Ana Sayfa Blog Sayfa 135

İşçi sınıfı devrimci ise her şeydir, değil ise hiçbir şeydir

Öyle ise, aslında herkesin bildiği bir gerçekten söz ediyoruz demektir. Örgütsüz işçi sınıfı, hiçbir şeydir. Hiçbir biçimde dikkate alınmaz. Toplumun büyük çoğunluğunu oluştursa da, esamesi okunmaz. İsmi, ancak ölüm haberlerinde, iş cinayetlerinde geçer. Ne zaman oy gerekecekse, o zaman, o da yalanlarla hatırlanır. Ne zaman savaşçı gerekirse, işte o zaman egemenler işçi çocuklarına gözlerini dikerler, zira “vatan” için ölecek, “şehitlik mertebesine” ulaşacak adaylar gerekir. Vatan için ölmek gerekti mi, zengin çocukları, egemenlerin çocukları, muktedirlerin evlatları akla gelmez. Onlar, durmadan, “şehit olmak yüksek mertebedir, allah herkese bunu nasip etsin” derler, ama bunun için bir aceleleri olduğu görülmemiştir. Cephelere mehmetçik sürülür, zengin çocukları değil. Ülkemizi ziyarete gelen Soros gibi zenginler “deha” olarak tanıtılırken, açık konuşurlar; “sizin en değerli ihraç malınız askeriniz” derler ve yanlarında üniformalı generaller, bu sözlere şaşırmış gibi bile yapmazlar.
Oysa işçi sınıfı örgütlü olunca, devrimci olunca, herşey değişir. Egemenlerin korkulu rüyasıdır bu. Örgütlü işçi sınıfı, onlar için, çan saatinin çalındığı, selânın okunma zamanının geldiği anlamına gelir.
Bu dünyada sürdükleri cennet hayatı kaybetme korkusudur işçi sınıfın devrimcileşmesi. Buna var güçleri ile karşı çıkarlar.
Onların cenneti, işçilerin yaşadığı cehennem üzerine kuruludur.
İşçiler çalışır, sömürülür ve onlar cennet bir yaşam sürerler. Bunun da yaradanın bir lütfu olduğunu söylerler. Onların yaradanı, asla eşit değildir, hep onları düşünür.
Türkiye işçi sınıfı örgütsüzdür, devrimci değildir ve bugünlerde hiçbir şeydir. Ne demek hiçbir şey olmak, bir kaç madde ile özetleyelim. Hepimizin yaşadığı yaşamın, bu cehenneme benzeyen hayatın kendisidir bu.

– Bu ülkede işçi aileleri, emekçi ailelerinin nüfus içindeki payı %65’tir. Bu, aile bazında böyledir. Eğer tek tek kişiler olarak sayarsak, işçi-emekçi aileleri daha kalabalık olduğundan, bu oran %75’e çıkmaktadır.
Ama buna rağmen, bu ülkede, işçiden yana, emekçiden yana hiçbir karar alınmaz. İşçiler ve emekçiler, tüm karar süreçlerinin dışındadırlar. Kendi gelecekleri ile ilgili hiçbir karar veremezler.
İşçi ve emekçilere örgütlenmek, işçi ve emekçilere siyaset, yasak gibidir. En basit bir sendikal örgütlenme çalışmasında işten atılırlar ya da bu tehditle karşılaşırlar. En sıradan bir hak arama eyleminde coplu polislerle, TOMA’larla, tazyikli sularla karşılanırlar.

– İşçi ve emekçi çocukları, gerici, bilimdışı ve kalitesiz bir eğitime mahkûmdurlar.
Bu ülkede, en çok vergiyi ödeyen işçilerdir. Onların maaşlarından vergiler peşin kesilmektedir. İşverenler gibi vergi kaçırma olanakları, devleti soyma olanakları yoktur. Yetmez, KDV gibi dolaylı vergiler de sürekli yükselmektedir. Bugün, ülkemizde dolaylı vergilerin GSMH’ye oranı, yaklaşık %13’tür. Sermayenin altın yılları olan AK Partili dönem öncesinde bu oran %8 idi. Bu vergilerden de en büyük yükü çeken işçi ve emekçilerdir.
Peki, bu vergiler ne oluyor?
Eğitimi ele alalım. Bugün, ülkede eğitim baştan aşağıya bilimden uzak, kalitesi düşük bir hâle getirilmiştir. Bu nedenle, aileler, eğer paraları varsa çocuklarını özel okullara göndermektedir. 2016 yılı sonu itibarı ile özel ilk ve ortaokullara gidenlerin sayısı 900 bindir. Diğerleri, yıllık 30-40 bin TL veremediklerinden, çocuklarını devlet okullarına göndermektedir. Ve devlet okullarının hepsi imam hatip okullarına çevrilmiştir, çevrilmektedir.
Ne kadar para, o kadar eğitim.
Ne kadar para, o kadar sağlık.
İşte işçi ve emekçilerin çocuklarının geleceği böylece ellerinden alınmaktadır. İşçi aileleri, kendi çocuklarının “başarısız” olduğuna inandırılmaktadırlar.
Aslında bu büyük çaplı bir aşağılanmadır da. Erdoğan’ın sık sık kullandığı “ayak takımı”, “çapulcular” sözleri, bu aşağılanmanın dile getirilişidir.

– İşçinin çalışma koşulları insanlık dışıdır. Ülkemiz gerçeği budur.
Her yıl, iş cinayetlerinde 2000’e yakın işçi ölmektedir. Aileler, çalışan bireylerini sabah işe gönderirken, “fıtrat”ında ne var diye akşama canlı dönüp dönmeyeceklerini beklemektedirler. Madencinin “fıtrat”ında ne olduğunu Erdoğan, Soma’da söyledi. Camilerden cuma hutbesi olarak, “işyerlerinde çok önlem almak, allahın işine karışmaktır” yollu hutbeler okundu. Nedense, Erdoğan, binlerce koruma ile cami ziyaretine giderken, “fıtrat” dinlemiyor ve “allahın işine karışmak”tan geri durmuyor.
Din, büyük ölçüde, iş cinayetlerini örtmek için kullanılmaktadır.
İşçilerin, ülkemizde çalışma saatleri, ortalama haftalık 49 saati geçmektedir. 50 saat ve üzerinde çalışanların sayısı 7 milyona yakındır.
4 milyon işçi sigortasız çalışmaktadır. Bu sayı, Suriyeli işçileri içermemektedir. Ve gerçek sayısının 6 milyon olduğu sanılmaktadır. Sigortasız çalışmak demek, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmamak demektir.

– İşçi ücretleri düşüktür, işçilerin sosyal hakları tırpanlanmıştır, yok edilmiştir.
İşçi ücretleri son derece düşüktür. İşsizlik bu sürecin bir parçasıdır. İşçiler, sayısı 10 milyona varan işsizler ordusu nedeni ile, yok pahasına çalışmaya zorlanmaktadırlar. Örgütsüz oldukları için, sendikaları olmadığı için ya da var olan sendikaları, devletin ve mafyanın denetiminde olduğu için, işsizlik tehdidini çok daha fazla hissetmektedirler. Ülkenin milli geliri büyüdü diye söyleyenler, işçilerin gerçek ücretlerinin düşüşünü açıklamazlar. İşçiler, giderek daha ağır çalışma koşullarına ve daha düşük ücretlere mahkûm edilmektedirler.
Bu durum nedeni ile, işçilerin borçlanmaları artmıştır. AK Partili dönemde bu borçlanmanın 8-9 kat arttığı hesaplanmaktadır. Bir işçi ailesinin ayı çıkartabilmesi, büyük bir cambazlık gibidir.

– Ülkemizde 12 Eylül öncesi sendikalaşma oranı, %30’larda idi. Bugün, bu oran, %5 olarak hesaplanmaktadır. Bu sendikalı işçilerin içine, grev hakkı olmayan kamu emekçileri de dahildir.
Bu, son derece düşük bir örgütlülük demektir. Sendikal örgütlülük bu denli geri iken, var olan sendikaların önemli bir bölümü, büyük bir çoğunluğu, devletin ve mafyanın denetimi altındadır. Bunlara işçi sendikası demek bile mümkün değildir.
Sendikal örgütlenme tamamen bitirilmiş gibidir.
Buna bağlı olarak taşeronlaşma korkunç boyutlarda artmıştır. Taşeronlaşma, işçinin tüm haklarını kaybetmesi de demektir. Zaten, işçilerin sosyal hakları tek tek budanmış iken, taşeronlaşma ile, işçi tümden esir hâle getirilmektedir.
Taşeronlaşma, sadece özel sektörde değil, kamuda da yaygındır. Tüm özelleştirme süreçlerinin bir diğer yüzünde, taşeronlaşma da vardır.
Taşeronlaşma, işçinin olası örgütlenme çabalarını yok etme girişimidir.
Bugünlerde “özel istihdam büroları” uygulaması yaygınlaştırılmak istenmektedir. Bu taşeronlaşmanın, daha da kalıcı hâle getirilmesi, işçi kiralama sisteminin yaygınlaştırılması demektir.

– Grev işçilerin elinden bir silah olarak alınmıştır.
Bu süreç 12 Eylül ile başlamıştır. Bugün, AK Parti hükümetleri eli ile en uç boyuta taşınmıştır. Son 15 yılda, gerçekleşen grev sayısı 356’dır. Anlaşılması açısından, sadece 1990 yılında gerçekleşen grev sayısının bundan %30 civarında fazla olduğunu bilmek yeter. 1990 yılında, bir yılda daha fazla grev gerçekleşmiştir.
Bu, sendikalaşmanın geri düşmesinin, işçi sınıfının bilincinin geri düşmesinin en çarpıcı sonuçlarından biridir.
Grev, işçilerin kendi haklarını aramak için giriştikleri bir eylem iken, artık, sendikaların, patronun amaçlarına uygun grevler örgütlediğine de şahit olmaktayız. İşçiler, kendi çıkarlarını korumak için, düzgün bir sendika önderliğinde greve çıktıklarında ise, devlet, bu grevleri “milli güvenlik” gerekçesi ile yasaklamaktadır.

– İşyerinin içinde de, çalışma ortamında da koşullar giderek ağırlaşmaktadır. Kadın işçiler tacize uğramakta, işçiler dövülmekte, aşağılanmaktadır.
Tüm bunlar, işçi sınıfının devrimci olmadığı zaman, işçi sınıfının örgütlü olmadığı zaman yaşadığı durumu, “hiç” olma durumunu göstermektedir.
Ve bunu değiştirmek, her şeye rağmen, baskılara, saldırılara vb. rağmen, bizim elimizdedir. İşçilerin elindedir. İşçi sınıfının kurtuluşu, kendi eseri olacaktır. İşçi sınıfının kurtuluşu, tüm toplumun da kurtuluşu demek olacaktır.
İşçi sınıfı, toplumu kurtarabilecek yegâne güçtür.
Bunun için eksik olan şey, sınıf bilincidir. Tek tek işçiler, kapitalist sistem karşısında güçsüzdür. Patronlar, burjuvalar ve onların devleti, işçilerin tek mücadelesi ile yıkılamaz. İşçi sınıfı, ancak bir sınıf olduğunun bilincine varırsa, toplumun çoğunluğunun kendisi olduğunun bilincine varırsa, hayatı üretenin kendisi olduğunun bilincine varırsa, tüm işçileri kendi sınıf kardeşi olarak görme bilincine ulaşırsa, işte o zaman “ayaklar baş” olacaktır, “çapulcular” özgürlük savaşçısı olacaktır.

İşçi sınıfı, örgütlenirse, her şey demek olacaktır.

Özgürlüğe giden yol: Direniş

Ama buna rağmen, referandum sürecinde, onlar istemese de, tüm sorunlar kendini hissettiriyor ve tartıştırıyor.
Hemen hemen herkes için, şiddet ve baskılar bir sorundur. Toplumun çoğunluğunu oluşturan, işçi ve emekçiler için yaşam artık dayanılmaz noktadadır. Açlık, işsizlik, hayat pahalılığı, hepsi üst üste binmekte ve yaşam artık sürdürülemez hâle gelmektedir.
Devlet, halkın karşısına bir baskı aygıtı, tüm dişlilerini gösteren bir ezme makinası olarak çıkmaktadır.
Yakın döneme bakalım. 7 Haziran’da, AK Parti, tek başına iktidar olma şansını kaybetti. Erdoğan-Saray, hemen harekete geçti. Baykal ve Bahçeli desteği ile ya da CHP ve MHP desteği ile, parlamentoyu feshetti. Milli irade diye bağırıp çağıranlar, bir anda, halkın oylarını yok saydılar. Hilelerine rağmen, seçim sonucunda parlamento çoğunluğunu kaybettiler. Erdoğan, o günlerde herhâlde ecel terleri dökmüştür. “Bu işin fıtratında da bu var, yersin, cukkayı doldurursun ama her işin bir sonu var” diyerek beklemedi. Tersine, Baykal ve Bahçeli’yi “ikna” ederek, parlamentoyu feshetme olanağını elde etti.
7 Haziran’dan bu yana, ülke kan gölüne çevrilmiştir. Kürt şehirleri, Suriye ve Irak şehirlerini aratmaz hâle geldiler. Kürt halkının üzerine tüm silâhları ile saldırdılar. Bunu yaparken, aynı zamanda Batı’da, baskı ve şiddeti artırdılar. TV kanallarını, tüm basını ya kendilerine bağladılar ya da susturdular.
15 Temmuz darbesi ile, kendi darbelerini bir adım daha ileri götürdüler. Bu kez, OHAL uygulamasına başladılar. OHAL uygulaması ile, ülkede zaten ayaklar altına alınmış olan hukuk, tümden askıya alındı. Savaş hâli, olağan hâle getirildi. Yakma, yıkma, katletme politikaları, günlük sıradan politikalar hâline getirildi.
En küçük bir eylemi bastırmak için, tüm güçleri ile, vahşice saldırdılar. Ülkeyi kana boyadılar, devlet terörünü tüm açıklığı ile ortaya koydular.
İşte, devletin baskı aygıtı olarak tüm dişlilerini ortaya koyması, bu sürecin sonucudur.
Gerçekte, bu durum, sokakta her türlü eyleme TOMA ile saldırmak, üniversitelerde barış isteyen öğrencilere saldırmak, barış imzası toplayan akademisyenlerin işlerine son vermek, kadın haklarından söz eden kadınlara “faşist-mafya çeteleri” ile saldırmak, her farklı düşüneni tehdit etmek, AK Parti bünyesinde paralı çeteler oluşturmak, dinci-çeteler oluşturup sahaya sürmek vb. gerçekte bu durum, devletin güçsüzlüğünün işaretidir.
TC devleti, egemenler, artık ülkeyi istedikleri gibi yönetemedikleri için, eski yöntemlerin işe yaramadığını gördükleri için, bu denli açıktan saldırıyorlar, kan döküyorlar, katliamlar yapıyorlar, her hak arama eylemine bir korku ile, isteri ile saldırıyorlar.
Saray-Erdoğan, 7 Haziran gecesinde bu korkuyu tanımıştır.
İster Saray ve Erdoğan etrafındaki yeni elitleri ile egemenler, isterse Ergenekon ve yüz yıllık devlet geleneği ile egemenler, hangisinden söz edersek edelim, korkuyorlar ve kendi korkularını yenebilmek için, halka saldırıyorlar.
Eskisi ile, yenisi ile, TC devletinin egemenleri, aynı mayadan gelmektedirler. İster Ergenekoncuları olsun ister İslamcıları, ister liberalleri olsun ister ulusalcıları, ister Erdoğan olsun ister Perinçek, hepsi ama hepsi, tüm egemen sınıf, anti-komünizm ve halklara düşmanlık ile yıkanmışlardır. Bunların zemzem suyu, komünizm korkusudur. Böyle eğitilmişlerdir. Halklara düşmanlık ve komünizme karşı mücadele, TC devletinin karakterini anlamak açısından çok önemlidir.
Bugünlerde, eski ve yeni egemenlerin ittifakına bakınca, göreceksiniz ki, bu iki şey üzerine ittifak etmektedirler. Anti-komünizm, her zaman ortak paydalarıdır, halklara düşmanlık, bugünlerde Kürt halkına karşı düşmanlık olarak ortaya çıkmaktadır.
İşte devletin, tüm baskı aygıtları ile, açıktan halklara, işçi ve emekçilere karşı “seferberlik” ilan ederek saldırması, bu korkuları nedeni iledir.
Bugünlerde, referandum tartışmaları içinde, gerçekte, ne TV kanallarında, ne de mitinglerdeki söylevlerde, hiçbir şey tartışılmıyor.
Ama halkın içinde, tabanda, en altta, ülkenin tüm gerçek sorunları üzerine, düşük ses tonu ile bir tartışma yürüyor.
İşçiler, hangi partiye oy vermiş olursa olsun, işçiler, kendi geleceklerinin ellerinden alındığını görüyorlar. İşçiler, artan işsizliği, doğrudan biliyorlar. İşçiler, enflasyonun gerçekte %8 olup olmadığını yakından biliyorlar. İşçiler, çocuklarının eğitim alamadığını biliyorlar. İşçiler sağlık sisteminin nasıl işlediğini biliyorlar. İşçiler kendi maaşlarından yapılan kesintilerin ne demek olduğunu doğrudan biliyorlar.
İşçiler, diyelim ki, inançlı birer Müslüman olsunlar, yine de ülkenin, kendi emeklerinin, kendi vergilerinin nasıl yağmalandığını biliyorlar.
İşçiler, vatan aşkı ile dolu olsunlar, kendilerine söylenen “vatan millet” yalanlarının gerçek yüzünü bizzat yaşayarak biliyorlar.
Artık, din ve vatan tüccarlığı işe yaramıyor. Artık, işçiler ve emekçiler için, her şey ortaya çıkmaya başlamıştır.
İşte bu nedenle, karşılarında devletin baskı aygıtını, polisi ve orduyu, TOMA’yı ve copu buluyorlar. İşte bu nedenle, her işçi eylemine büyük bir korku ile saldırıyorlar.
Devlet, artık korkutmak, sindirmek dışında bir yolu kalmamış bir vahşet makinasına dönmüştür. Kürt şehirlerinin yakılıp yıkılması, sokakta en sıradan bir demokratik hakkın kullanılmasına saldırılması, kadınlara dönük şiddet, erkek çocuklarının Ensar Vakfı gibi vakıflarda tecavüze uğraması, grevlerin yasaklanması vb. bunun açık kanıtlarıdır.
TC devleti, halkı, işçi ve emekçileri, kendine düşman olarak görmektedir. Bunun sayısız beyanını ağızlarından sayısız kere kaçırdılar. Çapulcular dediler, ayak takımı dediler vb. İşçi ve emekçileri sürekli bastırmak, sürekli korkutmak istiyorlar.
Bir korku imparatorluğu yaratmak istiyorlar.
Bu korku imparatorluğunu, din ile maskelemek istiyorlar.
Bu korku imparatorluğu ile, kendi yönetimlerini sürekli kılma peşindedirler.
Bunca hınçla, bunca şiddetle saldırıyorlar, çünkü, iktidarlarını zor ayakta tutabiliyorlar. İşçilerin geliştireceği bir direnişten korkuyorlar. Ayakların baş olmasından, halkın doğrudan iktidara el koymasından korkuyorlar.
İşte bu nedenle böyle saldırıyorlar.
Her sokakta, her işyerinde, her evde, en çok da her işçinin, her emekçinin, her yoksulun, her kadının, her öğrencinin kafasında, bu saltanata nasıl son verilir sorusu yankılanıyor.
Referandum tartışmalarında, kürsüden bunlar ne derse desin, içeride, herkesin kafasında, bu düzen nasıl yıkılır, insanca yaşam nasıl kurulur soruları var.
Tüm bu baskı ortamı içinde, tüm bu medya karartması içinde, insan aklına pranga vurma hevesi vardır. Egemenler, düşünmeyi yok etmek, engellemek istiyorlar. Ama yazık, buna güçleri yetmiyor.
Onlar da biliyorlar ki, işçiler, emekçiler, sokaktaki herkes, işyerindeki herkes, başka bir dünya mümkün mü diye soruyor. Onlar da biliyorlar ki, her genç, her işçi, her kadın, her öğrenci bu soruları içten içe tartışıyor.
Bu nedenle, medyası ile, Saray’ı ile, baskı makinaları ile, silâhları ile, yalanları ile, umudu yok etmek istiyorlar.
Bu referandum sürecinde de umudu yok etmeye oynuyorlar.
Gerçekten de, umutlu olmak, gerçekten de, yeni bir dünya kurabilmek, gerçekten de insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek, gerçekten de her türlü ayrımcılığı tarihe gömmek, gerçekten de özgür bir toplum kurmak, gerçekten de savaşsız-sömürüsüz bir dünya kurmak mümkün müdür?
İşte bu umut var oldukça, onların baskıları, onların silâhları bir bir eskiyecektir.
Yaşam, düşünüldüğünden çok daha sadedir.
Soru, hepimiz için açıktır.
Ne istiyoruz? Özgürlük, eşitlik, savaşsız sömürüsüz bir dünya, kadın ve erkek herkesin eşit olduğu bir dünya, hiçbir ayrımcılığın ve aşağılamanın olmadığı bir dünya mı? İsteyebiliyorsak, gerçekleştirmek mümkündür.
Mesele ne ölçüde istediğimizdedir.
Gerçekten istiyorsak, bunun bilinen bir tek yolu olduğunu da bilmeliyiz. O yol, direniştir. Direniş, uzun bir yoldur, sabırla, emekle, an be an örülerek geliştirilir. Direniş, bu yola çıkarken üzerimizde taşıdığımız, mevcut düzenden kalma pislikleri de atmanın yoludur. Direniş, güzelleşmek, yeniden insan onuru denilen şeyi kazanmak, paylaşmayı öğrenmek, kendi gücünü tanımak demektir. Direniş, en zor koşulda, sadece kendini değil, tüm ezilenleri düşünmeyi öğrenmektir. Direniş, öğrenmektir. Direniş, özgürleşmektir.
Direniş, umudu kapalı bir kafeste korumak değil, umudu doğanın içinde özgürce büyütmek demektir.
Referandum sürecinde, bir kere daha baskıyı, bir kere daha hileyi, bir kere daha despotluğu, bir kere daha egemen sınıfların adaletini görüyoruz.
Onlar, tüm güçleri ile saldırıyorlar. Çetelerini, polislerini, ordusunu, yargısını halkın üzerine sürüyorlar. TOMA’sı, panzeri, yasakları hep karşımıza çıkıyor. Bu yolla, korkutmaya, umutsuz kılmaya çalışıyorlar.
İşçiler, emekçiler, öğrenciler, kadınlar, kısacası direnişçiler, her çatışmadan sonra, biraz daha öğreniyorlar. Ama direnişe aktif katılmayanlar, her eylemden sonra, biraz daha korkuyorlar, biraz daha umutlarını kaybediyorlar.
Referandum süreci, seyirci olmaktan çıkmak için, büyük küçük demeden direnişe katılmak için bir araç olmalıdır.
Elbette, referandum sonucu ile iş bitmeyecektir. Tersine, direniş daha da büyük önem kazanacaktır. Sonuç ne olursa olsun, egemenler, iktidarlarını teslim etmeyeceklerdir. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin direniş dışında bir yolu yoktur. Ve elbette, direniş, geliştikçe, büyüdükçe zaferi getirecektir.
Hiçbir baskı, hiçbir katliam, hiçbir silâh, umudu yok edemez, direnişi yok edemez.

Paylaşım savaşımı ve Kürt Devrimi üzerine

Ama bu arada, aynı anda, 10 yılı aşkın bir süredir, Ortadoğu da içinde, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı yürüyor. Ve bu paylaşım savaşımı, Suriye savaşı ile birlikte bir yeni evreye doğru evriliyor. Dünyanın paylaşımı savaşımında Suriye savaşı bir yeni evredir. Bu yeni evre, Ortadoğu’nun paylaşılması söz konusu olduğunda daha da belirgin hâle gelmiştir.
Ve bu paylaşım savaşımı öncesinde başlayan Kürt Devrimi, bu paylaşım savaşımı sürecinden de etkilenerek, kendi yoluna devam ediyor.
Bu üçlü süreci bir anda biraraya getiren kritik gelişme, Barzani’nin, Erdoğan’ın daveti ile, Türkiye ziyareti oldu. Barzani’nin ziyareti, bir yandan, “çobanlık” referandumu ile ilgilidir, bir yandan Kürt Devrimi’nin bugünü ile ilgilidir, bir yandan da Ortadoğu’nun paylaşılması savaşımı ile ilgilidir. Bunları biraraya getirmeden, bu ziyaretlerin derinliğini anlamak zor olur.
Kürt Devrimi’nden başlamalıyız.
Kürt Devrimi, 1980’lerden bu yana, PKK önderliğinde, bir yandan sömürgecilere karşı bir mücadele yürütürken, diğer yandan da, Kürt toplumunu dönüştürüyor. Zaten doğal olanı da budur. Her devrim, egemenleri alaşağı etme mücadelesi olduğu kadar, yeni insan yaratma mücadelesidir de. Kürt Devrimi’ni anlamak için, onunla birlikte gelişen kültür ve sanata, Kürt kadınlarındaki değişime vb. bakmak yeterli olur. Kürdistan’ın Türkiye parçasında, Kürt Devrimi, feodalitenin kalıntılarını parçalayarak gelişiyor.
Elbette, aynı zamanda, 4 parçadaki Kürt uyanışının gelişimine de tanıklık etmekteyiz. Bu da doğal olandır.
Bizim düşüncemize göre, 1992 yılında, Kürt sorunu “dar anlamda” çözülmüştür. Biz bunu o yıllarda da yazdık ve hâlen aynı görüşteyiz. “Dar anlamda” çözülmüştür ne demek? Ulusal kimlik, ulusal uyanış anlamında çözülmüştür. O tarihte de söylediğimiz gibi, artık Kürt halkının, Kürt dilinin vb. asimilasyonu mümkün değildir. Bir uyanış gerçekleşmiştir, bir bilinç ortaya çıkmıştır. Ama bu “çözüm”, 4 parçalı bir sömürge olması, dünyanın içinden geçtiği konjonktür, dünyanın yeniden paylaşımı savaşımı vb. nedenlerle, bir “ulus-devlet” şekline bürünmemiştir.
Bu tespit, sorunun, ulusal bilinçlenme anlamında çözüldüğü tespiti yapıldı mı, hemen karşımıza iki yol çıkmaktadır. Birincisi, mücadeleye katılmak zorunda kalan, Kürt orta sınıfları ve Kürt aşiretlerinin nihaî hedefi olan, nasıl olursa olsun bir Kürt ulusal devleti kurulmasına razı olmak ya da mücadeleyi daha ileri taşıyarak, sosyalist bir yönetimin, belki bölge devriminin de bileşeni olacak bir sosyalizmin gelişimine yönelmek.
O tarihlerden bugüne, bu iki yönelimi de görüyoruz. Barzani yönetimi, uluslararası sermayeye bağlı, bölgede süren paylaşım savaşının bir aracı olmayı da kabul ederek, Kürtlerin kendi egemenliği altında, yeni tarzda bir sömürge olmasını istiyor. Onların ufku budur. Hem aşiret ufku ile, hem burjuva perspektifle, hem de uluslararası sermayenin istekleri ile uyumludur.
İkinci çizgi, devrim çizgisidir. Ne olursa olsun bir “ulus-devlet”e razı olmak değil, özgür ve sosyalist bir Kürdistan hayal eden çizgidir.
IŞİD’in saldırılarını hatırlayalım. IŞİD, Şengal’e saldırırken, Barzani-Türkiye-ABD yönetimleri, oradaki Kürtlere, Ezidilere, tüm halklara, özetle “bize biat edin sizi kurtaralım” demeye getiriyorlardı. Barzani yönetimi, katliamların ilk günlerinde elini bile kıpırdatmadı. Ne zaman ki PKK hareket etmeye başladı, müdahaleye başladı, ondan sonra, geri kalmamak için Barzani güçleri de isteksizce devreye girdi.
Bugün, Barzani yönetimi, kendi bölgesinde, Kürdistan’ın Irak parçasında, yasadışı bir tarzda yönetimini sürdürmektedir. Görev süresi bittiği hâlde, orada durmaktadır ve demokratik seçimlerin yapılmasını engellemektedir. Bu konuda, TC den, Almanya’dan, İsrail’den, ABD’den, Fransa’dan, İngiltere’den yardımlar almaktadır. Durum, Barzani için hiç de iç açıcı değildir. Erdoğan, Barzani’yi çok iyi anlamaktadır. Çünkü 7 Haziran’dan sonra kendisi ne yaptı ise, Barzani de onu yapmaktadır. PKK ve diğer Kürt grupların, Kürtler arasında çatışmayı önleme politikası, Barzani’yi artık çok rahatsız etmektedir. Barzani, TC devleti ile birlikte, Erdoğan’ın “çobanlık” macerasına uygun olacak tarzda, Şengal bölgesine, Kandil bölgesine saldırı hazırlığındadır.
Kürt hareketi içinde bu iki çizgi nettir. Elbette bu iki çizginin arasında birçok oluşum vardır. Ama eninde sonunda bu iki çizgi kalıcıdır. Bunlardan biri, Kürdistan’ı yeni tarzda, yeniden bir sömürge olarak örgütleme hevesindedir. Bunun yolu, emperyalizm ile, bölgedeki güçler ile işbirliği yapmalarıdır. Bu yol, Barzani yoludur. Paylaşım savaşımına son derece bağlı ve Kürt halkını yeniden köle yapma yoludur. İkinci yol, zor ve uzun bir yol olsa da, özgürleşme ve sosyalizm yoludur. Kürt işçilerinin, emekçilerinin, köylülerinin kurtuluş yoludur.
Son yıllarda ise, FETÖ ve AK Parti işbirliği ile, devlete bağlı, İslamcı bir kontra örgütlenme, özellikle Türkiye Kürdistanı’nda yeniden kotarılmak istenmektedir. Bunun öncesi olduğu için, “yeniden” diyoruz. SADAT AŞ’nin ana faaliyet alanı, bu doğrultuda Kürt şehirleri olmuştur. Saray, Kürt halkında derinliği olan tarikatları kullanarak, tüm ticareti eline almaya çalışmakta, buna uygun da bir yarı mafya, yarı kontra çeteler organize etmektedir. Ama eninde sonunda bu gerici yapılanma, Kürt toplumu içinde Barzani yolunun bir versiyonu olur.
ABD-İngiltere-İsrail-Türkiye-Katar-Suudi Arabistan, elbette başka güçleri de yanına alarak, tüm Suriye ve Irak sahasını IŞİD’in at oynatma sahası hâline getirdiler. Ama beklemedikleri iki şey oldu; ilki, Suriye rejiminin Rusya’nın desteği ile direnmesi. Rusya ve Çin’in, Libya’da olduğu gibi seyirci olmayı sürdürmemesi. İkincisi ise, Rojava bölgesinde, Kobanê’de Kürtlerin geliştirdiği direniş. Suriye Kürtlerinin geliştirdiği mücadele, IŞİD’i kendi bölgelerinden temizlenmelerinin ardından, ABD gibi güçlerin de dikkatini çekti. Ama aynı ABD’nin, başlangıçta Barzani denetiminde bir bölge arzu ettiğini unutmamak gerekir.
Elbette, Kürt Devrimi, kendi çizgisini, dünya devriminin bir parçası, bölgede özgürleşme ve ortakçı toplum, sosyalizm mücadelesinin bir kaldıracı olma çizgisini sürdürdüğü sürece, emperyalist güçlerin ve onların bölgedeki tetikçilerinin planlarını bozabilir. Ve elbette bu çizgi sürdüğü sürece, çok çeşitli saldırılara da maruz kalmaktadır, kalacaktır.
Halep’in IŞİD ve benzeri çetelerden kurtarılması, Suriye savaşının bir yeni aşamasıdır. Halep sonrasında, El Nusra, Türkiye’nin kendilerini sattığını iddia etmiş, öyle anlaşılıyor ki, Erdoğan ve çeteleri tarafından zar zor ikna edilmişlerdir.
Erdoğan yönetiminde TC devleti, bir yandan içeride “çobanlık” sistemine destek olacak tarzda bir Suriye işgali politikasını sürdürüyor, yazboz tahtasına dönen, iflas etmiş olan dış politikalarını “zafer” olarak göstermeye çalışıyor, diğer yandan ise, ABD’ye, kendilerine ihtiyacı olduğunu, iş görebileceklerini vb. göstermeye çalışıyor. Erdoğan yönetiminde TC devletinin IŞİD diye bir sorunu yoktur, Suriye’nin dağılması için mücadele eden TC devleti, şimdi Kürtlerin imhasına gözünü dikmiştir. TC devleti, Kürt varlığını en büyük tehdit olarak gören bir politika etrafında, eski ve yeni Ergenekon kadrolarını biraraya getirmektedir. Eski Ergenekon kadroları, “önce Kürtleri hâlledelim, sonra laikliğe bakarız” derken, Erdoğan, önce “Kürtleri hâlledelim sonra Ergenekon kadrolarını hâlletmek kolay” demektedir. Bahçeli’nin, Erdoğan mı, Perinçek mi, sorusunun arkasında, Ergenekon kadrolarının Erdoğan’ı teslim aldığı düşüncesi vardır. Perinçek, Erdoğan’ı desteklemek, Perinçek’i desteklemektir, derken, bu gerçeği ifade etmektedir.
Demek oluyor ki, Suriye işgali politikası, ülkenin iç politikasının önemli bir parçası hâline gelmiştir. Bu da Pakistanlaşma denilen sürecin kendisidir.
Sincar ve Kandil’e operasyon planları, bu gerçeğin bir başka düzeyde ifadesidir.
Ve elbette Barzani’nin daveti de. Barzani’nin daveti, Kürt adını duyunca deliye dönen TC yöneticilerinin, aslında hangi Kürt’ten nefret ettiklerinin de kanıtıdır. Barzani ailesi, Erdoğan ailesi ile ortak işler yapmaktadır. Ama iş daha derindedir. Barzani ile Erdoğan’ın kader birliktelikleri, her ikisinin de ülkedeki yasaları çiğneyerek iktidarda kalmaları da değildir. Erdoğan ve Barzani kardeşliği, her ikisinin battığı yolsuzluklar nedeni gelişmiş olsa da, esas dayanak bu değildir. Esas mesele, Kerkük petrolleridir.
Bu petroller, Türk egemen sınıflarının iştahını kabartmaktadır. ABD bunlara izin verdiği için. Yoksa, ülke sınırları içindeki petrolleri de hedefleyebilirlerdi. Ama şimdi saha hareketlidir ve TC devleti, Barzani kartını sahaya sürmektedir.
Erdoğan, bu hamle ile, kendi imparatorluğu için de hamleler yapmaktadır.
Erdoğan, hem Barzani ile, PKK’ye karşı operasyon hazırlıkları yapmaktadır. Bu yolla Kürt Devrimi’ne darbe indirme peşindedir. Ama öte yandan, kana buladığı, yerle bir ettiği Kürt şehirlerinde yaşayan Kürtlere, gelin bana destek verin, ben size bir gelecek sunabilirim, demeye çalışıyor.
Bu vesile ile bir halk, değil ki Kürt halkı, herhangi bir halk, başka bir gücün kendisine sunacağı “geleceğe” bel bağlarsa, çok ama çok ağlar. Dünya tarihi bunun örnekleri ile doludur. Ne ABD, ne Türkiye, bugüne kadar hiçbir halka bir dirhem özgürlük sunmamıştır.

Saray’ın halk korkusu

Hepsinin halk korkusu vardır. Her burjuva iktidarın halk korkusu vardır. Bu nedenle, en çok “koyun” cinsinden olan “insan”ı severler. Düşünen, soran, hesap soran insanı sevmezler. İtiraz eden, kendine güveni olan kişiyi sevmezler. Değerleri olan, her şeyi üç kuruşa satmayacak olanı sevmezler. Onuru olanı sevmezler. Kapitalist devletlerin hepsinde bu böyledir. Hep boyun eğeni severler, hep kula kulluk edeni severler. Bunun dışında, insandan korkarlar, halktan korkarlar.
Ama bazılarındaki halk korkusu daha büyüktür. “Ayak takımı”, “hepsini vurun”, “çapulcular” gibi sözler, bu korkunun ürünüdür.
Sadece, ayaklarının arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden koruma korkusu değildir bu.
Bu seferki, Erdoğan’daki daha şiddetlidir.
Erdoğan, ömür boyu yargılanmaktan kurtulmak istiyor.
Erdoğan, ömür boyu Saray’ında oturmak istiyor.
Gelin görün ki, aslolan öbür hayat, yani ahirettir, ama, o, bu dünyadan yargılanmadan göçmek istiyor.
Erdoğan, kendi yakınlarına da zırh vermek istiyor. Onların da yedi neslini güvene almak istiyor.
Peki, kim onların yedi nesli için korku kaynağıdır? Kim, Erdoğan’a sonsuz iktidar şansını vermeyecek?
İşte bu yanıt önemlidir. Erdoğan, ABD projesidir ve her zaman efendilerinin emrinde olarak yaşamaya uygundur. Bugüne kadar öyle yapmıştır. Efendilerine sadakati tamdır. Onun için, efendileri ile, bir yolunu bulur ve barış içinde iktidarını sürdürür.
Ama Erdoğan, “çapulculardan”, “ayak takımından” korkuyor.
Zira, anti-komünizm zehiri ile yetiştirilmiştir. Halkı, bu ülkeyi bir dirhem sevmez. Sevdiği, efendileridir ve ideolojisi anti-komünizmdir. İslam dini, anti-komünizme hizmet ediyorsa uygundur, değilse, onun da canı cehenneme. Erdoğan’ın ideolojisi budur. Gerisi, paradır, kasalarını doldurmak, dünyanın ücra köşelerinde adalarda para saklamak vb.dir.
Ama eğer, işçiler, eğer emekçiler, bir gün olur da, “koyun” olmaktan vazgeçerlerse, halk, bir gün olup da “kulluk” etmekten vazgeçerse, Erdoğan için, cehennemden dahi kötü günler başlayacaktır. Bu durumda, “Kabataş yalanları”, cami yalanları da işe yaramayacaktır. Ayakkabı kutularındaki paraların sırları gün ışığına çıkacaktır.
İşte Erdoğan’ı saran korku budur.
Şimdi, TC devleti, Saray, kolluk kuvvetleri, savcıları, hakimleri, basını, ordusu, din adamları vb. ile, referandumdan “Hayır” çıkmaması için seferber olmuşlardır.
Hayır diyeni tutukluyorlar.
Hayır afişi yapanı gözaltına alıyorlar.
HDP milletvekilleri hapistedir.
Gazetecileri, “hayır” diyecek diye işlerinden atıyorlar.
Hayır propagandası yapanları fişlediklerini ilan ederek, korku yaymaya çalışıyorlar.
Ortada bir referandum var ve HAYIR demek yasak havasındalar.
Oysa Erdoğan, yüksek seçim kuruluna bir emir verir, “içinde hayır kelimesi geçen tüm oy pusulaları yasaktır, geçersizdir” ve iş biter. Böylece, sandıktan iki tür oy çıkar, içinde evet olanlar ve içinde hayır olduğu için geçersiz hatta suç olanlar. Hayırlar iptal edilir ve kalan oylarla, referandum sonucu ilan edilir. Erdoğan “ben yaptım oldu” der. Araştırma şirketleri yanılmış olur ve %100 ile, Kenan Evren Anayasası’nı geçen bir anayasa oylaması hayata geçirilmiş olur. Burhan Kuzu sevinçten havaya sıçrar.
Ama yine de bunlar Erdoğan’ın korkularına çare olur mu? Kuzu havaya sıçrarken, belini incitmez mi? Erdoğan, doktorların çare bulamadığı bu halk korkusu nedeni ile cinci hocalara görünürse, acaba derdine bir çare bulunabilir mi?
Halk korkusunun çaresi yoktur.
Hayır diyeni tutuklayın.
Hayır afişi asanı gözaltına alın.
HDP milletvekillerini tutuklayın.
TV kanallarını hayır diyene kapatın.
Hayırlı akşamlar, hayırlı günler vb. hepsini yasaklayın.
Kısacası bugün zaten yaptıklarınızı yapın. Yine de korkularınız sona ermeyecek. Size garanti veriyoruz ki, korkularınız artarak sürecek.
Bu korku, ülkesini, halkını, vatanını satanların korkusudur. Hiçbir korkuya benzemez.
Ve bu ülkenin işçi ve emekçileri, her adımda, her süreçte, her gün, bir adım daha örgütlenecek, bir adım daha iktidara yaklaşacaktır. İşçi ve emekçiler, ağır ağır da olsa devrimcileşecektir. Ve sizi bu korkulardan biz kurtaracağız, korkularınızı gerçekleştireceğiz.
Referandum gününe iki hafta kaldı. Bugüne kadar, Saray ve devletin kampanyalarında gördük ki, çok ama çok korkuyorlarmış. Bizim düşündüğümüzden de çok korkuyorlarmış. Kampanyaları bunun ispatıdır.
Derler ki, korkunun ecele faydası yoktur.
Bu nedenle, Erdoğan’a önerimiz, bizzat kendisinin de HAYIR oyu kullanmasıdır.

İşçi sınıfının sermaye saldırılarına karşı direnişi sürüyor!

‘Darbe Girişimi’nin ardından devletin yeniden dizayn edilmesi hedefiyle oluşturulan “Milli Mutabakat” işçi sınıfına karşı da kurulmuş durumda.
Raftan indirilmeyi bekleyen kıdem tazminatı, emekçilere devlet zoru ile özel sigorta şirketlerine para aktarmayı dayatan ‘Bireysel Emeklilik Sigortası’ (BES), İşsizlik fonunun talan edilmesi, işyerlerindeki kölece çalışma koşulları, sendikal örgütlenmeye tahammülsüzlük, işten atmalar, madenlerin özelleştirilmesi, patronlara vergi muafiyeti ve her yolla teşvik sağlama imkanı…
Bir avuç azınlığa, vurguncu-yağmacı-rantçıya cennet, milyonlarca emekçiye cehennem!..
Tüm kuşatmaya rağmen, egemen olan devlet sendikacılığına rağmen işçi sınıfı mücadeleyi yükseltmeye devam ediyor.

Tedi işçilerine saldırıya sınıf dayanışmasıyla yanıt

DİSK’e bağlı Limter-İş’e sendikasında örgütlenmelerinin ardından işten atılan Tedi Depo işçileri, 25 Ağustos’ta özel güvenlik görevlilerinin saldırısına uğramalarını protesto etti. Eylemde açıklama yapan Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Kanber Saygılı, baskılar karşısında sinmeyeceklerini belirterek, emekten yana herkesi işçi sınıfının yanında olmaya çağırdı.
Direniş çadırı önünde bir araya gelen işçilerin eylemine, DERİTEKS, İnşaat-İş, BATİS sendikası, tersane işçileri, HDP İstanbul Milletvekili Filiz Kerestecioğlu, ESP, EMEP, EHP, CHP, DİP, SODAP, Alınteri, UİDDER, Mücadele Birliği ve yöre derneklerinin temsilcileri destek verdi.
‘Polis Tedi patronunu koruyor’
Açıklama yapan Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Kanber Saygılı, direniş sürecine ilişkin bilgi verdi. İşçilerin sürekli tehditlere maruz kaldığını kaydeden Saygılı, OHAL’i fırsat bilen Tedi patronunun 32 işçiyi işten çıkardığını hatırlattı. Yine OHAL gerekçesiyle çadırlarının depo dışına çıkarıldığını kaydeden Saygılı, yasaları korumakla yükümlü olan polisin, Tedi patronunu koruduğunu işçilere saldırdığını söyledi.
Depoya getirilen kaçak işçilere kendi durumlarını izah etmek isterlerken dün özel güvenlik görevlilerinin saldırısına maruz kaldıklarını kaydeden Saygılı, özel güveliğin değil işçilerin gözaltına alındığını ifade etti. Karakol polisinin gözaltındaki işçilere “Sendikalı olmayın, bırakın bu işleri, çevik kuvvet olun” dediğini aktaran Saygılı, yasaları temsil ettiğini söyleyenlerin ne hakla işçileri mücadelesinden koparmaya çalıştığını sordu.
‘İşçilere saldırılar artacak, birleşmeliyiz’
Polisin patronla işbirliği yüzünden bu zamana kadar masaya oturamadıklarını vurgulayan Saygılı, “Ama oturacaktır. Önümüzdeki günlerde işçilere, demokratik kurumlara saldırılar artacak. Sadece TEDİ işçileri olarak bu saldırılara direniriz ama püskürtemeyiz. Birleşerek bunu başarabiliriz” dedi. Saygılı, emekten yana olan herkesi işçi sınıfının yanında olmaya çağırdı.
‘Bu ülkede bir savaş varsa işçiye, emekçiye karşı da savaş var’
Eylemde söz alan HDP İstanbul Milletvekili Filiz Keresticioğlu yaşanan saldırıları kınayarak AKP hükümetinin Meclis’e getirdiği yasalarla işçi ve emekçi haklarını gasp etmeye devam ettiğine dikkat çekti. Kerestecioğlu, “Getirilen torba yasa ile iş sağlığı ve iş güvenliği konusunda işçilerden yana maddeler ertelenerek patronlar korundu. Bu ülkede bir savaş varsa işçiye, emekçiye karşı da bir savaş var” dedi. Kerestecioğlu, Tedi işçilerinin sorunlarını Meclis gündemine taşıyacaklarını belirtti.
‘Binaları biz yaptık, başlarına yıkmasını da biliriz’
Son olarak söz alan İnşaat-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Adnan Akyol, “Tedi patronunun içinde bulunduğu binaları bizler yaptık. O binaları başlarına yıkmasını da biliriz” dedi. Akyol, Tedi işçilerinin direnişini selamladı, yan yana olacaklarını söyledi.
(Kaynak: ETHA / İşçi Gazetesi / 27 Ağustos 2016)

Metro Grossmarket’lerde Grev Kararı Asıldı

DİSK’e bağlı Sosyal-İş sendikası ile Metro Grossmarket şirketi arasında süren 6’ncı dönem toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine girilen grev sürecinde, 25 Ağustos’ta grev kararı asıldı. Grev kararı, işçilerin katıldığı eylemlerle ülke genelindeki 35 mağazanın panolarına asılarak duyuruldu.

Metro işvereninin 2015 yılı sözleşmesini esas alarak, 2016 yılı ocak ayından geçerli yüzde 30 asgari ücret farkını da yok sayarak yıllık 4 ikramiye hakkını ücretlere giydirme-gasp etme dayatması işçiler ve sendika tarafından reddedildi.
Görüşmelerin bu noktada kilitlenmesi üzerine sendika grev kararı aldı. Grev kararı, Metro yöneticilerinin yer yer işçileri engellemelerine rağmen ülke genelindeki 35 mağazada düzenlenen eylemlerle panolara asılarak ilan edildi.
Grev tüm mağazalarda sendika üyesi 3500 dolayında Metro işçisini kapsıyor.
Sendikadan dayanışma çağrısı
Grev ilanıyla birlikte açıklama yapan Sosyal-İş sendikası, kazanılmış hakları geriye götüren işveren dayatmasının kabul edilemeyeceği belirtti.
İşyerlerindeki çalışma barışı ve huzurunun sürdürülebilmesi için Metro işverenini kazanılmış haklara saygı göstermeye davet eden Sosyal-İş Sendikası, “Haklarımızı geriye götürmeyecek teklifleri her an müzakere etmeye hazır olduğumuzu hatırlatıyoruz. Başta Konfederasyonumuz DİSK ve DİSK’e bağlı sendikalar olmak üzere tüm emek ve meslek örgütlerini, emekten yana tüm güçleri önümüzdeki dönemde Metro işçileriyle dayanışma içinde olmaya çağırıyoruz” dedi.
Şirketten işçilere grevden caydırma rüşveti
Öte yandan işçilerin verdiği bilgiye göre Metro mağaza yöneticilerinin grev kararının ardından işçilere “greve çıkmıyorum” talepli imza toplamaya başladığı öğrenildi. Sendikayla anlaşmaya varılan ücrete dair maddeleri kendince revize edip işçileri grevden caydırma rüşvetine dönüştüren Metro şirketi zam oranını yüzde 7’den yüzde 10’a çıkarmayı, seyyanen 1000 TL vermeyi imza karşılığında taahhüt ediyor.
Önümüzdeki günlerde uygulamaya konacak
Grev kararı ardından bir basın açıklaması yapan Sosyal İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Nail Kalkandeler, greve noktasına varan toplu sözleşme süreci hakkında bilgilendirme yaparak şu görüşleri paylaştı:
“İşveren ‘yılda 4 ikramiye’ hakkımızı 2015 yılı ücretine giydirmeyi teklif etmektedir. Toplu iş sözleşmesinin temel amacı işçilerin hak ve ücretlerini korumak ve iyileştirmektir. Anlaşma sağlanması üzerine yasal süreç gereği 22 Ağustos 2016 tarihinde grev kararı alınıp karar işverene tebliğ edilmiştir.”
Anlaşma sağlanamaması durumunda yakın zamanda greve çıkılacağını ifade eden Kalkandeler, sendikanın toplu iş sözleşmesi sürecini masa başında sonuçlandırmak istediğini ve Metro işvereninin teklifini gözden geçirmesini istedi.
(İşçi Gazetesi / 25 Ağustos 2016)

Madenciler kararlı: “Zonguldak bizim, kimseye vermeyiz!”

Zonguldak maden işçileri 14 Temmuz günü yaptıkları görkemli yürüyüşle özelleştirmeye tepkilerini bir kez daha dile getirdi ve hükümeti uyardı: “Devlet, hükümet geri adım atmadıkça biz eylem yapmaya devam edeceğiz. Zonguldak bizim, kimseye vermeyiz.”

Özelleştirmenin TTK’nin ölmesi anlamına geldiğini belirten işçiler kararlılıklarını dile getirdi: “TTK ölürse biz de ölmeye hazırız. Yerin 700 metre altına kadar kotumuz var. Gerekirse gireriz, ölümüz çıkar.”
Üyesi oldukları Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) Genel Merkez binası önünde toplanan işçiler, “Soma’yı, Ermenek’i unutmadık özelde öleceğimize meydanlarda ölürüz” yazılı pankartla Madenci Anıtı’na yürüyüşe geçti. İşçi ve memur sendikalarının yönetici ve üyeleri, meslek odaları, belediye başkanları ve siyasi parti temsilcileri madencilerin yanında yer alırken, Zonguldaklılar da madencileri anıtın önünde karşıladı.
“İş ekmek yoksa barış da yok”, “İşçiyi satanı biz de satarız”, “Madenci feneri sönmeyecek”, “Madenci burada vekiller nerede?”, “Susma sustukça sıra sana gelecek”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam”, “Ölmek var dönmek yok”, sloganlarıyla Madenci Anıtı’na yürüyen binlerce işçi Zonguldak halkını madenlere sahip çıkma mücadelesine katılmaya çağırdı.
Eylemde konuşan GMİS Genel Başkanı Ahmet Demirci, TTK’nin 5 binin üzerinde işçi açığı olduğunu ve bu açığın kapatılmaması nedeniyle kurumun bilerek zarara sürüklendiğini söyledi. Açığın kapatılmasını ve üretimin artırılmasını istedi. TTK’nin bu durumundan ve özelleştirilmesinden sadece yabancı şirketlerin ve ithal kömürü Türkiye’ye getirenlerin kazandığını ifade eden Demirci, “Diğer yandan özelleştirmeden sadece Zonguldak değil tüm Türkiye zarar görüyor” dedi. Tekellerin kârı için halkın ve işçilerin açlığa, işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilmek istendiğini sözlerine eklendi.
(Kaynak: Evrensel / İşçi Gazetesi -15 Temmuz 2016)

 

 

Alternatif bir dünya mümkün -II- Eğitim sistemi -II-

Konuyu, mevcut sistemin “eleştirisi” üzerine kurmak yerine, nasıl bir dünya mümkündür yaklaşımı ile ele almak, daha kalıcı bir sonuç ortaya çıkarır kanısındayız. Elbette bu arada sistemin eleştirisi de yapılacaktır, yapılmalıdır.
Sağlık sistemini tartışırken, bir sağlık emekçisinin (doktor, hemşire vb.) bu konuda gireceği detaylar, mutlaka yol açıcı olacaktır. Bunun gibi, bir eğitimcinin söyleyeceklerinin de farklı katkıları olacağı açık. Hatta, eğitim söz konusu olunca, mesela bir sanat eğitimcisinin, yani eğitimin özel bir alanındaki eğitimcinin katkıları da önemlidir.
Eğitim meselesini tartışırken, hemen hatırlatmak isteriz ki, bu konuda pek çok tartışma var. Sibel Özbudun ve Temel Demirer’in Kaldıraç Yayınevi’nden çıkan kitabı “Kuşatmayı Yarmak: ‘Eğitim, Bilim ve Aydınlar’ “ çalışması, birçok veriyi, durum tespitini ve elbette ki öneriyi içeriyor. Yine, yine bizim yayınlarımız arasında “Özgür Bilimsel Eğitim” broşürümüz var. Bunların dışında da birçok kaynak mevcut.
Biz ise, tartışmayı, daha detayda ve bugünden kopmadan ama daha çok geleceği tartışarak ele almak istiyoruz. Bir anlamda nasıl bir sosyalizm tartışması içinde.
Bugünlerde, mesela Rojava’da bir üniversite kurma çalışmaları var ve yetişirse, 2016-17 döneminde eğitime başlayacak. Diyelim ki, biz, hep birlikte bu üniversitenin ya da eğitimin herhangi bir aşamasının nasıl organize edilmesi gerektiğini tartışır gibi bir çalışma yapmalıyız.
Elbette, tüm bu tartışmalar dünyada yeni değil, olması da mümkün değil. Önümüzdeki yıl, Ekim Devrimi 100. yılını kutlayacak ve bugün SSCB’nin var olmamış olması, bu deneyimin yok olduğu anlamına hiç gelmez.
Tam da bu nedenle, Fikret Başkaya’nın Yordam Kitap’tan çıkan “Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto” isimli çalışması yazılmıyor mu? Düşünün bir kere, eğer yeniden ve yeniden nasıl bir dünya düşlediğimiz ele alınmaz olursa, bunca mücadelenin sonuçlarına haksızlık yapılmış olmaz mı?
İşte tüm bunları bilerek, başarabiliyorsak tümünden yararlanarak, alternatif bir dünya mümkün tartışmasına katkı verecek herkesi tekrar davet ediyoruz.
Biz, eğitim sisteminde okul öncesi eğitimle ya da yaygın adı ile “anaokulu” ile başlamıştık. Biliyoruz ki, “çocuk büyütüyorum”, çok da yerinde bir söz değil. Tıpkı mesleğiniz nedir sorusunu birçok kadının, “ev hanımı” diye yanıt vermesi gibidir. “Ev hanımlığı” mesleği, bizim dünyamıza ait bir meslek olmayacaktır. Eğer gelecekten bugüne bakabilirsek, bu “ev hanımlığı” mesleğinin hiç de masum bir isimlendirme olmadığını görebiliriz.
“Çocuk büyütüyorum” da pek masum değildir.
Ailenin, tıpkı bir eşya gibi çocuğu mülk edinmesi, kapitalist sistemin daha doğrusu binlerce yıllık özel mülkiyet dünyasının bize öğrettiği şeydir. Bu mülkiyet ilişkileri, çocuğa, insanlaşma sürecindeki bir kişi olarak bakmaz. Nasıl baksın ki, bizzat yetişkinin kendisi, öğretmeni ya da anne-babası, kendisi insan olmaktan her gün çıkmakta, öyle bir hayat sürmektedir.
Bugün ülkemizde çocuğun eski deyimi ile kreşe, yeni adı ile anaokuluna verilmesinin iki nedeni var. Bu iki neden de daha çok iki ayrı sosyal sınıf-tabakaya aittir. Birincisi, çalışmak zorunluluğu nedeni ile, çocuğa bakacak kimsenin olmaması. Bu açıdan, bu okul öncesi eğitim meselesi, aynı zamanda sendikal mücadelenin alanlarından biridir. Kreş zaten böyle ortaya çıkmıştır. İşçiler mücadele ile, çocuklarının bakımı için kreşler kurulmasını sağlamıştır. Ama elbette kapitalizm koşullarında, bu kreşlerde nasıl bir eğitim verileceği, nasıl bir “bakım” yapılacağı meselesi, bizim ülkemizde sendikaların gündemi hâline gelememiştir. Zaten bugün sendikalar bu sosyal hakların tümünü kaybetmiş, kendileri de devlet-patron-mafya üçgeninde işçi sendikası olmaktan çıkmış ya da çıkmaktadır.
Bugün bu aileler, çocuklarını, mahallerinde var olan bir “anaokuluna” vermektedir. Beklentileri esas olarak çocuğa bakılması iken, artık bunun üzerine bir eğitim de verilmesi beklenir veya istenir hâle gelmiştir. Birçok kapitalist, bu alandaki kârlılığı görerek bu alanda yatırımlar yapmış ve bilmem ne kolejinin anaokulu reklâmı ile, ücretleri biraz daha da artırarak, “sadece bakmıyoruz, eğitim de veriyoruz” imajını devreye sokmuştur.
Bu yolla aslında işçi ailelerinin okul öncesi eğitimi tamamen rafa kalkmıştır. Başlangıçta işçi aileleri için var olan kreşler, artık ücretleri nedeni ile işçilerin çocuklarını gönderemeyecekleri yerlere dönüşmüştür. Bu nedenle, anaokulları çok farklı statülerde, çok farklı tarzlarda vardır. Orta sınıfların çocuklarının daha yaygın olarak gittiği anaokulları esas kalabalık kitleyi oluşturmaktadır.
Elbette, bir de burjuva sınıfa dahil ailelerin çocukları var ki, onların okul öncesi eğitimden beklentileri tümü ile eğitimdir, bakım değildir. Bu nedenle de, fiyatları yolu ile diğer anaokullarından ayrılan okullar oluşmuştur. Bu okulların yüksek ücretlerini sıradan bir ailenin karşılaması mümkün değildir. Bu da ayrıcalıklı bir ortam oluşmasına olanak vermektedir. Fiyat her zaman ürünün satın alıcısını ayırmaya olanak sağlar. Bir meta olarak anaokulu eğitimi için de bu gereklidir.
Çocuğun, tüm eğitimi, onun çağdaşlarından, onunla aynı yaşta olanlardan ayrılması üzerine kuruludur. Üniversiteye girmek, dil bilmek, bilgisyar bilmek vb. gibi donanımlar, onu diğerlerinden daha “şanslı” kılmaktadır. Bu nedenle, elenenler arasında kalmamaktadır. Elenmemek ve sonunda kapitalist iş dünyasının talep ettiği donanımlara sahip olmak, başarı olarak konulmaktadır.
İş böyle olunca, çocuklar daha anaokulunda yabancı dil öğrenmeye başlamaktadır.
Oysa anaokulu meselesinin en önemli ayaklarından biri, çocuğun anadilde eğitimidir. Yani anadilde eğitim anaokullarında başlar.
İngiltere’de bir fabrikada çalışan 10 Türkiyeli işçinin çocuklarının başına bir İngilizce’den başka dil bilmeyen birisinin eğitmen olarak konulması ne gibi sonuçlar doğurur?
Okul öncesi eğitimde, çocuğa başka bir dil öğrenmesi üzerine kurulu bir eğitimin “ayrıcalıklı” eğitim olması, aslında acınacak bir durumdur. Burjuvazinin görmemişi de böyle oluyor işte.
Aslında sosyalizm deneyimi, hemen hemen her ülkede okul öncesi eğitimi çözmüştür ya da büyük ölçüde çözmüştür. Yani, nasıl yapmalı meselesi büyük ölçüde sır değildir.
Her mahallede kreş-anaokulu kurulmuş, burada çocukların eğitimi ve bakımı birlikte sağlanmıştır. Çocuk bakımının, yemesi içmesi gibi alanlarla sınırlandırılması, aslında açlar dünyasına, kapitalist dünyaya özgüdür. Okul öncesi eğitimde, çocuğun sosyalleşmesi ana meseledir. Anlaması, kendini ve arkadaşlarını tanıması, kavraması, karar vermesi, kendini ifade etmesi, vücudunu kullanması vb. öndedir.
Sosyalist ülkelerin deneyimleri göstermektedir ki, çocukların okul öncesi eğitiminin çözülmesi, gerçekte onların toplumsallaşmasının sağlanması demektir. Bu toplumsallaşma, aynı zamanda anne-babanın çocuğunu mülkiyetinde görmesini de aşan, yani onları da yeniden toplumsallaştıran bir süreçtir.
Savaşın, açlığın, gelecek korkusunun olmadığı bir dünyada, elbette çocuğun aileye bağımlılığı süreci de anlam değiştirecektir.
Kuşku yok ki burada çocuk pek çok şey öğrenecektir. Ama önemli olan çocuğun hangi bilgilerden ne kadar öğrendiği değil, gelişimidir. Daha büyük çocukların daha küçük çocuklara belli işlerde liderlik ettiği uygulamalar, aslında çocuğun her yönlü gelişimi açısından olumlu sonuçları ile bilinen uygulamalardır. Belli bir yaşın üzerindeki her çocuğun bu eğitimden, eşit ve ücretsiz olarak geçmesi gerekir.
Dünya, sosyalizm deneyimi ile tanıştı, epey bir birikim elimizdedir. Henüz, sınıfsız ve sınırsız, sömürüsüz ve savaşsız bir toplum inşa etmeyi başarmış değiliz. Aslında biz, öylesi bir dünyada, çok daha başarılı sonuçlar elde etme olanağına sahip olacağız.
Buradan ilkokul ile başlayan eğitim sürecine bakabiliriz.
İlk olarak, elbette, herkese, ücretsiz, eşit eğitim olanağı sağlanmalıdır, sağlanacaktır. Bu, sanıldığı gibi zor bir olay da değildir. Sarayın masrafları ile tümü karşılanabilirdir. Zarrab’ın götürdükleri ile neler yapılabilir?
Eşit, ücretsiz eğitim denildi mi, içinde, anadilde eğitimi de içerir. Anadilde eğitim olmadan, “eşit” bölümü olmuş olmaz.
Anadilde eğitim, bizim ülkemizde bir atla deve, imkânsız, olanaksız, zor bir olay olarak tartışılmaktadır. Aslında devletin resmî politikasının karşı çıktığı anadilde eğitim, gerçekte “temizce” tartışılmamaktadır. Samimi insanların elinde anadilde eğitim, son derece basit çözümü olan bir olaydır. Dünyada da bugün örnekleri vardır. Sorunu çözmeye niyeti olmayanlar için, her sorun çözümü imkânsız bir sorundur. Bugün birçok kapitalist ülkede bile, bazan tek bir çocuk için bile, anadilde eğitim için olanaklar sağlanabilmektedir.
Anadilde eğitim, mesela bizim ülkemizde, sadece Kürtler için geçerli de değildir. Elbette Laz için de, Ermeni için de, Rum için de, Boşnak için de vb. geçerlidir.
Eşit ve ücretsiz, bedava eğitim olanağı temeldir.
Üstelik, bu eğitim, bugünkü devlet okullarında olduğu gibi, “kalitesi düşük” bir eğitim anlamına hiç gelmez.
Sadece dershanelere akıtılan para, eğitim için harcansa, bizim bu berbat eğitim sistemimiz bile epeyce yol alabilirdi.
Eğitim, nitelik olarak, bilimsel olmalıdır.
Bu demektir ki, dine dayalı bir eğitim ve dindar nesil yetiştirme gibi bir durum olmaz. Bu demektir ki, ideolojik olarak şekillenmiş değil, bilimsel esaslara dayalı bir eğitim.
Bu demektir ki, ırkçı ve şoven bir eğitim olamaz. Bilimsel eğitim denildi mi, bunları dışlar. Bilimsel olarak hiçbir halk, diğerini gütmek için yaratılmamıştır vb.
Bu demektir ki, ders kitapları, bilimsel esaslara göre ve bilimin en son kazanımlarını da kapsayacak şekilde düzenlenmelidir.
Bu demektir ki, eğitimin metodu da bilimsel olacak. Ezbere dayanan bir eğitim metodu, çağdışı eğitim metodu olmayacak.
Özgürlük, insanın insanlaşma sürecinin en iyi ölçütlerinden biridir. Eğitim, insan özgürlüğünü geliştirici, yol açıcı karakterde olacak.
Öğrencinin emeğinin de içinde olduğu bir eğitim süreci devrede olacak. Hangi yolla ve nasıl, belki bunu bugünden söylemek zor ama, kesinlikle öğrencinin pasif bir “eğitilen” olmaktan çıktığı bir eğitim sistemi devrede olacak. Bu, aynı zamanda, üretim süreçlerinden kopukluğu da yenmek demektir.
İlkokul, öğrencinin temel bilgileri edineceği bir süreç de olacağından, ne kadar zaman olması gerektiği elbette o çağa göre değişebilecektir. Bu nedenle 12 yıl mı olmalıdır, 13 yıl mı olmalıdır tartışması, anlamsız olur.
Kuşku yok ki, işin meslek meselesini de tartışmak anlamsızdır. Zira o çağda, meslek meselesi de değişikliklere uğramış olacaktır. Pazarlama veya marketing veya işletmecilik gibi meslekler olmayacağını düşünmek mümkün. Muhasebe işinin karakterinin baştan aşağıya değişeceği de. Herhâlde emlakçılık diye bir iş olmayacaktır. Ve bunlar teknik gelişime bağlı şeyler değil, daha çok, kapitalist toplumun kâr amacı ve meta ufkunun aşılması ile ilgili şeylerdir. Bir de teknik olarak yaşanacak değişimler söz konusu olacaktır.
Bu nedenle meslekî eğitim üzerine tartışmak da anlamsızdır ya da yukarıda söylediklerimiz de bu alanda geçerlidir.
Üniversite eğitiminin üzerinde durmamıza gerek var.

devam edecek… q

Başka bir dünya mümkün! Örgütleyecek güç sensin

Etkinliğin yapıldığı salon “Dünyayı Değiştirecek Güç İşçi Sınıfıdır! Elinde Kaldıraç Nirengi Noktası Marksizm”, “Ekim Devrimi’ne Selam Olsun! Buz Kırıldı Yol Açıldı” ve Che’nin “Peşinden Gidecek Cesaretin Varsa Hayaller Gerçek Olabilir” sözünün yazıldığı pankartlar ve Marx, Engels, Lenin, Mahir, İbo, Deniz, Bekir ve Ali Serkan’ın resimleri ile hazırlandı. Fuaye alanında 3 Mart’ta işçi cinayetinde kaybettiğimiz Kaldıraç Okuru Devrimci İşçi Duran Baysal için taziye masası kuruldu.
Program yoldaşımız Duran Baysal nezdinde tüm devrim şehitleri için yapılan saygı duruşunun ardından “Başka Bir Dünya Mümkün! Örgütleyecek Güç Sensin!” başlığıyla hazırlanan sinevizyon gösterimi ile başladı. Sinevizyon gösteriminin ardından sahne alan Rosa Kadın Korosu Enternasyonel Marşı ile konukları selamladı. Sempozyumun açılış konuşması Alaeddin Şenel tarafından yapıldı. Şenel, konuşmasında ilkel komünal toplumdan başlayarak sınıflı toplumlara geçişi ve yine sınıfsız topluma geçişin bilimsel temeli ve zorunluluğunu anlattı. Mevcut üretim, tüketim ve yaşam tarzının sürdürülemeyeceğini belirten Şenel, sınıfın yerel ve parçalı direnişlerinin birleşmesiyle üretimin yeniden örgütlenebileceğine dikkat çekti.

Kapitalizm kendi suretinde bir dünya yarattı
Özgür Narin’in ve Fikret Başkaya’nın sunumlarıyla gerçekleştirilen “Kapitalizm Kendi Suretinde Bir Dünya Yarattı” başlıklı ilk oturumda kapitalizmin krizi ve çürümüşlüğü tartışıldı. Özgür Narin, sistemin yarattığı krizin bir çeşit barbarlık ile devam ettiğine değinirken, bu krizi açıklamak için yalnızca iktisadi verilerin kullanılmasının eksik olacağını ifade etti. Narin konuşmasında sık sık krizin çeşitli alanlarda yürütülen mücadeleleri birleştirmeyi şart koştuğunun altını çizdi. İşçi sınıfının genişleyen yapısında da değinen Narin, bu genişlemenin doğrudan yönetim modellerinin sadece yerel yönetimler üzerinden değil üretimin yeniden örgütlenmesi üzerinden tartışılmasını koşulladığını belirtti. Fikret Başkaya sunumunda içinde yaşadığımız koşulların alışılmış krizlerin ötesinde bir “uygarlık krizi” olduğuna vurgu yaptı. Sistemi tartışırken tartışma zemininin değiştirilmesinin yetmediğini başka bir zemin yaratılması gerektiğini savunan Başkaya, doğrudan demokrasi kavramının da yeniden tartışmaya açılması gerektiğini ifade etti. Başkaya günümüzün en büyük eksikliğini bir ütopyaya sahip olunmaması olarak değerlendirdiğini belirterek, bir ütopya yaratılması ve mücadelenin bu ütopyanın kurulması doğrultusunda verilmesinin önemini vurgulayarak konuşmasını sonlandırdı.

Kapitalizm çürümüştür!
Sosyalizm insanlığın dirilişidir!
“Kapitalizm Çürümüştür! Sosyalizm İnsanlığın Dirilişidir.” başlıklı ikinci oturum Temel Demirer’in sunumu ile başladı. Sunumuna devrimin zorlu bir süreç olduğuna vurgu yaparak başlayan Demirer, Lenin’in “devrimciler devrimi, devrimden önce öngörürler, kaçınılmazlığını fark ederler ve kitlelere bunun gerekliliğini anlatırlar, yol ve yöntemlerini açıklarlar” sözlerini aktardı. “Devrimciler toplumsal dönüşümün uzun bir süreç olduğunu herkesten daha iyi bilirlerken toplumsal altüst oluşun yani binlerce yıllık sınıflı toplum pisliğinin bir çırpıda ortadan kalkmasını savundukları için değil eski toplumun pisliğiyle radikal, köklü ve uzlaşmaz bir kopuşu savundukları için “reformlar yetmez devrim şarttır” derler.” diyerek konuşmasına devam eden Demirer, Fikret Başkaya’nın sunumuna atıfta bulunarak uygarlık krizi yaşandığının altını çizdi. Daha sonra Paris Komünü ve Ekim Devrimi deneyimlerini paylaşan Demirer, konuşmasını “Sosyalist eleştiri kapitalist sistemi ıslah etmek için değil onun yerine yeni bir toplumsal düzeni kurma isteğinden doğmuştur. Evet sosyalizm insanların doğanın ve yaşamın paylaşılabilir ve yaşanabilir kılınmasıdır. Çünkü sürdürülemez kapitalist sistemin iç çelişkilerinin doğal sonucudur O” diyerek tamamladı.
Oturumun ikinci sunumunu yapan Özgür Müftüoğlu, işçi sınıfının tarihsel rolü ve dönüştürücü gücünü anlattı. İşçi sınıfının 19’uncu yüzyıl içinde bulunduğu koşullar ile günümüz koşullarını karşılaştıran Müftüoğlu, çalışma koşullarındaki benzerliklererağmen kazanılan kimi hakların kaybedildiğine değindi. Müftüoğlu sunumunda işçi sınıfının devrimci rolünün değiştiğine dair tespitleri çürüten bilgilere de yer verdi. Oturumun son sunumunu yapan Mehmet Bilber, ulusal kurtuluş mücadelelerinin sınıf karakteri üzerine konuştu.
Bilber, sunumuna Ortadoğu ve Anadolu’ya ilişkin toplumsal dinamiklerden ve siyasal gelişmeleri değerlendirerek başladı. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin sınıf karakterini barındırmasının teorik temellerini anlatan Bilber, özelde bölgemiz halklarının özgürlük, bağımsızlık ve eşitlik mücadelesinin dayandığı sınıfsal öze vurgu yaptı.

Biraz daha sabır, biraz daha inat!
Kapının arkasında bekleyen
ölüm eeğil hayat!
“Biraz Daha Sabır, Biraz Daha İnat! Kapının Arkasında Bekleyen Ölüm Değil Hayat” başlıklarıyla yapılan sonraki iki oturumun ilkinde günümüzde örgütlenmeye çalışılan başka dünyanın modelleri ile sosyalizm ve komünizm tartışmaları yapıldı. Aynı başlıkla yapılan son oturumda ise sosyalizmin farklı mücadele alanlarında örgütlenmesi üzerine sunumlar gerçekleştirildi.
Üçüncü oturumun ilk konuşmasını yapan Gülşah Gülen, sunumuna bugün sosyalizme yöneltilen eleştirilere değinerek ve bunlara cevaben tartışmalar açarak başladı. Bugünü, dünden dersler çıkartarak ama bugüne yarından bakarak örgütlemenin gerekliliğine vurgu yapan Gülen, günümüz koşulları içinde düşünerek sosyalizm eleştirisi yapmanın çelişkilerine değindi. Geçmiş deneyimler üzerinden konuşmasına devam eden Gülen, Paris Komünü’nünü yenilgiye götüren iktidar probleminin Ekim Devrimi tarafından çözüldüğü, ellerimizle inşa edeceğimiz Anadolu devriminin Ekim Devrimi’nin yenilgisinin altında yatan “devrimin sürekliliği” problemini çözmesi gerekliliğini ifade etti. İşçi sınıfının devrimci rolünü sürekli kılmanın ideolojik ve pratik altyapısını bugünden örgütlemenin öneminin altını çizen Gülen,
“Sosyalizm yaşamı seçmektir. Yaşamı inşa etmek için sosyalizmi komünizmden bakarak örgütlemeli” diyerek konuşmasını tamamladı. Oturumun diğer sunumunu yapan Metin Yeğin Orta Doğu’dan Latin Amerika’ya  halkların kendi dünyalarını inşa ettiği modelleri katılımcılar ile paylaştı. Günüm örneklerinde örgütlenmelerin insanı nesneleştirmediği, öznelerin bir araya geldiği bir toplam oluşturduğuna değinen Yeğin, Arjantin’dek işgal fabrikaları, Bolivya’daki işgal madenleri ve Brezilya’daki Topraksızlar hareketinden bahsetti. Zapatistalar ve öz yönetim deneyimlerini aktardı.
Sempozyumun son oturumunda sosyalizmde kültür, sanat, kadın, ekoloji, tarım ve eğitim alanlarının örgütlenmesi üzerine tartışmalar yapıldı. “Çürüyen İnsanlıktan Yeni Bir Ahlaka: Kültür” başlığıyla sunumunu gerçekleştiren Sibel Özbudun konuşmasına “tarihsel olarak içerisinde bulunduğumuz üretim ilişkileri, insanları değiştirir. Tabi ki kültürlerini de…” diyerek başladı. Kültürün iradi müdahaleye açık olduğuna değinen Özudun, kültürün yalnızca iktidar tarafından tepeden dayatılan ve tüm toplumun pasif bir biçimde boyun eğdiği bir alan olmadığını söyleyerek, toplumların homojen olmamasının da etkisiyle tarih boyunca kültürün iktidar ve halklar arasında önemli bir mücadele alanı olduğuna işaret etti. Tevfik Taş,  “Satılık Hayallerden Hayallerin Sınırsız Gerçekliğine: Sanat” başlığı ile yaptığı sunumda sanatın alınıp satılacak bir şey olmaktan çıkartılması gerektiğine vurgu yaptı. Sanatı yapan ile sanatı izleyen arasındaki mesafenin açıklığının “fiyat” demek olduğunu belirten Taş, bu açıklığın kapatılması gerektiğine yani sanatın bugünkü anlamıyla sanatsızlaştırılmasına ihtiyaç duyulduğuna vurgu yaptı. “Çifte Sömürüden Özgür Bir Yaşama: Kadın” başlıklı sunumunda Nursel Güvendir, kadının çifte sömürüsünün sınıflı toplumlarla ortaya çıktığı ve kaynağının ekonomik ilişkiler olduğunu vurguladı. Sosyalizm deneyimlerinde kadın mücadelesinin aldığı sonuçları örneklendiren Güvendir, kadının kurtuluşu için somut talepler ile örgütlü bir mücadelenin önemine dikkat çekti. Güvendir  sunumunu “özgürlük ellerimizde, mücadelemiz de örgütlülüğümüzdedir” diyerek sonlandırdı.
“Doğanın Yıkımından Ortakça Bir Yaşama: Ekoloji” başlığıyla sunum yapan Fevzi Özlüer ekolojiye dair sorunların temelinin toplumsal sorunlar olduğunu belirterek ekoloji mücadelesinin bir “alt dal” olarak değil genel bir hat içinde kent ve toplumun yeniden inşasında içselleştirilmesi gerekliliğine değindi. ÖDP ve HDP  deneyimlerinde somutlanan ekoloji mücadelesine değinen Özlüer, bu iki deneyimle ekoloji mücadelesinin siyasal iktidar perspektifinden saparak siyasal uzlaşıma evrildiğini belirtirken, ekoloji mücadelesinin sınıf mücadelesi ile birleştirilmediği taktirde hedefsiz kalacağına işaret etti. Gıda Egemenliği üzerine bir sunum yapan Çiftçi Sen başkanı Abdullah Aysu, pratikten edindiği bilgileri katılımcılar ile paylaştı. Gıda güvenliği ile gıda egemenliği arasındaki farka vurgu yaparak sunumuna başlayan Aysu, “gıda güvenliğinin” çok önemli bir kavram olduğunu, ancak “gıda egemenliği” olmadığı sürece gıda güvenliğinin de mümkün olmadığını ifade etti. Gıda güvenliğinin sofraya gelen gıdanın sağlıklı olup olmamasından ibaret olduğunu ifade eden Aysu, gıda egemenliğinin “bir sistemi yeniden ele geçirmek”, gıda meselesini bir döngü olarak tohumdan sofraya kadar giden bir üretim süreci olarak kavramak olarak ifade etti. Bu anlamda gıda egemenliği perspektifinin çiftçinin “neyi, nasıl, ne miktarda, ne şekilde” üreteceği  ve en önemlisi “kim için” üreteceği sorularını da kapsadığını belirtti. Sunumunda organik tarıma da değinen Aysu, organik tarım yasasının çiftçiyi mağdur eden şirket politikalarına paralel bir adım olduğunu savunurken, organik denen ürünlerin pazar dışında var olamayacağını ifade etti. Aysu ayrıca üretimin tüketici tarafından denetlenemediği taktirde, kooperatif örgütlenmelerin üretici ve tüketici arasındaki bağı kurmadığı sürece yol açmasının olanaklı olmadığını sözlerine ekledi.
“Düzene Uygun Kafalardan Özgürleşen Hayallere: Eğitim” başlığı ile sunum yapan Işıl Ünal, eğitimde öğreten ve öğrenen ikiliğinin ortadan kaldırılması gerekliliğine vurgu yaptı. Öğreten öğrenen değil karşılıklı öğrenme pratiklerinin geliştirildiği bir mekanizmanın bugünden oluşturulması gerekliliğini savunan Ünal,  teknik düzey ve var olan koşullarda bugünden böyle bir mekanizmayı örgütlemenin olanaklı olduğunu ifade etti.  Ünal, dünya deneyimlerine bakarak bu fikrin geliştirilmesi gerekliliğinin de altını çizdi.
Oturumların her birinden sonra yapılan ayrı tartışmalarda, bugün sosyalizmin insan olma insan kalma mücadelesi olduğu, çürümüş bu düzene, bize dayatılan katliamlara ve ölümlere karşı Başka Bir Dünyanın örgütlenmesinin ve bu hedefle mücadelenin ideolojik ve pratik düzlemde yükseltilmesinin gerektiği konularında ortaklaşıldı. Bu hedefle özellikle son oturumda yer alan başlıklar ile işçi sınıfının rolü üzerindeki tartışmaların derinleştirilmesi, yeniyi örgütlemek için gerekli ideolojik altyapının kurulması için çalışmaların sürdürülmesi gerektiği ortaya çıktı.
Öte yandan, sempozyumda yapılan sunumların tam metinlerine ilerleyen haftalarda Kaldıraç Yayınevi’nden çıkacak Sempozyum kitabından ulaşılabilecek.

Bir komik referandum ama bir ciddi HAYIR örgütlenmesi

Referandum, adına “başkanlık sistemi” denilmekten nedense çekinilen, adına “cumhurbaşkanlığı sistemi” denilen (sanki cumhurbaşkanı önceden yok muydu?), gerçekte bir çobanlık sistemini oylayacak. Hiçbir ciddi hukukçunun hazırlayamayacağı kadar ciddiyetsiz bir metni, halkın önüne çıkarıyorlar ve “evet” mi, “hayır” mı diye soruyorlar. Şaka gibidir.
Ve Cumhurbaşkanı, kendisi için geliştirilen bu özel “yerli” sistemin oylanmasında “hayır” diyenlere terörist diyor. Öyle bir ses tonu ile söylüyor ki, gören gülmekten yerlere serilir. Ve tüm burjuva basın buna uygun davranıyor (Hâlleri trajiktir. Doğan medya grubu, zavallı bir konumdadır. Doğuş medya grubu, artık yoktur ve kendilerini Katar’a satmışlardır. Katarlı bir şirket, Doğuş medya grubunu satın almıştır). Bir tek gazeteci çıkıp, “madem hayır diyen terörist, neden ‘hayır’ diye bir seçenek var, neden ‘hayır’ yazan pusulalar var?” demiyor.
Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, “hayır” diyenleri terörist ilan etmesi, komiktir. Kimse gülmese de komiktir. Bu kadar korku, bu kadar acz içinde olup, ortalıkta “muktedir” olarak dolaşmak komiktir elbette.
Hayır diye çalışma yapanlar, facebook’tan yazanlar, afiş asanlar, hayır çağrısı yapanlar, tutuklanıyor, gözaltına alınıyor. Hatta, Doğan medya grubu, “büyüklüğüne” tam da yakıştığı gibi, hayır diyeceğini açıklayan bir çalışanını işten çıkarmıştır. Aydın Doğan’ın, “yüksek ahlâkı” devreye girmiş ve tarafsızlık bozulmasın diye “hayır” diyeni işten atmıştır. Ama “evet” diyenleri işten atmak akıllarına gelmiyor.
Bunlar aslında komiktir.
Baskının bu boyuta gelmiş olması, Saray’ın gücünün değil, güçsüzlüğünün göstergesidir.
Bir an düşünelim, diyelim ki sonuç evet çıktı (ki büyük çaplı hile ile, ABD ve Batı ile yeni anlaşmalar karşılığında büyük çaplı hile ile, bunu yapabilirler), bu durumda, hayır diyenler, %50’lere yakın olacaktır, belki 48-49. Peki, bu yolla elde edilen bir evet, egemenlere ne kazandırır?
Diyelim ki, hayır çıktı (ki gerçekten hilesiz bir seçim yapsalar, %65-70 arası bir sonuçla hayır kazanır, yüksek olasılıktır), bu durumda, işleri daha mı iyiye gider?
Öyle ise, bu referandum, Saray’ın büyük korkularının, devletin büyük çözümsüzlüğünün sonucudur.
Bir devlet düşünün, kendine çok güveniyor olsa, referandumu, OHAL koşulları altında yapar mı? OHAL koşulları, herkesin sesini kısmanın, herkesi susturmanın koşullarının yaratılmış olması demektir.
Şiddet ve baskıyı ne kadar artırırlarsa artırsınlar, sonuçta kitleler, işçi sınıfının öncülüğünde sistemi yerle bir edecektir. Bu sistem, ömrünü doldurmuş bir sistemdir. Kapitalizm, hem dünyada, hem de ülkemizde, ömrünü uzatmak için, her türlü manipülasyona başvuruyor. Ama giderek daha çok köşeye sıkışıyor.
Mesele, işçi sınıfının örgütlülüğündeki eksikliktedir. Biz, işçiler, bu örgütlenme eksiğini yenmek, en zor şartlarda, en büyük baskılar altında, işçi sınıfının nihaî çıkarlarını savunacak tarzda örgütlenmeyi başarmalıyız. Bu eksiği gidermeliyiz.
İşte referandum, bu yolda bir adım olmalıdır, olabilir.
Referandum çalışmasının kendisi, işçi ve emekçilerin, halkların, kendi gelecekleri için, bağımsız, devrimci bir örgütlenme geliştirmelerine katkı sunacaktır. Bu bilinçle referandum da, HAYIR çalışmasını yürütmeliyiz.
Bütün gücümüzle, bütün ciddiyetimizle, kitlelerin örgütlenmesinin önünü açacak her türlü girişimi desteklemeliyiz, örgütlemeliyiz.
Bu çalışmanın kendisi, referandum sonucundan bin kat daha değerlidir. İşçi sınıfının örgütlenmesinin bir dirhem gelişmesi, bir santim ilerlemesi, kapitalizme karşı mücadelenin zaferi için büyük değerdedir.
Elbette baskıyı artıracaklar. Ancak, bu baskıların onların gerçek yüzünü açığa çıkartmaya da yarayacağını unutmayalım.
Elbette ki, “hayır” diyenlere saldıracaklar, terörist damgasını vuracaklardır. Ama bu saldırılar, gerçekte devlet terörünün ne olduğunu anlatmaya yardımcı olacaktır.
Bugün, ülkede hemen hemen her işçi grevi yasaktır. Hemen hemen her işçi eylemi yasaktır. Ülke baştan aşağıya bir yasaklar ülkesidir. İşçilerin en küçük bir sendikal girişimi, tüm sendikaları, neredeyse tümünü denetim altında tutmalarına rağmen, baskılarla karşılaşmaktadır. İşçi sınıfının sesi tümden kısılmak istenmektedir.
Her türden muhalifi ezme girişimleri açıkça ortadadır.
Ve tüm bunlara rağmen, hâlâ, “hayır” diyen teröristtir, diyecek kadar korkmaktadırlar.
İşte tam da bu nedenle, HAYIR çalışmasını ciddiye almalıyız. Nasılsa sonuçta hile yapacaklar, sonuçlarla oynayacaklar deyip boş vermek, çok büyük bir hata olur. Tersine, hile yapma ihtimallerine rağmen, her türlü dalavereye rağmen, hayır’ı örgütlemek, kitleleri devrime kazanmakta bir adım atabilmek, çok ama çok büyük bir değere sahiptir.

Özgür “eğitim”

Tabii aynı şekilde özgürlük de sınıflı toplumlarla beraber zapt-u rapt altına alınmıştır. Ve bu, her seferinde daha da yabancılaştığımız bir kavram hâlini almıştır. Bugün özgürlüğü tarif edenlerden bunu anlıyoruz. Kimisi için para oluyor, kimisi için başkasının hakkına dokunmadan her şeyi yapmak, kimine göre ise her şeyi yapmak oluyor. Zaten toplumların özgürleşmesi ya da insanın özgür olduğu bir durum hiç olmadı ve olamayacağa kadar gidebiliriz. Lakin konumuz bu değildir.
Konumuz, günümüzdeki eğitim ve sınıfsız toplumlarda eğitim. Bu arada belirterek geçeyim. Başlıkta “eğitim” şeklinde belirttim. Çünkü eğitim doğru bir tarif değil, fakat bugün daha iyi bir terim bulamadım. Zaten dilin özgür olmadığı bir toplumda bulmak da kolay değil.
Eğitim üzerine birçok tartışma var. Bu tartışmaların bir kısmı artık fiilen rafa kalkmış olsa da bir kısmı devam etmektedir.
Örneğin; parasız eğitim istenmektedir. Fakat pratikte eğitimin parasız olması harç ödenmemesi ya da okullara aidat ödenmemesiyle sınırlı değildir. Parasız bir eğitimin olması demek, ulaşımın ücretsiz olması demektir, parasız eğitim demek barınmanın ücretsiz olması demektir, parasız eğitim demek sağlığın ücretsiz, kitapların ücretsiz olması demektir. Aslında bir insanın, insanca yaşayacağı tüm faaliyetlerinin ücretsiz olması demektir. O yüzden kapitalist bir sistemde harçların kaldırılması tek başına hiçbir şey ifade etmemektedir. Ya da okulların para almaması.
Zaten kapitalist sistem tam da her alanda olduğu gibi bu alanda da daha fazla kâr elde etmeyi hedeflemektedir.
Ya da bir diğer konu ise eğitimin bilimsel ve özerk olma konusudur. Sınıflı toplumlarda eğitim tamamen özerktir oysa. Fakat egemen sınıfın istediği düzeyde ve onun işine yarayacak bilimsel bilgi düzeyindedir. Bu nasıl oluyor der isek şöyledir: Sözde her okulda seçimler yapılır ve senato ve rektör böyle seçilir. Oysa parlamenter sistem neyse bu da odur. Ya da bilimsel kürsüde işine yaramayan bir durum var ise hemen soruşturma açılır. Ya da o kadar özerktir ki, x ilinde bir eyleme gidersin okul orada olduğunu bilir de sana soruşturma açar. Yani tam bu kadar özerktir. Bilimsellik kısmı ise ilkokuldan başlar. İnsan doğanın bir parçası değildir. Biz doğaya hükmederiz ve patronuz kısmı yıllarca bir tarihsel birikim olarak verilir. Öyle ki üniversitedeki hocalar bile, uzaylılar dünyayı istila edebilir ya da uzaylılar var mı, çalışması yürütür. Bunu yaparken dünyanın nerde olduğunu, insanoğlunun nerde olduğunu tamamen unutur. Ya da ‘insan düşünen bir hayvandır’ı öğretirler ve buna inanırlar. Lakin evrim dersi denilen bir ders yapmadan ya da tartışmasını yapmadan insan başka bir canlıdan gelebilir mi zaten o en üstün canlıdır, denir. Bunlardan daha da sayısız örnekler vardır. Bunlara daha sonra değineceğiz.
Burada görünen şey şudur: Sınıflı toplumlarda özerklik de, bilimsellik de egemen sınıfın çizdiği noktaya kadardır.
Tam da burada bir konu devreye giriyor; o da özerklik. Çünkü bir düşünelim bizim düşünce biçimimizden yaşama biçimimize, insanlarda kurduğumuz ilişkiden bilimsel yönteme dair her şeye karar veriliyor. Ve ufkumuz buna göre şekilleniyor. Bu o kadar ileridir ki, birini sevme biçimimize onla yaşadığımız ilişkiyi yürütmeyi bile onun tarihsel ilerleyişiyle öğrenmişiz. Yani sevmeyi yaşamamışız. Kalıplaşmış şekilde almışız. Buna hayır diyenler olabilir. Fakat insanlara bakabilirsiniz. Neden herkes sevgisini belli başlı şeylerle ifade ediyor.
Yani tam da burası beynimize ket vurulmuş. Özgürlüğe yabancılaşmış durumda, o kadar ki, bir insanın anadilinde eğitimini reddedecek düzeyde özgürlüğe yabancılaşmışız. Zaten bu kadar özgürlüğe yabancılaşmasak, burjuvaziden özerk olanın ona bağlı olan olduğunu görürüz. Çünkü bugün kendinin özgür olduğunu düşünenin de burjuvazinin ona tanıdığı “özgürlük” kadar “özgür” olduğunu biliyoruz.
Biz diyoruz ki, özgürlük zorunluluğun bilincinde olmaktır. Bu aslında durumu oldukça iyi ifade ediyor. Çünkü bugün burjuvazinin bizim özgürlüğümüze karar veriyor olduğunu bilmemiz ve böyle bir dünyada yaşamak istememiz konuya dair ilk adımı atmamızdır. Ya da bunu bilmemiz bilimin dünyada anlatılmadığı ve bunu anlatmamız zorunluluğunu doğurur. Bu, aslında bugünkü eğitim sisteminde kendine özgür alanlar yaratma yolunda direniş göstermemizi ve eyleme geçmemizi sağlayacaktır.
Çünkü gerçekten bazı konuları göreceğiz. Örneğin her şeyin 19 Mayıs’ta Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasıyla başladığının yalan olduğunu. Bunu anlatanlara soracağız; Samsun neresi, orada bundan önce kimler yaşıyordu, zaman dediğimiz kavram böyle kesin tarihlerle mi kesilmiş, diye. Bu arada ilk paragrafta ben de aynı hatayı yaptım sınıflı toplumların başladığı günden diyerek. Bu işte bilimsel olmayan eğitimin dile yansımasıdır. Çünkü bir günde olan bir şey değil bu. Bu süreç ile olan bir tarihsel birikimin ilerleyişi ile kazanılan bilgi birikimle olur. Oysa bize böyle anlatılır. Sonra, fizik niye anlaşılmıyor, denir. Oysa sorun bizlerde değildir, verilen eğitimdedir. Fizikte zaman boyutu her zaman an kabul edilir. Oysa o bir tarihsel birikim bir süreçtir. Ya da matematik bir bilim gibi aksettirilir. Ve tüm bilimleri de burası üzerinden yöntemlendirmemiz istenir. Oysa matematik bir yöntemdir. Ve daha da önemlisi tek yöntem değildir. Biz neden tek diye düşünmek zorundayız?
İşte tam da bu noktada ben, özgür “eğitim” sınıfsız toplumlar için tek koşuldur, diyorum. Özgür bilimsel eğitimdir demiyorum. Çünkü anadili gibi, parasız eğitim gibi, bilimsel eğitim de, özgür “eğitim”de zorunludur. Çünkü doğanın ilerleyişinin zorunluluğu ve onu kavramanın zorunluluğu bizi bilimsel yöntemden başka yolunun olmadığını gösteriyor ve bunun bilincinde olmamızı sağlıyor. Bilimsel eğitim insanın kafasına ket vuramaz, insanı köleleştiremez. Kuşkusuz özgür “eğitim” bilimsel olmak zorundadır. Tıpkı özgür “eğitimin” anadilde olması gibidir. Özgür eğitimde, barınma, ulaşım, sağlık, kitap… ve gerekli her şey parasız olmalıdır. Çünkü hepsi eğitimin parçasıdır. Yani herkes için fırsat aynı olmalıdır. Özgür “eğitim” insanın doğaya karşı ihtiyaçlarına göre şekillenmelidir. Özgür “eğitim”de okul sadece bir alan olmak zorunda değildir. Kendi içinde düzenli karmaşa barındırması yeterlidir. Yani bir ders sürekli sokağın bir köşesinde işlenebiliyor olabilir.
Özgür “eğitim”de üniversiteler, öğretim elemanları, öğrenciler ve diğer bileşenleriyle kurulmuş komünle yürütülmeli, sadece üniversite değil liseler de.
Aynı şekilde buranın bilimsel metotları, kitapları da benzeri bir komünle oluşturulmalı. Bu yerel ve merkezî düzeylerde örgütlü olabilir.
Özgür “eğitim”de yeni bilimsel metotlar geliştirilmelidir.
Özgür “eğitim”de insanın yetenekleri özgürce belirlenmeli ve ona göre şekillenmelidir.
Bu daha da arttırılabilir. Fakat buna giden yol bugün bunların nüveleri için mücadele etmekten geçer. Belki özgür okullar kuramayabiliriz hemen, fakat özgürleştirilmiş alanlar yaratabiliriz. Bizim karar verdiğimiz, bizim şekillendirdiğimiz. Bunun için hayallerimizi geniş tutup, serüvenimizi sonuna kadar götürmeliyiz. İnsanlık türünün değişimi serüvenimizin bitip yeni serüvenin başladığı andır. Özgür üniversiteler ve özgür liseler için örgütlenip daha ileri toplum modeli yaratana dek savaşmalıyız.

Arev Bozkaya

Küba Devrimi’nin öyküsü; zafere kadar daima!: II- Sosyalizmin inşası

Devrimin ilk uygulamaları
İsyan Ordusu ve Fidel’in Havana’ya girişi ülkenin dört bir yanında coşkuyla karşılanmıştı. Bunu takip eden haftalarda, yeni rejimi sağlamlaştıran ve kamu yaşamının tüm alanlarında değişimler getiren kararnameler düzenlenmeye başlandı.
Ocak ayında kurulan Geçici Hükümet’e, Batista muhalifi olarak bilinen, devrimcileri beraat ettirmiş bir yargıç olan Manuel Urritia başkan olarak getirildi. Urritia ve 26 Temmuz Hareketi bir Bakanlar Kurulu oluşturdu. Başbakan olarak da Jose Miro Cardona getirildi; ancak 6 hafta sonra istifa etmesiyle birlikte, yerine Fidel geldi. 5 ay sonra, Urrutia’nın tam da ABD’nin Küba üzerinden kara propaganda yaptığı bir dönemde, sürekli olarak komünizm “tehdidi”nden şikayet etmesi ve maaşının yarıya düşürülmesine itiraz etmesi gibi bazı etik sorunların da baş göstermesiyle birlikte, Fidel’le aralarında ciddi anlaşmazlıklar yaşanmaya başladı. Bunun üzerine Fidel, Başbakanlık’tan ayrıldı. Böylece Urrutia da Başkanlık’tan istifa etmek zorunda kalmıştı. Ancak Fidel’in Küba halkı üzerindeki etkisi malumdu ve halkın, birkaç gün boyunca devam eden dev gösterileriyle Fidel, görevine geri döndü. Daha sonraları, Urrutia’nın o dönem, 1959’un Ekim ayında ABD’ye sığınacak olan anti-komünist muhalif Binbaşı Hubert Matos ile yakın kişisel ve siyasal ilişkiler içinde olduğu açığa çıktı.
İlk üç hafta içerisinde, devrimden sonra suçluların yargılanacağına dair verilen sözler tutuldu. Binlerce kişinin ölümünden sorumlu diktatörlük ajanlarının birçoğu, halka açık mahkemelerde yargılandı ve çoğu ölüm cezasına çarptırıldı. Bu yargılama süreci, devrime karşı bir kara propaganda malzemesi olarak kullanıldıysa da, aslında bu yargılamalarla linçlerin önüne geçildiği belirtilmiş ve daha sonraları Fidel, bu eleştirilere şöyle açıklık getirmiştir:
“Şeklinde bir hata olmuş olabileceğini düşünüyorum. Bu sorunların halk önünde ele alınması hataydı. Ama bu insanlar, devrim öncesinde yazılmış yasalara göre yargılandı… Burada, 1933’te Machado düştüğünde Machadocular sokaklarda sürüklendi, linç edilenler oldu, evlere girildi, halk intikam aldı. Biz, tüm savaş boyunca insanları bu konuda uyardık. Bizim küçük bir dağın tepesinde, bir kilovatlık, bir kısa dalga vericimiz vardı. Belli saatlerde rating’i diğer bütün radyoların toplamından çoktu. İnsanlara buradan ve Hareket aracılığıyla, sokaklarda sürüklemeler, kişisel intikamlar istemediğimizi söylüyorduk.

Orada yargılanan adam (Jesus Sosa Blanco), herkesin nefret ettiği biriydi. Ama insan bir adamın binlerce kişi önünde yargılandığını görünce -isterse katillerin en kanlısı olsun- ona acıyor… Bu bir hataydı ve bize karşı yürütülen kampanyada çok işe yaradı.”
1959’un ilk 9 ayında 1.500 kararname düzenlendi. Birçok yerel insiyatif yaygınlaştı, mahallelerde ve işyerlerinde denetim ele geçirildi. Batista döneminde fabrikalardan atılmış bütün işçiler işe geri alındı. Bir kira indirimi uygulandı ve bu daha sonra kira reformuna dönüştü, kiracılar ev sahibi yapıldı. Elektrik fiyatları düşürüldü, düşük ücretle çalışan işçilerin ücretleri artırıldı. Muhalifler ülkeden gitmeleri için salıverildi. Batista döneminde yolsuzluk ve hortumlamayla edinilen mal varlıklarına el koyma sözü tutuldu. Hatta Fidel o sürece dair esprili bir şekilde şöyle demiştir: “Eğer daha önceki hükümetlerin yolsuzlukla elde ettiği malları da dahil etseydik, hiç mülkiyet kalmayacaktı.”

Küba Komünist Partisi’nin oluşumu
Halk arasında güvenilirliğe sahip tek örgütün 26 Temmuz Hareketi olduğu açıklık kazanmıştı. Birçok parti, yasaklanmadan, dağıtılmadan, bir buçuk yıl içinde politika sahnesinden silindi. Dikkate değer bir varlığa sahip olan tek parti, daha önce genel grev sürecinde bahsettiğimiz Halkçı Sosyalist Parti (Partido Socialista Popular – PSP) idi. 1944’ten beri PSP olarak bilinen, eski Komünist Partisi, 1930’lardan beri işçi sınıfının bazı kesimlerinin desteğini kazanmış olmasına karşın, Batista’nın reformist bir çizgi izlediği dönemde (1938-44), onunla işbirliği yaparak uzlaşmacılıkla eleştirilmiş, diktatörlüğe karşı yürütülen silahlı mücadeleye son ana kadar muhalefet ederek de itibarını yitirmişti. Moncada Kışla Saldırısı sırasında, 26 Temmuz Hareketi’ni ‘küçük burjuva maceracıları’ olarak görmüş; ancak bu resmi görüşünü 1958 ortalarında değiştirmişti. Küba iç siyaseti ilk 4 yıl boyunca 26 Temmuz Hareketi ve PSP arasındaki işbirliğine, kimi zaman da çatışmalara sahne oldu. Bir diğer önem taşıyan hareket de, yine daha önce bahsettiğimiz Devrimci Öğrenci Yönetimi (Directorio Revolucionario Estudiantil – DRE) idi. 1961 yılı ortalarında bu üç örgüt birleşerek Birleşik Devrimci Örgüt’ü (Organizaciones Revolucionarias Integradas – ORI) oluşturdu. Örgüt, 1962’de Sosyalist Devrimin Tek Partisi (Partido Unico de la Revolucion Socialista – PURS) adını aldı ve 1965’te de Küba Komünist Partisi’ne dönüştü. Ancak öncü rol her daim 26 Temmuz Hareketi’ndeydi.

Tarım Reformu ve Che’nin geçiş dönemi ekonomisi
17 Mayıs 1959’da çıkss_060801_castro_sugar.nbcnews-ux-1024-900arılan Tarım Reformu Yasası ile özel mülkiyet 30 caballerias (yaklaşık 402 hektar) ile sınırlandırıldı. Böylece 26 Temmuz Hareketi’nin ilk programı olan, Moncada Kışla saldırısından sonra Fidel’in “Tarih beni aklayacaktır” dediği savunmasından beri öngörülen tarım reformu gerçekleştirilmiş oldu. Bu yasanın uygulanmasıyla Küba’da birçoğu ABD şirketlerine ait olan büyük toprak mülkiyetlerine el konuldu ve bunlar hükümetin eline geçti. Bu yasayla aynı zamanda topraksız ortakçılara, çiftçilere ve tapusu olmayan tarımcılara, üzerinde çalıştıkları toprak üzerinde hak tanındı. Şeker sanayiini yıkmak istenmediği için en son şeker kamışı topraklarına müdahale edildi. Büyük şirketler, kolektif devlet şirketi olarak bırakıldı, ardından da kooperatiflere dönüştürüldü. Tüm bu süreç zorlama olmaksızın yürütüldü. Hiçbir köylüye topraklarını birleştirme baskısı uygulanmadı, kooperatifler devlet şirketlerinden doğdu; işçilere devlet arazileri verildi. Bir de köylülerin birleşmesiyle ortaya çıkan kooperatifler vardı, kredi ve hizmet kooperatifleriyle çalışıyorlardı. Yani kredi istemek için birleşiyorlar ama üretimi bireysel olarak gerçekleştiriyorlardı. Fidel, bu Birinci Tarım Reformu’na ilişkin şöyle demiştir:
“Sovyetler Birliği’nde bu böyle olmadı. Onların politikası ya hep ya hiçti. NEP yıllarında hiç kamulaştırma olmadı, sonra iki üç yıl içinde topyekun bir kamulaştırmaya gidildi ve bu korkunç bir şiddet, istismar, çatışma ve zarar doğurdu. Bu yasa hakkında çok tartıştık… Ne yalan söyleyeyim, epey radikaldim. Eğer radikal olmazsan hiçbir şey yapamazsın. Partiyi örgütler, yirmi seçime gidersin, hiçbir şey de yapılmaz. Ama ben, evet, Tarım Reformu Yasası’yla bir darbe vurulması gerektiğini düşünüyordum.”
Che de aynı şekilde, Tarım Reformu’na ilişkin, “Üzerinde mücadelemizi sürdüreceğimiz temeli yarattı ve emperyalizmle karşılıklı olarak birbirimize indirdiğimiz darbeler zincirinin birinci halkasını oluşturdu” demiştir.
Ekim 1959’da, yeni bir kararla Ulusal Tarım Reformu Enstitüsü (INRA) Endüstri Bölümü kuruldu ve bölümün müdürü olarak Fidel, Che’yi atadı. Che, Sierra Maestra’dan beri bu konudaki yeteneklerini kanıtlamıştı. İsyan Ordusu’nun ikmalini sağlamak için, silah, giyecek, ekmek, ayakkabı, tuzlu et, puro, sigara vb. üreten birçok atölye kurmuştu. Endüstri Bölümü, tarım reformunun yol açtığı endüstriyel gelişime cevap vermek için kurulmuştu. Devrim öncesinin tarımda tek ürüne (şeker) dayalı, dış ticarete bağımlı ekonomisinden çıkmak da temel hedeflerdendi. Kasım 1959’da, Çalışma Bakanlığı’na, bir işletmeye, mal sahibini değiştirmeden, idaresinin denetimini almak için müdahalede bulunma izni veren bir yasa çıkarıldı. İşçiler çoğu kez sermayenin kaçışını, üretimin sabote edilmesini, mülk sahiplerinin işçi karşıtı politikalarını ve diğer suistimallerini engellemek için bu insiyatifi kullandılar. Bakanlığın müdahale ettiği işletme sahipleri hâlâ kâr hakkına sahiptiler. Gerçekte, bu şirketlerin sahiplerinin çoğu ülkeyi terk etmişti. Endüstri Bölümü, bu fabrikaları, küçük atölyeleri ve küçük dükkanları yönetecek noktaya vardı; 1960’da Küba ekonomisinin %60’ını, 1961’de ise %70’den fazlasını yönetir hale geldi. INRA, toprak dışında konularla da ilgilenmeye başladı; ellerinde bir dizi sanayi de vardı. 1961’de Sanayi Bakanlığı Che’nin yönetiminde yeni bir yapı olarak kuruldu. Böylece INRA, şeker rafineleri gibi tarıma doğrudan bağlı endüstri işletmelerininin sorumluluğuyla sınırlı kaldı.
Otellerin kapatılması isteğine sert tepkiler gelişiyordu, on bin dershane yaratılması gerekiyordu; ancak Batista neredeyse bütün parayı kaçarken götürmüştü, Merkez Bankası’nın sermayesi yoktu. Che, Merkez Bankası’nın başkanlığına atandı. Bankanın hesapları düzeldi. Fazla bir para yoktu; sanayileşme daha önemli hale gelmişti.
Che, ekonomik, politik ve ideolojik alanlarda, sosyalist ilkeleri göz önünde bulundurarak, sosyalist sistemin Küba’da kurulmasının somut problemlerine ve ortaya çıkan eksikliklere, Fidel’in önerdiği perspektifleri izleyerek “kapitalist çözümler değil, sosyalist çözümler” aradı.
Carlos Tablada, “Che’de Sosyalist Bilinç ve Geçiş Dönemi Ekonomisi” adlı kitabında bunu, şu şekilde tarif etmiştir: “Che’nin ekonomik düşüncesi şu 3 faktörün diyalektik tarzda birleştirilmesinin önemini vurgulamaktadır: Komünist ekonomik ve toplumsal oluşumu düzenleyen genel yasaların dokunulmazlığı, kardeş sosyalist ülkelerin deneyimleri ve bir ülkenin ya da bölgenin somut özellikleri.”

Yeni insanın yaratılması ve gönüllü çalışmanın rolü
Che, insan bilincinin dönüşümünün, kapitalizmden komünizme geçişin birinci aşamasından itibaren başlaması gerektiğini düşünüyordu. Yeni toplumsal bilincin yaratılmasının, sosyalizmin maddi temellerinin gelişimine harcanan kadar çaba gerektirdiğini düşünüyordu:
“Sosyalizm; ne bir hayırseverlik toplumu ne de insanın insan olarak iyi yürekliliği esas alınarak kurulnuş ütopik bir toplumdur. Sosyalizm, tarihsel olarak ulaşılan bir sistemdir ve bu sistemin hareket noktası; başlıca üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve toplumsal tipte bir üretim çerçevesinde toplumun tüm zenginliklerinin hakkaniyetli bir biçimde bölüştürülmesidir.
Komünizm; sadece bir üretim olayı değil, aynı zamanda bir bilinç olayıdır. Halkın hizmetine sunulmuş ürünlerin miktarının basit, mekanik birikimi komünizme götüremez. Elbette, bir şeye, sosyalizmin özel bir biçimine götürecektir. Ama Marx’ın komünizm olarak tanımladığı şeye, işte buna, eğer insan bilinçli değilse, yani eğer topluma karşı yeni bir bilinç kazanmadıysa ulaşamayız.
… Verimlilik, daha fazla üretim, bilinç; yeni toplumun üzerinde kurulabileceği temellerin sentezi budur.”
Sierra Maestra’dan beri pratiğe konulan bu fikirler, Küba sosyalizminin her alandaki ufkunun en net karşılığıdır. Küba devriminin yeni insanın yaratılması konusundaki bu bakışı, devrimin tüm uygulamalarına sirayet etmiştir. Che’nin bu bakışını, Fidel de şöyle tanımlamıştır:
“Che’nin yönetimi sche_en_trabajo_voluntarioalt bütçesel değildi. Her zaman, bunun yol açacağı risklere dikkat çeker, sürekli olarak tetikte olmak gerektiği hakkında uyarırdı. Maddi teşvikler vicdana, ahlaki değerlere baskın çıkmamalıydı.

Eğitim yanlısı, komünist bir vicdan oluşturulması yanlısıydı. Vicdana ve örnek olmaya inanırdı… Gönüllü emeği çok teşvik etmiştir. Küba’da gönüllü emeğin yaratıcısı, özendiricisi olmuştur. Her Pazar gönüllü olarak çalışırdı. Bir gün tarımda, bir başka gün makine başında, bir gün inşaatta. İş yerleriyle sıkı bağları vardı. İşçilerle konuşur, bazen rıhtımlara, madenlere giderdi. Bazen plantasyonlara gider, şekerkamışı keserdi. Görürdün: ekin biçiliyor ve biçerdövere çıkmak gerekiyorduysa, biçerdövere çıkardı; inşaat yapmak gerekiyorduysa, el arabasına sarılırdı; çuval taşımak gerekiyorduysa, çuval taşırdı. Bu uygulamayı bize miras bıraktı.”
Che, gönüllü çalışmanın Küba’daki en büyük öncüsüydü ve gönüllü çalışmayı, geliştirdiği ekonomik sistemin en önemli unsuru olarak görüyordu. Che’nin bu görüşü, Marx, Engels ve Lenin’in görüşlerinden gelişmiştir. Gönüllü çalışmayı, “bilinç yaratan bir okul” olarak görmüştür; “insanın eğitimi, gönüllü çalışma ile gerçekleştirilen işin sonucundan daha fazla öneme sahiptir”. Sadece teorik açıklamasıyla uğraşmamış, gönüllü çalışmanın örgütlenmesi, uygulanması için gerekli araçlar, tarzlar, denetim ve gelişim sistemi için de çaba harcamıştır.

Hız kesmeyen karşıdevrimci saldırılar
17 Mayıs 1959’da, Tarım Reformu Yasası’nın imzalanmasından iki gün sonra, Başbakan Eisenhower, Küba’yı devirmeyi amaçlayan Pluto Planı’nı onayladı. Pluto, Domuzlar Körfezi istilasıyla zirveye ulaşan, kapsamlı bir ayaklanma programı hazırlamış olan CIA’in kod adıydı. Bu planın amacı, “Castro’nun bir yılın sonunda devrilmesi ve yerine Birleşik Devletler’in yakın bir dostunun geçirilmesi”, “korsan radyolar yoluyla saldırılar düzenlemek”, “Küba radyo ve televizyonlarının yayınlarına sızmak”, “güç kullanarak Küba içerisinde bir kontrol bölgesi oluşturmaları için Amerika taraftarı karşıt grupları desteklemek” ve “Fidel Castro’yu fiziken ortadan kaldırmak” gibi birtakım “önlem”leri içeriyordu.
1959 Ağustos’undan başlayarak, ABD onayıyla, Florida’da üslenmiş Kübalı sürgünler tarafından Küba’ya yönelik silahlı saldırılar başlatıldı. 21 Ekim’de, Küba Hava Kuvvetleri’nden kaçan Binbaşı Diaz Lanz, Havana üzerinde uçarak rejim karşıtı bildiriler ve şekerkamışı plantasyonlarına yangın bombaları attı. Havana içinde karşıdevrimciler bombalar yerleştirdiler ve otobüs kuyruklarında bekleyen insanları makineli tüfeklerle taradılar. 4 Mart 1960’ta, cephane getiren Fransız Buhar Gemisi La Coubre, içi silah dolu bir halde, ikmal sırasında, sabotaj sonucu havaya uçtu. Olay 101 kişinin ölümü ve iki yüzden fazla kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı.
Bu süreçte, 28 Ekim 1959’da komutan Camilo Cienfuegos karşıdevrimci bir komployu ortaya çıkarmasının ardından Havana’ya dönerken, bindiği hafif uçak denizde kaybolarak öldü. Ancak Küba’nın yeni insanının temsilcilerinden biri olan Camilo, Küba halkı için ölümsüzleşti, hatta uzun süre öldüğüne inanmayanlar oldu. Tıpkı Che’nin onun ardından dediği gibi: “Onun gibi insanların hayatı, halkın içinde sürer gider, ancak halkın kararıyla sona erer.”

Sosyalist ülkelerin desteği
Şubat 1960’ta, Küba’yı ziyarete gelen Sovyet Başbakan Yardımcısı Anastas Mikoyan ile 100 milyon pesoluk kredi, şeker alımı ve petrol satımı anlaşmaları imzalandı. Bu ziyaretten sonra, sosyalist ülkeler Küba’ya temsilcilerini göndermeye başladı. Çekoslovakya’dan otomobil endüstrisi için, Çin Halk Cumhuriyeti’nden 24 ayrı fabrika kurulması için kredi alındı. Ayrıca 1963 yılında, Romanya, Bulgaristan, Polonya ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nden de destek kredileri alındı. Bu desteklerle kurulan önemli bir sanayi dalı da, gemi yapımı sanayisiydi. Sanayideki gelişmeler, tüketim malları üreten küçük fabrikaların kurulması ve diktatörlüğün ABD emperyalizminin güdümünde başlattığı gereksiz üretimin durdurulması temellerine dayanıyordu. Başlangıçta gelişim hedefiyle tanımlanan en önemli dört alan; metalürji, gemi yapımı, elektronik ve şeker kimyasıydı. 1960’ın Haziran ve Temmuz aylarında, şirket yöneticilerinin Sovyet petrolünü işlemeyi reddetmesi üzerine Standart Oil, Texaco ve Shell rafinerilerine el konuldu. Bunun üzerine ABD, Küba’nın şeker kotasını kesti. Ağustos’ta yabancı uzantılı bir dizi şirketin; petrol rafinerilerinin, belli başlı şeker işletmelerinin ve ABD menşeili elektrik ve telefon şirketlerinin kamulaştırılması ve Ekim ayına kadar kalan tüm ABD mal varlığının millileştirilmesi karşısında ABD’nin Küba’ya karşı ticari ambargo koymasıyla saldırılar iyice hız kazandı.
Devrim sonrası komplolardan biri de, Kasım 1960’da gerçekleştirilen “Peter Pan Operasyonu”ydu. Çocukların velayetlerinin ebeveynlerinden alınacağına dair bir yasa çıkarıldığı söylentileri yayılmıştı. Hatta bu söylentiler çocukların SSCB’ye gönderilip, orada da et konservesi yapılıp geri yollanacağı gibi hayalgücünün sınırlarını zorlayan noktalara kadar varmıştı. Bunun üzerine 14.000 Kübalı çocuk devrim karşıtları tarafından ABD’ye kaçırıldı; bu söylentilere inanarak çocuklarını vermeye razı olan ve devrimin çok fazla sürmeyeceğini, sonradan çocuklarını geri getireceklerini düşünen aileler vardı.

Yeni kitle örgütlerinin oluşumu
Tüm bunlar karşısında Kübalıların sarsılmaz bir kararlılık içinde olduğu göze çarpıyordu. Tüm ülke çapında ciddi bir kitle seferberliği vardı; işçiler, köylüler, öğrenciler, her kesimden halk, daha ilk günden, yerel yönetimleri devralma, sendikaları örgütleme, batistacıların temizlenmesini isteme, ücret artışı ve daha iyi yaşam koşulları taleplerinde son derece aktifti. Başlangıçta halk, kitle örgütlerinin eksikliğini hissetti; ancak bu durum kısa süre içerisinde değişti. Karşıdevrimci saldırılara da cevap niteliğinde kurulan yeni örgütlerin ilki, 1959’un AraGLB1959001W00043-56lık ayında kurulan ve 1960 Martı’nda gerçekten operasyonel hale gelen Ulusal Devrimci Milis (Milicias Nacionales Revolucionarias – MNR) idi. Bununla birlikte iki yeni örgüt daha kuruldu, bunlardan biri Devrimi Savunma Komiteleri (Comite de Defensa de la Revolucion – CDR), bir diğeri de Kübalı Kadınlar Federasyonu (Federacion de Mujeres Cubanas, FMC) idi. CDR’ler her semtte bir tane olmak üzere, sokak düzeyinde örgütlenmiş militanlardan oluşan komitelerdi. Halkın devrimi savunma coşkularıyla ayaklanmaları üzerine, 28 Eylül 1960’ta Fidel’in yaptığı bir çağrı üzerine kuruldu ve başlıca amacı karşıdevrimcilerin köklerini kurutmaktı. Bir yıl içinde üye sayısı 800.000’i buldu ve sağlıktan eğitime, tatil organizasyonuna kadar her tür etkinlik için halkı seferber etmede en önemli araçlar haline geldiler. 23 Ağustos 1960’ta kurulan FMC ise daha önceki birkaç kadın grubunu ulusal bir federasyon oluşturmak üzere biraraya getiren bir örgüttü ve eğitim, sağlık kampanyaları ile kadın haklarını geliştirmede çok etkili rol üstlendi.

Domuzlar Körfezi Çıkarması ve sosyalizmin ilanı
2 Eylül 1960’ta, Devrim Meydanı’nda yapılan Birinci Havana Deklerasyonu’nda her ne kadar açıkça sosyalizm savunulmasa da, Küba halkı adına devrimi savunan ve militan, antiemperyalist bir tutum ifade edildi. Şubat 1962’de, 2. Havana Deklerasyonu’yla, “Her devrimcinin görevi devrimi yapmaktır” vurgusu yapıldı.
Birinci Havana Deklerasyonu’nun yayınlanmasından yaklaşık 6 ay sonra, 17 Nisan 1961’de, CIA tarafından eğitilmiş 1500 paralı askerden oluşan bir birlik (Kübalı sürgünlerden oluşuyordu) tarafından Domuzlar Körfezi’ndeki Giron sahilinde çıkartma gerçekleştirilmeye çalışıldı. Ancak birlik, devrimci silahlı güçler, milisler ve tüm halk örgütleri -MRN, CDR, FMC, CTC- tarafından 72 saatten kısa bir sürede bozguna uğratıldı ve 1200 kişi esir alındı. Esirlerin hepsinin, gıda maddesi üretmek için birtakım kaynaklar karşılığı salıverilmesi kararlaştırıldı. Pazarlıklardan sonra 2 milyon dolar nakit ödemesinde anlaşıldı, bu para, tavuk yetiştirmeden kullanılacak kuluçka makinelerine yatırıldı. Elli milyon değerinde de gıda maddesi ve ilaç alındı. Bu esirlerin bir kısmı Miami’ye gönderildikten sonra tekrar karşıdevrim FidelBayofPigssaldırılarının içerisinde yer almaya çalıştı. Ancak Fidel, bu esirlerin iade edilmesine ilişkin şu vurguyu yapmıştır: “Cezaevindeki paralı askerler için çözümü biz ürettik. Onlarla belli bir ilişki bile kurduk. Çünkü tüm gerçeği anlattılar ve bunu kamu önünde yaptılar. Ceza, nefret ya da intikam arzusundan kaynaklanmıyordu. Zafer bizim için en önemli ödüldü. Miami’dekilerin kahraman mertebesine yükseltecekleri bin iki yüz esiri neden tutmak isteyelim ki? Geri yolladıklarımızdan bazıları gelip bomba koydular. Bunun sorumluluğu bize mi aitti? Hayır. “Kahraman”larla dolu bir gemi korkunç bir şeydir. Her biri kendini komutan ilan eder, hepsi “kahraman”dır; ama biz onlara bin küsur esir iade ettik.”
Fidel, istilanın ilk günü, devrimin sosyalist karakterini ilan etti. Ve 2 Aralık 1961’deki bir konuşmasında, “Bir Marksist-Leninistim ve hayatımın sonuna kadar öyle kalacağım” diyerek devrimin Marksist-Leninist karakterini de resmi olarak açıklamış oldu.
1961 yılı ortalarında PSP, DRE ve 26 Temmuz Hareketi’nin birleşerek Birleşik Devrimci Örgüt’ü (ORI) oluşturduğundan bahsetmiştik. ORI’nin Genel Sekreterliği’ne, PSP lideri Anibal Escalante getirilmişti. Birkaç ay sonra, Escalante’nin PSP çizgisindekileri kilit pozisyonlara taşımak adına görevini kötüye kullandığı ortaya çıktı. Böylece ORI tümüyle yeniden örgütlenirken, Escalante Doğu Avrupa’ya sürgüne gönderildi.
1961’deki Domuzlar Körfezi Çıkarması’ndan 1963’e kadar, Küba’ya karşı 5780 terörist eylem gerçekleştirildi. Bunların 717 tanesi sanayi kuruluşlarına karşı düzenlenmiş ciddi saldırılardı. Bu saldırılar sonucu 3.500’den fazla insan hayatını kaybetti, 2.000’den fazlası sakat kaldı. 70 ve 80’lerde ülkeye domuz vebası, “dengue virüsü tip 2” gibi virüslerin sokulmaya çalışılmasına varan girişimler oldu. Ayrıca Fidel’e karşı suikast girişimlerinden de asla vazgeçilmedi. Küba istihbaratı, Fidel’e düzenlenen, kanıtlarıyla bilinen 638 suikast girişimi kaydetmiştir ve tabii bunlar sadece bilinenlerdir.
1961 yılında, milyonlarca insana okuma yazma öğretmek için 100 binden fazla gencin katılımıyla Okuma Yazma Kampanyası başlatıldı ve bir yıl süren bu kampanyayla okuma yazma sorunu neredeyse tamamen ortadan kaldırıldı. 1961’deki büyük okuryazarlık kampanyası, devrim sonrası eğitime verilen önemi açıklar nitelikteydi (Yazının devamında Küba’nın eğitim ve tıp alanındaki gelişimi üzerine daha kapsamlı olarak eğileceğiz).

Füze Krizi ve Sovyetlerle ilişkiler
Ekim 1962’de, ABD’den kopuşun daha da kesinlik kazandığı ve Kübalıların Sovyetlerle ilişkilerinin sınırlarını belirleyen Füze Krizi yaşandı. 1962’de, ABD’nin Giron’daki yenilgisinden sonra girişeceği yeni bir saldırıyı önlemek amacıyla Küba’ya gelmiş olan 42.000 Sovyet askeri vardı, 300.000 de Kübalı savaşçı. ABD’ye ait bir U-2 casus uçağının 1 Mayıs 1960’ta düşürülmesiyle; ABD-Sovyet ilişkileri gerginleşirken, Küba-Sovyet dostluğu giderek sıkılaşmıştı. Bu sıcak ilişkilerin bir sonucu olarak, 1962 sonbaharında Küba’ya Sovyet füzelerinin konuşlandırılmasına başlandı. Ancak füzeler 16 Ekim’de yüksekten uçan bir Amerikan U-2 tarafından tespit edildi, fırlatma rampalarının fotoğrafları çekildi. Birkaç gün sonra, aslında Amerikalılara füzelerin tam yerini söyleyenin Sovyet istihbarat servisi elemanlarından Albay Oleg Penkovskiy olduğu öğrenildi ve Penkovskiy Sovyetler’de tutuklandı. Aynı gün, 16 Ekim günü, Kennedy füzelere dair haberdar edildi ve Kruşçev ile temasa geçti. Kruşçev, bir mektup yazarak füzelerin saldırı amaçlı değil, savunma amaçlı olduğunu söyledi. Ancak bu operasyonun başındaki Sovyet generalinin bazı durumlarda, Moskova’ya dahi danışmadan bu silahları kullanabilme yetkisi olduğunu söyleyen Fidel, Kruşçev’in bu açıklamasını yalana başvurmak olarak tanımlamış ve bunu etik ve politik bir hata olarak görmüştür. Zira Kennedy’ye kamuoyunun gözünde ahlaki üstünlük sağlayan şeyin, Kruşçev’in yanlış bilgilendirmesine karşın, elinde havadan çekilmiş fotoğrafların bulunması olduğunu düşünüyordu. Kennedy 20 Ekim’de savunma bakanının danışmanlığında, aralarında 40.000 deniz piyadesi taşıyan sekiz uçak gemisinin de bulunduğu, 183 savaş gemisiyle adanın abluka altına alınmasına karar verdi ve 22 Ekim günü krizi dünya kamuoyuna bildirdi. Bu sırada, füzelerin tespit edildiğine dair Sovyetlerin bilgilendirmesiyle, Küba’daki Sovyet subaylarıyla birlikte, stratejik SS-4 füzeleri için gerekli rampaların inşası hız kazandı; zira o sırada tamamlanmış neredeyse tek bir fırlatma rampası yoktu. Hiç dinlenmeden çalışıldı. Bu füzelerin, karşı tarafa da ciddi zararlar verecek bir nükleer savaş olmadan imha edilmesine imkân kalmamıştı. Topyekûn seferberlik ilan edildi, o sırada silah altında 260.000’den fazla Kübalı vardı.
24 Ekim günü abluka başladı. 23 Sovyet gemisi de Küba’ya doğru yola çıkmıştı. ABD’nin BM temsilcisi Stevenson, Sovyet Büyükelçisi Valerian Zorin’e füzelerin fotoğraflarını sundu, Zorin fotoğrafların gerçek olmadığını iddia etti. Küba, alçak uçuş yapan U-2’lere ateş açılması kararı aldı ve Sovyet yetkililerle görüştü. Sovyetler tarafından bir U-2 uçağının vurulması ve pilotun ölmesiyle gerginlik en üst seviyeye tırmandı. Küba halkı bu sırada her şeyi göze almış ve savaşmaya hazırdı. Bunun üzerine Sovyetler, ABD’ye bir teklif yolladı; Türkiye’deki Jüpiter füzelerin geri çekilmesi karşılığında, Küba’daki füzelerini geri çekecekti. Kennedy, 28 Ekim günü bu teklifi kabul etti. Sovyetler de füzelerini Küba’dan çekti. Ancak Küba, anlaşmadan sonra bile alçak uçuşlara ateş açmayı sürdürdü ve BM’nin füzelerin kaldırıldığını onaylamak amacıyla yerinde gözlem yapma talebini reddetti.
Fidel, bu anlaşmanın ve bu teklifin Küba’ya danışmadan yapılmasını ve bu tekliften kamuoyuyla birlikte haberdar olmuş olmalarını sert bir şekilde eleştirmiştir. Görüşmelere dâhil edilmeleri durumunda, korsan saldırıların ve ekonomik ambargoların son bulmasının ve ABD’nin Guantanamo deniz üssünden çekilmesinin talep edilebileceği ve bu taleplerin kabul edilebileceğini söylemiştir. Zira önceden planlandığı belli olan işgal planına karşı, Sovyetler’le yapılan füze anlaşmasının uluslararası hukuka aykırı hiçbir yanı bulunmadığını ve günün koşullarında, böylesi bir gerekçeyle bir dünya savaşına girmenin tercih edilmeyeceğini söylemiştir. Bu tablonun Kruşçev’in siyasi yönetimindeki hata olduğunu, yalan söyleyerek durumu gayrimeşru gösterdiğini ve bölge üzerinde uçuşlara izin verilmiş olmasının da hata olduğunu söylemiştir. Ve bu anlaşma Küba halkında büyük bir öfkeye yol açtı. Bu durum, Küba-Sovyet ilişkilerini yıllarca etkiledi. Bu tarihten itibaren Sovyet-Küba ilişkileri gözden geçirilerek sağlamlaştırıldı ve Küba ileriki 30 yıl boyunca Sovyet çıkarlarını devamlı savunmakla birlikte, özellikle Latin Amerika ve Afrika’daki devrimci hareketleri destekleme konusunda insiyatifi elinde bulundurma konusunda ısrarcı oldu.

Che’nin kişiliğinde somutlanan Küba enternasyonalizmi
Fidel bir konuşmasında şöyle demiştir: “Onlar ambargoyu uluslarası hale getirdiler, biz de gerillayı uluslararası hale getirdik”. Küba devrimi, devrimci enternasyonalizm konusunda dünya devrimci hareketlerine örnek teşkil etti. Küba devriminde Arjantinli bir devrimci olan Che’nin üstlendiği rol ve ardından Kongo ve Bolivya’da devrimci mücadeleyi sürdürme ufku, Küba enternasyonalizminin simgesi haline geldi.
Küba, dünya devrimci hareketlerine verdiği desteği Latin Amerika ile de sınırlı tutmadı. Ekim 1963’te Fidel, Başkan Ahmed Bin Bella’ın talebi üzerine Cezayir’e Efgenio Ameijeiras komutasında yirmi iki tank ve birkaç yüz askerden oluşan bir birlik gönderdi. Birliğin görevi, Fas’ın, Tinfud bölgesine düzenlediği bir saldırıyı püskürtmeleri için Cezayir kuvvetlerine yardım etmekti. Bu, Küba’nın Afrika’ya ilk askeri müdahalesiydi.
Fidel, Che’nin Arjantin’deki devrime katkıda bulunmak amacıyla Bolivya’ya gitme isteğiyle ilgili başlangıçta, şartların henüz elverişli olmadığını, Che’nin stratejik bir önder olarak Bolivya’da bir güç oluşmadan oraya gitmesinin yanlış olacağını düşünüyordu. Bu yüzden, Bolivya’da gerekli şartlar oluşana kadar Afrika’ya gitmesini önermişti. Küba, o sırada Kongo’da Belçika’ya karşı bağımsızlık savaşı yürüten Lumumba’nın adamlarına yardım ediyordu. Ve Kongo’nun doğusundaki gerilla hareketine destek olmak amacıyla, 1965’in Nisan ayında Che’yle birlikte güçlü bir takviye14393181571336 birliği ve çok deneyimli 150 asker Kongo’ya yollandı. Fidel, mücadelenin gelişmesi için gereken şartların olgunlaşmış olması üzerine Che’den 7 ay kaldığı Kongo’dan geri dönmesini istedi. Bu süreçte, Che’nin “yok olduğuna” dair söylentiler ortaya çıkmaya başladı. Fidel Ekim 1965’te Che’nin veda mektubunu okuyarak, onun yeni savaş alanlarında gerilla olarak savaşmak için ayrılmaya karar verdiğini belirtti; ancak nerede olduğuna dair gizlilik iki yıl boyunca itina ile korundu.
Che, yazdığı veda mektubunda dünyanın başka yerlerindeki devrimci mücadelelerde savaşmak için Küba’yla yollarını ayırdığını söylemesinin ardından, Küba’ya dönmesinin doğru olmayacağını düşünüyordu. 1966 Mart’ında Che, Afrika’dan Çekoslovakya’ya geçti ve bir süre orada kaldı. Bu sırada Fidel, Che’ye yazdığı mektupla, yaşananlar karşısında moralsizliğe kapılmamasını ve Bolivya hazırlıklarının tamamlanması için Küba’ya gelmesini istedi. Temmuz ayında, Che gizlice Küba’ya geri döndü, kendisine eşlik edecek olan, kendi seçtiği on beş deneyimli askerle birlikte talimler yaptı. Ekim ayında Bolivya’ya gitmek üzere yola çıktı ve bir ay sonra Bolivya’ya vardı. Bu süreçte Küba’yla irtibat hiç kesilmedi ve askeri destekler devam etti. Fidel, Bolivya’da, Çin ve Sovyet yanlıları arasında açığa çıkan ve devrimci harekete büyük zararlar veren ayrılıklar sonucu hareketlerin önderleriyle Küba’da görüşmeler gerçekleştirdi. Başka bir yazının konusu olabilecek nitelikte gelişen, Bolivya’daki gerilla savaşı başarısızlığa uğradı ve Che’nin birliği 8 Ekim 1967’de El Yuro Vadisi’nde yüzlerce asker tarafından kuşatıldı ve ayaklarından vurulan Che tutsak düştü. Ertesi gün saat 13.10’da, makineli tüfek ateşiyle, çavuş Mario Teran tarafından vuruldu ve iki gün sonra bedeni bilinmeyen bir yere gömüldü. Bedeninden arta kalanlar ancak Temmuz 1997’de bulundu ve Che ile birlikte üç silah arkadaşının naaşları 12 Temmuz 1997’de Küba’ya getirildi. Ancak kendisine sıkılan kurşunlar Che’yi öldürmeye yetmedi, Che dünyanın her köşesinde, tüm insani özellikleriyle hala yaşıyor, savaşıyor. Ve hiç tanışılmamış bir yoldaşa duyulan böylesine güçlü bir özlemle ve dahi bir düş gibi karşımızda, sapasağlam, “Zafere kadar daima!” diyen milyonlarca devrimcinin mücadelesinde vücut buluyor. Tıpkı Fidel’in dediği gibi:
“Bazen hayal kurardım -hepimiz hayatımızla ve mücadelemizle ilgili hayaller kurarız- Che’yi karşımda gördüğümü, geri döndüğünü, sağ olduğunu sanırdım. Ne denli çok kapılırdım böyle hayallere!.. Bunlar, Che’nin eriştiği olağanüstü yüksek düzeydeki kişiliğiyle, düşünceleriyle, amaçlarıyla, oluşturduğu yüce örnekle, bütün yarattıklarıyla, sürekli yükselişi ve yalnızca Latin Amerika’da değil, Avrupa’da ve tüm dünyada da uyandırdığı derin saygıyla, sanki bir fiziksel varlığa dönüşmüş, sanki yanı başımızdaymış duygusunu yaşamamızın dile getirilişidir.”
“Bize pek çok unutulmaz hatıra bıraktı. Tanıdığım en asil, en olağanüstü, en özverili insanlardan biri olduğunu da bu yüzden söylüyorum işte. Dünyada onun gibi milyonlarca ve milyonlarca insan olmasa, bunun pek bir önemi olmazdı. Ender görülen şekilde öne çıkan insanlar, bu nitelikleri özümseyebilecek, içlerinde bunların tohumlarını taşıyan kendileri gibi milyonlarca insan olmasa, hiçbir şey yapamazlar. İşte devrimimizin cehaletle mücadele etmek, eğitimi geliştirmek için bunca çaba göstermesinin nedeni de bu. Herkes Che gibi olsun diye…”

Carlota Operasyonu
Che’de somutlanan bu enternasyonalist bakış, Küba’da devrim sonrasının en belirgin olgularındandır. Bu bakış, sadece devrimci mücadelelere yapılan askeri desteklerle de sınırlı kalmamış, Küba, dünyanın birçok ülkesine tıbii yardımda bulunmuş ve dünyanın birçok yerinde binlerce doktor yetiştirmiştir. El Salvador, Guatemala, Nikaragua’nın yanı sıra, bunun en belirgin örneklerinden biri de Afrika’da, angola-cuba-operaciocc81n-carlota-680x365Portekiz sömürgeciliğine karşı savaşan gerillalara yapılan destektir.
1965’ten itibaren Angola ve Gine-Bissau’daki mücadelelerle işbirliği yapılmaya başlanmıştı, ilk başta bu işbirliği; rütbeli subayların eğitimi, eğitmen yollanması ve malzeme yardımından ibaretti. 1975’te, Portekiz’in Afrika’daki sömürgelerinin büyük bölümü kesin bağımsızlıklarına kavuşmuştu; ancak sömürgelerin en büyüğü ve en zengini olan Angola’da durum farklıydı. ABD, Angola’yı işgal etmek için Güney Afrika birliklerini devreye soktu, hem kuzeyden hem güneyden işgal başlatıldı. Buna karşılık Küba, Carlota Operasyonu adı verilen operasyonu başlattı ve tanklı, toplu, uçaksavarlı, tam teçhizatlı 36.00 0 gönüllü Küba askerini ticari gemilerle Angola’ya taşıdı. Operasyona, Küba’daki ilk başkaldırılar sırasında ölmüş ya da idam edilmiş binlerce köleye duyulan saygının bir göstergesi olacarlota-1rak, 1843’teki başkaldırıların önderlerinden Afrika kökenli şeker fabrikası işçisi Carlota’nın adı verilmişti. Operasyon, 1976’da büyük bir zaferle sonuçlandı ve Güney Afrika askerleri Angola topraklarını terk etti.
Fidel, Carlota Operasyonu’nun “Küba’nın en haklı, en uzun, en topyekûn ve en başarılı enternasyonalist askeri harekatı” olduğunu söylemiştir. 1987’de, Güney Afrika Angola’ya tekrar -ve son olarak- bir askeri harekat düzenledi. Küba, bu savaşa da 55.000 Kübalı asker desteği gönderdi ve Cuito Cuanavale’de Güney Afrika birlikleri çok ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu zaferle birlikte, Aralık 1988’de, Güney Afrika, Angola ve Küba tarafından Afrika’nın güneybatısı için bir barış anlaşması imzalandı.
Uzun yıllara yayılmış olan Angola savaşında; Kübalı 300.000’den fazla enternasyonalist savaşçı ve 50.000’e yakın sivil görev yaptı. Bu noktada, Küba’nın yıllara yayılmış bu direncini ve dahi geleceğini de tekrar düşünebilmek adına, Fidel’in, Kübalıların Angola’daki bu müthiş mücadelesinden sonra söylediği şu sözü hatırlamakta fayda var: “Böyle bir kahramanlık göstermeyi başarmış bir halk, kendi ülkesini savunma zamanı geldiğinde neler yapmaz ki!”

90’lara doğru
4 Ekim 1963’te, İkinci Tarım Reformu’yla birlikte, özel mülkiyetlerdeki sınır 5 caballeriasa (67 hektara) düşürülmüştü. Bu, sosyalizme geçişi sağlamlaştıran bir hamleydi. 1962’deki Füze krizinden sonra ABD, Küba’dan ülkeye girişleri durdurmuştu. Pek çok insan ayrı düşmüştü, bunların içerisinde devrimin başarsızlığa uğrayacağını düşünerek Peter Pan Operasyonu sırasında çocuklarının götürülmesine razı olan aileler de vardı. Bu yasak, yurtdışına yasadışı çıkışları, bunun sebep olduğu kazalar, ölümler ve buna karşı propagandaları başlattı ve Ekim 1965’te Camarioca limanında üç yüz bine yakın kişinin, elde edilen vizelerle güvenli bir şekilde, ABD’ye götürülmek üzere yola çıkarılmasıyla sonuçlanan ilk göçmen krizi yaşandı. İkinci göçmen krizi de, Nisan 1980’de Peru elçiliğine zorla girilip, elçiliğin Kübalı muhafızının öldürülmesi ve Peruluların katili teslim etmemesi üzerine Peru elçiliğindeki korumaların geri çekilmesiyle açığa çıktı. O sırada on bin kişi ülkeye girdi ve Mariel limanı tahsis edilip göç etmek isteyenlerin önündeki tüm engel kaldırıldı, yüz binden fazla insan Florida’ya geçti.
Mart 1968’de, Küba hükümeti, küçük zirai mülkiyetler hariç, adadaki özel işletmelerin neredeyse tamamını istimlak etmişti. Şubat 1976’da, Küba’nın ilk sosyalist anayasası referandumla oylandı ve kabul edildi. Temmuz 1972’de Küba, sosyalist ülkelerin ekonomik bloğu COMECON’a girdi ve 1973’te Ekonomik Yönetim ve Planlama Sistemi (Sistema de Direccion y Planificacion de la Economia – SDPE) olarak bilinen Sovyet tarzı bir planlama sistemini benimsedi. 1972’den 1981’e kadar, Küba’nın Gayrisafi Yurtiçi Hasılası yıllık ortalama 7.8’lik bir büyüme oranıyla, Latin Amerika ülkelerinin kişi başına gelirin azaldığı 80’lerin büyük bölümü boyunca sürekli büyüme sağladı. Ancak Sovyetler’de de olduğu gibi Küba’da da bu sistem uzun vadede etkisiz kaldı. 1985’te Fidel, bu eğilimleri reddederek ‘düzeltme’ (rectification) politikasını gerçekleştirdi. Merkezi bürokratik planlama, 1986 yılında yerini, planların hazırlanmasında daha özerkliğe izin veren ve işçi katılımını artıran ‘sürekli planlama’ ya bıraktı. En düşük maaş alan kesimde genel ücret artırımına gidildi ve gönüllü çalışma projeleri yeniden devreye sokuldu. 1980’de izin verilen özel çiftçi pazarları, eşitsizliğin artmasına yol açtığı için kapatıldı.
Berlin Duvarı’nın yıkılması, ABD’nin Panama işgali ve Nikaragua’da Sandinistaların seçimleri kaybetmesi; dünya üzerinde sosyalist ülkelerin ardı ardına çözülüşü, Küba üzerinde büyük etkiler yarattı ve her tür saldırıya karşı kendisini daha da güçlü kılmaya dönük yeniden kurguladı. 90’ların başında, Küba en zor dönemlerini yaşadı, ekonomik anlamda da en bunalımlı yıllardı. Ancak Küba, bu süreçten de ayakta kalarak çıktı. Bu başarının ardında Fidel’in, Küba üzerinde büyük etkiler yaratacak olan Sovyetler’in çöküşüyle birlikte yapılan “sosyalizmin yenilgisi” yorumlarına yanıt niteliği taşıyan şu fikirler ve kararlılık vardı:
“Sosyalizmden kapitalizme geçiş diye tutturanlar, ham hayal peşindeler. Küba Devrimi sarsılmaz ilkelere dayanmaktadır ve dayanmaya da devam edecektir. Küba “Ya Sosyalizm, Ya Ölüm!” sloganıyla yönetilecektir. Bazıları, akılları sıra ticaret yaparak bizi değiştireceklerini sanıyorlar. Hay hay, buyurup gelsinler. Gelenlerin başımızın üstünde yeri var. Biz böyle meydan okumalardan korkmayız. Bu devrim, kafa tutuyorlar diye korkmaz.”
devam edecek…

İdil Özkurşun

Kaynaklar:

1. Fidel Castro – İki Ses Bir Biyografi, Ignacio Ramonet, Doğan Kitap
2. Savaş Anıları, Ernesto Che Guevara, Ant Yayınları
3. Demokrasi ve Devrim – Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, D. L. Raby, Yordam Kitap
4. Latin Amerika: İsyan Hep Vardı!, Derleyen: Sibel Özbudun, Kaldıraç Yayınevi
5. Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Galeano, Sel Yayıncılık
6. Ekonomik Yazılar, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
7. Dinle Yankee, Wright Mills, Ant Yayınları
8. Fidel Castro Konuşuyor, Lee Lockwood, F.R. Alleman, Yar Yayınları
9. Che’de Sosyalist Bilinç ve Geçiş Dönemi Ekonomisi, Carlos Tablada, Çözüm Yayıncılık
10. Sosyalizme Doğru, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
11. Sosyalizm ve İnsan, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
12. Vamos Bien – İyi Gidiyoruz, Fidel Castro, Nazım Kitaplığı
13. kubadostluk.org
14. Lanic.utexas.edu (Latin American Network Information Center)

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...