tüm halkı kendine düşman görmekte, her türlü hak arama girişimini kendi egemenliğinin sonu olarak algılamaktadır.

Bu, büyük bir korkudur.

Bu nedenle, kitleleri, halkı, işçi ve emekçileri, öğrencileri, yoksulları, kadınları korkutmak, kendi korkularını onların, bizlerin korkusu hâline getirmek istiyorlar. Halkları sindirmek istiyorlar.

Hem, işçi sınıfının tüm haklarını tırpanlıyorlar. Hem, daha da fazla sömürmek için her yolu deniyorlar, sosyal güvencelerini yok ediyorlar, çalışma sürelerini uzatıyorlar, ücretleri aşağıya doğru bastırıyorlar vb. Hem de her hak arama eylemine, her türlü talebe TOMA’larla, coplarla, mermilerle yanıt veriyorlar.

Kendileri için, egemenlikleri için, bunu yapmaları anormal değildir. Onlar, sömürenlerdir, onlar halkların düşmanlarıdır, onlar asalaklardır, onlar yağmacıların ortaklarıdır. Elbette bunları yapacaklar.

Mesele, işçi sınıfının ne yapacağındadır.

İşçi sınıfı, hiçbir hakkını, mücadele etmeden almamıştır. Ve kaybettiği hangi hakkı varsa, mutlaka mücadele edemediği için kaybetmiştir.

Yani, hak verilmez, alınır.

İşçi sınıfı, devletten anlayış, hoşgörü bekleyerek bir adım bile ilerleyemez. Tersine işçi sınıfı, ancak kendi kaderini, kendi ellerine alarak var olabilir, haklarını alabilir, insanca yaşama olanaklarını eline alabilir.

İşçi sınıfının tek çıkış yolu, örgütlülüğüdür. Eğer işçi sınıfı örgütlenirse, örgütlü bir güç olursa, var olabilir, kaale alınır, sesini yükseltebilir.

İşte, direniş bu nedenle daha ileri bir örgütlenmeyi gerektiriyor.

Uzun bir süredir, işçiler, emekçiler, kitleler sürekli bir yol bularak direnişe geçmekte, direnmektedir. Ancak bu direniş, daha fazla insanı içine almalı, adım adım daha sağlam bir örgütlenmeyi geliştirmelidir.

Bugün her direniş, örgütlenmenin gelişimi için bir olanaktır.

İşçi sınıfı, kendi sınıf gücünü bu direnişlerle öğrenir. Halklar kendi güçlerini direnişlerle öğrenir. Direniş, işçileri birleştirir. Direniş, düşüncenin özgürleşmesini sağlar. Direniş, kazanma yollarını gösterir. Direniş, devletin tankına, topuna, copuna karşı nasıl mücadele edilebileceğini öğrenmeyi sağlar. Direniş, bilinçlendirir, öğretir.

İşçi ve emekçilerin direnişlerini burjuva basın, Saray Rejimi kontrolündeki basın, hiçbir biçimde yansıtmaz. Tersine üstünü örter, görmezden gelir, yalan haberlerle karalar, karartır. Burjuva basının görevi budur. Yalan makinalarıdır.

Ama onlar ne kadar görmezlikten gelseler, ne kadar yok saysalar, ne kadar karalasalar da, direnişin her biçimi, her direniş, küçük bir halka olarak işçi sınıfının direnişine katılmaktadır, küçük bir damla olarak sisteme karşı mücadele ırmağına eklenmektedir.

Bu nedenle, biz devrimci işçiler için, biz devrimci sosyalistler için küçük direniş diye bir şey yoktur. Her direniş büyük değerdedir.

Bu sisteme karşı direniş dışında bir yaşama yolu da yoktur. Direniş, sadece hak aramanın yolu değildir, direniş, artık, insan olmanın, insan olarak kalabilmenin tek gerçek yoludur.

Bu köhnemiş sisteme, bu yağmaya, bu zulüme, bu yalan düzenine, bu karanlığa, bu sömürü düzenine karşı her yol ve araçla direnmek, hem zorunludur, hem de meşrudur.

Saray Rejimi ve direniş

Erdoğan, şiddet ve baskının dozunu artırmak dışında ayakta kalma yolu bulamıyor. Ellerinde kan var ve daha fazlasını istiyorlar.
Saray Rejimi, devlet, bir yandan Kürt halkına karşı giriştiği savaşı daha da tırmandırıyor. Kürt illerinde sonu gelmez sokağa çıkma yasakları, sonu gelmez tutuklamalar, baskılar sürdürülüyor. Ama elde ettikleri sonuç, kendilerini mutlu etmiyor olmalı ki, daha da büyük bir şiddetle saldırmaktan söz ediyorlar.
Öte yandan, devlet, Saray Rejimi, işçi sınıfına, emekçilere, her türlü hak arama eylemine karşı saldırılarını sürdürüyor. Bir grev mi gündemde, işverenin endişe etmesine gerek yok, grev ertelenecektir. Grev “caiz” midir, diye sorulunca, Diyanet İşleri, hemen “haşa, grev küllüm haramdır” diyecektir. Bir mahallede halk, mesela cinsel tacize karşı sokağa mı çıkıyor, hemen TOMA’lar devreye giriyor ve Diyanet İşlerine soruluyor, “caiz midir”, yanıt açık, bir hak aramak için tek yapılacak şey dua etmektir. Çocuklarınızın ırzına mı geçildi, allaha havale edin, eşinize cinsel saldırı mı oldu, allaha havale edin, otobüste tacize mi uğradınız, gidin bizzat Erdoğan’ın emrettiği gibi giyinin. Yoksa, Erdoğan size, Beşiktaş vapurundan inenlere baktığı gibi bakar. İşyerinde arkadaşınız, kardeşiniz mi öldü, hemen celallenmeyin, gidip allaha dua edin, hatta şükür edin ki, sağ kalanlar var. Patron paranızı mı vermedi, mesela Cengiz İnşaat, mesela Torunlar, mesela Ağaoğlu vb. paranızın üstüne mi yattı, öbür dünyaya havale edin. Yok, eğer siz, bunlara karşı direnirseniz, sesinizi çıkarırsanız, hemen karşınızda tüm baskı aygıtları ile, yalan haber kaynağı medyası ile, hakimi ve polisi ile devlet dikilir. İşte böyle oluyor. Saray rejimi, “zaferden zafere” koşuyor ama, hiçbir biçimde “huzura” eremiyorlar. Hâlâ, bir öğrenci slogan attığında, “sonumuz geldi”, “Gezi yeniden başlayacak mı” diye korkuyorlar.
Saray Rejimi, aklını kaybetmiş gibi, tüm gücü ile, her türlü yalanla, dini insafsızca kullanarak saldırmaktadır.
Doğal olanı da budur.
Hem halklara düşmandırlar, hem işçi ve emekçileri yok sayarlar. Tarihleri boyunca böyle yapmışlardır. Sadece bugün değil. Bugün, eski ve yeni elitleri ile devlet, tüm halkı kendine düşman görmekte, her türlü hak arama girişimini kendi egemenliğinin sonu olarak algılamaktadır.
Bu, büyük bir korkudur.
Bu nedenle, kitleleri, halkı, işçi ve emekçileri, öğrencileri, yoksulları, kadınları korkutmak, kendi korkularını onların, bizlerin korkusu hâline getirmek istiyorlar. Halkları sindirmek istiyorlar.
Hem, işçi sınıfının tüm haklarını tırpanlıyorlar. Hem, daha da fazla sömürmek için her yolu deniyorlar, sosyal güvencelerini yok ediyorlar, çalışma sürelerini uzatıyorlar, ücretleri aşağıya doğru bastırıyorlar vb. Hem de her hak arama eylemine, her türlü talebe TOMA’larla, coplarla, mermilerle yanıt veriyorlar.
Kendileri için, egemenlikleri için, bunu yapmaları anormal değildir. Onlar, sömürenlerdir, onlar halkların düşmanlarıdır, onlar asalaklardır, onlar yağmacıların ortaklarıdır. Elbette bunları yapacaklar.
Mesele, işçi sınıfının ne yapacağındadır.
İşçi sınıfı, hiçbir hakkını, mücadele etmeden almamıştır. Ve kaybettiği hangi hakkı varsa, mutlaka mücadele edemediği için kaybetmiştir.
Yani, hak verilmez, alınır.
İşçi sınıfı, devletten anlayış, hoşgörü bekleyerek bir adım bile ilerleyemez. Tersine işçi sınıfı, ancak kendi kaderini, kendi ellerine alarak var olabilir, haklarını alabilir, insanca yaşama olanaklarını eline alabilir.
İşçi sınıfının tek çıkış yolu, örgütlülüğüdür. Eğer işçi sınıfı örgütlenirse, örgütlü bir güç olursa, var olabilir, kaale alınır, sesini yükseltebilir.
İşte, direniş bu nedenle daha ileri bir örgütlenmeyi gerektiriyor.
Uzun bir süredir, işçiler, emekçiler, kitleler sürekli bir yol bularak direnişe geçmekte, direnmektedir. Ancak bu direniş, daha fazla insanı içine almalı, adım adım daha sağlam bir örgütlenmeyi geliştirmelidir.
Bugün her direniş, örgütlenmenin gelişimi için bir olanaktır.
İşçi sınıfı, kendi sınıf gücünü bu direnişlerle öğrenir. Halklar kendi güçlerini direnişlerle öğrenir. Direniş, işçileri birleştirir. Direniş, düşüncenin özgürleşmesini sağlar. Direniş, kazanma yollarını gösterir. Direniş, devletin tankına, topuna, copuna karşı nasıl mücadele edilebileceğini öğrenmeyi sağlar. Direniş, bilinçlendirir, öğretir.
İşçi ve emekçilerin direnişlerini burjuva basın, Saray Rejimi kontrolündeki basın, hiçbir biçimde yansıtmaz. Tersine üstünü örter, görmezden gelir, yalan haberlerle karalar, karartır. Burjuva basının görevi budur. Yalan makinalarıdır.
Ama onlar ne kadar görmezlikten gelseler, ne kadar yok saysalar, ne kadar karalasalar da, direnişin her biçimi, her direniş, küçük bir halka olarak işçi sınıfının direnişine katılmaktadır, küçük bir damla olarak sisteme karşı mücadele ırmağına eklenmektedir.
Bu nedenle, biz devrimci işçiler için, biz devrimci sosyalistler için küçük direniş diye bir şey yoktur. Her direniş büyük değerdedir.
Bu sisteme karşı direniş dışında bir yaşama yolu da yoktur. Direniş, sadece hak aramanın yolu değildir, direniş, artık, insan olmanın, insan olarak kalabilmenin tek gerçek yoludur.
Bu köhnemiş sisteme, bu yağmaya, bu zulüme, bu yalan düzenine, bu karanlığa, bu sömürü düzenine karşı her yol ve araçla direnmek, hem zorunludur, hem de meşrudur. o

Kontrollü “muhalefet” ve muhalefetin kontrolü ya da CHP dirilir mi?

Kılıçdaroğlu ve CHP için adalet, bir hayli geç hatırlanmış bir olay oldu. CHP milletvekili Enis Berberoğlu tutuklanınca, MİT tırları davası nedeni ile açılan davadan çıkan ilk karar gereği 25 yıl ceza alır almaz tutuklanıp hapse atılınca, CHP, “adalet” olmadığını anladı ve yürüme kararı verdi.
CHP lideri, parti olarak yürüyeceğiz, milyonlarla birlikte yürüyeceğiz, demiyor. Ben yürüyeceğim, diyor. Olay, adalet ihtiyacı, onun kişisel isteği olarak ortaya konuyor ve kitlelere de, büyük kalabalıklara da seslenmiyor. Mesela yolu üzerinde bulunan büyük fabrikaların önünde, “adalet ve yürümek” konulu bir konuşma yapmaya yönelmiyor. Mesela her geçtiği yerden milyonların kendisine katılmasını istemiyor. Sadece, “adalet” için yürüyor.
CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, bu cikletten çıkmış hâli ile yürüyüşü, gerçekte, AB ve ABD’li yetkililere “ben de varım” deme amacını mı güdüyor? Yoksa “adalet ve özgürlük” yürüyüşü müdür? Adalet ve özgürlük yürüyüşü ise, tüm halkı, işçileri, Kürtleri, emekçileri, öğrencileri, herkesi davet etmesi gerekirdi. Etkili bir eylem, tüm kitleleri bu yürüyüşe katmakla mümkündür. Etkili bir eylem, “parlamento bitti, biz de artık sokaktayız” demekle mümkün olabilir. Etkili bir eylem, ancak ve ancak, halkın aktif katılımı ile mümkün olabilir. Etkili bir eylem, aynı anda, ülkenin her yanından başlatılacak yürüyüşlerle gerçekleştirilebilir.
Ama Kılıçdaroğlu, bunu yapmak istemiyor. Sonra hakkında, “bak karıştırıcı” denmesini istemiyor. Kendisi, tarihe, şöyle geçmek istiyor:
Devletçi.
Erdoğan’ın destekçilerinden, Bahçeli kadar, ama başka alanda görevli.
Efendi, korkak denecek kadar.
Derdini söylemeye mecali yok, çünkü ya halk sokaklara çıkarsa ihtimalinden çok korkan.
AB ve ABD’nin sevgisini kazanmak için uğraşan.
Kılıçdaroğlu, mümkün olduğunda, devletin zarar görmemesi için uğraşan bir muhalif lider olmak istiyor. Ama çevresinden kendisine sorulmuyor, acaba hangi devletin? Erdoğan’a kişisel “laf” yetiştirmelerle muhalefet yapılabilir mi?
İki olay, CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun, ne olduğu hakkında bize çarpıcı bilgi vermektedir. İkisi de yakın tarihlidir.
İlki, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasıdır. AK Parti iktidarı, Saray Rejimi’ni bir dirhem anlamış herkes, Erdoğan’la yapılacak pazarlıklarının sonuçlarını bilir. Mesela Kılıçdaroğlu, eğer Baykal beyefendisine sormuş olsa idi, Baykal, kendisinin yediği kazıkları anlatabilirdi. Baykal, Erdoğan ile kaç kere pazarlık yapmış, kaç kere Erdoğan’ın imdadına yetişmiştir. Ama her birinde, Erdoğan verdiği sözleri tutmamıştır ve Baykal’ın cumhurbaşkanlığı hayali, ahir ömründe sadece bir hayal olarak kalmıştır.
ABD, CIA, Baykal’a, Bahçeli’ye, Erdoğan projesine destek olacaksınız dedi mi, onların yapmaması mümkün değildir. Bunu kaç kere gördük.
Kılıçdaroğlu, milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmanın “demokratik bir talep” olduğunu söylüyor. Utanması da kalmamıştır. Hata yaptık diyememektedir. 15 Temmuz başladığında, önüne ilk gelecek tankın üzerine çıkacağına, Yenikapı’da sahneye çıkan Kılıçdaroğlu, en azından CIA’dan da şüphelenmeli, kendine iktidar vizesinin çıkmadığını görmelidir. Tankın üzerine çık deselerdi, bugün, meşhur olurdu. Yenikapı’ya çıkınca, cikletçi oldu. Baykal’ın bıraktığı yerden, aynı tutku ile, “devlete hizmet önceliklidir” vurgusu ile Erdoğan’ın koltuk değneği olmuştur.
Sözümona CHP; devleti korumaktadır. Hangi devleti? Erdoğan’ın Saray’dan yönettiği devleti, Erdoğan’ın istilasından mı kurtacaksınız? Hangi devleti, Gezi’de halka ateş açan devleti mi? Genelkurmay başkanının artık işsiz olduğu devleti mi? Gazetecileri, aydınları, öğretim üyelerini, barış isteyenleri hapse atan devleti mi kurtacaksınız? Her sene binlerce kadının cinayete kurban gitmesine seyirci kalan devleti mi kurtaracaksınız? Suriye’de işgale katılmak için can atan, askerlerini bilmem kaç sente satan devleti mi kurtacaksınız?
Parlamentoda dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet demelerinin tek nedeni vardır: HDP milletvekillerine karşı baskıyı desteklemek. Bu yolla HDP’yi sıkıştırmak ve biat etmelerini sağlamak. CHP liderine konu böyle sunulmuştur ve kendisi de kendilerine dokunulmayacağı garantisini alarak buna evet demiştir. Efendim “CHP programında varmış.” CHP programında mesela taşeronlaşma ile ilgili bir şeyler var mı? Mesela başkanlık sistemi ile ilgili bir şeyler var mı? Mesela adalet sistemi ile ilgili, mesela Kürt meselesi ile ilgili, mesela kadın cinayetleri ile ilgili, mesela iş cinayetleri ile ilgili vb. bir şeyler var mı? Bu programın sadece milletvekili dokunulmazlıklarını mı akıl edebildiniz? Diğerlerini gerçekleştirmeye gücünüz mü yok, öyle ise parlamentoda niye duruyorsunuz?
Dokunulmazlıkların kaldırılması, CHP’nin devletçi tutumunun ve CHP liderlerinin Erdoğan’a yedeklik yapmalarının sonucudur. CHP, kendi dar yönetimine, HDP milletvekillerinin ceza görmesinin pek de sorun olmayacağını söylemiştir. Bu, devletçi tutumun, devletçi genlerin doğal sonucudur. Öte yandan, CHP lideri, CHP’ye CHP’li milletvekillerine bir şey olmayacağının garantisini de, hizmetinde olduğu projenin başında yer alan Erdoğan’dan dolaylı yollarla almıştır.
Şimdi, Berberoğlu olayında olduğu gibi, sıra CHP’ye gelmiştir.
Daha CHP’nin başka unsurlarına da yönelecekleri açıktır. Berberoğlu’ndan başlanılmasının nedeni, onun FETÖ’cü olması yönünde ihtimallerin konuşulmuş olmasıdır. Kolay lokmadır, genel havaya uygundur.
Yoksa, başlayacakları yerleri biliyorlar.
Soru şudur: CHP lideri, adalet arayan, adalet yürüyüşüne çıkan Kılıçdaroğlu, parti içinde sol vuran milletvekillerini, mesela Sağlar’ı, neden ihraç etmekle uğraşıyor? Acaba Sağlar, “kontrollü muhalefet” ilkesine mi uymuyor? CHP’nin hangi dozda muhalefet yapacağı acaba, CIA tarafından mı organize ediliyor? Sağlar ya da başka isimler, “kontrollü muhalefet” sınırlarını mı aşıyor?
İkincisi, 16 Nisan referandumudur.
16 Nisan akşamı, sandıklar açılıp, sonuçlar ilan edildiğinde, Erdoğan, yeni ünvanlar edinmiş hâlde sevinçle kameraların karşına çıkmak yerine, Damat Berat’ın gözlerinin önünde, boynu bükük, ciğeri sökülmüş bir tarzda kameralara “zaferimiz kutlu olsun” dediğinde, herkes kadar Kılıçdaroğlu, herkes kadar CHP de, hileden haberdardı.
Tüm ülke, herkes, referandumda sandıktan HAYIR çıktığını biliyordu ve bugün de biliyor. İşte o akşam, cesur Kılıçdaroğlu neredeydi? O akşam, CHP’nin yönetiminin, devletçi, devleti korumayı amaç edinmiş bu ahlâk timsallerinin, adalet duyguları neredeydi? Yoksa devlet, onlara, “şimdi durum, halkın sokağa çıkması, sadece Erdoğan’ı iktidardan indirmez, devleti de kaybederiz, biz Erdoğan’ı halledeceğiz” mi dedi?
Soruyu atlamayalım. Soru budur. Soru aydınlatıcıdır. CHP’nin ne yaptığını, “kontrollü muhalefet” ile muhalafeti kontrol görevini yerine getirdiğini göstermektedir.
Diyelim ki, devlet, gelip Kılıçdaroğlu’na öyle dedi.
Kim bu devlet? Ordu mu? MİT mi? Hangisi Saray’ın kontrolünde değil? Ergenekon mu? Kim bu devlet? Erdoğan’a başlarına gelen bir felaket olarak bakan ve gerçekte düştüğü hâlde, gerçekte kaybettiği hâlde, mesela 7 Haziran 2015’te onu iktidarda tutan devlet mi? İstemedikleri hâlde, başkanlık sistemine, üstelik hayır da çıkmış iken, evet diyen devlet mi?
Ama kesindir, CHP’ye birileri gelip, halkı sokağa çağırmayın, 16 Nisan gecesinden söz ediyoruz, halkı sokağa çağırırsanız, radikal sol, bu ülkede iktidarı bile alabilir, ülke elden gider, işte bu çerçevede bir şeyler CHP’ye söylenmiştir.
Parlemento işlevsizleşmiştir. CHP sesini çıkarmamış, devlet elden gitmemiştir.
Saray Rejimi, ülkeyi savaşa atmıştır, ama devlet elden gitmemiştir.
AK Parti, bitmiştir, parti olmaktan çıkmıştır.
MHP bitmiştir, parti olmaktan çıkmıştır.
16 Nisan’da halkın verdiği oylar ne olursa olsun, sandık sonuçlarının, bundan böyle Saray’ın istediği gibi açıklanacağı ilan edilmiştir. Yani, bundan sonra, seçim ve sandık, açık bir tiyatrodur. Ve adalet duygusu zedelenmemiştir.
Ama şimdi, CHP lideri, adalet diyor!
16 Nisan, bu ülkede, sandıkların gömüldüğü gündür. Bundan sonraki dönemde, seçimlerden zafer çıkaracaklarını umanlar, gerçeklikle ilişkisi kopmuş kişilerdir. Başlarına Baykal’ı koyun. 2019 raunduna hazırlanmaktan söz eden Baykal, gerçekte, Erdoğan’ın elini rahatlatmak istemektedir. Baykal, hileli sonuçları unutturmak için bu hamleyi yapmıştır.
Kılıçdaroğlu, sandık sonuçlarına sahip çıkmamıştır. Deyim uygun düşerse o cesareti gösterememiştir. Ciklete girmiş, orada saklanmayı yeğlemiştir.
O akşam, Kılıçdaroğlu’nun CHP’si de bitmiştir.
O akşam Kılıçdaroğlu, “devlet elden giderdi. AK Parti’nin silâhlı adamları vardı ve halka ateş ederlerdi” bu nedenle sokağa çıkma çağrısı yapmadık, dedi.
İşte size devletçi mantığın, korkaklığın, güdümlü muhalefetin gerçekliği budur.
Peki, şimdi, 10 Haziran’da, ne değişti?
Mesela AK Parti, silâhlı adamlarına silâhları bırakın mı dedi? Şimdi, Berberoğlu tutuklanıp, sıra size geldiğinde “adalet” demeniz geç değil mi?
Hayır, CHP lideri, kişisel olarak temizlenmek, kişisel olarak aklanmak istiyor. Milletvekili dokunulmazlığı, 7 Haziran seçimlerinin ardındaki tutumu, Yenikapı performansı, bunca üniversite öğretim üyesinin okullardan atılması karşısındaki suskunluğu, 16 Nisan’daki ahlâksız Erdoğan destekçiliği, onu iyice yerin dibine sokmuştur. CHP ve Kılıçdaroğlu, kitleler gözünde artık bir lider, bir varlık değildir. CHP, bitmiştir. CHP, artık bir siyasal parti değildir ve bu yönde bir misyonu da kalmamıştır.
İşte, egemenler, Kılıçdaroğlu’nun da rol aldığı, oynadığı, Bahçeli’nin de rol aldığı Erdoğan projesinin mimarları, şimdi, bu bitmiş hâli ile CHP’ye kan vermeye, acil kan takviyesi yapmaya çalışıyorlar.
CHP dirilir mi? Ruhuna fatiha okunmuşların dirildiği görülmemiştir. Türkiye’de parlamento bitmiştir. Cumhurbaşkanı, artık yalnız ve boynu bükük şekilde, sahnelerin kahramanı olarak konuşmaktadır. Başkan, “Reis”, AK Parti Başkanı olmak için o kadar çırpınmıştır ki, aslında bunun bir kıymeti olmadığını geç anlamıştır. Başkan Reis, şimdi, daha yalnız, daha büyük korkular içindedir. Daha çok baskı kurması da işini kolaylaştırmayacak. Başkan, “Reis”, şimdi bu ünvanlarının kendine yetmediğinin farkındadır. Gele gele, halife-sultan ünvanlarının ikisini birden alma hedefine gelmiştir. Ama artık, bu ünvanları alsa da kurtuluş yolu gözükmemektedir. Devlete en çok sahip olduğu bugün, aslında, başkasının kollarında kıskıvrak esir olduğunu görmektedir. Peygamber de olsa, durum budur.
Ve Cumhurbaşkanı, ramazan kürsülerinden birinde çıkıp, CHP liderini, sivil toplum örgütlerini tehdit etmektedir. 138. madde var diye kükremektedir. Hiçbir aslan, bu kadar zavallıca kükrememiştir.
Cumhurbaşkanı, Başkan, Reis, AK Parti Genel Başkanı, Başkomutan kükremeye çalışmaktadır: Adalet aranacak yer parlamentodur.
Komiktir, Saray’ın sahibi, Saray Rejimi’ni, kendi iradesi ile reddetmektedir. Adres parlamentodur demektedir. Parlamentoyu dağıtan kendisidir, Başkanlık sistemi bunun en açık ifadesidir. Milletvekillerini hapse tıkan, trilyonlarca liralık yolsuzluğa bulaştığı hâlde yargılanmayan kendisidir. Milletvekillerini, kürsüden söyledikleri ile yargılayan bir yargı sistemini kuran kendisidir. Hangi parlamentodan söz ediyor Muktedir? Ve bu sözlere gülmeyen vatandaş var mıdır, bilemiyoruz ama AK Parti sıralarındakilerin güldüğünden eminiz.
Demek ki, bu çok geç de olsa, bu cikletten çıkmış hâli ile de olsa Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü, bazı gerçekleri ortaya çıkarmak için bir adım olabilir. Yürümek, belki de Kılıçdaroğlu’na da iyi gelebilir.
CHP, tüm kadroları ile, açık olarak, olup biteni deşifre etmek, halklara gerçeği söylemek zorundadır.
CHP, gerçekte, olayların gelişimi, içinden geçilen süreç kendisini aştığı için harekete geçmiştir. Artık daha fazla susmaları durumunda kitlelerin devrimci sosyalizme yöneleceğini bildikleri için, kitleler gözünde itibar kazanabilmek için bu adımı atmıştır.
Hâlâ, bu adımları atarken, “kontrollü” olmaya çalışıyorlar. Halka açıktan çağrı yapıp, her ilde halkın sokağa çıkmasını sağlamaya yönelmiyorlar.
Ama derler ki, eylem, eylemi gerçekleştirenleri çoğunlukla aşar.
Şimdi, tüm illerden, ülkenin her yanından, İstanbul’a yürüme zamanıdır. o

“Suriye savaşı”nın yeni evresi mi?

Demek ki, bu savaş sadece Suriye savaşı değildir.
Bunu, bu sözü, bizim yaşadığımız bölgede yaşayanların anlaması zor değildir. Zira, Türkiye, bu savaşın her açıdan içindedir.
Bu, dünya çapında süren savaşın bir parçasıdır.
Dünya çapında süren savaş, özü itibari ile, bir paylaşım savaşıdır.
SSCB çözüldükten sonra, ABD, dünya imparatorluğunu, dünya egemenliğini ilan etmeye yöneldi. “Tek kutuplu dünya”, gerçekte, ABD egemenliği altında dünya demek idi. ABD, SSCB ve komünizme karşı Batı dünyasını kendi denetimine almayı başarmıştı. Fransa, Almanya, İngiltere gibi güçler, ABD şemsiyesi altına, komünizme karşı tüm silâhlı işleri ABD’ye devretmişlerdi bile. Bugün Trump’ın yakındığı NATO’daki durum, aslında ABD egemenliği altında NATO’nun, komünizme karşı savaştan bir adım öteye giderek, tüm Batı’yı kontrol etme aracına dönüşmüş olmasından kaynaklıdır. ABD, NATO denilen gücün “efendisi” rolündeydi, hâlâ bunu devam ettiriyor.
SSCB çözülünce, ABD, Batı’nın emperyalist güçleri bellerini doğrultmadan, SSCB hazır yok iken, imparatorluğunu ilan etmeye yöneldi. Ne Japonya, ne Almanya, ne İngiltere, ne Fransa, ABD’nin “dev askerî gücü” denilen şeye karşı koymaktan uzak idiler. Dahası, bu dört ülke, iliklerine kadar ABD tarafından dinlenmekte, izlenmekteydi.
Öte yandan, ABD ekonomik alanda, giderek geriliyor, avantajlarını kaybediyordu.
İşte ABD’yi, fırsat bu fırsat, dünya imparatorluğunu ilan edelim yoluna iten durum bu idi. Kissinger, bu durumu çok açık olarak ifade etmekteydi ve ABD’nin dış politikaya ihtiyacı olmadığını dillendiriyordu.
Elbette, Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa, ekonomik alanda ilerlerken, askerî ve teknik anlamda, ABD kontrolünden de kurtulmaya çalışıyordu. Afganistan ve Irak savaşı, hem ABD’nin yeni “ortak düşman” yaratma girişimi iken, hem de bu ülkelerin, ABD’ye haraç ödeyerek, ABD kontrolünü azaltma yolları araması dönemi idi. ABD, yeni ortak düşmanını, önce El Kaide, ardından IŞİD örnekleri ile yarattı. Dünyanın her yanını kana bulayan çeteleri devreye soktu. Ama yine de bu ülkeler, dünyanın başka yerlerinden pay alma iddialarını geri çekmediler. Almanya, Doğu Avrupa’nın sosyalizmden vazgeçen ülkelerini ekonomik olarak kendine bağlamanın yollarını hızla döşedi. Kısacası, paylaşım savaşı geri düşmedi.
İşte dünyanın yeniden paylaşımı savaşının üzerine yükseldiği zemin budur.
Bu savaşta, Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa gibi güçler açık ve net bir biçimde ABD’nin karşısında cephe tutmayınca, ABD savaşı, istediği alanların kontrolüne doğru genişletme yönünde sürdürdü. Libya’nın ardından Suriye savaş başladı.
Suriye savaşı, Müslüman Kardeşler’in kullanılması ile, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar eli ile kundaklandı. Bugün Suudilerin kapatmaya çalıştığı El Cezire, Katar krallığının emri ile, CIA organizasyonu ile, başka yerlerde var olan gösterileri Suriye içinde imiş gibi bile göstermekten geri durmadı.
Suriye savaşının başlangıcından hemen sonra, IŞİD devreye sokuldu. Irak ve Suriye coğrafyası, yerle bir edilmeye çalışıldı. Rusya, sahaya doğrudan inene kadar, bu süreç devam etti. Rusya’nın sahaya inmesi, Suriye savaşını başka bir boyuta taşıdı. ABD’nin karşısına dikilmeyen Batı güçlerinden farklı olarak Rusya ve Çin, açık tutum aldılar.
Suriye savaşı, Halep’in Suriye ordusu tarafından, tamamen geri alınması ile (ki Halep, IŞİD’e karşı ciddi ve uzun süreli bir direniş göstermiş yerdir) üçüncü aşama diye adlandırdığımız, bir yeni aşamaya girmişti. Halep’ten sonra, IŞİD’in sonu görülmeye başlanmıştı. O kadar ki, daha önceleri Obama, IŞİD’e karşı savaş 30 yıl sürer derken, Halep sonrasında IŞİD’in bitebileceğini söylemeye başladılar. IŞİD’in bizzat organizatörü olan ABD ve İngiltere, elbette IŞİD’in ne zaman biteceği konusunda, bizden daha iyi tahminler yapabilirler. Suriye ordusuna karşı savaşan güçlerin bir bölümü, silâh bıraktı, bir bölümü, başka güçlere katılmaya başladı.
TC tarafından organize edilen, ve anlaşıldığı kadarı ile Erdoğan ile doğrudan bağı olan ÖSO, El Nusra vb. Esad’sız çözümden Esad’lı çözüme doğru adımlar atmaya başladı.
Bugün, bu aşamanın sonuna gelinmiştir.
Suriye savaşı, artık, yeni bir aşamada gibidir. Gibidir, çünkü, bu yeni aşamayı yaratmak isteyen bizzat ABD güçleridir ve ne kadar kararlı oldukları henüz belli değildir.
ABD, Trump ile birlikte, Rusya ile uzlaşma eğilimine gireceği beklentisinin tersine, daha saldırgan bir tutum almaya başlamıştır. Trump, Suriye havalimanını bombaladı. Trump sanki, “ben Rus dostu değilim, Rus kuklası değilim” der gibi idi. Ama işin renginin öyle olmadığı son günlerde iyice netleşti. ABD, bir yandan, PYD ile Rakka operasyonuna başlarken, diğer yandan, Suriye ordusunun IŞİD’e karşı ilerlediği yerlerde, Suriye ordusuna saldırılar düzenlemeye devam etti. Son uçak düşürme ile, sanki, bu saldırıları “düzenli hâle” getirdiğini gösterdi.
Bu açıdan Deyr Ez Zor kenti önemli bir nokta olmaya başladı. Savaşın seyri açısından, Deyr Ez Zor şehrinin belirleyiciliğinin nereden geldiğini bilemiyoruz. Ama bu kent, üç yıla yakın bir süredir, Suriye’nin doğusunda IŞİD kuşatması altında direnmektedir. Kentte 100 bin sivil nüfusun olduğu söylenmektedir. Suriye ordusu, hem bu yönde, hem de Rakka yönünde ilerlemeler sağladığında ABD saldırmaktadır. Uçak, bu kent etrafındaki IŞİD mevzilerine saldırırken düşürülüyor. Ve hemen ardından, İran, 700 km uzaktan füzelerle Deyr Ez Zor’u kuşatan IŞİD hedeflerine füze atıyor.
ABD, bir yandan Rakka operasyonunu yürütmek üzere, DSG (içinde PYD’nin ana unsur olduğu Demokratik Suriye Güçleri) ile ortak hareket ediyor. Diğer yandan, Rakka’yı alttan kuşatan, Deyr Ez Zor’u geri almaya çalışan Suriye ordusuna saldırıyor. Öte yandan ise, Ürdün sınırında, bizim sınırımızda desteklenen OSÖ gibi, Yeni Suriye Ordusu’nu kuruyor, eğitiyor, silâhlandırıyor. Bu yeni Suriye ordusu, El Tanaf’a yerleştirildi. Ama Suriye ordusu, bu güçlerin önünü kesmişe benzemektedir.
Suriye ordusunun Deyr Ez Zor’u geri alması ve Rakka’nın olur da Suriye ordusu tarafından alınması durumu, ABD’yi daha saldırgan hâle getiriyor.
Ve ABD, bu saldırılarla, savaşın yeni bir evresini oluşturmaya çalışıyor.
Suriye uçağını düşürdükten sonra ABD, Rusya ve İran’dan tepkiler aldı. Ama bu tepkiler, beklemediği tepkiler mi idi? ABD, bu doğrultuda adımlar atacağa benzemektedir. Bu durum, savaşı daha da büyütme eğilimi demektir.
ABD, açıktan, IŞİD’i destekler konum almaktadır.
Rusya ve İran cephesinin, savaşın büyümesi riskini göze alıp alamayacağını ölçmek mi istiyorlar? Yoksa, ne olursa olsun, savaşı büyütmekten yana mıdırlarlar?
Savaşın yeni evresi, daha çok bu sorular etrafında oluşmaktadır.
Tüm bu gelişmeler, ABD’nin, bizim baş düşmanımız Rusya’dır, açıklamaları ile aynı döneme denk gelmektedir.
ABD içinde zorluklar yaşayan Trump’ın, çok da aklı başında kararlar vereceği de tartışma konusudur.
ABD, açık olarak, İran’ı hedef tahtasına koyacak adımlar atıyor. Bu açıdan, Arap ülkelerinin daha saldırgan politikalar izlemelerini teşvik edeceği de açıktır. İran’a karşı savaşmak üzere, bölgede yeni dengeler peşinde olduğunu anlamak zor olmasa gerektir.
Türkiye ise, ABD politikalarının açık tetikçisidir, öyle olmuştur, bu yönde devam edeceğe benzemektedir. Elbette İran’a saldırmanın, TC devleti açısından çok da istenir bir olay olmadığı açık. Ama ABD, her zaman ilgili yönde Türkiye’ye adımlar attırmakta başarılı olmuştur. Zarraf dosyasını Erdoğan’a verseler, Erdoğan’ın saldırmayacağı şey kalmaz. Elbette bunun kolay olmadığı da açık.
Aynı anda, çiçeği burnunda yeni Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un, Esad’lı çözümden söz etmesi de boşuna değildir. ABD’nin işinin kolay olmadığı da açık.
Suriye savaşı, şimdi, bir yandan Deyr Ez Zor ve diğer yandan Rakka cephelerine kilitlenmiş gibidir. Suriye ordusu hem Rakka yönünde ciddi ilerlemeler kaydetmiştir, hem de Deyr Ez Zor yönünde. ABD’yi rahatsız eden de budur.
Savaş, bugünkü aşamasında, elbette daha da yayılacaktır. Bunun biçimlerini bilmek bugünden mümkün olmasa da, yayılacağını söylemek mümkündür. Giderek, her güç, doğrudan savaşın içine girmektedir. NATO’nun koalisyona bir bütün olarak katılması, aslında sahada hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Zaten NATO, tüm üyeleri ile sahada idi. Ama bu durumun, savaşın dünya savaşına açıktan dönüşmesi yönünde bir adım olacağı açıktır.
Suriye savaşı, kritik gelişmelere gebedir.
Suriye savaşının gelişimi, tüm bölgeyi daha da fazla etkilemeye başlayacak gibidir. Bugüne kadar ortaya çıkan etkileri daha da gelişecek gibidir. o

Suriye savaşı ve Kürt Devrimi

Ama eğer, şu anda, acil olarak bir savaşı nasıl önleriz diye soruluyorsa, halkların, emperyalizme, egemen güçlere karşı ortak mücadelesine gözümüzü dikiyoruz ve diyoruz ki, savaşı sosyalizm ve devrim önler.
Bazı okuyanlara, bir bölüm insana bunlar çok uzak, çok “ütopik” gelebilir. Ama biz, tarihten de biliyoruz ki, savaşı, yalvarmak, efendilere yapmayın demek, üzülmek, seyretmek, gökten mucize beklemek bunlardan çok daha gerçek dışıdır. Ve bizim devrim ve sosyalizm çözümümüze imkânsız diye bakanların çoğu, sadece seyrediyor, sadece efendilerden merhamet bekliyor, sadece “büyük”lerin insafa gelmesini bekliyor, sadece gökyüzünden mucize bekliyor. Tarihte bunları yapanlar oldu ama savaşlar önlenmedi. Oysa devrim, halkın başkaldırması, halkın silâhlanması, halkın ayakları üzerine doğrulması, savaşları önlemiştir.
Bugün, Suriye savaşı denilen, gerçekte tüm bölgeyi, Ortadoğu’yu sarmış olan, dahası ABD emperyalizminin zorlaması ile bir dünya savaşına evrilen savaşı, önleyecek tek güç, tüm halkların anti-emperyalist başkaldırısıdır. Sadece emperyalistlere karşı değil, emperyalist efendilerin bölgemizdeki “egemen” uşaklarına da karşı.
Halkların, işçi sınıfının, emekçilerin bu mücadelede bugün zayıf olduğunu da kabul etmek zorundayız. Gerçek budur. Değişmez bir şey değildir bu ama durum budur.
Halkların, anti-emperyalist cephenin, bölgemizdeki en örgütlü halklarından biri Kürt halkıdır. Kürt Devrimi, bölgedeki anti-emperyalist mücadelenin avantajlarından biridir.
Biz, Kürt Devrimi dediğimizde, PKK önderliğinde gelişen mücadeleden söz ediyoruz. Elbette, Kürt devrimcilerinin mücadelesinden söz ediyoruz. Bölgemiz halklarının devrimci evlatlarından söz ediyoruz.
Oysa Kürt hareketi içinde, örneğin Barzani, ayrı bir güç olarak, Kürt sorunun çözümünü, bölgede yoğunlaşan emperyalist paylaşım savaşımının içinde “aramak”tadır.
Bölgede süren paylaşım savaşımı, elbette, nesnel olarak Kürt sorununun çözümü anlamında bir yol ayrımı yaratıyor. Kürt sorununun gerçek çözümünün, sosyalizmde olduğunu iddia edenler, bugüne kadar bunun için mücadele edenler ile, sorunun çözümü için emperyalist efendilerden icazet arayanlar, elbette aynı kampta değildir. Nasıl TC devletinin, “egemenleri” ile ülkemiz işçi sınıfının çözümleri aynı değil ise, bu, bir “devlet”leri olmasa da Kürtler için de geçerlidir.
Bölgede süren savaş, ABD emperyalizminin Irak ardından Suriye’yi işgal etme girişimleri, gerçekte bölge halklarının imhası, boyun eğdirilmesi hedefini gütmektedir. Mesele ne Irak’ta “demokrasi” götürülmesi idi, ne de Suriye’de “Zalim Esad’dan halkın kurtarılması”dır. Elbette bunlar emperyalist güçlerin, kendi işgal planlarına, halkları kıyımdan geçirme planlarına, bölgede sahneledikleri oyunlarına buldukları parıltılı, albenili isimlerdir.
Sadece Suriye halkları, sadece Irak halkları bu savaşta can vermektedir. Üstelik bunu yaparlarken, kendilerine bağlı maşalar kullanmaktadırlar.
Bölgemizi, hem tarihî olarak yıkmak, yağmalamak istiyorlar, hem ekonomik olarak yağmalıyorlar, hem de insanımızı köleleştirmeye çalışıyorlar. Bölgede mezhep savaşını pompalayanlar bu emperyalist güçlerdir. Hem Halep, hem Şam, hem Bağdat, halkların birbirinin yanında yaşadığı renkli kültürleri bir arada tutmuş şehirler idi. Şimdi, her türden ayrımcılığın, katliamın devreye konduğu şehirler hâline gelmişlerdir. Bölge ülkeleri, elbette ABD emperyalizminin bu planlarının taşeronu olmuştur.
Bölge ülkeleri, yağmadan, talandan pay almak, köpekler gibi kemiklere razı olmak pahasına, tüm bölgenin ateş çemberine dönüşümüne katkı sunmuştur, sunmaktadır.
Bu nedenle, bölgedeki devletlerin geliştireceği “ulusal” reflekslerin çözümü uzaktır. Çözüm halkların geliştireceği direniştedir ve elbette her halk, “uzaktaki” emperyalist güce karşı savaşırken, kendi devletine karşı, üzerinde yaşadığı topraklarda “egemen” olan devlete karşı mücadele etmek zorundadır. Çözüm, halkların direnişindedir.
Halkların direnişi, işçi sınıfının, emekçilerin, üretenlerin, sömürülenlerin direnişidir. Yoksulların direnişidir.
Elbette bu direniş, egemen devletlerin, onların efendileri olan emperyalist güçlerin gücünden, bugün, daha zayıftır. Bu realitedir. Ama bugüne ait realitedir. Direniş, kendini büyütür ve geliştirir. Kürt halkının direnişi buna örnektir. Kobanê’de IŞİD çetelerine karşı geliştirilen direniş geçmişe değil, henüz bugüne aittir, yakındır.
Bugün, ABD ve Batı güçleri, IŞİD’e karşı savaştıklarını söylüyorlar. Bu büyük yalan, artık herkes tarafından görülüyor. IŞİD denilen çetelerin yaratıcısı, organizatörü, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere, bu güçlerdir.
Şimdi bu güçler, yarattıkları canavarın zafere gidişi gecikince, bölgede gelişen direniş büyüyünce, kurtarıcı rolünde ortaya çıkmaya çalışıyor.
ABD başta olmak üzere tüm emperyalist güçler, bölgede her gücü kullanmayı adet hâline getirmişlerdir ve bunu denemekten hiçbir zaman geri durmamışlardır.
Dün Kobanê direnişinde IŞİD güçlerini destekleyen ABD, Kobanê direnişinin zafere ulaşmasından sonra, PYD ile farklı bir ilişki kurma denemeleri yapıyor. Dün, Kobanê direnişinin karşısında yer alan Barzani, bugün, Kobanê’de kendine yer arıyor.
Amaçları açıktır; Kürt Devrimi’ni, bölgedeki paylaşım savaşımının, kendi savaşlarının amaçlarına uygun olarak kullanmak. Elbette, bunu bizim kadar, PYD de görmektedir. Görmediğini düşünmek büyük bir haksızlık olur.
Ama öte yandan, adım adım, ABD güçlerinin bölgeye yerleşmek, Ruya-Suriye cephesine karşı Suriye sahasında yer edinmek istekleri açıktır. ABD’nin Rakka operasyonu, gerçekte, IŞİD’in kontrolünden çıkacağı anlaşılan sahanın, başka bir tarzda kontrolleri altına alınması olduğu açıktır. Aynı zamanda Barzani güçlerine, Suriye Kürdistanı’nda yer açma planının parçasıdır.
Bilinen bir gerçektir, tescillidir ve bir kere daha söylemekte beis yoktur, ABD emperyalizmi, yeryüzünde, ne bugün, ne dün hiçbir halktan yana olmamıştır, ABD’nin “yardım” ettiği hiçbir halkın karnı doymamış, yüzü gülmemiştir. Amerikan yardımı, sofraya bir şey koyuyormuş gibi oturup, yenilecek her şeyi almak demektir. Bunun sayısız örneği vardır.
Kuşku yok ki, bunlar herkesçe bilinen, en çok Kürt halkı tarafından bilinen gerçeklerdir. Ve yine kuşku yok ki, emperyalizmin denetiminde, adeta bir ortaklaşa sömürge olan Türkiye halklarının ve işçi sınıfının, devrimcilerinin kardeşleri, bölgenin tüm halklarıdır, en başta da Kürt halkıdır. Kürt Devrimi, ağır 1980 karşı devrimi yıllarından bu yana, Anadolu’nun her yerinde, İstanbul’da, Trakya’da, tüm ülkede direnenlere örnek olmuştur, umut vermiştir. Bu nedenle bu konudaki vurgularımız asla ve asla düşmanca, Kürt Devrimi’nin kazanımlarına karşı vb. değildir, olamaz.
Elbette çok zorlu bir süreçten geçtiğimiz açıktır.
Suriye savaşı boyunca, koalisyon denilen güçler, içinde TC devleti de olmak üzere, bölgedeki her türlü direnişi, en başta da Kürt devrimcilerinin direnişini kırmayı amaçlamışlardır. Bugün de bunun tersini düşünmek için bir neden yoktur.
Bölgenin zenginliklerini yağmalamak için kan dökmekte olan bu vahşilerin, bölgemizden kovulması, halkların ortak mücadelesi ile mümkün olacaktır. Tüm emperyalist güçler bölgeden kovulmadan, onların yerli işbirlikçileri alaşağı edilmeden, bölgemize barış, özgürlük ve adalet gelmeyecektir.
Bugün mesela Trakya’da yaşayan bir işçi, bir emekçi, bu savaştan, savaşın içindeki insanlar kadar zarar görmüyorum, diye düşünmemelidir. Bu, bugüne aittir. Emperyalist güçler, bu savaşı, sadece Suriye ile sınırlı olarak ele almıyorlar. Suriye halkının kaybı, Trakya’da yaşayan işçi ve emekçinin de kaybıdır. Tersi de doğrudur, Kürdün her kazanımı, Suriyelinin her kazanımı, bölgemiz halklarının ortak kazanımıdır.
Bu nedenle, tüm bölge işçi ve emekçilerinin, halklarının anti-emperyalist mücadelesinden söz ediyoruz.
Kürt Devrimi, bu mücadelenin önemli bir ayağıdır. Kobanê direnişinin etkileri bunun en açık göstergesidir. Direnişi, tüm bölgeye yaymak, her parçadan direnişi geliştirmek, Kürt halkının mücadelesine de büyük bir katkı demek olacaktır.
Tarih boyunca emperyalist güçler, bölgemizde para ile satın alabilecekleri kalabalıklar, çeteler, kendileri adına kirli işler yapacak güçler bulmakta zorluk çekmemişlerdir. Bu konuda en büyük yardımcıları, bölgemizdeki devletler, yani kâhyaları, işbirlikçileri olmuştur. Bu büyük tarihî oyuna son vermenin tek yolu, örgütlenmek ve onurlu bir direniş yolu geliştirmektir.
Elbette direnişin de bir bedeli vardır. Ama hiçbiri, boyun eğmekten, köleleşmekten, kendini satmaktan daha ağır bir bedel değildir. Kürt devrimcilerinin direnişinin de, bölgemizdeki tüm devrimci direnişlerin de önemi buradan gelmektedir. Bu tarihe sahip çıkmak, bu direnişi sürdürmek, bugün her zamankinden çok daha fazla olanaklıdır.
Kendini emperyalist efendilere kiralamış Barzani çetesinin, Kürt Devrimi’nin kazanımlarının üzerine oturma girişimi, Kürtlere bir şey kazandırmayacaktır. Bugünlerde Barzani’nin, Türkiye Kürdistanı’nda parti kurma girişimi ile, Kürt halkına karşı girişilen kıyım, tamamen birbirine paraleldir, aynı amaca hizmet etmektedir. Barzani’nin Kobanê ya da Suriye Kürdistanı’nda etkinlik kazanma girişimleri de aynı planın parçalarıdır. Kürtlerin Barzani yolu ile kazanacakları hiçbir özgürlük yoktur. Kürt Devrimi’ni bugüne getiren yol, bambaşka bir yoldur.
Tüm bu savaş içinde, halkların direnişi, istenildiği hızda olmayabilir ama güç kazanmaktadır. Çıkış yolu, halkların direnişi yoludur. o

Kıdem tazminatı

İşçi sınıfının azgınca sömürülmesinde, krizin yükünün işçi sınıfının sırtına yüklenmesinde, egemen sınıfın tüm bileşenleri uyum içindeler. Saray Rejimi, Koçlar, Sabancılar, Sarayın yarattığı yeni zenginler, bütün bürokrasi, mahkemeler, medya, diyanet, kolluk kuvvetleri, hepsi ama hepsi uyum içindedirler.
Kıdem tazminatı; öyle görünüyor ki; patronların öncelikli “sorunudur”. Referandumun oldu-bittiye getirilmesinin ardından, Saray, patronların güven ve desteğini almak için olsa gerek, kıdem tazminatı konusunu ivedilikle ele almış durumda.
Kafa karıştırma amaçlı birçok model ortalıkta dolaşıyor. Yapmaya çalıştıkları şey, kıdem tazminatının fona devredilerek bu hakkın iç edilmesine toplumun tüm kesimlerini hazır hâle getirmektir.
Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin açıklaması gerçekte kimin çıkarlarını gözettiklerini açıkça gösteriyor. “Kıdem tazminatı reel sektör üzerinde yüktür, prangadır. Realize edilmeye çalışılırsa, bir tehdit unsurudur.”
Bizi ikna etmeye yönelik başlıca argümanları; işçilerin yüzde 80 civarının kıdem tazminatı hakkından yararlanamadığıdır. Sanki kayıtsız çalıştırma, belirli süreli iş sözleşmeleri, taşeron çalışma vb. işçilerin suçudur. İkinci argümanları ise; 1 yılı dolduran işçilerin de kıdem tazminatından yararlanabilecek olmasıdır.
Birinci argümanları, tüm sendikaların, kitle örgütlerinin, her işçi örgütlenmesinin mücadele etmesi gereken iş güvencesi meselesidir. Taşeron işçiliğin, kiralık işçiliğin, esnek ve kuralsız çalışmanın kaldırılması, temel bir mücadele alanıdır. İkinci argümana gelirsek, mevcut kıdem tazminatı hakkının geliştirilmesi üzerinedir ve bu da bir mücadele alanıdır.
Devlet eliyle sunulan seçeneklerden birini kötünün iyisi diye seçmek, ölümlerden ölüm beğenmeye benziyor. İşçinin sırtına bir kene gibi yapışan sendika mafyası, “kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir, genel grev sebebidir” dese de görünen o ki, tıpkı özelleştirme saldırısında olduğu gibi, daha önce çıkan işçi düşmanı yasalarda olduğu gibi, günü kurtarma peşindedir.
DİSK ve KESK’in iş güvencesini ortadan kaldıracak bu yasaya karşı kararlı ve güçlü eylemler örgütlemesi kaçınılmazdır. Bu yasanın esas yükünü çekecek olan örgütsüz milyonlara yasayı anlatmak, etkili bir kampanyayla yasaya karşı işçileri mücadeleye çağırmak hepimizin görevidir.
Kıdem tazminatının fona devredilerek ortadan kaldırılması esareti derinleştirecektir; işyerlerinin tamamen sermaye keyfiyetine teslim edilmesi, örgütsüz işçilerin işlerini korumak için daha fazla boyun eğmesi, patronların köpeksiz köyde değneksiz dolaşması demek olacaktır…
Savunma değil, saldırı ruhuyla mücadeleye! o

 

İşçi Gazetesi Yayın Kurulu

Direniş, her alanda

TC devletinin parlamentosu, artık, apış arasını örten bir bez parçası kadar bir role sahip değildir.
Parlamento, işlevsizdir.
AK Parti diye bir parti yoktur. Parti olma özelliğini çoktan yitirmiştir. Olsa olsa, müteahhitlerden, eğitimden, enerjiden, sağlıktan gelen gelirlerin nasıl dağılacağını belirleyenlerin elinde, ayak işlerini yapan bir irtibat bürosudur.
MHP diye bir parti yoktur. İşlevsizdir. Türk-İslam sentezi de bitmiştir. Bahçeli, Erdoğan’ın elinde olduğu herkesçe konuşulan kasetler karşılığında MHP’yi kapatmıştır. MHP, Saray Rejimi’nin uzantısıdır.
CHP diye bir parti kalmamıştır. Baykal, 7 Haziran seçimleri sonrasında, Erdoğan’la, meclis başkanlığı için girdiği “kurnaz” pazarlık ile, 16 Nisan referandumunun ardından, daha hileler canlı iken, 2019 seçimleri tartışmasını açarak adaylığını ilan edecek vücut gösterisi ile, Kılıçdaroğlu, Yenikapı meydanında sahne alarak, üzerine çıkacak bir tank bulmak yerine Yenikapı’da sahneye çıkmayı seçerek ve 16 Nisan referandumunun hileleri açık iken, halkın oylarını korumak için, halkı sokağa çağırmayarak, CHP’yi işlesiz kılmışlardır. Şimdilerde CHP gençliğinin sola yelken açmak üzere, CHP saflarında kalması, bu durumu kavramamaktan, CHP’yi dönüştürme umudunu korumaktan ileri gelen bir körlüktür. Sözümona sol CHP muhalefeti, gerçekte, bu umudu besleyerek, gençliğin CHP’den kopmasını önlemek istemektedir.
Tüm bu partiler, artık bitmiştir.
Tüm bu partiler, Saray Rejimi’nin uzantılarıdır.
Tüm bu partiler, iflas etmiş, fiilen rafa kaldırılmış parlamentonun sanki işe yarıyormuş gibi gösterilmesinin araçlarıdır.
Ve Saray Rejimi, her alanda, her yol ve araçla, halklara, işçi sınıfına, emekçilere saldırmaktadır.
Yaşam alanlarımıza saldırıyorlar. En sıradan, en temel haklarımıza saldırıyorlar. Kıdem tazminatı hakkımıza saldırıyorlar, tüm sosyal haklarımıza saldırıyorlar. Taşeron sistemi ile, işçi sınıfının ümüğünü sıkıyorlar.
İşçi ve emekçilerin borçlandırılması yolu ile, esir alınması için her yolu deniyor, her aracı kullanıyorlar.
Basın, tamamen bir Saray borazanıdır. Saray Rejimi, basını tamamen kendine bağlamış, tamamen kontrol altına almıştır.
Sendikalar, Saray Rejimi’nin kontrolü altındadır. Artık, en gerici sendikalara bile tahammül etmemektedirler.
İşçi sınıfının daha azgınca sömürülmesi, fabrikalarda kanının emilmesi, esir ve köle hâline getirilmesi için, her araçla, her yolla saldırıyorlar.
Saray Rejimi, kendi yasalarını dahi tanımıyor.
Saray Rejimi, açıkça, “demokraside kâr düşer” diye konuşuyor. Saray Rejimi, her metrekaresini bombaladıkları Kürt illerine “turist akını”ndan söz ediyor. Saray Rejimi, ülkenin tüm ekonomisini, rant ekonomisi hâline getiriyor.
Saray Rejimi budur.
Ve bu Saray Rejimi’ne karşı, işçi ve emekçilerin, direniş dışında bir seçeneği yoktur. İşçi sınıfı, dışarıdan bir kurtarıcı bekleyemez. Halklar, kendi iradelerini ortaya koymak zorundadır. İşçi sınıfı için bugün direniş, ölüm kalım meselesidir. Ya direnerek kazanacağız ya da teslim olup, Saray Rejimi’nin köleleri hâline gelmeyi kabul edeceğiz. Alternatifler bunlardır, tablo bu kadar açık, bu kadar nettir.
Ne yapmamız gerektiği açıktır.
Tıpkı, Kürt halkının yaptığı gibi, tıpkı Gezi Direnişi’nde insanların yaptığı gibi, tıpkı metal işçilerinin grev-direnişinde yaptıkları gibi, tıpkı 16 Nisan hayır kampanyasının başarıya ulaşmasında yaptığımız gibi, direneceğiz.
Tüm bu direnişlerden öğrenerek, daha büyük bir inançla, daha büyük bir irade ile direneceğiz.
Bunun için, örgütleneceğiz. Her yerde, hayatın her alanında, her fırsatta, her yol ve araçla, bir anımızı bile boşa geçirmeden, örgütleneceğiz. o

Ortadoğu “NATO”su mu?

Çocuklar öldürülüyor, insanlar boğazlanıyor, katliamlar organize ediliyor, şehirler yıkılıyor, tarih siliniyor. Modern dünya, kapitalist-emperyalist sistemin bugünkü aşamasında, insanlık adına akıl almaz cinayetler işliyor. İnsanoğlu, adeta, tüm vahşetini göstererek, yıkım tanrıları ile yarışıyor.
Suriye, Irak, Yemen yerle bir edilmeye çalışılıyor. Yağma ediliyor. Modern Batı, tüm vahşi yüzünü, insanlık adına utanç duyulacak bir pratikle ortaya koyuyor.
Ve bu emperyalist efendilerin, bölgemizdeki temsilcileri, tetikçileri, halklarımızın evlatlarının kanını dökerek, bu yağma savaşından pay almaya, kemik kırıntılarını kapmaya, bu aşağılık suça, en aşağılık biçimlerde ortak olmaya çalışıyorlar.
ABD ve müttefikleri, Suriye’deki direnişi hesaplayamadılar. Suriye halkının direnişi sürdükçe, karşılarına, IŞİD çetelerini çıkardılar. Tarihte ilk kez bir çete, devlet adı ile ortaya çıktı. Ve Putin’in açıkça deklare ettiğine göre, 40 kadar devlet, IŞİD ile doğrudan temas kurdu. İsterseniz, diplomatik, askerî, ekonomik, belki kültürel ilişkiler kurdu da diyebilirsiniz. Bunların başında, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb. gelmektedir. Bu 6 ülke, doğrudan IŞİD çetelerinin organizasyonunda da yer aldılar. Petrol alıp sattılar, eroin ve haplar taşıyıp IŞİD’e destek sundular, militanlarını eğittiler, militanlarına yerleşim alanları sundular, sağlık desteği verdiler, silâh sağladılar vb. Kısacası, yağma ve talan, kan ve kâr birlikte yürüdü, yürütüldü.
21. yüzyılın ilk 15 yılını geride bırakırken, dünya, kapitalist sistem altında, emperyalist egemenlik altında, ancak ve ancak insanı yok ederek ayakta durabilen bir sistem içinde talan ediliyor, yağmalanıyor, yok ediliyor. İnsanoğlu, akla gelmeyecek biçimlerle aşağılanıyor, eziliyor, sömürülüyor.
Bu burjuva egemenliğe, bu emperyalist yağmaya, bu paylaşım savaşına, bu insanı insan olmaktan çıkartan sisteme karşı her yol ve araçla savaşmak meşru ve zorunludur. Bu sisteme karşı savaşmadan, insan olarak kalabilmek mümkün değildir.
İşte Suriye savaşı, tam anlamı ile budur.
Savaş alanında, IŞİD vb. çete örgütlenmelerine rağmen, katliamlara, yağmaya rağmen, ABD istediğini elde etmekten henüz uzaktır.
Suriye savaşı, emperyalistler arasında süren, dünyayı paylaşma savaşımının, buna bağlı olarak Ortadoğu’da egemenlik kurma savaşımının bir parçasıdır.
ABD, Esad rejimini yok etmeyi, Suriye’yi Libya hâline getirmeyi, bu yolla Ortadoğu’da, ABD-İngiltere-İsrail çizgisini egemen kılmayı henüz başaramamıştır.
ABD, Irak savaşı ile Irak’ı işgal etti. Milyonlarca insanı öldürdüler, sakat bıraktılar, göçe zorladılar. Ama yine de, “zafer” kazandığı Irak’ta, işler istediği gibi gitmedi. Pek çok sorunla karşılaştı. Suriye savaşı da bunun üzerine eklendi. IŞİD ile yapmaya çalıştığı şeyler, istediği sonuçların ancak bir kısmını karşıladı.
Ama yine de “dünya imparatoru” olmaktan çok hoşlanan ABD, yenilgiyi kabul edip, geri çekilmeyecektir. Hele hele, Türkiye gibi tetikçileri, Erdoğan gibi kâhyaları, biat etmeye hazır “liderleri” var iken. Elbette, Zapsu’nun söylediği gibi, Erdoğan’ı halının altına süpürmeden önce kullanacaklardır, kullanmaktadırlar. Hele ki, referandum ile çobanlık yolunu açmış iken, Erdoğan’a daha büyük bir gaz vermeleri mümkündür. Bu aynı zamanda Erdoğan’ın da ihtiyacıdır: Halifelik, torbada bekletilmektedir.
ABD, bölgede, yeniden hamleler yapmaktadır.
Kimyasal silâh bahanesi ile, hazır Rusya, yeni ABD başkanının nasıl davranacağını henüz bilmezken, hazır Rusya ABD yakınlaşmasına fırsat verme hayalleri ortada iken, Suriye havalimanına saldırması, bu hamlelerden biridir. Kimyasal silâh konusunda inceleme yapmakta isteksiz davranmaları da, bir tarz yeniden meydan okuma girişimidir.
Elbette bu yetmez, ABD’nın yeni başkanı, ilk yurtdışı ziyaretini, Suudi Arabistan’a yaptı. Başkanlık seçimleri sırasında Suudileri aşağılamak için neler söylediği akıllardadır. Suudi Arabistan’a inecekti ve kendisini karşılamaya gelen tuhaf giysiler içindeki Kral’ı görünce uçağın pilotuna, benzinimiz var mı, geri dönelim diyecekmiş. Oysa tersi oldu, tuhaf kafasını taşımakta zorlandığı belli olan boynunu, Kral’ın önünde eğerek, madalya aldı. Kral, madalyayı, yakaya takmamayı bilerek mi yaptı bilinmez, ama Trump’ın, bu pozu düşünemeyecek kadar paragözlü olduğu açık.
Ve öyle anlaşılıyor, Pentagon, CIA ya da herhangisi bu işlere bakıyorsa o, bir NATO benzeri örgüt kurma planları yapmaktadırlar.
TC ordusunun, Katar’da üs kurması, ÖSO unsurlarını eğitmesi, Osmanlı’dan kalan isimlerle adlarını koydukları IŞİD benzeri çeteleri kurmaları, bu Ortadoğu Sünni NATO’su için adımlardır.
Eskiden, CENTO diye bir askerî pakt vardı ve Ortadoğu’da Sovyet etkisine karşı mücadelede ABD’nin araçlarından biri idi. ABD, İran’daki değişikliklerden sonra, CENTO’nun artık işe yaramadığına karar vermiş olmalı ve ardından ünlü, komünizme karşı İslam’ın köküne kadar kullanılması demek olan “yeşil kuşak” projesini devreye koydular.
Şimdilerde İslam adına konuşan, Müslüman Kardeşlerden IŞİD’e kadar, El Kaide’den Erdoğan’a kadar tüm aktörler, bu yeşil kuşak projesinin mahsulüdürler. İslam’a verdikleri zarar da ortada olsa gerek, ama bunların tümünün “ABD’nin elinde İslam” anlamına geldiği artık biliniyor.
Bu yeşil kuşak projesinin, daha çok CENTO denilen askerî pakttan sonra ortaya çıktığı da açık. Zamanlama olarak da öyle gelmiş olabilir.
Oysa, şimdi yeniden, ABD, bu kez, NATO benzeri bir Sünni İslam’a dayalı askerî pakt kurma peşinde gibidir. Görünen budur.
Suudi Kralı, ülkesini batırmadan önce, ABD’den bu pakt yolu ile güvenliğini satınalma peşindedir. Esad’a demokrat olmadığı gerekçesi ile saldıran ABD, Suudi Kralı’na, 380 milyar dolar kere eğilmektedir.
380 milyar dolarlık anlaşma, acaba, bu Sünni NATO için bir adım mıdır? Suudi Kralı, parayı basarak, içinde Türkiye, Katar, Ürdün, Suudi Arabistan ve dışında da İsrail’in olduğu bir pakt mı kurdurmak istemektedir?
Bu arayışların hızlandığı açıktır.
Suudi Arabistan, Yemen ile savaşında kaybettiğini bu yolla mı kazanacaktır?
Suudiler, hele Kral ailesi, 380 milyar doları, ailesini tamamen ABD’ye taşımak için kullanacağına, tersine bir askerî pakt kurma peşindedir.
Türkiye egemenleri buna çok sevineceklerdir. Suudi parasına kölelik etmek, artık ‘Yeni Türkiye’ gerçeğidir. Suudi Kralı Trump’a parayı basacak, 380 milyar dolarlık anlaşmanın 110 milyar dolarlık bölümü silâh için verilecek ve karşılığında Trump, TC ordusunu, Suudi Kralı’nın emrine vermek üzere bir Ortadoğu Sünni NATO’su kuracak. Erdoğan, bu yeni görevini yerine getirirse, halifelik yolunda bir adım daha atmış olacak, böylece halife ünvanını kazanmak üzere, kendi cephesini yeniden tahkim etme olanağını bulacak.
Zaten artık ordu, işsiz güçsüzdür. İşlerini polise devretmektedir. Genelkurmay başkanlığı diye bir şey yoktur, zaten artık ordunun kurmaylık diye bir görevi de kalmamıştır. Kurmaylık görevi Pentagon’a devredilmiştir. Pentagon için, kurmay adam değil, sahada ölecek asker gereklidir.
Duruma uygundur.
Bu vesile ile, 15 Temmuz darbesinin, Erdoğan için allahın lütfu olsa da, ABD için, bu işleri yapmak üzere orduyu etkisizleştirmek anlamını içerdiği artık açıktır. Bu nedenle darbe, “başarısız” olmak üzere planlanmıştır ve başarısı da budur. Kalanını Erdoğan tamamlamıştır. Bu yolla, ordu, ülke içinde psikolojik olarak bile etkisini yitirmiştir. Ordu, bundan böyle ancak, Suudilerin emrinde işe yarayacaktır.
Gerçekte, ABD’nin Ortadoğu planlarında ihtiyaç duyduğu askerî kuvveti yaratma girişimidir bu. Referandumdan “evet” çıkması, bu yolla hazırlanmıştır. Eğer Erdoğan, bu görevi yerine getirebilirse sorun yok, yok yerine getiremezse, zaten Zarraf dosyası vb. hazırdır.
Soru şudur: Bu Ortadoğu Sünni İslam NATO’su, esas olarak kime karşı savaşacak? Elbette, esas olarak İran’a karşı, Suriye’ye karşı savaşacak. Bu amaçla oluşturulacak. Böylece, Ortadoğu’da ABD’nin kaybettiği her şey yeniden geri alınmış olacak, hedef budur.
Bu soruyu yeni bir soru izlemelidir: Bunun başarılı olma şansı var mıdır? Sünni bir NATO, acaba, nasıl ayakta duracaktır? CENTO kadar işi kolay değildir ve Suudilerin paraları dışında, Türkiye’nin askerî desteği dışında bir dayanağı da yoktur. Suudi ve Türk dayanışması, zaten İncirlik üssünden, Katar’da kurulan üsten bellidir. Bu dayanışmanın, bir güç oluşturma ihtimali oldukça zayıftır. Ama, işin efendisi ABD’nin bundan büyük bir kaybı olacağı da tartışma götürür. En fazla Suudiler kaybeder, Türkiye kaybeder. Onlar ise, zaten kaybeden oldukları için, denize düşen yılana sarılır misalı davranışlar sergilemektedirler.
Tüm bunlar, ister başarılmış olsun, ister gerçek niyet bu olmamış olsun, bize gösteriyor ki, Suriye savaşı, Ortadoğu’nun paylaşılmasının bir parçasıdır ve bu savaş, daha çok şeylere gebedir. İnsanlığın yüzkarası hâline gelmiş bu savaş, bölge halklarının anti-emperyalist ortak mücadelesi ile durdurulabilir. Bu savaş, ancak bir sosyalist devrim dalgası ile durdurulabilir ve üçüncü dünya savaşı, bu yolla bitirilebilir.
Halkların anti-emperyalist mücadelesi sadece gerekli olan şey değildir, gerekli olduğu kadar da olanaklıdır. o

Perspektif

Savaş, kriz, işçi sınıfı ve direniş hattı

Haziranın ortasında, daha önceden sık sık vurgulandığı, herkesin biraz olsun beklediği gibi, İsrail İran’a saldırdı. Saldırı, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, tüm Batı’nın,...