Ana Sayfa Blog Sayfa 134

Yüz kızartıcı “zafer” ve Saray Rejimi

Doğrusu bu tablo, açıklama yapılmasına ve zafer ilanına gitmeden önce, bu dörtlünün, çok zor anlar yaşadığını göstermektedir. İçlerinde Erdoğan’a, bu olmadı, seçimi yeniden yapalım diyen biri çıkmamıştır. Zaten Erdoğan’ın da, “ben böyle hileli bir zafer istemem” diyeceğini düşünen bir tek kişi bu ülkede yoktur
İnsanlık tarihinde, onurlu yenilgi diye bir şey vardır ve saygı duyulasıdır. Ama, bu zafer, hileye, yalana dayalıdır ve saygı duyulası bir yanı olmadığını, bizzat Erdoğan ifade etmektedir.
“Atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü bunun ifadesidir. 1-0 veya 5-0 fark etmez sözü de bunun ifadesidir. Kendisi, “evetler önde, ama büyük bir fark atmak istiyoruz” diyordu. Şimdi ise, fark etmez diyor.
Özrü kabahatinden büyük sözünü herkes bilir. Sözün nereden geldiği, dinlemeye değerdir. Hikâye şöyledir. Sarayda, padişah, sık sık vezirinin “zekâsını” ölçermiş (AK Saray’da, şu anda vezir kim belli değil. Bir zekâ ölçer var mı, o da belli değil). Günlerden bir gün, vezir, kural olduğu üzre, padişahın iki adım gerisinden yürürken, padişah onun zekâsını ölçmek istemiş. “Vezir, demiş, bana bir kabahat bul ki, özrü kabahatinden büyük olsun.” Saray, farklı ilişkilerin, kapalı kapılar ardında bir yaşamın sürdüğü yerdir. Vezir, korkudan mı hemen yanıt üretirmiş, yoksa gerçekten zeki mi imiş bilinmez. Hemen, işaret parmağını, Padişah hazretlerinin ayaklarının arkadan birleştiği yere daldırmış. Padişah “zındık” diye zıplamış. Ve vezir, “Padişahın çok özür dilerim, sizi sultan hanım sanmıştım” der. Böylece özrü kabahatinden büyük sözü ortaya çıkmış. Rivayet böyledir. Padişah, acaba vezirin kellesini vurdurmuş mudur, bilmiyoruz. Hikâye açısından da çok gerekli değil.
Seçime hile karıştı, açıktan yasalar çiğnendi vb. denildiğinde, Erdoğan, yeni Başkan, özür olarak, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyor. Ya da “sür eşeği Niğde’ye” diyor, yetmedi ise, 5-0 ve 1-0 üzerinden konuşuyor.
Bu “yüz kızartıcı zafer”in, yaratığı ruh hâlidir.
Etyen Mahçupyan’ın benzettiği gibi, bir “pirus” zaferi değildir bu. Pirus zaferinde, kayıpları o kadar yüksek olur ki kazananın, kazanmasam daha iyi olurdu, der. Benzerlik kurulabilir. Ama bu “zafer”in ana noktası, kazanarak ne kaybedeceği değildir. Bu “zafer”in ana noktası, hile, hırsızlık, yalandır. İkisi arasında ana fark şöyledir, pirus zaferi, her şeye rağmen pekâla onurlu olabilir. Oysa bu “zafer” onurlu değildir.
Bu nedenle, sahibinin midesi ne kadar geniş olursa olsun, hazmı kolay olmayan bir “zafer”dir bu. Bu “zafer”, sahibini, aynaya bakamaz hâle getiren bir zaferdir. Korkakça bir “zafer”dir, utanılacak bir “zafer” dir.

REFERANDUM
MEŞRU ve GEÇERLİ DEĞİLDİR
Referandum, baskı, yalan, hile ve hırsızlık üzerine kurulmuştur. Bu açıdan, mevcut Saray Rejimi’nin, tam bir aynasıdır.
OHAL koşulları altında, bir anayasa referandumu, TC devletinin, egemenlerin, yönetemediğinin en açık beyanıdır.
OHAL koşullarında, hayır oyu propagandası yapmak suç ilan edilmiştir. Tüm devlet makinası, yetmedi işadamları, yetmedi, din adamları, tümü birden, evet için çalışmıştır. Evet için çalışanlar, hayır diyenleri suçlu, terörist vb. ilan etmekte tereddüt etmemişlerdir.
Hayır çalışması, valilerin, kaymakamların vb. eli ile engellenmiştir.
Kaymakam ve valiler, hayır oyu verecek kişileri, her yol ve araçla tehdit etmişlerdir.
Kürt illerinde, bu tehditler akıl almaz boyutlara gelmiştir.
Meclisin en büyük 3. partisinin eş genel başkanları tutuklanmış, milletvekilleri tutuklanmış, Kürt ile ve ilçelerinde onlarca belediyeye kayyum atanmış, HDP ve DBP yöneticileri içeri alınmış, köylerin üzerine baskı kurulmuş, şehirler yakılıp yıkılmıştır.
Hayır kampanyasını yürüten herkes, gözaltına alınmış, sesi kısılmış, baskıya ve iftiraya uğramıştır.
Muktedir, Saray Rejimi’nin tam bir basın uygulamasını sahneye koymuştur. Yeni Saray Rejimi’nde basının tam kontrolü kuraldır. NTV, tüm uysalca boyun eğmesine rağmen, Katar sermayesine satılmış, Doğan grubu Katar sermayesi ile görüşmeler yapmaktadır. Saray Rejimi’nin yeni basın uygulamaları açık ve nettir. TRT de dahil, hiçbir TV kanalı, hayırcılara yer vermemiş ya da evet propagandasına hizmet edecek tarzda yer vermiştir.
Yarışmada eşitlik ve adillik ilkesi tamamen rafa kaldırılmıştır.
Tüm propaganda dönemi boyunca, Erdoğan ve ekibi, yeni anayasayı anlatmak yerine, muhaliflere her türlü saldırıyı devreye koymuşlardır. Cumhurbaşkanı, açıkça, CHP liderini, kasetle geldi CD ile gidecek, diyerek tehdit etmiştir.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, sandığa atılan hayır oyları, Saray Rejimi’nin marifeti ile “evet” hâline dönüştürülmüştür. Yüzlerce sandık başındaki HDP gözlemcileri devre dışı bırakılmış, hukuksuzca reddedilmiş, gözaltına alınmıştır.
Önceden ayarlanarak, büyük çaplı bir hile organize edilmiştir. Ama buna rağmen, hayır oyları, yine öne geçmiş, bu durumda, mühürsüz pusulalar devreye sokulmuştur. Mühürsüz pusulalarla ne kadar oyun geçerli sayıldığı, bunca evet oyunun nasıl organize edildiği YSK tarafından açıklanmamaktadır. YSK, bizzat yasaları çiğneyerek, Saray Rejimi’nin seçim sisteminin bundan böyle ne olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Gerçekte, seçim sonuçları, Hayır’ın kazandığı yönündedir. Üstelik Hayır oylarının %65’in üzerinde olduğu da tahmin edilmektedir. Tam da bu nedenle, sandıkların yaklaşık %60’ı açıklanmış iken, 30 dakika boyunca veri akışı kesilmiştir. Bu esnada YSK binasına bazı şüpheli kişilerin girdiği de söylenmektedir. Sonuç, çok yüksek oranda hayır çıkmıştır. Buna rağmen, hile ile, yalanla, hırsızlıkla, her tür yasadışı yöntemle, evet galip ilan edilmiştir.
Bu durumda şu soru açıktadır: Öyle ise, sonuçta “evet” her türlü kazanacak idi ise, neden bir referandum yaptınız? Saray, bundan böyle, “biz referandumu yaptık, sonuç budur” demelidir, böylece, seçim için harcanan paraları da cebe indirme şansı ortaya çıkar.
Bundan böyle Saray Rejimi bu tarzda işleyecektir.
Ama bu bir yönetememe sorunudur. TC devleti, yönetememektedir. Muktedir, ömrü hayatında, bir kere muktedir oldu, ama bu durumda da yönetememektedir.
Bunca baskıya, bunca adaletsizliğe, bunca eşit olmayan çalışma koşullarına, bunca devlet terörüne, OHAL uygulamalarına rağmen, bunca medya egemenliğine rağmen, elde edebildiğiniz sonuç bu mudur? Öyle ise, demek ki, yolun sonundasınız burjuva egemenler.
Bu referandumda çıkan sonuç, şaibelidir. Bu referandum sonucu hilelidir. Bu referandumun kendisi geçersizdir.
“El çabukluğu marifet” hesabı ile, gizlenemeyecek bir gerçeklik vardır: Sonuç Hayır’dır.

KÜRT HALKININ YANITI “HAYIR”DIR
Uzun süredir, PKK’nin Erdoğan ile anlaştığı, başkanlık sistemine evet vereceği propagandası, “ulusalcı” kesimler tarafından yapılmakta, gündemde tutulmaktadır. “Ulusalcılık”, bir vizyonsuzluk değil ise bir ahmaklıktır. Eğer ulusalcılar, dünyayı, sınıf mücadelesini doğru okuyamıyorlarsa, bundan dolayı ulusalcı pozisyonda kalıyorlarsa, emperyalist cephenin “globalleşme” saldırılarına karşı, işçi sınıfının sınırsız ve sınıfsız bir dünya hedefini algılayamıyorlarsa ve bu nedenle “ulus devlet” savunusuna takılıyorlarsa, vizyonsuzdurlar. Ama bizim ülkemizde “ulusalcılar”, bölünme paranoyası ile, Kürtlere karşı düşmanca tutum almayı ulusalcılık sayıyorlar. Bu doğrultuda her zaman Saray Rejimi’nin elinde oyuncak oluyorlar. Ahmaklıkları bundandır. Kürtleri düşman ilan ederek, ülkeyi kurtardıklarını sanıyorlar. Ve bu referandum bu vizyonsuzluğu ve ahmaklığı bir kere daha deşifre etmiştir. Bir kere daha gördük ki, Kürt halkı, kendisine zulüm eden iktidarı desteklememektedir. Bir kere daha gördük ki, Kürt halkı Saray Rejimi’ne karşıdır. Bir kere daha gördük ki, evlerini başlarına yıkmaya ant içmiş zalimlerle Kürt halkı her zaman iki ayrı kamptadır.
Kürt illerinden “evet” kaçmış oylar üzerinden hesap yapanlar, gerçekte, devletin, Saray Rejimi’nin Kürt oylarını çalma, yok etme, evet oylarına çevirme işlemlerini, Kürt illerinde yaşanan hukuksuzlukları aklamaktadırlar. Tüm hırsızlıklarına rağmen, tüm hile ve baskılarına rağmen, elde edebildikleri sonuç açık değil midir?
Referandum, Kürt hareketi içinde de ayrımları ortaya çıkarmıştır. Devrimci demokrat Kürt hareketi karşında, Erdoğan-Bahçeli-Barzani-HÜDA PAR cephesini bulmuştur. Bu Kürt hareketi içinde iki cephedir. Türkiye’de sol adına konuşan “ulusalcılık”, kendine bu cephelerden hangisini yakın görmektedir? Şimdi buna da karar vermeleri daha kolaydır. Belki bu yolla, içlerine işlemiş Kürt düşmanlığını yenme şansları oluşur.

CESUR BİR “HAYIR”
Hayır çalışması, son derece cesurcadır.
Sonuç ne olursa olsun, bu, hayır çalışmasının etkisini yok edemez. Hayır çalışması, en başından, baskıları, basının karartmalarını, yalanları, hileleri biliyordu. Belki bu boyutta ve bu denli aymazca olacağını tahmin etmek güç idi. Ama Saray Rejimi’nin, baskı demek olduğunu, Saray Rejimi’nin hile demek olduğunu, Saray Rejimi’nin yalan demek olduğunu zaten biliyorduk.
Tüm olumsuzluklar içinde, bir hayır çalışması yürütülmüştür.
En başından, sonuçtan bağımsız olarak, hayır çalışmasının halkın, işçi ve emekçilerin, muhaliflerin örgütlenmesine bir katkı olarak ele alınması gerektiğini görüyor ve söylüyorduk. Bu konuda sonuç elde edilmiştir. Gerçekten de hayır çalışması, kitlelerin örgütlenmesi yolunda adım olmuştur.
Hayır çalışması cesur bir çalışma olmuştur.
Hayır oyu vermenin bile cesaret hâline geldiği düşünülürse, bu küçümsenemez bir kazanımdır.
Hayır kazanmıştır.
Ama bu yetmez.
Saray Rejimi açıkça ilan etmiştir ki, sandıklara ne oy atıldığı önemli değildir. Sandığı kendileri sayıyor ve sonucu kendileri ilan ediyorlar. O kadar ki, neden referandum yaptıklarının yanıtını kendileri dahi bilmiyorlar.
Sistem, Saray Rejimi, sandığı işlevsiz kılmıştır.
Artık, cepheler ve mücadele yöntemleri daha nettir.
Mücadelenin bundan sonrasını belirleyecek olan, işçi sınıfının örgütlülük düzeyidir. Mücadele alanı ise, hayatın her anı, her alanıdır, en çok da sokaklardır.
Bundan sonrası, daha ileri örgütlülük istemektedir.
Bundan sonrası, daha fazla bilinç ve akıl gerektirmektedir.
Bundan sonrası, mücadelenin her biçimine açık olmayı gerektirmektedir.
Bundan sonrası, daha büyük cesaret istemektedir.
Ve daha büyük cesaret, referandum boyunca sürdürülen hayır çalışmalarının içinde vardır. o

Suriye savaşı ve Türkiye

TC devletinin ve AK Parti yöneticilerinin, Muktedir’in, Saray’ın söylediği gibi, konu Esad değildir. Suriye savaşı, Suriye’nin iç meselelerinden doğmadı. Tersine, Suriye savaşı için, içte meseleler kullanıldı, bulundu, geliştirildi.
Suriye savaşı, sadece bölgesel bir savaş olarak da ele alınırsa yanlış olur. Bu savaşın içinde, bölge ülkeleri yer almaktadır. Esad rejimine karşı, Türkiye, İsrail, Katar, Suudi Arabistan, doğrudan ve aktif görev almışlardır. Esad’ın yanında, Hizbullah, İran vb. de devrededir. Bunlara bakarak, bu savaş bölgesel bir savaştır demek yeterli değildir.
Daha fazlası var.
Savaşın kundaklayıcısı, planlayıcısı ABD’dir. Bu nedenle bu savaş, bir emperyalist savaştır, bir bölüşüm savaşımının devamıdır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın bir parçasıdır. Dünyanın yeniden, emperyalist güçler arasında paylaşımının bir parçasıdır.
Bu savaş, ABD tarafından planlanmış olan, Irak, Libya işgallerinin devamıdır. Ama bu kez, işler istedikleri gibi gitmemiştir.
ABD, İngiltere, Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail ve Katar, bu savaşta doğrudan rol alan cephedir. Bugün Erdoğan’ın, doğrudan suç ortakları bu ülkelerin yönetimleridir. Ve bu savaş, aktif olarak TC güçleri kullanılarak yürütülmektedir. Türkiye, hem çetelerin dünyadan Suriye’ye akması, hem bu çetelerin eğitilmesi, hem bu çetelere silâh sağlanması vb. gibi konularda savaşın doğrudan içindedir. TC devleti, kendi Musul konsolosluğunun işgalinde dahi, bir tiyatro oynatacak kadar savaşın içindedir. TC devleti, kendi unsurlarını doğrudan sahaya sokmuştur ve bunlar bu savaşın doğrudan içindedirler. Muktedir, istediği zaman IŞİD’in ülke içinde eylem yapmasını sağlayıp, istediğinde durdurmasını sağlayacak kadar bu savaşın içindedir. Türkiye’deki IŞİD saldırları, MİT veya başka bir kurum ile bağlı ve koordinelidir. Yoksa, saldıraların hep muhaliflere yönelik olması açıklanamaz, saldırıların Erdoğan isteyince durması açıklanamaz.
Ve bu saydığımız ülkeler, doğrudan işgalcidir. İster TC ordusunun Suriye topraklarındaki varlığından söz edelim, ister İsrail’in saldırılarından, ister İsrail’in IŞİD militanlarına verdiği eğitimden söz edelim, ister Suudi Arabistan’ın parasal desteğinden, ister Katar’ın para desteğinden söz edelim, ister Erdoğan’ın silâh taşıyan TIR’larından, ister ABD güçlerinin Suriye topraklarındaki varlığından söz edelim, tüm bunlar, işgal hareketinin parçalarıdır. Eğer kaldı ise uluslararası hukukun ayaklar altına alınmasıdır. Her biri, emperyalist müdahalenin bir parçasıdır.
Bu durumu, bu fotoğrafı, Nisan ayının ilk haftasında, Trump’ın emri ile, Suriye’nin Şayrat hava üssünün ABD füzeleri ile vurulması olayında gördük. Saldırı, İdlib’deki El Kaideci, El Nusracı çeteleri sevindirdi. Saldırı, IŞİD’i sevindirdi. Saldırı, TC devletini ve onun Muktedir Saraylısını sevindirdi, saldırı Suudi Arabistan’ı sevindirdi. Saldırı İsrail’i sevindirdi. Saldırı İngiltere’yi sevindirdi.
Trump, bu saldırı ile, “bak ben büyük bir gücüm” havasını attı. Trump, saldırı emrini nasıl verdiğini basına anlatıyor. Böylece, şahin rolüne bürünmüş bir yeni ABD başkanı ortaya çıkıyor. Verilen görüntü budur.
Suriye savaşında kaybettiğini düşünen ve içinde uhde kalmış olanlar ise, bu yeni savaş boruları çalan Trump’ın hemen arkasında poz vermeye çalışıyorlar.
Suriye savaşı, sıradan bir savaş değildir.
ABD saldırısını olumsuz bulan İsveç, hemen aynı gün, IŞİD’in kamyonlu saldırısına sahne oluyor. Oysa İsveç, sadece kimyasal silâh olayının araştırılmasını istemişti. ABD, savaş güçleri, İsveç’ten çıkacak bir aykırı sese dahi tahammül edemiyorlar. Hemen aynı gün, kamyonlu saldırı sahneye konuyor. Bu, savaşın boyutu hakkında bilgi vermektedir.
Trump, bu saldırı ile güç gösterisi yaptığına göre, demek ki, “Rusya’nın adamı” görüntüsünü kırmak istiyor. Yazık ki, bunun için, Suriye’ye 59 füze atmaktan başka bir yolu yok. ABD başkanı olduğunu ispat etmek için, Suriye’ye saldırı gündeme geliyorsa, bu hem ABD’nin durumu hakkında bilgi verir, hem de Suriye savaşının ne kadar kritik bir dünya savaşının ön habercisi olduğunu gösterir.
Trump, elbette dostlarına “moral” vermek istiyor. İdlib’de kimyasal silâh olayının soruşturulmasına karşı çıktığına göre, sadece bir bahane arayıp, bu moral aşılamasını yapmak istediği ortaya çıkıyor. Birçok yerde, kimyasal silâhlarının, İdlib’deki El Kaide ve El Nusra güçlerine Türkiye üzerinden tedarik edildiği söyleniyor. CIA’nın bu konuda açık rolü olduğu tartışılıyor.
Peki, bu durumda İdlib’deki güçlerin Suriye ordusuna karşı savaşma gücü artacak mı? Bu durumda, mesela moral bulan İsrail, Suriye’ye yeni saldırılar gerçekleştirecek mi? Bu durumda, moral bulmuş Türkiye, doğrudan bağlantılı olduğu El Nusra güçlerine katılarak, ABD desteği ile, Suriye’ye karşı savaşa girecek mi? Yeniden moral bulmuş bir Suudi Arabistan, bölgeye daha fazla para akıtabilir mi? Yeniden moral bulan Katar, mesela NTV grubunu satın almanın ardından Doğan medyayı da satın almaktan vazgeçip, paraları İdlib ve Rakka’ya akıtır mı?
ABD, bu saldırı ile, Suriye sahasından, öyle kolay çekilmeyeceğim mi demek istiyor? Karadeniz’de NATO ve ABD gemilerinin saldırı için kullanılacağının mesajını mı veriyor? ABD, bu saldırı ile, Rusya’yı, savaşı ne kadar göze aldığı konusunda denemeye mi tabi tutuyor?
Görüldüğü gibi, Suriye savaşı, dünya çapında bir savaştır. St. Petersburg’da patlayan bombalardan İsveç’te patlayan bombalara, Mısır’da patlayan bombalara kadar, hepsi bu savaşın bir parçasıdır. Bu nedenle, rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu, dünya savaşımının bir parçasıdır.
ABD, bu saldırı ile, savaşı, doğrudan devreye girerek büyütme kararlılığını mı gösteriyor? Yoksa ABD, Suriye’den geri çekilmeden önce bir erkeklik gösterisi mi yapıyor?
Trump, bu kararla, “Rusya’nın seçtirdiği adam” olmadığını mı ispatlamaya çalışıyor, yoksa, ABD’deki savaş lobisi daha mı ağır basıyor?
Hangi seçeneğe bakarsanız bakın, sonuçta, Suriye savaşının, uluslararası alanda süren savaşın bir parçası olduğu anlaşılıyor.
Ve bu savaş, bizim içinde bulunduğumuz coğrafyada gerçekleşiyor, yaşanıyor. TC devleti ise, ABD’nin tetikçisi olmak için, büyük bir hevesle yol almak istiyor. Son bir yıldır, Rusya ile yakınlaşarak, savaş kışkırtıcı tutumunu geri çekmiş olan Türkiye, şimdi, ABD füze saldırısı ile, sevinç çığlıkları atıp, alkışlıyor. İlk fırsatta Sincar’a saldıracağının sinyallerini veriyor.
Muktedir, adı üstünde muktedirdir. Bir akşam yatarken, Putin ile dost, Rusya’ya yakındır. Ama ertesi güne uyandığında, bu kez alışık olduğu kucakta, ABD kucağındadır.
Sadece TC devletinin bu tutumuna bakılırsa, TC devletinin, yönetememe sorunu anlaşılacaktır. Açıktır, TC devleti, yönetememektedir. Suriye savaşı, devletin bu yönetme sorununu daha da ağırlaştırmıştır, ağırlaştıracaktır.
Kuşku yok ki, Trump yönetiminin bu savaşı büyütme politikası, Suriye’ye dönük saldırgan tutumu, savaşın daha da büyüyeceği anlamına gelmektedir. Ne olursa olsun, Trump, sadece kendini göstermek için değil, ama aynı zamanda oyunu yeniden kurmak için, saldırgan bir politikaya yelken açmaya başlamıştır.
Bu elbette, ABD’de, savaş karşıtlığının yükselmesine, sınıf mücadelesinin keskinleşmesine neden olacaktır. Trump yönetimi ile birlikte, ABD’de sınıf savaşımının daha da keskinleşmesi kaçınılmazdır. Zira, işçi sınıfına karşı, daha büyük çaplı ve yeni saldırılar gündeme getirilmektedir. Bu durum, uluslararası alanda savaş kışkırtıcılığı ile birleşince, halkın tepkisi de büyüyecektir. Ama buna rağmen, Trump, bu yola girecek gibidir.
TC devleti, muktedir yönetiminde, yeni Saray ahalisi ile, bu savaş kışkırtıcılığından yanadır. Bundan medet ummaktadır. Muktedir, savaş kışkırtıcılığı ile, tüm sorunlardan sıyrılmaya çalışmaktadır. Bu savaş ve kaos ortamı içinde, kendince kendi oyununu sahneleme şansı yakalamaktadır. Bu ateşin neyi ve kimi yakabileceği ise umurunda değil gibidir. Muktedir yönetiminde Türkiye, 100 yıllık saldırganlık heveslerini yeniden açığa vurmaktadır. Şam’da namaz kılmak, Kandil’i yerle bir etmek, Sincar’a girmek, Rakka’ya koşmak, Kerkük’te heeyyy diye bağırmak, aslında bu heveslerin ifadesidir. Ama ne yazık ki, Muktedir nezdinde bu savaş çığırtkanlığı, traji-komiktir. TC devleti, bölge ülkeleri ile doğru ve dostane ilişkiler kurmak yerine, açıktan mezhepçi-dinci ve ırkçı bir politika izlemeye çalışmaktadır. Daha komiği, bu politikayı, ABD’nin emirleri ile dizayn etmeye çalışmaktadır. Hâl böyle olunca, ortaya çıkacak olanın bir traji-komik hikâye olacağından şüphe etmeye gerek kalmıyor.
Suriye savaşı, TC’nin tüm saldırganlıklarının, Muktedir’in tüm planlarının açıkça ortaya serilmesine yol açmaktadır. Mezhepçi ve yağmacı tutum ortaya çıkmaktadır.
Suriye savaşı, her aşamasında, TC devletinin bir dış politikası olmadığını, TC devletinin dış politikası denilen şeyin, ABD’nin emireri, tetikçisi olmak olduğunu göstermektedir. En son kimyasal silâh kullanımı sonrasındaki ABD saldırganlığına açık desteği budur.
Suriye savaşı, TC devletinin tüm kadrolarının, Saray’ın, genel kurmayın vb. soğuk savaş döneminin politikaları olan, anti-komünizm ve halklara düşmanlık politikalarına sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermektedir. TC devleti, içeride OHAL ile bir katliam savaşı yürütmekte, dışarıda da her fırsatta saldırganlığını ortaya koymaktadır.
Suriye savaşı, Türkiye’yi Pakistanlaştırmaktadır. o

Saray Rejimi tükenmişliktir, direniş kendi yasalarını yaratacaktır

Bu bir tükeniş görüntüsüdür.
TC devleti, Muktedir tarafından ele geçirilmiş, ellenmiştir.
Bundan böyle ortaya bir Saray Rejimi çıkmıştır.
MHP ve AK Parti’yi bu yola iten, böylesine acele ile bir “anayasa” değişikliğini gündeme getiren, sadece Erdoğan’ın, “kendini ve ailesini” yargılanmaz hâle getirmek girişimi midir? Bu ilk alternatif gibidir, ama tek başına mümkün değildir. Erdoğan’ın ihtiyaç ve istekleri açık, onu acele etmeye itiyor. Geleceği belirsiz. Ama yine de bu, yeni Çobanlık sistemi için tek başına yeterli neden olamaz.
Yoksa, ABD, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde, “tek adamlık Çobanlık” sistemine geçmek için, Erdoğan’ın konumunun-durumunun çok uygun olduğuna mı karar vermiştir? ABD, Erdoğan eli ile “anayasa”yı değiştirip, sonra kendi istediği kişiyi mi yerine geçirmek istemektedir? Bu durumda “anayasa” değişikliği, işin sadece bir adımı mıdır? Bu durumda da açıklanması gereken bir kaç nokta var. ABD, evet Türkiye’yi bir tetikçi olarak kullanmaktadır. Erdoğan, hiçbir adımında ABD’ye ihanet etmemiş, tersine, ne istiyorsa yapmıştır (Suriye’de Rusya ile zorunlu yakınlaşması bir yana). Son Suriye’de kimyasal silâh meselesi, Suriye’ye ABD saldırısı sonrasında Erdoğan’ın sevinç gösterilerini, ABD’ye bağlılığının en açık kanıtı olarak görmemek mümkün mü? Demek ki, Erdoğan ABD emrinden çıkmamıştır. Ama yine de, Ortadoğu’da, ABD, artık Erdoğan eli ile ne sağlayabilir? Evet İsrail’in politikalarına destek verebilir Erdoğan. Ama artık Erdoğan’ın, Katar’a ve Suudilere Türkiye’yi satmak dışında bir ilişkisi kalmış mıdır? Müslüman Kardeşler örgütü ile ABD, bölgede iş yaparak, bir gelecek mi kuracak? Kısacası, ABD, bölgede Erdoğan ile uzun bir yol yürüyemez. Ama kısa vadede, Erdoğan’a iş yaptırabileceği de açık. Hele Zarraf meselesi de ABD’nin elinde bir koz iken. Demek ki, ABD için, uzun süreli bir yol olmasa da, Çobanlık sistemi için MHP’yi biraz iterek, Erdoğan eli ile bu sonuca ulaşmayı istemesi mümkündür. Hem Erdoğan ve MHP ikilisi, çökmüş olan “ılımlı İslam” projesinin yerine, milliyetçi-İslamcı bir perspektif ile anti-Sovyet politikaları anti-Rus politikalara dönüştürmeyi denemek uygun olur. Kısacası ABD, bölgede Erdoğan eli ile, kargaşa yaratma politikasını, kaosu besleme politikasını, Türkiye’yi tetikçi olarak kullanma politikasını sürdürebilir. Bir süre daha.
AB, Türkiye’deki ekonomik çıkarları nedeni ile, daha büyük çaplı kapışmaya kadar geri durmayı seçmiştir, bu nedenle referandum sürecinde Erdoğan’a karşı açık tutum almamıştır, hatta Almanya ve Hollanda örneklerinde olduğu gibi açıkça destek vermişlerdir. Ayrıca, AB’nın, ABD planlarına açıktan karşı çıkmadığı da dünyanın bugünkü hâlinde bilinen bir durumdur.
Ama yine de “evet” çıkartılmasını, bunlarla açıklamak eksik olur. Şimdiye kadar, ilkin Erdoğan’ın kendini kurtarma isteğini, ABD ve AB’nin, kontrollü desteğini gördük. Yine de “evet” sürecini bunlarla sınırlı tutamayız.
Egemen sınıf için, sistemin çözülmekte olduğu açıktır. Egemen sınıf, burjuvazi, tekeller, eski sistemin çözüldüğünü görüyor. Ve bu durumda, bir çıkış yolu olarak Erdoğan eli ile büyük bir “temizlik” hareketine girişip, sonra Erdoğan’ı alaşağı etme planları yapmaktadır. Görünen budur. Bu durumda, egemen sınıf için, kısa vadeli düşünmek dışında yol kalmamış demektir. Kısa vadeli düşünmek; a- sınıf mücadelesini acımasızca bastırmak, b- Kürt hareketini acımasızca bastırmak, c- Ortadoğu’dan kısa vadeli kaynaklar aktarmak ve bu yolla büyümek, d- kârlılıklarını yüksek tutarak dünya çapındaki krizden az etkilenerek çıkmak, demektir. Bu duruma, Çobanlık sistemi uygundur. Sorun olmaz. Ya sonra? Öyle görünüyor ki, egemen sınıf, dünya çapında süren savaş içinde, sonrasını düşünemez hâldedir. Bu süre içinde Saray Rejimi, burjuva hukukunu ayaklar altına alırken, acaba, kendileri de sağ kalabilecek midir? Bir örnek var: TÜSİAD, tarihinde ilk kez, Erdoğan’la ters düştüğü için bir başkanını feda etmiştir. Referandum’da, Yaşar Holding, “kurumsal” anlamda bir rezilliğe imza atmıştır. TC devletinin en üst katlarının hile ile imza attıkları “kurumsal” evet rezilliği ile Yaşar Holding’in “kurumsal” rezilliği birbirine ne kadar benzemektedir. Sandıktan hayır çıktı diye bir kulübe desteğini kesmiş, gelişen boykot üzerine bu kez özür dilemiştir. İşte size burjuva egemenlerin, kısa ve uzun vadeli çıkarları arasındaki çatışma.
Kemal Derviş geldiğinde, hem ABD-AB’nin Ortadoğu politikaları yeni bir devlet yapılanmasını gerektiriyordu, hem de 2001 krizi ile burjuva egemenler yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duyuyordu. Adına “demokrasi” dediler ama gerçekte, kanun hükmünde kararnamelerle, işçi sınıfını tamamen ezmek, taşeronlaşmanın yolunu açmak saldırılarını başlattılar. O dönem, AK Parti, Derviş’in programını uygulamaya koydu ve tüm egemenler bu program konusunda hemfikir idi. Bu, gerçekte bir katıksız diktatörlüğe yönelmek iken, görünürde “liberal” özgürlükler “genişletilmekte” idi. Mesela işçi sınıfına, sendikalara, Kürt hareketine karşı azgın saldırılar artarken, turizm özgürlüğü, ordunun yerine sivilleşme eğilimleri, dinî “özgürlüklere” alan açılması gibi uygulamalar, liberallerin övgülerini alıyordu. AK Parti’ye verilen liberal destek, liberal aydınların yanılgısının ürünü değil idi. Çoğunlukla, uluslararası sermayenin istekleri ve ülkemizdeki tekellerin çıkarlarına uygun olarak bir yeni yapılanma sürecinin başlatılmış olması idi. O günlerin kanun hükmünde kararnamelerine karşı çıkılmamasının nedeni budur.
Şimdi ise, egemen sınıflar için durum daha farklıdır. Hem ABD-AB, 2001’deki gibi liberallere güven verecek bir plana sahip değildir, hem de içeirde egemen sınıf, bütünlüklü bir plana sahip değildir. İşte Erdoğan, bu durumu kullanmaktadır.
Eğer Erdoğan’ın Saray Rejiminde “Bonapartizm”i çağrıştıran bir şey varsa, o tam da bu özgün durum nedeni iledir. Yoksa daha derin bir benzerlik yoktur. 2002’de Erdoğan ve AK Parti, sistemin yeniden yapılanması ve BOP eşbaşkanlığı içinde yol almaktaydı ve egemen sınıf, gerçekte o gün de var olan tüm “otoriterleşme” politikalarının arkasında idi. Ama bugün, egemen sınıf, bir bütüncül politikaya sahip değildir.
TC devleti, tüm kodları ile, genlerine işlemiş, soğuk savaş dönemi politikaları ile yönetilmektedir. O kadar ki, anti-komünizm, hâlâ en önemli unsurdur, halklara düşmanlık ve halkları kendine iç düşman görmek hâlâ en önemli unsurdur. Bu iki unsur, Erdoğan çevresindeki eski “solcu” liberal başdanışmanların ana hareket noktasıdır.
TC devletinin bu özgün durumunu anlamak için, Kürt devrimini hesaba katmak gerekir. ABD’nin Ortadoğu politikalarındaki başarısızlık, Kürt devriminin aldığı yol ve ısrarala milliyetçi bir çizgiden uzak durması, Ortadoğu’da mezhepçi İslamcı politikaların tutmaması, eski TC elitlerinin Erdoğan’ın arkasına destek hâline gelmesini koşullamaktadır. Ergenekoncular, Perinçek’in açıklamalarında da açıkça görüldüğü gibi, Erdoğan’ı “milli” çıkış olarak görmektedirler. TC devletinin “ulusal” refleksi, anti-komünizm ve halkların inkârı üzerine kuruludur. O nedenle, TC devletinin elitlerine “Kürt” ve “komünist” dediniz mi, onlara karşı allah allah nidaları ile saldırmalarını garantiye aldınız demektir. Erdoğan’ın bu denli hukuksuzca, bu denli pervasızca davranmasının temelinde, bu gerçeklik yatmaktadır. Hepsi, buna razıdır. Yeter ki Kürtleri yok etsinler, yeter ki komünistleri yok etsinler, Gezi’yi ezsinler.
İşte bu hileli, bu hukuksuz, bu onursuz “evet” zaferinin ardında bu gerçekler yatmaktadır. Bu durum, sadece Erdoğan’ın otoriterleşmesi değildir. Bu, sistemin var olan otoriterleşmesinin tüm yönleri ile açığa çıkması, gizlenemez hâle gelmesidir.
Bu artık, Saray Rejimi’dir.
Saray Rejimi, tam bir hukuksuzluktur. Bu acaba, burjuva egemenler için, kendilerini daha rahat, daha “egemen” vb. hissedebilecekleri bir durum mudur? Devlet olanaklarından faydalanma arzusu, Ortadoğu’daki yasadışı ticaretten pay alma hevesi, kârlarını kısa vadede katlama isteğinin dayanılmazlığı, dünya çapında süren paylaşım savaşımının içinde iştahlarının kabarması, tekelleri, Erdoğan’ın arkasında sıraya sokmuştur. Ama yine de anlı-şanlı tekellerin, Koç’ların, Sabancı’ların vb. inşaat mafyası-çetesi diyeceğimiz yeni “zenginler” karşısında çok da “muteber” bir yere sahip olabilecekleri tartışma konusudur. Erdoğan, inşaat-eğitim-turizm. vb üzerinden, “yeni halifeliğe” önemli kaynaklar bulmaktadır. Doğrusu bu kaynaklar, İslam halifelerinin devlet adına topladıkları vergilerden çok fazladır ve sadece “paralel devlet”e aittir. Bu nedenle, Erdoğan’ın arkasında, “yeni zenginler”, bir çete olarak vardırlar. Burjuva çeteler, kelimenin sınıf anlamında da hayat bulmaktadır. Sadece devlete bağlı çeteler değil, inşaat mafyası gibi çeteler de devrededir. Devlet olanakları ve zenginleşme arasındaki bağları, Koç’ların, Sabancı’ların bizden daha detaylı bildiği de sır olmasa gerek.
Öyle ise, sistem, hep birlikte, bir çözümsüzlük sürecine doğru adım atmaktadır. Erdoğan, tüm bu ortamdan yararlanarak, kendi Çobanlık sistemini kurmaya yönelmiştir.
Elbette bu arada, Erdoğan’a, “İslam” adına görev biçenler de vardır. Gerçekte, İslam’a büyük darbeler indirmek için, Erdoğan’dan daha büyük bir olanak elde etmek zordur. IŞİD, bu sürecin bir parçasıdır. İnşaat mafyasının üzerinden bir “halifelik vergisi” uygulaması devreye konarak, belki fetvalar verecek hocalar bulmak, belki mafya tarzı bir sokak gücü elde etmek, belki Sadat gibi kontr-gerilla organizasyonları kurmak vb. mümkündür. Ama buradan bir halifelik çıkartmak umudu, ancak “çaresiz”lik içinde gelişen körlüktür. Tüm bu süreç, gerçekte, paylaşım savaşımının odak noktalarından birisi olan Ortadoğu’da, dini paylaşım savaşımının bir aleti olarak kullanmak isteyenlere altın tepside olanaklar sunmaktan başka bir şeye hizmet etmez.
Öyle ise, Çobanlık sistemi, referandum ve buradan hayır oylarının fazla olmasına rağmen “evet” çıkartılması, sadece Erdoğan’ın ihtiraslarının bir ürünü değildir. Tümü, hep birlikte bu sürecin arkasından itmektedir. Ve, her birinin farklı planı vardır. Sadece bir yere kadar birliktedirler.
Saray Rejimi, gerçek anlamı ile tükeniştir, çöküştür. Bu nedenle bu kadar “ayıplı” bir zafere sarılmaktadırlar.

SARAY REJİMİ
İşte “karanlıklar nasıl, güneş altında kaçarsa deliğe”, koşuyor hepsi birden bu seferberliğe. Erdoğan, tüm bu dengelerin arasında, sadece ve sadece cebini ve kendini düşünebildiği için, yoktan “zafer”ler çıkartabilmektedir.
Saray Rejimi böyle kurulmaktadır.
Saray Rejimi, hukuksuzluk demektir. Burjuva anlamda hukukun ayaklar altına alınması demektir. Adaletten söz etmiyoruz. Tüm burjuva devletler adaletsizdir. Erdoğan’dan öncesi de adaletsizdir. Ama Erdoğan ile birlikte oluşan, 15 Temmuz darbesi ile allahın lütfunu da alarak şahlanan, şimdi tam anlamı ile şekil bulmakta olan Saray Rejimi, tam bir hukuksuzluktur.
Burjuva hukuk, seçimlerde kullanılacak oy pusulalarının önceden mühürlenmiş olmasını şart koyar. Bu aslında, hileye karşı alınmış, üstelik çok zayıf bir önlemdir. Ama, Erdoğan ve ekibi, bu sıradan, son derece açık kuralı ayaklar altına almaktan çekinmemektedir.
Sadece bu mu?
Elbette değil.
OHAL koşullarında “anayasa” referandumu yapmak, ülkemizde burjuva devletin çürümüşlüğünün en açık kanıtıdır.
Soru şudur: Neden Erdoğan, Saray, tekeller, ABD, hepsi, hepsi, bir referanduma gerek duyuyorlar? Madem en sıradan kuralları ayaklar altına alacaksınız, madem OHAL olmadan seçim yapamayacaksınız, madem “hayır” diyenleri tutuklayacaksınız, madem “evet demek zorunlu” olacak, öyle ise neden referandum yapıyorsunuz? Açıkça, neden, “Erdoğan rüyasında gördü, kendisine ayan oldu ki, evet çıkacak” demiyorsunuz? Böyle dersiniz ve referandum gibi tiyatrolara gerek kalmaz.
Demek ki, Saray Rejimi’nin karakteri budur.
Şimdi, tüm dünya, tüm TC vatandaşları, sandığa giden gitmeyen tüm seçmenler, ister evet, ister hayır oyu versinler tüm seçmenler, sonucun “hayır” çıktığını biliyor. Sizler de biliyorsunuz. Öyle ise, bu tiyatrodan nasıl kazançlı çıktınız?
İşte Saray Rejimi budur.
Saray Rejimi, sadece işçi ve emekçilere karşı baskı ve katliamlar organize edilmesi demek değildir.
Saray Rejimi, aynı zamanda hile ve yalandır.
Saray Rejimi, işçi ve emekçilere, halklara karşı sistematik düşmanlık demektir. Sadece referandum süreci değil, ama özellikle referandum süreci de bunu göstermektedir. Soğuk savaş döneminden kalan, halkları düşman görme, halklara imha ve inkârı dayatma, işçi ve emekçileri düşman görme, anti-komünizmi besmele hâline getirme davranışı, Saray Rejimi’nin ana direkleridir. Referandum sürecinde, öncesinde, Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikası, bunun en açık kanıtıdır.
Saray Rejimi, muhalif duruşu, hiçbir biçimde kabul etmemektedir. Saray Rejimi, Erdoğan’ın ağzından çıkan sözlerin yasa hâline getirildiği, ertesi gün bu yasaların başka sözlerle yerle bir edildiği bir rejimdir. Saray rejimi, bu duruma uygun “uzmanlar ordusu” beslemektedir. Adının önünde profesör vb. ekler olan onlarca, yüzlerce besleme-uzman, her gün Erdoğan’ın söylediği şeyleri yorumlamak, uygun bir biçimde açıklamak, aktarmak ile görevlidir. Erdoğan ertesi gün farklı bir şey söylerse, bu durumda, en son söylediği geçerlidir ve ona göre iş yapmaktadırlar. Saray Rejimi’nin “yeni zenginleri” müteahhitlerden oluşmaktadır. Saray Rejimi’nin yeni uleması da, bu besleme-uzmanlardan oluşmaktadır.
Saray Rejimi, tüm gücün kontrol altına alınması için, sürekli düşman yaratma politikasını devreye sokmak demektir. Her dönüm noktasında, bir öcü yaratılarak, herkes sindirilmeye çalışılmaktadır. Saray Rejimi, “sinmemiş” insanları sevmez.
Saray Rejimi, karanlıktan beslenir. Bu nedenle, aydınlığı sevmez. Bu nedenle basını tam olarak kontrol altına alır ve basın, AK Partili Saray Rejimi’nin elinde bir karanlık üretme makinasıdır.

SARAY REJİMİ ve DİN
Erdoğan’ı bu kesmez.
Derler ki, günahları fazla olanlar, onları affettirmek için, Allah’a daha fazla dua ederler, beş vakit namazlarına 5 daha katarlar. İşi abartırlar.
Kuraldır, dini bu denli abartıp, gösteriye dönüştürenler, gerçekte, “dindar” imajını vermeye çalışan üçkâğıtçılardır. Mutlaka bir şeyleri gizlemek istediklerinden, bu yola başvururlar.
Öyle ya, din, gerçekte, kişi ile yaratan arasında, mümkün olduğunca gözlerden uzak, insanın kendisine ait bir şeydir.
Oysa günümüz İslamı, tümü ile demesek de neredeyse tümü ile, “ibadet” gösterisinin sergilendiği bir alana sahiptir. Suudi prenslerinin yaşam biçimi, dünyada herkesçe biliniyordur. Ne mütevazilikleri vardır, ne herhangi bir “kontrol”leri. Kibir, gösteriş ve sınır tanımaz isteklerini arsızca gerçekleştirmek, onları en iyi tanımlayacak şeylerdir.
Suudi prenslerinin bu yaşamı biliniyor. Ama bu sadece Suudi prenslerine ait değil. İslam dünyasında bu gösteriş, bu mala tapınma, bu arsızca sınırsız isteklere bağlılık her yerde geçerlidir.
Suudi gurbetinde, Viagra’dan ölenlere tören yaparak, onlara kutsiyet yükleyerek zaten bu denileni en açık biçimde ikrar etmiş olurlar.
Bu aslında bir çürümedir.
17-25 Aralık olayları patlak verdiğinde, Hayrettin Karaman’ın, geçmişinden elde ettiği saygınlığı kullanarak, birkaç dolar karşılığında yayınladığı “fetva”lar, bu çürümenin en açık kanıtıdır. Karaman hoca efendi, tereddütlerini gidermek için ne kadar dolar aldığını, başındaki yeşil sarık ile yeşil dolarlar arasında nasıl git-gel yaşadığını bilemeyiz ama, şöyle buyurdu, “Halife de %10 almakta idi.” Yani İslam’da var demiş oldu. Halife, İslam’ın devlet örgütlenmesinde vergiyi böyle toplardı, doğrudur, ama önceden herkes bilirdi. Yoksa alınan rüşvetleri, yakalanınca “vergi” diye mi isimlendirirdi? Biz halifelerden hiçbirinin bunu yapmadığını biliyoruz. Ama Hayrettin Karaman hoca efendi, yeşil sarıklıdır ve “ilim irfan sahibidir” herhâlde. Ondan iyi de bilemeyiz. Çıksın, halifelerin tümü rüşvet alırdı ve oran da %10 idi desin, diyecek bir şeyimiz kalmaz. Hayrettin Karaman hoca efendiye döneceğiz.
IŞİD, İslam adına cihat ilan etmektedir. IŞİD’in cihadı, İslam’ı kirletmektedir. IŞİD’in cihadı, Ortadoğu’da, emperyalist güçlerin ABD emperyalizminin ve Batılı emperyalistlerin varlığına karşı İslamî bir direniş geliştirilmesini önlemek içindir. IŞİD İslami, elbette tüm Ortadoğu’yu ABD adına karıştırmak içindir. Elbette IŞİD, en başta, ABD, İngiltere ve İsrail güçlerinde beslenmiş, büyütülmüştür. IŞİD, emperyalist güçlere, haksızlıklara, sömürüye, talana vb. karşı mücadele etmek için yoktur. Tersine IŞİD, ABD ve emperyalist güçler adına, Ortadoğu’da gelişecek her türlü direnişi yerle bir etmek, halkları kırmak ve birbirine kırdırmak, mezhep savaşlarını beslemek için yaratılmıştır.
Şimdi, IŞİD’in İslam inancına zarar verdiğini söylemek için, İslam konusunda Hayrettin Karaman kadar ilim irfan sahibi olmaya gerek var mı?
Kendini peygamberin hayatından kesitlerle örnekleyerek ifade etmeye çalışan Erdoğan’ı, Çobanlık sistemi kesmez. 15 Temmuz gecesinden kendisinin nasıl kurtulduğunu, bizzat kendi ağzından, peygamberin Hira mağarasındaki saklanmasına, örümceklerin mağaranın girişini ağları ile örmelerine benzetmesi, bunun kanıtıdır. Erdoğan’ı artık Çobanlık kesmez. Gözü daha yükseklerdedir. Zaten, bu noktaya kadar, ABD’nin açık, AB’nin kerhen, egemen sınıfların, Ergenekoncu eski devlet elitlerinin ve ordunun çaresizlikten, müteahhit çetesi ve mafya çetelerinin ise menfaaten desteklerini alarak gelebildi. Şimdi, hep birlikte, Müslüman Kardeşlerin, Katar’ın ve Suudi krallığının desteği ile, İran’ın Şia yayılmacılığına karşı, halifelik peşindedir. Bir de halifeliğin en iyi çözüm olduğunu, ABD’li efendilerine kabul ettirebilirse, yolu açıktır diye düşünmektedir.
Erdoğan’ı bu kesmez.
İşte o nedenle, hile ve yalana dayalı bir zaferi, onursuzca kabul etmektedir.
Saray Rejimi, bu hile ve yalanlarını, açığa çıktıklarında, göklerin yüksek katından gelen mesajlarla örtmekte, AK’lamaktadır.
Saray Rejimi, İslam’ın acımasızca kullanılması da demektir.
Tam burada, Hayrettin Karaman’a dönmemiz gerekir.
Referandum sürecinde Karaman, peş peşe yazılar yazdı. Kaybetme korkusundan mıdır, yoksa “kazanmaya” olan acil ihtiyaçtan mı bilinmez, Karaman, dilinin altındakilerin tümünü çıkarttı.
Ülkemiz Sünni İslamı’nın “fakih”lerinden biri olan Karaman, “hayır”cılar ile gayrimüslimlere davranış üzerine son derece “nazik” tehditler savurdu. İslam tarihinde, Müslüman olmayan, Hıristiyan ve Yahudilere nasıl şefkat gösterildi ise, referandumda hayır oyu vereceklere de aynı şekilde muamele edilmesi gerektiğini buyurdu. Dinin, bu denli, siyasal olaylara alet edilmesi, aslında 17-25 Aralık sürecinde de ortaya çıkmıştı.
Ama Karaman’ı bu yazı kesmedi. Hayırcıları, Osmanlı yönetimi altında hoşgörü ile muamele edilen gayrimüslimlere benzetmesi, gerçekte, Osmanlı hayallerinin de ürünüdür. Erdoğan’ın akıl hocası ve başındaki sarığın yeşilinden çok dolardaki yeşile aşık olduğu artık aşikâr olan Karaman’ın bu söyledikleri, bizim Erdoğan’ı “çobanlık” sistemi kesmez, Erdoğan burada durmaz tezimizi doğruluyor. Şimdi hep birlikte, halifelik baskısı gelecektir. Ve bunun müteahhitlerin, İslamcı mafyanın, rızklarını devlet ihalelerine bağlamış olanların, Ortadoğu yağmasından pay almaya hevesli işadamlarının, Gülen ile ihracata açılmakta eksik kalmış olup da şimdi Erdoğan ile hamleler yapmaya çalışanların, camilerde “işyerinde fazla önlem almak allaha şirk koşmaktır” diye hutbe verenlerin işine geleceği de açık. ABD için bu durum, Ortadoğu’da işine gelecekse neden olmasın. Öyle ise saygın fakih Hayrettin Karaman’ın ikinci yazısına geçebiliriz.
Bu yazı din adına daha iddialıdır. Onun için aktaralım; “Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha ‘evet’ diyerek atmak, ‘farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır’ kuralının çerçevesine dahildir.”
Tersinden okursanız, “hayır” oyu vermek, günah veya haram anlamına gelmektedir. Farz, islamda, Allah’ın yapmayı zorunlu koştuğu şeyleri anlatır.
Şimdi, diyelim ki, ülkenin çoğunluğu, mesela %65’i hayır demiş olsun. Bu durumda, bu sayılmaz, sizi gidi günahkârlar sizi diyerek, sandıktan çıkanları hile ile evet hâline getirmek, “günah” olabilir mi?
Olamaz. Çünkü, “farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran” bir eylem olmuş olur. Öyle ise, hile her zaman farzdır. Hele hele bugünkü durumda tamamen farzdır.
Acaba IŞİD’in eylemleri “farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran” fiiller olarak ele alınamaz mı? Bizce alınabilir. Zira sonunda halifelik iddiası var.
İşte burada, dar-ül harp meselesi yeniden devreye girmektedir. Bugün üzerinde yaşadığımız bu topraklarda bir şeriat devleti olmadığına göre, henüz yoktur, öyle ise, bu topraklar bir harp sahasıdır. Dar-ül harpta iseniz, yapacağınız her türlü kötülük de mübahtır.
Ünlü ve saygın fakih Hayrettin Karaman, sıradan bir politik olayda, bir anayasa referandumunda, evet oyu vermeyi allahın emri hâline getirirken, ülkenin yöneticilerinin sandıktan çıkan hayır oylarını yok hükmünde ilan edip, bir zafer bulmaları, sonra bu zaferi yaradana adamaları kadar doğal ne olabilir? Sıradan bir olayda, evet oyu vermeyi dinî bir sorun ve allahın emri çerçevesinde ele alan bir mantığın, IŞİD militanlarının eğitilmesi meselesini doğal karşılaması şaşırtıcı olabilir mi?
Demek ki, Erdoğan’ı bu zafer kesmez. O daha halifelik yolunda nice gazalara yelken açacaktır.
Hayrettin Karaman, İslam adına böyle konuştuğunda, gerçekte İslam adına onu uyaranların çıkması normal olmalıdır. Ama yok.
Erdoğan, Muktedir, Hira mağarası deneyiminden geçmiş kişi, “Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden şunlar şunlar geçer, şunlar geçemez diyor muyuz? Ya bizde tarafsızlığın daniskası var ya!” diye konuşmuş. Bunları bir çocuk aklı söylemez diye mi düşünüyorsunuz? Peki, ya Hayrettin Karaman’ın farz açıklamasından sonra, Erdoğan’ın söylediklerini yine çocukça diye mi ele alıyorsunuz?
Saray Rejimi, biraz da böyle olacaktır.
Okullar ne zaman tatil edilecek? Saray bilir.
Hangi köprüden kimler geçecek? Saray bilir.
Nereye cami yapılacak, nereden cami kaldırılacak? Saray bilir.
Sabahları kaçta kalkılacak? Saray bilir.
Akşamları hangi içki içilerek yatılacak? Saray bilir.
Kahve falına bakmak günah mıdır? Hayrettin Karaman’a sorulacak.
Kürt sorunu var mıdır? Saray bilir.
Kürt var mıdır? Saray bilir.
Kaç çocuk yapılacak? Saray bilir.
İşte OHAL rejimi de zaten bunun için vardır.
Yeni çobanlık sistemi ile OHAL artık sürekli hâle getirilmiştir. Bundan böyle, meclisin yasa yapıp yapmamasını ancak ve ancak Saray bilir. Saray’dan daha iyi yasa yapabilecek olan var mıdır?
Saray Rejimi, dinin, İslam’ın acımasızca, kurnazca, hayasızca kullanılması demektir.

CHP, MHP SARAY’IN FİGÜRANLARIDIR
Saray Rejimi, en başından bir ABD projesi olarak başlamış olan AK Parti projesinin, biraz farklılıkla devamıdır.
Bu projede, en başından beri, CHP ve MHP, esas kadroda, figüran oyunculardır, hep öyle olmuşlardır. MHP bölümünü artık biliyoruz. MHP, artık bir tabela partisidir ve belki Saray sıkılana kadar, bu tabela korunacaktır. MHP, son 15 yıllık süreçte, tıpkı Erdoğan gibi, dün savunduklarının tam tersini savunmaktan geri durmamıştır. Son, “fiilî durumu anayasal hâle getirme” çıkışı ile, muhtemelen Bahçeli’ye dönük bazı tehditlerle, çobanlık sistemini, Saray Rejimi’ni, herkesten çok savunur pozisyona girmiştir. Bu durum, Bahçeli’nin son kullanım tarihi demektir. Bundan böyle Bahçeli ile işlerinin olmayacağı açık. Zaten, ne MHP diye bir parti kalmıştır, ne de Bahçeli diye bir lideri.
Ama Saray Rejimi’nin CHP’ye olan ihtiyacı, CHP’nin oynayacağı rol hâlâ sürmektedir. Daha seçim sonuçları resmen ilan edilmeden, daha şaibe iddiaları ayyukta iken, CHP’nin eski ve mevcut genel başkanlarının tutumu, tam bir korkaklık, tam bir zavallılık değil ise, açıktan açığa rolleri gereğidir.
Şaibeli seçim diye söze başlayan CHP’nin genel başkanı, birdenbire kameraların ses sisteminin alamayacağı bir tarzda karnından konuşarak, “sokağa çıkma” çağrısı yapmıyor. Erdoğan’ın, “kasetle geldi, CD ile gidecek” tehdidinden midir acaba, Kılıçdaroğlu, halkın en meşru hakkı olan oylarını koruma hakkına dönük olarak “sokak” eylemleri çağrısı yapmıyor. CHP lideri acaba, “bu devlet bizim, sokağa çıkma çağrısı yaparsak, işin boyutu referandumu aşar da devrime doğru bir ilerlemeye mi yol açar, işçiler sokağa mı çıkar” diye mi korkmaktadır?
Ne referandum ama!
Zafer ilan eden Erdoğan’ın yüzü solmuş, neşesi kaçmış, “zafer” derken kendini ele verecek tarzda yenilgisini ifade ediyor. Arkada Damat Berat ve Saray oğlanı Jöleli, Erdoğan’ın gücünün simgesi midir?
Ve aynı zamanda, CHP lideri, “hayır cephesinin sözcüsü” edaları ile, seçim şaibelidir derken, YSK’yı suçluyor ama halka, oylarınıza sahip çıkmak için sokaklara çağrısı yapamıyor. Kendisini en şehvetle Abdülkadir Selvi savunuyor.
Bu kadar da değil.
CHP’nin eski lideri Baykal, daha maç bitmedi, diyor. Kurumuş bir yürek, acınası bir beyinle birlikte olunca, böyle mi oluyor? Baykal, maç bitmedi, 2019’da ikinci yarı var, diyor. Yani Baykal, açıktan seçim sonuçlarını, YSK ilan etmeye korkarken, tanıdığını ilan ediyor. Daha şaibe üzerine iki laf etmeden, hemen 2019’da aday olduğunu ilan ediyor.
Bu tiyatronun en ucuz figüranları kim diye bir yarışma açılsa, Bahçeli, Baykal ve Kılıçdaroğlu arasında karar vermek, jüri için çok zor olacaktır.
Eğer, eski Doğu Avrupa ülkelerinden birinde seçime hile karıştı diye muhalefet lideri halkı sokağa çağırmış olsa, CHP’nin bu, al birini vur ötekine iki lideri, muhtemelen, “demokrasi halk tarafından korunuyor” derdi. Ama, açık hile ile, sandıklara atılan hayır oylarının evete çevrilmesine seyirci kalıp, “devleti koruyoruz” diye numara yapmaya çalışanlar da bunlardır.
Kılıçdaroğlu, biz halka söz verdik, oylarına sahip çıkacağız, diyor, sandıklara sahip çıktık ama YSK bizi aldattı, diyor. Ne ucuzluk, ne çapsızlık, ne karaktersizlik! Öyle ise parti teşkilâtınla YSK’yı bas, kitleleri YSK’nın önüne yığ, parlamentodan çekil, seçimin tekrarını iste, sokaklara çıkanlara destek ver.
Kılıçdaroğlu şöyle diyor; gelecek sefere inşallah. şimdi ana sorunumuz, Saray’ın dediği gibi, halkın bu sonucu “hazmetmesini” sağlamaktır. İşte bu nedenle Kılıçdaroğlu, gazı kaçmış soda gibi fıslıyor, Baykal pişmiş patates gibi maçın ikinci raundunu bekle çağrıları yapıyor.
CHP, eğer, milletvekili dokunulmazlığına destek vermemiş olsa, (ki sadece anayasaya uygun davranmış olurdu), HDP milletvekilleri dışarıda olmuş olsa, Hayır, daha da güçlenecekti. Demek ki, CHP; açıktan AK Parti’ye yardım etmiştir. Kılıçdaroğlu ve Baykal, 15 Temmuz gecesi, bir tank bulup üstüne çıkacaklarına, Yenikapı’ya yolcu olmamış olsalardı, belki biraz daha insan omurgasına benzer omurgaları olabilirdi.
Referandum göstermiştir ki, sandık, artık bu ülkede bitmiştir. CHP, MHP ve AK Parti, birer parti olarak zaten bitmiş idi, bir kere daha bunu gördük. Parlamento, artık işi olmayan, anlamsız, süs hâline gelmiş bir kurumdur.
Saray Rejimi, bunların üzerine yükselmiştir.

“HAYIR” BİR DİRENİŞTİR
İşte tüm bu koşullar altında, hayır bir direniştir. Hayır, insan olmaya devam etme isteğidir, kulluğun reddedilmesidir.
Hayır, boyun eğmemek demektir.
Hayır, İslam’ın, dinin bu denli hunharca kullanılmasına karşı durmak demektir.
Hayır, gazetecilerin hapsedilmesine, herkesin bir günde terörist ilan edilerek “devlet terörünün” egemen ve dinen kutsal kılınmasına, milletvekillerinin hapsedilmesine, insanların iradelerine ipotek konulmasına, gençlerin sokaklarda kurşunlanmasına, çocukların ırzına geçilmesine, kadın cinayetlerine ve cinsel ayrımcılığın her türüne karşı olmak demektir.
Hayır, bir yandan şiddet ve baskılara karşı koymak, diğer yandan “farz” yalanlarına karşı durmak demektir.
Hayır, iş cinayetlerine “fıtrat” yaklaşımı ile açıklama getiren kömür dağıtıcısı, sadaka verici devlete karşı durmak demektir.
Hayır, özelleştirmelere, ülkenin tüm fabrikalarının rant alanı hâline dönüştürülerek yağmalanmasına, taşeronlaştırma ile, işçi ve emekçilerin yaşamlarının çekilmez hâle getirilmesine, ucuz emek cenneti olmaya karşı durmaktır.
Hayır, doğanın yağmalanmasına, inşaat şirketlerinin tüm yaşam alanlarına fütursuzca dalmasına, ihalelerle hayatlarımızın çalınmasına, Katarlı şirketlere ülkenin parsellenerek satılmasına, dur demek isteğidir.
Hayır, paralı eğitime ve eğitimin özelleştirilmesine, çocukların imam hatip veya özel paralı eğitim makası içinde parçalanmasına karşı durmak demektir.
Hayır, sömürünün, talanın, yağmanın her türüne karşı direniş demektir.
Ve tüm baskılara rağmen, devlet terörüne rağmen, meta zoru uygulamalara rağmen, dinî fetvalara rağmen, ekonomik tehditlere rağmen, akıl almaz yalanlara rağmen Hayır kazanmıştır.
Evet demenin bir devlet teşviki, evet demenin bir şike, evet demenin bir parasal kazanç, evet demenin bir farz ilan edildiği koşullarda, evet’in kaybetmesi, sıradan bir olay değildir.
Erdoğan ve danışmanları, şürekası, hileli bir “evet”in üzerinde, yalanın üzerinde, “farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran fiil” açıklamalarını dayanarak yaparak elde ettikleri “zafer”in üzerinde oturmak zorundadırlar.
Hayır, Kürt halkının direnişidir.
Hayır, Gezi Direnişi ruhunun genişleyerek sürmesidir.
Hayır, işçilerin dipten gelen dalgasının habercisidir.
Hayır, bir direniştir.
Gezi Direnişi’nin ikinci aşamasıdır. Gezi Direnişi, ikinci aşamada da kazanmıştır.
Bu “zafer” üzerine kurulu, “anayasal” hâle getirilmiş Saray Rejimi, kimseyi kurtaramayacaktır.
Bahçeli, Saray Rejimi’nin kuklasıdır.
Kılıçdaroğlu’nun artık Erdoğan’ı ve Saray Rejimi’ni kurtarma şansı yoktur.
Referandum, Hayır’ın zaferinin tanınmamasıdır.
TC devleti, Saray Rejimi, açık olarak sandık ve seçim sistemini rafa kaldırmıştır. Parlamento işlevsiz, seçim sandıkları bir tiyatrodur.
Referandum’dan önce, bir anayasa vardı, 12 Eylül hukukuna dayalı bir anayasa vardı. Bu anayasaya, en başta Erdoğan, Cumhurbaşkanı uymamakta idi. Fiilî olarak anayasa uyulmayan bir anayasa idi. Referandumdan sonra, artık bir anayasa da yoktur. Referandumdan geçememiş bir anayasal düzenleme ile anayasa varmış gibi davranmak, Kılıçdaroğlu ve CHP ekibinin tüm yardımlarına rağmen hayat bulamayacaktır.
Artık, direniş, kendi yasalarını yaratacaktır. o

“Hayır” ve 1 Mayıs

1 Mayıs, 1977 Taksim 1 Mayıs katliamının tam 40. yılına denk geldi.
Bu iki etken altında, 1 Mayıs’ın doğru adresi olan Taksim alanının alınması, çok daha mümkün idi. DİSK yönetimi başta olmak üzere, KESK, TTB ve TMMOB yönetimleri, Taksim’i almaya “cesaret” etmemişlerdir.
Sendikalar, kitle örgütleri, gerçekte devletle aralarına mesafe koyacaklarına, kendi iradelerini çalan devletten uzaklaşacaklarına, haklarını gaspeden, en sıradan ekonomik ve demokratik haklarını gaspedenlerle aralarına mesafe koyacaklarına, tersine, mücadele edenlerle, direnenlerle, devrimcilerle aralarına mesafe koymaya çalışıyorlar.
1 Mayıs 2017’nin ilk sonucu budur. Kani Beko’nun kürsüden sola, direniş liderlerine selâm göndermesi, birçok yerde onun işveren temsilcisi gibi, Kılıçdaroğlu’ndan bin kat geri konuşmasını affettiremez.
İki arada kalma döneminin sonudur. Sendikalar, tüm demokratik kitle örgütleri, “solu suçlama” politikalarına, alışkanlıklarına son vermeli, devletin ağzını kullanmak yerine, işçi sınıfının ağzını kullanmayı denemelidir. Sendikalar, hele hele ilerici sendikalar, tüm kitle örgütleri, sol ile, devrimcilerle ilişki kurmayı seçmelidir. Zira, bu onların da ihtiyacıdır.
İkincisi, 1 Mayıs 2017, tüm buna rağmen, devrimci davaya sempati duyan işçilerin, devrimci işlerin, solun 1 Mayıs’ı olmuştur.
Bu realitenin, bu gerçekliğin, kürsüye yansımasının zamanı gelmiştir. Sendikalar adına iki temsilcinin ve sol adına iki temsilcinin kürsüden konuşması doğru olandır. Tertip komitelerinin lafta değil, gerçek anlamda solun da içinde yer alacağı şekilde organize edilmesi gereklidir ve 1 Mayıs’lar adına, işçi sınıfı adına kazanım olacaktır.
Üçüncüsü, Saray Rejimi’nin korkusudur. Saray Rejimi, tüm burjuva basını ile birlikte, 1 Mayıs’ları sansürleyen, yasaklayan, engelleyen zihniyeti ortaya koymaktadır. Saray Rejimi, işçilerden, emekçilerden, “hayır”ın gerçek sahiplerinden korkmaktadır. Bunun için, tramvayları, metroları, vapurları, motorları çalışmaktan men etmişlerdir, bunun için her yeri trafiğe kapatmışlardır. 1 Mayıs alanına, Taksim’e giren ya da oraya girmeye çalışanlara karşı uyguladıkları şiddet, bu korkunun ürünüdür. Burjuva basın, sadece “havuz medyası” değil, tüm burjuva basın, 1 Mayıs kutlamalarına kendini kapatmıştır. Bu, korkunun açık ifadesidir. Burjuva basın, Saray Rejiminin Muktedirine, duymaktan rahatsız olacağı sloganları duyurmamak için bir tıkaç görevi yapmayı da üstlenmiştir. 1 Mayıs, bu gerçeği, bu korkuyu bir kere daha ortaya koymuştur.
Dördüncüsü, 1 Mayıs alanına gelen kitlelerin, sadece İstanbul’da değil, ülkenin dört bir tarafında, “Hayır” direnişinin vakurluğunu taşıyor olmalarıdır. Kitleler, “hayır” kazandığı hâlde Saray’ın zaferinin ilan edilmesinin karışık duyguları içindeydi. Bir yandan, geçen yıla göre daha kalabalık, daha kararlı, ama bir yandan da “sandık” hilelerinin beraberinde getirdiği bir “durgunluk-düşünme hâli” içinde idi. Bir yandan bir direniş geliştirmiş, sandığa, her şeye rağmen “hayır” oyunu atabilmiş ve belki de %65’lerde bir “hayır” oyu almayı başarmış bu kitle, diğer yandan kendisine “evet” sonucu açıklanmış ve sokak gösterileri ile hakkını geri almayı başaramamış bir kitle.
Bu ruh hâli, örgütlenmenin öneminin daha da iyi anlaşılmasına olanak verecektir.
Beşincisi, CHP, artık kendi kitlesini tutamamaktadır. CHP, özellikle gençliği, Baykal ve Kılıçdaroğlu politikaları ile tutamamaktadır. CHP tabanı, gün be gün, Baykal ve Kılıçdaroğlu ekibinin Saray’ın maskaraları olduğunu, bu maskaralık konusunda MHP lideri Bahçeli’den bir dirhem farkları olmadığını anlamaktadır, görmektedir, kavramaktadır. Özellikle CHP’li işçiler, CHP’li gençler, bu konuda duyarlıdır. Bu duyarlılık, 1 Mayıs alanlarına yansımıştır. 16 Nisan referandumunun üzerinden henüz 15 gün geçmiş olduğu için, CHP, daha bu arayışı bastırmayı başarabilmiş değildir. Baykal ve Kılıçdaroğlu, çoktan “evet” sonuçlarını kabul etmiş, sindirmiş üzerine de gazozu içmiş durumdadır. Ama henüz bu durumu, CHP’li işçilere, CHP’li gençlere anlatabilmiş değildirler.
Özetle, 1 Mayıs 2017, “hayır” ile süren direnişin, alanlara yansımasıdır. Bir dirhem daha direniş gelişmiştir. Bir dirhem daha örgütlülük konusunda yol alabiliyorsak, işte gerçek anlamda kazanım bu olacaktır. o

Şiire Koçaklama

 

Evet, Eduardo Carranza’nın, “Şiir kanını kaynatmıyorsa, aniden sırlara pencereler açmıyorsa, dünyayı keşfetmene yardım etmiyorsa, umutsuz yüreğinin yalnızlıkta ve aşkta, şenlikte ve sevgisizlikte eşlikçisi değilse ne işe yarar?” saptamasındaki gibi düşündüğüm için şiire “koçaklama” betimlemesini layık görüyorum.[2]

* * * * *

“Şiir nedir” mi? Sıkça karşılaştığımız bir soru(n)dur bu…

Adnan Yücel’in, “Bir şaire sorulabilecek en zor soru bence şiirin tanımıdır. Çünkü yaşamın tümünün tanımı istenir”; Melih Cevdet Anday’ın, “Çıkar yol, şiiri tanımlamaktan vazgeçmektir. Tanım akıl işidir, şiir ise akıl dışıdır”; Ahmet Telli’nin, “Şiiri tanımlamak gerekmiyor, yaşayan bir organizmadır o,” yanıtlarına eklenmesi gereken iki şeyden birisi: Sabahattin Ali’nin, “Şimdi şiir bence senin yüzündür,” saptamasıysa; ikincisi de Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Şiir nedir?” sorusuna verdiği, “Şiir ne değildir ki?” yanıtıdır.

Bence de aşk, hayat ve özgürlük kavgası neyse ne demekse, şiir de o demektir.

* * * * *

Şiir duygunun senfonisidir; güzelliktir; duygudur; sevgidir; özlemdir; kavuşmadır; tutkudur şiir; tutkuludur şiir; yaşamın kendisidir.

Devletin başladığı yerde biten düşlerin başladığı yerdir; sınırların olduğu yerde sınırsızı istemekle başlar, ama bitip tükenmez.

Nihayet Nâzım Hikmet’in, “Matematik, sibernetik, fizik, müzik, tüm bunlar, eninde sonunda, sadece, insanlar şiir okumayı öğrensinler ve anlasınlar diye gereklidir,”[3] diye tanımladığı şiir hayatın “olmazsa olmaz”larındandır.

* * * * *

Arapça kökenli bir sözcüktür; ‘şa ara’dan gelir. ‘Sezgi’, ‘ilham’, ‘ilhama dayalı’yı ifade eder.

Bir durum ya da olayı en az kelimeyle en güzel şekilde anlatabilme sanatıdır; kelime işçiliğidir.

Duyguların imgesel olarak resmedilmesidir; hayatı özgürce dile getirebilme olanağı veren üsluptur.

Etkili bir silahtır; insan(lık)ın kanatlanmasıdır.

“Şiir insanın yüzüdür” diyen Yelda Karataş haklıdır.

Duyguların damıtılmış hâli olan şiir, başka bir dünyanın mümkün olduğunu muştularken; aşka yardım ve yataklıktan sabıkalıdır; öznesi yaralıdır; insana ait çığlıktır şiir…

Şiir hayattır; arkadaştır, dost ve yoldaştır; yolculuğa çağrıdır.

Pablo Neruda’nın, “Ekmek gibidir, herkes tarafından bölüşülmelidir,” dediği şiir hüzündür, aşktır, heyecandır, mutluluktur. Şiirler hayat tarzıdır.

İsyandır, isyankâr olmayana şiir değil ‘methiye’; yazarına da şair değil soytarı denir! Çünkü gramer iktidardır, şiir ve şair gramer tanımaz…[4]

* * * * *

İlhan Berk’in, “Şiir bir tuğlacının düşürdüğü tuğlanın yere düşmesinde değil, havada asılı kalmasındadır,” diye tanımladığı şiir, duyuşun deyişe dönüşmesidir; dilin, kalbin, beynin ulaşabileceği zirvedir.

Şiire “üzümün güneşi, elmanın kurdu” demek de mümkünken;  “Bir mutluluk hastalığıdır şiir. Kırılan dalın türküsüdür. Ne roman ne öykü, bana her çeşidinden şiirler getir yolcu! Temiz, tertemiz olayım; serin, sepserin olayım; burkulursam burkulayım…”[5] Cemal Süreya’ya göre…

* * * * *

Cemal Süreya’nın, kapitalizmin, etinden sütünden faydalanamayacağı bir sanat türü olarak tanımladığı şiirin görevini/amacını/gerekliliğini Mahmud Derviş şöyle açıklar: “Şiir hayatın ihtişamının ilahisi, ezgisi olmak, çirkin şeylere karşı güzellikle mücadele etmek, savaşa karşı barışı barındırmak zorundadır.”

Şiir, edebiyatın felsefesidir; son noktasıdır; derindir; yaşamdır; başkaldırandır ve de şirin amacı, bizi şiir hâline sokmaktır.

Şiir, insanla insan, insanla dünya arasındakini seçerek bir başka düzleme aktarır ve yeniden kurar. Bir özel dil olmakla birlikte şiir bir iletişim aracıdır. Nesnel dayanağı olan coşkulu bir söylemdir. Kimi kez doğru giden bir oktur. Yeniden düzenlenmesi gereken yaşama, dünyaya usla karşı çıkıştır. Başkaldırıdır.

* * * * *

Tekrarlayalım: Kökenbilimsel anlamı itibariyle ‘şuur’un akrabasıdır şiir.

Nitekim arapçada şair (sha’ir), ‘bilen kişi’ anlamına gelir.  Bildiği de ‘şiir’ olsa gerektir.

Şiir, şairin ‘bildiği’dir. Şiir, şairin bize ‘bildirdiği’dir.

Şiir, bir mucizedir; bir duygu sağanağıdır.

Çünkü O; yani “Şiir: Yapılmadan önce ‘nasıl’ı, yapıldıktan sonra ‘şöyle’si olmayan”dır Özdemir Asaf’ın ifadesiyle…

Sadece bu kadar da değil: Carl Sandburg, “Şiir, sessizlik içinde bir atılımdır”; Czeslaw Milosz, “Şiir nedir ki, ulusları ve insanları kurtarmıyorsa?”; F. Kafka, “Şiir, insanların kafalarına yeni gözler eklemektir. Gerçeği değiştirmektir”; Melih Cevdet Anday, “Şiir, bütün özelliği edasında olan bir söz sanatıdır.” “Şiir, bilinen sözcüklerle bilinmeyen sözler oluşturmaktır.” “Şiir yaşamak için güzeldir, ölüme yardımcı olmaz,” der onu hakkında…

* * * * *

Sesle söz, ateşle köz arasındaki şiir yaşama/ yaşatma gücüdür.

Gerçeğin damıtılıp, estetize edildiği şiir, bir bilme biçimidir; sezgi ile kesinlik arasında, büyülü bir şeydir.

Sait Faik’e göre işlevi şudur: “Şiir olmayan yerde insan sevgisi de olmaz. İnsanı insana ancak şiir sevdirir. Yoksa cinayetler alır yürür, insan insanın yüzüne bakamaz olur. Harpler şiirsizlikten çıkar. Cinayetler şiirin okunmadığı yerlerde işlenir…”

El özet: İnsan(lık)ın özetidir; kırılan dalın türküsüdür şiir.

Aristoteles’e göre, tekil olanı anlatan tarihe kıyasla genel olanı anlattığı için daha felsefi olan ve bu yüzden daha üstün olarak değerlendirilen insan etkinliği şiir için Virginia Wolf, “İçinde şiir olmayan bir şey edebiyata neden dahil olsun?” diye sorarken; William Faulkner de ekler: “Her romancı önce şiir yazmak ister, yazamadığını görür ve roman yazmayı dener.”

* * * * *

Edip Cansever’in, “Şiir, insani değerlerden, ölümsüz özlerden, yaşam koşullarından, çağını yansıtmaktan kopmazlığıyla da somut bir olgudur,”[6] diye betimlediği şiir bizimle başından itibaren oldu. Aşk gibi, açlık gibi, veba gibi,  savaş gibi.

O kelimelerin en saf hâlidir; akıl fikir fışkırmasıdır; sözün yürekte damıtılmış hâlidir ve tükenmez, ölmez/ öldürülemez.

* * * * *

Şiir, yazana değil, ihtiyacı olana aitken; sevmeyi bilmeyen insanların sevemedikleri şeydir.

Şiir, bir yürek çırpınması, heyecan ve tutku demektir. Aşkla yazılmış yaşanmışlığa şiir denir.

Duyuşun deyişe dönüştürülmesidir. Hayatın ta kendisidir. Yaşama dair olan her şeydir…

Kolay mı? Şiir bilgidir, kurtuluştur, güç ve terk ediştir.

Dünyayı değiştirmekten yana bir eylemdir; doğası gereği devrimcidir.

Çünkü şiir ayırır, birleştirir.

* * * * *

“Rüzgârın çıkması gibidir şiir,” İlhan Berk’in dediği gibi…

Çünkü haksızlığın suratına atılmış bir tokattır; coşturan, durultan, sevindiren, heyecanlandırandır.

Şiir, uyanıkken rüya görmektir; kelimelerin yaktığı isyan ateşi ve his dalgalarının coşkusudur.

Duygu ve düşünceleri, en dürüst, en net açıklama biçimi olarak şiir hayatın alev hâlidir; insanları sevmeye yarar.

Cemal Süreya’nın, “Şiir bir gerilla harekâtı gibi olmalıdır,” dediği şiir bir kâğıda kan kırmızı kalemden dökülen isyandır.

Sessizlerin çığlığıdır; kavgadır, umuttur. Yaşayandır, yaşatandır; hayalin eylemidir.

Sözcüklerle söylen(e)mez olanı söylemektir. Nietzsche’ye göre, “Şiir, felsefenin kız kardeşidir.”

Kirli dünyada temiz kalan nadir şeylerden biri; insanî duygu ve düşüncelerin özsözüdür…

“Neruda’nın dediğini bir kez daha yineleyebiliriz: Yedi canlıdır şiir. Bunca sömürü ve yoksulluğun insana yaşamı dar ettiği, işkence ve savaşlarla bunca zulmün, zorbalığın, kıyımın yeryüzünü kana boğduğu günlerde şiirin payına da canından olanların acısı düşer, soluğunun önüne birtakım engeller dikilir. Ama her keresinde yeniden canlanacaktır o, yüzleşmek için ayağa yeniden kalkacaktır.

Her yüzleşme gününde kıyıcıya, zorbaya, işgalciye karşı diyeceği bir söz, yapacağı bir eylem, her yüzleşme gününde suskun kalanlara, boyun eğenlere karşı dolaşıma çıkaracağı bir öfke vardır çünkü. Eylemini kendisi kalarak gerçekleştirmeyi, öfkesini sözcüklere bürüyerek biriktirmeyi, sözünü çoğu kez yalın söylemeyi yeğlese de, onlarla kıyıcının, zorbanın, işgalcinin ve suskunluğun üstüne yürürken yalınayak değildir. Çıkarıp kafalarına fırlatacağı bir ayakkabısı her zaman vardır,”  Kemal Özer’in altını çizdiği üzere![7]

* * * * *

Aşk ve hayatın dizelere yansıması olan şiir kelimelerin kanatlandırılmış hâliyken;  yetenek ve yaşanmışlık gerektirendir. Çünkü Hermann Hesse’e göre, “Şiir, dünyanın benliğe yansıması, benliğin dünyaya cevabıdır.”

Kolay mı? Salih Bolat, “Şiir bir dil etkinliğidir. Dilin, bir mimari uyum bağlamında, estetize edilmiş bir matematik bağlamında biçimlendirilmesi işidir. Bunu, usu dışlayarak yapamazsınız. Şiir bilinçli rastlantısallıktır. Gerçekliğin sınırlarını bozar. Aydınlıkta duran gerçekliği karanlığa çeker ve onu, şimşek aydınlığında görülebilen bir özellik kazandırarak, yeniden kurar. Şiir duygudan çok, duyarlılık işidir,”[8] diye tanımlarken; Metin Altıok da ekler:

“Şiirin bir söz sanatı olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü şiir iletişim aracı olarak sözcükleri, yani genel olarak dili kullanır. Dili kullanırken de kendine özgü bir üst-dil yaratır. Bu üst-dil günlük dilden çok farklı, incelmiş ve başkalaşmış bir dildir. Şiir anlam ya da duygu yükünü bu üst-dil aracılığıyla aktarır okuruna. kendisiyle okur arasında bu dile dayalı bir köprü kurar. Duygu ve düşünce akışını bu köprüyle iletir okura.”

* * * * *

Bir de Şükrü Erbaş’tan aktarayım: “İnsanın temel var oluşuna yapılan her saldırıya, bildiğimiz tek bir söz bile olsa bıkıp usanmadan karşı duracağız. Devlet ideolojisine ve popüler kültür kuşatmasına karşı, emek-eşitlik-özgürlük odaklı devrimci-demokrat bir kültür yaratmak için bütün zeminleri yorulmadan kullanacağız. Öyle bir zemin yoksa, kendi küçücük ya da kocaman imkânlarımızla biz yaratacağız. Yalnız taşlı duvar olmaz der bir Karac’oğlan türküsü. Şu dağınık, kocaman gücümüzü bir araya getirmenin, kendimize inanmanın ne kadar yolu varsa o yolların hepsine gideceğiz. Birlikte yaşama ve davranma kültürünü geliştireceğiz. Şiirden politikaya, resimden bilime, müzikten felsefeye, olağanüstü güzellikte bir donanımla, birini ötekine bir harf bile feda etmeden, hayatı örgütleyeceğiz, yücelteceğiz, büyüteceğiz…”[9]

Şükrü Erbaş’ın saptamaları eşliğinde diyeceklerimi “son”landırıyorum…

“Şiirsiz edemeyiz ama, onun neye yaradığını bilmiyorum,” diyen Jean Cocteau’ya da; “Kaygı ile teknik buluşunca oluşana şiir denir,” notunu düşen Lawrence Durrell’e de aldırmam!

Çünkü Ahmet Telli’nin, “pervasız bir avcı gibi bazen/ bütün yolları tutabilir şiir./ o zaman onun menziline ancak/ sevdayı kuşanarak girilebilir,” deyişi ya da Ülkü Tamer’in, “şiir ateşin habercisidir,/ yangının kundakçısı./ yanardağın üstündeki kuştur şiir,” saptamasındaki üzere…

 

N O T L A R

[1] Tomas Tranströmer.

[2] George Thomson, “Burjuva şiiri toplumsal değişim için gerekli olan köklerle ilgisini yitirmiştir. Özü kısırlaşmış, etki alanı daralmıştır. Bir halkın, hatta bir sınıfın sesi olmaktan çıkmış, dar bir arkadaş çevresinin uğraşı olmuştur şiir. Burjuva ozanı sanatına yeni bir yön vermeyi başaramazsa çok geçmeden şiirlerini okuyabileceği kendinden başka kimse kalmayacaktır çevresinde,” der!

[3] Nâzım Hikmet Ran’la Söyleşi, Vera Tulyakova Hikmet, Çev: Ataol Behramoğlu, Cem Yay., 1989, s.23.

[4] “Belli sözleri şairlere söyletiriz,” (Hayrettin Ökçesiz, “Gezi Eylemleri Sivil İtaatsizlik Hakkıdır!”, Cumhuriyet Bilim Teknik, No:1494, 6 Kasım 2015, s.15.) söyletmesine de! Coğrafyamızda şairin ve şiirin gördüğü zulmü, kimse kimseye etmemiştir…

[5] Cemal Süreya, Onüç Günün Mektupları, YKY., 1998, s.117.

[6] Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda, Adam Yay., 5. baskı, 2000, s..54-55.

[7] Kemal Özer, “2009 Yılı Dünya Şiir Günü Bildirisi”, http://www.siirparki.com/bildiri_kozer.html

[8] Berken Döner, “Salih Bolat: Şiir, Gerçekliğin Sınırlarını Bozar”, Birgün, 16 Kasım 2015, s.15.

[9] Çağrı Sarı, “Şükrü Erbaş’la Pervane ve Hayat Üzerine…”, Evrensel Pazar, 8 Şubat 2015, s.12-13.

8 Mart’ın Ardından Türkiye’de Kadın Hareketine Bir Bakış

Her türlü ayrımcılık, sömürü ve baskı ile iki kat mücadele etmek zorunda kalan, sesi en çok bastırılmaya çalışılan, türlü yollarla, neoliberal politikalarla, muhafazakarlıkla eve kapatılmaya çalışılan kadınlar. En çok baskı uygulanan, ama içten içe kaynayan, direnişin patlamasının çok muhtemel olduğu kitle, kadınlar.
Ekonomik krizin etkilerinin giderek daha çok hissedilmeye başladığı şu dönemde, krizden en çok etkilenenler emekçi kadınlar. Kapitalizmde kadınların yedek işgücü olarak konumlandırıldığı zaten bir gerçek, dolayısıyla ilk işten çıkarılmalar kadınlara vurdu. Neoliberal politikalar ile güvencesiz, eşitsiz iş koşullarında çalışmaya zorlanan, emeği değersizleştirilen kadınlar krizin faturasını misliyle ödüyor.
Diğer bir yandan, son dönemlerde devlet politikalarında kadınlara yönelik düşmanlığın ne boyutlarda olduğunu görmemiz için ülke gündemini biraz takip etmek yeter. Kadınlara ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüz vakalarının artışı, devletin bunu meşrulaştıran ve tecavüzcüleri, katilleri aklayan politikası, işte, otobüste, sokakta, evde kadına yönelik şiddetin bitmek bilmemesi, müthiş bir soğukkanlılıkla ve “gururla” işlenen kadın cinayetleri ve katillerin, tecavüzcülerin elini kolunu sallaya sallaya dolaşabilmesinin önünü açan hukuki düzenlemeler… bölgedeki savaş politikaları ve Kürdistan’da kadınların maruz kaldıkları akıl almaz işkenceler, köle pazarlarında kadınların satılması, kadın gerillaların çıplak bedenlerinin teşhir edilmesi…
Ama bilinmeli ki bu ülkede artık kadınların sabrı fazlasıyla taştı. Fazlasıyla dolduk artık.
Çok değil, birkaç ay önce çocukların ve kadınların tecavüze uğradıkları kişilerle evlendirilmesi için çıkartılmaya çalışılan tecavüzü aklayan yasaya karşı ülkenin her yerinde kadınlar sokağa döküldü. Kadıköy Süreyya Operası’nın önünde 300 kişi ile başlayan eylem, Kadıköy sokaklarında çoğala çoğala 3000 kişiyi buldu. Eylem çağrısını yapan kadın örgütünün başta “sessiz eylem” diye uyarı getirmesi pek karşılık bulmadı haliyle, o öfkeye karşı sessiz kalabilmek namümkündü. Tüm sokaklarda kadınların sloganları yankılandı “tecavüzcüleri aklayamayacaksınız” diye haykıran kadınların iradesi doldurdu sokağı. Devlet, yasayı geri çekmek zorunda kalacak kadar korktu eylemlerden.
Bu topraklarda kadınların eylemlerinin her zaman ayrı bir anlamı olmuştur. Bir kadın eylemine saldırmak, diğer eylemlere saldırmaktan görece daha zordur. Çünkü bilirler ki bu eylemler büyür, 100 kadına saldırıldığında, er ya da geç, o 100 kadın, 1000 kadın olur. Devlet, kadınlar söz konusu olduğunda sokağın gücünü kırmanın kolay olmadığını bilmektedir. Birkaç ay önceki tecavüz yasasının geri çekilmesi bunun sonucudur. Devlet kadınların direnişinden her zamankinden daha çok korkuyor.
Diğer bir yandan bu döneme referandum çalışmaları damgasını vurdu. Kadın hareketi, konuyu büyük ölçüde “hayır” propagandası üzerinden ele alarak aslında senelerdir kadınların cinayetlere, tacize, tecavüze, şiddete, beden politikalarına karşı çıkışını bir kez daha vurgulamış oldu. Bu “artık yeter’ler, bize dayatılan tüm baskılara, sömürüye “hayır”lar şimdi bu devletin bize dayattığı referandum çalışması ile vücut bulmuş oldu yeniden.
8 Mart’ı işte böyle bir politik bağlam ile karşılamış olduk.
8 Mart öncesinde sokağı kadınların eylemlerinin canlı tuttuğunu görüyoruz. Özellikle de İstanbul merkezli “Hayır Diyen Kadınlar”ın yaptığı çalışmalar, “Tek Başına Olmaz, Hayır! Kadınlar Birlikte Güçlü” şiarıyla İstanbul’dan başlayıp birçok şehire yayılan eylem örnekleri var önümüzde. Her biri bize kadınların genel olarak talepleri için neden “hayır,, demeleri gerektiğini ortaya koyan etkili çalışmalardı. Sokağı moralli, canlı tutan bir niteliğe sahip olan bu eylemlerin etkisinin azımsanmaması gerektiği bir gerçek.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, emeğin ve mücadelenin günüdür. 40.000 dokuma işçisi kadının yaptığı grevde çıkan yangında yaşamını yitirmiş olan 120’den fazla kadının anısına, emekçi kadınların mücadelesinin ışığında biz bugün 8 Mart’larda alanlardayız. 1910’da Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Clara Zetkin, ölen işçilerin anısına 8 Mart’ın Dünya’da Kadınlar Günü olarak anılması önerisi oybirliği ile kabul edildiği günden bugüne biz 8 Mart’ı kadınların emeğinin ve mücadelesinin günü olarak kabul ediyoruz. Bu tarihsel veriler ışığında son dönemlerde Türkiye’deki kadın hareketinin durumuna bakıldığında, bizim bugün 8 Mart’ı hakkı ile karşılayıp karşılamadığımız üzerinde durulması gereken bir konu.
Bu seneki 8 Mart dünya çapında kadın grevleri ile tarihe geçti. 50‘den fazla ülkede, gerek kısmi gerekse tam zamanlı grevler ile kadınlar bu düzene başkaldırdılar, isyanlarını dile getirdiler, taleplerini haykırdılar. Türkiye’de ilk kez, HDP’li kadın milletvekilleri 8 Mart’ta mecliste değil, alanlarda kadınlarla birlikte olacaklarını ifade ederek grev yaptılar. Bu, 8 Mart’ın anlamı açısından oldukça kıymetli.
Birçok ilde 8 Mart’ın coşkulu bir biçimde geçtiğini görüyoruz. Kürdistan’da, özellikle Amed’de son derece kitlesel geçen kadın mitingleri, İzmir’de ve İstanbul Bakırköy’de Kürt Kadınlarının alanlara damga vurması bize Kürt Kadın Hareketi’nin sokaktaki etkilerini gösteriyor. Antalya ve Kocaeli’nde polis saldırısına ve baskılara rağmen kadınların sokaklardan çekilmemesi de kadınların bu mücadele gününe sahip çıktıklarını gösteriyor. İstanbul’da 15. Feminist Gece Yürüyüşü’nde İstiklal Caddesi’ni 40.000 kadın doldurdu. Tam 40.000 kadının, özellikle devletin baskısını arttırdığı şu dönemde İstanbul’un en merkezi yerine, İstiklal Caddesi‘ne dolması azımsanacak bir şey değil. Ancak üzerinde durulması gereken bazı konular var.
Türkiye’de kadın hareketinde feminizmin etkisi büyük. Fakat, feminizmin ortaya koyduğu paradigma, kadınların özgürleşmesi için yetersiz bir perspektif sunmakta bize. İşte bu sebeple, aslında ciddi bir potansiyeli olan kadın hareketinin tam anlamıyla bu potansiyelini gerçekleştiremediği fikrini savunuyorum. Türkiye’de (ve aslında dünyada da) feminist hareketin daha çok kimlik politikaları ile karakterize olduğu düşünüldüğünde, ekonomi-politik temelini kaybetmiş olan bir perspektifin bizi ileriye taşıması çok mümkün görünmüyor. Kadın hareketinin var olan potansiyelini de bu bakışın geri çektiğini iddia ediyorum. Çünkü konu ekonomik politikten koparıldığında feminist taleplerin her biri bu düzen içerisinde -görünürde- karşılanabilir hale gelmektedir. Bu yanılgı feminizmin kendi çelişkisinden kaynaklanıyor, bu sistem içinde bu taleplerin karşılanması olası değil. Kapitalizmi yıkmadığımız sürece kadınlar da bu tahakkümden kurtulamayacaklar.
Bakınız, uzun süredir en kitlesel ve moralli eylemler kadınların başı çektiği eylemler. 15. Feminist Gece Yürüyüşü buna örnektir. Şu açıdan da özgünlüğü vardır: bütün bir sene hiçbir eyleme gitmeyip sadece 8 Mart’ta sokağa çıkan kadınların da geldiği, sözünü söylediği, özgürleşebildiğim hissettiği bir alandır. Ama doğru politikalar ile hareket edilmezse bu kadınlar sadece 8 Mart’tan 8 Mart’a sokağa çıkmaya devam edecek. Bu alanı sadece bir özgürleşme alanı olarak görecek ancak örneğin fabrikalarda insanca olmayan koşullarda çalışan, vardiyalı sistemde çalışıp 8 Mart eylemine bile gelemeyen işçi kadınlar ile aynı zeminde buluşamayacak. Aslında ekonomi temelli sömürünün tüm toplumsal yaşamı biçimlendirdiği ve yaşamındaki tüm kısıtlamaların aslında temelde emek sömürüsünden kaynaklandığını göremeyip sadece erkekliği düşman edecek. Oysa doğru bir politika ile hareket ettiğimizde kadınlar olarak mücadeleyi çok daha ileriye taşımamız mümkün.
Yeri gelmişken, Bakırköy’deki Kadın Mitingi ile ilgili de birkaç söz söyleyelim. İstanbul’da her sene 8 Mart öncesindeki pazar günü Kadıköy’de gerçekleştirilen kadın mitingi bu sene Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda gerçekleştirildi. Geçen seneyi hatırlamakta fayda var: 2016 8 Mart’ında, devlet son anda bir hamle yaparak mitinge izin verilmediğini duyurmuştu. Bunun üzerine binlerce kadın, Kadıköy sokaklarında bir araya gelerek yasaklara boyun eğmeyeceklerini haykırmıştı. Gazlı saldırılara, TOMAlardan sıkılan sulara, gözaltılara rağmen kadınlar sokakları tutmuş ve alkışlar, sloganlar, zılgıtlar tüm Kadıköy’ü doldurmuştu. Devlet saatler boyunca sokaktan çekilmeyen bu kadınlar ile uzun süre uğraşmak zorunda kalmıştı. Bu sene, geçen seneki direnişin ardından bu mitingin Bakırköy’de gerçekleştirilmesi, konuyu ele alırken kitlenin ileri konumunu görmememiz demektir. Geçen seneki iradeyi bu sene görmememiz için hiçbir neden yoktu. Hele de son dönemde büyük ölçüde refleksif olarak gelişen kadın eylemlerine bakıldığında.
Tecavüz yasasının geri çekilmesi için Kadıköy’de 300 kişi ile başlayan eylemin 3000’den fazla kadının ile son bulduğunu hatırlayacak olursak, kadın hareketinin miting için Kadıköy’de olmak için yeteri kadar irade koyamamış olması, aslında kitlenin şu anki durumunu tam anlamıyla analiz edememekten ileri gelmektedir düşüncesindeyim. Hal böyle olunca kadın mücadelesinin belli sınırlar içerisinde kalması normal.
Tarih bilinci bu sebeple bu kadar önemli. Tarihimizi öğrenmezsek, doğru politikaları nasıl geliştirebilir, nasıl yol alabiliriz? Kapitalizm zaten her yönü ile bir saldırı içerisindeyken, kadınlar gününü de tarihsel bağlamından kopararak bir tüketim furyası haline dönüştürürken buna karşı durmak, mücadelemize sahip çıkmak en başta biz kadınların sorumluluğunda. 8 Mart’ın tarihinden, mücadeleden koparılarak tıpkı sevgililer günü, anneler günü gibi kapitalist çıkarlara alet edilen bir gün haline gelmesinin önüne de yalnızca bu bilinçle bakarsak geçebiliriz.
Biz şimdi kadınlar olarak haykırıyoruz ya sokaklarda “emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir” diye, işte bu geçmişteki direnişlerin ürünüdür. Biz, oy hakkı için, eşitlik için, emeğinin sömürülmemesi için tüm yaşamı boyunca mücadele etmiş, ağır bedeller ödemiş kadınların mücadelesini daha da öteye taşımakla yükümlüyüz şimdi. Paris Komünü’nde direnişin başını çeken kadınlardan Kürdistan’da mahallelerini karış karış savunan kadınlara kadar mücadelelerle dolu geçmişimiz. Biz buralara uzun, dolambaçlı yollardan geldik. Özne olduğumuzun bilinciyle, gücümüze güvenerek, tarihimizden öğrenmenin zamanıdır şimdi. Yolumuz uzun, ama sonu aydınlık.
18.03.2017

Ayça Tezerişir

Küba Devrimi’nin öyküsü; zafere kadar daima! III–Sosyalist Küba’nın pratiği

‘90 sonrası Küba’da Özel Dönem
Sovyetler’in çözülüşüyle birlikte Küba şeker pazarını kaybetti; erzak, yakıt ve hatta ölüleri Hristiyan adetlerine göre gömmek için gereken ahşap malzemelerden dahi yoksun kalındı. Üç yılda, ülke dış ticaret hacminin %85’ini kaybetti. Özellikle Sovyet petrolünün kesilmesi çok ciddi sonuçlar yarattı; birçok fabrika kapanmak zorunda kaldı ve kamu ulaşımı durma noktasına geldi. Yakıt eksiği, biçerdöver, traktör vs gibi tarım aletlerinin kullanımında da sorunlar yaratmaya başladı ve pazara ulaştırılamayan ürünler tarlada çürüdü. Günde 16 saate varan elektrik kesintilerine gidildi ve devrimin başından beri ilk kez açlık ve yetersiz beslenme sorunu ortaya çıktı. Küba’da da devrimin sonunun geldiğine dair propaganda yapılıyordu. ABD ambargoyu iyice katılaştırdı.1992’de Kuzey Amerikalı şirketlerin Küba’yla ticarî işbirliği yapmasını ve ticarî amaçla Küba limanlarına yanaşan gemilerin limanı terk edişinden itibaren 180 gün boyunca ABD egemenliği altındaki limanlara yanaşmasını engelleyen Torricelli Yasası çıkarıldı. 1996’daysa “Küba devriminden mağdur olan kişilerin hakları” ve “Küba’yla ticaret yapanlara karşı alınacak önlemler”i içeren Helms-Burton Yasası çıkarıldı. Bu ambargoların sonucunda Küba’da temel ihtiyaçları karşılayan kaynaklar bir anda kesildi. Protein tüketimi neredeyse yarıya düştü. Böylesi bir krizin yaşandığı herhangi bir ülkede, hükümetin birkaç aydan fazla dayanamayacağı düşünülüyordu. Ancak Küba halkı direndi ve yıllar içerisinde bu ihtiyaçlarını karşılayacak kaynakların büyük çoğunluğunu telafi etti. Bu aynı zamanda Küba halkının sosyalizme olan inancının göstergesidir. Fidel bu süreçten çıkışı şu şekilde anlatmıştır:
“Yıllar boyunca yapılmış işler ve yaratılmış bilinç bu şartlar altında bile bir mucize gerçekleşmesini sağladı. Nasıl direndik? Çünkü devrimin arkasında her zaman halkın desteği oldu, hala var ve her zaman olacak. Zeki bir halk. Her geçen gün birbirine daha çok kenetleniyor; kültür seviyesi yükseliyor, mücadeleciliği güçleniyor.”
Bir önceki yazımızın son kısmında, ekonomide 70ler’den itibaren Sovyet tarzı bir planlama sistemi benimseyen Küba’nın 90lar’a doğru düzeltme (rectification) politikasına geçişinden bahsetmiştik. Sovyetlerin çözülüşü ve ABD’nin ambargoları artırışıyla birlikte açığa çıkan kriz günlerinde hükümet, aşırı kıtlıkla baş edebilmek için “barış zamanındaki savaş ekonomisi” olarak tanımladığı “Özel Dönem”i başlattı ve birçok alanda kesintiye gidildi. Düzeltme politikasıyla birlikte tekrar ağırlık verilen gönüllü çalışma önem kazandı. D. L. Raby, “Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm” isimli kitabında bu süreci şöyle tanımlar:
“Küba’nıın bu güçlüklerin üstesinden nasıl geldiğini anlayabilmek için birkaç faktörü göz önüne almak gerekir. Birincisi, böylesi ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya bulunduğu koşullarda bile Küba, diğer Latin Amerika ülkelerinin (örneğin Sandinist Nikaragua’nın) tersine, IMF tipi deflasyonist önlemleri yürürlüğe koymadı; ikincisi, genel olarak uygulanan ücretsiz sağlık ve eğitim sistemini, ucuz erzak dağıtımını (temin edilebilen ürünlerde), ücretlerin %20’sini geçmeyecek şekilde düzenlenmiş kira denetimi sistemini, gaz, elektrik ve diğer temel hizmetlerde uygulanan yüksek indirimleri korudu; üçüncüsü, 1993-94 yıllarında gerçekleştirilen reformları -doların serbest dolaşımı, isteyenler için bireysel iş kurma olanağı, yabancı sermaye ile ortak yatırımlar ve yeni bir vergi sistemi – ancak halkın çok geniş katılımıyla gerçekleştirilen bir danışma sürecinin ardından benimsedi.”
Özel Dönem uygulamalarıyla birlikte 1995’ten itibaren ekonomide düzenli bir iyileşme başladı. 2002’ye gelindiğinde yaklaşık %25’lik bir kümülatif büyüme gerçekleşmiş ve üretim çeşitlenmişti. Önde gelen sektörler ilaç ve biyoteknolojiydi. Özellikle şeker sektöründe, birçok devlet çiftliği, UBPC (Unidades Basicas de Produccion Cooperative / Kooperatif Üretimin Temel Birimleri) adı verilen kooperatiflere dönüştürülmüştü. Mülkiyet hala devlete ait; ancak yönetim ve planlama işçilerin ellerindeydi.

Küba’da siyasi sistem
Yine bir önceki yazıda 1976’da Küba’nın ilk sosyalist anayasasının yürürlüğe konulduğundan bahsetmiştik. Bu tarihe kadar 1940 yasası üzerinde 1959 yılında yapılan bazı değişikliklerle yürürlükte tutulan “Temel Kanun” bakiydi. 1976’da halkın yönetimi ele almasının yasal zeminini oluşturacak, sosyalist demokrasi ilkelerine dayanan bir anayasa taslağı oluşturuldu ve bu taslak tüm kitle örgütleri aracılığıyla tartışmaya açıldı. Bu sürece 6 milyondan fazla Kübalı katıldı. Halk, tüm maddeleri tek tek öğrendi ve tartıştı, bu tartışmalar sonucunda önsöz ve 141 maddeden 60 tanesi yeniden yazılarak referandumla oylandı ve %97,7 oranında kabul oyu alarak yürürlüğe konuldu.
1976’dan beri her 2,5 yılda bir yerel seçimler (belediye meclisi ve eyalet meclisi seçimleri) her 5 yılda birse genel seçimler (Ulusal Meclis seçimleri) yapılıyor. 1990’da Küba Komünist Partisi öncülüğüyle başlatılan kampanya sonucu 1992’de Küba Ulusal Meclisi yeni bir seçim yasasını oluşturan anayasal değişiklikleri kabul etti. Böylece halk ülke yönetimine doğrudan katılmaya başladı. Bu tarihe kadar halk, yalnızca yerel meclisler (belediye meclisleri) için aday belirleyip doğrudan delege seçebiliyordu. Eyalet meclisleri ve Ulusal Meclis içinse bu yerel meclisler içerisinden delegeler seçiliyordu. Adayların belirlenmesi sürecinde Komünist Parti kendi adaylarını önerebiliyordu. Bu değişiklikle birlikte eyalet meclisi ve Ulusal Meclis için delegeler doğrudan halk tarafından seçilmeye başlandı.
Küba’nın siyasi yürütme sistemi; yerel meclisler, eyalet meclisleri ve Ulusal Meclis olmak üzere üç aşamalıdır. Yerel meclisler, adanın tamamını kapsayan 169 belediyenin işlevlerini belirliyor ve denetliyor. Bu meclisler “her 500 Küba vatandaşına bir temsilci” esasına göre işliyor. Her bir belediye, kendi sınırları içerisindeki halkın sosyal ve ekonomik refahından sorumlu ve taleplerini bağlı olduğu eyalet meclisine düzenli olarak iletmekle yükümlü. Yerel meclislere seçilecek delege adayları “genel kurul”a benzeyen semt toplantısında lehte el kaldırılması şeklinde, açık oylamayla gerçekleştiriliyor, %50’den fazla oy alan en az 2 en fazla 8 aday belirleniyor. Yerel meclislere adaylık için 16 yaşını doldurmuş olmak, Küba vatandaşı olmak ve en az 5 yıldır aday olacağı semtte yaşamış olmak koşulu gerekiyor.
Eyalet meclisleri ise 14 idari bölgeye göre oluşturulmuş durumda. Delegeleri, o eyalet sınırları içerisindeki yerel meclislerin belirledikleri adaylar arasından doğrudan eyalet halkı tarafından seçiliyor. Temsil sisteminde “10.000 ile 15.000 nüfusa bir temsilci” kriteri esas alınıyor. Adaylık için gerekli koşullar yerel meclislerle aynı şekilde. Her eyalet meclisi aynı zamanda kendi başkanlarını, başkan yardımcılarını ve yürütme organlarını seçiyor.
Küba’da devlet ve hükümet aynı anlama gelmektedir. Devletin en büyük gücü, Halk İktidarı Ulusal Meclisi’dir. Ulusal Meclis, bakanlar kurulunu kendi içerisinden seçerek oluşturur. Yüksek Mahkeme üyeleri ve başsavcı da Ulusal Meclis tarafından tayin edilir. Devlet başkanı ve devlet başkanının tayin ettiği 31 kişilik Devlet Konseyi de buradan seçilir. Meclisin delege sayısı “her 20.000 vatandaşa bir temsilci” esasına göre belirlenir. Beş yılda bir yapılan seçimlerde 16 yaşını dolduran 2012-05-01T153115Z_01_EOC01_RTRIDSP_0_US-CUBA-MAYDAYher Kübalı oy kullanabildiği gibi, eyalet ve yerel meclis seçimlerinden farklı olarak Ulusal Meclis’e delege olmak için 18 yaşını doldurmuş olmak ve yine Küba sınırları içerisinde en az 5 yıl yaşamış olmak şartı uygulanıyor.
Eyalet meclisleri ve Ulusal Meclis için seçilecek adaylar yerel meclislerce belirleniyor. Yerel meclisler, ulusal çapta örgütlenmiş kitle örgütlerinin (İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Kadın Federasyonu -FMC-, Küçük Çiftçilerin Ulusal Birliği -ANAP-, Devrimi Savunma Komiteleri -CDR-, Orta Öğrenim Öğrenci Federasyonu ve Üniversite Öğrencileri Federasyonu) seçim dönemlerinde oluşturdukları seçim komisyonlarının önerilerini dikkate alıyor. Bu örgütler seçmenlerin çok büyük bölümünü temsil etmekte ve oy verme hakkına sahip olup bu örgütlerde yer almayan seçmen pek yok gibi. Eyalet meclislerine ve Ulusal Meclis’e seçim komisyonlarınca önerilen adayların adaylıklarının kesinleşebilmesi için ait oldukları yerel meclislerde %50’nin üzerinde oy almaları gerekiyor; aksi halde komisyonlar yeni aday öneri listesi belirlemek zorunda. Adayların seçim propagandası yapması söz konusu değil; ancak fotoğraflı özgeçmişleri tüm semt sakinlerinin görebileceği şekilde asılıyor -ki yerel meclislerde seçilmiş olan delegeler zaten semt halkının yakınen tanıdığı kişiler oluyor- ve gerektiğinde seçmenin ulaşabileceği, görüşebileceği konumda olmaları isteniyor. Ulusal Meclis’e aday gösterilecek kişilerin en az yarısının hâlihazırda çeşitli yerel meclislerde görev yapmakta olan delegelerden oluşması zorunluluğu var. Böylece Ulusal Meclis yerel meclislerin gündemini doğrudan takip edebilme olanağına sahip oluyor. Ulusal Meclis seçimlerinde seçmenler, kendi yerel meclislerince belirlenmiş, içerisinde eyalet meclisi ve Ulusal Meclis için önerilen pek çok adayın yer aldığı oy pusulusundan dilerse adayların tümüne dilerse hiçbirine oy veriyor. %50’yi geçen adaylar seçiliyor. Herhangi bir seçim bölgesinde hiçbir adayın yeterli oyu alamaması durumunda seçim yeni adaylar belirlenerek tekrarlanmak zorunda.
90’lı yıllarda bu yasal zorunluluk da ABD tarafından Küba’ya karşı saldırı niteliğinde kullanıldı ve devrim karşıtı Kübalı göçmenler aracılığıyla halk seçimlerde geçersiz oy kullanmaya çağrıldı; ancak 1993’te yapılan seçimlerde katılım %97’ydi ve asla %95’in altına düşmedi.
Ulusal Meclis’e gönderilmiş olan milletvekillerinin bağlı oldukları yerel meclise düzenli raporlar göndererek Ulusal Meclis çalışmalarına dair bilgilendirme yapma zorunluluğu var. Dolayısıyla seçilen milletvekilleri seçmen tarafından sürekli olarak izlenmekte ve denetlenmekte. Aynı zamanda halkın memnun olmadığı vekilleri ya da delegeleri istediği zaman geri çağırma, görevini iptal etme hakkı var ve bugüne kadar bunun örnekleri sayısı çok olmasa da yaşanmış durumda. Tüm bu meclislerde seçilmiş vekil ya da delegelerin hiçbir ayrıcalığı yok. Seçilmeden önce çalıştıkları işyerinde, aynı konumda çalışmaya devam ediyor, genel kurul ve olağanüstü kurullarda “izinli” sayılıyorlar. Maaşlarında bir değişiklik olmuyor ve ek bir ücret almıyorlar.
Bugün, hala Küba’nın siyasi sistemine ilişkin eleştiriler yapılmaya devam ediliyor. Kimi zaman bilgi dahilinde, kimi zaman da bilgi eksiğiyle. Bu konuda Celil Denktaş’ın “Üç Açıdan Küba” kitabındaki şu sözleri iyi bir cevap olacaktır:
“Sokakta, sıradan Küba vatandaşının hükümet politikalarına yönelttiği eleştirileri, isim vererek sorumlu gördükleri hükümet ya da kamu görevlilerini kınamadıklarını işitmek her zaman mümkün. Tabii bunu ülkeyi şöyle bir göreyim diye ziyarete gelen turist gözüyle, baskı altındaki zavallı halkın yönetim üzerinde herhangi bir etki şansı olmayıp derdini gizli gizli sokakta yakaladığı yabancılara döküyor olarak görmek de mümkün. Dolayısıyla dünyanın her ülkesinde olan, hükümet ve yöneticiler hakkında pek de ciddiyeti olmayıp “atıp tutma alışkanlığı”nı burada da bulmak mümkün. Ancak Küba’nın farkı, hakkında “atıp tutulan” kişilerin seçimler sürecindeki adaylık işlemlerinde ya da seçilmiş olsalar dahi delegelikleri sırasında seçmen tarafından alaşağı edilebilecekleri gerçeğinin atıp tutanlara verdiği rahatlıkla haklarında atılıp tutulması.”

Devrimi Savunma Komiteleri (CDR’ler)
Bu noktada, bahsi geçen ve daha önce de kısaca bahsettiğimiz kitle örgütlerine dair daha detaylı bilgi vermek, Küba’da halkın politik katılımını ve yaşamı nasıl bizzat inşa ettiğini anlamak açısından faydalı olacaktır.
Öncelikle kamu kurumlarında, tarım ve hayvan çiftliklerinde, okullarda ve or-manlarda, devrimin sosyalist karakterinin ilan edilmesiyle daha da artan yangınla-rı ve diğer sabotaj eylemlerini engellemek üzere yola çıkan Devrimi Savunma Komiteleri (Comite de Defensa de la Revolucion – CDR) her semtte bir tane olmak üzere sokak düzeyinde örgütlenmiş militanlardan oluşan komitelerdi. ABD tara-fından finanse edilen karşıdevrimci cephenin deşifre edilmesini sağlamak ama-cıyla tüm mahalle ve sokaklarda geceleri dahi nöbet tutmaya başladılar. Böylece sadece karşıdevrimci eylemliliklerin azaltılmasıyla kalmayıp, tüm halkı devrimi savunma göreviyle mobilize edebilme yeteneği I099_033_CDRkazandılar.
1960’larda gönüllü çalışma tugaylarının oluşturulmasının yanı sıra kalifiye işgücünün oluşabilmesi için teknik okullar açılmasında da etkin rol alan CDR’ler, dönemin en önemli ekonomik kaynağı haline geldi. CDR’lerin kuruluşunu, kitlelerin ruhunda gerçek bir devrimin başlaması olarak değerlendiren Fidel, bu tarihi aynı zamanda toplumsal dönüşümün sağlanmaya başlandığı siyasi devrimin başlangıcı olarak görüyor.
14 yaşından büyük tüm Kübalıların cinsiyet, ırk, din ayırımı yapılmaksızın üye olabilecekleri bir kolektif olan CDR’ler, sokak, mahalle, belediye, il ve ülke ölçeğinde örgütlü bulunuyor ve bugün yaklaşık 8 milyon üyesiyle 133.000 hücrede toplanıyor. Küba’daki 14 yaş üstü nüfusun %80’i CDR’lerde örgütlü. Küba halkı CDR toplantılarında, her türlü yasa ve düzenleme konusunda fikirlerini belirtme fırsatı buluyor. Her hafta kendi sokaklarında yaptıkları toplantılarda beraber yedikleri yemeğin ardından güncel tartışmalar üzerine sohbet edip mahalle sorunlarının çözümünü arıyorlar. Toplantıda devlet malının özenli kullanılmasından, çocuk bakımının paylaşılmasına, evliliği kötü giden bir çifte öneride bulunmaya kadar her tür konu gündem edilebiliyor.
CDR’ler aracılığıyla Küba halkı, hava kirliliğine neden olan gazlardan arındırabilen ve astıma neden olan alerjenleri barındırmayan ağaçlarla şehirlerini ağaçlandırdı, çocuk bahçeleri, kültürel alanlar, açık hava tiyatroları, spor kompleksleri, balık tutulabilecek dinlenme mekanları, kişiyi yaratıcı kılabilecek kültürel alanlar kurguladı ve bunların inşasında hep beraber çalıştı. Halk sağlığı alanında da CDR’ler, aşılama kampanyalarında Sağlık Bakanlığı ile birlikte çalışarak pek çok bulaşıcı hastalığın hızlı bir şekilde ekarte edilmesinde etkili oldu. Uzunca bir süredir kronik hastalıkların takibinden, kadınların yıllık smearlerinin alınmasına kadar pek çok koruyucu sağlık hizmetinin sunulmasında aile hekimleriyle birlikte çalışıyor. Küba’da suç oranının çok düşük olması da CDR’lerin potansiyel suç eylemini kolaylıkla mahallelerde tanımasıyla başarıldı.

Küba Kadın Federasyonu (FMC)
Önemli kitle örgütlerinden bir diğeri olan, 1960’ta Fidel’in önerisiyle, Vilma Espin liderliğinde kurulan Küba Kadın Federasyonu’na (Federacion de Mujeres Cubanas, FMC) bugün Kübalı kadınların %90’ı üye. FMC, devrimi takip eden günlerde iki temel görevi üstlendi: İlki Kübalı kadınların öncülüğünde geli31564_MujeresFMCşen okuma yazma seferberliğiydi. Kampanyaya 55 bin Kübalı kadın katıldı. 8 yaşındaki kız çocukları dahi evlerinden kaçarak kırsal bölgelerde bu kampanyada eğitimci olarak görev aldı. En önemli amaç; kadının üretime katılması ve toplumsal yaşamın eşit bir bileşeni haline gelebilmesiydi. Bu hedefle FMC’nin üstlendiği ikinci görev; ülkedeki kreşlerin sayısını artırmaktı. Kreşlerin, ardından çamaşırhane ve yemekhanelerin inşasına dönük çalışma, kadını eve hapseden yüklerin ağırlığından kurtarmayı amaçlıyordu. Devrim sonrası kurulan kreşlerde kadın erkek eşitliği temel alınmış ve eğitim sisteminin her kademesi bu ilkeye uyumlu olarak yapılandırılmıştı. Bu iki kampanya da çok kısa zamanda etkisini gösterdi. Devrimin ilk yılında %56 olan kız çocuklarının temel eğitime katılım oranı, bugün %99 gibi bir orana ulaştı. Kadınların iş yaşamına katılım oranı ise %60’lara çıktı.

Küba’da eğitim sistemi
Daha önce Che’nin, yeni insanın yaratılmasının komünizme giden yolda belirleyici unsur olduğunu belirttiğine ve bu yolda eğitime verdiği öneme değinmiştik. Sierra Maestra’dan beri eğitime belirgin biçimde önem veren ve okuma-yazmaya dönük çalışmalar yapan Kübalı devrimciler, bugün amaçlarına fazlasıyla ulaşmış durumda ve daha da ilerisini hedeflemekte.
1953 sayımına göre Küba’da 10 yaş üstü nüfusun % 23.6’sı okur yazar değildi. Kentsel bölgelerde bu oran %11, kırsal alanlarda %41.7’ydi ve çocukların %54’ü okula gitmiyordu. 1959’da yarım milyondan fazla çocuk okula gidemiyordu ve 10 bin öğretmen işsizdi. Bu tabloyla mücadele için devrimden sonra hemen, 1959’da Temel Eğitim ve Okuma-Yazma Öğretimi Ulusal Komitesi kuruld

u. İlk olarak, 1961 yılında, milyonlarca insana okuma yazma öğretmek için 35 bin gönüllü öğretmen ve 105 bin gönüllü gencin katılımıyla gerçekleştirilen ve bir yıl süren bir kampanyayla okuma yazma sorunu ortadan kaldırıldı. Kışlalar okul haline getirildi; Sierra Maestra’daki Camilo Cienfuegos Okul Sitesfft16_mf2453496i gibi, birçok yerde bu şekilde, çok kapasiteli okul siteleri inşa edildi. Ülke genelinde anketler düzenlenerek Venceremos (Kazanacağız) adlı bir okuma yazma kitabı ve öğretmenler için Alfabeticemos (Okuryazar Olalım) adlı rehber bir kitap oluşturuldu. Kampanyanın ilk hedefi, okur-yazar insanların sayısının çok az olduğu kırsal bölgeler oldu. Gönüllü eğitmenler gittikleri bölgelerde gündüzleri halkla tarlalarda çalışıp, akşamları sorumlu oldukları ailenin eğitim etkinliklerini gerçekleştiriyorlardı. Bu kampanyanın Jose Marti’den alıntı olan iki temel sloganı vardı: “Her okuryazar olmayana bir eğitmen, her eğitmene bir okuryazar olmayan!” ve “Bilmiyorsan öğren, biliyorsan öğret”.
Ek olarak, kitlesel yetişkin eğitimi etkinliklerine de ağırlık verildi; yetişkinler için gece kursları, köylü kadınlar için okullar kuruldu ve devrim öncesi Amerikan burjuvalarına fahişelik yapan kadınlara yönelik hem meslek edindirme hem de kültür çalışmaları başlatıldı. Gece okullarında bir dersin akışı genellikle şu şekildedir: Yoklama, duvar resimleri üzerinden politika tartışmaları, aritmetik, dil, coğrafya veya fen bilgisi deneyleri, gazete haberleri üzerine tartışma, günlük haberler. Başlıca dersler aritmetik, okuma yazma, doğa tarihi, sosyal bilimler ve hijyendir. Okula gelmesi zor olan yetişkinler için ise “aile içi okuma toplulukları” oluşturulmuştur. Komşu aileler, bir üst düzeyde öğrenim görmüş olanların ya da kendi grupları dışında bir kimsenin yönetiminde, içlerinden birinin evinde toplanmışlardır. Okumayı alışkanlık haline getirmek bu toplulukların temel hedefidir. İsteyen yetişkinlere hem çalışıp hem de üniversite düzeyine kadar ücretlerinde bir düşüş olmaksızın eğitime devam edebilme hakkı tanındı. Eski kitapların içeriği yeni bir toplum yaratılmasına izin vermeyeceği düşüncesiyle, okullarda okutulacak ders kitapları Kübalı eğitimciler tarafından yeniden yazılarak ülkede basılmaya başlandı. 1961 Eğitim Yılı’nda 6 Haziran tarihinde kabul edilen “Eğitimi Kamulaştırma Yasası” ile tek bir eğitim sistemi kuruldu, özel okullar kapatılıp, eğitim tüm düzeylerde parasız hale getirildi. Devrim öncesinde 7.674 olan okul sayısı, 12.442’ye yükseltildi. Öğrencilerin 10. sınıfa kadar eğitimlerine devam etmeleri zorunlu hale getirildi. Kendilerini geliştirebilmeleri ve topluma dâhil olabilmeleri için özel eğitime gereksinim duyan çocuklar için okullar açıldı. Lise ve yüksek öğrenim mezunlarının istihdamı devlet güvencesine alındı. Ayrıca bugün Küba’da 60 yaş üstü nüfusun yoğunluğundan kaynaklı üretilen çözümlerden biri olaran Yaşlı Üniversiteleri kurulmuş durumda. Şimdiye kadar 85 binden fazla mezun veren bu üniversiteler, yetişkin eğitiminden biraz farklı; asıl amaç yaşlıların toplumdan ve yaşamdan kopmamaları. Kültür, tarih ve çevre sorunlarına kadar çeşitli alanlarda ders yapılıyor ve bu derslerde sağlıklı birer birey olarak yaşlılıkla nasıl yHAVANA - JANUARY 8: Cuban pioneers cheer revolution slogans under a photograph that shows Fidel Castro (R) and Camilo Cienfuegos, commander of the Revolution, during a political act to commemorate the arrival of the so-called victory caravan, re-enacting the triumphal 1959 entry into Havana by Cubas Revolution leader Fidel Castro and his rebels, exactly 50 years later, on January 8, 2009, in Havana, Cuba. Fidel Castro, who ruled as Cuba's President since coming to victory in 1959 until two years ago, when illness forced him to hand over power to his younger brother Raul Castro, remained behind the scenes during the celebrations of the 50th anniversary of the Revolution. (Photo by Sven Creutzmann/Mambo Photo/Getty Images)üzleşilmesi gerektiği de tartışılıyor.
Okur-yazarlık sorununun çözülmesinin ardından, 1970li yıllarda öğretmen yetiştirme sistemini planlı bir şekilde örgütleme ve öğretmenliği profesyonel bir meslek haline getirme çabaları belirginleşti. Aynı dönemde okullaşma çabası ise sonraki yıllarda şöyle sonuç verdi: 1976 yılında ortaöğretimde 13-16 yaş arası okullaşma oranı (9. sınıfı tamamlayanların oranı) yüzde 75’in üzerindeyken 1978-79 eğitim yılında bu oran %96,7’ye ulaştı. Devrimin temel hedeflerinden olan kent ve köy arasındaki eşitsizlikleri giderme çabası sayesinde, 1970-71 eğitim yılında üniversiteye girişlerin yüzde 15’i işçi-köylü okulundanken, 1983-84 eğitim yılında bu oran yüzde 54’e çıktı.
“Özel Dönem”de ise Küba pek çok alanda olduğu gibi eğitim alanında da büyük maddi zorluklarla karşı karşıya kaldı; ancak bu dönemi tek bir okulu dahi kapatmadan eğitimi sürdürme iradesini gösterdi. Özel dönemden çıkmanın işaretlerinin verildiği 1999 yılında ilan edilen ve tüm halkın genel kültüre ulaşmasını hedefleyen “Fikirler Savaşı” ise, eğitimi daha nitelikli kılma, herkesin kültüre erişimini sağlama, herkesin yeteneklerini kullanabilmesi ve ortak bir kültürün yaratılması anlamına gelmekteydi. Bu kapsamda Küba’da yükseköğretimin herkes tarafından erişilebilir hale getirilmesi hedeflendi. Üniversite sınıfları daha yaşlı yetişkinlerin erişimine açıldı ve öğrencilerin uzmanlar ve tanınmış akademisyenler öncülüğünde bilgi alışverişinde bulunabilmeleri sağlandı.
Küba’da devrim sonrası geliştirilen eğitim sistemi şu temel prensipler üzerine kurulu:
1. Kitlesel eğitim ve herkese eşit eğitim olanağı
2. Eğitim olanaklarına ücretsiz erişebilme olanağı
3. Toplumun eğitime –demokratik- katılım hakkı
4. Ders/okul ve “iş”in birleştirilmesi/birlikte yürütülmesi
5. Kadın/erkek birlikte eğitim (co-education)
6. Okulun farklılıklara –ırk, renk, inanış vb- açık olması
Eğitim sisteminin günümüzdeki görünümüyse Şema-1’deki gibidir.İdilin istediği grafik 001
Bugün Küba’da her 42 Kübalı’ya bir öğretmen düşüyor. Okulların çok büyük bir çoğunluğu, yılın 220 günü, günde 6-7 ders saati olmak üzere tam gün eğitim veriyor. Eğitimin diğer seviyelerinde olduğu gibi yükseköğretimde de kitap, diğer öğretim gereçleri, yemek, yurt, servis, tatil yerlerindeki yurtlar parasızdır ve ayrıca öğrenciye harçlık olarak kullanabileceği belli bir miktar para bursu verilir. Ders dönemine ayrılan 40 haftanın 45 günü politeknik eğitim ilkesi gereği ve özellikle tarım sektöründe olmak üzere, üretim faaliyetiyle değerlendirilmektedir.

Eğitimin getirileri ve yeni insanda kırılan önyargılar
Bu eğitim süreciyle birlikte, devrimin ilk yıllarında yeni insanın oluşmasının önündeki geçmişin artığı önyargılar da zamanla kırılmaya başlandı. Uzun bir sürecin sonucunda ırkçılık, homofobi, cinsiyet ayrımcılığı gibi birçok konuda ciddi gelişmeler kaydedildi ve kaydedilmeye devam ediyor.
Bugün, Küba’nın her tür ayrımcılığa karşı ve eşitliğe yönelik politikası anayasal desteğe sahiptir. Anayasal hakların yanısıra, bunların etkin hale gelmesini sağlayan ve ihlal edilmeleri durumunda, yeniden tesis edilmelerini temin eden mekanizma ve araçlar, net bir tamamlayıcı hukusal çerçeveyle güvence altına alınmıştır. Irkçılığın her tür yasal dayanağını ortadan kaldırmış ve elde ettiği eğitim düzeyiyle her tür öznel ayrımcılığı oratadan kaldırmış bulunuyor. Buna rağmen yıllar içerisinde pratikte ayrımcılığın gözlemlendiği sorunlar açığa çıkmıştı ve bugün Küba yüzyıllara yayılan tarihsel sürecin bir mirası olan ve kendisini, siyahların üst düzey pozisyonlarda ve kalifikasyon düzeyi yüksek işlerde daha az temsil edilmesi, suç oranının nispeten yüksek olması gibi formlarda ortaya koyan nesnel ayrımcılığı da ortadan kaldırmak amacıyla hareket ediyor.
Devrim öncesinin artığı bir diğer kemikleşmiş önyargı da eşcinsellere yönelikti. Devrimin ilk yıllarında Domuzlar Körfezi Çıkartması ile birlikte seferberlik ilan edilmiş ve orduya katılımlar hız kazanmıştı. O dönemde kadınların ve eşcinsellerin savaşa katılması halk tarafından iyi karşılanmıyordu. Dolayısıyla eşcinsellerin de askere alınmaması durumu ortaya çıktı; ancak bu durum bile ayrıcalık olarak görülerek rahatsızlık uyandırmaya ve eşcinsellere dönük haksız eleştirilere sebebiyet vermeye başladı. Üretime Yardımcı Askeri Birlikler (Unidades Militares de Ayuda a la Produccion – UMAP) adıyla kurulan ekiplere, yetersiz eğitimden dolayı silah kullanamayanlar, dini inançları sebebiyle vicdanî red hakkını kullananlar ve fiziksel durumları uygun olan eşcinsel erkekler alınıyordu. Bu birlikler tüm ülkede oluşturulmuştu ve hatta karşıdevrimciler tarafından yıllarca bu birlikler kastedilerek, eşcinsellerin toplama kamplarında tutulduğu öne sürüldü. Ancak eşcinsellere dair önyargılar olduğu ve ayrımcılık yapıldığı doğruydu. Fidel bir konuşma bu homofobik ve “maço” tutumu belirtmiş, kendisini de eleştirmiş ve bu konudaki tüm sorumluluğu kendi üzerine almıştır. Ancak Küba’da yıllar içerisinde bu homofobiyi aşmak için birçok şey yapıldı. Küba Kadın Federasyonu’nda (FMC) Vilma Espín, 1976 yılında hazırlanan anayasada, evliliğin cinsiyet belirtilmeksizin, yani heteroseksüelliğin kalıbına sokulmadan, iki kişi arasındalgbt_march_cuba_2015ki birliktelik olarak tanımlanmasını önermişti. Bugün, Uluslararası Homofobiye Karşı Mücadele Günü etkinlikleri başta olmak üzere, LGBTİ bireylerin sorun ve taleplerini topluma anlatmak için bir dizi etkinliğe öncülük eden CENESEX (Ulusal Cinsel Eğitim Merkezi) yine bir kadın devrimcinin, Mariela Castro’nun liderliğinde ilerliyor. Küba’da bir dönem “burjuva toplumunun kalıntısı” olarak görülen eşcinselliğe bakışın CENESEX’in öncülüğünde devrimci bir şekilde değişmesini de beraberinde getirdi. Ulusal Meclis çalışma hayatında cinsel yönelim ayrımcılığını yasakladı. Mariela Castro’nun önerdiği değişiklikle İş Kanunu’nda çalışanların eşitliğini düzenleyen maddeye cinsel yönelim ifadesi eklendi.
Kadınlara karşı ayrımcılıkla baş etmek de en zor işlerdendi. Kübalı devrimcilerse, Sierra Maestra’dan beri –Fidel’in kurduğu “Marianas” isimli kadın gerilla birliğinden beri- bu kalıpları yıkıyor. Kadın erkek eşitliğinin pratiğe taşınması adına bir dönem, erkeklerin ev işlerini, yemek, çocuk bakımı gibi işleri kadınlarla paylaşmasını zorunlu kılan bir Aile Yasası bile hazırlandı. FMC’nin kuruluşundan ve kaydettiği ilerlemelerden bahsetmiştik. Bugün Küba’nın geldiği noktada; öğretmen, öğretim üyesi ve bilim insanlarının %81,9’u, hekimlerin %60,2’si, sağlık sektöründe çalışanların %78,5’i ve sağlık alanında enternasyonal görevlerde bulunanların %64,2’si kadın. Hâkim ve savcıların %70’ten fazlası kadın. Teknik personelin %36,7’si, mühendislerin %31’i kadın. Üniversite mezunlarının %63,6’sı kadın ve ekonomide istihdam edilen kadınların %74,37’si yüksek öğrenim mezunu -bu oran erkekler arasında %55,6-. Yönetiminde yer alan kadınların oranı %64. Küba Komünist Partisi Merkez Komite Üyelerinin %41,7’si kadın. Ulusal Meclis içindeki milletvekillerinin %48,8’i kadın -bu oran dünya ortalamasında %20-. Devlet Konseyi üyelerinin %41,9’u kadın.

Küba’da sanat ve spor
Sanat, birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi Küba’da da gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası. Yıllardır, sanat eğitimine verilen önemin de bir sonucu olarak yetkinleşerek devam ediyor. Sanatsal faaliyetleri düzenleme ve yaygınlaştırma amacıyla kurulan Kültür Merkezleri bünyesinde sanat okulları açılmış durumda. Bu Kültür Merkezleri ile aynı zamanda, ahlaki, sosyal ve politik değerler kazandırmak da amaçlanıyor. Tüm kentlerde ve tüm köylerde en az bir, çoğu durumda birden çok Kültür Merkezi bulunuyor. Kübalı her ailenin sanatın bir dalıyla bir şekilde ilişkisi bulunuyor. Dağ köylerinde “Genç Yaratıcılar Evi” adı verilen kültür merkezleri bulunuyor; köylerin meydanlarında çocukların ve gençlerin oluşturduğu programlarla ortaya çıkan ürünler sergileniyor. Okullarda öğrencilerin derslerden sonra haftada en az 6 saat sanat çalışması zorunlu. Küba’da her üniversitede güzel sanatlar akademisi bulunuyor. Sanatsal üretime erişim için herkesin yararlanabileceği asgari bir ücretle sınırlandırılıyor. Küba’nın sanatçıları, Yazarlar ve Sanatçılar Birliği’nde (UNEAC) örgütlü ve bu örgüt seçkin bir kesimi değil tüm toplumu temsil ediyor.
Nisan 1959’da Latin Amerika ülkeleriyle ittifak kurularak, Havana’da, Latin Amerika ülkelerinin sanat birliği işlevini görecek olan Casa de las America kuruldu. Kültür ve sanat alanında çalışm3278957784_4061f40ef5_ba yürüten çeşitli kurumlarla -kütüphaneler, galeriler, senfonik orkestralar, tiyatro grupları, yayınevleri- irtibata geçerek çeşitli sanatçılar ağırlandı, oyunlar, konserler vs düzenlendi. Kendine ait bir yayın çıkarmaya başladı. Casa, sanatın birçok alanında üretimin yapıldığı ve Latin Amerika halklarının kültür araştırmalarıyla sanatın içiçe geçirildiği bir merkez haline geldi. Latin Amerika edebiyatına ilgi arttı ve birçok eser tekrar basıldı ve birçok yeni eserin çıkmasına öncülük edildi. 1959’dan beri yapılan ödül törenlerinde yılda ortalama 600-700 eser başvuruyor. Eğer ödül almamış bir tiyatro eseri söz konusuysa, jüri bu eserin sahnelenmesi gerektiğini düşünüyorsa, tanınması ve sahnelenmesi için eseri Latin Amerika’daki ve Küba’daki tiyatro gruplarına gönderiyor. Yayınlanabilecek eserler de ilişki içinde olunan yayıncılara gönderiliyor ve öneriliyor.
Sanatsal ürünler sadece sergilenebilir metalar olarak ele alınmıyor. Örneğin; Alicia Alonso öncülüğünde Küba halkı dansın ve balenin tedavi edici rolü üzerine deneyimler elde etti. Bugün hala otistik, down sendromlu, duygu durum bozukluğuna ve diğer çeşitli sinir sistemi rahatsızlıklarına sahip çocuklar düzenli olarak devlet güvencesiyle bale okuluna götürülüyor. Uzman doktorlar, sosyal hizmet görevlileri ve diyetisyenler kontrolünde usta balet ve balerinler ile düzenli olarak çalışıyorlar. Bale ile çocukların sağlıklarında ciddi bir düzelme kaydedildiği gözleniyor.
Aynı zamanda spor da anayasal hak olarak tanımlanıyor. Her yaştan Kübalı’nın spor yapma hakkını güvence altına alan merkezi kurumlar ve yaygın oryantasyon mekanizmaları geliştirilmiş durumda. Devrimden önce yalnızca burjuvalara açık olan spor tesisleri kamulaştırılarak halka açıldı, sportif faaliyetler ücretsiz hale getirildi, yeni yaygın spor alanları inşa edildi. Profesyonel spora son verildi, sporu kâr konusu haline getiren her türlü meslek kategorisi lağvedildi. Bu bakış, Küba’nın spor alanındaki başarısını daha da artırdı, ülkenin aldığı uluslararası madalyalar nüfusa oranlandığında, mesela ABD’den 11 kat daha başarılı olduğu ortaya çıkıyor.

Küba’da biyoteknoloji ve halk sağlığı
Küba sosyalizminin en büyük başarılarından birisi sağlık alanında oldu. Bu başarısının temelindeyse halk sağlığını önceliğe alması ve benimsediği önleyici tıp anlayışı yatıyordu. Doktor Che’nin yolundan giden Küba’da ada halkına eşit ve ücretsiz sağlık hizmeti verilmesi bir yana; Küba bu alandaki başarısını enternasyonalist bir ufukla onlarca ülkeye taşıdı. Daha önce, Cezayir’le başlayan ve Afrika ülkelerine yayılan tıbbi yardımlardan bahsetmiştik. 1960’larda çoğunluğu savaş yaşanan ülkelerde olmak üzere pek çok yerde yaşayanlara burs vermeye başlayan Küba; Latin Amerika, Karayipler, ABD, Pakistan ve Çin’in de aralarında bulunduğu ülkelerden 80 bin doktor yetiştirdi. 1998 yılında kurulan Latin Amerika Tıp Okulu’nda (ELAM) 122 ülkeden gelen 10 bin kadar öğrencinin halen ücretsiz eğitim almakta olduğu biliniyor. Mart 2016 itibariyle ise 67 ülkede hizmet veren yaklaşık 55.000 Kübalı hekim var.
Devrimden sonra, ambargolar sonucu Küba, yaşadığı ciddi ilaç sıkıntısını çözmek üzere kendi ecza sektörünü geliştirmeye karar verdi. 1980’de, Küba’dan 6 kişilik bir heyet, kanserle mücadelede gerekli interferonun nasıl üretildiğini öğrenmeleri için Helsinki’ye gönderildi. Ülkelerine döndüklerinde Havana yakınlarında küçük bir evde kurdukları laboratuvarda doğal interferon alfanın üretimi başarıldı. 1982’de Biyolojik Araştırma Merkezi (CIB), 1986’da Genetik Mühendisliği ve Biyoteknoloji Merkezi (CIGB) kuruldu. Ülkedeki ilaçların %70’ini bu merkez üretti. Özel Dönem’de dahi Küba, bir tek biyoteknolojide kısıntıya gitmedi, aksine bu alana 1 milyar dolar yatırım yaptı. Bu öngörü, hem Küba’nın önleyici tıptaki başarısıyla, hem de bu alandaki ekonomik getirilerle karşılığını buldu. Aralarında Brezilya, Hindistan, Venezuela, Güney Afrika, Vietnam ve Cezayir gibi ülkelerin de bulunduğu coğrafyalara biyoteknoloji alanında teknoloji transferi yapan Küba, 1985 yılında yalnızca 11 milyon dolar olan biyoteknoloji ihraç gelirlerini, 2013’de yarım milyar doların çok daha üzerine çıkarttı.
Bugün, Küba’da bebek ölümleri ciddi oranda azalırken, kanser, şeker hastalığı, görme kaybı gibi ciddi hastalıklarla ilgili de önemli ilerlemeler kaydedilmiş durumda. Küba geçtiğimiz yıl, anneden bebeğe AIDS virüsü geçişini durdurmayı ve Amerika kıtasını sarsan Zika virüsünü önlemeyi de başardı. Küba’da bebek ölüm oranı 2015’te binde 6’dır ve Villa Clara şehrindeyse bu yılın ilk yarısında toplam 7 belediyede, anne-bebek ölüm hızı sıfıra düştü. Son olarak, kanser hastalarının yaşam sürelerini uzatacak, kanseri geriletecek onlarca aşı geliştirilen Küba’da, 2017 itibariyle akciğer kanseri aşısı bedava olarak halka uygulanacak olması halk sağlığının ancak sosyalizmle mümkün olduğunu da kanıtlıyor.
Şu anda anayasasında,
• Sağlık bakımı ekonomik kâr aracı değil, temel insan hakkıdır. Bu nedenle bütün sağlık hizmetleri parasızdır ve herkes için eşittir.
• Topluma sağlık hizmetini sunmak devletin görevidir.
• Koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetleri sosyal ve ekonomik gelişmeyle entegredir.
• Toplum, sağlık sisteminin geliştirilmesine ve yönetimine katılır
maddelerini bulunduran Küba’da devrim öncesinde yaklaşık 6000 doktor bulunmaktaydı. Bu doktorlar özel sağlık kuruluşlarında çalışıyordu. Ulaşım sıkıntısı yaşanan ve sadece paralı bir şekilde verilen sağlık hizmetine, zenginler dışında kimsenin ulaşabilme imkânı yoktu. Devrim sonrasında bu doktorların 3000’i yurtdışına kaçtı. Kaçanların önemli bir kısmana-resim-800x445ı öğretim üyeleriydi. Kalan yaklaşık 3000 doktor topluma ulaşmak ve zaten az olan sağlıkçı sayısının arttırılması için çok büyük çaba sarf etti. Sağlık hizmetleri köylüye, işçiye, fakir halka ücretsiz bir şekilde ulaştırıldı. Sadece 1960 yılında yapılan DPT (Difteri-Boğmaca-Tetanoz) aşılaması 1954-1959 yılları arasında yapılan DPT aşılamasının iki katıydı. Sağlıklı içme suyuna ulaşma oranı 1958 yılında kentte %35, kırsalda %2 iken, 1969 yılında bu oranlar kentte %90, kırsalda %63 oranına ulaştı.
Tüm bunlar kitle örgütleri aracılığıyla, halkın katılımıyla sağlandı. Evlerde, iş yerlerinde, okullarda sorunları çözmek için örgütlenildi. Çöp toplanamaması bulaşıcı hastalıklara yol açacağından, çöpleri toplama işi organize edildi. Bisiklet kullanımı teşvik edildi, sigara ve yağ tüketimi azaltıldı. Doğum kontrol ilaçları ithal edilemeyince yüzük denilen bir gereç üretilmeye başlandı. Ekonomik kriz nedeni ile engelli bireyler için yeni merkezler inşa edilemeyince parklar danışmanlık merkezi olarak kullanıldı. Küçük çocuklara ve zayıf insanlara beslenmeden kaynaklı sorunlar yaşanmaması için vitamin, mineral ve besin desteği sağlandı. Sağlık Bakanlığı altında bulunan 14 eyalette personel sayısı çok az; çünkü asıl iş alt kademelerde ve alanlarda. Bu eyaletlerin altında yerel düzeyde bir sağlık organizasyonu oluşturuldu. Bunun yanında kitle örgütleri geri bildirim yaparak, sağlık kampanyalarında sorumluluk alarak, alanın ihtiyaçlarına göre öneriler getirerek bu sağlık şemasında en önemli yere oturmaktadır. CDR’ler, bağışıklama, sivrisineklere karşımücadele, sokakların temizlenmesi ve bakımı gibi görevler üstlendi. 1961’de ilk tarım reformundan sonra kurulan Küçük Köylüler Ulusal Birliği’nin ev ev dolaşarak aşı eğitimi yapması ve aşılanacakların listesini çıkararak sağlık örgütlerine ulaştırması sonucunda 1962’de 2 milyon çocuğun polio (çocuk felci) aşısı 11 günde, 1969’da aynı uygulama 72 saatte,1970’de bir günde tamamlandı. FMC daha önce de bahsettiğimiz gibi, ana-çocuk sağlığı programı kapsamında su ve sütün kaynatılması, ev hijyeni, çocuk bakımı, enfeksiyon hastalıklarından korunma konularını direk kendi sorumluluğuna almış durumda. Ayrıca FMC yetişkin ve genç kadınlara cinsel yaşam, üreme sağlığı, aile planlaması ve hijyen önlemleri gibi sağlık konularına da yer veren dergiler çıkarıyor. Temel görevi işçi haklarını korumak, üretimi arttırmak ve işçi sağlığıyla ilgili aktif rol almak olan sendikalar; iş kazalarının analizlerini ve soruşturmasını yapmakla yükümlü.
Küba, kendisine uygulanan bütün ambargolara rağmen anayasasında bulunan dört maddeden taviz vermedi. Sağlığı bir meta haline getirmeyi asla tartışmadı. Bilimin halk yararına kullanılabileceğinin somut bir kanıtı oldu. Ayrıca Küba’da yürütülen biyoçeşitliliğin korunması, ormanlaştırma, mera restorasyonu, mikro-rezervuarlar geliştirilmesi gibi kampanyalarla önemli kazanımlar elde edildi ve halk sağlığı çalışmaları ile ekoloji çalışmaları bütünlük içerisinde ele alındı.

Sonsöz
Küba’da isyan daima var olmuş; ilk direnişçilerinden olan Hatuey’den, mambilere taşınan bu ruh, ikinci bağımsızlık savaşlarında Jose Marti’nin açtığı yoldan ilerleyen devrimcilere dek sürmüş ve 26 Temmuz Hareketi öncülüğünde devrimin zaferiyle vuku bulmuştur. Küba, bu mücadelelerin izinde, yüzyıllar içerisinde, “şeker şatoları”nın hüküm sürdüğü bir Küba’dan, özgür bir yaşamın inşa edildiği topraklara dönüşmüştür. Sosyalizmle birlikte Küba halkı özgürlüğüne kavuşmuş ve hiçbir taviz vermeyerek yeni bir yaşamın, yeni insanın yaratılması yolunda hız kesmeden, tökezlese de tekrar kalkarak yoluna devam etmiştir ve etmektedir. Başta Latin Amerika olmak üzere tüm dünya devrimcilerinin, özgür ve insanca bir yaşam özlemini taşıyanların umudu, öğretmeni olmuştur.
Küba’nın bahsettiğimiz tüm bu devrim tarihinden ve bugününden çıkarılacak en önemli sonuçlarından biri; Che, Fidel ve Camilo gibi devrim önderlerinin kişiliğinde de somutlanan yeni insanın yaratılmasına yüklediği anlam, insana, insanın gelişimine verdiği önemdir. Devrim öncesinden itibaren, tüm propaganda araçlarını da buna önem vererek, bu gelişimi yaratacak, eğitimi koşullayacak biçimde kurgulamış ve yeni bir yaşamı vadederek, bunun nüvelerini o günden barındırarak devrime yürümüştür. Eğitimi çok önemli bir yerde tutmuştur; çünkü yeni bir yaşamı, yeni bir dünyayı kuracak olan, dünya devrimine yürüyecek olan ancak bu yeni insanın kendisidir. Bu anlamda da Küba, sadece kendi halkının dönüşümü değil, tüm dünya halklarına bir örnek sunma niteliğini de barındırmaktadır.
Sosyalizmin inşası ve yıllar içerisinde Küba’nın eğitim, sağlık, sanat vs. alanlarındaki bu gelişimi, sadece, halkın yıllarca süren diktatörlüklerin bunalmışlığıyla tek çözümün sosyalizm olduğunu kavraması değil; sosyalizmin de ancak bireylerin kendilerinin öznelik kazanması ve değişimin esas belirleyeninin kendi iradeleri olduğunu farkına varmaları ve bunun da ancak örgütlü bir halkla mümkün olacağını kavramalarıyla oluşmuştur. Nitekim, devrimin ilk yıllarında halk, kitle örgütlenmelerine ihtiyaç duymuş ve bunun çözümlerini üretmiştir. Tabii ki tüm bunlar devrimci partinin öncülüğünde gerçekleşmiş ve bu öncülük devrim öncesinden itibaren kitle üzerinde ciddi bir nüfuz kazanmıştır.
Küba’da devrimin sürekliliğinin en önemli belirleyicilerinden biri halkın sosyalizme inancı olduğu gibi, aynı zamanda bu inançla, asla pes etmemesi ve hiçbir ambargo ve karşıdevrimci saldırı karşısında taviz vermemesidir. Karşılaşılan sorunlara dair daima “kapitalist çözümler” yerine “sosyalist çözümler” aranmıştır. Bu noktada Che’nin “Komünizm sadece bir üretim olayı değil, aynı zamanda bir bilinç olayıdır. Halkın hizmetine sunulmuş ürünlerin miktarının basit mekanik birikimi komünizme götüremez. Elbette bir şeye, sosyalizmin özel bir biçimine götürecektir. Ama Marx’ın komünizm olarak tanımladığı şeye, işte buna, eğer insan bilinçli değilse, yani eğer topluma karşı yeni bir bilinç kazanmadıysa ulaşamayız… Verimlilik, daha fazla üretim, bilinç; yeni toplumun üzerinde kurulabileceği temellerin sentezi budur” bakışı esas alınmıştır. Sosyalist Küba, karşılaştığı sorunlara karşı, varolan sosyalist deneyimleri yerelin özgünlüğüyle birleştirerek, kendi çözümlerini üreterek ayakta kalmıştır. Ve tabii ki Küba devriminin nihaî zaferi, enternasyonalizmle mümkün olacaktır.
2006’da Fidel’in Devlet Başkanlığı’nı kardeşi Raul Castro’ya devretmesiyle birlikte çeşitli tartışmalar başlamıştı. Raul Castro’nun devrimdeki rolünü, İsyan Ordusu’ndaki varlığını hiçe sayarak yapılan aile içinde görev devretme eleştirilerinden -eleştiri demek bile hürmet sayılır- bahsetmeye bile gerek yok. Ancak Raul’u daha “ılımlı” görerek, sosyalizmin yenilgisi için ellerini ovuşturanlar oldu. Raul’un ekonomik bazı değişimlere gitmesini bu iddialarına kanıt olarak sunanlar da oldu. Şimdiyse aynı tartışmalar Fidel’in ölümü üzerinden yapılıyor. Elbette ki Fidel’in Küba halkı üzerindeki –ve hatta dünya halkları üzerindeki- etkisi tartışılmazdır, hatta bu etkSomos-Fidel-sdfthi 1959’da Havana’ya girdiğindeki ilk konuşmasında (Los Palomas Nutku) omzuna konan güvercinle “mitik” bir hal kazanmıştır. Elbette ki Fidel’in Küba Devrimi’ndeki rolü ve önderliği de tartışılmazdır. Ancak tüm bu tartışmalarda unutulmaması gereken şudur; Küba’da devrimin sürekliliğini asıl sağlayacak olan, Küba halkının iradesidir. 1959’dan sonra karşılaşılan her tür saldırıda Fidel’in kararlı ve taviz vermeyen duruşunun yanı sıra devrimi daima savunan, bu amaçla seferber olan Küba halkının ta kendisidir. Bu noktada, bir önceki yazımızda bahsettiğimiz, Angola’da 300.000’den fazla gönüllü enternasyonalist savaşçısıyla zafer kazanan Küba halkı için Fidel’in şu sözlerini hatırlamakta fayda var: “Böyle bir kahramanlık göstermeyi başarmış bir halk, kendi ülkesini savunma zamanı geldiğinde neler yapmaz ki!”
Üstelik devriminin sürekliliğini belirleyeceğini söylediğimiz bu irade, eğitimli, örgütlü, yönetimin doğrudan öznesi olan, yeni bir yaşamı inşa eden bir halkın iradesidir. Tüm bu tartışmalara karşı, halkın bu konudaki kararlılığını Fidel’in ölümü ardından yas tutan yüzbinlerce Kübalı’dan biri olan bir işçinin sözlerinde görmek mümkündür: “Ölümü bizim için inanılmaz bir hadise oldu; fakat burada hiçbir şey değişmeyecek. Raul hâlâ burada ve daha sonra bir başkası gelecek, sonra bir başkası, bir başkası daha, devrim daima sürecek.”
Ve Fidel’in 2016 Nisan ayında, Küba Komünist Partisi’nin kongresinde yaptığı ve mücadelenin ‘Zafere Kadar Daima!’ süreceğini bir kez daha vurguladığı son konuşmasında dediği gibi “Kübalı komünistlerin fikirleri, bu gezegen üzerinde, insanoğlunun ihtiyacı olan maddi ve kültürel ürünlerin onurlu bir biçimde ve çok çalışarak yaratılabileceğinin kanıtı olarak kalacaktır.”

İdil Özkurşun

Kaynaklar:
1. Üç Açıdan Küba – Politik Katılım, Eğitim, Kadın/Erkek, Celil Denktaş, Nota Bene Yayınları
2. Fidel Castro – İki Ses Bir Biyografi, Ignacio Ramonet, Doğan Kitap
3. Savaş Anıları, Ernesto Che Guevara, Ant Yayınları
4. Demokrasi ve Devrim – Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, D. L. Raby, Yordam Kitap
5. Latin Amerika: İsyan Hep Vardı!, Derleyen: Sibel Özbudun, Kaldıraç Yayınevi
6. Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Galeano, Sel Yayıncılık
7. Ekonomik Yazılar, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
8. Dinle Yankee, Wright Mills, Ant Yayınları
9. Fidel Castro Konuşuyor, Lee Lockwood, F.R. Alleman, Yar Yayınları
10. Che’de Sosyalist Bilinç ve Geçiş Dönemi Ekonomisi, Carlos Tablada, Çözüm Yayıncılık
11. Sosyalizme Doğru, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
12. Sosyalizm ve İnsan, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
13. Vamos Bien – İyi Gidiyoruz, Fidel Castro, Nazım Kitaplığı
14. Haydée Santamaría (Vidas Rebeldes), Ocean Sur
15. kubadostluk.org
16. Lanic.utexas.edu (Latin American Network Information Center)

Referandumun AKPcesi…

Fakat, AKP’nin son referandum hamlesinde durum farklı. Hayır yasak… Dolayısıyla yapılan şey referanduma benzemiyor… Lâkin çelişik bir durum var: sandık kurulacağına göre hayır ı engellemek mümkün değil. O zaman hayır oylarını olabildiğince küçültmek için sorunun tartışılmasını, anlaşılmasını engellemeyi bir çare olarak görüyorlar… Ayıbın üstünü örterek durumu kurtarmak istiyorlar, zira “ayıbı açığa vurmak daha büyük ayıptır” denmiştir… Aslında AKP’nin işi zor, zira referandum konusu problemli. Sorulan soru şu: “Bir dikta rejimi, bir tek adam rejimi istiyor musunuz?”. Böyle bir soruya insanların evet demesi pek mümkün olmadığına göre, geriye neyin oylandığını gizlemek, görünmez kılmak kalıyor. Boşuna, “iktidar gizlemesini bilenindir” denmemiştir… İşte, hayır cephesine yönelik baskıların, yasakların, yalanların, hakaretlerin, telaşın nedeni bu… Eğer tek adam rejimi [dikta rejimi] kurulursa, bunun istikrar ve güçlü devlet demek olacağı, refahın artacağı, terörün önleneceği, Türkiye’nin uçacağı söyleniyor. Tabii insanlar da haklı olarak, “iyi de 15 yıldır neden uçurmadın?” diyeceklerdir… Buna AKP’nin cevabı şöyle: “Uçmak için tek adam rejimi şart, biz bunu 15 yıl sonra anladık!”… Aslında dinci iktidarın asıl amacı başka: TC’yi bir İslam devletine dönüştürmek istiyorlar, bunu da mümkünse 2023’den önce kotarmak istiyorlar. 1923-2023 aralığını bir sapma olarak görüyorlar ve güya “parantezi” kapatmak istiyorlar. Gönüllerinde Hilafeti ihya etmek yatıyor. Hilafeti/Saltanatı ihya edip, ilelebet iktidar olmayı amaçlıyorlar… Elbette aç tavuğun kendini darı ambarında görmesine bir mani yoktur…
AKP, merkez-sağ partilerin iflası üzerine iktidar oldu. Bağnaz neoliberal ama aynı zamanda politik İslamcı bir parti. Başlarda İslamcı yüzünü gizledi, diğerleri gibi bir merkez-sağ parti olduğu izlenimi yaratmayı başardı. Gücünü artırdıkça, iktidarını sağlamlaştırdıkça, devlet aygına daha çok hakim oldukça, rejimi bir “parti- devlet” rejimine dönüştürdükçe, gerçek niyetini gizlemeye artık gerek duymadı. Başlardaki sloganı güya, yoksullukla, yolsuzlukla, yasaklarla mücadeleydi. Cumhuriyet tarihinin hiç bir dönemimde yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik ve yasaklar AKP dönemindeki boyutlara çıkmadı. Hukuk hiç bu kadar ayaklar altına alınmadı, zaten her zaman sınırlı olan özgürlükler de bu kadar budanmadı, etik değerler böylesine aşınmadı…

Bu referandumun bir meşruiyeti yok
Bu ülke, içerde ve dışarda acil çözüm bekleyen onca sorunla cebelleşirken, AKP neden referandumda ısrarcı? Bu sorunun iki cevabı olabilir: Birincisi artık yönetemiyorlar; ikincisi, yolsuzluğa, kanunsuzluğa, kuralsızlığı, ahlaksızlığa öylesine bulaşmış durumdalar ki, iktidardan düştükleri anda mutlaka yargılanacaklarını biliyorlar. O zaman ne yapıp edip iktidarda kalmaktan başka çareleri yok! İşte 18 Maddelik (aslında nerdeyse anayasanın tamamını angaje eden) anayasa değişikliğini dayatmalarının asıl nedenlerinden biri bu ama çok önemli bir neden daha var: Geride kalan 15 yılda yağma ve talanın tadına öylesine vardılar, bütçeyi ve hazineyi öylesine yağmaladılar ki, ballı börekten ellerini çekmek istemiyorlar. Nitekim, geride kalan 15 yılda yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar. Bu referandum meşru değil. Birincisi, açık-serbest tartışma gerektiren anayasa değişikliğinin olağanüstü hal koşullarında yapılması uygun değildir; ikincisi, anayasa değişikliği ilgili tüm tarafların sürece aktif ve yaygın katılımını ve tartışmayı varsayar. Bu ülkenin üçüncü büyük partisinin eş-başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, il ve içe yöneticileri, üyeleri, sempatizanları… hapisteyken, gerçek anlamdaki gazeteciler hapisteyken, gazeteler, dergiler, dernekler, vakıflar kapatılmışken, medya medya olmaktan çıkmış AKP’nin borazanı haline gelmişken, hayır diyenlere saldırılar aralıksız sürerken yapılan bir referandum gerçekten referandum adını hak eder mi?
Bu aşamada haklı olarak şöyle bir soru akla geliyor: Bunca olumsuzluğa rağmen, ekonomiden, dış politikaya tüm alanlarda tam bir iflas tablosu ortaya çıkmışken, bütün gösterge ışıkları kırmızıda veya kırmızıya dönmekteyken, neden hâlâ AKP’nin izini süren oldukça geniş bir kitle var? AKP, kelimenin pejoratif anlamında popülist bir parti. Kimlik siyasetini bir iktidar yöntemi olarak kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Toplumu kutuplaştırmayı, toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman etmeyi marifet sayıyor ve bir iktidar tarzı olarak benimsemiş durumda. Başlarda “Beyaz Türkler- Zenciler” karşıtlığını kullandılar. Şimdilerde de “Yerli-Milli ve Gayri Milli” ikiliğini dillerine doladılar. Aslında bu tür ayrımlar İslam devletlerindeki Dar-ül İslam – Dar-ül Harp ikiliğini çağrıştırıyor… Bir toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman eden bir hükümet, bir devlet yönetimi olabilir mi? Bunun dünyada başka bir örneği var mıdır? Bu sürdürülebilir bir durum mudur?
AKP, 15 yıllık iktidarında bir tek parti iktidarı gibi görünse de, aslında şimdilerde Fetocu terör örgütü deyip lânetledikleriyle bir koalisyon söz konusuydu. Ve Üstelik koalisyonun “belirleyici” ortağı da Fetocu kanattı. AKP 2001 de kuruldu ama Fetocu dediklerinin epey zamandır iktidara hazırlandığı anlaşılıyor… Neyi nasıl yapacağını ortağından daha iyi biliyordu… Koalisyon 17-25 Aralık yolsuzluk skandalıyla çatırdadı ve 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle de sona erdi. Şimdilerde ondan boşalan yer başka cemaatler tarafından dolduruluyor. Devlet aygıtında çürüme kaldığı yerden devam ediyor. Oysa, liyakatin sıfırlandığı, hukukun by-pass edildiği bir devlet mümkün değildir. Bu iktidar gününü doldurdu. Hiç bir inandırıcılığı kalmadı. Hiç bir sorun çözme yeteneği yok. AKP rejiminin umut yaratma yeteneği veya aynı anlama gelmek üzere kitleleri aldatma-oyalama yeteneği aşındı. Bir rejim değişikliği demek olan anayasa değişikliğini dayatmak istemelerinin nedeni çaresizlik, yönetememe krizi… Ancak baskı, şiddet ve terör ortamında yönetebileceklerini, iktidarlarını sürdürebileceklerini düşünüyorlar. Fakat bu kadarı iktidarı sürdürmek için yeterli olmaz. Her iktidar doğası gereği şiddeti varsayar ama sadece şiddete dayanarak da yönetmek mümkün değildir. İnsanlara başka söyler de önermesi bir ideolojik hegemonya veya aynı anlama gelmek üzere, kitleler katında bir gönüllü kabullenme üretebilmesi de gerekir…
16 Nisan toplumun tarihinde önemli bir kırılma noktası olacak. Bu herhangi bir referandum değil. Bu anayasa değişikliği anayasa değişikliğinden öte bir şey. Bundan önceki anayasa değişikliklerinden farklı… Dolayısıyla, 16 Nisan, toplumun geleceğini angaje eden kritik bir kavşak… Fakat kesin olan bir şey var: Bu toplumun yaklaşık iki yüz yıllık birikimi bu sefil oyunu bozacak potansiyele sahiptir. Ve o potansiyelin heba olmaması için insanların sorumlu yurttaşlar olarak davranmaları, ikirciksiz bir şekilde sandığa gitmeleri ve hayır demeleri gerekiyor. Zira orada söz konusu olan senin kaderin, senin geleceğindir denecektir… Unutmamak gerekir ki, sahip olduğunu koruyamayanların, bulundukları mevzilerin gerisine püskürtülenlerin yeni şeyler kazanmaları zorlaşır… Son bir şey: 16 Nisan sadece saldırıyı püskürtmekle sınırlı kalmayacak, toplumun özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi yolunda ilerlemesinin yolunu da açacak…

“Evet”(in ekonomisin)e hayır!

 

Emekçiler için William Shakespeare’in, “Cehennem boş ve bütün şeytanlar burada,” betimlemesinde somutlanan bir ekonomik hâlle yüz yüzeyiz.

Kimleri “Olur mu öyle şey?” deseler de; siz, “Gerçekler görmezden geliniyor diye yok olmazlar,” diyen Aldous Huxley’in uyarısını kulaklarınıza küpe edin ve aklımızla alay edilen bugünlerde unutmayın: “Ipsa scientia potestas est/ Bilgi tek başına güçtür”…

Biliyorsunuz değil mi? Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) sayesinde, bir gecede yüzde 20’ye yakın zenginleştik.

Kurum’un ulusal hesaplarda yaptığı “güncelleme” ile: 720 milyar dolar olan milli gelir, 861 milyar dolara, 9 bin 257 dolar olan kişi başına gelir ise 11 bin 14 dolara yükseldi.

TÜİK’in revizyonu, sadece milli gelir değil, öteki verilerin üstüne de masalsı bir yıldız tozu serpti. Öylesine sihirli bir yıldız tozu ki bu, sadece milli gelirimiz değil, cari açık, bütçe açığının milli gelire oranı, tasarruflar, her şey daha olumlu hâle geldi. (Çiğdem Toker, “TÜİK Ani Zenginleşmemizi Anlatacak”, Cumhuriyet, 25 Aralık 2016, s.8.)

TÜİK Başkanvekili Mehmet Aktaş, “Biz olanı daha iyi ölçtük, yine revizyon olsa yine yukarı doğru olur,”[2] derken; bir gecede, bir kalem hamlesiyle (onlar milli gelir revizyonu diyor!) kişi başı milli gelirde 2 bin dolarlık artış yaşanıverdi.

Evet, evet TÜİK’e göre Türkiye’de halk olarak bir anda zenginleştik, hem de taş atıp da kolumuz yorulmadan… Müjdeler olsun zenginleşiverdik![3]

Ama ne ilginçtir ki TÜİK hesaplar sistemindeki revizyonla kişi başı geliri “artan” yurttaşların, aynı dönemde tüketim harcamaları yüzde 3.2 azalırken Türkiye 2016 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 1.8 küçüldü![4]

“Yalandan kim ölmüş” demek yetmez; “Bu dünyada birinin diğerini anlaması o kadar kolay bir şey değil,”[5] diyen Johann Wolfgang von Goethe ile Demokritos’un, “İnsanlığın yalnızca kendisinin konuşması, dinlemeye hiç yanaşmaması açgözlülüktür,” notunu anımsamak gerek!

 

  1. AYRIM: GENELİYLE EKONOMİK HÂL(İMİZ)

 

“Çöken ekonomide varlık erimesi”nden[6] söz edilen ekonomik hâl(imiz)i Aslı Aydın, “İşsizlik artıyor, esnaf kepenk kapatıyor, borç batağı büyüyor,”[7] saptamalarıyla tarif ediyor.

“Lale Devri” nihayete ererken; siyasi belirsizlik ve güvenlik endişeleri ile Türkiye’nin Kredi Temerrüt Riski (Credit Default Swap- CDS) 16 ayın zirvesine çıktı. ‘Bloomberg’in hazırladığı küresel iflas riski endeksinde Türkiye 10. sırada yer alıyor. Küresel risk sıralamasında ilk 10, Venezüella, Yunanistan, Ukrayna, Pakistan, Mısır, Kıbrıs, Rusya, Brezilya, Kazakistan ve Türkiye şeklinde…[8]

Özetle “Dışardan borç al, tüketimi besle, ekonomiyi büyüt” modeli artık bitti. Beş yılda ekonominin prodüktivite artış oranının sıfırda süründüğüne işaret ediyor Daron Acemoğlu… Dış kaynakla tüketimi körüklemeye devam etmek de olanaklı görünmüyor. Özel sektör net borcu 200 milyar doların üstünde seyrediyor. Borcu çevirme oranıysa yüzde 160 dolayında; 100 dolarlık borcu ödeyebilmek için 160 dolar borçlanmak ya da dolar bulmak gerekiyor.[9]

Para suyunu çekti, yıllardır dışarıdan gelen para ile Türkiye’yi yönettiler: Tamı tamamına 530.7 milyar dolar dış kaynak girdi ve kullandılar (2003’ten beri yıl yıl akan milyar dolarlara bakın: 7.1; 14.2, 37.3; 38.2; 45.3; 36.5; 9.2; 57.9; 64.3; 69.7; 72.2; 41.6; 11.2; 26 milyar dolar -2016-)

Para girerken hiç de dolar teröristliği söz konusu değildi, ama bu parayı har vurup harman savurunca, yollar-köprüler, tüketim tapınaklarına bol keseden harcanınca, ekonomi tıkandı, para damlamaya – geri çekilmeye başlayınca, bu kez “dolar teröristliği” gündeme geldi! Tabii bir de ülkenin mal varlıklarını satıp savurdular: 70 milyar.

Tepetaklak giden bir ekonomi var… Reel sektörün döviz açığı 215 milyar dolar (2009’da 67). Toplumun tüketici kredi banka borcu: 250 milyar TL. Devlet + özel sektör dış borç toplamı: 416.7 milyar dolar.[10]

2004’ten başlayarak Tüketici Güven Endeksi’nin devamlı geri gittiği dikkati çekiyor. Endeksin yıllık ortalaması 2004’te 93.5 iken 2016 yılının ilk altı ayında 68.6’ya inmiş. Oran çok düşük ve normal sınır değeri 100. Bu sınırın üstü tüketimde iyileşmeyi, altı kötüleşmeyi gösteriyor.[11]

Bunlara bir ek daha: TL, 2016’da yüzde 20.89 düşüşle dolar karşısında en fazla gerileyen para birimi olurken iki yıllık düşüş yüzde 51’i geçti.[12] Paranın iki günde 9 kuruş değer kaybetmesinin sonucu da şu oldu: İki günde 60 milyon TL zarar…[13]

Erdoğan’ın Merkez Bankası’na yönelik sözlerinin yarattığı kur artışına dikkat çeken HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Başka bir ifadeyse 60 tane saray yapılacak para havaya uçtu,”[14] derken; sadece kur farkından şirketlerin döviz borcu 81 milyar 875 milyon lira arttı. Bu rakam yaklaşık 60 Kaç-AK Saray’a denk geliyor.[15]

Türk Lirası’nın dolar karşısında uğradığı değer kaybı, kaçınılmaz olarak memur maaşlarını da eritti. Türkiye Kamu Sen’in yaptığı araştırmaya göre memur maaşları 2008 yılına göre aylık ortalama 130.4 dolar, 2015’e göre ise aylık ortalama 22.5 dolar değer kaybetti.[16]

Sanayide çalışılan saatin yüzde 1.3 arttığı[17] Türkiye’de, ‘ITUC Global Poll 2014 Raporu’ başlıklı bir araştırmaya katılanların yüzde 85’i, hane gelirinin iki yıl içinde değişmediğini ya da geriye gittiğini söylüyor. Yüzde 99’u asgari ücretin insanca yaşamaya yetmediğini belirtiyor. Yüzde 86’sı gelecek nesillerin insan onuruna yakışır işler bulamayacaklarını düşünüyor. Yüzde 91’i ise Türkiye’nin işsizlikle ilgili politikalarını kötü veya çok kötü olarak değerlendiriyor.[18]

Ayrıca Türkiye Emekliler Derneği’nin (TÜ- ED), ‘Emekli Bireylerin Türkiye’de Yaşlılığa Hazırlık Durumları’ başlıklı araştırmasının sonucuna göre, Türkiye’de bulunan 8 milyon 77 bin 152 emekliden 1 milyon 801 bin 205’i hâlen çalışıyor, 3 milyon 301 bin 148 emekli ise iş arıyor.[19]

Çöküntünün yarı çapı genişliyor; 2016 yılın ilk sekiz ayında kredi kartı harcamaları yüzde 15.7 artarken, harcamalar içinde taksit yasağı olanlar başı çekti.[20]

Yine 2016 yılı Ekim’inde “batık” olarak adlandırılan tasfiye olacak alacakların toplam kredilere oranı yüzde 3.2’ye yükselirken kredi kartında oran yüzde 10’a yaklaştı.[21]

Özetle ‘Türkiye Bankalar Birliği’ (TBB) Risk Merkezi’nin Aralık 2016 verilerine göre, finans sektöründe batık krediler 16.7 milyar artışla 68 milyar lirayı bulurken bunun 21.8 milyar lirasını tahsil edilemeyen bireysel krediler oluşturdu. Tasfiye olunacak alacak tutarı bireyselde yüzde 23.4 artış gösterdi.[22]

Kredi kartları çevrilemezken; 2015 yılının ilk 5 ayında 276 bin adet çek için “karşılıksız çek” işlemi yapıldı. 10.8 milyar TL’lik çek ödenmedi. Karşılıksız çek ile ödenmeyen yükümlülüklerin toplamında 2014 yılının aynı dönemine göre yüzde 49 artış oldu.[23]

2017 Ocak’ında ibraz edilen çeklerin sayısı 2016 yılının aynı ayına göre yüzde 72 arttı. Karşılıksız çekin parasal tutarı 69 milyon liraya ulaştı. Ocakta karşılıksız çek adedi yüzde 44, tutarı da yüzde 30 oranında artış gösterdi. Bununla birlikte, çek kullanımı yüzde 73 oranında arttı.[24]

‘Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu’nun (TESK) verilerine göre 2016’nın tamamında 101 bin 614 esnaf işyerinin kapısına kilit vurdu. Bu sayı 2015’te 97 bin 715 civarındaydı. 2016 yılının son çeyreğinde her ay 10 bin esnaf kepenk kapattı. 2016’da 2015’e göre kapanan esnaf sayısı 4 bin civarında artış gösterdi.[25]

Yoksulluk büyüdü…

Evet Cumhurbaşkanı Erdoğan, halkın giderek zenginleştiğinden söz etmesine söz ediyor; ancak mutlak yoksulluğa mahkûm olan kesimden bahsetmiyor.

Cumhurbaşkanı, 14 yılda vatandaşın kredi borcunun 50 kat arttığına değinmiyor.

Dolar milyarderleri artarken 12.5 milyon insanın mutlak yoksulluğa mahkûm olduğunu belirtmiyor.

Banka hesaplarında en az 1 milyon lirası bulan mudilerin sayısı arttı. Örneğin 2016 yılının ilk 10 ayında 8 bin kişi artarak 100 bin 974’e kişiye ulaştı.

Milyonerlerin sayısı artarken aynı zamanda devlet yardımı almadan geçinemeyen aile sayısı da 6 milyonu aştı.

Gelir eşitsizliği her geçen gün artıyor. Gelir eşitsizliğinde Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri içerisinde Türkiye ilk sıralarda.

Türkiye’de zenginler, yoksullar arasındaki uçurum büyüdü. En alttaki yüzde 10 ile en üsteki yüzde 10 arasında 12 kat fark bulunuyor.

TÜİK’e göre 12.5 milyon mutlak yoksul var.

Türkiye’de toplam istihdam içerisinde 2.5 milyon yoksulluk sınırının altında yaşıyor!

Toplumun yüzde 70’i ancak borçlanarak hayatlarını sürdürebiliyor![26]

 

I.1) GİDİŞATIN YÖNÜ

 

Miguel de Cervantes’in, “Para her kusuru örter,” sözünü tashih eden gidişatta ekonomik hâl(imiz), “Gordiyon Düğümü”nü andırıyor…

Türkiye’nin dış ticaret açığı, 2016 Kasım ayı sonu itibarıyla, 50 milyar doları aşarak 50 milyar 403 milyon dolara çıkıp;[27] toplam (kamu artı özel sektör) borçlarının milli gelire oran olarak 2002’de yüzde 107.5 iken, 2015’te yüzde 129.5’e fırladığı[28] coğrafyamızda borçlar çevrilmezcesine ağırlaşıyor.

Soru(n)lar, kaynağı meçhul kara para ile “aşılmaya” çalışılıyor: Örneğin cari açık 2015’te 32.2 milyar dolar olurken, gizemli para girişi 2014 yılına göre 6 kat artarak 9.66 milyar dolara çıktı. Gizemli para en son 2011’de 8.3 milyar dolara çıkmıştı…[29]

Bunlara ek olarak “lokomotif” ilan edilen konut sektörü de teklemeye başladı. Örneğin 2016 Ekim’inde konut satışları 2015 yılına göre, yüzde 25 artarken kredili satışlarda artış yüzde 72’ye yaklaştı. Yabancı alımlarında ciddi düşüş var. TÜİK 2016 Ekim ayı konut satış verilerine göre, “ipotekli satış” olarak ifade edilen kredili konut satışları yüzde 71.8 artış kaydetti. 130 bin 274 adet konut satışının 48 bin 119 adedi kredili satıldı ve böylece toplamdaki pay yüzde 36.9 oldu. Yabancılara yapılan konut satışlarında ise bir önceki 2015 yılın aynı ayına göre yaşanan yüzde 30 düşüş dikkat çekti. Yabancıya konut satışı 1.566 adede geriledi.[30]

Bu kadar da değil! Üretim teklerken, ekonomideki daralma ve işsizlik tahsili gecikmiş alacakları büyütüyor. Yaklaşık 700 şirketin TMSF’ye devri batık kredileri daha da artıracak gibi…[31]

Eş zamanlı kesitte ‘New World Wealth’in raporuna göre, Türkiye’yi terk eden dolar milyonerlerinin sayısı ise 2015 yılında yaklaşık bin iken, 2016 yılında bu sayı yüzde 500 artışla, 6 bini buldu;[32] yabancı sermaye akışı da aksamaya başladı…

Örneğin 2015’in ilk 11 ayında Türkiye’ye giriş yapan yabancı sermaye (35.2 milyar dolar) 2014’ün aynı dönemine göre 14.6 milyar dolar azalmıştır. Yabancı para girişi, milli gelirin yüzde 1.8’i oranında gerilemişti.[33]

İstihdam artışı için gerekli olan doğrudan yabancı yatırım girişi 2016 yılının ilk yarısında 2.2 milyar dolara inerken, kısa vadeli sermaye girişi 8.2 milyarla bu rakamı dörde katladı. Türkiye’ye döviz girişi 2015 yılın ilk altı ayında 8.6 milyar dolar iken, 2016 yılının ilk altı aylık döneminde 26 milyar dolara yaklaştı. Ancak ayrıntılara bakıldığında döviz girişinin büyük bir kısmı sıcak para kaynaklı oldu. Merkez Bankası verilerine göre, işsizliğin çift haneye çıktığı Türkiye’de istihdamın artırılması için kritik önem taşıyan doğrudan yabancı yatırımlar 2015’in yılın ilk altı ayına göre yüzde 57 azaldı.[34]

Bu açmaz(lar), “OHAL ekonomisi”nin olağanüstü dayatmalarıyla aşılmaya çalışıldı…

Hurşit Güneş’in, “AKP iktidarının OHAL’i ekonomiyi de OHAL’e soktu!”[35] notunu düştüğü bu hâl; “Büyük servet transferi”[36] ya da gaspından başka bir şey değildi…

Örneğin 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL’in 6. ayında, FETÖ’ye finansal destek sağladığı iddiasıyla TMSF’ye devredilen şirket sayısı da 700’e yaklaştı. Fon bünyesindeki şirketlerin toplam değeri 60 milyar liraya, çalışan sayısının ise 40 bine dayanması gibi…[37]

OHAL gaspı, “Türkiye Varlık Fonu” (TVF) ile derinleştirildi…

Erinç Yeldan’ın, “Türkiye Varlık Fonu=Yandaş Kapitalizmi”[38] notunu düştüğü, TVF olarak adlandırılan garip bir “şey” var karşımızda… “TVF, kamu mallarının bir özelleştirmeyle (satılarak) sermaye sınıfına devredilmesi anlamına gelmiyor. TVF ile birileri devletin mallarına el koyuyor.

İlk atamalardan anlaşılacağı gibi, TFV’yi, ideolojik siyasi sadakatleri, siyasal İslâmı temsil eden AKP’nin liderine olan birileri yönetecektir. AKP’yi anlamaya çalışan yazılarımda, bilginin bir toplumsal kontrol ve ‘üretim aracı’, bu bağlamda da, artık-değere ulaşma aracı olduğuna; Müslüman entelijensiyanın, devlet iktidarını hedef alan İslâmcı bir hareketin egemen sınıfı olarak şekillendiğine birçok kez değindim. Bu sınıf, AKP döneminde, rant, ‘komisyon’ üzerinden biriktirdiği, bölüştüğü servetlerle bir kapitalist sınıfa dönüşmeye çabalıyor, devleti ve toplumu kendi gereksinimlerine göre dönüştürüyordu.

Ancak bir süredir bu dönüşümü destekleyen kaynaklar kuruyor. Bu durumda, bu sınıf, ‘mülksüzleştirerek biriktirme’ yöntemini benimsiyor. Önce, cemaatle ilişkili kapitalistleri mülksüzleştirdi. Şimdi de TVF ile de devleti mülksüzleştiriyor. Böylece de karşımıza bir “devlet kapitalizmi” değil, talancı bir ahbap çavuş kapitalizmi çıkıyor.”[39]

 

I.2) KRİZ UYARISI!

 

Sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı ile doğrudan ilintili olan kriz, konjonktürel görüngülerden bağımsız yapısal bir durumdur; tıpkı José Saramago’nun, “Gemin büyükse fırtınan da büyük olur,”[40] deyişindeki üzere…

“Krizin ayak sesleri”nden[41] söz edilen coğrafyamızdaki hâl, bu nitelemenin çok ötesindeyken; Prof. Hurşit Güneş’in, “Teknik anlamda bir kriz olmasa da koşulların olgunlaştığı”na dikkat çekmesi[42] kapitalist açmazın yumuşatılmasından başka bir şey değildir.

‘Oxford Economics’in “gelişmekte olan 13 piyasanın incelemesi”nde Türkiye’nin en kırılgan ülke çıktığı[43] unutulmadan; bu tür yanılgılardan uzak durmak gerek: Krizin ertelenmesi, onun olmadığı anlamını taşımaz; ekonomideki kriz gölgelense de, durumun sürdürülebilir olmadığı bir an dahi unutulmamalıdır.

Alın size bir örnek: Alacak sigortası şirketi ‘Euler Hermes’in, ‘İflaslar: Buzdağının Görünen Ucu’ başlıklı raporuna göre, Türkiye iflasların güçlü artış gösterdiği ülkeler arasında… ‘Euler Hermes’, Türkiye’de iflasların 2017’de yüzde 5 artacağını belirtti. 2016 yılında 12 bin şirketin iflas ettiği tahmin edilirken 2017 yılında sayının 13 bine çıkacağı düşünülüyor.

Rapora göre Türkiye’de yıllık cirosu 50 milyon Avro’nun üzerinde iflas eden şirket sayısı 16 oldu. Bu şirketlerin toplam cirosu ise 2 milyar 233 milyon Avro’yu buluyor. Türkiye, iflaslarda 43 ülke arasında Güney Afrika, Hong Kong, Tayvan ve Britanya ile birlikte altıncı sırada yer alıyor.[44]

 

I.3) KARA PARA + MİLİTARİST BİRİKİM “PANZEHİRİ”

 

Kriz karşısında, egemen(ler)in panzehir(ler)i: (TVF benzeri iktisat dışı cebir ya da ceberut gasp yanında!) kara para + militarist birikimdir.

Mesela krizin ertelenmesinde -önemli bir faktör- olarak kara para…

Bilmiyor olamazsınız! AKP iktidarları döneminde ülkeye giren kaynağı belirsiz para 30 milyar dolara ulaştı. Bunun 20 milyar doları 5 yılda gerçekleşti. 2015 yılında kaynağı belirsiz para girişinde cumhuriyet tarihi rekoru kırıldı.[45]

Türkiye’ye kaynağı belirsiz para girişi, 2015’te 6 kat artışla 9.66 milyar dolara yükseldi. Merkez Bankası verilerine göre, kaynağı belirsiz para girişini ifade eden net hata noksan kalemi 2015’in tamamında 9,66 milyar dolar fazla verdi. Bu rakam 2014’te 1.56 milyar dolardı. Gizemli para girişinde bir yılda 6 katlık bir artış meydana geldi. 2015 yılında aylık bazda en yüksek kaynağı belirsiz para girişi 4.17 milyar dolarla şubat ayında gerçekleşti. Nisan ayında da 4 milyar doların üzerinde giriş oldu. En büyük para çıkışı ise 2 milyar dolarla ekim ayında görüldü.[46]

Kaynağı belirsiz para girişi 2016 Mayıs’ın da 1.85 milyar dolar fazla verdi. Yani Türkiye’ye Mayıs ayında 1.8 milyardan fazla kaynağı belirsiz para girişi yaşandı. Bu rakam beş aylık dönemde 2 milyar 622 milyon dolar oldu.[47]

Bunu bir diğer boyutu da Türkiye’den 11 bankanın vergi cennetindeki hesaplarda 142 milyar lirayı yönetiyor olmasıdır. Panama Belgeleri ile 11.5 milyon belgenin deşifre edilmesinin ardından ‘Derin Ekonomi’ dergisi, vergi cennetleri olarak bilinen Lüksemburg, Malta ve Bahreyn’deki hesaplarda 11 Türk bankasının 142 milyar lirayı yönettiğini açıkladı.

Panama belgelerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen ve çocuklarına burs veren işadamı olan Gürmen Group’un sahibi Remzi Gür de var.

Erdoğan’ın, başbakan adayları arasında adı geçen damadı ve Ekonomi Bakanı Berat Albayrak’ın uzun yıllar yöneticilik yaptığı Çalık Holding de Panama belgelerinde yer aldı.

Çalık Holding’e önce Halk Bankası kredisiyle Sabah grubu satın aldırılmıştı. Sabah ve ATV zarar edince sattırılmış ve Çalık Holding’in sahibi olduğu Aktifbank’a “Passolig” kıyağı çekilmişti.[48]

Bir de Çiğdem Toker’in, ‘Bayraktar İHA’larının Bütçeye Maliyeti?’,[49] Güntay Şimşek’in, ‘Altay Tankı İhalesinde İpi Kim Göğüsler?’[50] başlıklı yazılarında altı çizilen militarist birikim meselesi…

Türkiye’nin toplam ihracatı 2014’te yüzde 4.3 artarken, savunma sanayi ihracatı yüzde 18.7 yükselerek 1.6 milyar dolara çıktı. Savunma Sanayi Müsteşarı İsmail Demir, 2023 yılı hedefimiz 25 milyar dolar, bu hedefe ulaşmak için yüzde 20’li artışlar gerekli,” dedi.[51]

2014’ü yüzde 18.7 artış ve 1.6 milyar dolarlık ihracatla bitiren savunma sanayi, 2015’te 2 milyar dolara çıkmayı hedefliyorken;[52] savunma sanayi giderek büyüyor. Yıllık 5 milyar dolarlık bir üretim gücüne sahip. Yılda 2 milyar dolara yakın ihracat yapıyor.[53]

‘Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın (SSM) verilerine göre 2014 yılı itibarıyla, 356 projenin maliyeti 59 milyar 323 milyon 973 bin 964 lira oldu. Projelerin bedeli, 21 bakanlıktan 19’nun 1 yıllık bütçelerini aşıyor.

Yurttaşların cebinden alınan vergilerle oluşturulan Müsteşarlık bütçesinden 59 milyarı aşan harcama yapılmış. Sadece 2014 yılı içerisinde sözleşmesi imzalanmış 10 projenin toplam maliyeti 7 milyar. Müsteşarlığın 2014 yılı savunma harcamaları içerisinde 5 milyar 891 milyon 589 bin 78 liralık bir tutar “stratejik amaçlar” başlığında yer alıyor. Yine aynı yıl 3 adet, yaklaşık 34 milyon lira bedelli olan AR-GE projesi imzalanmış. Özetle ‘Savunma Sanayii Destekleme Fonu’ (SSDF) 2014 yılı geliri 3 milyar 347 milyon olmuş, gideri ise 3 milyar 607 milyon lira olarak gerçekleşmişti.[54]

Çok anlamlı bir şey daha: Toplumsal olaylara müdahale aracı (TOMA) üreticisi Katmerciler, 30 yıl önceki kuruluşundan bu yana en yüksek gelir ve kârını 2015 yılında elde ettiğini açıkladı. Katmerciler’den yapılan açıklamada, “Katmerciler, gelirlerini yüzde 83 artırarak 310 milyon liraya, esas faaliyet kârını yüzde 153 artırarak 45.7 milyon liraya yükseltirken şirketin net kârı yüzde 103’lük artışla 18.6 milyon lira oldu” denildi. 2014 Ekim ayında da Emniyet Genel Müdürlüğü ile 65 adet TOMA için 13.68 milyon euro ve kasım ayında da 50 adet TOMA için 11.78 milyon euro olmak üzere toplam 115 TOMA için 25.46 milyon euroluk sözleşme imzalamıştı.[55]

Sakın ola unutulmasın: Kriz dönemlerinde, militarist birikim dalı kapitalizmin can simididir.

 

  1. AYRIM: HÂL-İ PÜR MELALİMİZİN SOMUTU

 

Ekonomik hâl-i pür melalimizin somutuna ilişkin ilk veri, zenginlik ile yoksulluk makasının devasa ölçekte açılmasıdır.

 

II.1) TÜRK(İYE) ZENGİNLİĞİ

 

Türk(iye) zenginliği küçümsenmemesi gerek bir gerçeklik…

Örneğin ‘The Fortune’ dergisinin, dünyanın en çok gelir elde eden 500 şirketi listesine Türkiye’den 25 milyar 515 milyon dolar ile Koç Holding girdi. Şirket dünyanın dolar cinsinden en çok gelir elde eden şirketleri listesinde 419. sırada yer aldı.[56]

‘Credit Suisse’in, ‘2016 Küresel Servet Raporu, Türkiye’ye göre, bir yılda (2016) Türkiye’de dolar milyarderi sayısı 29’a çıkarken kişi başına düşen servet 1511 dolar azaldı, borç 445 dolar arttı.

Rapora göre düşük orta geliriyle Türkiye, fakir ülkeler arasında gösteriliyor. Türkiye’de 8.3 milyon kişi en alt yüzde 20 grubunda yer alıyor. Buna göre Türkiye nüfusunun yüzde 15.4’ünün serveti 248 doları geçmiyor. Türkiye bu oranla 46 ülke arasında 19. sırada yer alıyor.

Öte yandan Türkiye’de 1 milyon doların üzerinde serveti bulunanların sayısı 77 bindi. 100 bin dolardan fazla serveti olanlar ise 1 milyon 72 bin kişi.

Rapora göre Türkiye’de milyarder sayısı 29. Bu kişilerin serveti 1 milyar doların üzerinde. 2015 yılında açıklanan raporda milyarder sayısı 27 idi. Buna göre son bir yılda iki dolar milyarderi daha oldu. Türkiye, milyarder sayısıyla 15. sırada yer aldı. Serveti 500 milyon dolarla 1 milyar dolar arasında olan ise 35 kişi var. Serveti 100-500 milyon dolar arasında olanlar 338, 50-100 milyon dolar arasında olanlar 485, 10-50 milyon dolar arasında olanlar 4 bin 612, 5-10 milyon dolar arasında olanlar 6 bin 775, 1-5 milyon dolar arasında olanlar 65 bin 5 kişi. Türkiye’nin nüfusu 80 milyon 372 bin olarak görünüyor, bunun 54 milyon 8 bini yetişkin nüfus. Buna göre Türkiye’de yetişkin nüfusun yüzde 72.6’sının serveti 10 bin doların altında. 10-100 bin dolar arasında serveti olanlar yüzde 25.4, 100 bin- 1 milyon dolar arasında serveti olanlar yüzde 1.8, 1 milyon doların üzerinde serveti olanlar da yüzde 0.1’i temsil ediyor.[57]

2016’da yüksek enflasyon karşısında ücretler erirken yılın tek kazananı, sayıları 109 bini bulan milyonerler oldu. 2016 Aralık’ta milyoner sayısı 1865 kişi arttı.[58]

Ve nihayet ‘The Forbes’in 2017’de 12’nci kez hazırladığı ‘En Zengin 100 Türk’ listesinde Türkiye’den 31 dolar milyarderi ile dokuz yeni isim yer alırken; 118 kişinin 46’sı servetini artırdı. Toplam servet 8.2 milyar dolar artışla 102.9 milyar dolar oldu.[59]

 

2017 YILINDA TÜRKİYE’NİN EN ZENGİNLERİ
İSMİ KURUMU SERVETİ
Murat Ülker Yıldız Holding 3.7 milyar dolar
Hüsnü Özyeğin Fiba Holding 3 milyar dolar
Semahat Arsel Koç Holding 2.4 milyar dolar
Şarık Tara Enka İnşaat 2.4 milyar dolar
Erman Ilıcak Rönesans Holding 2.3 milyar dolar
Rahmi Koç Koç Holding 2.2 milyar dolar
Ferit Şahenk Doğuş Holding 2.1 milyar dolar
Osman Kibar Samumed 2 milyar dolar
Suna Kıraç Koç Holding 2 milyar dolar
Filiz Şahenk Doğuş Holding 1.9 milyar dolar
Mustafa Küçük LC Waikiki 1.9 milyar dolar
Hamdi Ulukaya Chobani 1.7 milyar dolar
Suat Günsel Yakın Doğu Üniversitesi 1.7 milyar dolar
Mehmet Nazif Günal MNG Holding 1.6 milyar dolar
Nihat Özdemir Limak Holding 1.6 milyar dolar
Sezai Bacaksız Limak Holding 1.6 milyar dolar
Turgay Ciner Park Holding 1.6 milyar dolar
Bülent Eczacıbaşı Eczacıbaşı Holding 1.5 milyar dolar
Faruk Eczacıbaşı Eczacıbaşı Holding 1.5 milyar dolar
Ahmet Çalık Çalık Holding 1.4 milyar dolar
Ahmet Nazif Zorlu Zorlu Holding 1.3 milyar dolar
Mehmet Ali Aydınlar Acıbadem 1.2 milyar dolar
Sinan Tara Enka İnşaat 1.2 milyar dolar
Şefik Yılmaz Dizdar LC Waikiki 1.2 milyar dolar
Deniz Şahenk Doğuş Holding 1.1 milyar dolar
Mehmet Rüştü Başaran Habaş 1.1 milyar dolar
Ali Ağaoğlu Ağaoğlu İnşaat 1 milyar dolar

 

Bir şey daha: Hesabında 1 milyon lira veya üzeri parası olan yurttaşların sayısı 100 bini geçti. Hesaplarındaki toplam tutar bankalardaki tüm paranın yarısı… Yani 2015’in Aralık sonu itibarıyla bakıldığında, hesabında 1 milyon lira ve üzeri parası bulunan mudi sayısı 93 bin 8 iken, bu kişilerin hesaplarındaki tutar ise 594 milyar 661.1 milyon lira olarak gerçekleşmişti. Böylece milyoner sayısı 2016’nın Ekim ayında 2015 sonuna kıyasla 7 bin 966 kişi daha artarken, söz konusu kişilerin banka hesaplarındaki tutar da 61 milyar 667 milyon lira yükseliş kaydetti.[60]

Bir de şu var: Boğaz’da 500 milyon dolarlık yalı yaşamı: İstanbul’da 10 yılda el değiştiren yalıların yaklaşık 500 milyon doları bulduğu söyleniyor. Boğaz’da her yıl 12 yalı yeni sahibini ararken, yalıların fiyatları ise 10 yılda 10’a katlandı.[61]

 

II.2) KÂRLAR(I), BANKALAR(I)

 

TBB’nin açıklamasına göre, banka ve banka dışı kredi kurumları tarafından doğruda kullandırılan nakit krediler 2015 yılında yüzde 29 oranında artarak 1 trilyon 773 milyar TL olurken;[62] AKP ile yıldızı parlayan İslâmi finansman 2006-2016 arasında hızla büyüdü.

İslâmi bankacılık prensipleri çerçevesinde mevduat toplayıp kredi kullandıran katılım bankalarının büyümesi Türkiye’de 10 yılda dokuza katlandı. 2006’da sektörün 13 milyar 729 milyon TL olan toplam aktifleri 2016 Haziran ayı itibarıyla 126 milyar liraya yaklaşırken, topladıkları fon yani mevduat ise 11.2 milyar liradan 75 milyar liraya dayandı. 5 katılım bankasının faaliyet gösterdiği sektörde kullandırılan fonlar yani krediler ise 10.4 milyar liradan 82.3 milyar liraya yükseldi.[63]

‘Bloomberg’in derlediği verilere göre aralarında Birleşik Arap Emirlikleri ve Katarlı bankaların da bulunduğu Körfez bankalarının bu yılın ilk yarısında Türkiye’deki kurumlara sağladığı sendikasyon kredileri 2.4 milyar doları buldu. Bu rakam, 2009’dan beri bu yana kaydedilen yıllık rakamlardan daha fazla bir seviyeye işaret etti…

3 yıl içinde Türk kurumlarının Körfez bölgesindeki en büyük finansörü ‘National Bank of Abu Dabi’ oldu. Banka 2015 yılında Türkiye’deki kurumlara 571.3 milyon dolar kredi sağladı. Abu Dabili ‘First Gulf Bank PJSC’, 566.3 milyon dolar, Bahreynli ‘ABC’ ise 313 milyon dolar sendikasyon kredisi verdi.

2015 yılında Türkiye’de sendikasyon kredileri 2014 yılına kıyasla yüzde 37 artışla 31.4 milyar dolara çıktı. Sendikasyon kredilerinin yüzde 8’ini Körfez bankaları verdi. Bankalar Birliği verilerine göre Türkiye’de kurulmuş 4’ü Körfez sermayeli 14 yabancı sermayeli banka bulunuyor.

Standard & Poor’s’nin İslâmi Finans raporuna göre İslâmi finans sektörü gelecek on yılın önemli bir bölümünde 3 trilyon dolara ulaşacakken;[64] Türkiye’de bankaların ortalama kârlılıkları 2010’da yüzde 18’ken, 2011’de 14.2, 2012’de 14.4, 2013’de 13.1, 2014’de 11.6, 2015’de yüzde 10.5 oldu.[65]

Hızla kimi verileri aktaralım:

  • Vakıf Bank, 2015 yılını 1 milyar 930 milyon TL net kâr ile kapattı.[66]
  • Halk Bank’ın 2015 yılı net kârı 2.3 milyar lira oldu.[67]2016’nın ilk çeyreğinde de net 680 milyon TL kâr elde etti.[68]
  • Garanti Bankası 2016 yılının ilk çeyreğinde 1 milyar 57 milyon 133 bin lira net kâr elde etti.[69]
  • ING Bank, 2016’nin 3. çeyreğinde 415 milyon TL kâr elde etti.[70]
  • Akbank’ın 2016’nın 9 aylık kârı 3.7 milyar TL oldu.[71]
  • 2016 yılında İş Bankası’ndan 4.7 milyar TL kâr.[72]
  • Koç Holding, 2015 yılının ilk yarısında konsolide bazda toplam 32.1 milyar TL gelir elde ederken, 1.8 milyar TL vergi öncesi kâr ve 1.3 milyar TL ana ortaklığa ait net dönem kârı gerçekleştirdi.[73]

Yine Koç Holding, 2016 yılının ilk çeyreğinde konsolide bazda toplam 14.1 milyar TL gelir elde ederken, 515 milyon TL ana ortaklık payı net dönem kârı gerçekleştirdi.[74]

  • “Sabancı’nın 2016’nın ilk 9 ay kârı 1.8 milyar lira oldu.[75]
  • Vestel’in 2015 yılında 70 milyon TL olan kârı 2016 yılının ilk çeyreğinde 111 milyon TL olarak gerçekleşti.[76]
  • Pegasus, 2016’nın ilk 9 ayında 43.3 milyon TL kâr etti.[77]
  • Bimeks, 2015’te faaliyet kârını yüzde 29 artırdı. Satışlarını da yüzde 25 artıran Bimeks’in net kârı 9.4 milyon TL oldu.[78]
  • Turkcell, 2016’nın ilk 9 aylık verilerine göre gelir ve kârlılıkta tüm zamanların rekorunu kırdı. Şirket, 3’üncü çeyrekte gelirlerini yüzde 8.8 artırarak 3 milyar 658 milyon liraya ulaştırdı.[79]

Gelin, bu verileri, “Çok çalışarak zengin olunsaydı, eşeğin semeri altından olurdu,” diyen Fransız atasözünün altını çizerek noktalayalım!

 

II.3) YOKSULLUK(UMUZ)!

 

“Milyonlar yoksulluğa mahkûm”;[80] “Çalışan hep yoksul”;[81] “Türkiye’de 18 milyon aç, 60 milyon yoksul,”[82] ibareleriyle betimlenmesi gereken Türk(iye) ekonomisinin yoksulluk alt başlığı, hepimize Walter Bagehot’un “Yoksulluk zenginlerin gözünde bir anormalliktir. İnsanların yemek istedikleri zaman neden çıngırak çalmadıklarını anlamak çok zordur,” sözünü hatırlatır.

“Nasıl” mı?

Bir örnek her şeyi özetler gibi: Samsun’da rahatsızlığı nedeniyle hastaneye kaldırılan iki buçuk aylık bebek beslenme yetersizliği nedeniyle yaşamını yitirdi.

Komşularının verdiği yemeklerle karınlarını doyurmaya çalıştıklarını söyleyen Necla B. “Sütüm yok. Çayla insanın sütü olur mu? İki günden beri tenceremde yemek yok. Komşularım bir tabak yemek getirecek de çocuklarım yiyecek” diye konuştu.

2008 yılında vinç düşmesi sonucu sağ ayağının bilekten aşağısı kopan baba Murat B. ise, iş kazası nedeniyle çalışamadığını vurgulayıp, “Çalışamadığım için evime ekmek getiremiyorum. Kızımın ölme sebebi açlık. Durumumuzun ne olduğu belli. Yardım bekliyoruz. İki tane daha çocuğum var. Bakamıyorum, muhtacım. Elimden bir şey gelmiyor,” dedi.

Bir şey daha: Niğde’nin Yeşilgölcük kasabasından iki patates üreticisi sosyal medyada yaptığı paylaşımla borçlarından dolayı böbreğini satılığa çıkardı. Ersin Özden, Facebook’taki paylaşımında, ”Çiftçi mağdur durumda, borçlarından dolayı böbreklerini satılığa çıkardı” diyerek iki cep telefon numarası verdi.[83]

Türkiye’de her 5 kişiden ikisi yardıma muhtaç![84]

Kolay mı? Türkiye’de 2015’te yüzde 19.11 olan sefalet endeksi 2014 yılında yüzde 19.83’e ulaştı!

Evet, Türkiye’de 2012’de yüzde 15.36 olan sefalet endeksi, 2013’te yüzde 17.1, 2014’te yüzde 18.27, 2015’te yüzde 19.11, 2016’da yüzde 19.83’e çıktı. Sefalet endeksi ABD’de yüzde 6.4, Avro bölgesinde yüzde 10.9, OECD’de ortalama yüzde 7.6 düzeyinde bulunuyor. Buna göre Türkiye’de sefalet yüzde 19.83 ile ABD ortalamasının üç, OECD ortalamasının ise 2.5 katından fazla.

Türkiye ayrıca tradingeconomics.com’un sıraladığı dünyanın en büyük 48 ülkesi içinde sefalet endeksinin yüksekliği bakımından dokuzunca sırada bulunuyor. Sefalet oranı en yüksek ülkeler yüzde 188.2 ile Venezüella, yüzde 49 ile Arjantin, yüzde 33.7 ile Güney Afrika, yüzde 32.38 ile Nijerya, yüzde 32 ile Mısır, yüzde 22.2 ile Yunanistan, 21.3 ile İran, 20.41 ile İspanya ve 19.83 ile Türkiye olarak sıralanıyor.[85]

TÜİK hanehalkı tüketim harcamaları anketinde temel geçim kaynaklarına göre yardımla geçinebilen hane sayısındaki artış hızı toplam hanehalkı artış hızının 2.98 katı, ücret ve maaşla geçinen hane sayısındaki artış hızının 2.48 katı, emekli maaşıyla geçinen hanelerdeki artış hızının 3.92 katı, rant geliriyle geçinen hanelerin sayısındaki artış hızının 4.58 katı oldu.

Devam edelim: İstanbul Avrupa Yakası’ndaki 4.2 milyon elektrik abonesinin yüzde 35’i düşük gelir seviyesi yüzünden faturasını geciktiriyor.[86]

1.2 milyon kişi yoksullukta dip yaptığı Türkiye’de ‘Kalkınma Bakanlığı’nın verileri Türkiye’deki sağlık, eğitim, çalışma yaşamındaki acı tabloyu ortaya koydu.

Verili hâlde TUİK’in gelir araştırmasına göre, 2015’te en zengin yüzde 20’lik dilimin gelir oranı artmış. Geriye kalan yüzde 80’in gelirleri azalmış…

Mutlak yoksulluk artmış ve 12.5 milyon olmuş…

Memleketin yüzde 70’i borçla yaşıyor…

Ekstra bir masrafı, bir haftalık tatili karşılayamayanların oranı yüzde 70’i aşmış…

Nüfusun en fakir yüzde 5’lik diliminde yıllık kullanılabilir gelir 2.999 TL. Yani yüz binlerce kişi aylık 250 lira ile geçiniyor. …

Söz konusu gelir araştırması diyor ki: Nüfusun en yoksul yüzde 20’sindekiler çocuklarının eğitimi için aylık 4 TL ayırıyor. En üsteki yüzde 20 ortalama 350 TL…

Fark 80 kat! Nasıl eşit yarışacaklar bu çocuklar…

“Düşük eğitimlilerin yüzde 25’i yoksul” diyor araştırma. Yüksek eğitimlilerin ise sadece yüzde 1.5’i![87]

İşte tam da burada durup; Friedrich Nietzsche’nin, “En insani davranış; bir insanın utanılacak duruma düşmesini önlemektir,” saptamasının altını çizerek çocuklar(ımız)ın hâline göz atalım…

 

II.4) ÇOCUKLAR(IMIZ)

 

‘Gündem Çocuk Derneği’ tarafından açıklanan, ‘Türkiye’de Çocuğun Yaşam Hakkı 2015 Raporu’na göre, 2015 yılında en az 875 çocuk önlenebilir sebeplerden dolayı yaşamını kaybetti[88] coğrafyamızdaki 20 milyon çocuğun 7 milyonundan fazlası şiddetli maddi yoksunluk içerisinde yaşıyor. Çocukların yüzde 40’ı imkânsızlıklardan dolayı et yiyemiyor.[89]

Çocuklara bakılamayan Türkiye’de, yardıma muhtaç çocuk sayısı 2005’te 19 bin 735 iken, 2015 yılında bu sayı 101 bin 561’e yükseldi;[90] OECD, Türkiye’de çocukların dörtte birinin yoksul olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi.

OECD’nin güncellediği ‘Gelir Eşitsizliği Raporu’na göre yoksulluk oranı yüzde 17.2 olan Türkiye’de, 18 yaş altı çocukların yüzde 25.3’ü yoksul. Oran, 18-25 yaş arası gençlerde yüzde 14.1 iken, 26-65 yaş arası yetişkinlerde 12.9 olarak belirlendi. Yaşlılarda yoksulluk oranı yüzde 18.9, çalıştığı hâlde yoksul olanların oranı yüzde 15.6 oldu.

Rapora göre 2014 itibarıyla, nüfusun en altta yer alan yüzde 10’luk dilimi toplam gelirin yüzde 2.3’ünü, en altta yer alan yüzde 20’lik dilimi toplam gelirin yüzde 6.1’ini, en altta yer alan yüzde 40’lık bölümü toplam gelirin 16.8’ini elde ederken, üstte yer alan yüzde 40’lık dilim toplam gelirden yüzde 67.9, üstte yer alan yüzde 20’lik dilim toplam gelirden yüzde 45.9 ve en üstte yer alan yüzde 10’luk dilim, toplam gelirin yüzde 30 pay alıyor.[91]

Hâl buyken; “Doğurun” diyor sadece “Dictator perperit liberas/ Çok çocuk doğurtma diktatörü”; “Doğan çocuklar ne durumda” diye dönüp bakmıyor bile!

 

II.5) İŞSİZLİK FELAKETİ

 

OECD Raporu’na göre, “İşsizlikte beşinci sırada”[92] olan Türkiye genelinde, iş bulmaktan umudunu kesenler de dahil “geniş tanımlı işsizlik” kapsamına girenlerin sayısı 2015-2016 yıllarında 6 milyonu geçti.[93]

TÜİK verilerinden bir hesaplama yaparsak 1990-2002 yılları arasında ortalama işsiz sayısı 1 milyon 764 bindi. İşsizlik oranı yüzde 7.9 seviyesindeydi. Umutsuzların da dâhil edildiği geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 9.9’du.

2003-2015 kesitindeki AKP’li yıllarda ise işsiz sayısı ortalama 2 milyon 603 bini buldu. Ortalama işsizlik oranı yüzde 10.6’ya ulaştı. Geniş tanımlı işsizlik ise ortalamada yüzde 16.7 oldu. Yani işsizliğin 2001 krizi ile artan ateşi hiç düşmedi.

2016 yılının Ekim dönemi için işsiz sayısı açıklandı. Resmi işsiz sayısı 3 milyon 600 bin kişiyi aşmış durumda. Bu rakam cumhuriyet tarihinin en yüksek işsiz sayısına işaret ediyor. Son dört dönemdir işsiz sayısı rekor üstüne rekor kırıyor.

İşsizlik oranı içinde tablo farklı değil. Ekim 2016 dönemi için açıklanan Yüzde 11.8’lik oran 2009 krizi Ekim dönemindeki rekor (metodolojik düzeltme sonrası yüzde 12.2) orana yaklaşmış durumda.

Bir de daha gerçekçi rakamlar var. DİSK-AR verilerine göre 2016 Ekim dönemi için geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 19.6. İşsiz sayısı ise 6.5 milyonu bulmuş durumda.[94]

Nihayet İşsizlik oranı Ocak 2017’de, Mart 2010’dan beri en yüksek seviye olan yüzde 11.8’e çıktı. TÜİK’e göre işsiz sayısı 3.65 milyon kişiye çıktı.[95]

Bir felaket dönüşen işsizlik konusunda üç noktaya dikkat çekmek gerek.

İlki Kürt illerindeki durum: İktisatçı Mustafa Durmuş’un, “Kürt illerindeki işsizlik oranı Türkiye genelinin 2 katından yüksek,”[96] notunu düştüğü hâldir.

Gerçekten de 2015 yılı işsizlik oranı verilerine göre, en yüksek işsizlik oranı yüzde 24.8 ile Mardin-Batman-Şırnak-Siirt’te seyrediyor. Bu illeri yüzde 17.5’la Ş. Urfa-Diyarbakır izliyor.[97]

İkincisi kadınların durumu: Ekonomik kriz en fazla çalışanı vuruyor. Temmuz-Ağustos 2016 arasındaki bir aylık sürede sigortalı çalışan 20 bin kişi ve 18 bin kamu emekçisi işten çıkarıldı.[98]

Türkiye nüfusunun 2015 yılında yüzde 49.8’ini oluşturan kadın nüfusunun yüzde 11.3’ünü 13-19 yaş grubunda bulunan genç kızlar oluşturdu. Hanehalkı İşgücü Araştırması, 2015 sonuçlarına göre, 15-19 yaş grubu genç kızlarda işsizlik oranı yüzde 18.4 iken erkeklerde yüzde 15.6 olarak gerçekleşti. Genç kızlarda işsizlik oranı bir önceki 2015 yılına göre 2.3 puan arttı.[99]

Ve nihayet gençler: 5 gençten birinin işsiz olduğu[100] coğrafyamızda “Genç işsizlik oranında patlama”[101] söz konusudur. 2005’ten itibaren, Türkiye’yi teğet geçtiği ileri sürülen kriz yılları hariç yüzde 17 civarında görülen genç işsizliği yüzde 22.6 oldu. İşsiz sayısının kriz yıllarını bile geride bıraktığı kasım döneminde en büyük artış, kentli genç kadın işsizliğinde görüldü. Tarım dışı genç kadın işsizliği 7.8 puan birden artarak 33.9’a yükseldi.[102]

 

II.6) EMEĞİMİZE DE, EKMEĞİMİZE DE EL KOYUYORLAR!

 

Tablo buyken; emeğimizi gasp edenler, ekmeğimize de el koyuyor!

“Nasıl” mı?

Et fiyatları 2015 yılı başından Mayıs 2015’e yüzde 35 artarken asgari ücretliye ilk altı ay için yapılan zammı 6’ya katladı. Et fiyatları bir ayda dünya ortalamasından iki kat fazla arttı.[103]

Bunun yanında dünyada başta tahıl, et ve şeker olmak üzere gıda fiyatları 55 ayın en düşük seviyesini görürken Türkiye’de zirveyi zorluyor.

‘Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’ (FAO), ‘Küresel Gıda Fiyatları Endeksi’nin 2015 Şubat’ında 179.4 puana gerilediğini ve böylece endeksin 2010 Temmuzu’ndan bu yana en düşük seviyeye gerilediğini açıkladı. Türkiye’de ise 2005’ten sonra hızla daralan tarım arazilerinin üzerine 2007 ve 2014’te yoğun etkisi görülen don, sel, fırtına ve kuraklık gibi iklimsel değişimler tarım ürünlerinde rekolteyi düşürdü, gıda fiyatları, ona bağlı olarak da enflasyon arttı.[104]

Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Bayraktar, 2015’in Mart ve Nisan ayında olduğu gibi Mayıs’ta da üretici-market fiyat farkında ilk sırada yer alan kuru incirde, farkın yüzde 498’i geçtiğini bildirdi.

Ürün grupları itibarıyla bakıldığında, üretici-market fiyatları arasındaki farkın maydanozda yüzde 437.25, nohutta yüzde 181.34, pirinçte yüzde 142.76, zeytinyağında yüzde 85.28 ve sütte yüzde 178.84’e kadar çıktığına işaret eden Bayraktar, 2015’in mart ve nisan ayında olduğu gibi mayısta da üretici market fiyat farkında birinci olan kuru incirde, farkın yüzde 498’i geçtiğini aktardı. Bayraktar, kuru incirin 6, maydanozun 5.4, salatalığın 4.9, kabağın 4.6, karpuzun 4.4, sivri biberin 4.2, kuru kayısının 3.1, marulun 3.1, domatesin ise 3 katı fiyata satıldığını belirterek, şöyle devam etti:

“Bu kadar fahiş fiyat farkı olur mu? Üreticide 5 lira 50 kuruş olan kuru incir, markette 32 lira 90 kuruştur. Yine tarlada adedi 17 kuruş olan maydanoz, markette 91 kuruşa satılmaktadır. 34 kuruşluk salatalığın fiyatı 1 lira 66 kuruşa, 49 kuruş olan kabağın fiyatı 2 lira 26 kuruşa, 55 kuruş olan karpuzun fiyatı 2 lira 43 kuruşa, 55 kuruş olan sivri biberin fiyatı ise 2 lira 30 kuruşa çıkmaktadır. Bu düzene son verilmeli, aradaki zincir kırılmalı, fiyat makası daralmalı, üretici kazanmalı, tüketici de fahiş fiyata ürün tüketmemelidir.”[105]

 

II.7) BORÇ(LANMA) BATAĞI

 

Devletin iç ve dış borçları 752 milyar lirayı aşmışken; Türkiye’de doğan her bebek dünyaya gözlerini 9 bin 570 lira borçla açıyor.[106]

TMMOB ‘Makine Mühendisleri Odası’nın raporuna göre, Türkiye’nin dış borç stokunu milli gelirinin yüzde 50’sine, 400 milyar dolara kadar çıktı.[107]

“Borç AKP’yle üçe katlanır”ken;[108] 2016 yılında borçların özkaynak içindeki payı yüzde 60.5’e çıktı.[109]

Borcu borçla çevirerek ayakta kalmaya çalışan vatandaşların, bankalara borcu ise 1 yılda 428 milyar liraya çıktı.[110]

Evet dış borcu 2015 yılı sonu itibariyle 398 milyar dolar olarak gerçekleşen Türkiye’nin dış borcu 2002 yılında 129 miyar dolarken, 2015 sonu itibariyle yüzde 206 oranında artış gösterdi ve 2003 yılından sonra ilk defa Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)-Dış Borç oranın yüzde 50’yi aşarak, yüzde 55 oldu.[111]

Borçlanmaya dayalı tüketim sarmalındaki Türkiye’de,[112] 2015 Temmuz sonu itibarıyla özel sektörün uzun vadeli borcu 2014 yılı sonuna göre 10.4 milyar dolar daha arttı.[113]

Yani Türkiye’deki kapitalist firmaların dış borçları 210 milyar dolar civarındayken; devlet, firmalar, haneler borçlandıkça, borçlanıyorlar.[114]

Bu durumda özel sektörün yurtdışından sağladığı uzun vadeli kredi borcu, 2016 yılı Haziran sonu itibarıyla, 2015 yıl sonuna göre 12.5 milyar dolar artarak 208 milyar dolara yükseldi.

Merkez Bankası verilerine göre, 2015 yıl sonuna göre bankaların kredi biçimindeki borçlanmaları 2.1 milyar dolar, tahvil ihracı biçimindeki borçlanmaları 1.5 milyar dolar arttı.[115]

2015 yılı Ağustos sonu itibarıyla, özel sektörün yurtdışından sağladığı uzun vadeli kredi borcu 13.8 milyar dolar artarak 181.5 milyar dolara ulaştı. Özel sektörün, uzun vadeli dış borcu, 5 yılda yüzde 51 artmış oldu. 5 yıllık dönemde, özel sektörün Suudi Arabistan’a uzun vadeli borcu 10 katına, Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) borcu 22 katına çıktı.[116]

Bu borçlanma sarmalında; Thomas Fuller’in ifadesiyle, “Yoksulun borcu büyük gürültü koparır”ken; Türkiye’de 27 milyon sade vatandaşın banka gibi finansal kurumlara 500 milyar liralık bireysel kredi ve kredi kartı borcu var. Reel kesim dahil toplam kredi borcu ise 1.9 trilyon lira… Her on kişiden sekizi devlete, bankalara ve şahıslara borçlu ve borcunu ödeyemiyor.[117]

Borç(lanma) batağı dememiz tam da bundandır!

Evet, 15 yılda bireysel borçları 67 kat arttı… Türkiye’nin en son dış borç rakamları kişi başına dış borcun 5221 dolar olduğunu gösteriyor.

AKP, 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinde Türkiye’nin dış borcu 129.6 milyar dolarmış. O gün nüfusun 65 milyon olduğunu hatırlarsak, kişi başına borcun 1994 dolarla, 2 bin doların az altında seyrettiğini anlarız.

AKP döneminde kişi başına dış borç yüzde 262 arttı. 2002’den beri tüketici kredileri tam 150 kat, kredi kartı borçları 20 kat artarken; toplamda hane halkının borçları ise 67’ye katlandı.[118]

 

III. AYRIM: İSRAF VE TALAN

 

Bir zamanların Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a bile, “İsrafın önünü alsak sizden vergi almamıza gerek kalmaz. 13 yıllık iktidarımızın her tarafı altın yazılarla, başarıyla doludur. Ama israf konusunda karnemiz kırıktır,”[119] dedirten bu yıkım tablosundaki israf ve talan gerçeğine gelince…

Birkaç şeyin altını çizerek hatırlatalım!

  • 11 uçak, 3 helikoptere sahip Başbakanlık hava araç filosu 1 yılda 2 bin 575 saat uçuş gerçekleştirdi. Masrafı dudak uçuklatıyor: 25 milyon 900 bin TL.[120]
  • 2015 yılında 6 milyar 208 milyon TL gideri olan Diyanet, sadece personel için 4 milyar 629 milyon TL harcadı. Diyanet, çalışanlarına 62 milyon TL de “yolluk” verdi.[121]
  • 2015’in Mayıs ayı bütçe rakamlarının açıklanması ile 2015’in ilk 5 ayda devletin “temsil ve ağırlama” faslından 51 milyon 740 bin lira harcama yaptığı ortaya çıktı.[122]
  • 2015’in Mayıs ayı bütçe rakamlarının açıklanmasıyla birlikte, 2016 yılın ilk beş ayında, devletin, “temsil ve ağırlama” faslından yaptığı harcama toplamını da öğrendik: 51 milyon 740 bin TL… Peki, “temsil ve ağırlama” kalemine neler dahil? Cenaze ve kutlamalarda gönderilen çiçekle başlayıp “bahşiş”e kadar giden geniş bir harcama alanını kapsıyor.[123]
  • 2015 yılında yemek, çiçek, kutlama, açılış, hediye, konferans gibi temsil harcamalarına 252 milyon TL harcanacağını planlayan Maliye’nin karşısına, tam 439.4 milyon TL’lik bir fatura çıktı! (ODTÜ’nün aynı yıl bütçesi 364 milyon TL’ydi.) 2014 yılına göre 187 milyon TL daha fazla harcanmış. (Boğaziçi Üniversitesi’nin 2015 bütçesi 192 milyon TL’ydi) 2014 yılına göre, yüzde 135 oranında bir artışa, bütçedeki bir başka harcama kaleminde rastlamak biraz zor.[124]
  • 2015 yılı bütçe verilerini incelediğimizde, TC’nin yıldan yıla daha temiz bir devlet hâline geldiğini görmek mümkün mesela. Devletimizin yıldan yıla ne kadar temiz- titiz olduğunu anlamak için, 2014 ile 2015 rakamlarını karşılaştırmayı deneyebiliriz… 2014’te temizlik hizmet alımlarına, 1.6 milyar TL (1 milyar 638 milyon TL) ödenmişken bir yıl sonra bu ödeme, yaklaşık 400 milyon TL artışla 2 milyar TL’ye (1 milyar 993 milyon TL) yükselmiş… Temizlik hizmeti ile malzeme alımları üzerinden toplama baktığımızda, 2015’te 2014’e göre yüzde 20’nin üzerinde bir harcama artışından söz etmek mümkün.[125]
  • Ekonomi Bakanlığı temsil ve tanıtma giderleri Eylül 2015 tarihi itibarıyla 16 milyon 4 bin 857 liraya yükseldi.[126]
  • 2009’da bütçeden 169.5 milyon TL ile başlayan özel güvenlik harcaması, 2014’e gelindiğinde 846 milyon TL’ye yükselerek beş yılda 3 milyar TL’yi geçti. (2009:169.5, 2010:275.1, 2011: 375.2, 2012: 534.6, 2013: 701.3, 2014:846 milyon TL.)[127]
  • 2016’nın Kasım ayında silah ve savaş teçhizatı harcamaları, önceki 2015’in Ekim ayına göre, rekor düzeyde arttı. Örtülü ödenekten “savaşa” sadece bir ayda 836 milyon ayrılırken, 2016’da silaha harcanan para 3.5 milyar liraya fırladı.[128]
  • AKP istihbarata bütçeden 10 yılda 4 milyar harcadı.[129]
  • Gençlik Spor Bakanlığı, seçim ekonomisi nedeniyle harcamaları kısıp birçok federasyonun ek ödenek talebini geri çevirirken, AKP’den torpilli müsteşarı Faruk Özçelik biri Halk Bankası’ndan, toplam 5 lüks makam aracı kullanıyor, korumayla dolaşıyor.[130]
  • Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı CHP’li Osman Gürün’ün yaklaşık 770 bin lira değerindeki 2015 model Mercedes S 350 BlueTEC makam aracı, kentte tartışma konusu oldu.[131]
  • Günlük 40 bin araç garantisi verilen Osmangazi Köprüsü’nün geçiş rakamları açıklandı. 2017’nin Ocak ayında köprüden geçen araç sayısı günde 12 bin olurken, halk 2017 yılının ilk 50 günü için köprüye cebinden 225 milyon TL ödeyecek.[132]
  • Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisine inşa edilen Ankapark projesi için satın alınan dinozorlar için 8 milyon 664 bin 992 lira ödeme yapıldığı ortaya çıktı.[133]

 

III.1) “ÖRTÜLÜ ÖDENEK” FASLI!

 

Bu kadar değil! Bir de “örtülü ödenek” faslı var! İşte çarpıcı veriler…

  • Örtülü ödenek harcamaları 2015’in Şubat ayında 2014’in aynı ayına göre 7.5 kat arttı. Bir aylık artış 2 kat oldu. 2015’in Ocak’ında 109.8 milyon lira olan örtülü ödenek harcamaları Şubat’ında 214 milyon liraya ulaştı. 2014’ün Şubat’ında örtülü ödenekten 28.9 milyon lira harcanmıştı. Ahmet Davutoğlu’nun başbakan olarak görev yaptığı 6 ayda ise örtülü ödenekten yapılan harcamanın miktarı 661.7 milyon liraya ulaştı.[134]
  • 2015’in sekiz ayında 1.2 milyar TL harcanan örtülü ödeneğin, 2.3 milyar TL’ye kadar yolu varken;[135]CHP’li Sezgin Tanrıkulu, Başbakan Davutoğlu’na, 1.4 milyar liraya ulaşan örtülü ödeneğin, Cumhurbaşkanı tarafından hangi görevleri için kullanıldığını sorup, Başbakanlıktan sonra Cumhurbaşkanlığına da harcama yetkisi verilen örtülü ödeneğin 2015’in ilk 10 aylık döneminde yüzde 58 artarak 1.4 milyar liraya ulaştığını belirtti.[136]
  • Ekim 2015’e kadar gizli hizmet giderleri için bütçeden 150 milyon 99 bin lira harcama yapıldı. 2014 yılında “örtülü ödenekten” yapılan harcama 1 milyar 78 milyon lira oldu.[137]
  • Maliye’nin açıkladığı 2015’in Aralık ayı rakamlarıyla birlikte, 2015’te örtülü ödenek harcaması, toplam 1 milyar 773 milyon 235 bin TL’ye ulaştı. Bu rakam, 2014 yılına göre 695 milyon TL fazla harcamayı ifade ediyor. (2014’te 1 milyar 78 milyon TL örtülü ödenek kullanıldı.)…

Örtülü ödenekteki asıl “büyük resim”, AKP’nin iktidar süresine bakıldığında ortaya çıkıyor. Maliye ve Başbakanlık verilerinden yola çıkarak yapılan hesaplamaya göre 13 yılı geride bırakan AKP iktidarı boyunca kullanılan toplam örtülü ödenek harcaması, 9.2 milyar TL’yi geçti…

2003 Mart’ında Başbakan olan Erdoğan, bu görevi cumhurbaşkanı seçildiği Ağustos 2014’e kadar sürdürdü. Resmi verilere göre, bu süre zarfında Erdoğan’ın örtülü ödenekten kullandığı toplam tutar 7 milyar 93 milyon TL’ye ulaştı.

2002 Kasımı’nda iktidara gelen AKP’nin ilk bütçe yılı olan 2003 yılında, örtülü ödenek harcaması 103 milyon TL’ydi. 2015’e gelindiğinde açıklanan 1.8 milyar TL, 13 yıl boyunca örtülü ödenekte 17 katın üzerinde bir artışı ifade ediyor.[138]

  • Meclis’teki Torba Kanun görüşmeleri sırasında, sabaha karşı yapılan tek maddelik yasa değişikliğiyle, artık sadece Başbakan değil, Cumhurbaşkanı da “gizli hizmet” harcaması yapabiliyor. Para nereye gitti? 15 Haziran 2015’de açıklanan bütçe gerçekleşmelerine göre Mayıs’ta 109 milyon 121 bin TL örtülü ödenek harcaması yapıldı. Bu tutar, nisan ayındaki 51.5 milyon TL’lik harcamanın iki katından fazla.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mayıs ayı boyunca 7 Haziran seçimleri için yaptığı mitingleri düşündüğümüzde, bu artışın bir kısmının, mitinglerin finansmanı için kullanıldığı, uzak bir olasılık değil. Mayıs ayıyla birlikte 2015’in ilk beş ayındaki örtülü ödenek harcamaları toplamda 628 milyon 874 bin TL’ye ulaştı.[139]

  • Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın, bütçedeki “ortak gizli cep”ine dönüşen örtülü ödenek, 2016’ya hızlı giriş yaptı. Maliye’nin açıkladığı bütçe verilerine göre, “gizli hizmet giderleri” (örtülü ödenek) kaleminden, ocak ayında 103 milyon 432 bin TL kullanıldı. İki yılın harcama eğilimine bakıldığında; aylık harcama ortalamasının, 2014’te 90, 2015 yılında ise 147 milyon TL düzeyine oturduğunu görüyoruz. Bu düzey, örtülü ödenek kaleminden “bazı kaynaklara”, adeta düzenli aktarım yapıldığı işaretlerini taşıyor.[140]
  • Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Yıldırım’a kullanma yetkisi verilen “örtülü ödenekten” 2017 yılın ilk ayında (Ocak) 163.8 milyon lira harcama yapıldı.[141]

“Ne örtülüymüş be?!” dedirten bu israf ve talan bakan Mehmet Şimşek için “çerez parası”dır!

 

III.2) CUMHURBAŞKANI’NIN GİDERLERİ!

 

Ve bir de cumhurbaşkanı’nın giderleri!

Duymuş olabilirsiniz: Cumhurbaşkanı 29 Kasım 2016’da israftan yakındı; “Hayata baktığımız zaman israf ekonomisi almış başını gidiyor” dedi. Haklıdır…

Bakın, en basitinden temsil harcamalarına göz atalım…

Temsil ve tanıtma giderlerini bilirsiniz. Özel günlerde çiçek yollama, törenlerde çaylar, kahveler ve bilumum ikramlar, ulusal gün törenleri, sanatçı konserleri diye uzayıp giden bir liste. Falanca bakanlık il müdürlüğünden, Cumhurbaşkanlığı makamına uzanan kamu yönetimi alanındaki bu harcamalar nereden ödeniyor olabilir?

Ekim ayı verilerine göre, devlet bir önceki Eylül ay temsil ve ağırlamaya 128.2 milyon TL harcamış. Bu rakam, bir Ağustos ay harcamasının 10 katından fazla.[142]

 

KALEM KALEM SAYIŞTAY RAPORLARINA YANSIYAN

CUMHURBAŞKANLIĞI SARAYI’NIN BİR YILLIK HARCAMALARI[143]

Erdoğan’ın örtülüsü 150 milyon TL Raporda “Cumhurbaşkanlığı’nın Gizli Hizmet Gideri” 150 milyon TL olarak belirlendi. Yani 27 Mart 2015’te yapılan yasal düzenleme ile gizlenen Cumuhrbaşkanlığı örtülü ödeneği için 150 milyon TL harcandı. Yasaya Mart 2015’te koyulan bir madde ile Cumhurbaşkanlığı bütçesindeki ödeneklerin Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile belirlenmesi ve uygulanması düzenlemesine gidildi. Bu da Cumhurbaşkanlığı örtülü ödeneğinin gizli kalması olarak yorumlandı.
Şahsi ödeneği 43 bin TL Erdoğan’ın kendisine 525 bin TL ödeme yapıldı. Cumhurbaşkanı ödeneği hanesine yazılan bu tutardan, Erdoğan’ın aylık maaşının 43 bin 750 TL olduğu anlaşıldı. Saray’ın personeline 2015 yılı içinde 67 milyon 255 bin 79 TL harcandı.
Suya 3 milyon, deterjana 155 TL Bir yıl içinde “kullanmaya yönelik su tüketimi aboneliği” için 3 milyon 2 bin 878 TL harcandı. Buna karşılık, “Sabun, deterjan ve temizlikte kullanılan kimyevi maddeler ile bu amaçlarla kullanılmak üzere diş macunu, diş fırçası, kova, força, paspas” alımına ile sadece 155 TL harcanması dikkat çekti.
Aylık ısıtma 266 bin TL Saray’ın ısıtılması için bir yılda toplam 3 milyon 200 bin 196 TL harcandı. Bu da Saray’ın aylık ısıtma giderinin 266 bin 666 TL olduğunu gösterdi. Saray’ın kullandığı taşıtların akaryakıt ve yağ alımları için ise 4 milyon 330 bin TL harcandı.
Parıltıya aylık 806 bin TL Sarayın bir yıllık elektrik tüketim bedelinin ise 9 milyon 672 bin 688 lira olduğu görüldü. Yani Saray’ın aylık elektrik faturası yaklaşık 806 bin TL.
Organizasyonlara 30 milyon TL Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın takdiri ile temsil ve ağırlamanın gerektirdiği her türlü tören, fuar ve organizasyon giderleri için bir yılda 30 milyon 648 bin 492 TL harcandı.
Derneklere 4 milyon Dernek, birlik, kurum, kuruluş, sandık gibi kurullara 4 milyon 150 bin TL para transfer edildi.
Vatandaşa 3.5 milyon Bir dönem çok tartışılan Saray yardımı da Sayıştay’ın raporunda yer aldı. Raporun “hane halkına yapılan transferler” kaleminde 3.5 milyon TL para transfer edildiği görüldü.
İnternete 580 bin TL Telefon abonelik ve kullanım ücretlerine 1 milyon 214 bin 306 TL harcandı. Anadolu Ajansı aboneliği ile birlikte internet servis sağlayıcılara abonelik ve internet erişimi karşılığında ödenen ücretler için ise 580 bin 155 TL harcandı.
Uydu telefonuna 2 bin TL Saray’ın uydu haberleşmesine ilişkin abonelik ve kullanım ücretleri için ise 2 bin 946 TL kaydedildi.
Ankara dışı görevlere 10 milyon TL Erdoğan’ın yurtiçi gezilerinde geçici olarak görevlendirilen Cumhurbaşkanlığı personeli için 3 milyon 799 bin 644 TL harcandı. Yurtdışı geçici görevlendirmeler için ise yaklaşık 6 milyon TL harcandığı görüldü. Yani Cumhurbaşkanlığı’nın Ankara dışı masrafı yurtiçi ve yurtdışı olmak üzere toplamda 10 milyon TL’ye yaklaştı.
Kiralık araca 8 milyon TL Cumhurbaşkanlığı 2015 yılı içinde 8 milyon 767 bin lira harcayarak taşıt kiraladı. Saray, 40 bin TL harcayarak da yüzer taşıt kiraladı.
Gazete ve dergiye 204 bin TL “Hizmetin gerektirdiği kalem, silgi, zımba teli, topluiğne, ataç, disket, CD, flash disk, toner, mürekkep, klasör, dosya, basılı kâğıt, defter kırtasiye alımlarına 1216 TL harcandı. Saray; “gazete, resmi gazete, dergi, bülten gibi belirli sürelerde basılan yayınlar” için ise 204 bin 953 TL ödeme yaptı.
Hayvanlar için 2 bin 448 lira Canlı havyan alım bakım ve diğer giderleri için 2 bin 448 TL harcandı. Bu gider için hizmette kullanılan hayvanlar dışında, her cins ve çeşit hayvan alımı, hayvanların koruması, bakımı, kurtarması ve dağıtımı” tanımlaması yapılıyor.

 

Birkaç şey daha ekleyelim!

  • Yıllık 18.5 trilyon dolar milli gelir yaratarak dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’nin başkanı Trump, “yeni bir First One uçağı yapımını ve alımını” durdurdu. Çok pahalı buldu…

Türkiye’nin yıllık milli geliri 850 milyar dolar ile 720 milyar dolar arasında değişiyor. Türkiye’den yaklaşık 20 kat daha zengin ABD’nin başkanı Trump yeni bir VIP uçak yaptırmayı geri çevirirken Türkiye’nin Cumhurbaşkanı ise Tunus’un devrik diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali’nin VIP uçağına 77.8 milyon dolar ödeyerek satın aldı.

Milli gelirin! ABD’nin 20’de 1’i… VIP iştahın! Trump’ın 20 katı![144]

  • Cumhurbaşkanlığı sarayına 2016 yılı için 434 milyon liralık ödenek ayrılmıştı bu para 6 ayda bitti. Ödenek 712 milyona çıkarıldı. Yani 278 milyon lira ekstradan verilecek.

Niçin bu yüzde 65’lik artış? Net bir bilgi yok. Kayıtsız, kuralsız harcama… Lükse, şatafata.[145]

 

III.3) KAÇ-AK SARAY LÜKSÜ, ŞATAFATI

 

“Lüks, şatafat” deyince, Kaç-AK Saray’dan söz etmemek mümkün mü?

Kaç-AK Saray’ın oda sayısının 2250 olduğunu açıklayan Mimarlar Odası (MO) Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, “Kaç-AK Saray, internet ansiklopedisi Wikipedia’da dünyanın en büyük sarayı olarak gösteriliyor. Listede, Topkapı 13’üncü sırada, Beyaz Saray ise yok,”[146] dedi.

 

DÜNYADA SARAYLAR
SIRA NERESİ NEREDE KAÇ METRE KARE
1 Kaç-AK SARAY Ankara 289 bin
2 Hofburg Sarayı Viyana 240 bin
3 Louvre Sarayı Paris 210 bin
4 İstana Sarayı Brunei 200 bin
5 Vatikan İtalya 162 bin
6 Yasak Şehir Çin 150 bin
7 Kraliyet Sarayı İspanya 135 bin
8 Quirinal Sarayı Roma 110.5 bin
9 Falaknuma Haydarabad 93.9 bin
10 Venaria Sarayı İtalya 80 bin
11 Buckingham İngiltere 77 bin
12 Prag Kalesi Prag 70 bin
13 TOPKAPI SARAYI İstanbul 70 bin
14 Versay Sarayı Fransa 67 bin
15 Stockholm Sarayı İsveç 61.2 bin
16 Caserta Sarayı İtalya 61 bin
17 St Petersburg Sarayı Rusya 70 bin
18 Christiansborg Danimarka 51 bin
19 Windsor Kalesi Londra 45 bin
20 Serail Sarayı Beyrut 39.9 bin
26 Kremlin Sarayı Moskova 24.1

 

Ayrıca Kaç-AK Sarayı içinde inşa edilen 3 bin kişilik dev cami de açıldı. Kocatepe Camisi ve Diyanet’in VIP camisinden sonra Ankara’nın en büyük 3. camisi olan ve oturum alanı 5 bin 177 metrekareyi bulan Beştepe Millet Camisi’nde yalnızca imamın oturması için yapılan kürsünün (mahfil) 40 bin TL’ye mal olduğu öğrenildi. Camide, tıpkı Saray’da olduğu gibi altın varaklı süslemeler de bulunuyor.[147]

Kaç-AK Saray’ın “en büyük” olmasından öte, temel özelliği Kaçak olmasıdır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Gücünüz yetiyorsa gelin yıkın” sözleri ile savunduğu Kaç-AK Sarayı’nın, Orman Çiftliği (AOÇ) arazisi üzerinde yapılmasına olanak tanıyan imar planı iptal edilince; başbakanlık, mahkemeye gönderdiği savunmada arazi üzerinde uygulama imar planlarının yapılmadığını, bu yüzden alanın yapılaşmaya açık olmadığını itiraf emişti.[148]

SİT alanı olan AOÇ arazisine kaçak olarak inşa edilen Kaç-AK Saray’la ilgili Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, SİT alanına Saray yapılmasının önünü açan Koruma Kurulu’nun ilke kararını oy birliğiyle reddetti. Böylece Kaç-AK Saray ikinci kez kaçak durumuna düşmüştü.[149]

Özetle 1 milyar 370 milyon TL’lik maliyetiyle tartışma yaratan Kaç-AK Sarayı’nın kaçak olduğu bir kez daha tescillenirken; Danıştay söz konusu kararında, “Tarihi sit alanlarının doğal yapısıyla birlikte korunması gerektiğinden; bu alanlarda bitki örtüsünü, topoğrafik yapıyı, silüet etkisini bozabilecek, tahribata yönelik inşai ve fiziki müdahale yasağı getirilmiştir,” dedi.[150]

Ancak bunlara rağmen Ankara İdare Mahkemesi, SİT alanında olduğu için inşaatı durdurma kararı aldığında Erdoğan “Binayı yapar açarız, sıkıysa gelin yıkın” dedi; öyle de yaptı.

Gerek inşaatı, gerekse işletmesi, büyük, çok büyük ve gereksiz bir israfı yansıtıyor: 1 milyar 370 milyon lira olduğu söylenen saray 1000 odalı olduğu söylendi…

Erdoğan buna karşı çıktı, kamuoyuna nispet verir gibi: “Hayır, 1000 değil, 1150 odalı,” dedi![151]

Sonrası malum… Kaç-AK Saray, yasalar çiğnenip, müthiş bir israf örneği olarak inşa edildi!

Mesela AOÇ’deki Kaç-AK Saray yerleşkesine inşa edilen Cumhurbaşkanlığı konutunun dekorasyonunda, ‘Bizassa’ adlı dünyanın en pahalı mozaiği kullanıldı. İtalyan cam mozaiğin metrekare fiyatı çeşidine göre, 3 bin ile 10 bin Euro arasında değişiyor. MO Ankara Şube Başkanı Candan, “Lüks villalar çizdik, binalar yaptık ama böyle bir malzemeyle ilk kez karşılaşıyoruz,” dedi.

MO Ankara Şubesi, ‘Yavru Saray’ dedikleri konutun hamam, havuz, fin hamamı, SPA merkezi, sauna gibi bölümlerinde İtalya menşeli Bizassa cam mozaiğin kullanıldığını açıkladı. Ultra lüks yapılarda kullanılan ve metrekaresi 3 bin Euro olan mozaiğin fiyatının, 10 asgari ücretlinin bir aylık maaşına denk geliyordu.[152]

Ayrıca 15 bin metrekare alana inşa edilen Erdoğan’ın konutunda 250 oda, 100 bin TL değerinde bir kasa, 600 metrekare mutfak varken; konut 2 normal kat ile 2 bodrum kattan oluşuyor.

Konutta “fitness center, masaj odaları, özel dekorasyon hamamlar, şok duşları, 80 metrekarelik 2 yüzme havuzu, jakuzi, sauna, özel dekorasyon buhar odaları, kar çeşmesi, buz çeşmesi, akvaryum, 600 metrekarelik mutfak, servis hizmetleri için özel kiler, 1800 metrekare büyüklüğünde bir de teras, tenis kortu, basketbol, voleybol ve halı saha gibi spor tesisleri” bulunuyor. MO’na göre konutun sadece 600 metrekarelik özel tasarım mutfağının maliyeti 6.5 milyon TL.

Candan’ın, “Kaç-AK Konut” olarak adlandırdıkları yapı içerisinde 100 metrekareden büyük bir 19 kişilik özel sinema olduğunu ve bunun bedelinin 300 bin TL civarında olduğunu söyledi.[153]

Birkaç şey daha!

  • Kalkınma Bakanlığı’nın kamu yatırımlarını hızlandırma amacıyla kullandığı ödenekten üç yılda saray inşaatına aktarılan kaynağın 1.5 milyar lirayı aştığı ortaya çıktı.[154]
  • Kaç-AK Saray’ın aylık mutfak gideri 6.5 milyon TL.[155]
  • MO, “Kaç-AK Saray’da 29 kişilik iftar masasının fiyatının 6. 5 milyon lira olduğu”nu açıkladı.[156]
  • Kaç-AK Saray’da 200 civarında yapay elmaslı avize var, sadece bunların maliyeti 35 milyon TL’ye çıkıyor. Kaç-AK Saray’ın toplam maliyet 20 milyarı geçti.[157]
  • MO’nın açıklamasına göre, Kaç-AK Saray’ın peyzaj maliyetlerinin 2.5 milyar lirayı bulduğunu ve peyzaj bitkilerinin yüzde 80’inin yurtdışından ithal edildiğini açıkladı. BBP Genel Başkanı Mustafa Destici de 29 Nisan 2015 tarihli açıklamasında Kaç-AK Saray’a 60 TIR’la Hollanda’dan ağaç ve çiçek getirildiği iddiasında bulunup, “Bir TIR’ın maliyeti 23 bin Avro” dedi.[158]
  • Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan için Kaç-AK Saray’a manej (at pisti) yapılacağı iddia edildi.[159]
  • Kaç-AK Saray’da 200 milyon liralık lambri kullanıldığı da ortaya çıktı. Kaç-AK Saray’ın camları 701 milyon lira. Soma’da işten atılan işçilerin tazminatları ise 42 milyon lira. Sarayın camlarına harcanan para ile işçilerin tazminatı 17 kez ödenirdi.[160]
  • AOÇ arazisine mahkeme kararları dikkate alınmayarak kurulan Kaç-AK Sarayı’na 1265 asgari ücretlinin 1 aylık maaşına denk gelecek masa ve koltuk yaptırıldı.[161]

Toparlarsak: Dönemin ‘Habertürk’ yazarı Fehmi Koru’nun dahi itiraz ettiği[162] Kaç-AK Saray’a, AKP’nin birçok kamu kurumunda üst düzey görev verdiği Ali Babacan’ın danışmanı bürokrat Şeref Efe’de, “Cumhurbaşkanlığı Sarayımızın Müslümanlığa sığmadığını aslında anlatmaya hiç gerek yok. Kur’an’dan kendimize bir ölçü arayacak olursak bu saray inşası ile ilgili Allah’ın hoş karşılamadığı kibir, gurur ve israf gibi pek çok husus ile karşılaşırız,”[163] sert eleştiriler yönetti.

Bu israf karşısında “Kaç-AK Saray’la ne yapılabilirdi?” sorusunu yanıtlamadan olmaz!

Madenlerde 40 işçinin sığabileceği yaşam odalarının maliyeti 250 bin dolar, yani 500 bin lira… 1 milyar 370 milyon liraya 2 bin 740 adet yaşam odası yapılabilir ki bu da, 109 bin 600 madenci için yaşam odası anlamına geliyor…

Asgari ücretin 846 lira olduğunu göz önüne alırsak, Kaç-AK Saray yapımı yerine 1 milyon 619 bin 385 işçinin ücreti ödenebilirdi.

2012 yılında 4+4+4’ün devreye girmesiyle yeni okulların yapımı da gündeme gelmişti. Aynı yıl 800 okulun yapımına başlanmıştı. İşte o 800 okulun toplam maliyeti 1 milyar 900 milyon lira idi. Yani bir okulun maliyeti 2 milyon 275 bin liraydı. Kaç-Ak saray için harcanan 1 milyar 370 milyon liralık parayla toplam 602 okul yapılabilirdi.

400 yataklı bir hastanenin ortalama maliyeti 100 milyon lira. Yani bu paraya 14 hastane yapılabilirdi.

Duble yollarla, yapılan Marmaray ve yapımı devam eden 3. köprüyle övünen Türkiye’de bir metro hattının kilometre başına maliyeti 140 milyon lira civarında. 9 kilometrelik metro hattı döşenebilir ki bu da Göztepe’den Ümraniye’ye yapılan metro hattı kadar eder![164]

Lafı daha da uzatmadan sözü Mustafa Halif’in birkaç kez okunması gereken satırlarına bırakalım:

“Yeni Şafak gazetesi beni güldürdü, Allah da onları güldürsün. Niye güldün derseniz anlatayım. Manşetlerinin üzerinden bir haber vermişler. Şöyle ki; ‘Beştepe’deki (yani Kaç-AK Saray) sade ve doğal yaşam Emine Erdoğan sayesinde öne çıkıyormuş.’

Peki nasıl oluyormuş bu, gazete haberinde anlatıyor: ‘Mutfaktaki limon ve elma kabukları çöpe atılmıyor, onlardan yapılan sirke temizlikte kullanılıyor. Sofrada bir kap yemek oluyor. En çok tüketilen içecek Rize’nin beyaz çayı.’

Şimdi bu haberin neresinden tutalım? Bak arkadaş, Emine Hanım ne tutumlu, limon ve elma kabuklarını bile attırmıyor desek…

1100 odalı, maliyetinin tamamı ‘tepki büyür’ diye bir türlü açıklanmayan (1.3 milyar dolardan 3 milyar dolara kadar tahmin var) bir Saray yaptırıp içinde oturacaksın, sonra limon kabuğu edebiyatı yapacaksın.

Bir kap yemek yeniyormuş Saray’da. Bir kâse çorba veya bir çeşit yemek ve salatayla kurulan sofralar varmış. Ülkenin hâlâ on binlerce evinde yatağa aç giden çocukların, insanların olduğunu unutup ‘bir kap yemek bir de salata’yı büyük tevazu diye nakletmek.

Tüm bunların ardına da ‘Saray’da en çok tüketilenin dünyanın en pahalı çayı olduğunu, muhtemelen bilmeden itiraf etmek’: Bol bol Rize’nin beyaz çayı tüketiliyor. Beyaz çayın fiyatından bir örnek vereyim. Çaykur Genel Müdürü İmdat Sütlüoğlu, beyaz çayı 20 gramlık kutularda satacaklarını, kilosunun 4 bin TL olduğunu açıklamıştı. Yani haber ‘Nereden tutsan elinde kalıyor.”[165]

Kaç-AK Saray’ın ve orada ikamet edenlerin hikâyesi bu ve böyle!

 

  1. AYRIM: YALANA KARŞI

 

“Evet” ekonomisi yalanının hâl-i pür melali bu!

Emekçilere, “istikrar” diye sunulan bu yalan (ve egemenliği) karşısında Çiçeron’un, “Ne fidem habueris homini blandienti/ Yalancıya güvenme!” uyarısı ile Halil Cibran’ın, “Baskıya başkaldırmayan kişi kendine karşı adaletsizdir,” sözleri anımsanmalıdır.

“Yalan” deyip geçmeyin!

Adolf Hitler’in, Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in, “Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır, olmazsa yalana devam edin. Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız, insanlar ona o kadar fazla inanır. Söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa o kadar etkili olur ve insanların o yalana inanması da o kadar kolaylaşır. Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır. Büyük yalancılar büyük sihirbazlardır. Birisine yalan olsa bile, o söylemi sürekli tekrarlarsanız, o söylemin nereden geldiğini unutur ve kendi fikri gibi benimser ve savunur. Önemli olan aydınlar değil kitlelerdir, çünkü onları kandırmak daha kolaydır,” sözlerini anımsamak dahi, yalanın egemenliğinin ne anlama geldiği yeterince net olarak sergiler…

Doğru olmadığı bilinmesine rağmen, kişi ve toplumun doğru olarak algılamasını amaçlayan davranış veya anlatım olarak tanımlanması mümkün olan yalan konusunda Josh Billings, “Yalanın babası şeytandır ama patent almayı unuttuğu için bu buluşunu iş dünyasına kaptırmıştır,” derken Fyodor Dostoyevski de ekler: “Yalan öyle nüfuz etmiş ki insanların diline, ‘doğruyu söylemek gerekirse…’ diye bir kalıp vardır.”

Aşağıda olanlar, düşmekten korkmayanlar yani başkaldıranlar yalanı yenebilirler!

Bu noktada anımsanması gereken Epiktetos’un, “Tu di bêjî ezê sibê bibim mirovek din. Çima ji îro ve dest pê nakî/ Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsun. Niye bugünden başlamıyorsun?” sorusudur!

 

9 Mart 2017 13:50:33, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Ümit Yaşar Oğuzcan.

[2] “2 Bin Dolar Zenginleştik”, Hürriyet, 13 Aralık 2016, s.8.

[3] “Müjdeler Olsun Zenginleşiverdik!”, Birgün, 13 Aralık 2016, s.11.

[4] Mustafa Çakır, “TÜİK Rakamlarla Oynadı Zenginleştik”, Cumhuriyet, 13 Aralık 2016, s.9.

[5] Johann Wolfgang von Goethe, Genç Wertherin Acıları, çev: Nihat Ülner, Can Yay., 2016.

[6] Orhan Bursalı, “Çöken Ekonomi: 6 Yılda 70 Bin Dolar Varlık Erimesi”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2016, s.6.

[7] Aslı Aydın, “İşsizlik Artıyor, Esnaf Kepenk Kapatıyor, Borç Batağı Büyüyor”, Birgün, 2 Şubat 2017, s.11.

[8] Pelin Ünker, “Küresel İflas Riskinde İlk Ondayız”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2015, s.9.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Her Tarafı Dökülüyor”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2016, s.9.

[10] Orhan Bursalı, “Referandum: Bir İhtimal Daha Var, O da Ekonomi mi Dersin…”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2017, s.6.

[11] Abdurrahman Yıldırım, “Yüksek Borç, Düşük Tüketim”, Haber Türk, 24 Haziran 2016, s.9.

[12] Pelin Ünker, “TL’nin Yarısı Eridi”, Cumhuriyet, 1 Ocak 2017, s.8.

[13] Çiğdem Toker, “Ya İstikrar Olmasaydı”, Cumhuriyet, 27 Ocak 2017, s.8.

[14] “HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş: ‘60 Saray’ ile Yüklendi”, Cumhuriyet, 4 Mart 2015, s. 6.

[15] Pelin Ünker, “60 Saray Parası Kadar Konuştu”, Cumhuriyet, 2 Mart 2015, s. 13.

[16] Mustafa Çakır, “Memur Maaşı 2008’e Döndü”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2016, s.9.

[17] “Sanayide Çalışma Saatleri Arttı, İstihdam Azaldı”, Cumhuriyet, 28 Şubat 2017, s.9.

[18] “Güvence de Yok, Umut da”, Birgün, 31 Mart 2016, s.4.

[19] Şehriban Kıraç, “40 Bin Kadın İşsiz Kaldı”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2017, s.9.

[20] “Kartta Alışveriş Rekoru Yasaklılarda”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2016, s.9.

[21] “Batık Krediler 66 Milyar Liraya Çıktı”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2016, s.8.

[22] “Batık 16 Milyar Arttı”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2017, s.8.

[23] Güngör Uras, “Karşılıksız Çek Durgunluk İşareti”, Milliyet, 10 Temmuz 2015, s.7.

[24] “2 Milyon Çek Karşılıksız Çıktı”, Cumhuriyet, 18 Şubat 2017, s.8.

[25] Şehriban Kıraç, “Esnaf Kepenk İndiriyor”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2017, s.9.

[26] “Vatandaş Zengin Halk Çok Yoksul”, Evrensel, 3 Aralık 2016, s.5.

[27] “Dış Açık 50 Milyar Doları Aştı”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2016, s.8.

[28] Erinç Yeldan, “Borç Tuzağındaki ‘Yeni Türkiye’…”, Cumhuriyet, 9 Mart 2016, s.9.

[29] “Ekonomide Gizemli 10 Milyar Dolar”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2016, s.8.

[30] Mustafa Çakır, “Yurttaş Borçla ‘Ev’lendi”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2016, s.9.

[31] Ayfer Arslan, “Takipteki Kredi Kâbusu Hortlayacak”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2016, s.8.

[32] Engin Esen, “Türk Milyonerler Kaçıyor”, Sözcü, 26 Şubat 2017, s.7.

[33] Korkut Boratav, “Dış Kırılganlıklar Artıyor mu?”, Birgün, 29 Ocak 2016, s.5.

[34] Pelin Ünker, “Yabancı Yatırım Değil Sıcak Para Geldi”, Cumhuriyet, 19 Ağustos 2016, s.8.

[35] Hurşit Güneş, “AKP İktidarının OHAL’i Ekonomiyi de OHAL’e Soktu!”, Birgün, 30 Ocak 2017, s.11.

[36] Çiğdem Toker, “OHAL’le Gelen Büyük Servet Transferi”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2017, s.8.

[37] Ayfer Arslan, “OHAL Ekonomiyi ‘Devletleştirdi’…”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2016, s.11.

[38] Erinç Yeldan, “Yandaş Kapitalizmi”, Cumhuriyet, 8 Şubat 2017, s.9.

[39] Ergin Yıldızoğlu, “Bir Mülksüzleştirme Makinesi: TVF”, Cumhuriyet, 9 Şubat 2017, s.8.

[40] José Saramago, Kabil, Çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yayınevi, 4. Basım, 2012, s.123.

[41] Olcay Büyüktaş, “Krizin Ayak Sesleri”, Cumhuriyet, 29 Ocak 2017, s.9.

[42] “Krizin Ayak Sesleri”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2017, s.9.

[43] “AKP’nin Tehlikeli Seçim Oyunu”, Cumhuriyet, 1 Mart 2017, s.8.

[44] Pelin Ünker, “13 Bin Şirket İflas Edecek”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2017, s.9.

[45] “30 Milyar Dolarlık Gizem”, Evrensel, 13 Şubat 2016, s.5.

[46] “10 Milyar Dolarlık Gizemli Para”, Gündem, 12 Şubat 2016, s.4.

[47] “5 Ayda 2.6 Milyar Dolarlık ‘Gizemli Para’…”, Milliyet, 14 Temmuz 2016… http://uzmanpara.milliyet.com.tr/haber-detay/gundem2/5-ayda-2-6-milyar-dolarlik-gizemli-para/52000/52100/

[48] “Türkiye’den 11 Banka Vergi Cennetindeki Hesaplarda 142 Milyar Lirayı Yönetiyor”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2016… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/526984/_Turkiye_den_11_banka_vergi_cennetindeki_hesaplarda_142_milyar_lirayi_yonetiyor_.html

[49] Çiğdem Toker, “Bayraktar İHA’larının Bütçeye Maliyeti?”, Cumhuriyet, 7 Eylül 2016, s.8.

[50] Güntay Şimşek, “Altay Tankı İhalesinde İpi Kim Göğüsler?”, Haber Türk, 17 Kasım 2016, s.10.

[51] Sadi Özdemir, “Savunma Rekoru”, Hürriyet, 28 Şubat 2015, s.22.

[52] “Savunmada Hedef Yüzde 20 Büyüme”, Sabah, 28 Şubat 2015, s.19.

[53] Güngör Uras, “Savunma Sanayii Önem Kazanıyor”, Milliyet, 9 Eylül 2015, s.9.

[54] Tamer Arda Erşin, “59 Milyar TL Savaş Aygıtına”, Evrensel, 7 Ağustos 2015, s.5.

[55] “TOMA Üreticisi Tarihinin En Yüksek Kârını Elde Etti”, Radikal, 10 Mart 2016… http://www.radikal.com.tr/turkiye/toma-ureticisi-tarihinin-en-yuksek-krini-elde-etti-1526784

[56] “Dünyanın En Büyük 500 Şirketi Arasında Türkiye’den Tek Şirket”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2016, s.8.

[57] Pelin Ünker, “Servet Azalırken Borçlar Katlandı”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2016, s.8.

[58] Pelin Ünker, “Milyonerler Kriz Dinlemedi”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2017, s.8.

[59] “İşte Türkiye’nin En Zenginleri”, Hürriyet, Mart 2017… http://www.hurriyet.com.tr/galeri-40382547

[60] “Bankadaki Tüm Paraların Yarısı Milyonerlerin Cebinde”, Birgün, 1 Aralık 2016, s.13.

[61] Şehriban Kıraç, “Boğaz’da 500 Milyon Dolarlık Yalı Yaşamı”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2015, s.8.

[62] “Nakit Kredilerde Dev Sıçrama!”, Radikal, 22 Şubat 2016… http://www.radikal.com.tr/ekonomi/nakit-kredilerde-dev-sicrama-1515247

[63] Ayfer Arslan, “İslâmı Finansman 10 Yılda Şahlandı”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2016, s.8.

[64] “Türk Bankalarına 2.4 Milyar Dolar Körfez Fonu”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2015, s.8.

[65] Güngör Uras, “Kredilerin Artışı Özkaynağa Bağlı”, Milliyet, 30 Mart 2016, s.9.

[66] “Vakıfbank’ın Kârı 1.93 Milyar TL”, Milliyet, 12 Şubat 2016, s.8.

[67] “Halkbank’ın 2015 Net Kârı 2.3 Milyar Lira”, Sabah, 25 Şubat 2016, s.13.

[68] “Halkbank’ta Aktif Büyüklük 195 Milyar TL”, Milliyet, 30 Nisan 2016, s.11.

[69] “Garanti’nin Çeyrek Kârı 1 Milyarı Aştı…”, Milliyet, 29 Nisan 2016, s.10.

[70] 2016’nin 3. Çeyreğinde ING Bank’dan 415 Milyon TL Kâr”, Hürriyet, 14 Kasım 2016, s.10.

[71] “Akbank’ın 2016’nın 9 Aylık Kârı 3.7 Milyar TL”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2016, s.9.

[72] “2016 Yılında İş Bankası’ndan 4.7 Milyar TL Kâr”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2017, s.9.

[73] “Bayrağı Daha da Yukarı Taşıyacağız”, Hürriyet, 15 Ağustos 2015, s.10.

[74] “Koç Holding’den 14 Milyar TL Gelir”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2016, s.6.

[75] “Sabancı’nın 2016’nın İlk 9 Ayı Kârı 1.8 Milyar Lira”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2016, s.8.

[76] Necla Dalan, “1 Yılda Ulaştığı Kârı 3 Ayda İkiye Katladı”, Vatan, 20 Mayıs 2016, s.7.

[77] “Pegasus 2016’nın İlk 9 Ayında 43.3 Milyon TL Kâr Etti”, Hürriyet, 14 Kasım 2016, s.10.

[78] “Bimeks 2015’i Kârla Kapattı”, Milliyet, 10 Mart 2016, s.8.

[79] “Turkcell’den Tüm Zamanların Rekoru”, Sabah, 4 Kasım 2016, s.14.

[80] “Milyonlar Yoksulluğa Mahkûm”, Özgürlükçü Demokrasi, 26 Şubat 2017, s.3.

[81] Mustafa Çakır, “Çalışan Hep Yoksul”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2016, s.9.

[82] Neva Balkan, “Türkiye’nin Tablosu: 18 Milyon Aç, 60 Milyon Yoksul”, Atılım, Yıl:4, No:246, 21 Ekim 2016, s.15.

[83] “Niğde’de Borçlarını Ödeyemeyen İki Çiftçi Böbreklerini Satışa Çıkardı”, Birgün, 8 Şubat 2017… http://www.birgun.net/haber-detay/nigde-de-borclarini-odeyemeyen-iki-ciftci-bobreklerini-satisa-cikardi-149968.html

[84] Olcay Büyüktaş, “Türkiye’de Her 5 Kişiden İkisi Yardıma Muhtaç”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2016, s.9.

[85] Pelin Ünker, “Yurttaşın Payına Yine Sefalet Düştü”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2017, s.9.

[86] Şehriban Kıraç, “1.5 Milyon Kişi Faturasını Zamanında Ödeyemiyor”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2016, s.8.

[87] Bülent Falakaoğlu, “Her Şey ‘Ivır Zıvır’ Olursa…”, Evrensel, 3 Ekim 2016, s.5.

[88] Burcu Cansu, “Bir Yılda 875 Çocuk Öldü”, Birgün, 26 Nisan 2016, s.2.

[89] “7 Milyon Çocuk Şeker Bile Yiyemiyor”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2016, s.9.

[90] Olcay Büyüktaş, “Muhtaç Çocuk Sayısı Yüzde 500 Arttı”, Cumhuriyet, 16 Nisan 2016, s.9.

[91] “OECD Yoksulluk Haritası”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2016, s.9.

[92] “OECD Raporu: Türkiye, İşsizlikte Beşinci Sırada”, Umut, No:38, 15 Temmuz 2016, s.10.

[93] “DİSK-AR İşsizlik Raporu: İşsiz Sayısı 6 Milyonu Aştı”, Evrensel, 21 Eylül 2016, s.5.

[94] Serkan Öngel, “İşsizlikte Bitmeyen Kriz”, Birgün, 18 Ocak 2017, s.13.

[95] “İşsiz Kuyruğu 6.5 Milyonu Geçti”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2017, s.9.

[96] Deniz Nazlım, “Savaşın Faturası Yoksula Kesilecek”, Gündem, 27 Mayıs 2016, s.14.

[97] Hayri Kozanoğlu, “Farklı Boyutlarıyla İşsizlik”, Birgün, 29 Mart 2016, s.5.

[98] Şehriban Kıraç, “Bir Ayda 20 Bin Sigortalı Çalışan İşini Kaybetti”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2016, s.9.

[99] “Genç Kızlarda İşsizlik Oranı Genç Erkeklerden Daha Yüksek”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2016, s.8.

[100] “Emekçiye Darbe… İşsizlikte Büyük Patlama”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2016, s.8.

[101] “Genç İşsizlik Oranında Patlama”, Evrensel, 20 Eylül 2016, s.5

[102] Olcay Büyüktaş, “Kentli Genç Kadın İşsizlik Kıskacında”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2017, s.9.

[103] Pelin Ünker, “Türkiye Et Fiyatında Dünyayı İkiye Katladı”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2015, s.9.

[104] “Gıda Dışarıda Eridi, İçeride Yakıyor”, Cumhuriyet, 6 Mart 2015, s.13.

[105] “İncir Markette Yüzde 500 Farkla Satılıyor”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2015, s.8.

[106] Başak Kaya, “Her Çocuk 9 Bin 570 Lira Borçla Doğuyor”, Sözcü, 30 Ocak 2017, s.7.

[107] “Yabancı, Ranta da Kâra da”, Evrensel, 10 Mart 2015, s.5.

[108] Erinç Yeldan, “Borç AKP’yle Üçe Katlandı”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2016, s.9.

[109] “Borçların Özkaynak İçindeki Payı Yüzde 60.5’e Çıktı”, Sözcü, 9 Ağustos 2016, s.6.

[110] Mehtap Özcan Ertürk, “Vatandaşın Borcu 1 Yılda 428 Milyar Liraya Çıktı”, Sözcü, 14 Ağustos 2016, s.6.

[111] Deniz Nazlım, “Sermaye İçin Kriz Yaşanmasa da Emekçi Krizde”, Gündem, 25 Mayıs 2016, s.14.

[112] Erinç Yeldan, “Borçlan, Tüket, Büyü!”, Cumhuriyet, 22 Haziran 2016, s.9.

[113] “Kredi Borcu Tavan”, Birgün, 15 Eylül 2015, s.5.

[114] Yaşar Aydın, “Gelir Adaletsizliği Kapitalizmde Çözülmez”, Birgün, 24 Eylül 2016, s.14.

[115] “Şirketlerin Dış Borcu 227 Milyar Doları Aştı”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2016, s.9.

[116] Mithat Yurdakul, “Araplara ‘Özel’ Borç Patladı…”, Milliyet, 17 Ekim 2015, s.10.

[117] “Her 10 Kişiden 8’i Borçlu!”, Evrensel, 27 Ekim 2016, s.5.

[118] Hayri Kozanoğlu, “Borçluyum Borçlusun Borçluyuz”, Birgün, 7 Mart 2017… http://www.birgun.net/haber-detay/borcluyum-borclusun-borcluyuz-149682.html

[119] “Bülent Arınç’tan Özeleştiri: İsraf Konusunda Karnemiz Kırıktır”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2015, s.4.

[120] Sinan Tartanoğlu, “THY Değil BHY… İktidar Hava Yolları”, Cumhuriyet, 8 Mart 2017… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/694281/THY_degil_BHY…_iktidar_Hava_Yollari.html

[121] Hüseyin Şimşek, “Diyanet’in Personel Gideri Aylık Cari Açığa Denk: 4 Milyar 629 Milyon TL”, Birgün, 13 Ekim 2016, s.6.

[122] “İlk Beş Ayda Bütçeden Temsil ve Ağırlama İçin 52 Milyon Lira Harcanmış”, Evrensel, 18 Haziran 2015… http://www.evrensel.net/haber/253994/ilk-bes-ayda-butceden-temsil-ve-agirlama-icin-52-milyon-lira-harcanmis

[123] Çiğdem Toker, “Çiçek Parası”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2015, s.8.

[124] Çiğdem Toker, “Temsil Harcamaları Uçtu”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2016, s.6.

[125] Çiğdem Toker, “… ‘Temiz’ Devlet Gururu”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2016, s.8.

[126] “Zeybekci’nin Tanıtım Giderinde Rekor Artış”, Sözcü, 28 Ekim 2015, s.7.

[127] Çiğdem Toker, “Özel Güvenliği Ödüllendiren Kimdi?”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2015, s.8.

[128] Nurcan Gökdemir, “Savaş Harcamaları Uçtu”, Birgün, 16 Aralık 2016, s.9.

[129] “Sıfır Güvenlik”, Birgün, 22 Temmuz 2015, s.10.

[130] Arif Kızılyalın, “Müsteşarın Makam Aracı Saltanatı”, Cumhuriyet, 31 Mart 2015, s.12.

[131] “CHP’li Başkanın 700 Bin TL’lik Makam Aracı Muğla’yı Karıştırdı”, Cumhuriyet, 31 Mart 2015, s.12.

[132] “Osmangazi Köprüsü 50 Günde 225 Milyon Lira Zarar Etti”, haber.sol.org.tr, 3 Mart 2017… http://haber.sol.org.tr/toplum/osmangazi-koprusu-50-gunde-225-milyon-lira-zarar-etti-187610

[133] “Ankara Büyükşehir Belediyesi’nden Dinozora Sekiz Buçuk Milyon”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2015, s.5.

[134] Mustafa Çakır, “Davutoğlu 7.5 Kat Fazla ‘Örtüldü’…”, Cumhuriyet, 17 Mart 2015, s.6.

[135] Çiğdem Toker, “Örtülü Ödenek ve Hazine Yardımı”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2015, s.8.

[136] “Erdoğan 10 Ayda Örtülü Ödenekten 1.4 Milyar Lira Harcadı”, Evrensel, 24 Kasım 2015, s.8.

[137] Mustafa Çakır, “Örtülü Ödenekten 9 Ayda 1.3 Milyar Lira Harcandı”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2015, s.9.

[138] Çiğdem Toker, “İktidar ‘Örtülü’ Harcamayı Sevdi”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2016, s.8.

[139] Çiğdem Toker, “Seçimde İki Kat Örttüler”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2015, s.19.

[140] Çiğdem Toker, “Örtülü Ödenek Kaç Maaş Eder?”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2016, s.8.

[141] Mustafa Çakır, “Örtülü Ödenek Yıla Hızlı Başladı: 163.8 Milyon Lira”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2017, s.8.

[142] Çiğdem Toker, “Cumhurbaşkanı Haklıdır”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2016, s.8.

[143] Sinan Tartanoğlu, “Saray Para Yutuyor”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2016, s.11.

[144] Necati Doğru, “İşçinin Hak Arayışına Darbeci General Dönemi Yasağı Getirildi!”, Sözcü, 23 Ocak 2017, s.3.

[145] Bülent Falakaoğlu, “Zenginler Para, Fakirler Çocuk Yapsın Diye!”, Evrensel, 24 Ekim 2016, s.5.

[146] “AK Saray, 2250 Oda ile Dünya Şampiyonu”, Cumhuriyet, 13 Nisan 2015, s.4.

[147] “İmama 40 Bin Liralık Kürsü”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2015, s.6.

[148] “Başbakanlık Kaçak Yapıyı İtiraf Etti”, Cumhuriyet, 4 Ağustos 2015, s.6.

[149] Alican Uludağ, “Danıştay Noktayı Koydu… ‘Saray Hâlâ Kaçak’…”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2015, s.6.

[150] “Danıştay Bir Kez Daha Tescilledi: Saray Hâlâ Kaçak!”, Birgün, 27 Mayıs 2015, s.3.

[151] Emre Kongar, “Bir Simge Olarak ‘Saray!’…”, Cumhuriyet, 9 Temmuz 2015, s.4.

[152] “20 Yıllık Mimarım Böyle Lüks Görmedim”, Zaman, 16 Nisan 2015, s.1-13.

[153] Ozan Çepni, “Bu da Saraycık… Sadece Mutfak 6.5 Milyon”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2015, s.5.

[154] Fırat Kozok, “Bir Bakanlık Sadece Saray İçin Çalışmış”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2014, s.5.

[155] “Sade Mutfak 6.5 Milyon TL”, Cumhuriyet, 31 Mart 2015, s.4.

[156] “Saray’dan 6.5 Milyonluk Masa Açıklaması”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2015, s.14.

[157] “Saray 20 Milyarı Geçti”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2015, s.5.

[158] “Saray’a 60 TIR İthal Çiçek”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2015, s.7.

[159] “Sümeyye Erdoğan İçin Saray’a At Pisti İddiası”, Cumhuriyet, 19 Mart 2015, s.6.

[160] Yavuz Alatan, “AK Saray’a 200 Milyonluk Lambri”, Sözcü, 14 Mayıs 2015, s.15.

[161] “Kaçak Saray’a Milyonluk Koltuk”, Evrensel, 19 Mart 2015, s.5.

[162] “Fehmi Koru: Bence Erdoğan Saray’ı Kendiliğinden Boşaltmalı”, Radikal, 22 Haziran 2015… http://www.radikal.com.tr/politika/fehmi_koru_bence_erdogan_sarayi_kendiliginden_bosaltmali-1383381

[163] “Ali Babacan’ın Danışmanı: AK Saray Müslümanlığa Sığmaz!”, Radikal, 22 Haziran 2015… http://www.radikal.com.tr/politika/ali_babacanin_danismani_ak_saray_muslumanliga_sigmaz-1383359

[164] Gözde Tüzer, “O Parayla 602 Okul Yapılabilirdi”, Evrensel, 6 Kasım 2014, s.5.

[165] Mustafa Halif, “Elma Kabuğunu Atmıyor, En Pahalı Çayı İçiyor…”, Cumhuriyet, 30 Mart 2015, s.4.

Komedinin zavallıcası: Hollanda tiyatrosu

Bu nedenle olsa gerek, oyunlar, belli gruplara ayrılırlar. Mesela bazı oyunlar, komedidir. Bazı oyunlar ise trajedi adını alır. Elbette amacımız burada, tiyatro konusunda bilgi vermek de değildir. Ama bazı oyunlar, traji-komiktirler.
Ama ne olursa olsun, bir tiyatro eserini sahnelemek, her seferinde, ustalık ister, içinde enerji, içinde sevgi, içinde emek içermelidir. Yoksa, çok iyi bir oyunu çok kötü sahnelemek de mümkündür. Ya da komedi diye öylesine berbat bir oyun ortaya çıkarmak mümkündür ki, insanın aklı şaşar. Sahne, canlı performans demek olduğu için, riskleri de çok yüksektir.
Ama henüz tiyatro, “zavallı-komedi” diye bir şey bulmadı. Evet bazı komedi oyunları sahneye konmuş olabilir ve çok da kötüdürler. Ama “zavallı-komedi” yaratma işi, siyasi alana aittir.
Türk siyaseti, bugünlerde “komedinin zavallıcası”nı sahneye koymaktadır. Gülmek mümkün değil, ama kesinlikle bir komik durum olduğu da kesindir. İçinden acemilik akan, her yanından acemilik dökülen bir “danışıklı” oyun tarzı, komedi ile istemeden birleşince, ortaya bu durum çıkıveriyor.
Referandum çalışmaları temelinde, Hollanda’da ortaya konulan oyun, gerçekte, bir insan kendini ancak bu kadar küçük düşürebilir denilecek cinstendir. Küçük düşmek için, bunca para ödenmesi ise, tamamen komedidir. Tiyatrocular bizi affetsin, “ucuz komedi” terimi buna uymaz. Muhtemelen çok pahalıdır. Ama giden de kendi paraları değil, halkın parasıdır.
Enerji Bakanı’nın, ABD’de bir kişiye, 530 bin dolar verip, bir makale yazdırması, daha tazedir. Muhtemelen bu 530 bin dolar, “örtülü ödenek”ten, “Damat Berat” eli ile aktarılmış ve muhtemelen adı, “lobicilik” olarak konmuştur. Amerika’da, Türk lobisi, örtülü ödenekten Damat Berat eli ile verilen paralarla mı organize ediliyor?
Aynı Damat Berat, Hollanda tiyatrosunun bir yerinde, kendini göstermeye meraklı “yazar”lar gibi, sahnede görünmüştür.
Hollanda tiyatrosu, “Hollanda ile diplomatik kriz” olarak ele alınıp tartışılmaktadır. İşin bu yönü, daha da vahimdir.
Tiyatroya dayalı bir durum, bir “gerçek” olarak ele alınıp, gerçek bir olay olarak analiz edilmektedir. Bu durum, modern kapitalizm olmadan gerçekleşmezdi. Modern kapitalizm, tekelcidir. Modern kapitalizmde devlet, tekelci polis devletidir. Modern kapitalizm, medyanın karanlığı ile ayakta durmaktadır. Modern kapitalizm, insanı tüketmektedir. Modern kapitalizm, çürümüş bir sistemdir.
İşte Hollanda tiyatrosu, onun ardından konuşulan “gerçek”lik, bu çürümenin açık ifadesidir.
Erdoğan, Hollanda “diplomatik krizini”, Hollanda seçimlerine bağlamıştır. Üç gün sonra yapılacak seçimlerde, sağın yükselişine karşı hükümet, sağ bir konum alarak dur demek istemiş anlamına gelmektedir.
Demek ki, biz bilmesek de Erdoğan, sağın yükselişine karşı imiş.
Erdoğan, “hele bu seçimler geçsin, yanıt vereceğiz” demiş. Demek Erdoğan, Hollanda hükümetine yardım etmek istiyormuş.
Erdoğan, “Hitler” benzetmesini yaptı. Demek Erdoğan, sanıldığının tersine Hitler’i takip etmiyor, tersine eleştiriyormuş. Faşist sözünü de kullandı. Demek ki, onun danışmalarından, muhtemelen Mehmet Uçum, Erdoğan ile bir anti-faşist cephe kurma hazırlığındadır. Öyle olmalıdır.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Hollanda Başbakanı’na “Sen ne lalesin” demiş. Lale, cinsel bir aşağılama, bir küfür olarak kullanılmaktadır. Doğrusu, Saray çevresinde iyi bilinen bir argo olduğuna kanaat getirdik. Çünkü, bizim “sen ne lalesin” sözünün anlamını araştırmamız gerekti.
Yıldırım, Hollanda’yı seçim çalışmaları nedeni ile bu tarzda tuhaf davranışlar sergilemekle suçladı.
Bir AK Parti milletvekili, Hüseyin Kocabıyık, “krizin ardından evet oylarının %2 arttığını” söyledi. Yıldırım’ın açıklamalarının tam tesini söylemiş oldu. Demek, “evet oylarını artırmak için” Hollanda’nın yardımları devreye girdi. Hollanda, bunun karşılığında ne elde etti? Yoksa, Amerikalılara verilen paralar gibi, örtülü ödenekten, Damat Berat eli ile, bir lobicilik harcaması mı yapılmıştır?
CHP ve MHP, Hollanda ile ilişkiler kesilsin çağrısında bulundu.
Ekonomi Bakanı, bir ekonomik önlem almayacaklarını beyan etti.
Binali Yıldırım, acaba, bir ekonomik önlem alıp, gemicilikle ilgili sert uygulamalara gider mi? Mesela Hollanda’da kurulmuş olan Zealand Shipping’e TC devleti el koyar mı? Belki el koysa, biz de bu şirketin sahibinin Binalı Yıldırım mı, yoksa oğlu mu olduğunu öğrenmiş olurduk.
Bu arada, AK Parti basını, Doğan medyası, “toplantı özgürlüğü”, “basın özgürlüğü”, “ifade özgürlüğü” gibi kavramları anmaya başladı. Elbette, ülkemizde OHAL koşulları altında, bu özgürlüklerden söz edilince, traji-komik oluyor ve komedinin zavallıcası türü “saf”lığını kaybediyor.
Mesela bugüne kadar, kaç hayır mitingine, kaç hayır toplantısına, mesela kaç hayır afişine, kaç hayır bildirisine yasak koydular? Kaç kişiyi gözaltına aldılar? Acaba, üniversite öğretim üyelerinin yaşadıkları nelerdir? Acaba, işçilerin bir haksızlığa karşı açıklama yapma girişimleri, bir özgürlük değil midir? Acaba, kaç grev “ulusal güvenlik” yalanı ile ertelenmiştir? Acaba, kaç gazeteci, haber yapma özgürlüğünü sürdürebilmektedir?
Erdoğan, “benim vatandaşlarıma, atları ile itleri ile saldırdılar” dedi. Demek, TOMA’ların işçilerin, öğrencilerin halkın üzerine sürüldüğü ülke Türkiye değil. Demek şehirleri yıkılan, bombalanan ülke burası değil. Demek, Gezi Direnişi’nde halka saldıran, gençleri öldüren polislere “ikinci Çanakkale destanı” yazıyorsunuz diyen Erdoğan değil.
Uzatmak mümkün elbette.
Ama Hollanda tiyatrosu, gerçek anlamı ile çürümenin, çaresizliğin, zavallılığın da göstergesidir. Egemenlerin politik derinliği bu kadardır.
Halka karşı saldırganlıkları, işçilere karşı saldırganlıkları, kadına, öğrenciye karşı saldırganlıkları, gerçekte, korkularının ne kadar büyük olduğunun göstergesidir.
Hollanda tiyatrosuna bakınca, içerideki saldırganlıklarının, devlet terörünün yanında, ne kadar akıllı olduklarını da görebiliyoruz. Büyük ustalık bu olsa gerek: Bas parayı, bul karayı.

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...