Ana Sayfa Blog Sayfa 136

Enerji meselesine yaklaşımlar: Kapitalizm ve sosyalizm*

3- Üretim ve insan “enerjisi”
Engels; insanın emeği yaratırken, emeğin de insanı yarattığını belirttir. Yani insanı insan yapan şeydir emek ve emeğin oluşumu da, gelişimi de toplumsal olarak ilerler. Yeni insanın öğrendiği şeyler, kültürel olarak nesillere akacaktır ve hâlen akmaktadır.
Bugün üretilen bir üründe, binlerce yıllık insan tarihinde milyonlarca kişinin emeği vardır demek yanlış olmaz. Fakat günümüz üretim ilişkilerinde, insanlar üretim bandında çalıştığı arabayı bile kendisinin yaptığının farkında değildir, çünkü ona tüketici denmiştir, üretici ise önceki makalelerde de bahsettiğimiz gibi şirketlerdir.
Yani dünyada üretimin çoğunu birkaç aile yapmaktadır, milyarlarca insan ise bunları tüketmektedir. Beyinlerimize ideolojik olarak sokulmuş fikir, bu şekilde söylenince komik gibi gelse de, maalesef toplumdaki yansıması böyledir.
Üretici insan, yaptığı işe tamamen yabancılaşmıştır, benzer şekilde kendi tarihine de. Böylece milyarlarca insanın ürettiği ürüne birkaç yüz aile sahip çıkmaya çalıştığında garipsenecek bir şey kalmamıştır.
Konumuzun “enerji” olduğunu hatırlatarak, bu gerekli girişten sonra yazımıza devam edelim.
Önceki iki yazıdan ilkinde, kapitalizmin enerjiyi ne kadar pervasızca kullandığını anlatırken, ikincisinde ise sosyalizmde insanın merkeze koyulmasıyla, gereksiz harcanan birçok enerjinden tasarruf sağlanabileceği ve tüm bunları yaparken de, hem nedenleri, hem de sonuçları itibariyle toplumsal ilişkilerin nasıl daha iyi bir şekle bürünebileceği üzerinde durmuştuk.
Aslında kapitalizmde de üretim toplumsaldır, yani ürünler fabrikalarda beraber üretilmektedir. Fakat üretimin planlanmasını elinde bulunduran şirketler, yine insanın birikmiş emeğinin ürünü olan makinaları, insana yarar sağlamak yerine, kendi kârlarını arttırmak için, insanları makinaların parçası hâline getirerek üretime yabancılaştırmıştır.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, bugünkü üretim teknolojisi ile sadece 3-4 saat çalışarak temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek durumdayız. Buradan bakıp milyarlarca işçi üzerinden hesaplarsak, gereksiz yere harcanan insan enerjisini ortaya koyabiliriz.
Baştan söylememiz gerekir ki, insanlar üzerinden birazdan hesaplayacağımız enerji miktarı, sayıların ötesinde, niteliksel bir değişim de yaşamak zorundadır. Mesela bugün zorla işe giden birçok insan, kendi hayatını işin dışındaki hayat olarak tanımlamaktadır. Oysa ilk başta da dediğimiz gibi, aslında insanı insan yapan şey onun üretimidir. Bu yüzden ilk başta insanın üretime bu yabancılaşmasını kırmamız gerekmektedir.
Burada ise mevcut teknolojiyi kendi çıkarları için, insanları makinanın parçası hâline getiren kapitalizmin bilimi kullanma yöntemlerini değiştirerek yapmamız gerekmektedir.
Sosyalizm meselesi gündem edildiğinde sürekli örnek olarak verirler: “Bulgaristan’da, Sovyetler’de insanlar yan gelip yatıyormuş, zaten doyacaklarını bilen insanlar neden çalışsınlar ki?”
Üzerinde vurgu yaptığımız gibi, mesele teknik veya benzer anlama gelmek üzere salt ekonomik olamaz, olmamalıdır. O yüzden üretimdeki tekniği değiştirirken, insanları da ideolojik olarak neden üretim yapmamız gerektiğine ikna etmemiz gerekmektedir. Ve yine bu yüzdendir ki, sosyalizm ilk kurulduğu andan komünizme varana kadar, bu mesele büyük bir sorun olarak karşımızda duracaktır.
Aslında tembellik sorunu sosyalizm içinde bazı basit kurallar konularak çözülebilecekken, meseleyi temelden çözmediğimiz sürece, bir balon gibi şişmeye devam edecektir.
Bu yüzdendir ki vereceğim tüm örneklerde, insan emeğinin/enerjisinin doğru şekilde kullanılması, öncelikli olarak nitelik sorunudur.
İnsan için gereksiz olarak üretilen tüm ürünleri üretmeyi durdurduğumuzda ve gereksiz sektörleri kapattığımız da, niceliksel olarak bayağı bir enerji tasarrufu yapacağımızı söyleyebiliriz.
Kapitalizm koşullarında işçileri ucuza çalıştırabilmek, rekabeti arttırmak için kenarda bekletilen işsizler ordusu, gerçek işsiz rakamlarını düşününce yüzde 20’lere varmaktadır. Yine sayısal olarak düşünürsek, bu insanları işe kattığımız da, alın size yüzde 20 enerji daha.
Veya bu rakamın dışında bulunan sakat insanlar. “Engelli” insanların sayısı dünya nüfusunun yüzde 15’inden fazlasını oluşturuyor. Bu “engelli” durumunu yaratan ise kapitalizmin yarattığı şehirler ve onun için bir faydası olmadığı için çözmediği bir yaşam. Bazı yasalarla “engelli” insanların çalışma olanaklarının arttırıldığını biliyoruz ve sabah otobüse binerken yaşanan tabloyu düşündüğümüzde, kaç tane engellinin o otobüslere binebileceğini hayal edince, kapitalizmin bazı iyi niyetli gözüken şeylerinin ne kadar da gereksiz olduğunu anlayabiliyoruz.
Gelelim kadınlara. Çoğu kadın iş aramadığı için işsiz kategorisine bile katılmaz. TÜİK’in istatistiklerine baktığımızda çalışan kadın oranının yüzde 30’un altında olduğunu görebiliriz. Ve belli bir yaşın altını çıkarırsak, sadece Türkiye’deki nüfusun yüzde 20’si “kadın” olduğu için çalışmamaktadır. Tabii burada ev içi emeği bir kenara koyup, toplumsal ürün üretimini kastediyoruz.
Burada da aslında sosyalist bir toplumun çözebileceği bir sorundan bahsedebiliriz. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, aslında sorunun çözümü sadece niceliksel değildir ve sınıflı toplumla beraber kadına verilen toplumsal rol düşünülünce, mesele zaten niteliksel olarak çözülmelidir.
Bunun çözümü ise; kadına toplum olarak “bahşedilen” işlerin toplumsallaştırılmasındadır. Nedir bunlar; yemek yapmak, çocuğa bakmak, evi temizlemek vb.
Bir önceki makalede de bahsettiğimiz gibi, bir mahalleye aşevi yapmak, o mahalledeki binlerce kadını günde en az 3 öğün yemek hazırlamaktan kurtaracak, hem de ona ayırdığı vakti daha iyi kullanması, toplumsallaşması için zaman yaratılacaktır.
Benzer şekilde çocuk bakım evlerinin arttırılması, hem anneye birçok artık zaman verirken hem de çocuk kendi yaşıtlarıyla beraber büyüdüğü için gelişimi daha iyi olacaktır. Veya çocuk bakımında derinleşmiş kişiler sayesinde, çocukların gelişimi daha bilimsel ve rekabetten uzak olacaktır.
Çocuklara tecavüzlerin meşrulaştığı bugünlerin mantığıyla düşündüğümüzde birçok ebeveynin kabul etmemesi mantıklı görünen bu fikirleri ise başka bir dünyayı yaratma fikriyle beraber işlememiz gerektiğini düşünmemiz gerekmektedir. Yani toplumun her tarafına müdahale edilmesi, değiştirilip dönüştürülmesi gerekmektedir.
Çocuk evlerinin yaygınlaştırılmasını bugün birçok kapitalist ülke bile, belirli bir sınırda kalsa da sunabilmektedir.
Hatta bugün kâr amacıyla çocukların çalıştırılması, birçok kötü manzarayı bize sunsa da kendi gelişimleri için üretimin içine sokulan çocukların gelişiminin daha iyi olduğunu bilmekteyiz.
Evet, olaylara teknik olarak baksak bile; sakatları, kadınları, işsizleri, çocukları düşündüğümüzde elimize neredeyse yarıdan daha fazla enerji fazlası geçmektedir, ki meselenin sadece teknik olmadığını da ısrarla vurgulamaktayız. Tüm bu kişilerin emeği toplumsallaştıkça, aynı şekilde üretime yabancılaşmaları yok edilecektir ve aynı anlama gelmek üzere özgürleşeceklerdir, paralel olarak tüm toplum özgürleşecektir.
Benim burada yazdıklarım, sisteme karşı düşünen ve fikir üreten maalesef az sayıdaki insanın kolektif düşüncesidir. Tüm üretim sürecinde olduğu gibi, fikir üretim süreci de toplumsaldır. Ve sınırlı kaynaktan, kişiden edindiğim bilginin de belli sınırları vardır. Konuya daha çok insanın fikrini kattığımızda, bu düşünceleri daha çok kolektifleştirdiğimizde ve hatta bunları canlı olarak yaşayıp deneyimlediğimizde daha ileri fikirlerin çıkması bilimsel olarak daha yüksek orandadır ve çıkacaktır.
Ekim Devrimi’nin 100. yıldönümünün yaklaştığı bugünlerde, biraz umut olsun, biraz da yol göstersin diye yazılmıştır.
“Biraz daha sabır, biraz daha inat, kapının ardında bekleyen ölüm değil hayat”

Turgut Kaşıkçı

 

Suriyeli işçiler, milliyetçilik, sınıf kardeşliği

Bugün Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin sayısı iki buçuk milyonu aşmış durumda. Bunların birçoğu büyük kentlerde yaşıyor ve geçimini sağlamak için çeşitli işlerde çalışıyor. Küçük bir kısmı kayıtlı ve sigortalı çalışsa da çoğunluğu kayıtsız, sigortasız, güvencesiz çalıştırılıyor. En ağır işlerde, en düşük ücretlerle çalışan Suriyeli işçiler adeta kelle koltukta yaşıyorlar.
Tabii ağır çalışma koşullarını ve düşük ücretleri kabul etmek zorunda oldukları için, patronlar da pek çok sektörde Suriyeli işçileri işe alıyor. Ağır sanayide, inşaatlarda, en tehlikeli işlerde Suriyeliler hiçbir güvenceleri olmadan çalışıyor. Tam da bu noktada patronlar, tilkiyi kıskandıracak kurnazlıklarını sergiliyorlar. Yerli işçiler en ufak hak talep ettiklerinde, tepki gösterdiklerinde “ayağını denk al, bak seninle aynı işi daha ucuza yapacak bir sürü Suriyeli var” diyorlar. İşte işçilerdeki sınıf bilincinin eksikliği ve milliyetçilik zehiri, bu noktada devreye giriyor. Suriyeli işçi, işini, ekmeğini çalmaya çalışan bir “yabancı” gibi gözüküyor. Halbuki patron aynı milletten ve sadece onun iyiliğini (!) istiyor. Bu aşamada işçi kendisine şu soruyu sormalıdır: Beni gerçekte kim sömürüyor? Görülecektir ki, kendi ülkesindeki işçiyi sömürmekte hiçbir sakınca görmeyen patron konu Suriyeli işçiler olunca bir anda milli duygulara kapılıveriyor. Elbette aynı şeyi her gün yalanlarıyla milliyetçilik zehirini pompalayan burjuva medya için de söylemek mümkün.
Tüm bu kışkırtmalar, yalanlar sonunda yerli işçi kendisini sömüren, üç kuruş ücretle canı çıkana kadar çalıştıran patrona değil, Suriyeli işçiye öfkeleniyor. Oysa Suriyeli işçi de tıpkı kendisi gibi ailesinin karnını doyurmak için yaşam mücadelesi veriyor. Üstelik Suriyeli işçi hem evini, işini, yurdunu, tüm yaşamını geride bırakmak zorunda kaldı, hem de en ağır, en tehlikeli, en düşük ücretli işlerde çalışıyor.
Sonuç olarak yerli işçinin, Suriyeli işçiyi dışlaması, ona karşı öfkelenmesi patronun ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramıyor. Patron bir yandan işçiyi Suriyelilere karşı kışkırtıp birlikte mücadele etmelerini engelliyor, diğer yandan sömürüyü daha katmerli hâle getiriyor.
Bütün işçi ve emekçiler bilmelidir ki, Suriyeli işçiler onların düşmanı değil, sınıf kardeşleridir. Bu ülkenin işçi ve emekçilerinin kaderi “yerli” patronlarla değil, Suriyeli işçilerle ortaktır. İşçi ve emekçiler Suriyelilere karşı düşmanca bir tavır almak yerine onlarla dayanışmayı büyütmeli, kendilerini sömüren patronlara, burjuvaziye karşı birlikte mücadele etmelidirler. Yaşadığımız toprakları kan ve gözyaşına boğan bu kirli savaşa, sömürüye, aşağılanmaya son vermenin yolu buradan geçer.

Baran Karakaya

Türkiye işçi sınıfı tarihinde işçi özyönetim deneyimleri ve kriz dönemlerinde özyönetimin olanakları

Bütün maden işgallerinde, işçiler civar köylerde yaşayan ve çalışmak için madenden başka, toprak, tarım gibi olanağı olmayan, bu olanakları ellerinden alınan işçilerden oluşuyorlar. Alpagut’ta, Suluova Yeni Çeltek’teki işçiler, kendilerini esir eden bu topraksızlaştırarak işçileştirme, kötü koşullarda çalışma cenderesinden çıktıkları gibi, birlik ve dayanışma içinde daha büyük başarılar elde ediyorlar. İflas eden, kötü yönetilen, iş güvencesi hiçe sayılan maden işletmesinin yönetimini ele aldıklarında, iş güvenliğini, çalışma koşullarını düzeltip tüm sosyal haklarını kazanarak üretimi başarıyla yürütüyor, önemli bir mücadele deneyimi kazanıyorlar. Ekonomik kriz kadar toplumsal kriz koşullarında da, üretimin özyönetimi ve özörgütlenme can alıcı önemde bir sorun olarak ortaya çıkıyor. On yıllar öncesinden Alpagut’ta ya da Yeni Çeltek’te madencilerin Soma maden işçilerine gösterdikleri gerçek budur.
Diğer yandan yakında yaşadığımız Kazova özyönetim deneyimi ya da Greif gibi fabrika işgallerinin artması vesilesiyle özörgütlenme, işçi özyönetimi ve bunun yeni örgütlenme, haberleşme, daha da ötesi sınıfsal dayanışma biçimlerini tartışmak giderek güncelleşiyor. Gezi İsyanı’nın sınıfsal niteliği ve bu isyanla ortaya çıkan iletişim, dayanışma ve haberleşme biçimlerini salt bilgilenme değil, sınıfsal eylem aracı olarak görmek, hatta üretimin yeniden örgütlenmesini sınıfsal temele oturtmak önem kazanıyor.
Özörgütlenme, tüm aciliyetini koruyan siyasal öznenin oluşturulması, siyasal katılımın yeni araçları konusundaki tartışmaların alternatifi değil, ama işçi sınıfının yeni bileşimlerinin, yeni örgütlenme dinamiklerini anlamak için yaşamsal bir tartışma gündemidir. Söz konusu bu yeni bileşimler, gerçekte eski çalışma koşullarında değil, yeni güvencesiz çalışma koşullarında çalışan yeni işçi kuşaklarıdır. Farklı üretim dallarından, bir bütün olarak toplumsal üretimin farklı alanlarına kadar yayılan geniş bir yelpazeyi oluşturmaktalar. Üretimden taşımacılığa, tezgâhtarlıktan yazılımcılığa ve bankacılığa kadar pek çok farklı alanda çalışan bu yeni işçi kuşaklarının kendi çalışma koşullarına uygun, bu koşulların onlara kazandırdığı yeni teknolojiler ve yeni iletişim araçlarıyla özörgütlenme dinamikleri üzerine düşünmek, giderek önemli hale geliyor.
Özörgütlenme, Sovyet deneyimlerinden sonra yersiz biçimde hor görülen bir fikre dönüştü. Üretenlerin yönettiği özörgütlenmeler çeşitliliği olarak başlayan bir deneyim olan Sovyetler Birliği’nin dağılması, hem bir özörgütlenme hem de özyönetim organları olarak Sovyetlerin, İşçi Konseyleri deneyimlerinin hak etmediği biçimde gözden düşmesine neden oldu. Üstelik bu özörgütlenmelerin tam da can alıcı önemdeki olumlu yanları, yeni kuşaklar tarafından tamamen tarihte kalan tozlu ve sıkıcı sayfalar ya da geçmişin hayaleti gibi bir yana bırakıldığı gibi, konuyu sahiplenmesi gerekenler tarafından da kapsamlı ve eleştirel bir değerlendirmesi yapılmadı. Hâlbuki, 21. yüzyılın yeni isyanlarında ortaya çıkan alternatif toplumsal ilişkiler kurma arayışları, bu önemli deneyimlerden öğrenme, geçmişle eleştirerek bağ kurma olanağını da yaratıyor.
Aslında özörgütlenme fikri 20. yüzyıl boyunca farklı şekillerde varlığını sürdürdü; kimi zaman fabrika işgalleri, halk komiteleri, yerel yönetim denemeleri biçimine büründü. Kimi zaman alternatif bir yaşamın üretilmesi için arayışlarda (ekolojik bir yaşam ya da parasız bir ekonomi arayışı gibi), toplumsal mücadelenin içindeyken daha sonra dışında kalan adacıklar haline büründü. Farklı tarihsel dönemlerde özörgütlenme ve özyönetim farklı özgül biçimler alsa da, kapitalist üretime karşı gelişen mücadelelerde “başka bir toplumsal üretim ilişkisi mümkün mü?” sorusu yeniden ve yeniden ortaya çıktı.
Türkiye işçi sınıfı tarihi de özyönetim açısından önemli bir birikim taşıyor. 1900 ve 1923 Mürettipler grevi, 1969 Alpagut ve 1980 Yeni Çeltek deneyimleri bu açılardan önemli dersler sunuyor.[1]

Türkiye Tarihinde İşçi Özyönetimleri:
İstanbul Dizgicileri
İlginçtir, işçi sınıfı tarihine dair belgelerde bu topraklardaki ilk özyönetim deneyimi 1923 Mürettipler grevi olarak geçer, ancak bizzat Mürettiplerin bu grevleri sırasında kendi çıkardıkları gazetelerinde bir başka özyönetim deneyiminden bahsedilir. 20. yüzyılın başındaki bu özyönetim deneyimini yine mürettipler gerçekleştirmiştir. Yazar belleğine dayandığı için gazetedeki anlatımından tam tarihi kestirmek güç, ama ona göre, 1900 ya da 1901 yılı içinde İstanbul’daki basın emekçileri, mürettipler, muhabirler, yazarlar, gazete sahiplerine karşı birleşerek kötü çalışma koşulları ve ücretlerin ödenmemesi nedenleriyle greve giderler. Dizgi işçileri grevle sonuç alamayınca, Abdülhamid’in baskıcı yönetimine rağmen, matbaaya el koyarak kendi gazetelerini (Saadet) çıkarırlar.[2]
Bugüne kadar ilk diye bildiğimiz özyönetim deneyimi ise bundan sonra 1923’te gerçekleşir. Matbaalarda gazete, dergi, kitap vb. dizgisini yapan dizgi işçilerinin, yani Mürettiplerin grevi İstanbul’da 6 Eylül 1923’te başlayıp 20 Eylül 1923’te biter.[3] İşgününün uzunluğu ve çalışma koşulları yüzünden başlayan bu grev sırasında dizgi işçileri, kendi yönetimlerinde iki gazete basarlar. Bunlardan ilki Dizgiciler cemiyetinin gazetesi olan Haber’dir; ikincisi ise Adil’dir.[4] İşçiler, bu gazeteler aracılığıyla greve gidiş nedenlerini kamuoyuna duyurmaya çalışırlar. Gazetenin basımı ve iş yerinin yönetimi tümüyle grevci işçilerdedir. Ne yazık ki, günümüzde konuyla ilgili kaynak sınırlıdır; Mete Tunçay’ın verilerine göre, 1923’ün Temmuz-Eylül ayı arasında toplam 100 dizgi işçisi grev yapmıştır; ancak bunların ne kadarının özyönetim deneyimine katıldığına dair bilgi elimizde yok. İşçilerin yönettiği matbaalar, patron gazetelerini basmadığı için, patronlar Tanin matbaasında bastırılan Müşterek adında ortak bir gazete çıkarır; greve kara çalan yazılar yayımlatırlar. Bunun üzerine 12 Eylül 1923 sabahı işçiler bu matbaayı basarlar.
Toplumsal hareketin yükseldiği bir dönem olan 1922-1923 yıllarında işçi hareketi ikiye bölünmüştür. Bunun izleri dizgiciler grevi öncesinde 1 Mayıs 1923’te görülür. Daha uzlaşmacı bir çizgide olan Umum Amele Birliği 1 Mayıs’ı Sultanahmet’te kutlar. Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası ise Dizgiciler Derneği’nde (Mürettibin Cemiyeti) dizgiciler ve diğer işçilerle bayramlaşır. Görülen o ki, daha sonra iş yerinde üretime el koyacak olan dizgiciler, 1 Mayıs’ı sosyalistlerle kutlamışlardır. Bu da grevin ve özyönetimin siyasal hareketlerden etkilenmiş olabileceğini göstermektedir. Dizgicilerin özyönetimi, 20 Eylül 1923’te hükümetin aldığı önlemler sonucunda sona erdirilmiştir.[5] Dizgi işçilerinin özyönetim deneyimi hakkında bilgiler şimdilik bunlarla sınırlıdır. Ama Cumhuriyet’in ilk özyönetim deneyimi olan Alpagut Madencilerinin işgal ve özyönetimine dair bilgiler daha geniştir.

1969 Alpagut İşçi Özyönetimi
1969 yılında Çorum’a bağlı Alpagut Linyit İşletmeleri’nde çalışan 786 işçi bir forum düzenler. Haklarını aramak için aylardır yaptıkları eylemlere ve greve yanıt alamayınca, forumda alınan karar doğrultusunda 13 Haziran 1969’da kötü işletilen işletmenin yönetimini ele geçirirler.
Alpagut Linyit İşletmeleri, çimento sanayiine ve bölgeye linyit kömürü üreten, Özel İdare’ye bağlı maden işletmesidir. İşletmede kimi zaman siyasal torpil ve şişirmeyle 900’ü aşan işçi çalışmakta; 1969’da ise bu sayı 786 işçi ve buna eklenen memur ile yöneticilerden oluşmaktadır. İşgale kadar, işçilerin iki aydan fazla süredir ücretleri ödenmemiştir. Ocaklarda iş güvenliğini sağlayan tek bir mühendis vardır, o da rapor vb. nedenlerle aylardır iş yerine uğramamıştır.[6] Maaş aldığı halde ocağa gelmeyen personel vardır, bunlar siyasal kadrolaşmaya göre yüksek maaşlarla işe alınmıştır. Siyasal rüşvetlerle yönetici konumuna getirilen insanlar, madene bile uğramadan para almakta, özel idare ücretleri ödemezken, siyasal kayırmacılıkla kimi özel işletmelere ya da yine devlet işletmelerine veresiye kömür vermektedirler.
İşçiler, Çorum ve Havalisi, Birleşik Maden İşçileri Sendikası’nın örgütlediği eylemler ve grevler yaparlar. Sonuç alamayınca, sendikalı işçilerin de öncülük etmesiyle işletmeyi işgal ederek kendileri üretim yapmaya başlarlar. Ücret alacaklarının verilmesi, torpil ve yolsuzluğun sona erdirilmesi, iş güvenliğinin sağlanması, ocakların daha iyi yönetimi için Türkiye Kömür İşletmeleri’ne devredilmesi gibi talepler, işçilerin ilk talepleridir. Sendika başkanı ve genel olarak sendika özyönetime mesafeli dursa da, Alpagut şubesindeki sendikalı işçiler, işgal ve özyönetimde başı çekerler. İlk yapılan, vardiyası biten işçilerin yönetim bürosunda ve kömür depolarında denetimi sağlayarak nöbet tutması, vardiyası gelenlerin ise ocaklara inerek üretimi sürdürmeleridir.
Özyönetimin temel organları; tüm işçilerin oluşturduğu genel işçi kurulu ile onların seçtiği işçi konseyidir. İşgale ve üretime katılan tüm işçiler, üretimi yönetmek, satışı düzenlemek ve kontrol etmek gibi yürütme işlerini üstlenen bir İşçi Konseyi seçerler. İşçi Konseyi; tüm işçileri temsil etmektedir, ona karşı sorumludur ve haftalık raporlar verir. Bu raporlar, satış miktarı ve satışlardan elde edilen gelirlerin olduğu kadar üretimin devam etmesi için gerekli harcamaların da açık bir dökümünü yapar. Gerektiğinde gazetelere bu dökümler verilerek, patronların kara çalmalarına yanıt verilir. Muhasebecilerden bir kısmı işgale katılmasa da, katılanlar gelir ve gider hesaplarını yaparlar, işçi konseyinin satış kurulu bu hesabı denetler. Bu işçi kuruluna, işçi konseyinin mali sekreteri başkanlık yapmaktadır.
İşçi Konseyi, üretilen kömürün satışını daha önceki yönetimin aksine peşin yapma kararı alır ve bunu sıkı biçimde uygular. Peşin satışlardan elde edilen gelir artar. Bu gelirden, üretimin sürmesi için gerekli harcamalar (maden direği, akaryakıt gibi) çıkarıldıktan sonra kalan para, işçiler arasında dağıtılır.
Üretimden elde edilen net gelirin, nasıl bölüşüleceği de tüm işçiler arasında tartışılır. Genel karar, alacakların öncelikle ödenmesi üzerinedir.[7] İşgalin 27. gününde ücretler düzenli ödendiği gibi işçilerin Nisan ayı alacakları da kapanmıştır. Henüz işgalin ikinci gününde yapılan genel işçi kurulu toplantısıyla; işletmeye uğramayan müdürün, muhasebe müdürünün ve işçilerin ikna çabalarına rağmen rapor almaya devam eden mühendisin işine son verilir. Çorum Valisi’nin temsilcilerle makamında görüşme talebine, görüşmenin tüm işçilerin gözü önünde, işletmede yapılması gerektiğine karar verilerek red yanıtı verilir.
İşçi Konseyi, çalışmayı ve üretimi düzenler. Üretim artar, üretim kapasitesi de artar. İş güvenliği sağlanır, ODTÜ’den gelen duyarlı mühendisler denetimlerde bulunurlar. İşçiler, artık muhasebeyi şeffaf yapmakta, kontrol etmektedirler; üretilenden elde edilen gelirin bilgisine sahiptirler. Bu gelir arttıkça, ücretlerini ve eski yönetimden kalan borçlarını hızla karşılamaktadırlar. Bu yüzden İşçi Konseyi’nden bir işçinin dediği gibi “işçiler işlerine dört elle sarılırlar”. “Artık işçi ocağı kendi malı gibi değerlendiriyor, bu emeği de para olarak değerlendirildiğinden durumundan memnun”dur.[8]
İşçi yönetiminde üretim; henüz iki hafta içinde yaklaşık %50 artmıştır. Üretimden gelen gelirle alacakların ve ücretlerin düzenli ödenmeye başlanması, işçilerde büyük bir özgüven gelişmesine yol açmıştır. Civar köylerde oturan aileleri ve yakınlarının özyönetime desteği giderek artmıştır. İşçi yönetiminin kökleşmesi, bu yönetimi sona erdirme çabalarını da artırır. Daha önce işçilerin beceremeyeceğini düşünerek atıl kalan yetkililer, harekete geçerler. İl Genel Meclisi toplanır. Vali, İçişleri Bakanlığı’na giderek Türkiye Kömür İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün madeni devralması için incelemelerde bulunmasını talep eder.
İşgalin ilk günlerinde eski yönetim yanlısı kimi işçiler, üretimi sabote eder; kartvizitle işe alınmış bazı işçiler işe uğramazlar, uğrayanlar ise ortak belirlenen çalışma düzenine uymazlar. 40’a yakın böylesi eski işçi, tüm işçilerin kararıyla işten çıkarılır.
İşçilerin kurduğu işçi satış kurulu, işçilerin inisiyatifini iş yerinden satış alanlarına genişletir. İşçi özyönetimi, eski yönetimin uygulamalarını ortadan kaldırır. Alpagut’ta üretilen kömür, daha önce patronlar tarafından devlet işletmelerinden özel işletmelere doğru, torpil ve yandaşlıkla dağıtılır; sıra köy halkına hatta köy okullarına hiç gelmez. Oysa İşçi Yönetimi ile birlikte köy okullarına öncelik verilmesi, köy halkına danışılması, özyönetimin toplumsal meşruiyetini de hızla yayar. Yolsuzluğun, karaborsanın ve fahiş fiyatın kaldırılması da halk içinde meşruiyeti büyütür. Satışlar sırasında yolsuzlukların önü alındığı gibi, kömürün köylere dağıtılması sırasında fahiş fiyatın da önüne geçilir; bu şekilde karaborsacılık engellenmiş olur. Zaten babası, kardeşi, eşi madende çalışan köylüler tüm gözünü madene dikmişken, işçi özyönetiminin bu olumlu sonuçları herkesi etkiler. Kararların oluşumuna katılmak özyönetime verilen desteği de güçlendirir. Ta ki, 16 Temmuz 1969 akşamı, Ankara’dan getirilen Jandarma Birliği ocakları ve kuvvet santralini ele geçirip işçi yönetimini sona erdirene dek.
Devletin müdahalesi ile birlikte sendikalı olan ve başı çeken işçiler işten atılır. Ama Alpagut işçilerinin, ücretler ve işten çıkarılanlar için eylemi devam eder. 34 günlük özyönetim, işçi tarihine önemli bir deneyim bırakır. Alpagut işçilerinin deneyiminin etkisi hızla yayılır.
Türkiye işçi sınıfı tarihi açısından diğer önemli bir özyönetim deneyimi ise 1980’de başlayıp 33 gün süren Yeni Çeltek Maden İşletmesi’ndekidir.

Maden İşçisinin Özyönetimi
Amasya’nın Suluova ilçesinde bulunan Yeni Çeltek Maden İşletmesi, kömür üretmektedir ve üretimi büyük oranda şeker fabrikalarına enerji için gerekli kömür üretimine dayanmaktadır. Dolayısıyla bölgedeki önemli bir üretim zincirini birbirine bağlar. Şeker üretimi, şeker pancarı üretimine bağlıdır. Kömür üretimi, şeker üretimine enerji sağlamaktadır. Böylelikle Maden İşletmesi ve Şeker Fabrikası, hem madencinin hem köylünün küspe, pancar gibi yükü kamyona yükleyen yabacıların, kamyoncuların ve bölge halkının tüm kaderini belirliyordu.
Bölgede yerleşik olan sendikanın yöneticisi aynı zamanda kömür nakliye filosunun da sahibi olan ‘Satışoğlu’ lakaplı Mehmet Yılmaz idi ve işverenlerle birlikte işçileri, kimi zaman silahlı çatışmalara varacak biçimde çete usulü tahakküm altına almıştı. İşçi ücretlerini ve çalışma koşullarını Satışoğlu’nun sendikası saptıyordu. [9] Tam da bu kötü koşullara karşı Yeraltı Maden İş Sendikası, Yeni Çeltek’te hızla örgütlenmeye başladı. Kurulduktan sonra DİSK’e katılan bu genç sendika, Satışoğlu’nun çete sendikasıyla kısa zamanda karşı karşıya gelir. Yeraltı Maden İş, bu mücadelenin içinde sendikalaşır ve bölgedeki çete egemenliğini kırar, toplu sözleşmelerde hak sahibi olur. Bu sadece madenciler için değil, yabacılar, şeker pancarı üreticisi köylüler için de önemli bir gelişmedir; çünkü böylelikle pancar fiyatları, pancar ve kömür nakliye fiyatları, yabacıların ücretleri gibi pek çok konuya işverenle birlikte hâkim olan Satışoğlu’nun işçi simsarlığı ve tüccarlığının etkisi kırılmıştır. Madenciler, Yer altı Maden İş sendikasında örgütlenerek, kötü çalışma koşullarına karşı 1976’dan sonra defalarca grev yaparlar; bu grevler yükselen işçi hareketinin de etkisiyle sadece ekonomik talepleri değil, siyasal talepleri de gündemine alır.
1980’e gelindiğinde, Yeni Çeltek işletmesinde uyuşmazlıkla sonuçlanan toplu sözleşmeler karşısında yönetimin tutumu bu sefer daha farklı olur. Henüz toplu sözleşme uzlaştırma toplantıları devam etmekteyken, işçilerin grev kararına karşılık ocakların zarar ettiği gerekçesiyle şirket yönetimi ocakları kapattığını açıklar. Bunun üzerine, grevin yetmeyeceğini görerek, 26 Nisan 1980’de işletmeyi işgal eden işçiler üretimi sürdürürler.
890 işçi, 33 gün boyunca işçi özyönetimini hayata geçirir. Sendikanın önerdiği toplu sözleşmede, işçilerin 20 kişilik komiteler kurarak yönetime katılması zaten yer almaktadır. Sendikanın öncülüğünde işçiler, bu komitelerden oluşan Konsey’le üretimi ve dağıtımı örgütlerler.
Her biri 20 işçiden oluşan, işçilerin söz ve karar haklarının olduğu komiteler, işletmeyi kâra geçirir. Müessesenin iddialarının tersine, haftada 2.5 milyon kar sağlandığı açıklanır. İşçiler gerekirse hesapların tüm denetçilere açılabileceğini de açıkça belirtirler.
Komiteler üzerinden katılımcı ve üretimin, hesapların şeffafça planlandığı bu özyönetim deneyimi, üretimden dağıtıma ve satışa doğru genişledikçe, işletmenin dışını da etkiler. Kömürün satış ve pazarlaması, halkla birlikte yapılır. Kurulan komiteler aracılığıyla köylerde karaborsa ortadan kaldırılır. Köylerin yakacak sorunu çözülür. Kömür doğrudan işletmeden halka dağıtılır. Yükleme boşaltma işinden, kamyona kadar maden işçileri ile yabacılar dayanışma içinde davranırlar.
Özyönetimin kendi kendini yönetme ve katılım pratiği genişledikçe, toplumsal meşruiyeti artar. Dahası, kendi özgüveni ve özgücüne sahip çıkması; maden dışındaki köy komiteleri ve işçi derneklerine de örnek olur. Böylece özyönetim devam ettikçe, madendeki komiteler ile köy komiteleri, yaba işçilerinin dernekleri, öğretmen örgütleri (TÖBDER), köy dernekleri ile her alanda dayanışma ilişkisi genişler. Çetelerle mücadelede, bu komiteler ve maden işçilerinin özyönetim komiteleri dayanışma içinde birlikte hareket ederler. Genel olarak toplumsal hareketi parçalamak, bölgede yükselen işçi hareketini bölmek için Çorum, Maraş, Amasya’da faşist provokasyonlar hazırlanırken, bunların erken örnekleri Yeni Çeltek’te gerçekleşir, ancak özörgütlenmeler yüzünden etkili olamaz.
Hatta iş güvenliği ve maden verimi için önemli olan teknolojik bir değişim, yine özyönetimin kendi çabasıyla yapılır. Başka madenlerde yabancı firmalarca yapılan skipdesandre (meyilli galeride skip nakliyesi) kurulumu özyönetim işçileri tarafından gerçekleştirilir.
Özyönetim komitelerinin önemli bir deneyimi de işçi işe alımlarıdır. İşçi ihtiyacı olduğunda özyönetim, köy komitelerine ve bölgedeki derneklere haber gönderir. Komite ve dernekler de işe en çok ihtiyacı olanı belirler. Hangi partiden olduğundan bağımsız, emekçi olması, direnişe sempatiyle bakması, işe ihtiyacı olması temel belirleyicilerdir. Çetin Uygur’un söylediğine göre, işçi ilanının yanı sıra, iş talebi de madende bir panoda duyurulur. [10] Özyönetim komiteleri ve köy komiteleri birlikte karar verirler.
Sonuçta 890 kişiyle başlayan ve 33 gün süren özyönetim, tüm bölgedeki köylerde özörgütlenmeleri teşvik eder; bölge işçileri ve köylüleri de madendeki özyönetim etrafında birleşip gelişirler.
Özyönetimin son günlerinde, Valilik ve Bakanlık yetkilileri, işçi servis araçları ile kömür kamyonlarına el koyar, işletmenin telefonlarını keserler. Bu durum, üretimin yavaşlamasına ve bunun yol açabileceği yangın ya da grizu patlaması tehlikesi nedeniyle iş güvenliği sorunlarına neden olur. Sendika bu yüzden, 29 Mayıs’ta üretimi ve iş yerini terk etmeme eylemini bitirir ve greve başlar. Yeni Çeltek Maden İşletmesi’ndeki grev, 12 Eylül 1980 darbesiyle bastırılır.[11]

İşçi Özyönetimlerinin Bazı Temel Özellikleri
Bütün işçi özyönetimlerinin temel özelliği, yönetime katılımın, üretimin ve bölüşümün, yapma ve karar alma süreçlerinin ortaklaştırılmasıdır. Bu sürecin ortaklaştırılması; işçi hareketinin bizzat kendisine özgüven katar, üretimin yönetilmesi ve bölüşülmesi konusunda kendi çevresinden başlayarak tüm topluma özgüven ve özlemlerinin ete kemiğe bürünmesi anlamında gelecek güvencesi verir. Tüm bu ortaklaşmacı yaşamın sadece duyurulması değil, şeffaf biçimde tüm katılım süreçleriyle alenileştirilmesi, yani tüm toplumun bilgisine ve giderek katılımına açık hale getirilmesi, toplumsal hareket için eşsiz bir deneyimdir. Üstelik çoğu zaman hukuka ve yasalara aykırı ya da onların dışında yürüyen toplumsal hareket için bu tam bir meşruiyet zemini yaratır ve bu zemini genişletir. Üretime girdi sağlama, üretilenin satışı, dağıtımı, geliştirilmesi, bunların hesabının açıkça ve toplumla tartışılarak yapılması, hele de bu meclis, forum, komitelerin benzerlerinin yaşamın diğer alanlarında türemesi, bu meşruiyet zeminini hızla genişletir.
Böylelikle, kriz dönemlerinin yıkıntısı içerisinde işsiz ve güçsüz kalan işçi sınıfı yerine, özörgütlenmeye ve kendi yönetimine sahip işçilerin özgüveni oluşur. Bunun belli başlı sonuçları şöyle özetlenebilir:
• Üreten işçiler, yönetebileceklerini görürler.
• Üretimi bir bütün olarak görme olanağını yakalarlar. İşyerinde çalışan tüm kesimlerin ücretlerini gördükleri gibi, kendi ücretleri ile üretimden gelen gelir arasındaki farka patronun nasıl el koyduğunu da apaçık görür ve çıplak sömürünün bilincine varırlar.
• Üretilenden elde edilen gelirin tüm işçiler arasında bölüşülmesi, işçilerin fabrikayı sahiplenmesini sağladığı gibi, özel mülkiyet fikrini de sorgulamalarını sağlar.
• Bu ortaklaşma, sadece işçilere değil, çevrelerinde ilişkiye geçtikleri toplumsal gruplara da özgüven kazandırır. Özyönetimin şeffaf bir şekilde toplumun bilgisine sunulması, sadece onun meşruiyetini artırmaz; aynı zamanda daha geniş kesimler tarafından sahiplenilmesini birlikte getirir. Böylelikle toplumsal dönüşüme bir kapı aralar.
• Üstelik çoğu zaman bu tür özyönetimler, hukukun dışında, kendisine yeni bir alan açarak yürüyen toplumsal hareketler biçiminde gelişirler. Bu özyönetimin diğer alanlarla birleşmesi, tam bir meşruiyet zemini yaratır.
• Üretime girdi sağlama, ürünlerin satışı, dağıtımı, geliştirilmesi, hesapların şeffaf ve üreten işçilerden başlayarak diğer toplumsal kesimlerle tartışılarak yapılması bu meşruiyet zeminini hızla genişletir. Bu yönüyle, meclis, forum ve komite gibi özörgütlenme organlarının hayatın diğer alanlarında türemesine katkı sunabilir.
• Başarılı özyönetim deneyimleri üretimi, satışı ve bölüşümü örgütlerken toplum kesimlerinin desteğini ve dayanışmasını sadece tüketim alanında bulmamaktadır. Yeni Çeltek örneğindeki gibi yaba işçileri, pancar üreticileri gibi sınıfsal kesimlerin üretimden gelen kapasitelerini de harekete geçirmelerini sağladıkları için başarılı olmaktadır.

Özyönetim Deneyimlerinin
Günümüzdeki Olanakları
Yakın zamanda gördüğümüz özyönetim ve işgal deneyimleri de bu özellikleri kısmen gösterdiler ve önemli olanaklara işaret ettiler. Geçtiğimiz yıl Kazova işçileri de fabrikayı işgal ederek üretime başladılar. İstanbul Bomonti’de bulunan, 1947 yılında kurulmuş Kazova tekstil şirketinde çalışan işçiler birden kapı dışına kondukları gibi, aylarca maaşlarını alamadılar; kıdem ve ihbar tazminatları da ödenmeden sokağa atıldılar. Bunun üzerine eylemlerle seslerini duyurmaya çalıştılar. Gezi Parkı isyanlarının verdiği güçle de, fabrikadan makinelerin çıkarılmasını engellemek için yine bir Haziran günü fabrikayı işgal ettiler. İşgal ettikleri fabrikada üretime başlamaları ise daha sonra gerçekleşti. Gezi İsyanı sonucu ortaya çıkan forumlar, başta Tatavla Forumu, Şişli Forumu gibi pek çok forum da onlara destek verdi. Greif işçileri ise taşerona karşı mücadelede önemli bir deneyimi yansıttılar. Üretimde farklı farklı taşeronlardan işçileri birleştirdikleri gibi, bu mücadeleyi diğer fabrikalara sıçratmak için de önemli bir çaba gösterdiler, işçi sınıfı tarihi açısından deneyim biriktirdiler.
Günümüzde özyönetimin bir imkân ve gerçeklik haline gelmesi için bazı olanaklar var. Birincisi, normal şartlar altında işçi sınıfının kolektif bilinç ve eylemini sınırlandıran üretimin parçalanmış yapısının, bu parçalar arasında kurulacak mücadele bağları ve özyönetim ağları yaratmaya olanak tanımasıdır. Uzun zamandır üretim, geleneksel fabrikanın bünyesinde yapılan pek çok işin (pazarlama, satış, reklam, güvenlik, temizlik, lojistik) fabrikanın dışında yapıldığı bir nitelik kazanmış durumda. İşçi sınıfının farklı kesimlerinin bu farklı alanlara dağılması özyönetim deneyiminin farklı alanlardaki işçileri (‘mavi yakalı’lardan ‘beyaz yakalı’lara) bir arada örgütlenmeye çağırmasını da gerektirir. Dahası özyönetim deneyimleri ile diğer türden özörgütlenmeler (forumlar, işçi meclisleri) arasında sınıf bağları kurulmasının olanakları da böylelikle açılır.
Haziran İsyanı’ndan bugüne, forumların, farklı özörgütlenme deneyimlerinin işlevlerinin zayıflamasına bakılarak bu olanaklar göz ardı edilmemelidir. Çünkü unutulmamalıdır ki, ekonomik krizler ve toplumsal bunalım dönemlerinde bu tür özörgütlenmeler kitlelerin belleklerinde canlanma potansiyeli taşırlar. Dahası can havliyle sarılınan, temel olanaklar haline gelebilirler.
Haziran İsyanı’ndan sonra gelişen özörgütlenme nüveleri olarak park forumları ve bir işçi yönetimini düşünerek yeni işçi kuşaklarının özörgütlenme potansiyellerine örnek verebiliriz. Örneğin, işçi yönetiminin üretimde ihtiyaç duyduğu emeği, hatta mühendislik ve teknik emeği kamuoyuna duyurması, forumlardan talep etmesi olanaklardan birisidir. İşsizliğin yoğunlaştığı dönemlerde bu, etkinliği ve meşruiyeti toplumsallaştıracaktır. Teknik emeği, mühendisliği de, yani işçi sınıfının diğer kesimlerini de mücadeleye katacaktır. Bir mücadele deneyimi olarak belki daha da önemlisi ise, işgal ve üretime başlama sürecinin başında iş yerini bu hale getiren, aylarca ücretleri, kıdem ve ihbar tazminatlarını ödemeden bırakan patrona ait finansal ve vergi bilgilerinin, bankacılık ya da gelirler idaresi alanında çalışan işçilerden elde edilmesine dair sendikalara, forumlara bir çağrı yapılması örneğidir. Bir başka örnek, üretim için gerekli girdileri uygun ve nitelikli biçimde elde edebilmek için tedarikçi bağları, iş ve ticaret ilişkileri yerine, bu tedarikçi işletmelerde çalışan işçilerin bilgisine başvurmaktır. Bu başvuru, forumlar ve sendikalara yapılan çağrılarla olanaklıdır. Böylelikle, sadece forumlar ve diğer özörgütlenmeler, özyönetim sürecine destek olmayacaklar; aynı zamanda bu forumlarda, sendikalardaki işçi sınıfı kesimleri de üretimdeki güçleri ve kapasiteleriyle özyönetim deneyimine destek vermiş olacaklardır. Özyönetim, eylemli sınıf dayanışmasının olanaklarını açacaktır.
Özyönetim, işçi konseyi, meclisi gibi yönetim organları eliyle, karar alma süreçlerine tüm işçileri katmaya çalışarak yönetimi katılımcılaştırdıkça, şeffaflaştırdıkça pekişir. Özyönetimin mücadele ve üretim sürecinde yaşadığı sorunlar, ihtiyaçlar, özörgütlenmelerin sorunu, ihtiyacı haline geldikçe olanaklar yayılır ve artar.
Dolayısıyla özyönetim deneyiminin forumlarla, diğer özörgütlenmeler ve sendikalarla koordineli yürümesinin sınıfsal dayanışmayı güçlendirmesi beklenebilir. Gezi Parkı sonrası oluşan forumlardaki katılımcı süreçlerle fabrika işgallerindeki özyönetim pratikleri de bu bağlamda birbirinden öğrenebilir. Kazova işgaline Şişli ve Tatavla gibi forumlarının verdiği destek, dayanışmanın ötesine geçerek somut işbirliği mekanizmalarını zorlayabilirdi.
Kriz dönemlerinde, işsizlik, pahalılık, borçlanmaya karşı kurulacak özörgütlenmeler, şekilleri ne olursa olsun, iflas eden işletmeleri çalıştıran işçilerin özyönetim deneyimleriyle irtibata geçebilirler.
İkincisi teknolojik açıdan da üretimin altyapısı, farklı birimler arasındaki iletişimin sağlanmasına, farklı işçi gruplarının şeffaf katılımıyla kararlar alınmasına da müsait. İhtiyaçların tespiti, üretimin planlanması, finansal planlama, bölüşüm hesaplamaları, pazarlama, mühendislik ve bakım onarım hizmetleri gibi pek çok alanda katılımcı bir sistemin teknik donanımını gerçekleştirme şansı var. Gezi Parkı eylemlerinin işaret ettiği gibi kapitalist toplumsal yeniden üretim döngüsünün farklı aşamaları için üretilen ve elzem olan araçlar, mücadele anlarında birden tersyüz edilerek, toplumsal hareketler tarafından kullanılabiliyor. Kullanılabiliyor, çünkü onları kullananların büyük bir kısmı, zaten bu tür bir teknoloji üretimi işiyle dolaylı ya da dolaysız ilgili yeni işçi kuşağı. Ya da bu yeni işçi kuşağı, ‘işgücü pazarı’na girebilmek için bu iletişim teknolojilerini kullanmaya yatkın olmak zorunda. Üretimin tedarik zincirini, envanter kontrolünü, bilgi akışını, finansal bilginin devrini hızlandıran, elektronik pazar alanını büyüten mobil telefon ve internet sistemleri, bu sistemlerin ağ uyarı ve ileti mekanizmaları, birden sosyal medya ağı, bilgi yayma ve mücadele etme araçlarına dönüyor. Neden benzer teknolojiler, var olan özyönetim pratiğinin karar süreçlerini, ihtiyaçlarını duyurmasının bir aracı olmasın? Sadece satışın planlanması değil, bundan önce özyönetimin ihtiyaç duyduğu emeğin, girdilerin ortak planlanmasının aracı olmasın? Örneğin, ihtiyaç duyulan iplik ya da eş zamanlı gelişecek özyönetim pratikleri için de kullanılmasın? Neden bir üretimin bütün safhaları (hammaddeden tüketim anına kadar) katılımcı süreçlerle gerçekleştirilmesin? Haziran İsyanı ile daha da görünür olan olanaklara, yani yeni iletişim teknolojilerinin bilgiyi kamusallaştırma olanaklarına bakmak önemlidir. Özörgütlenmenin karar süreçlerinin ve üretim süreçlerinin kamuya açılması gözetildiğinde, bu sadece ‘sosyal medya’yı kullanmak, internetten yararlanmak, eylemi duyurmak değil, özyönetimi yayılan halkalarla eşgüdümlemeye yarayacaktır.
Tek tek patronları alt etmek, bir ya da birkaç fabrikada patronsuz üretim yapmak, toplumsal üretim ilişkilerini dönüştürmese de, işçilerin kendilerinin katılımcı bir tarzda üretimi yönetmeleri, elde edilen değeri bölüşmeleri, özyönetimin eşsiz kazanımlarından biridir. Bu kazanımın en can alıcı yönü, özellikle içinde yaşadığımız çağda, bir bütün olarak kâra dayanan, iş güvenliğini, iş güvencesini, insanların işsizliğini hiçe sayan sonuçları itibariyle ölümcül bir üretim sisteminin yerine, toplumsal yeniden-üretimin tekrardan ve üretenlerce örgütlenebileceği olasılığını canlı olarak gündeme getirmesidir.

Özgür Narin

* DİSK-AR dergi 3. sayıda yayınlanmıştır.

DİPNOTLAR:

[1] Bunların dışında da özyönetim deneyimleri vardır. Örneğin 9 Haziran 1970’te Günterm Isı Sanayi fabrikasında çalışan 80 işçi maaşlarını, kıdem tazminatlarını alamadıkları için 40 gündür sürdürdükleri direnişi, işgal ve özyönetime dönüştürürler. Fabrikanın patronları kayıplara karışmıştır. Bunun üzerine işçiler, içerideki alacaklarını ve kıdem tazminatlarını karşılamak için üretim yaparlar. Mart-Nisan alacaklarını karşılamak için üretimden gelen geliri bölüşürler (Tevfik Çavdar, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihinden Kesitler, Nazım Kitaplığı, 2005).Yine 1976’da İstanbul’da bir fırında çalışan işçiler, fırın sahibiyle anlaşamayınca kısa bir süreliğine de olsa fırını kendileri işletirler (Gökhan Akçura, “Alpagut Olayı”, 1976, DTCF Tiyatro Kürsüsüne verilen Tez).

[2] Bkz. Haber, 8 Eylül 1923, ‘Eski Bir Hatıra’ başlıklı haber. Milli Kütüphane arşivindeki özgün nüshanın taramasından alınmıştır.

[3] Bkz. Şehmus Güzel, Türkiye’de İşçi Hareketleri 1908-1984, Sosyalist Yayınları, 1993, İstanbul.

[4] Bkz. Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar I, 2009, İletişimYayınları, İstanbul.

[5] Bkz. Şehmus Güzel, a.g.e.

[6] Alpagut işçi özyönetimine dair temel bilgiler için bkz. Kurthan Fişek, ‘Alpagut Linyit İşletmesi İşgalinin Birinci Yıldönümünde’, Emek Dergisi, Temmuz 1970, Sayı: 2, s. 17–35 ve Özgür Narin, ‘Uzay Çağında Sosyal Adalet Savaşı’ 1969 “Alpagut Olayı”, Almanak 2009 Analizleri, SAV Yayınları, Aralık 2010. Fişek’in yazısı temel belgedir. Bu yazıya internet üzerinde, özyönetim belgelerini ve kaynakları yayınladığım ağ sayfasından da ulaşılabilir.
http://isikdahacokisik.blogspot.de/2012/10/kurthan-fisek-1969da-alpagut-linyit.html

[7] Bkz. Gökhan Akçura, ‘Alpagut Olayı’, 1976, DTCF Tiyatro Kürsüsüne verilen Tez.

[8] Bkz. Özgür Narin, a.g.e.

[9] Bkz. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 3, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

[10] Bkz. Unutturulanlar 2 – Devrimci Yeraltı Maden İş Sendikası Yeni Çeltek Belgeseli, 2004, Açılım Araştırma Belgeleme Filmcilik.

[11] Bkz. Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 3, Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

 

“Ya bir yol bulacağız ya bir yol açacağız”

KESK olarak durumumuz, Hanibal’ın karşılaştığı zor duruma benzemektedir. Karşımızda Roma kadar ceberrut bir düzen ve merkezileşmiş zor, yanımızda yaklaşık iki katı, 180 bin kişilik umutsuz, karamsar ve hantal bir ordu. Tek farkla ki, KESK bir Hanibal değildir.
2000’li yılların başından bu yana KESK içerisindeki her dinamik güç tarafından farklı biçimler altında da olsa sıkça dile getirilen bir sorudur: “Ne olacak bu KESK’in hâli?” 7 Haziran öncesinden başlayarak, KESK’in de içerisinde bulunduğu tüm toplumsal muhalefet güçlerine dönük saldırı kampanyasında ise bu soru daha yüksek sesle dile getirilmektedir.
Şubat 2016’daki “Davutoğlu Genelgesi’nden” bu yana, sendikal faaliyetler “terör” faaliyeti kapsamında manipüle edilmiş, ismi geçmeden KESK hedef tahtasına oturtulmuştur. 15 Temmuz sonrasında ise FETÖ kapsamında çıkarıldığı söylenip KHK’larla 3115 KESK üyesi görevden alınmış, yüzlercesi gözaltı ve tutuklanma terörüne maruz bırakılmıştır. Bütün bu süreç karşısında KESK’in aldığı pasif tutum da, bu ve benzeri soruların daha da artmasına neden olmaktadır.
Kanımca sorunun soruluş şekli iki nedenden ötürü yanlıştır. Birincisi, sorunun öznesi eksiktir ve toplumsal/siyasal yaşama dair öznesiz kurulan her cümle boş gevezeliktir. En çok da cümleyi kuranı olumsuz etkileyip eylemsizleştirmektedir. Beraber mücadele yürüttüğümüz dostlarımız için de geçerlidir. Kendilerini sürecin öznesi olarak örgütlemeyince, doğal olarak sürecin dışında kalmaktadırlar.
İkincisi, soruyu soran kesimler kendilerini KESK içerisinde görmemekte, dışsal bir eleştiride bulunmaktadır. “Allah KESK’in belasını versin”e kadar giden bir eğilimdir bu ve kamu emekçileri mücadelesinin bütün sorunlarını KESK MYK’sında bulunan 7-8 kişiye ya da bağlı iş kolu sendikalarının yürütme kurullarına havale etmekte, hedef tahtasına MYK’yı oturtmaktadır. Dolayısıyla iki eğilim için de ideolojik konumlanış problemi vardır. İki kesim de kendisini KESK içerisinde bir özne olarak görmemekte, buna uygun konum almamaktadır. Sonuç olarak KESK’e müdahale etme, değiştirme olanakları da yoktur.

İçeride-dışarda savaş
İçerisinden geçtiğimiz süreç bir iç savaş sürecidir. Bu süreç, devlet eliyle örgütlenen bir yağma, talan ve karartma ile at başı sürmekte ve devlet/saray bu savaşta hiçbir kural tanımamaktadır. Savaş; bir tarafı ile belediyelere atanan kayyumdan tutun da en son Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve HDP Eş Başkanlarının, milletvekillerinin tutuklanmasına, Alevi evlerinin işaretlenmesinden ABF Genel Başkanının kaldığı otele dönük devlet destekli saldırı girişimine, Hrant Dink davası sanığı İstihbarat Daire Başkanı Engin Dinç’in Eskişehir Emniyet Müdürü olmasından tutun da doğanın, yaşam alanlarının talanına kadar, devlet ile halklar arasında sürmektedir.
Diğer yandan, kıdem tazminatının kaldırılması tartışmaları sürekli ısıtılmaktadır. Özel İstihdam Büroları ve Kiralık İşçi Yasası çoktan yasalaşmıştır. Bireysel Emeklilik Sistemi ile ekonomik kriz işçi ve emekçilerin sırtına yüklenmeye çalışılırken, kamu varlıklarının “Varlık Fonu”na devri ile tüm kamu kaynakları denetlenemez bir keyfiyetin kullanımına sunulmuştur. Sistem, aynı zamanda emekçileri güvencesizleştirme politikalarının da bir parçası olarak bu saldırıları ele almaktadır. İşçilerin en ufak hak arama talepleri, ekonomik temelli de olsa, çıplak polis zoruyla karşılanmakta, istisnasız bütün grev kararları “milli birlik ve bütünlüğe” yapılan bir saldırı olarak manipüle edilip yasaklanmakta, diğer yandan KESK öznelinde tüm kamu emekçilerine, tarihin en büyük saldırılarından birisi organize edilmektedir.
Demek ki, savaşın bir cephesi devlet/Saray/AK Parti ile işçi ve emekçiler arasındadır.
Savaş, sadece içeride değildir. Cerablus operasyonundan bu yana dışarıda daha “aktif” bir politika izlenmektedir. Musul operasyonu ile ilgili tartışmalar, Rakka operasyonu, Suriye’de savaşın kaderini belirleyecek Halep cephesindeki saldırgan söylemler ve PYD/YPG/DSG karşısındaki tutum, IŞİD’in, El Nusra Cephesi’nin, ÖSO’nun ağzıyla yapılan açıklamalar, bu eğilimin artarak devam edeceğini göstermektedir. Yeni Osmanlıcılık ile birlikte, içeride işçi-emekçilere ve halklara açılan savaş, benzer bir izdüşümde; dışarıda, bölge halklarına, komşu devletlere açılmıştır.
Yukarıdaki tablo oldukça açıktır. Emekçiler bu savaşın doğrudan muhatabıdır ve KESK kamu emekçilerinin yegâne mücadele örgütü olarak bu sürecin altından kalkmakla sorumludur. Buna rağmen, sürecin ağırlığı karşısında söylem düzeyinde tariflenen radikallik, eylem alanlarında kadük kalmaktadır.
Uzun zamandan bu yana KESK içerisinde örgütlenen tartışmalar esasen iki çizginin tartışmasıdır. Bugün gelinen nokta göstermiştir ki; direniş çizgisinin karşısında yasalcılık galip gelmiş ve bu çizgi, bu çizgiyi savunanlarla birlikte KESK’te erimekte, günden güne zayıflamaktadır. Sözde sendika yasasının kabulünün öncesinde başlayan, fakat esasen bir dinamik olarak kamu emekçileri mücadelesi içerisinde her zaman zemin bulan bu anlayış, görece sınıf savaşının şiddetinin az olduğu dönemlerde dahi KESK’i ileri taşıyamazken, bugün bundan bahsetmek olanaksızdır.
Tüm bu saldırılar karşısında tabanda/örgütte iki ana eğilim ortaya çıkmaktadır. Birincisi, “bu süreci en az kayıpla atlatalım” şeklinde ifade edilebilecek olan eğilimdir. Bu, daha çok KESK ve KESK’e bağlı sendikaların yönetiminde olan siyasi kadrolarda kendini göstermektedir. Esasen OHAL’den de, 10 Ekim katliamından da, savaş sürecinden de en fazla etkilenenler bu kesimlerdir. Oysa sınıf mücadelesinin tarihsel deneyimleri açıktır; eğer savaş varsa ve sen savaşa uygun (örgütlü gücün oranında) tutum almıyorsan yok olmaya/kaybetmeye mecbursun. KESK açısından da tablo bu noktaya doğru oldukça yaklaşmıştır.
İkinci eğilim ise daha çok kendisini “radikal” kadro eylemleri biçiminde tarif eden eğilimdir. Bu eğilim ise daha çok tabanda, Kürt illerinde yaşayan ve açığa alınan/ihraç edilen kamu emekçilerinde karşılık bulmaktadır. Bu noktada da örnekler Tekel Direnişi’nden ve milletvekillerinin açlık grevinden esinlenmekte, ‘Ankara’nın göbeğine çadır kurup gerekirse biz de onlar kadar direniriz’ ya da ‘biz de KESK binasına girip açlık grevine başlayalım’ şeklinde ifade bulmaktadır.
İlk eğilimin sendikayı ileri taşıma, saldırıları püskürtebilme gibi bir olasılığı zaten yoktur. İkinci eğilim ise direniş eğilimi olsa da, gerçeklikten bir miktar kopuk durmaktadır. Süreç ne Tekel eylemleri ne de vekillerin açlık grevine girdiği süreçle benzeşmektedir. Diğer taraftan direnişin örgütlü ise kazandırıcı olma, yaygınlaşma ve büyüme şansı vardır. Üstelik salt “iradecilikle” sendikal/siyasal sorunları çözmek, saldırılara yanıt vermek mümkün değildir.
Yapılması gereken, KESK içerisindeki ileri unsurların örgütlemesi gereken, kitlesel direniş hattıdır. Öncelikle KESK mevcut gücüyle bu saldırıları püskürtebilme yeteneğini çoktan kaybetmiştir ve süreç ancak Birleşik Emek Cephesi ile yanıtlanabilecek kadar ağırdır. Dolayısıyla, 20 Kasım Kartal mitingi ve sonrasında gelişen kadın eylemleri, akademisyenlere yapılan kıyıma karşı açığa çıkan tepkiler göstermektedir ki, birleşik bir mücadele hattına ihtiyaç vardır.
İkinci olarak hedeflenmesi gereken, başta açığa alınan ve ihraç edilen üyeler olmak üzere, kademeli olarak, başlangıçta sınırlı merkezlerde de olsa, direniş çadırları kurup direnişi yaygınlaştırmaktır. Sendikadan bağımsız olarak, Ankara’da oturma eylemleri 100 günü aşmış ve diğer illere yayılmaya başlamıştır. Bu eylem genişletilip güçlendirilerek büyütülebilmelidir. Aynı zamanda bireysel olarak ifade bulan eylemlerin KESK bütünlüğünde, örgütlü ve sürekliliği olan bir direnişe evirtilmesi gerekmektedir.
Üçüncüsü, tarihinin en kapsamlı saldırıları ile karşı karşıya kalan KESK, bu süreci üyeleri ve tüm kamu emekçileri ile bütünleşmenin bir aracı hâline getirebilmelidir. Bunun yolu da, işyerleri merkezli çalışma ve örgütlenmenin geliştirilmesidir. Her işyeri bir direniş ve eylem alanına dönüştürülebilmeli, üyelerle uzun zamandır zayıflayan bağ yeniden tamir edilebilmelidir. Bu konuda sabırlı, kararlı ve adım adım büyütülecek bir direniş geliştirilmelidir.
Son olarak, grev elimizdeki en etkili silâhtır. KESK, referandum öncesi için zaman kaybetmeden -bizim önerimiz 5 Nisan’dır- 1 günlük uyarı grevi ilan etmelidir. Bu grev, sadece ihraçlarla ilgili değil, OHAL’in kaldırılması talebini, 1 Kasım seçimlerinden bu yana defaatle gündeme gelen ve referandum sonrası hayata geçirilecek olan kamu emekçilerinin iş güvencesine dönük saldırıların durdurulması ve grev yasaklarına son verilmesi taleplerini içermelidir.
KESK bu grevi örgütlerken “grev komiteleri” kurmalı, başta açığa alınan ve ihraç edilen kamu emekçileri olmak üzere, tüm üyelerini grev komitelerine katmalı, örgütlü olduğu her işyerini bir grev üssüne çevirmelidir.
KESK bu süreci örgütlerken, aynı zamanda kendisi gibi KHK’lardan etkilenen, üyeleri ihraç edilen dost ve kardeş örgütleri de, DİSK, TMMOB ve TTB’yi de bu grevin parçası hâline getirebilmelidir.
Her şeye rağmen, KESK’te örgütlü yaklaşık 200 bin kişinin hizmet üretmemesi, on binlerce işçinin üretimi durdurması çok önemli bir güç demektir. Bu yolla hayatı durdurmak, kamu hizmetlerini durdurmak mümkündür. Grev, aynı zamanda OHAL rejimi karşısında çaresiz olmadığımızı görmemizi sağlayacak, bir sınıf olarak gücümüzü dosta ve düşmana gösterecektir.
OHAL koşullarında grev hayal değildir. Birleşik Metal İşçileri Sendikası, işveren sendikası olan EMİS’e bağlı iş yerlerinde, Bakanlar Kurulu’nun aldığı grevi yasaklama kararına rağmen greve çıkmış ve grev kazanımla sonuçlanmıştır. OHAL’de grev yapılabileceği, üstelik kazanımla sonuçlanabileceği her kesim tarafından anlaşılmıştır. Aynı görev ve sorumluluk, başta KESK olmak üzere DİSK, TMMOB ve TTB’nin omuzlarındadır.
Bilinmelidir ki, bu saldırılar, bir sınıf olarak hareket edilebildiği oranda, fiilî-meşru ve militan bir tarzda, üretimden gelen gücümüzü kullanarak püskürtülebilir.
“KESK bunu yapabilir mi” diye soran dostlarımıza biz soruyoruz: KESK kimdir? KESK sensin, benim, biziz. Asıl soru şudur: Sen bunu yapabilir misin?

Yaren Ali Karaca

“Bu anayasa değişikliğinin, kentin sermayeden yana pürüzsüz dönüşümüne etkisi çok büyük olacak!”

İstanbul’da son dönem hızlanan ve pervasızlaşan kenti ve doğayı yağmalamaya dönük saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İktidarın el arttırma durumu söz konusu, yağma alanında öncelikle bunu bir tespit etmek lazım.
El arttırma konusunda, önceki süreçlerden farklı durumlar söz konusu. Şöyle kodlayalım; 15 Temmuz’dan sonra yaratılan süreçte ortaya çıkan iklimin bütün imkânlarından yararlanma hırsını görüyoruz iktidarda.
Buna ilk örnek, müdahale etmek istediğimiz Kabataş süreciydi -böyle bir proje, merkezî büyük bir alanın işgali anlamına geliyor, binlerce kişinin günlük hayatını çok net etkileyecek bir proje, böyle bir projenin bu kadar rahat bu kadar pervasız yapılabilmesine zemin hazırlamıştır- tam o süreçte örgütleniyordu. 15 Temmuz’dan sonra 10 Ağustos’ta Kabataş kapatıldı. O süreçte, işte 20 Temmuz’da OHAL ilan edildi. 20 gün sonra Kabataş’a girdiler. Ayırt ediciliği şurada; Kabataş ile ilgi plan değişikliği 13 Mayıs’ta yapıldı, plan değişikliği hâlâ İBB tarafında askıya çıkarılmadı, ki hiçbir meslek örgütü tarafından itiraz edilemiyor, dava açılamıyor. Koruma kurulu kararı, 6 Ekim’de alındı; ÇED gerekli değildir raporu 26 Ekim’de. Ancak alan 10 Ağustos’ta kapatıldı. Kapandıktan sonra inşaat başladı. Hiçbir nizami adım atılmadan fiilen başlayan bir süreç söz konusudur, hala da inşaat tabelası asılmış değildir Kabataş’a! Dolayısıyla bütün bu formatıyla bu yeni dönemin fişeği Kabataş Projesi’dir.
Buradan yola çıkıp devam edersek; 15 Temmuz’dan sonraki bazı adımları sıralamak gerekiyor. Bir tanesi, bütün şehri, bütün ülkeyi dümdüz edecek Afet Yasası’nın hâlâ yetmediğini düşünen iktidar, Ekim ayında bir yönetmelik yayınladı; Kentsel Dönüşüm Yönetmeliği. Bu tür alanlardaki son itirazları da ortadan kaldırmaya yönelik, aslında tam bir OHAL değişikliği, bir bunu sayalım. İkincisi, Varlık Fonu meselesi. Varlık Fonu meselesi ilan edildikten sonra Tayyip’in de mega projeler dahilinde kullanacağına dair bir söylemi oldu. Stratejik yatırımlar adı altında nükleer santral ve termik santraller gibi projelere kaynak aktarımıdır Varlık Fonu’nun işlevi. Bu iki başlığın devreye girmesi, bu alandaki ısrarı vs. özetleyen süreçler aslında. Bunların adını bir koymak lazım yağma açısından.
Ekim-Kasım aylarında ilan edilen kamulaştırmalar, Küçük Armutlu’da, Gazi Mahallesi’nde, iki-üç mahallede belli bölgelere yapılan kamulaştırmalar, Maçka Parkı’na yapılan son müdahale, ki Maçka Parkı müdahalesi aslında İstanbul’un 30 noktasında yapılmak istenen karayolu tünelleri süreci ile ilgili, bunların büyük bir kısmı üçüncü köprüye yol yaratmak için açılan tüneller, bir tanesi Gazi Mahallesinin içinden geçecek örneğin, yani İstanbul’un altının delik deşik edileceğini varsayabiliriz. Yani Varlık Fonu bunlardan bir tanesi, böyle ciddi ve iradi bir karar var İstanbul’la ile ilgili. Onun dışında Kanal İstanbul ile ilgili adımlar atılmaya devam ediliyor, ama hâlâ somut bir tarih göremiyoruz. Bir de en son Çevre ve Şehircilik Bakanı yaptığı açıklamada, yılda 500 bin konutu yıkıp -İstanbul’da 250 bin- yeniden yapmaya yönelik hamlelerde bulunacağını beyan etti. Bunlar da bu dönemin ortaya çıkan başlıkları, yağma alanları aynı zamanda. Validebağ’a iki defa yeltendiler mesela. Validebağ’a dair önemli bir detay var. İlk defa böyle bir açıklama yapmışlar, emniyet müdürü sanırım şöyle demiş: “OHAL koşullarında koruma kurul kararları geçerli değildir”. Böyle bir şey yok, yani bu, şu demek ‘şimdi Ayasofya’ya girebilirim’ demek, ‘yasal olarak şu an Ayasofya’yı yıkabilirim’ demek. Dolayısıyla bunu, dönemin yaratmış olduğu kuralsızlıktan faydalanma hırsı olarak görmek. Fındıklı’nın belli bir alanı kapatılmaya devam ediliyor. Hâlâ Kabataş’ın bir tabelası yok, yani hâlâ tabelası olmayan bir inşaattan söz ediyoruz. Galataport başladı, Haliçport kapsamında Haliç doldurulacak ve bununla ilgili planlar askıya çıktı. Özellikle Eylül-Ekim ayında 3-4 ayda olan mevzular bunlar. Taksim Cami meselesi, zaten Roma bostanı meselesi var, o hâlâ devam ediyor, olayla ilgili dava açıldı.
Taksim cami meselesinin, çok açık olarak tek bir anlamı var, kentsel açıdan da yorumlamak lazım elbette, ama hani esas mesele siyasi propaganda. 60’lı yıllardan bu yana süren bir mesele olsa da yani aslında AKP’nin politikasıyla birebir bağlantılı bir süreç.
Taksim camisinin çok net siyasal bir anlamı var. Nasıl üç yıl önce Gezi Parkı’na inşa edilmek istenen kışlanın öyle bir siyasal anlamı varsa, caminin de böyle bir anlamı var. Aslında bir yandan Beyoğlu’nu fethetme politikasının bir parçası Taksim camisi. Şimdi gördüğümüz kadarıyla Taksim’de aslında bir cami yapılmıyor; bu ciddi bir inşaat projesi bu, altında otopark, yaklaşık iki-üç tane kongre sarayı, toplantı salonu, sergi salonu gibi yapılar inşa ediliyor. Kentsel sit alanı ilan edilmiş bir yer burası, çivi bile kolay çakılamaz dediğimiz bir alan; ancak böyle bir inşaata cami bahanesiyle izin veriyorlar.
Aslında camilerin çoğu böyle işliyor; yani altı otopark, yok üstü yeşil alan, altı başka bir şey falan. Böyle bu tür kentsel oyunlarla meşrulaştırılan bir süreç var. Aslında bu açıdan bir araç, birçok yerde olduğu gibi. Validebağ’da da bir araçtı cami, burada da bir araç. burada aslında inşaat yapıldığını söylemek lazım, cami yapılmadığını inşaat yapıldığını söylemek lazım.
Bir de bu referandum sürecinde ‘evet’ kampanyasının başlatılması sürecinden bağımsız düşünmemek lazım. Ümraniye’de, Üsküdar’da bir sürü camide evet kampanyası başlatıldı. Ters tepti, insanlar da tepki gösterdi bu sürece; işte camilerin alet edilmesi söz konusu. Şimdi aslında bir ayağı da Taksim’e yapılması istenen cami bu insanların duygularını okşama amaçlıdır. Ama beklenen etkiyi yapmadığını gördük, ki açılışa gelen ve asılan kimse olmadı, çok sönük oldu. 10-15 kişi açılış yapmışlar, korkunç bir açılış ve dolayısıyla gol atmak isterken gol yediler; aslında Taksim camisinde mesele bu.
Bu çalışma Ağustos ayında ilan edildi, Ekim ayında başladı. Yaklaşık 10 aylık bir çalışma olarak planlanmıştı. Fakat enteresan olan şu ki, bu çalışmaya da Ocak ayında başladılar. Yani yine referanduma başladığımız süreçte yapmaya başladılar. Bir kere bu açıdan zaten iyi niyetle yorumlanamaz, yani varolduğumuz alanların kullanılmamasına yönelik bir hamle olarak okuyoruz bunu. Bu çalışma aslında 10 aylık parke yenileme çalışması. AKP belediyesi üç-dört defa bizi burada yürüyemez hâle soktu. Her seferinde uydurdukları hikâye, bir firmaya ihale edilip milyonlarca lira kazanılan bir ranttan bahsediyoruz. Bunun da bedeli elli üç milyon lira, ihale parası bu inşaatın. Fakat parke düzenlemekten öte, İstiklal Caddesi’nin altında, bu parkelerin çökmesine neden olan tüneller var, kuyular var biliyorsunuz. Bunları tamamen betonlamaya yönelik bir çalışma yapıyorlar, şimdi bunun kendisi de Koruma Kurulu açısından sıkıntılı bir durum. Oradan onay aldıklarını söylediler. Ama Kabataş’a verilen onay gibi düşünün ya da Emek Sineması’na verilen onay gibi düşünün. Bunu yaparken tramvay yolunu da şu an kaldırıyorlar işte altı aylık bir ömür biçiyorlar, altı ay sonra tramvay dönecek, diyorlar. Fakat biz tramvayın geri geleceğini düşünmüyoruz, çünkü raylar kalkıyor, tramvayın deposu cami inşaatına dahil oluyor; dolayısıyla eğer orası depo olmayacaksa tramvayın bakımının yapılacağı alan bulma şansları yok, orada başka bir alan yok. Bu da öyle bir niyetlerinin olmadığını gösteriyor.

Başkanlık sistemiyle hedeflenen sizce nedir?
Başkanlık sistemi, öncelikle çok net bir şekilde Tayyip Erdoğan’ın kişisel, yönetimsel hırsı, ısrarıyla ilgili bir mesele. İkinci mesele de sistemsel tıkanıklığın kendi bakış açıları doğrultusunda aşılması meselesi. O da şu aslında, başkanlık sistemiyle farkındaysanız istenen şey pürüzsüz bir hareket etme mekanizması, hani zaten yargı ile başı dertte, yargıyı her zaman sultası altına almıştı birçok yerde takmadığını söylüyordu. Kentsel dönüşüm yönetmeliği sürecinde bir tanesi bir noktada bir itiraz geliştirdiğinde, atıyorum bir aylık bir süre mi uzuyor bu tür süre uzamalarına ayak bağı olarak bakılıyor. Yani bütün ekonomik kararların, inşaatların, termiklerin, santrallerin, kentte yapılmak istenen bütün faaliyetlerin pürüzsüz yapılmasını istiyorlar. Yani bir yere haber edecekler orayı çevirecekler, içeridekiler varsa tahliye edecekler ve oraya o inşaatı başlatacaklar.
Sistemin ekonomik olarak tıkanmasıyla çok yakından bağı olduğunu görüyoruz başkanlık ısrarının. Bir de tabii, yargılanma korkusu. Bunun önüne geçme isteği.
Biz mesela buna yönelik bir çalışma içindeyiz şimdi, İstanbul Kent Savunması, kentsel dönüşüm mahalleleri ile beraber bunu yapacak. Etki alanında olan, kendi ağında olan bütün mahalleler ile bir toplantı yapacağız haftaya. O toplantıda da bütün mahallelere yönelik iki muradımız var; bir tanesi, bu anayasanın kente ve kentin dönüşümüne yönelik etkisini konuşarak bu dönüşümden etkilenen, mücadele eden insanların görmesini, anlamasını sağlayacağız. İkinci olarak da, bu dolayım üzerinden ‘hayır’ çalışmalarına katılımını teşvik etmeyi amaçlıyoruz bu insanların. Bunu şundan önemsiyoruz; yani gerçekten bu anayasa değişikliğinin kentin sermaye açısından pürüzsüz dönüşümüne etkisi büyük olacak!
Öngörülen tam bir faşizm; onun da iktisadî temelleri var, zaten bu zamana kadarki bütün faşizmlerde olduğu gibi; bir iktisadî temel ve ona uygun bir yönetim biçimi.

Peki toplumsal mücadele güçleri, bu süreçte nasıl bir tutum almalı?
Ben aslında toplumsal mücadele güçlerinin çok iyi ve hızlı bir şekilde konum aldığını düşünüyorum. Biraz da Gezi’nin etkisi belki… Hani böyle dönemlerde çok hızlı dinamikler ortaya çıkar ya, geçmişte yaşananlar çok hızlı bir şekilde deneyim olarak hayata yansır. Onun türevleri biçiminde örgütlü-örgütsüz, herkesin oluşturduğu bu ‘hayır meclisleri’ meselesi, bence toplumsal muhalefetin bu süreçte alabildiği en iyi konum. Bu bir buçuk aylık süreç boyunca zaten bu dinamizm devam edecek. Bu çok da bereketli bir dönem. Pürüzler vs. illa oluyor, olacaktır ama bağımlı-bağımsız, örgütlü-örgütsüz herkesin yan yana ortak bir zemin kurması, bu zemin üzerinden hayır’ın örgütlenmesi, görünür kılınması açısından çok bereketli bir dönem başlıyor.
İkinci olarak da bu dönemde toplumsal güçlerin şöyle bir olgunluğu söz konusu; hitap edilmesi gereken kesimler konusundaki hassasiyet. Bunları zaten süreç boyunca herkes uzun uzun tartıştı, herkes öne koydu. Araştırma şirketleriyle yapılan toplantılar, sonuçlar üzerinden yapılan okumalar vs.ler ve yine özellikle mütedeyyin kesimlerle yapılan görüşmelerden ortaya çıkan şey şu; her ne kadar mesele tayyiple alâkalı olsa da bir kişiyi hedef almayan, partiyi hedef almayan, sadece umutlu bir şekilde, pozitif bir şekilde ülkenin geleceği üzerinden yürüyen bir sürecin örgütlenmesi oldu. Asla negatif işlemeyen, kişiselleştirmeyen, asla hakarete vardırmayan, asla karşı tarafı, karşı kesimleri incitmeyen bir dille kampanya yürütülüyor. Bu açıdan ben toplumsal muhalefet güçlerinin çok iyi adımlar attığını düşünüyorum.
Üçüncü olarak da OHAL’in, darbenin, bir yıldır hayatımızı karartan o bombaların, saldırıların, katliamların yarattığı bu iklime teslim olmuş bir şekilde değil ama insanların ruh hâlini anlar bir şekilde, ona uygun formatlar, eylemlilikler, müdahaleler geliştiriyor, buna özen-hassasiyet gösteriyor olması… Böyle dönemlerde toplumsal muhalefet güçlerinin en kolay uzlaşacağı şeylerden bir tanesi miting ama bir miting meselesi bile hakikaten kılı kırk yararak konuşuluyor. Bu açıdan çok kıymetli. Yani geri adım atalım, yapmayalım üzerinden değil ama insanların korkularını, hassasiyetlerini anlamak ve onun üzerinden yeni formlar üretmek çok kıymetli. Nedir bu formlar; birçok yerde insanların mutlaka kendi benzerleri üzerinden değil, onları ihmal etmeden, hayırcıları örgütlemeyi de ihmal etmeden, kafası karışıkların, kararsızların bulunduğu noktalarda, lokallerde çalışmalar yürütmesi, daha alttan, görünmeyen bir temas kurma çabasının varlığı… Olağan durumlarda, alışılagelmiş şekilde açık eylemliklerden ziyade, -ki bunlar da yapılacaktır, yapılıyor- esas olanın o kahvelerde, evlerde, apartmanlarda, lokallerde insanlarla bire bir temas kurarak, neden hayır dediğini anlatan bir bildiri vererek, sohbet edilmesi… Bu açıdan da bence çok hızlı kendini örgütledi ve yayıldı. Mesela her hayır meclisinde, en azından bir çoğunda, o bölgenin muhafazakar mahallelerinin listesinin çıkarılması ve o halka yönelik bir çalışma yapılıyor olması, bildirilerde bu dile çok dikkat ediliyor olması, kendi mahallemizin jargonlarının çok çok ötesinde bir durum oldu.
Aslında 15 yıllık yaşadığımız sürecin intikamını alacağımız bir dönem değil bu. Ben bu hataya düşmemizden çok korkuyordum, ki bunu yapan siyasetler de oldu, eleştirileri de yapıldı. Ki hakkımız da var sonuna kadar, uygulanan baskılar, yediğimiz tokatlar, yaşadığımız katliamlar falan açısından sonuna kadar hakkımız var ama iki ay daha muazzam bir olgunluk sergilemeliyiz; derdimiz 15 yıllık yıkımın intikamını almak, kendimizi deşarj etmek değil tam tersi olgunlukla örgütlenmek ve hayır çıkarmak. Neticede herkes buna uyarlanmış bir şekilde; böyle gidiyor şu an.

Peki referanduma geldik, referandum oldu, iki farklı sonuca göre iyisiyle doğrusuyla, evet çıkması ya da hayır çıkması durumunda toplumsal güçler nasıl durmaya devam etmeli, nasıl ilerlemeli, evet olduğunda ne yapmalı, hayır olduğunda ne yapmalı?
Bu konuyu ihmal etmememiz gerekiyor. Bir yandan yoğun çalışırken, kafamızın bir yerinde 17 nisan günü ve sonrasına dair bir hazırlığın olması şart. Benim bu konuda olgunlaşmayan bir fikrim var. Bir kere evet çıkması durumunda da, hayır çıkması durumunda da, kolay kolay durulmayacak bir süreçten bahsediyoruz. Evet’i içine sindirmeyecek milyonlar olacak; Hayır çıktığında da bunu içine sindirmeyecek bir iktidar bloğu olacak, halktan bahsetmiyorum, emekçi kitle sindirir ama iktidarın özellikle örgütlediği kesimler. Sadatlar, Osmanlı ocakları vs. bunların devreye girme olasılığı çok yüksek, referandum sürecinde de karşımıza çıkabilir. Bunları bir kere görmek lazım.
Çok zor süreçlerden geçiyoruz, ama yani bu iktidarın evet-hayır üzerinden böldüğü ve bölmeye devam edeceği bu dinamik, kaynayan kazan 16 Nisan’dan sonra da durmayacak. Bunu bir kere bilmek lazım. Ben açıkçası şöyle bir hisse, şöyle bir fikre sahibim; 16 Nisan’dan sonraki ilk günü sokaklarda, meydanlarda geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bahsettiğim handikaplara hani bu süreci özel olarak örgütlediğimiz, örgütlememize neden olan hassasiyetlerimize rağmen o günü sokakta geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü dediğim gibi aslında yani bunlar referandumdan sonra durmayacak, evet çıktığında bize yani eğer o bahsettiğim tepkiyi de vermezsek gerçekten o karanlık 3-5 senenin beklediğini söyleyebiliriz. Yani ondan sonra iktidarın nasıl bir uygulaması olacak kestiremiyoruz, nasıl bir hareketlilik nasıl bir durgunluk olacağını kestiremiyoruz. Ama bunu kabul etmeyecek çok muazzam bir toplumsal kitle olacağını görmek lazım. Bunun kendisi de zaten şöyle yansıyabilir hepimize; artık hareket etme biçimini değiştirmeye yönelik baskılar oluşturabilir, yani muhalefet artık kendisini gözden geçirmek zorunda.
Şöyle söyleyeyim; en meşru şekilde, en yasal şekilde hareket ettik; hiçbir şeyi zorlamadan yani gayet barışçıl, gayet yasal, meşru hareket ettik bunları yaparken öldürüldük, katledildik. Buna rağmen buna devam ettik.
Ama yani bu süreçten sonra üstüne bir de evet çıkarsa hile ile çıkacağı çok belli olacaktır; yani bunda herkes hemfikir, oranlar çok yüksek şu an o hileler ile baş etmenin adımları başlamış durumda, işte sandık güvenliği için yapılan çalışmalar, referandum günü yapılacak işler vs. evet’in bu hile ile çıkacağı çok aşikâr. Öyle bir durumda bir de üstüne hile ile hükümet karşımıza çıkarsa bence muhalefetin muhalefet etme biçimini, formunu falan gözden geçirmesi gereken bir döneme girmiş olacağız. Onu herhâlde 17 Nisan’dan sonra konuşacağız ama 17 Nisan günü verilecek ilk tepkinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. 7 Haziran’da da çok sessizdik, tamam 7 Haziran akşamı herkes kutladı, sokaktaydı falan ama 8 Haziran’da bambaşka bir hâldeydik; pozisyon almadık.
Belki bu sefer biraz daha hazırlıklı olmamız gerekir, daha planlı olmak gerekir, hatta bu ilişkileri kurarken şunu söylemek lazım herkese: “Arkadaş, 17 Nisan’da da beraber olmak durumundayız!”

Güçlü bir “hayır” örgütlenmesi iyi bir adım olur!

Çoban köpekleri sürüyü yönlendirelim derken, zorla onu bir “evet” yönüne itmek isterken, adeta kurt gibi, koyunlara saldırıyor. Basını, yalan mekanizmalarını devreye sokarken, adeta, kendini bitiriyor.
Saray, kendini sıkışmış hissediyor. Bu durum, birçok soruyu gündeme getiriyor.

REFERANDUM ve HİLE
İlk gündeme getirilen şudur: Hayır oyları çoğunluktadır. Bu durumda, Erdoğan hile yapacaktır ve sonucu bu hile belirleyecektir.
Muhtemeldir ki, bu olası bir durumdur. Saray ve Muktedir, hayır oylarının çoğunlukta olduğunu biliyor. Eldeki bilgilere göre, hayır oyları %70’lere dayanmıştır. Bu durumda Saray’ın bir hileye başvurma ihtimali, sürpriz olmaz.
Ancak, bilmek gerekir ki, bugüne kadar bu hile hep yapıldı. Ankara’da son belediye başkanı seçiminde Melih Gökçek’in kazanması, büyük bir hile operasyonudur ve dönemin içişleri Bakanı Efkan Âlâ’nın önemli katkıları ile gerçekleştirilmiştir. Bunların Muktedir’den bağımsız olmayacağı açık.
Ama bu oranda açık olan bir ikinci nokta, hile sürecinin, özellikle ABD’den, NATO’dan bağımsız yapılamayacağıdır. Yani, siyasal erki gerçek anlamı ile elinde tutanlar, ki bu ülkemizde ABD’dir, küçük çapta hilelere karışmayabilirler, ama büyük çapta hileler onların onayına tabidir. Sistemi kuranlar onlardır. Bu durumda, hile, Muktedir’den çok, ABD’ye bağlıdır. ABD’nin onayı, Erdoğan için büyük destek olur.
Bu nedenle, Erdoğan ve ABD arasında, içine tüm bölge sorunlarını alan bir pazarlık yürüdüğü görülmektedir. İngiltere Başbakanı Theresa May’i takibe, Merkel, ardından da ABD’li yetkililerin gelmesi, bu pazarlığın oldukça boyutlu olduğunu göstermektedir.
Ne istiyorlar bilmiyoruz.
Erdoğan ne veriyor, bunu da bilmiyoruz.
Ama, Batı’nın, Erdoğan’a ihtiyacı var mı, sorusu belirleyicidir. Erdoğan, başkan olduktan sonra, elindeki yetkilerle, Batı için nasıl bir anlam ifade edecek, sorusunu tartıştıkları kesindir. Suriye’de Erdoğan’a olan ihtiyaç ortadan kalkmış ise, Erdoğan’ın destek alması mümkün olmaz. Bu durumda da, büyük çaplı hile olanaklı olmaz.
Bu nedenle, “hayır” çalışması daha da önem kazanmaktadır. Hayır çalışması, sadece sonuç hayır çıkınca, etkili olacak bir çalışma değildir. Hayır çalışması, sistemin tümüne karşı mücadele örgütlemek, işçi sınıfının devrimcileşmesinin önünü açmak, kitleleri daha sağlam örgütlülüklerde birleştirmek için yapılmaktadır.
GİZLİ “EVET”ÇİLER
Bu referandumda gizli ‘evet’çiler vardır.
Bahçeli’nin açıkça evet dediğini biliyoruz. Tek oyum var, o da evet, demektedir. Bu sözlere bakılınca, Bahçeli’nin kötü bir biçimde “kuyruğundan yakalandığı” söylentileri gerçekmiş gibi görünüyor. Bahçeli, hangi nedenlerle “evet” diyor, anlatamıyor. Ama zaten, anayasa değişikliğine “evet” diyenlerin hiçbiri bunu anlatamıyor. Hepsinin ortak söylemi, Kandil “hayır” diyor, hayır diyenler teröristtir, şeklindedir. Bu durumda, Muktedir, bir kararname yayınlamalıdır. Saray’da bunca danışman, acaba ne iş yaparlar? Uyansınlar ve hemen yeni bir KHK yayınlasınlar, referandumda “hayır” demek yasaklansın. Hatta, daha iyisi, KHK ile anayasayı değiştirdik ve bundan böyle “çobanlık sistemi” var desinler. Olsun bitsin. Ne bu referandumlara gerek var, ne bu kadar korku çekmeye. Bu durum, Bahçeli’nin fiilî durumu yasal hâle getirme teklifine de gayet uygun düşer.
Referandumun gizli evetçilerinin başında “ulusalcı güçler” gelmektedir. Mesela Perinçek, bir gizli evetçidir. Bahçeli, neden öyle dedi anlamadık, ama birdenbire dedi ki, “Erdoğan mı, yoksa Perinçek mi, seçeceksek, bin kere Erdoğan’ı seçeriz” dedi. Acaba bir mesaj mı idi? Öyle idi ise kime ve ne mesajı veriliyordu? Bunları anlayamadık. Perinçek, Çin’den Bahçeli’ye anında yanıt verdi, özetle, Erdoğan’ı seçmek Perinçek’i seçmektir, çünkü Erdoğan, Perinçek’in söylediği politikaları uygulamaktadır, dedi.
Öyle ise, Perinçek, bu yeni anayasa değişiklik paketinde, adına çobanlık sistemi dediğimiz bu yeni anayasa değişikliğinde, görev aldığını mı söylemektedir? Bu bir itiraf ise, Perinçek “evet”çidir. Oysa TV kanalında, kuvvetsiz bir tarzda “hayır” demektedir. Hani, mecburen dermiş gibi.
Yine “ulusalcı güçler”, CHP de içinde, ısrarla, aslında PKK ve Kürtlerin “evet” diyeceğini söylemekte, böyle bir yalan yaymaktadırlar. Bu provokatif yalan, gizli “evet” çalışmasıdır. Bu konuda açıklamalar açık ve yaygın biçimde yapılmaktadır. HDP üzerindeki baskılar, tüm medyanın kontrole alınma girişimleri, bu tip yalanların anında yalanlanmasına da olanak tanımamaktadır.
7 Haziran seçimlerinde, AK Parti, çoğunluğu kaybetti, Erdoğan, açık bir darbe yaptı ve meclisi feshetti. O günden bu yana, Kürtlerin şehirleri bombalanıyor, çocukları öldürülüyor. Büyük bir devlet terörü, tüm bölgeyi yıkmaya yönelmiştir. Katliamlar organize edilmektedir. Binlerce Kürt öldürülmüştür. Günlerce sokağa çıkma yasakları uygulanmış, insanlar hastalarını doktora götürememiştir. Ve şimdi, bu evleri başlarına yıkılmış insanların, Kürt halkının referandumda, Erdoğan lehine, evet diyeceği yalanını, bu gizli evetçi ulusalcılar yaymaktadır.
Örnek olsun, Sözcü gazetesi, attığı manşetleri ile, bir gizli evetçidir. Havuz medyasını şiddetli eleştirerek, sonuçta bir pay almayı başarmışa benzemektedirler. Gazetenin politikası, “evet”i gizlice destekleme politikasıdır. Kötü bir hayır deklarasyonu, aslında evete çalışmak demektir.
Yeri gelmişken, CHP yönetimi, gizli “evet”çidir. Bu referandum boyunca, CHP üst yönetimi hiçbir şey yapmazsa, hiçbir açıklama yapmazsa, “hayır” oyları yükselir. Bunu iddia ediyoruz.
Tekeller, oldukça korkmuş görünüyor. Muktedir ile, Saray ile bir mücadeleyi göze almak yerine, Batı’nın, Erdoğan’ın ipini çekeceği günleri beklemekte, o günler gelene kadar ise, kârlarına kâr katmayı sürdürmeye bakmaktadırlar.
Doğan medya grubu, açık evetçidir. “Hayır” dediği için bir gazetecinin işine son vermişlerdir. Ve Aydın Doğan, bunu büyük hırsla, bir an önce yapmak için elinden geleni yapmıştır. Bu büyük hırsa kaynaklık eden korkuyu varın siz düşünün.
TÜSİAD, oyumuzun rengini açıklamayız, diyor. Buna “tarafsızlık” diyor. Ama kayıtlıdır, Ecevit hükümeti döneminde, çarşaf çarşaf ilanlarla hükümeti devirmişlerdir. Hatırlardadır, 12 Eylül sürecinde oylarını açıkça belirtmişlerdir. TÜSİAD, kendi korkaklığını gizlemek için, “tarafsız olma erdemi”ne sığınmaktadır.
İşte tüm bunlar, güçlü ve örgütlü bir “hayır” çalışmasının, önemli olduğunu göstermektedir.
İşçi sınıfı ve halklar için “hayır” çalışması, örgütlülüğü artırmak, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi yönünde bir adım atmak açısından büyük değerdedir. Hem, geniş bir zemine ulaşmak mümkündür, hem de daha örgütlü bir mücadelenin tek çıkış yolu olduğunu anlatmak çok daha olanaklıdır.
Referandum sonuçları da kuşkusuz önemlidir. Ama sonuçlar, “hayır” çalışmasının kendisi kadar önemli değildir. İyi bir hayır çalışması, çürümekte olan, dökülmekte olan sisteme karşı mücadele için bir basamak da olacaktır.
Hayır, sadece sandıkta hayır mührüne basmak demek değildir. Bu doğrultuda örgütlenmektir. Sistemin tümüne karşı mücadeleyi anlatabilmenin olanakları vardır. Hayır çalışması, sadece 18 yeni maddenin neler içerdiğini anlatma çalışması değildir. Hayır çalışması, günlük hayatımızın gerçeği içinde, sistemi topyekûn teşhir etmeyi hedeflemelidir.
Hayır çalışmasının hedefi, milyonlarca işçi ve emekçidir. İşçi ve emekçilerin örgütlü iradelerini ortaya çıkarma açısından hayır çalışması önemli bir olanaktır.

Suriye savaşı ve Türkiye’nin “kafa karışıklığı“

Büyük Osmanlı histerisi bir kere başlamış. Bir kere, Rusya’nın izni, ABD’nin onayı ile, Cerablus’tan Suriye topraklarına asker sokulmuş. IŞİD ile anlaşılarak geri çekilmeleri sağlanmış.
Bir emperyalist güç olamasa da, bir işgalci güç olma hevesi, fetih duygusunu kabartmış. Toprak fethetme isteği, bir kere akıllara düşmüş.
Her ne kadar, bir sabah yola çıkıp, ‘Şam’da öğlen namazı kılma’ hayalleri suya düşmüş ise de, olsun, fırsat aramaktan geri durulmayacaktır. Hem sonra Muktedir Erdoğan, bir dünya lideri olamazsa da, yangın çıkartan bir lider olmasının önünde hiçbir engel yoktur.
Sigmund Freud haklı galiba, “insan kendini göstermek ister, bazan yaparak, bazan yıkarak” diyordu (Tam söz bu olmayabilir, ama bu anlamdadır). İnsanın genel olarak kendini gösterme isteği ile, özel olarak Erdoğan’ın kendini gösterme isteği karşılaştırılırsa, yer ile tavan kadar bir fark çıkacağı kesin (Kendini gösterme isteği, toplumsal yaşamla bağlıdır. Yani, toplum yok ise, sizi görecek kimse kalmamış ise, alkışların bir anlamı kalmaz. Erdoğan tüm toplumu düşman hâline getirmiştir. Kendi etrafında sadece alkışlayanları vardır ve samimiyetleri de tartışma konusudur. Buna rağmen, onların alkışları olmadan, kendinin büyük lider olmasının anlamı olur mu? Bu duruma izninizle, “yaman çelişki” diyebilir miyiz?). Bu durumda, Ortadoğu coğrafyasında, her adımda başarısız olmuş bir Türkiye’nin muktedir lideri için, “yıkmak” ve “yakmak”tan başka yol kalmıyor.
İşte bu ruh hâli içinde Rakka, bu ruh hâli içinde Menbiç gündeme geliyor. Tüm TC devletinin yönetenleri, işgalci kimliği ile daldıkları Suriye topraklarında ölen askerlerin sayısını, orada olup biteni saklıyorlar. Tüm yöneticiler, hem savaş, hem insanlık suçu işliyor, hem de kendi halklarına karşı insafsızca yalanlar söylüyorlar. El Bab’da yaşananları, halk, kendi çevresinden, orada asker olanlardan vb. öğreniyor.
Elbette tümü, bu psikoloji ile açıklanacak bir süreç değildir Suriye savaşı. Türkiye, düşman ilan ettiği Suriye topraklarına, “Suriye’ye yardım etmek için” girmiş bulunuyor. Toprak fethetme hevesi, akıllarını başlarından almış durumdadır. Silâh sat, petrol al-sat ticareti o kadar kârlı bir tat bırakmış ki ağızlarında, her fırsatta, verilen kayıplara, ortaya çıkan yıkıma bakmaksızın, Rakka’ya doğru yürümek istiyorlar.
Açıkça, Türkiye yöneticileri, ABD’li yetkililere, “bize izin verin, biz sizin için savaşalım” diyorlar.
TC devletinin tüm yönetenleri, yönlerini kaybetmiş durumdadır. Bir gün kalkıyorlar, “IŞİD’i ABD kurdu” diyorlar. Bozuk bir saatin bile günde iki kere doğruyu göstermesi hesabı, bu açıklamaları da doğrudur. Ama ertesi gün, sizin için Rakka’ya doğru savaşıp IŞİD’i temizleyelim, diyorlar.
Biraz daha durumu görmeye çalışalım.
El Bab’da, güneyden Suriye ordusu, Doğu’dan PYD’nin de içinde olduğu Suriye Demokratik Güçleri sınırlara dayanmıştır. Türkiye de kuzeyden aşağıya doğru inmektedir. El Bab, tam olarak temizlenmiş değil ise de, yakın durumdadır.
Öğrenebildiğimiz kadarı ile, Rusya ve Türkiye arasında, Türkiye sınırının kapatılmasını da içeren bir anlaşma var. Bu anlaşmaya uygun olarak Rusya, El Bab kasabasında çizilmiş bir sınıra kadar TC güçlerinin gelmesine onay vermiş durumdadır.
Tüm bu süreç, Suriye savaşında kaybetmeye başlamış olan, istediklerini elde edememiş olan ABD ve müttefiklerinin yenilgisine ortak olan Türkiye’nin, Rusya’ya yakınlaşarak, kendini toparlama şansı elde etmesi demektir. Gerçekte, bu savaşta ABD istediklerini elde edemedi, bu doğrudur. Ama Türkiye’nin yenilgisi daha açıktır. Sadece Emevi Camii’nde namaz kılma hayallerinin ortadan kalkması nedeni ile değil, dahası Türkiye, bizzat bu savaşta El Nusra gibi IŞİD ve ÖSO gibi güçleri açıktan desteklemiş, onları topraklarında barındırmış, kamplar açmalarına olanak vermiş, eğit-donat programları uygulamış vb.dir. Savaşın her açıdan içinde olmuştur. Bu nedenle, bugünkü durumda kendini büyük kaybeden olarak görüyor.
Bu nedenle, sakince durumu değerlendirip, kararlı bir geri dönüş politikası izlemeye gücü yetmiyor. TV kanallarında bağırıp çağıranlar, gerçekte, Batı ile masaya oturduklarında, onların tetikçiliğini yapmış olmanın verdiği durum içinde konuşuyorlar.
TC devleti, bugün, aslında kendisine kim izin vermiş olursa olsun, Suriye topraklarından bir an önce çıkmalıdır. Ama bunu yapacak ne cesaretleri, ne de bağımsızlıkları vardır.
İşte bugün, El Bab’a dayanmış iken, her yetkiliden ayrı bir şey duymamızın arka planında bu yenilgi ve yanlış politika konusunda net bir hesap vermeme eğilimi vardır.
TC devleti, kendi varlığını, içeride halkların tümden düşman, dışarıda halkların tümden düşman görülmesi üzerinde şekillendirmektedir. İçeride en küçük bir hak aramasına var gücü ile saldırmaları, üniversite öğretim üyelerinin cüppelerini ayaklar altında çiğnemeleri, işçilerin her eylemini bastırmak için binlerce polis devreye sokmaları, bu anlayışın ürünüdür. Bu, güçlü olmak değil, güçsüz olmak demektir. Bugün de Türkiye, bölgedeki tüm halkları kendine düşman görmekte, giderek de kendine düşman etmektedir.
ABD, yeni yönetimi ile birlikte, Suriye’deki süreci nasıl yeniden ele alacaklarının hesaplarını yapmaktadır. Türkiye, bir yandan Rusya ile birlikte hareket etmekte, diğer yandan ise, ABD ile birlikte hareket etme eğilimini açıkça ortaya koymaktadır. ABD’nin bölgeye dönük adımları, TC devletini heyecanlandırmış durumdadır ve Erdoğan, El Bab son nokta idi demekten, hemen geri döndü ve Rakka’ya kadar yürüme isteğini, büyük bir iştahla dile getirmektedir.
Türkiye, görünüşe göre ABD ve Rusya arasında dans etmektedir. Büyük diplomasi başarısı buradan çıkacak umudundadırlar. Oysa, bu artık bir dans değildir. Bu, ayakların ayrılması durumuna yakın durumdur.
Uzmanlar şu soruyu sormaktadır: Acaba Rusya ve ABD ile aynı anda, birlikte olabilir miyiz?
Bu sorunun kendisi yanlıştır. Ama ona gelmeden, bu konuda birkaç şey söylemek mümkün. Rusya ve ABD, bu savaşın iki ayrı ucudur. Elbette aralarında anlaşmalar olur, savaşlar kadar gerçektir bu. Ama konu Suriye olunca, mesele açıktır. IŞİD ve uzantıları, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, S. Arabistan ve Katar tarafından organize edilmiştir. Bu sır değildir. Yani, Batı’nın, IŞİD ile mücadele diye bir derdi yoktur, olamaz. Burası nettir. Burada uzlaşma, geçici olacaktır.
Öte yandan Türkiye, NATO üyesidir. Ve ikisi ile birlikte olmak ne anlama gelir, sorusu açık bir sorudur.
Üçüncüsü, Türkiye bu savaşta, bir fiilî işgalci bir güç olarak komşu ülkenin topraklarına girmiştir.
Dördüncüsü, bölgede gelişmeler, Kürt meselesini doğrudan etkilemektedir. Ve TC devletinin bu konuda savaşçı, baskıcı, imha ve inkârcı politikaları dışında attığı bir adım yoktur.
Bu şartlarda, hem ABD’ye evet demek, hem Rusya’ya evet demek ne demektir? ABD’ye “Rakka’ya bizimle git, PYD ile değil” derken, arkadan telefonla Rusya’ya, böyle konuştuğumuza bakmayın demek gibi bir şey mi?
Ama bu soru kökünden yanlıştır. Türkiye, en kısa sürede, El Bab da içinde, tüm Suriye topraklarından çıkmalıdır. IŞİD ile net bir mesafe koymalı, ne Suriye’nin Afganistanlaştırılmasına yol açmalı, ne de kendisinin Pakistanlaşmasına olanak vermelidir. Türkiye, hemen, bölgedeki tüm halklarla birarada yaşama isteğini ilan etmeli ve tüm düşmanlıkları ortadan kaldıracak adımlar atmalıdır. Bu demektir ki, en başta, kendi ülkesindeki halklarla barışmalıdır. Bunun başında da Kürt halkı gelmektedir. Elbette, bunlar, özgürleşme, demokratikleşme demektir, en azından. Ve elbette biz biliyoruz ki, TC devleti böylesi bir şeyi yapmayacaktır. Ve bu nedenle, gerçek anlamda savaşın bitirilmesi, bölgemizde anti-emperyalist mücadelenin yükselmesine, sosyalist bir devrimin zaferine bağlıdır. Bu da elbette, biz devrimcilerin, işçi ve emekçilerin hedefidir.
TC devletinin, “yüksek diplomasi” diye tanımladığı, bu güçlerin arasında dans etme ve kendi hatalarını unutturma siyasetidir. Bunun başarılı olma ihtimali yoktur. Biraz da bu nedenle, Türkiye, şu anda kendisine uzatılan her ele sarılmak için heveslidir.
Hem emperyalist bir ülke olmayıp, hem bağımsız bir ülke olmayıp, hem de fetih ruhu ile fetihlere çıkmak, kendine güvensiz ve kompleksli birinin ölüm perendesi atmak üzere seyirci karşısına çıkmasına benzer. Havalı bir durumdur. Ama aşağılık kompleksi ve kendine güvensizlik, ağır bir prangadır.
Türkiye’nin daha da özgün bir durumu vardır.
Suriye konusunda yenilginin hesabını vermekten kaçma isteği, yenilgiyi hasıraltı etme isteği, biraz da, Erdoğan’ın, mutlak iktidar isteği nedeni iledir. Erdoğan, her gün çark etse de, sanki hep aynı yolda yürüyormuş gibi yapmaktadır. Buna halkın inandığı fikrindedir. Mutlak iktidar isteği, durumun bunca ağırlığına rağmen, ciddiyetle önlem alınmasını da önlemektedir.
Bu nedenle, Erdoğan, Suudi Arabistan ve Katar ile, daha gizli ilişkilere girmekte, İhvan ruhunu canlı tutmak için gizli ilişkiler geliştirmektedir. Bunu bizim görebildiğimiz ortada iken, göbekten bağlı oldukları NATO’nun görmeme ihtimali yoktur. Artık, iktidarda kalmak, başlı başına bir amaç hâline gelmiştir ve bunun için, her türlü ilişki denenmektedir. Bu durumda TC devletinin diplomasi dansı, 7 Kocalı Hürmüz’ün durumuna benzemeye başlamıştır.
Açıkça, Erdoğan’ın istekleri ile devlet politikaları birbirine karışmış durumdadır. “Kafa” tam anlamı ile karışık durumdadır.
Astana’da, Kürtlerin Suriye içindeki konumu, Suriye’nin yeni anayasası gibi konular ele alınırken, bunların ülke içinde halktan saklanması da boşuna değildir.
Yakında, Erdoğan’ın, Esad ile görüşeceği, belki de zaten görüşmüş olduğu ortaya çıkacaktır.
Suriye savaşı, bugün ABD’nin yenilgisi anlamına gelse de, ABD, bu savaşta daha hamleler yapacaktır. Bu dünya çapında süren bir üçüncü dünya savaşının parçasıdır. TC devleti, topraklarını genişletme hevesleri yerine, bölgede barışı destekleyen bir politika geliştirebilirse, bir işe yarayabilir.

Her şeyin bir ömrü vardır ya da yeni devrim dalgası

Tartışmanın bir başlığı, ABD hegemonyasının sonuna gelinip gelinmediğidir.
Buna bağlı bir ikinci başlık, 2008’de finansal alanda ortaya çıkan krizin, hâlâ atlatılmamasının anlamı ya da bu krizin niteliği üzerinedir.
Bunlardan ayrılmayacak şekilde bağlı bir başka tartışma, Üçüncü Dünya Savaşı meselesidir.
Bu arada, dünyada, hemen her yerde bir gerici dalga yükselmekte, ırkçılık ve milliyetçilik yükselmekte, bunlarla bağlantılı olarak dinin daha saldırganca kullanımı gündeme gelmektedir. Son dönemde sahneye çıkan bazı kişiler, örgütler vb. bu sürecin göstergeleri olarak ele alınmaktadır. IŞİD bu doğrultuda bir örgüt iken, Amerika’da yükselen ırkçılık ve polis kurşunları ile can veren Afrika kökenli insanlara karşı saldırıları organize eden de bir örgüttür. Ama bunların yanında, Le Pen gibi, Trump gibi, Erdoğan gibi aktörlerin sahne almasına da şahit oluyoruz.
Kuşku yok ki, bu arada, finansal ve teknolojik gelişmelerin kapitalist sermaye birikimi ve kâr maksimizasyonu süreçlerini nasıl etkilediği de sık sık tartışılmaktadır.

ABD HEGEMONYASININ SONU
Kapitalizm bir dünya sistemidir. Dünya kapitalist sistemi dediğimizde, sadece kapitalist sistemin tüm dünyaya ya da neredeyse tüm dünyaya (kavramın ilk kullanıldığında hatırı sayılır ölçüde feodal ilişkiler sistemin içinde yer almaktaydı. Ama buna rağmen kapitalist dünya sistemi kavram olarak doğru idi) yayılmış olduğunu söylemekle kalmayız. Kapitalist dünya sistemi dediğimizde, onun kendi içinde bir işleyişi olduğunu, ayrı bir yapısı olduğunu kabul etmiş oluruz. Kapitalist dünya sistemi, elbette merkezinde emperyalist ülkelerin olduğu bir sistemdir. Ve elbette ki, bu emperyalist ülkeler, sömürgeleri ile birlikte var olurlar. Kuşku yok ki, sömürge ülkeler arasında bir çok açıdan farklılık olur. Ama kapitalist dünya sistemi denildi mi, mutlaka emperyalist güçler ve onların sömürgelerinden söz ediyoruz demektir. Farklı gelişmişlik düzeyleri ile bu sistemi anlatmış olmayız. Tersine, kapitalist dünya sisteminin emperyalist ülkeler ve sömürgelerinden oluştuğu gerçeğinin üzerini örtmüş oluruz. Bilerek ya da bilmeyerek. Bu nedenle farklı gelişmişlik düzeyleri, bizim kapitalist dünya ekonomisi kavramımızı açıklamaya yetmez.
Kapitalizmden önce, feodalizm de bir dünya sistemi idi. Ama kapitalist dünya sistemi, daha geniş alana ya da derinlemesine bakacak olursak, her alana daha derinlemesine nüfuz etmek de demektir. Dünya sistemleri, geliştikçe, daha geniş alanda ve daha derinlemesine etki kazanıyor. Bu, sömürünün de daha fazla yayılması ve derinleşmesi demektir. Kadın emeğinin, çocuk emeğinin sanayinin hizmetine sunulması, bu derinleme sömürüye örnek olabilir.
Tüm bu süreçleri anlatabilmek adına, biz, kapitalist-emperyalizm diyoruz. Bu yolla, hem dünya çapında sömürgeciliğin, aslında kölecilikle, insanın insan tarafından sömürülmeye başlaması ile başladığını, kapitalizmle bunun yeniden örgütlenmiş olduğunu söylemiş oluyoruz, hem de kapitalizme atfedilen “olumlu” rolü pek de sevmediğimizi ilan etmiş oluyoruz.
Kapitalist dünya sisteminin, kendi içinde değişimi, tarihsel gelişimi, eğer yanlış olmayacaksa “evrimi” vardır. Başlangıçta, İngiltere’nin açık bir hegemonyası vardı. “Toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk”, 1. Dünya Savaşı sonrasında geçilmeye başlandı. Özellikle Almanya’nın ekonomik gelişimi, İngiliz ekonomisini zorluyordu. Ama yine de, II. Dünya Savaşı sonrasında gördüğümüz şey, Amerikan hegemonyası oldu. Demek ki, bu hegemonya, sadece “ekonomik” bir kavram değil. Hegemonya, konu emperyalist güçler arasında ilişkiler olunca, aynı zamanda askerî bir anlam da ifade ediyor.
İngiliz hegemonyasında kapitalist dünya, daha az “birarada” idi. 1917 Ekim Devrimi sonrası, bu süreç değişmeye başladı. Kapitalist dünya sisteminin zinciri bir yerden parçalanmıştı. Buna karşı, dünya burjuvazisinin ve dünyanın tüm gericilerinin ortaklaşa hareket etme kabiliyeti gelişmeye başladı. İngiltere’nin bunu teşvik ederken, kendi çıkarlarına, sistemin ortak çıkarlarından daha fazla dikkat ettiği de açık.
Ama İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ABD hegemonyası dönemi, oldukça farklıdır. ABD öncülüğünde tüm emperyalist blok, SSCB’ye ve dünya devrimine karşı kendi örgütlülüklerini yaratmaya çalıştılar. Uzun Soğuk Savaş yılları içinde NATO, dünyanın her yerinde devrimleri bastıran, katliamlar organize eden, halkları kurşuna dizen, gladio örgütlenmeleri sağlayan bir mekanizma oldu. NATO, dünya tekellerinin, karşı-devrim örgütünün adı oldu.
Bu koşullarda ABD’nin, hem rakipleri olan diğer emperyalist ülkeler üzerinde açık bir hegemonya kurması olanaklı oldu, hem de pastadan büyük payı alması mümkün oldu. ABD doları, rezerv para hâline geldi. ABD silâhları, alıcıları önceden belli bir pazara sahip oldu vb.
SSCB’nin çözülmesi, güç dengelerini değiştirdi. Deyim uygun düşerse, tahterevallinin bir ucundan SSCB’nin kalkması, bir eğik düzlem oluşturdu ve bugün ABD’nin “herkes eşit yük alsın” taleplerinin temeli olan süreci başlattı. Aslında ABD, daha önce aslan payını almaya alışıktır. Ama bu kez, işin maliyet bölümü ortaya çıkmaya başladı ve diğerleri, giderek bu maliyetlere katılmama eğilimine girdi.
Bu eğilim daha da artacaktır.
Bugün, Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin ABD tarafından sistematik dinlendiği bilgileri, aslında yeni öğrenilmiş şeyler değil. Bunlar eskiden beri varolan, her devletin bildiği ama sustuğu konulardır. Bugün, artık, ABD’nin kontrolünden çıkma isteği ortaya çıktığından, bu durum kamuoyuna açıklanmaktadır. Sanki yeni bir dinleme sistemi varmış gibi ortaya atılmaktadır.
Açık olan şudur, SSCB’nin çözüldüğü 1989’dan bu yana, 27 yıl geçti. Ve bugün, Japonya, Almanya, Fransa, çok isteksiz de olsa ve farklı bir yol ile ABD’nin akıl hocası olmaya soyunan İngiltere, ABD hegemonyasından çıkmaktadır.
Bunun kolay olmayacağı da kesin.
Ama dahası, ABD hegemonyası yerine, bu ülkelerden birinin hegemonyası geçmeyecekse, belki de daha parçalı bir süreç ortaya çıkacaktır. Yani, birden fazla gücün, kendince merkez olduğu bir süreç olacaktır.
Olacaktır, iddialı bir söz. Bu ancak, dünya çapında bir devrimci merkez yok ise, SSCB gibi bir güç yok ise mümkündür. Yeniden bir denge durumunun oluşması hâlinde, yine bir anti-komünist ittifak oluşacaktır. Elbette öncekinden daha farklı olmak koşulu ile.
Olacaktır iddialı bir söz. Biz, bugün ABD hegemonyasının tek tek aslanın dişlerinin çekilmesi süreci ile mi son bulacağını, bulacaksa, bu dişleri kimlerin çekeceğini bilmiyoruz. Bir yeni dünya savaşı gündemde olduğuna göre, oldukça sancılı, belirsizliklerle dolu bir yoldur bu.
Ve bugün tam da bu yolun ortasındayız. Daha çok başında, ama ortasındayız.
SSCB çözülür çözülmez, ABD’nin dünya imparatorluğu hayalini deklare ettiğine şahit olduk. Bir yandan Kissinger, diğer yandan Fukuyama, bu yeni imparatorluk için epeyce hayaller kurduklarını bize göstermiş oldular. Dünyanın tek super güçle, barış içinde yönetileceği fikri, çok zaman almadan yerle bir oldu. Bugün, birden fazla super güç olacağı artık kabul görüyor.
Rusya ve Çin bir blok olarak ele alınıyor.
Almanya’nın askerî açıdan zayıf olduğu söyleniyor. AB’nin belkemiğini oluşturan Almanya ve Fransa’nın, her zaman aynı hareket edebilecekleri de tartışma konusu. Ama AB’nin bütünlüklü kalması zor görünüyor.
İngiltere’nin dünyayı yönetme konusundaki deneyimine rağmen, hem ekonomik hem de askerî olarak zayıf olduğu söyleniyor. Daha çok ABD’ye eklenmesinden söz ediliyor. Mümkündür, orada, bir “akıl hocası” olma rolü vardır.
Tüm bunları tartışmak, ABD’nin hegemonyasının, savaşsız, gürültüsüz sona ereceği anlamına gelmemesi gerekir. Daha şimdiden, 11 Eylül, ardından Afganistan işgali, ardından Irak işgali, ardından Libya ve ardından Suriye savaşlarına tanık olmuş bulunuyoruz.
Bugünlerde ABD devletinin içinde farklı eğilimlerin çatışmakta olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Bu, hegemonya meselesi ile de bağlantılı olmak zorundadır. Biz bu çatışmayı, en son ve en açık şekilde, ABD başkanlık seçimlerinde gördük. ABD egemenlerinin Clinton’dan yana bir ağırlığı olduğu anlaşılıyor. ABD seçimlerinin, Suriye ve IŞİD operasyonlarındaki başarısızlıkla bir bağlantısı var mıdır? Olmaması mümkün değildir. ABD devletinin, doğrudan Rusya’yı, Trump’ı destekledi, diye suçlaması, görünüşte saçmadır. Ancak, bu bağlantılar nedeni ile açıklanabilirdir. ABD, Suriye savaşının sarsıntılarını daha yeni yaşamaya başlamıştır. Öyle anlaşılıyor dahası vardır.
Suriye savaşı, hem ABD’nin “istediğini başarır” imajını delmiştir, hem de maliyetlerini çok artırmıştır. Suudi Arabistan ve Katar, işin mali yükünü çekmek için baştan son derece gönüllü idi. Ama işler istenildiği gibi gitmedi ve durum bugün pek de parlak değildir.
ABD, elbette ki tam bir yenilgi yaşamış değildir. Ama hafife alınacak bir durum da ortada yok. Suriye savaşı, ABD egemenlerinin kendi yollarını çizme konusunda tartışmalarını artırmıştır.
Trump, Meksika sınırına duvar inşa etmektedir. Bunun nedeni, Meksikalı göçmenler değildir. Tersine, ABD egemenleri ya da bunların en azından bir kısmı, Teksas’ın ayrılmasını engellemek istemektedirler. Bu duvar daha çok bu işlevi görmek üzere planlanmaktadır. Göçmen meselesi tümü ile uydurmadır.
ABD hegemonyasının sonuna gelindiği yönünde epeyce kanıt vardır. Elbette, bugün sürmekte olan savaşın, nasıl sonuçlanacağı bu açıdan da önemli. Her türlü sürprize açıktır savaşlar.

2008 KRİZİ; KRİZ BİTMİYOR!
2008 krizi, ilgiye değer bir krizdir. Bu konuda okuyucunun birçok kaynak bulabileceğini biliyorum. Bu nedenle, ne oldudan çok, bize neleri gösterdiği üzerinde durmamız yerinde olur.
2008’de, Mortgage krizi diye bir kriz, herkesin gündemine düştü. Amerika’da, insanlar evlerini satmaya çalışıyor ama fiyatlar yerlerde sürünüyordu. TV kanallarında, Amerikalı ailelerin durumunu gösteriliyordu.
300 bin dolar ile bu evi aldık. Banka kredisi almıştık, ama işimizi kaybettik, 120 bin dolar ödemiştik. Derken banka bizim evimizi satmaya karar verdi. Baktık ki, evimize en çok 100 bin dolar veriyorlar. Çünkü herkes evini satmaya çalışıyor. 100 bin dolara satsak da, bankaya kalan 180 bin dolar borcumuzu ödeyemiyoruz. Hem ödedik, hem de evimiz yok.
Aşağı yukarı buna benzer bir hikâye ortaya çıktı.
Aşırı borçlanma, tüm hisse senetleri, finansal araçlar, bu arada konut fiyatları vb.nin de aşırı şişmesi, bir yerden balonun patlamasına yol açtı ve ardından gümbürtü geldi.
Birçok büyük banka battı. ABD’de, İngiltere’de büyük bankaların hemen hepsi battı. Bazı bankalar, “batamayacak kadar önemli” bulundu ve onları kurtardılar. CitiBank bunlardan biridir. Kriz öncesinde 250 milyar dolarlık bir şirket idi. Krizde 25 milyar dolar karşılığında Çinlilere satılacaktı ki, “satılamayacak kadar önemli banka” kategorisine girdi. Rockefeller ailesinin bankası, ABD istihbaratı adına pek çok örtülü operasyonda görev almıştı. Satılırsa ne olacaktı? Bunun yerine, bankaya, krizden önceki değerini aşan bir meblağ transfer edildi, CitiBank, içine 360 milyar dolar enjekte edilerek kurtarıldı.
Modern kapitalizm tekelci karakterdedir. Tekelci kapitalizm, pazarın bölüşülmesine, ilave ek tekelci kârlara, sermayenin merkezîleşmesi ve yoğunlaşmasına, banka ve sanayi sermayesinin birleşmesine dayanır. Bu eğilim, 1870’lerde ortaya çıkmış, kapitalist gelişimin kaçınılmaz ürünüdür. Tekelci kapitalizm, elbette tekeller çağı demektir. Ve günümüz karanlığı bu tekelci egemenlik olmadan açıklanamaz.
Kabaca 1970’lerden bu yana, dünyanın sayılı tekelleri, sermaye birikimi ve sermayenin yeniden dağılımı (kapitalistlerin kapitalistler tarafından mülksüzleştirilmesi, bu yolla sermayenin daha az sayıda elde toplanması) için, daha çok ama daha çok finansal manipülasyona başvurdular. Şirketlerin hisseleri ile oynamak, büyük para transferlerini organize etmek yolu ile, farklı kaynaklarda birikmiş sermayeyi ele geçirmek, kârlı alanlardan artı-değeri çekmek çok daha ucuz, daha kısa zamanda gerçekleştirilmekteydi. Bugün de öyledir. Aslında finansallaşma dediğimiz şey, tekelci kapitalizme özgüdür ve daha hızlı “sermaye birikimi” olanağı sunmaktadır. Aslında bu sermayeyi, o tekel grubu biriktirmiyor. Ama finansal gücünü kullanarak, varolan bir işletmenin kontrolünü eline geçiriyor ya da bir başkasını batırabiliyor.
Aslında finans alanı, on yıllardır kapitalizmin altın çocuklarının yetiştiği alan oldu. Eskiden, büyük çaplı üretimin gerektirdiği mühendislikler vb. gözden düştü, bunun yerine, borsalarda boy gösteren, bir metaın yarınki değerini tahmin etmeye çalışan, piyasadan her türlü dedikoduyu almaya yatkın, şekilsiz servis elemanları göz doldurmaya başlamıştı.
Aslında hikâyenin bu kısmı, bilenler için yeni değildir. 1970’ler bu açıdan önemli dönüm noktasıdır.
1970’lerdeki bu eğilim anlaşılmadan, dünyada gelişen darbe süreçleri, sermayenin uluslararasılaşma eğiliminde büyük artış da anlaşılamaz ya da eksik anlaşılır.
“Finasal çağ” diye övünenler, bu çağı, hız ile örtüştürmeye çalıştılar ve birçok açıdan doğrudur.
Bugünün bilgi-iletişim ya da bilgi-işlem süreçlerinde bu finansallaşmanın etkisi, en az endüstrinin gelişimi kadardır, belki de daha fazla. Sermayenin uluslararasılaşmasındaki hızlanmayı da üzerine koyun.
Büyük bilgi işlem sistemlerini, bugün bize, kapitalizmin işleyiş yasaları dışında bir alan gibi sunmaları, aslında, büyük çaplı bir göz boyamaktan başka bir şey değildir. Kapitalist üretimin yasaları ne ise, aynısı bilgi-işlem alanında da geçerlidir. Google, facebook, IT şirketleri ve daha başkaları, elbette büyük kapitalistlerin, yani, uluslararası tekelci sermayenin elinde olacaktır.
Bugün de böyledir.
İşte, 2008 krizi, patlayan balonlarla, alttan alta var olan krizin su üstüne çıkması demek idi. Bu gerçekleşti. Aslında, aklı başında iktisatçılar, ister burjuva cepheden olsun, ister sol cepheden, bu krizi hissediyorlardı. 2008’de patlayana kadar, hiç kimse bu krizin bu kadar etkili olabileceğini kestiremiyordu. Sadece CitiBank örneği, durumu anlamak için yeterlidir. Lütfen, “batırılamayacak kadar önemli bankalar” terimine de dikkat edin. Aslında, 2008 krizi üzerine yazılanlarda “batırılamayacak kadar büyük bankalar” derler. Biz, “batırılamayacak kadar önemli bankalar” diyoruz, çünkü, bu bankalar, kapitalist sistemin karargâhı sayılır. Sermaye hareketleri, aslında ekonominin ne yönde gelişeceğini belirlemek açısından büyük ölçüde önemlidir ve buna bankalar karar verirler. Ama biz sadece bunun için değil, aynı zamanda, bu bankaların “örtülü operasyonlarda” aldıkları görevler nedeni ile, salt ekonomik rolleri değil, siyasal yönleri ile “önemli” olduklarını biliyoruz.
Bugün, krizin üzerinden 9 yıl geçmiş olmasına rağmen, kriz hâlâ devam etmektedir.
Bunu anlamak için, şu rakama dikkat edin: 2008’de kriz patlak vermeden önce, dünyadaki tüm servetin büyüklüğünü 10 kat aşan bir finansal balon vardı. Yani, bir anlamda dünya GSMH’nin 10 katı büyüklüğünde bir balondur bu.
İşte bu nedenle, kriz bir türlü bitmiyor.
Bu bitmeme yönü, kapitalist sistemin her zaman ortaya çıkan krizlerinden farklı olarak, bu krize daha bir ağırlık katıyor.
2008 krizi, sadece hisse senetlerinin buharlaşmasına yol açmadı, katı cisimlerin, servetin, binaların vb. daha da hafiflediğine şahit olduğumuz bir kriz oldu.
2008 krizi, mesela doların, dünya kapitalist siteminin rezerv para birimi olması özelliğine de son verdi.
Bu son derece önemlidir.
Bugün, doların yerine başka bir tek paranın rezerv para olarak öne çıkacağı fikri uzak ihtimale benzemektedir. Daha çok, birden fazla paranın rezerv olarak kullanılması sürecinin başlayacağını düşünmek mümkündür. Bunu görüyoruz. BRIC ülkelerinin dolarsız, eurosuz alışveriş yapma eğilimleri bunun en açık kanıtıdır.
2008 krizi üzerine tartışanlar, aslında kapitalizmin krizlerinin sürekliliği nedeni ile, bu durumun normal olduğunu da söylemektedir. Elbette, kapitalizm, sürekli olarak bir krizi aşmakta, bir yenisi ve daha büyüğü ile karşılaşmaktadır. Ama 2008 krizi, kapitalizm hayranlarının “yaratıcı yıkıcılık” diye göklere çıkardıkları finansal alanın yıkılışına tanıklık etmiştir. Bunun akılda tutulması önemlidir.

DÜNYANIN YENİDEN PAYLAŞIMI SAVAŞI
Birçok yerde söylenir, savaş kapitalizmin bazı sorunlarını çözer. Birçok “aklı evvel”, utanmadan kalkıp, savaş yolu ile bir nüfus planlamasını savunur. Savaşın yıkıcılığına bakmadan, savaşta ölenlerin kendisinden olmamış olmasına dua ederek, savaşı çözüm olarak sunarlar.
SSCB çözüldüğünden bu yana, dünyanın yeniden paylaşımı savaşı, dünyanın her alanında farklı düzeyde gelişmektedir. ABD, hâlâ askerî üstünlüğü elinde tutmakta iken, diğer güçleri kendi politikalarına razı etme peşindedir. Bunun için, örneğin Libya savaşında olduğu gibi, onları etrafında tutabilmek için bazı paylar vermektedir.
Ama aslında bu, tüm emperyalist güçlerin birbirini boğazlama savaşıdır.
Bu savaş, her coğrafyada, halkların kullanılması biçiminde sürmektedir. Sürekli olarak bu savaşlar, ABD topraklarına uzak, dünyanın başka halklarının birbirini kırması şeklinde yürümektedir.
Bu hem bir bölüşümdür, hem de silâh sanayiinin, ilaç sanayiinin akıl almaz kârlar elde etmesine olanak sağlayan bir gelişmedir.
ABD, NATO’yu kullanarak Batı’yı kendi kontrolünde tutma peşindedir. AB ülkeleri ise, NATO şemsiyesini usulca devralmak için zaman beklemektedir. Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa gibi ülkeler, savaş sürerken kendi konumlarını güçlendirme, kontrolden kurtulma hedefindedir.
Ama tüm bu süreçler sürerken, Afganistan’dan başlayarak ABD, kendi kurallarına uygun bir dünya yaratmaya yönelmiştir. Afganistan’ı Irak izledi. Ama bu her iki alanda da, elde ettiklerinden çok, elde edemedikleri ile gündeme gelmektedir. Irak’ta aslında İran’ın genişlediğini tartışanlar, tam da bu noktayı vurgulamış oluyorlar.
Bir açıdan bakılırsa ABD üsler elde ediyor, silâhlarını satıyor, sahaya yerleşiyor vb. Ama diğer taraftan, istediği sonuçları elde edemiyor. Bu nedenle, Afganistan’da kendisine destek veren NATO şemsiyesini tutmakta zorlanıyor. Libya, tam da böyle bir süreçte, yeniden saldırılarına hız vermek için, bir ittifak tazeleme saldırısı işlevini gördü.
Suriye, bu sürecin içinde gündeme geldi. Ve ilk kez, Suriye savaşı ile Rusya, ABD’ye dur deme adımını attı, sahaya çıktı.
IŞİD, aslında savaşın yeni biçimlerine de işarettir. Çeteler, devlet olarak ilan edilmektedir. IŞİD, dünyanın birçok devleti ile diplomatik ilişki kurmuştur ve bunlara, ABD, Suudi Arabistan, İngiltere, İsrail, Türkiye gibi ülkeler de dahildir.
Tüm bu süreç, aslında dünyanın yeniden paylaşımı için bir savaşın yürümekte olduğunu göstermektedir.
Birçok şey, aslında bu savaş sürecinde netlik kazanacaktır.
Savaşın bugünkü aşaması, bazı sonuçlar vermiştir bile. İlk olarak neo-liberalizmin sonuna gelindiğini görmek mümkün. Bu elbette, başka tarzda bir saldırının devam etmeyeceği, daha “demokratik ve barışçıl” bir kapitalizm olacağı anlamına gelmiyor. Ama, son Davos forumunda, Çin liberalizmi savunurken, ABD, korumacılıktan vb. söz etmeye başlamıştır. ABD, bazı yatırımları içe, kendi ülkesine çekme eğilimindedir ve bu noktada şirketlere gözdağı verilmektedir. Bazı ülkeler ile gümrükleri sıfırlayan anlaşmaları kaldırma eğilimi devrededir. Kısacası ABD, bugün, ayağa kalkma, toparlanma isteği ile hareket etmeye başlamıştır. Bu, elbette işçi sınıfına, emekçilere dönük yeni saldırı dalgalarının olmayacağı anlamına gelmez. Ama neo-liberalizm, birçok açıdan geri düşecektir.
Savaş, elbette, kapitalizmin yaralarına ilaç olmayacaktır, olamaz. Ama öyle anlaşılıyor ki, dünyada bu savaşı durdurabilecek tek güç, dünya işçi sınıfıdır, devrimci bir kalkışmadır. Başka herhangi bir nedenle paylaşımın ertelenmesi mümkün görünmemektedir.

DÜNYA DEVRİMİNİN YENİ DALGASI
Her şeyin bir ömrü vardır.
Kapitalist sistem, tüm kurumları ile, tüm varlığı ile, insanlığın gelişiminin önünde ağır bir engeldir.
Kapitalizm, insanı tüketerek, insanı insan olmaktan çıkartarak kendi varlığını devam ettirebilmektedir. Başka türkü ayakta kalması mümkün değildir.
İnsanlaşma ile, doğanın bir parçası olarak insanın gelişimi ile, kapitalist sistem arasında büyük bir çatışma vardır. Kapitalizm insanı yok ederek var olabiliyor. İnsanlık, kapitalizmi aşmak zorundadır, başka türlü gelişimini sürdüremez.
Kapitalist sistemin, her şey gibi, bir ömrü vardır.
Burjuva egemenler, tekeller, sonsuz bir egemenliği sürdüremezler, sürdürememektedirler.
Kapitalist sistemin sonunu, 1917 Ekim Devrimi açık olarak gösterdi. 1917, kapitalist-emperyalist sistemin sonu idi. SSCB çözülünce, Fukuyama, “tarihin sonu” diye boşuna sevinmedi. Fukuyama, tarihin kapitalizmin sonunu getirdiğini, getireceğini biliyordu. O da, tarihin sonunu ilan etti.
Fukuyama bilmez mi, tarihin sonu, “zamansızlık”tır, en basit ifade ile “zamanın durmasıdır”? Elbette bilir. Ama ya kapitalizmin ya da tarihin (insanlığın) sona ermesi gerektiği konusunda bir fikri vardır. Bu konuda haklıdır. Gerçeğin sadece bir küçük parçasını da ifade etse, bir açıdan doğru söylemektedir. Kapitalizmin sonu gelmezse, insanlığın sonu gelecektir.
Her şeyin bir ömrü vardır. Kapitalizm, bu sonuna geldiği ömrünü, sunî yöntemlerle, insanoğlunu bitkisel hayata iterek, karanlığa mahkûm ederek uzatmak istemektedir.
Kapitalist-emperyalist sistemin sonu demek, devrim demektir. Başka bir son yoktur. Kapitalizmin mezar kazıcısı işçi sınıfıdır. Dünya işçi sınıfı, kapitalizmi tarihe gömmek için hareket etmedikçe, kapitalizm ömrünü uzatma yeteneği geliştirebilir.
Bugün tüm dünyada ana mesele, işçi sınıfının sahneye çıkması ve iktidarı talep etmesi meselesidir.
Bugün, SSCB’nin çözülüşünden sonra, kapitalist sistem, yeniden ve derin krizler içindedir. Bu krizler, dünyanın yeniden paylaşılması savaşı ile birleşmektedir. Bu paylaşım savaşı, dünyanın yeniden paylaşılmasını belirleyecektir elbette, ama onun kadar dünyada sömürgeciliğin daha da derinleşmesine olanak tanıyacaktır, bu konuda yeni yöntemler ortaya koyacaktır.
Daha bugünden, dünya çapında bir gerici hava esmektedir. Dünyanın ortaçağ karanlığına boğulması için, din dindarları yaralayacak tarzda kullanılmaktadır. Uluslararası tekeller, akla ve bilime savaş açmış durumdadır. Tekeller gerçeğe savaş açmış durumdadır.
Yalan ve karanlık, yağma ve sömürü çarklarının gelişimi için onlara olanaklar sağlıyor. Medya aracılığı ile toplumu yönlendirme, gerçekliği manipüle etme, polis teşkilâtları ile tüm toplumu izleme olanaklarını örgütlüyorlar.
Ama nafiledir. Tüm bu yıkılmaz görünen kontrol mekanizmaları, işçi sınıfının kararlı bir isyanına bakar. Hepsi budur.
Dünya çapında gericilik, tekeller tarafından desteklenmektedir. O kadar ki, bugün, sürekli bir hâl almış olan krizin içinde, burjuva devletlerin çeteleştiğini görmekteyiz. IŞİD denilen örgütün, bir anda “devlet” olarak ortaya çıkması ve söylendiğine göre 40 civarında devletle diplomatik ilişkiler kurması “rastlantı” mıdır? Ukrayna’daki devletin çeteleşmesi açık değil mi? TC devleti, FETÖ’sü ile, Erdoğan’ı ile, Ergenekon’u ile, Menzil tarikatı ile vb. çeteleşmenin az görünür örneklerini sunmaktadır. Bu çeteleşme, Amerikan devletinde hangi boyuttadır acaba? Son başkanlık seçimlerinde, Trump ve Clinton tarafından yürütülen kampanyalar, acaba bu çeteleşmenin kanıtları değil midir?
Tüm bunlar, sistemdeki çürümenin kanıtlarıdır.
Bu çürüme, sadece, bizzat sistemin tepesinin, yakın dönemde savaş açtığı “ulus devletler”i sarmış değildir. Bu çürüme, tüm sistemi sarmıştır.
Dünyanın egemenleri, tek tek ülkelerin egemenleri, kendi aralarında bir paylaşım savaşının içindedir. Bu savaşın kapsamı, giderek büyümektedir.
Gerçekte, her emperyalist güç, amaçlarını gerçekleştirmek için, birçok tetikçiye ulaşabilmekte, onları kullanmaktadır. Ve tüm bölgesel savaşlar, gerçekte, o bölgedeki halkların acılara boğulması, halkların birbirini kırması demektir. Bunu, en yakınımızda, Suriye’de gördük, görüyoruz.
Ama tüm bu karanlık içinden, geleceğin ışığı yükselmektedir de.
Bir yeni devrim dalgasının geldiği fikrindeyiz.
Devrim dalgası üzerinde durmamız gerekir. 1917 Ekim Devrimi’nin zaferi, hem öncesinde, hem de sonrasında süren bir devrimci kabarışın, bir devrim dalgasının içinde gerçekleşti. Ekim Devrimi döneminde, Almanya, 1919 yılına kadar ciddi bir devrimci kalkışmanın içindedir. Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, bu dönemin mücadelesine ışık tutacak pek çok dökümanı geride bırakmıştır. Aynı dönemde Avrupa’da bir devrimci dalga, bir devrimci kabarış vardır.
Benzer biçimde, İkinci Dünya Savaşı’nda, faşizmi yenilgiye uğratan, büyük kayıplarına rağmen zafer kazanmış olan Kızılordu’nun zaferini takiben, yeni bir devrim dalgası yükselmiştir. Bu, 1917’dekine göre daha az yaygınlıktadır. Ama yine de vardır. 1968 patlamasını, bu dalganın içine koymak mümkündür. Çin devrimi, Küba, 1968 ayaklanmaları, Vietnam direnişi, bu devrim dalgasının içindedir.
1917 dalgasının öncesinde, II. Enternasyonal’in ihanetine rağmen, doğmakta olan Üçüncü Enternasyonal’in varlığı var.
II. Dünya Savaşı sonrasında ise, “etki alanları” anlaşması içinde, devrimler zafere ulaşmadan yardımların devreye girmediği bir dönem var.
Bugün, bu dalgalara benzer, bir yeni devrim dalgasının içine girmek üzereyiz. Daha işin başında olduğumuzu söylemek gerekir.
Bu dalga, hem sistemin derinleşen krizi ile beslenmektedir, hem de dünyanın yeniden paylaşılması savaşımı ile yaşanan durumlar, bir isyanı beslemektedir.
Birçok ülkede egemen sınıflar, kendi içlerinde çatışma hâlindedirler. Bu durum, dünya işçi sınıfı için önemli bir şanstır.
Bugün birçok bölgedeki savaş, hem emperyalist merkezlerin silâh sanayiini büyütmektedir, hem savaşın çıktığı bölgelerde halkın gerçek sorunlarından kopmasına neden olmaktadır. Savaş, aslında halkları sindirme aracı hâlindedir de.
Ama bu sindirme, bu baskı, bu yalan mekanizmasının devreye sokulması, bir yerden sonra, işe yaramayacaktır. Hele ki, çeteleşmekte, daha da gericileşmekte olan devlet çarkı içinde, baskı, şiddet ve yalandan başka araçlarının kalmadığını düşünülürse.
Sistemin “çaresizliği”, günlük tutumlarda açıktan ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha çok ve daha çok şiddet. En küçük bir hak arama eylemine saldırı, bu çaresizliğin kanıtıdır. Üstelik, biz işçiler, daha başlamamışken.
Tüm burjuva devletler, birer “tekelci polis devleti” olarak örgütlenmektedir. Bunu çoktan yapmış bulunuyorlar. Bugün, ortaya çıkan çeteleşme, gerçekte tekelci rekabet dünyasına aittir. Devlet, ister siz adına burjuva demokrasisi deyin, ister bizim dediğimiz gibi onu tekelci polis devleti olarak adlandırın, faşizmin dişlilerini bağrında toplamış bir devlettir. Bir yandan insanın genel anlamı ile kontrolü, diğer yandan tekelci rekabet ile gelişen reklâmcılığın elde ettiği büyük çaplı manipülasyon olanakları, devleti bir baskı aygıtı olarak yeniden organize etme olanakları doğmuştur.
Unutmamak gerekir ki, onların faşizmi “tekrar” ettirme olanakları yoktur. Nasıl ki, bizim için, sosyalist devrimin, tüm deneyimlerine sahip çıktığımız SSCB’nin tekrarı olmayacağı gibi. Faşizmin tekrarı olmayacak derken, burjuva diktatörlüğün sadece, eskisi gibi olamayacağını, daha “gelişmiş”, aynı anlama gelmek üzere daha saldırgan ve daha azgın biçimlerinin olacağını söylüyoruz. Gümünüz burjuva demokrasisi, biz diktatörlük demeyi yeğleriz, gerçekte faşizmin dişlilerini içermiş, içselleştirmiş bir tekelci polis devletidir. Günümüz burjuva demokrasisi, karşı-devrimin, yeniden ve yeniden örgütlenmesidir. Günümüz burjuva devletleri, özellikle sömürge ülkelerde iç savaş örgütleri gibi iş görmektedirler. Görevleri, işçi sınıfını bastırmaktır, görevleri bir sosyalist devrimi önlemektir.
Bugün, dünyanın her yerinde, bu devlet, işçi ve emekçilerin, halkların tescilli düşmanı olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu devlete karşı, her yol ve araçla savaşmak, hem zorunludur, hem de meşrudur.
Bu, yeni devrim dalgası dönemidir. Devrim dalgası, elbette daha yolun başındadır. Ama bu dalga daha da yükselecektir.
Eğer haklı isek (haklı değil isek, demek bir süre sonra bu dalga gelişecektir), bu devrim dalgasının gelişeceği bugün, bazı olanakları tartışmak önemlidir.
İlki şudur: Elbette, kapitalizm, her şeyi kullanacağı için, ırklardan, cinsiyetten, dinden ayrılmış bir sınıf mücadelesi göremeyiz, göremeyeceğiz. Bugün, tüm bunlar şiddetle birleştirilerek kullanılmaktadır.
Bu aslında, otomatik olarak olumsuzluk ya da olumluluk değildir. Bir yandan bu sorunlar, emek-sermaye çelişkisinin şu ya da bu yolla önüne geçebilmekte, sınıf savaşımını geri itebilmektedir. Ama öte yandan bu sorunlar, emek-sermaye çelişkisi ile birleşerek, çelişkileri daha da büyütmektedir. Örnek olsun, bugün ülkemizde din, sınıf çelişkilerini örtecek kadar baskın bir hâlde gündem edilmiştir. Bir işçi, yanındakine işçi kardeşi olarak bakmaktan çok, kendi dinine yakın olanlar ve olmayanlar ayrımı ile hareket edebilmektedir. Ama öte yandan, din bu denli kullanılarak, etkisizleştirilmektedir de. Birçok Müslüman anti-kapitalist mücadeleden söz etmektedir. Yani, dinin bu fütursuz kullanımının dahi bir sonu vardır, olacaktır.
Bu açıdan belirleyici olan, işçi sınıfın devrimcileşmesi, iktidar isteğini ortaya koymasıdır. İşçi sınıfı, devrimci bilinci ile öne çıkmaya başladığında, tüm bu kimlik sorunları, yeni bir renge bürünecektir, kapitalizme karşı mücadelenin yükseltilmesine katkı sunacaktır.
Bugün, biz, sınıf çelişkilerinin belirleyici olduğunu bilmekle yetinemeyiz. Bu sorunların, sistem tarafından kullanılmasına karşı uyanık olmak, tersine, bu alanlarda doğru yaklaşımlar geliştirmek zorundayız.
İkinci bir özellik daha ortaya çıkmaktadır. Yeni devrim dalgasında, ulusal kurtuluş vb. çevreden gelen hareketler azalacaktır. Bu nedenle, daha gelişmiş ülkeleri, merkez ülkeleri, emperyalist ülkeleri saran bir sınıf mücadelesi görme olanağımız daha fazla vardır. Elbette, emperyalizm varsa, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulma mücadeleleri de var olacaktır. Bu mücadeleler nerede gelişirse gelişsin, dünya devrimci hareketinin bir bileşeni olacaktır. Ama, günümüzde gelmekte olan devrim dalgası, büyük kapitalist merkezleri de sarsacaktır. Bunu görmek olanaklıdır.
Üçüncüsü, 1917 Devrimi’nden farklı olarak, bugün iktidarı alan sosyalist devrimler için, komünizme giden yol, sosyalizmin kuruluşu daha kısa süre alacaktır. Dünya çapında devrimin yayılma hızı daha da artacaktır. Kapitalist-emperyalist zincirden kopmalar, birbirini tetikleme olanağını daha fazla barındırmaktadır. Bu açıdan “dünya global bir köy” olmalıdır. Sömürünün derinleşmesi ve sermayenin yayılması açısından dünya eğer bir “global köy” olarak niteleniyorsa, sosyalist devrimin yayılma hızı açısından da bir “global köy” olmaya aday demektir.
Sosyalist devrim, hem hızla yayılma şansına sahiptir. Bu nesnel olarak böyledir. Ama hem de, sosyalizmin komünizme evrilmesi süreci, üretim güçlerinin gelişmişliği açısından çok daha kısalmıştır.
Tüm bunlar, çok renkli, çok yaratıcı bir devrim sürecinin yaklaşmakta olduğunu göstermektedir.
Ve yine tüm bunlar, işçi sınıfının devrimci rolünü oynamasının, hakkı ile oynamasının, daha gelişmiş örgütlenmelere bağlı olduğunu göstermektedir. Bilincin göstergesi eylemdir. Bu doğru ise, bugün, en gelişmiş insan eylemi, örgüttür diyebiliriz.
Kapitalizmin tarih sahnesinden silinmesi, insanoğlunun toplumsal örgütlenişinde, hareketin döngüsünü gerçekleştirmeye yönelmesi demektir. Sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçiş, ilk olumsuzlanmadır. Sınıflı toplumlar, kölecilik, feodalite ve kapitalizm olarak birbirini izledi. Uzun sınıflı toplum tarihi, kapitalizmin yıkılması ile son bulacak, ikinci olumsuzlanma gerçekleşecektir. Olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası, hareketin uzun döngüsünü ifade eder.
Her şeyin bir ömrü vardır. Kapitalizmin de.

“Özgürleşme dilde başlar”[1]

 

“Dil”, Farsça “yürek/veya gönül” demekken; “Dil, yüreğin kapısıdır,” kanısındaki biri olarak anadili (ile dil ve Kürtçe) konusunda daha önce yazıp,[3] öneminin altını defalarca çizmiştim.

Siz bakmayın bir dönemin Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz’ın, anadili konusunda, “Allah’ın ayeti” olduğu vurgusuyla, “Her dil, varlık âleminde bir güzellik, bir zenginliktir,” demesine![4]

Anadili meselesi, bu tür demogojilerdan uzakta, tarihsel (ve güncel) gerçekleriyle ele alınmadır.

Mesela ‘Şark İstiklal Mahkemeleri’ Başsavcısı Süreyya Önge Evren’in hatıralarındaki, “Şeyh Sait olayıyla ilgili mahkemeye 20-25 yaşlarında bir genç getirildi. Binlerce sanıklı mahkemedeki izdiham nedeniyle mahkeme heyeti şu kararı verdi. ‘Sorgulamaya bile gerek yoktur, Türkçe bilmeyen bir adamdan zaten memlekete hayır gelmez’ dediler ve idamına karar verildi,” gerçeği “es” geçilmeden![5]

Veya “Anneannem ölmeden az bir zaman önce başka bir dilde konuşmaya başlamıştı. Biz o güne kadar onun ağzından Türkçe’den başka hiçbir cümle ve hatta kelime duymamıştık. Ölmeye yakın zamanlarında bir hastalık peydah olmuştu ona. Demans diyorlar. Hafıza kaybı yaşıyor ve artık kimseyi tanımıyordu. Bir gün yanına gittiğimde başka bir dilde söylendi bana. Evdekilere ‘Ne diyor?’ diye sordum. Zaza dilinde ‘Bu adama söyleyin bu eve gelmesin, onunla evlenmem ben’ diyormuş. Artık kimseyi tanımıyordu. Kimseyi tanımaz hâle geldiğinde Türkçe’yi de unuttu gitti. Zazaca konuşmaya başlamıştı. Az bir zaman Zazaca konuştu. Çocukluk diline, anadiline döndü. Sonra ölüp göçüverdi. Araştırdım. 38 katliamını yaşamış ve o tarihten sonra kendi dilini hiç konuşmamış anneannem,”[6] satırlarındaki gibi…

Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtçe ve öteki diller üzerindeki baskıcı ve yasakçı anlayış kesintisiz devam etti. Türkiye’de 1930’larda başlayan ana dilinde konuşma yasağı, 1980 askerî darbesi sonrası daha katı bir şekilde uygulamaya geçti.

12 Eylül sonrası Diyarbakır cezaevine görüşe gelen ve Türkçe bilmeyen analar, on dakikalık görüş süresince evlatlarına bakıp, gözleri buğulu buğulu, tek kelime edemeden görüş sürelerini dolduruyordu… Cezaevi duvarlarına büyük harflerle yazılı olan ‘Türkçe konuş, çok konuş’ sloganı dönemin asimilasyon politikasının en iyi tanımlamasıydı.

Bu tür örnekler çoğaltılabilir!

Ama durun… Daniel Anthony Barry’ın, “Dil, sesin ötesindeki ‘ses’i anlatır,”[7] notunu düştüğü gerçeğe ilişkin olarak, “Dil silahtır, keskin tutun,” uyarısını ile Ignazio Buttitta’nın, “bir halk/ zincire vurulmuş/ soyulmuş/ susturulmuşsa/ özgürdür henüz…/ işsiz bırak/ pasaportunu al/ yemek yediği masayı/ uyuduğu yatağı/ zengindir hâlâ…/ bir halk/ yoksul ve tutsaktır/ dili çalındığı zaman/ dedelerinden kalan/ ve kayıptır artık,” dizelerini eklemeden geçmeyeyim.

Kolay mı? UNESCO’nun dünya dil atlasına göre, her iki haftada bir, dünyada bir dil yok oluyor. Ayrıca Türkiye’de konuşulan 15 dil yok olma tehlikesi ile karşı karşıya, 3 dil ise çoktan yok olmuş.[8]

Bu tabloda 7 bine yakın dilin yarısının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış olmasından ötürü, dillerin korunması gerekliliğine dikkat çekmek için Birleşmiş Milletler (BM) tarafından, 2000 yılında ‘21 Şubat Dünya Anadili Günü’ olarak ilan edilir.[9]

 

NEDEN 21 ŞUBAT?

UNESCO’nun tahminlerine göre XXI. yüzyılın sonuna kadar var olan dillerin yüzde 50’si yok olacakken;[10] 1999 yılı Kasım ayında Birleşmiş Milletler’in Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Konferansı’nda 21 Şubat’ın Dünya Anadili Günü olarak kutlanmasına karar verildi.

Asıl adı “Anadili Hareketi Günü” olan 21 Şubat, Bengali Dili Hareketi için polisle çatışan Bangladeşli üniversite öğrencilerinin öldürülmesinin yıldönümüdür. Yani UNESCO’nun 21 Şubat gününü tercihi bir rastlantı değil. Pakistan, 1947 yılında Hindistan’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan ettikten bir süre sonra, 1948’de Urduca’yı ulusal dil ilan ettiğinde Doğu Bengal bölgesi Pakistan sınırları içindeydi. Bu dayatma anadili Bengalce olanlar tarafından, protesto edilmeye başlandı. Pakistan Hükümeti de gösterileri yasakladı. Ancak yasaklar protesto ve gösterileri engelleyemedi. Dakka’da, 21 Şubat 1952’de üniversite öğrencileri tarafından düzenlenen gösterilerde polis öğrencilere ateş açtı ve dört öğrenci öldürüldü. Dünya, 21 Şubat’ta esasen anadilinin önemini anımsatırken, anadili için Bengalce yaşamlarını yitiren dört üniversite öğrencisini de anıyor.

21 Şubat aynı zamanda BM’nin daha önceden aldığı bir karar ile “Sömürgecilikle Mücadele Günü” olarak anılıyordu. Bu iki günün aynı tarihe denk düşmeleri, birbiriyle doğrudan ilişkili olmasından kaynaklanıyor. Zira sömürgeciler, yani bir ülkeyi ilhak veya işgal edenler, sadece o ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini talan etmekle kalmıyor, aynı zamanda dilini, kültürünü, tarihini, dinini vb. tüm geleneklerini de talan ediyorlar.

Sömürgecilik, bir devletin başka milletleri, devletleri, halkları, ekonomik, siyasal, sosyal, askerî, kültürel ve dinsel egemenliği altına almasıdır. Sömürgeciler genellikle sömürdükleri bölgelerin kaynaklarına, iş gücüne, pazarlarına el koyarken; halklar üzerinde etnik, kültürel, dinsel çok yönlü baskı ve terör uygularlar.

UNESCO tarafından yayınlanan ‘Dünya Dil Atlası’na göre, dünyada hâlâ konuşulmakta olan 6000 dilden 199 tanesinin konuşmacı sayısı sadece on ya da daha azdır. 178 dil ise on ila elli kişi tarafından anadili olarak konuşulabilmekte. 2 bin 473 dilin kaybolma tehlikesi var. Türkiye’de bu tehlike 18 dil için geçerli.

UNESCO’nun raporlarında 100 yıl içerisinde bir dili konuşacak çocuk kalmayacaksa, o dil tehlikede kabul ediliyor. Genellikle başka bir dilin üstünlüğü ve gücü altında ezilen diller, “ekonomik, siyasi, dinî, kültürel veya eğitim mecburiyetleri” nedeniyle baskı altına alınınca tükenmeye yüz tutuyor. Avrupa ve Asya’da 75, ABD’de ise iki yüzyılda en az 115 dil kaybolmuş. Dilin “kırılgan” olması, birçok çocuk tarafından konuşulmasına rağmen bu kullanımın ev gibi belirli alanlarla sınırlandırıldığı anlamına geliyor.

Türkiye’de, Abhazca, Adigece, Kabartayca-Çerkesçe ve Zazaca “kırılgan” diller arasında sıralanıyor. Abazaca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası, Romanca, Süryanice ve Batı Ermenicesi “açıkça tehlikede” olan dillerden. Bu sınıflandırmaya göre Gagauzca, Ladino ve Turoyo ciddi anlamda tehlikede. “Son derece tehlikede” olan diller toplumun yaşlı kesimi tarafından nadiren konuşuluyor. Türkiye’de bu kategoriye giren tek dil Hertevin. Kapadokya Yunancası, Ubıhça ve Mlahso da Türkiye’nin kaybolmuş dilleri arasında yer alıyor.

Doğumundan ölümüne kadar insana eşlik eden, bir nesilden diğerine bilgileri aktarmayı sağlayan tek araçtır dil. Aileden okul yaşamına, adaletin sağlanmasından dinî ibadete, politik alandan özel alana kadar dil, her toplumsal olgunun temelini oluşturur. Siyasal ve toplumsal alanda hiçbir şey anadili kadar önemli değil. Anadili olmazsa düşünce iyi anlatılamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa etnik ve kültürel kimlikler kendilerini ifade edemez. Anadili, anadan gelen göbek bağıyla kurulan iletişim dilidir. Birey her şeyi ilk öğrendiği anadilinde düşünür, algılar ve yorumlar. Sonradan öğrenilen ikinci, üçüncü diller o dillerle iletişim kurmayı sağlar, ama asla insanın anadili gibi olamaz.

Anadili en temel insan haklarından biridir. Anadilinin engellenmesi de en büyük insan hakkı gaspıdır. Türkiye’de milyonlarca çocuk anadilini kullanamıyor. Anadilinde eğitim göremediği için kendi etnik, kültürel ve inançsal değerlerinden uzak yaşamak zorunda bırakılıyor. Zira egemen ulus ve devlet şovenizmine dayalı tekçi eğitim sisteminde tek devlet, tek millet, tek dil, tek din geçerli. Buna göre Türkiye ve Kürdistan’da yaşayan bütün halklar, Türk’tür, Sünnî İslâm’dır, öteki milletler, halklar, diller, inançlar yoktur.[11]

Konuya ilişkin olarak, Türkiye’de Rumca yayımlanan tek gazete olan Apoyevmatini’de yayın yönetmeni Mihail Vasiliadis’in kaleme aldığı “Anadilimde Konuşuyorsam, Varım!” başlıklı yazıda şunların altı çizilir: “Adı üstünde: Anadili!

Kişinin daha ana rahmindeyken duyduğu, onlarla doğduğu, onlarla büyüdüğü, seslerdir. Doğar doğmaz kendisini kucağına alan, ona süt veren, besleyen kişinin anası olduğunu, daha karnındayken duyduğu, aşina olduğu sesinden, sözünden anlar.

Bebeğin çevresi onu sevenlerden oluşur. Ona hitap ederlerken, anadilinde çıkan sesleri sevgi dolu, ilgi doludur. En güzel ninniler o dilde söylenir kendisine. Masalların sihirli dünyasına o dille girer. Konuşmayı beceremeden çok önce anlar o dilde kendisine söylenenleri. Daha sonraları kültürünü o dilde tanır ve benimser. Kimliğini oluşturur. Şiirin tadı, dizelerdeki armoni, bambaşkadır anadilinde. Sevgisini, aşkını, en güzel o dilde ifade edebilir…

Suçlamalar karşısında kaldığında da, savunmasını en iyi o dilde yapabilir. Meramını en iyi o dilde anlatır… (…) Kişileri anadillerinden uzaklaştırmaya kalkışmak bir insanlık suçudur. Onları hayatın zevklerinden olduğu kadar kendilerini korumaktan da mahrum etmek, hiç değilse bu hakkını kısıtlamaktır…”[12]

 

DİL MESELESİ

Dille birlikte insan beyninin geliştiği ve bilgi birikimini oluşturan belleğin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu ise dilin zekâ üzerindeki belirleyici yanının göstergesidir.

Dil, genellikle yalnızca bir haberleşme aracı gibi görülür. Oysa dil, bundan öte bir şeydir; toplumsal davranışın birleştirici öğesidir.

Bir ülkenin, coğrafyanın kültürünü, varlığını, tarihini ortaya koymaya yarayan en etkili ve daimi araç “dil”dir. O ki; ağızdan çıkan bir “Dur” hecesiyle karşısındakini durdurabilen, tek bir “Evet” sözcüğüyle bizi dünyanın en mutlu insanı edebilen, şairlerin kaleminden aktığında insanda tarifsiz duygular uyandırabilen varlıktır.

Kısacası dil, her yönüyle bir insanı, bir toplumu, dünyayı aydınlatan, onlara ayna tutandır; düşünmenin yegâne aracıyken; dilin toplumsal bilince etkisine gelince: İnsan, ancak toplumsal üretim içindeyse ve toplumsal üretimden besleniyorsa vardır. İnsan, her maddi varlık gibi, çevresiyle madde alışverişi içindedir. İçinde olduğu maddi üretimin deneyimlerini ve mensup olduğu kültürü en iyi biçimde ancak anadiliyle eğitim gördüğünde dersliklere taşıyabilir. Eğer bir insan anadiliyle eğitim göremiyorsa söz konusu değerleri insanlığın ortak belleğine taşıyamaz. Bu hem toplumsal bilincin gelişmesini engeller, hem de bireyin özgüvenini sarsar.

Anadilleriyle eğitim görmeyen topluluklarda “birey olma” yetisinin yeterince gelişmemesi bundan kaynaklanmaktadır. Anadille eğitim, dili canlandırıp, geliştirdiği için eğitim dilinin yanında kültür dilini de yaratır. En önemlisi bir dilin akademik bir dil olabilmesi için o dille eğitim yapılması gerekir. Ancak akademik özellik kazanmış bir dil etkin diller arasındaki yerini alabilir.

O hâlde anlamlar dillerde hayat bulurken; onun bir yaşam tarzı olmasını da devreye sokar. Dillerin yok oluşu biyolojik çeşitliliğin de krizini ifade ediyor. Zira dillerin kaybolmasıyla insanoğlunun binlerce yıldır süregelen özgün yaşam tarzları kaybolmaktadır. Uzmanlara göre, genetik çeşitlilik nasıl ki doğanın temeli ise dilsel çeşitlilik de özellikle insanoğlunun bilgi ve deneyim deposu olarak temeldir ve özenle korunmalıdır. Dillerin varlığı ve çeşitliliği bu yaşam tarzlarının, doğadaki çeşitliliğin de teminatıdır.

Dolayısıyla onları korumak herkesin yararınadır. Hrant Dink’in tanımlaması olayı mükemmel özetliyor:

“Böyle bir tanımlama var mı? Ben bilmiyorum ama dil eğitimcileri böyle bir tanımlama yaptı mı? Benim bir tanımlamam var; dil nedir? Benim için dil; uygarlaşmanın insanoğlunun uygarlaşmasının cinsel organıdır. Döllenme organıdır. Eğer onu hadım ederseniz, o insanın uygarlığını hadım edersiniz, bitirirsiniz. Bu kadar net ve acıdır.” Zaten, Kürtçe yayın yapan TRT-6’ın açılış gerekçelerinden biri “kültürel çeşitliliğimizi korumak” olmuştur.

Bir Nazi sempatizanı Heidegger bile “dil, varlığın evidir” diyor. Dille var oluyor her şey, insan diliyle varlık gösteriyor, dünya onun için dille anlam kazanıyor. Onu yitirdiğinde ise anlamıyor, anlatamıyor. Octavio Paz’ın dediği gibi “Bizi insan kılan, dildir. Doğanın ve tarihin anlamsız gürültüsü ve sessizliği karşısında dilde umar ararız.” İnsanın dünyayla tanışması, onu anlamlandırması, kavramsallaştırması, kendisini dünyaya ifade etmesi yalnızca dili vasıtasıyla olabilecekken dilin yasağı tüm bunların da insandan alınması anlamına geliyor. Dilin hapsi sadece insanı lâl kılmıyor, toplumları sağır ediyor. Katalan yazar Josefina Piquet bu durumu şöyle ifade ediyor:

“Franco, çocukluğumu hapis etmiş çok kötü bir örnektir hafızamda… Katalan arkadaşlarımla bir arada Katalanca oynayamamak, kendi dilimde eğitim alamamak bir işkence gibiydi… Anadili kişinin var oluşunun temel direğidir. Yani omuriliğidir. Omurilikte baskı, zedelenme veya kopukluk kişinin felç olmasına neden olur. Dolayısıyla ben felçli büyüdüm, ama artık yürüyor, koşuyor, anadilimde seminerler veriyorum… Anadilin yasaklanması barbarlık, düşmanlıktır ama en önemlisi de o dili konuşanlardan korkmaktır. Franco dilimizi yasaklayarak kendisine ve bu güzel ülkeye en büyük kötülüğü yaptı.”

Özetle, diller kimlikleri temsil ederler; diller tarihin ambarıdırlar; diller tek tek insan varlığının özgün yorumlarıdır ve biriciktirler ve her biri ilgiye değerdir.

 

DİLİN “NE”LİĞİ ve ÖNEMİ

İnsan(lık)ın, yüzyıllar boyunca oluşturduğu anlamlı sesler ve bu seslerin yazılı olarak ifade edildiği sembollerin oluşturduğu sistemli bütüne dil denir.

Düşünce, duygu ve isteklerin bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan öğeler ve kurallardan yararlanarak aktarılmasını sağlayan uzlaşımsal sembollerdir.[13]

Dil aynı zamanda insanların içinde varoluşlarını gerçekleştirdikleri gündelik yaşam arenasını vücuda getiren en temel bileşendir. İnsanlar dilsel bir ortaklık zemininde birlikte yaşayan varlıklardır.

Dil varoluştur, yaşamadır. Varoluşla içiçe geçmiş olan dil, “ben” denilen şeyin önkoşuludur.

Prof. Dr. Onur Bilge Kula, “Dil bir yönüyle kurallara bağlanamayan oyun gibidir. Her söz, bir dil oyunudur; bu oyunu, dili kullananlar değişik tarzlarda oynar. Bir oyun örneksenerek başka oyunlar oynanabildiği gibi, bir dilsel oyundan da başka oyunlar türetilebilir,”[14] derken Prof. Dr. Önder Göçgün de ekler:

“Dil onun sahibi olan insanların dünya görüşüne, inançlarına, hayata bakış tarzına, kültür ile medeniyet anlayışına, nihayet zevkine göre şekil, anlam ve derinlik kazanır. Her millet, kendi dilini bunlara göre yaratır. Kelimeler, sözler; akıldan geçenlerin, niyet ve kararların, hatta bilinçaltındaki bazı birikim ve gerçeklerin de işaretleri, göstergeleridir. İşte onun içindir ki, insan neyi düşünüyor, söylüyor ve yapıyor ise, kendisi de odur.”[15]

Kolay mı? “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır,” demişti Ludwig Wittgenstein… Haklıdır anadili insanın içinde anlamayı ve anlaşılmayı beklediği dünyasıdır. Var olduğunu düşündüğü, var olduğunu onaylamasına yardımcı olan, dahası düşündüğü gibi düşünebilen bir insana dönüşmesine vesile olan yegâne dünyadır, köşedir, sığınaktır.

O hâlde İbn-i Haldun’un dediği gibi, nasıl “Coğrafya insanın kaderi” ise, dili de kaderidir.

Dil sosyal bir fenomendir. İnsan faaliyetini koordine eden bir araçtır. Aynı zamanda bilincin oluşmasındaki en önemli araçtır.

Dili olmayan insanın bilinci de olmaz ve gelişmezken; dilsiz hiçbir düşünce var olamaz. Çünkü düşüncenin özdeksel yapısıdır o. Düşünce ile doğru orantılıdır; sesli düşünmedir; bildirişim olgusudur; anlaşma aracıdır.

Düşünceyi anlatmak, hissedişlerini dışa vurma, yaşam ortaklığı kurma aracı olan dil toplumsal hadisedir. Tabiatla tanışırken, eylerken, değiştirirken, değişirken yani bilinç kıvamında meydana gelen olgudur.

Dil varsa onu praksis içinde meydana getiren insan vardır, insanın yaşadığı ilişkiler içinde olduğu toplum vardır.

Martin Heidegger’in ifadesiyle, “Dilin temellendirilmesine gerek yoktur, çünkü temellendiren odur.” Çünkü, “Her dil genelleştirilmiş bir yönetmedir.”[16]

Dilin yok olması, kullananların yok olmasıyla (ve asimilasyonuyla) mümkündür.

Dili anlatmak insanlık tarihini anlatmayla eşdeğerken; bir yandan da bir milletin “sesli bayrağı”dır ya da istila eden ve kazananın tahakkümüdür dil.

Özetle insan nasıl kendi tarihinin bir ürünü ise ve kendi kültürünün geçmişten geleceğe uzanan bir bağlantısı ise, dil de tarihin ve geçmiş kültürün bir ürünüdür. Gerçekte, insan geçmişe ve kendisinden öncelere olan bağını ancak dili ile sağlayabilmektedir ve yine bugünü dili ile yaşamakta ve yaşatmakta, dili ile geleceği hazırlamaktadır. Bu yaklaşımla dil, dünü-bugüne-yarına bağlayan temel bir öğedir;[17] ve de insan hangi dilde ağlıyorsa, rüya görüyorsa anadili odur…

Özetin özeti: Dil inanılmaz bir dönüştürme gücüne sahiptir. Çünkü insan sözcüklerle düşünür. Sözcüklere, dolayısıyla dile egemen olan, zihinlere egemen olma yolunda çok önemli bir mesafe kat etmiş demektir. Bunun tersi de doğrudur elbette: Özgürleşme dilde başlar.[18]

 

ANADİLİ

Türkçe sözlüklerde dil, “Ağız boşluğunda bir organ” olarak başlayıp, birçok anlamda bir isim olarak tanımlanmaktadır. Bunlardan birisi de “İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için sözcüklerle ya da işaretlerle yaptıkları anlaşma” olarak tanımlanandır.

Anadil de birçok dile köken olan, birçok dili doğuran dil anlamındadır. Başka bir ifadeyle, anadil, kendisinden başka diller türetilmiş olan dil demektir. Bu özelliği gereği dilbilimcilerin çalışma alanıdır. Anadili ise insanın çocukken anasından, evindekilerden ve soyca bağlı olduğu topluluktan öğrendiği dildir.

Bu nedenle, anadili ile anadil birbiriyle karıştırılmamalı, yazarken de söylerken de özenli olunmalıdır. Çünkü anadili derken kişilerin kullandığı dilin çocukken analarından, soydaşlarından öğrenilen dil olduğu ifade edilmektedir. Oysa anadil, analık yapmış bir dil demektir. Herhangi bir anadilinin anadil olması, diğer bir ifadeyle, herhangi başka bir dilin türemesine kaynaklık etmiş olması gerekmez.

Anadili derken insanın bebeklikten itibaren anasından öğrendiği ilk dil anlaşılır. Birleşik adın sonunda bulunan tek bir harf, “i” harfi önemli anlam farklılıkları yaratmaktadır…

Kullandığımız dili ifade ederken anadil olarak değil, anadili olarak yazmamız, konuşmamız, “i”yi unutmamamız kilit önemdeyken;[19] her insanın kendi kültürüyle var olması onu tüm alanları kapsayacak biçimde ilerletmesi ve anadilinde eğitim görmesi kadar doğal ve masumane bir hak düşünülemez. Bir toplumun herhangi bir nedenle bu haktan mahrum edilmesi, yok sayılması ve bu dil ve bu dile ait değerlerin inkâr ve imha edilmesine dilbilimcilerin tabiriyle Linguicide (dilkırım) denir. Bu da kültürel kırımın (ethnocide) bir parçası olarak görülür.[20]

Ve nihayet hiçbir heves, hiçbir siyaset ve alışkanlık, bir toplumun anadilini ikinci dereceye düşürme hakkını kendinde bulamaz ve bu yetkisini hiç kimseye vermez, vermemelidir. Anadilinde eğitim konusu da, temel hak ve özgürlükler açısından birey için demokratik bir haktır.[21]

Ancak bu coğrafyamızda anlatıldığı kadar kolay değildir; olmamıştır da…

Örneğin T.“C” tarihinde anadilinin yasaklanıp, anadilde eğitimin önünün tıkanması serüveni ‘Şark Islahat Planı’ndaki şu maddeye dayanıyordu:

“Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan Bervech-i atı Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hisnimansur, Behişni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair mücessesat ve teşkilâtta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evamir-i hükümete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler…”

Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtçe adım adım bir yasaklar zinciri içine hapsedildi. Her askerî darbenin ilk işlerinden birisi, “Kürtlerin dillerini kesmek” oldu. Ahmet Kaya, 13.5 sene önce, 11 Şubat 1999’da “Kürtçe klip” dediği için lince uğramıştı. 1990’ların düşünce şeklini özetleyen iki örneğe daha bakalım…

1993’te MHP lideri Alparslan Türkeş yasakçı düşünceyi şöyle savunmuş: “Bizim iktidarımızda diyorlar, Kürtçe eğitim yaptıracağız orda. Sütliman olacak her şey… Bu çok akılsızca, aptalca bir sözdür. Sanılmasın ki bunların dedikleri yapıldığı zaman bu kanlı terör duracak… Bunları söyleyenlerin kötü niyeti vardır. Yanlış sebep koyarak, ona göre Bask modeli uygulayalım, efendim Kürtçe eğitim verelim falan… Sen kendi elinle ayrılığa hız vermiş olursun.”

Ahmet Taner Kışlalı ise 1 Kasım 1992’de, Cumhuriyet’teki köşesinde, “Kürtçenin yetersiz bir dil olduğu” noktasından hareket etmiş: “Türk kimliği ile Kürt kimliğini ‘mutlaka’ ayırmak isteyen ‘Kürt milliyetçileri’nin elinde kala kala tek bir ölçüt kaldı: dil farkı! (…) Dil olarak Türkçe ile bütünleşemeyenler, acaba kendi içlerinde ‘ortak bir dil’de bütünleşebilmişler mi? Gerçekten de dil farkına dayalı ayrı bir toplum kesimi oluşturuyorlar mı?”[22]

Tam da böylesi bir asimilasyon tablosunda dönemin Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir bu hâle isyan ediyordu. Neden mi? Okul çağına gelen iki çocuğu da kendisiyle Kürtçe konuşmadığı için.

Bilmiyorlar mı Kürtçeyi? Elbette biliyorlar. Çünkü Baydemir ailesi çocuklarının hem Türkçe hem de anadilleri Kürtçeyi konuşabilmeleri için evde epey uğraş vermiş. Çocuklar ‘çift dilli’ aslında. Anneden Türkçeyi babadan Kürtçeyi öğrenmişler.

Ama… “40 yaşındayım, doğdukları günden bu yana Mir Zanyar ve Diyana ile tek kelime Türkçe konuşmadım, sürekli Kürtçe konuştum. Ancak iki çocuğum da kreşe başladıktan sonra benimle tek kelime Kürtçe konuşmuyorlar. Ben Kürtçe soruyorum onlar Türkçe yanıt veriyor. Onlar Türkçe soruyor, ben Kürtçe yanıtlıyorum. Açık ve net söylüyorum: Bu, zulümdür. Yarın okula başlayıp, ‘Türk’üm, doğruyum, çalışkanım’ diyecekler. 20 yılımı bu davaya vereceğim, çocuğuma kendi dilimi veremiyorum; bu, zulümdür. Polis ve savcıların bunu bilip empati kurması lazım. Biz Türk değiliz; biz Kürdüz, kendi dilimiz ve kimliğimizle bu ülkenin parçası olarak yaşamak istiyoruz,”[23] diyordu Osman Baydemir…

Gerçekten de temel insanî hak ve özgürlükler çerçevesinde, bir topluluğun anadilinde eğitim görmek istemesi, demokratik haktan öte, o topluluğun ya da ulusun temel hakları arasındayken;[24] ‘Potsdam Üniversitesi’nden Dr. Christoph Schroeder’e göre, “Türkiye’de şu an tartışıldığı gibi, çiftdilli çocukların anadillerini, temelde Türkçe tek dilli eğitim veren okullarda, seçimlik ek dil dersleriyle geliştirmeleri yoluyla gerçekleştirilmesi pek mümkün değildir.”[25]

Kaldı ki T.“C”nin güncel politikalarındaki üzere bir dilin (yani Kürtçe’nin) konuşuluyor olmasını yeterli saymak büyük bir ayıptır. Tartışılan konu da bu değildir. Bir dilin konuşuluyor olup olmaması değil, eğitim dili durumuna getirilmek istenmemesidir. Tüm toplumların başta gelen temel haklarından biri kendi dilleriyle düşünmek, kendi dilleriyle eğitim görebilmek, kendini o dille ifade edebilmek ve yazmaktır. Hiçbir heves, hiçbir siyaset ve alışkanlık, bir toplumun dilini ikinci dereceye düşürme hakkını kendinde bulamaz ve bu yetkisini hiç kimseye vermez, vermemelidir.

Anadilinde eğitim konusu, temel hak ve özgürlükler açısından birey için demokratik bir haktır. Yeni bir anayasanın seslendirildiği bu süreçte tüm kimlik, dil ve kültürlerin kendilerini eşit olarak görebilmelerinin ve ifade edebilmelerinin önündeki engeller kaldırılmadıkça hak yerini bulmayacaktır. İnsani, ahlâki, dini ya da hangi yönüyle referans alınırsa alınsın; anadili ve anadilde eğitim hakkı kutsaldır, ananın ak sütü gibi ak ve helaldir.[26]

BM örgütüne göre grupların ve bireylerin kimliklerini taşımasında anadili yaşamsal öneme sahip ancak her anadili eşit muamele görmüyor. Kaldı ki, ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre de herkes, anadiliyle eğitim-öğretim yapma, bu yolla anadilini öğrenme ve geliştirme, aynı zamanda anadiliyle bilim, sanat ve yaratma özgürlüğünü kullanma hakkına sahiptir.

Kültürler ve diller açısından Türkiye bu bildirgeye uyan bir uyum ve duruş göstermedi hiçbir zaman. Cumhuriyet ile başlayan ulus-devlet inşa süreci birçok dilin yasaklanması ile sürdü. Okula başlayan öğrencilerin karşılaştığı problem, anadilleri ile eğitim dilinin farklı olması ve anadillerinin yasaklı olmasıydı.

Bu dönemde okullarda uygulanan baskının yanısıra ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ kampanyaları ile hayatında anadilinden başka dil bilmeyen insanlar dilsizliğe sürüklendi.

 

KÜRTLER ve ANADİLİ

İlhan Kaya’nın ifadesiyle, “Türkiye, en tabii insan haklarından biri olan anadilinde eğitim hakkını farklı etnik kökenden gelen vatandaşlarına vermekle bölünecekse, o zaman akıbetinden ciddi kaygı duymamız gerekir”ken;[27] Kürt meselesi açısından atılması gereken önemli adımlardan birisi de anadilinde eğitim hakkının teminat altına alınmasıdır.

Ama “Kürtçenin medeniyet dili olmadığını ilan etmiş, AKP’nin âkil adamı kostümüyle dolaşan Bülent Arınç”ların[28] dört yanımızı kuşattığı tabloda; “Arınç ve şürekâsı, Kürt dilinin kökenini ve tarihsel gelişimini iyi bilir, çünkü bu gelişmeye daima ket vurmak isteyen bir ideolojinin şimdiki uygulayıcısıdırlar… Kürtçenin önünde siyasi engeller dışında hiçbir engelin olmadığını herkes bilmelidir. Dilbilimsel açıdan Kürtçenin hiçbir engeli, kusuru veya eksiği yoktur…”[29]

Çünkü Kürtçe, Hint-Avrupa dil grubuna dahil olup, sentaks bakımından, Almanca ve İngilizce ile paralellikler taşırken;[30] 40 milyonu aşkın insanın kullandığı Kürtçe, dünya dilleri arasında -yazılı edebiyatı olan 700 kadar dil var![31]- yetkinlik bakımından 31. sırada (Türkçe 25. sırada) bulunuyor. Roboskî’nin hemen güneyinde veya Habur’u geçince Kürtçe artık “resmî dil” statüsünde. Güney Kürdistan’da Kürt çocukları, yeni bir güne, öğretmenlerine “Rojbaş mamosta” diyerek başlıyorlar. Kuzey Kürdistan’da ise 20 milyon Kürt hâlâ anadili ile eğitim yapamıyor. Kendi dilini mahkemelerde ve özel dershanelerde para vererek konuşmak zorunda bırakılıyor.[32]

‘Mardin Artuklu Yaşayan Diller Enstitüsü’ Müdürü Prof. Kadri Yıldırım’ın, “Kürtçe için sorun, sindirme,”[33] notunu düştüğü hâlin nihayete erdirilmesi bir zaruretken; Kürtçenin gaspının bitirilmesi, Kürtlerin insan olma hakkının iadesidir.[34]

Evet Doç. Dr. Ersin Erkan gibi, “Kürt sorunu özünde Kürtçe sorunudur,”[35] abartısından uzak durmak gerekir; ancak Musa Anter’in, “Anadilide eğitim hakkı devletin temellerini sarsıyorsa, devlet yanlış temeller üzerine kurulmuş demektir,” ifadesinde altını çizdiği Kürtçe üzerindeki terörist uygulamalar da “es” geçilmemelidir.[36]

“Nasıl” mı?

Diyarbakır 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin iki sanığın Kürtçe dilekçelerini dava dosyasına koyduğu, ancak dilekçeler nedeniyle sanıklar hakkında da suç duyurusunda bulunduğu KCK davalarıyla gündeme gelen Kürtçe savunma krizinin, 12 Eylül dönemindeki Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde de yaşandığı, o dönemde Kürtçe sözlerin “anlaşılmayan şekilde slogan” olarak tutanaklara geçtiği herkesin malumudur.[37]

O hâlde, TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda 4 Eylül 2013 tarihinde “devletin dili” ve “anadilinde eğitim” konularında tıkanıklığın aşılması için BDP’li Sırrı Süreyya Önder’in, “Öyle bir madde yapmalıyız ki, birinci fıkrası Türkçe’nin herkes tarafından öğrenilmesini hak ve görev olarak tanımlanmalı, ikinci fıkrası ise anadili ile ilgili güvence vermeli,”[38] türünden ortalamacı formülasyonları bir kenara bırakıp, “ama”sız, “fakat”sız bir tutum benimsenmelidir. Çünkü anadili, konuşmacılar açısından pazarlığa konu edilmeyecek kadar hayatî bir araçtır; Beroj Mukriyanî’nin, “Kurdno! Zimanê neyar ji xwe re nakin kiras, da ku hûn rojekê nemînin tazî û pêxas/ “Ey Kürtler! Düşmanınızın dilini kendinize elbise yapmayın, yoksa bir gün çıplak ve yalın ayak kalırsınız,” uyarısını “es” geçmeyenler için!

Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Bir dilin kuvveti, yabancı olanı itmesi değil, onu yutmasıdır,” uyarısını görmezden gelenlerden veya Jean Giraudoux’nun, “Önce bir dil katledilip, ardından onu konuşanlar”dan olmamak için “Nananena va giçkinna çkar mutu va re/ Anadilini bilmiyorsan hiçbir şey değilsin!” diye haykıran Lazca atasözünü bir an dahi akıldan çıkarmamak gerek…

 

20 Ocak 2017, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 17 Şubat 2017 tarihinde Ankara’da Kızılay AKA-DER’in düzenlediği “Dünya Anadili Günü” etkinliğinde yapılan konuşma…

[2] Fazıl Hüsnü Dağlarca.

[3] Bkz: Temel Demirer, “Abes Bir Tartışma: Dil Meselesi ya da Kürtçe”, Esmer Dergisi, No: 66, 1 Kasım 2010…

[4] “Anadil Allah’ın Ayetidir”, Taraf, 1 Nisan 2013, s. 10.

[5] A. Hicri İzgören, “Bir Dil Serüveni”, Gündem, 12 Temmuz 2012, s. 15.

[6] Ali Murat İrat, “Anadil Anasütü Gibidir”, Birgün, 2 Şubat 2013, s. 8.

[7] Gökçe Özer Aslantepe, “Daniel Anthony Barry: Dil, Sesin Ötesindeki ‘Ses’i Anlatır”, Tîroj, Yıl: 13, No: 74, Mayıs Haziran 2015, s. 46.

[8] “Türkiye’de 15 Dil Tehlikede”, Demokrat Haber, 20 Şubat 2012… http://www.demokrathaber.org/yasam/turkiyede-15-dil-tehlikede-h7084.html

[9] A. Hicri İzgören, “Anadili Ana Sütü Gibidir”, Gündem, 21 Şubat 2013, s. 15.

[10] Ersin Erkan, “Anadil İnsanların Varoluş Nedenidir”, Milliyet, 21 Şubat 2013, s. 26.

[11] Şaban İba, “21 Şubat Dünya Anadil Günü ve Kürtçe’nin Geleceği”, Gündem, 21 Şubat 2013, s. 13.

[12] Aktaran: Deniz Kavukcuoğlu, “Dünya Anadiller Günü”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2012, s. 13.

[13] “Genellikle okuyabilmek, telaffuz edebilmek ya da düşünebilmek için sözcüklere cepheden bakarız. Buradaysa dilin kıyısında gelişiyor her şey. Dilin, cepheden görülmesi mümkün değil. Kıyıdan bakınca, dilin nasıl da kâğıt gibi inceldiğini görüyorum…” (John Berger, Bento’nun Eskiz Defteri, Metis Yay., 2012, s. 43).

[14] Onur Bilge Kula, “Edebiyat, Dili Özgürleştirir”, Cumhuriyet Kitap, No: 1185, 1 Kasım 2012, s. 16-17.

[15] Önder Göçgün, “Dil, İnsan, Ulus, Devlet ve Varoluş”, Milliyet, 3 Şubat 2013, s. 24.

[16] R. Barthes-A. Benk-O. Demiralp-U. Eco-E. Morin-M. Rifat-S. Rifat-S. Sontag-F. Wahl, Roland Barthes: “Yazma Arzusu”, Hazırlayan: Mehmet Rifat, Sel Yay., 2008.

[17] A. Hicri İzgören, “Anadil ve Dilkırım Siyaseti”, Gündem, 23 Şubat 2012, s. 15.

[18] Ayşe Emel Mesci, “Özgürleşme Dilde Başlar”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2015, s. 19.

[19] Onur Hamzaoğlu, “Anadili mi? Anadil mi?”, Evrensel, 18 Şubat 2014, s. 9.

[20] A. Hicri İzgören, “Dillere Özgürlük”, Gündem, 20 Şubat 2014, s. 15.

[21] A. Hicri İzgören, “Anadilinden Sürgün Çocuklar”, Gündem, 12 Eylül 2013, s. 15.

[22] Oral Çalışlar, “Kürtçenin Yasaklı Yolculuğu: Türkeş’ten Kışlalı’ya…”, Radikal, 4 Temmuz 2012, s. 12-13.

[23] Eyüp Can, “Bir Babanın Dilyaresi”, Radikal, 23 Şubat 2012, s. 6.

[24] Hasan Aydın, “Barış Sürecinde Anadilde Eğitim”, Radikal İki, 17 Şubat 2013, s. 4.

[25] Christoph Schroeder, “Çiftdillilik, Toplum ve Eğitim”, Radikal, 19 Kasım 2009, s. 17.

[26] A. Hicri İzgören, “Anadilinde Eğitim”, Gündem, 11 Eylül 2014, s. 15.

[27] İlhan Kaya, “Anadilde Eğitim Türkiye’yi Bölmez Bütünleştirir”, Radikal, 14 Eylül 2013, s. 17.

[28] Ahmet İnsel, “Anadil ve Anavatan”, Radikal İki, 22 Eylül 2013, s. 1-7.

[29] Birgül Yılmaz, “Dille İlgili Yanlış Bilinenler ve Bilinmeyenler / Sosyodilbilimsel Bir Analiz”, Birgün, 28 Şubat 2012, s. 10.

[30] Yasin Ceylan, “Kürtçe Medeniyet Dili mi?”, Radikal İki, 4 Mart 2012, s. 1-12.

[31] “Yabancı dilde yazan ya da şiir söyleyen, yabancı bir evde oturan insan gibidir.” (W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’nci baskı, 1986, s. 145).

[32] “Kamuran Bedirxan Kürtçe için Latin alfabesi önerdiğinde, daha ‘Harf İnkılabı/Devrimi’ yapılmamıştı.” (Sedat Yurtdaş, “Kürtçede Alfabe Tartışmaları: Arap (Kur’an) mı Latin mi?”, Radikal, 9 Eylül 2013, s. 15).

[33] Cansu Çamlıbel, “Yıldırım: Kürtçe İçin Sorun, Sindirme”, Hürriyet, 8 Temmuz 2013, s. 18.

[34] Mücahit Bilici, “Kürtçe Bir Medeniyet Dili Değildir!”, Taraf, 25 Kasım 2012, s. 9.

[35] Ersin Erkan, “Kürt Sorunu Özünde Kürtçe Sorunudur”, Milliyet, 31 Ocak 2013, s. 29.

[36] Prof. Dr. Fatma Gök’e göre özel okulda anadilinde eğitim “yetersiz”den öte “yanlış”; çünkü, “Amaç ‘bazı Kürtlerin anadili hakkı mıydı? Otoriter devlet aklı neo-liberalizmle birleşince anadili özel okula kalır.” (Ezgi Başaran, “… ‘Anadilde Özel Okul’ Neo-Liberal Aklın Bir Sonucu”, Radikal, 7 Ekim 2013, s. 8-9).

[37] Mesut Hasan Benli, “Sıkıyönetim de Kürtçeyi ‘Anlamamış’…”, Radikal, 4 Temmuz 2012, s. 10.

[38] Rifat Başaran, “Anadil İçin 19 Örnek”, Radikal, 6 Eylül 2013, s. 12-13.

Alayına isyan, hepsine “hayır”![1]

 

Eninde sonunda nihayete erecek karanlık ve kaotik bir dönemin ortasındayken; 12 Mart’ları, 12 Eylül’leri aratmıyor yaşa(tıl)dıklarımız! Hatta aşıyor ve “küçük çaplı” bir 1915’i anımsatıyor nerdeyse…

Evet zor günlerden, hatta zamanlardan geçtiğimiz; acı çektiğimiz, zorlandığımız doğrudur; bunu saklayacak değiliz…

Tam da bu kesitte karşımıza dikilen 16 Nisan 2017 referandumu; basit bir referandumdan da ötede değer ve anlam taşıyor; ama bu kadarla da kalmıyor…

Erich Fromm’un, “Direnme gücü, dünya ‘Evet’ sözcüğünü duymak istediğinde ‘Hayır’ diyebilme yetisidir”…

Epictetus’un, “Hiçbir zaman kaybettiğini düşünme, kazanacağına emin ol”…

Carla Gorrell’in, “Çaresiz olmadığımızı anımsamak yararlıdır, her zaman yapabileceğimiz bir şeyler vardır”…

George Washington’ın, “Bir defa değil, yüzlerce defa yenilseniz de mücadeleyi bırakmayınız”…

Napoléon Bonaparte’ın, “İmkânsızlık yalnız sersemlerin sözlüğünde bulunan bir kelimedir,” uyarıları eşliğinde “Alayına İsyan, Hepsine ‘Hayır’!” diye haykıran kararlı, sınırlandırılmamış bir mücadele gereğini hatırlatıyor hepimize…

 

DURUM(UMUZ)

Kararlı ve asla sınırlandırılmamış, “Alayına İsyan, Hepsine ‘Hayır’!” perspektifli bir mücadeleden başka yolumuz yok!

Egemen sınıf devleti yeniden organize ederken; Kürt meselesinin boyutları, Ortadoğu’da yaşanan savaş ve Gezi/Haziran başkaldırısının körüklediği siyasal istikrarsızlık, kapitalist devletin geleneksel politikalarını iflasın eşiğine getirdi. Bu durumda, Erdoğan önderliğindeki sermaye kesiminin reorganizasyonel müdahalesiyle devletin tekelini ele geçirmek faaliyetleri oldukça etkili oldu.

Erdoğan kliği, müdahalesine anayasal bir kılıf geçirerek, “kuvvetler ayrılığı”na dayanan parlamenter rejimin yerine, tekçiliğe dayanan totaliter bir rejimi ikame etmek istiyor. Bunu hem kendi kurtuluşu, hem de “devletin bekası” için amaçları doğrultusunda biçimlendirerek sonuçlandırmak istiyor.

Erdoğan kliği, ırkçı Türk ulusçuluğu ve dini istismar eden totaliter bir tahkimatla kurumsallaşmak, kalıcılaşmak için (15 Temmuz’un lütfuyla![3]) “taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayan” icraatını devreye sokmuştur.

Şunları bir an dahi anımsamanız, “neyin ne olduğu”nu yeterince net olarak ortaya koyar:

Totalitarizmi hortlatan tüm iktidarlar, fırsat bulur bulmaz mafya bozuntularını, cihat meraklılarını, gerçek çapulcuları ortalara salarlar!

Kimi din adına, kimi millet adına saldırganlığın sırtını sıvazlarlar!

Akıl, bilim, felsefe, sanat, mantık, hukuk, ahlâk falan tanımazlar!

Demokrasinin, adaletin, eşitliğin, kardeşliğin esamisi okunmaz!

Bu yolda insan avı başlatırlar. Kadınlara saldırırlar; LGBTİ’leri kovalarlar; ateistleri ve başka inançları olanları yakarlar; Kürtler gibi ötekileştirilenleri kahrederler!

Sanatı ve sanatçıları sahneden silerler; yazarları, gazetecileri susturup, mahpuslara doldururlar!

Emeğin sömürüsünü katmerlendirirler!

Farklı insanlarla bir arada yaşamayı zul sayanların kontrolsüz iktidarı, “ötekiler” için tehlikelidir!

Hayalleri farklı olanları istemezler; bağıra çağıra, “Ya Sev Ya Terk” nakaratıyla yok ederler!

Bunları da korkuyu egemen kılıp, halkı “Hayır” diyemeyen ve her şeyi “Evet”leyen bir sürüleştirmeyle gerçekleştirirler!

Düşünce özgürlüğünü gasp edip, ifade özgürlüğünü zincire vururlar!

İtirazı, özgürlüğü, eylem hakkını yasaklarlar!

Sokaklara çıkamaz; insan(lar)ın ağzını açamaz hâle getirirler!

Çoğunluğu korkup, hayallerinden vazgeçmeye mecbur kılarlar!

Böylelikle de halk içine kapanır; ürkekleşir!

Okullar camiye çevrilir; altüst edilen üniversiteler de kışlaya!

Cahilliğe övgüler düzülür; eğitim, eğitim olmaktan çıkarılır!

Kadınlar ahlâk kıskacına alınır, toplumdan soyutlanır; “ikinci sınıf”laştırıp, öncelikli yerini evi, öncelikli görevini annelik olarak tanımlayan ataerkillik dayatılır!

Kadın düşmanlığı körüklenir, kadın cinayetleri sıradanlaştırılır, eşitlik yok edilir!

Sanatı milli olan ve olmayan diye etiketleyip, iktidarı eleştiren sanatçıları susturur!

Sinema, tiyatro, opera, bale salonlarını kapatıp; heykelleri “ucube” ilan eder!

Medyayı ele geçirir; yalaka yandaşlarını vitrine koyar!

Medya yoluyla dolandırılan halkı kandırır!

Kendi yasalarını bile iplemez; hiçe sayar!

Cihada methiyeler düzer; dini siyasete alet eder; ötekileri “kâfir” ve “terörist” ilan eder!

Böylelikle yozlaştırılıp, yabancılaştırılan halklar kendi cellatlarına aşık olur…

Bunun siyasetteki adı totalitarizmdir!

 

TOTALİTARİZM=BAŞKANLIK DAYATMASI

Taha Akyol’a, “Hukuk mu, Demokrasi mi?”;[4] Saadet Partisi eski Genel Başkanı Mustafa Kamalak’a, “Bu başkanlık sistemi değil, despotizmdir,”[5] dedirten hâle ilişkin olarak M. Sinan Mert, “Anayasa değişikliği Erdoğan’ın egemenlik gaspı”[6] notunu düşerken; başkanlık sistemi totalitarizme eşitlenmiş bir dayatmadan başka bir şey değildir!

Etyen Mahçupyan’ın dahi, “Hâlen sürdürülen iktidar olma biçimi, geniş bir seçmen kitlesinde kaygı uyandırıyor. Bugün her konuda kolayca ve hiçbir kurumsal itiraza maruz kalmadan ‘tek adam’ yönetiminin uygulanabilmesi, ileride kurumsal denetimin kabul edilme ihtimalinin inandırıcılığını azaltıyor,”[7] demek zorunda kaldığı hâle ilişkin olarak Nuray Mert de ekliyor:

“… ‘Türk tipi başkanlık’ veya bazılarının ‘üniter başkanlık’ dediği sistem, şimdiye kadar izah edildiği kadarıyla, siyasi gücün tek elde toplanmasını hedefleyen, bunu düzenleyen bir sistem arayışı. Önerilen sistemde, kuvvetler ayrımı yok, yargı bağımsızlığı yok, denetlenebilirlik yok, hak ve özgürlükleri güvence altına alan tedbirler yok, tam da bu nedenle mesele Erdoğan değil, böyle bir sistemin otoriter rejimden başka bir vaadi olmaması. Bu sistemi savunanlar, kuvvetler ayrımını, denetlenebilirliği, özgürlükleri, siyasal bir zaaf olarak görüyorlar, ‘İrademizi güçlü bir lidere teslim edelim, o en iyisini bilir, yapar’ diyorlar, gerisi laf ebeliği. Anayasa profesörü olanın söyleyemediğini, gazete köşelerinde açıkça söyleyenler daha samimi; ‘padişah seçilemediği için başkanlığı savunuyor’lar.”[8]

Özetle 1993 yılında “Başkanlık sistemi bir özentinin sonucu ya da Amerikan emperyalizminin bize bir tavsiyesidir,”[9] diyen Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı dayatmasında öne çıkan toplumun korporatif, devletin monolitik tekçi örgütlenmesidir ve bu tahkimatla, “tek millet, tek din, tek dil olmazsa olmazı” mutlaklaştırılmaktadır.

Evet, evet “Padişah seçilemediği için başkanlığı savunuyor” notu düşülmesi gereken “Evet” karşısında, Elie Wiesel’in, “Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir, ama itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı” çığlığı asla unutulmamalıdır!

 

BAŞKANLIK TEKELCİ GERİCİLİĞİN ÜRÜNÜDÜR

Totaliter başkanlık dayatması, sürdürülemez kapitalizm gerçeğinden soyut ele alınmamalıdır. Çünkü o, tekelci gericiliğin en rafine getirisidir, ürünüdür

“Nasıl” mı?

Öncelikle bir kez daha hatırlatalım: “Küreselleşme” denen şey, emperyalizmdir; emperyalizm de küreselleşmenin kendisi…

Konuyla bağıntılı bir şey daha: “Emperyalizmin kendine özgü siyasal özellikleri şunlardır: Mali oligarşinin baskısı ve serbest rekabetin ortadan kaldırılması yüzünden her alanda gericilik ve artan ulusal baskı,” diyen V. İ. Lenin ekler:

“Emperyalizm, her yere, özgürlük değil, egemenlik eğilimi götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu ise şöyle olmaktadır: Siyasal rejim ne olursa olsun, her planda gericilik ve bu alanda mevcut uzlaşmaz karşıtlıkların aşırı derecede yoğunlaşması…”[10]

  1. İ. Lenin’in bu tespiti, emperyalist siyasal gericilik eğilimiyle emperyalizmin ekonomik temeli arasındaki dolaysız bağa işaret eder: “Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üstyapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder,” vurgusuyla; “Emperyalizm, banka sermayesi çağı, dev kapitalist tekeller çağı”nda, “… ‘devlet mekanizması’nın olağanüstü bir güçlenişini, gerek monarşist gerekse de en özgür, cumhuriyetçi ülkelerde proletaryaya karşı baskı önlemlerinin artırılmasıyla bağıntı içinde onun bürokratik ve askeri aygıtının görülmedik bir büyümesi”ne[11]tanık olunduğunun altını çizer.

Evet, “Tekel egemenliği siyasal gericiliğe tekabül eder” diyen V. İ. Lenin’e göre, sermaye merkezileşip iktisadi ve siyasi egemenlik de buna paralel olarak, zamanla güçlenen daralan bir mali oligarşi etkisine girdikçe toplumsal çelişkiler de eskinin bilinen devlet biçimleriyle sermaye egemenliğinin korunmasına imkân vermeyecek ölçüde şiddetlendi. Tüm Avrupa’yı saran 1848 devrimleri ve Paris Komünü’nün dersleri, oligarşiye örtülü diktatörlük biçimlerinin artık egemenliği sürdürmeye yetmeyeceği gibi, bilinen açık diktatörlüklerin de yetersiz kalacağı dersini vermemiş miydi?

Veya kapitalizmin tüm büyük kriz dönemlerine, burjuva düzenin artan baskıları, totaliterleşme ve bu gidişatın durdurulamaması hâlinde de faşizm eşlik edip; İtalya ve Almanya örneklerindeki “Duçe”lerin, “Führer”lerin ortaya çıktığını göstermemiş miydi?

  1. İ. Lenin’in dikkat çektiği de buydu; yani “Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal hâline getirir – ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir.”[12]

O hâlde başkanlık dayatması karşısında, düzenin totaliterleşmesinin tekelci kapitalizmle ilintisini ve de değişimin değişmeyen tek şey olduğunu unutmamak önem kazanıyor.

 

TOTALİTER REJİM

Sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı ile emperyalist savaşların yaygınlaşmasına ve siyasal gericiliğin köklenmesine bağlı olarak, dünya genelinde tanık olduğumuz totaliterleşme eğilimi, çürüyen kapitalist burjuva rejimlerinin yarattığı somut bir gerçektir.

Bu durum “burjuva demokrasisi” denilen manipülasyonun alanını daraltırken; kapitalist devlet gerçeğini daha net biçimde karşımıza diker. Burjuva devlet, “burjuva demokrasisi” diye nitelenen manipülatif işleyişinde bile sadece egemen sınıf için demokrasi; fakat sömürülen-ezilen kitleler için bir diktatörlüktür.

Gerçeğin öne çıktığı güzergâhta “burjuva demokrasisi” denilen manipülasyon can çekişirken, burjuva düzen tam bir plütokrasi (zenginlerin yönetimi) zorbalığına dönüşüyor.

Bu bağlamda sürdürülemez kapitalist sistemin insanlık açısından türlü belâlarla yüklü, kaotik ve acılı bir sürece dönüşmesi tesadüfi değildir. Büyüdüğü ölçüde kendi sonunu hazırlayan bir üretim tarzı olarak kapitalizm, topyekûn tekelci zorbalığa dönüşmeden işleyemez. Bunun içinde tekelleşmeyle paralel olarak toplumun korporatif, devletin monolitik, tekçi örgütlenmesini tahkim eder.

Bu tarihsel eğilim V. İ. Lenin’in -yukarıda değindiğim- emperyalizm dönemi çözümlemelerine, burjuva demokrasisindeki gericileşme tespiti olarak yansırken; Lenin’in siyasal gericileşme tespitine benzer biçimde Jack London da, 1908 tarihli romanı ‘Demir Ökçe’de, Amerika’daki değişimden hareketle burjuva rejimlerdeki anti-demokratik gidişatı çarpıcı biçimde anlatıp; bu durumu kapitalist düzenin demir ökçesi, plütokrasinin iktidarı olarak tasvir etmişti.

Genel hatlarıyla totaliter rejim, burjuva diktatörlüğün katı ve monolitik hâlidir. Totaliter diktatörlük, parlamenter rejimin direği kabul edilen kuvvetler ayrılığı ilkesini ezip geçen, parlamentoyu fiilen işlemez kılıp, her türlü siyasal erk kaynağını, yasamasından yargısına yürütme tekelinin sultası altına sokan bir siyasal rejimdir.

Bu özellikleriyle totalitarizm otoriterizmi içeren, ancak toplumda onu aşan bir biçimde kuşku, korku yaratan ve baskıları açıkça alabildiğine yoğunlaştıran bir niteliğe sahiptir.

Totaliter diktatörlük kanun hükmünde kararnamelere dayanan işleyişlerle burjuva parlamentarizmini sona erdirir, burjuva demokratik hakları, hukuku yok eder.

Totaliter bir rejimin meşruiyetini gerekçelendirmek gibi bir mecburiyeti yoktur; keyfidir; zorbadır!

Totaliter rejimlerde, toplumsal yaşamın yeniden biçimlendirilmesinden hukukun toplumun düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü yok edecek şekilde elden geçirilmesine dek, her alan liderin emri altına sokulur. Kuşkusuz bu tür bir işleyiş, liderin etrafında kümelenen ve onun attığı her bir adım için birbirleriyle övgü yarıştıran ve böylece bir anlamda da lideri “yoktan var eden” bir yandaşlar topluluğu olmaksızın sürdürülemez.

Burjuva diktatörlüğün en uç örneğini teşkil eden totaliter diktatörlük savaş ve kriz gibi olağanüstü koşulların ürünü olduğundan, yasama, yürütme ve yargı arasındaki olağan işleyişe son verir.

Parlamenter rejimin kuvvetler ayrılığıyla anlatılan dengesi mutlak anlamda son bulur. Yasama ve yargı dahil tüm güçler, yürütmenin mutlak başı olan liderin elinde toplanır. Devlet gücü bu temelde alabildiğine merkezileştirilir. Rejimin niteliği gereği, lider, devletin silahlı güçlerinin de mutlak başkanı pozisyonundadır. Fiili savaş durumunun yoğunluğuna da bağlı olarak, rejim alabildiğine militarize edilir. Kitleler ulusal birlik, bölünme tehlikesi, uluslararası terör tehdidi ve benzeri motifler eşliğinde “iç ve dış düşmanlar”a karşı savaşmaya hazır hâle getirilmeye çalışılır.

Böylelikle de Bernard Shaw’ın, “İnsanlar neden ölür gerçekten bilir misiniz? Tembellikten, inançsızlıktan ve yaşamı yaşanmaya değer kılmayı becerememekten!” notunu düştüğü tablo yaratılır!

 

HÂL ve GİDİŞAT

15 Temmuz’u, “Allahın lütfu” olarak niteleyen AKP, darbe girişimi ardından darbecilere ve muhaliflere karşı saldırıya geçti.

Darbe girişimini bir nimet olarak değerlendiren Erdoğan, 15 Temmuz’dan sonra kamuda ve özel sektörde tüm muhalifleri temizlemeye başladı. On binlerce kamu çalışanının işine “FETÖ” ile ilişkide oldukları ve darbeci oldukları gerekçesiyle son verildi.

Darbe girişimini fırsata çeviren AKP totaliter dönüşümü adım adım hayata geçirirken; tüm muhalefeti FETÖ’cü olarak yaftalayıp, KHK’ler ile baskı ve sindirme politikalarına karşı çıkan sosyalistlerin, Kürt halkının siyasetçilerinin ve tüm muhaliflerin sesleri kısmaya çalıştı.

Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun da “Referandum öncesi ‘Hayır’ diyecekleri imhaya vardırabilecek işaretler verilmeye başlandı,”[13] notunu düştüğü totaliter yöneliş güzergâhında 16 Nisan 2017 referandumu bir tehlike olması yanında; bir olanaktır da!

Dünya ve coğrafyamızdaki koşullar dikkate alındığında referandum, yalnızca ülkenin üstüne çöken, gerici tek adam diktasından kurtulmak için değil, dağılma ve çürüme noktasına gelen koordinatlarda devrimciler için siyasete müdahale açısından bir olanaktır da!

16 Nisan 2017 referandumunu, öncekilerden farklı kılan, kendiliğinden, sınıfsal ve siyasal bağlanma açısından heterojen geniş ve katmanlı bir “Hayır”ın oluşmasıdır. Bu referandumun gücü, -ama aynı zamanda zaafı!- “Hayır”ın bu heterojen bileşiminden geliyor.

Örneğin Kemal Kılıçdaroğlu, “Hayır çıkarsa hiçbir şey değişmeyecek” veya “Bu anayasa taslağı İslâm’a aykırıdır” diyerek CHP’nin “Hayır”dan sonra Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak kalmasına, 15 yılda oluşturulan İslâmcı mezhepçi devlet ve toplum ilişkilerine rıza ve onayını açıklasa da; referandumda “Hayır” diyen devrimciler böyle düşünmüyor (ve davranmayacaklar da).

Bu saptamayla “Hayır” cephesini bölücü davranışlarda bulunmayı önermiyorum. Ama farkımızı da gözler önüne sermekten vazgeçmemeliyiz.

Evet, “Hayır” cephesinin ileri, sol, sosyalist öğeleri, yalnızca oya kilitlenmeyen, “Hayır”ın kritik önemini öne çıkarırken, sonrasının olanak ve görevlerine işaret etmeyi ihmal etmemelidir.

Emre Kongar’ın, “Kendilerinin de açıkça belirttiği gibi, bu referandum, fiili durumun, yani tek adam yönetiminin yasallaştırılmasından başka bir anlam taşımıyor!”[14] diye betimlediği dayatmayla “İdiokrasi”[15] egemen kılınmak istense de bunun gerçekleşmemesi hâlinde unutulmasın: “Hayır”dan sonra hiçbir şey eskisi gibi devam edemez, etmeyecek de!

Ve Halbert Otto’nun, “Değişim ve gelişim insan kendisini riske attığında ve kendi hayatıyla içli dışlı olmaya cesaret ettiğinde meydana gelir,” diye betimlediği umudun olanakları devreye girecektir; Colin Wilson’un, “Kelebek bir defa kanatlandı mı bir daha asla tırtıl hâline gelmez,” haklı uyarısındaki üzere…

 

TOTALİTER “ANAYASA ÖNERİSİ” KARŞISINDA

Bunlardan ötürü, totalitarizmin “anayasa önerisi” karşısında, “Hayır” demekle yetinmeyip, alternatifini de öneren bir tutuma sahip olunması gerekiyor.

Yani “Demokratik cumhuriyet dediğinizde olmazsa olmazını eklemeniz şart: Kuvvetler ayrılığı,”[16] türünden genellemelerle yetinmeyip, “Hayır”(ımız)ın gerekçesinin açık ve net olmasına ve yeniyi muştulamasına müthiş dikkat edilmelidir!

“Bu bir anayasa değişikliği değil, anayasasızlaştırma hamlesidir” diyen ‘Sosyal Haklar Derneği’ Genel Sekreteri avukat Can Atalay’ın, “Paket geçerse kararnameler rejimi olacak,”[17] notunu düştüğü dayatma ile bir istibdat rejiminin inşa edilmek hedefleniyor.

Söz konusu istibdat, emperyalist şirketlerin, borsa yatırımcılarının, yerli büyük sermayenin ve modern tefeci bankaların çıkarları üzerinde yükseltilmek isteniyor.

Bu düzenleme teklifi özü itibariyle tekçiliktir. Kişi-parti güdümlü devlet yönetim projesidir.

Kolay mı? Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’ın, “Bu metin yasalaşırsa ortada anayasa kalmayacak! Bu bir güldürüdür. Demokratik başkan bile diktatör olmak zorunda kalır! Taslağa göre başkan diktatör olmak zorunda; savunanlar bile doğduklarına pişman olacak,”[18] uyarısını dillendirdiği tekçilik dayatmasına hatırlatılması gereken 16 Ağustos 1789 tarihinde yayımlanan, ‘Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bilidirisi’nin XVI. maddesindeki “Toute la société dans laquelle…, ni la séparation des pouvoirs déterminée n’a pas point de constitution/ Erkler ayrılığının bulunmadığı toplum(lar)da anayasa yoktur” ibaredir.

Anayasa değişikliğinin bel kemiğini yargıya tekçi hâkimiyet arzusu oluşturuyor. Bu değişiklikler ile birlikte kuvvetler ayrılığı sisteminden kuvvetler birliği (ve tekliği) sistemine geçilmektedir.

Bir sahtekârlık belgesi niteliği taşıyan[19] önerinin demokratikleşme diye bir derdi yoktur. Örneğin HSYK’nın yapısını değiştiriyorsunuz ama Adalet Bakanı Müsteşarını Kurul içinde tutmaya devam ediyorsunuz. Yani Yargı’yı Yürütmenin kontrolünde tutmak istiyorsunuz!

Sonra… 12 Eylül’ün seçim ruhu barajlardır. Barajlara acaba niçin dokunmuyorsunuz?

12 Eylül’ün simgesi YÖK’ü ortadan kaldırmak için neden küçük parmağınızı bile kıpırdatmıyorsunuz acaba?

Bu paket idarenin yargısal denetiminin içini boşaltırken meclis çoğunluğunu elinde tutan iktidara kamu deneticisi yetkisi vererek, tüm kamu kurum ve kuruluşlarını denetim baskısına alarak ülkeyi totaliter polis devleti keyfi rejimine sürükleyecektir.

Coğrafyamıza bir “deli gömleği” giydirmeyi hedefleyen anayasa değişikliği önerisi bir dayatmadır! Usulden ve esastan reddedilip, “Hayır” denilmelidir.

Çünkü süreklileşmiş ve daha koyu bir OHAL rejiminin olağanlaştırılmasıdır.

Teklif tek bir kişiye mutlak bir iktidar bahşetmekte, onu totaliter, keyfi ve yekpare bir rejimin kişiselleşmiş ifadesi kılmaktadır. Bunun literatürdeki adı totalitarizmdir.

 

“REFERANDUM” MU DEDİNİZ?!

Demiştik: Referandum hem bir tehdit hem de bir imkândır.

Bu ikili özelliğin herhangi biri, ötekinden daha önemli veya önemsiz addedilmemeli; şunlar da unutulmamalıdır:

“Referandumla halka sunulacak 18 maddelik anayasa değişikliği paketi, askerî cuntanın eseri olan 1982 anayasasının, başkanlık hedefiyle ve kimi yönlerden de MHP’nin bakış açısıyla güçlendirilmesinden ibaret. Ortada rejim değişikliği yok, yapılan değişiklik, Türk-İslâm sentezine dayanan ırkçı-tekçi yapısıyla katı merkeziyetçi devletin güvenceye alınma arayışıdır. Yani 1982 anayasasında zaten var olan katı merkeziyetçi üniter rejim hem pekiştiriliyor hem de iktidar yetkisi, doğu despotizmi dokusuna uygun tek adam elinde merkezileştiriliyor.

Yani XXI. yüzyıl başında sürdürülmesi mümkün olmayan katı merkeziyetçi üniter rejimin, doğu despotizminin yeni hamleleriyle sürdürülmesi arayışıdır. ‘Türk tipi başkanlık’ demek doğu despotizminin İslâmi versiyonunun ta kendisi olup demokrasi ve özgürlükler açısından da mevcut olanın gerisinde bir içeriğe sahiptir.”[20]

O hâlde bu tür bir zorbalıktan “normal” bir referandum beklenmemelidir; tıpkı 30 Ocak 2017’de tahliye edilen HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken’in, “Ama bu kadar HDP’li cezaevinde iken referandumun meşruiyetinden söz edemezsiniz,”[21] vurgusundaki üzere!

“Hayır” kampanyası yürütenlere ilişkin birkaç şey daha eklemeden geçmeyelim:

  • 18 Ocak’ta Antakya’da aralarında HDP, SYKP, SODAP, Eğitim-Sen ve EMEP üye ve yöneticilerinin bulunduğu, “Hayır” kampanyası yürüten 36 kişi sabah baskınıyla gözaltına alındı.
  • 25 Ocak’ta “Hayır” çağrısı yapan Kamu-Sen Genel Merkezi’ne 25 kişilik bir grup saldırdı. Konfederasyon binasını basan grup Kamu-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk’un istifasını istedi.
  • 26 Ocak’ta İstanbul Maltepe’de “Hayır” çalışması yapan gençler silahlı saldırıya uğradı. Bir kişi yaralandı.
  • 27 Ocak’ta Suç Örgütü Lideri Sedat Peker “Hayır” diyenleri tehdit etti: “Sokağa çıkan olursa onları sokakta bekliyor olacağız!”
  • 29 Ocak’ta Saray’daki toplantılara gitmeyen Beyoğlu Kamer Hatun Muhtarı, “Devlet büyüklerine hakaret”ten tutuklandı.
  • 29 Ocak’ta Bursa’da, referandumda “Hayır” oyu vereceğini söyleyen esnaf “muhbir vatandaş” tarafından şikâyet edildi, esnaf gözaltına alındı.
  • 31 Ocak’ta CHP PM Üyesi Sera Kadıgil, attığı tweetlerden dolayı gözaltına alındı.
  • 31 Ocak’ta Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Malatya İl Seçim Müdürü Gürsel Dursun, kişisel Facebook hesabında “Kılıçdaroğlu’nun başı için evet” yazılı bir mesaj paylaştı.
  • 3 Şubat’ta Antalya’da “Hayır” afişi yapan 3 kişi gözaltına alındı. Aynı gün IŞİD propagandasından gözaltına alınan 9 kişi serbest bırakıldı.
  • 3 Şubat’ta Barış Manço’nun ölüm yıldönümünde “Hayır” şarkısını isteyen dinleyicinin isteği “Biz o toplara girmeyelim şimdi” denilerek reddedildi.
  • 3 Şubat’ta Başbakan Binali Yıldırım, “Rejimin değiştiği yok, değişen değişimin ta kendisi, değişime direnenler yok olacak” dedi.
  • 3 Şubat’ta Ümraniye Modoko Camii İmamı Hüseyin Güleç, verdiği cuma vaazında ‘Başkanlık sistemine hayır’ diyenleri gafillikle suçladı, AKP’nin icraatlarını sayarak “evet” propagandası yaptı.
  • 3 Şubat’ta Düzce’de, ellerinde tabanca ile çektirdikleri fotoğrafı, “Başkanlık sistemine hayır diyenleri tıpkı 15 Temmuz gibi sokaklarda bekliyor olacağız,” notuyla sosyal medyada paylaşan 19 yaşındaki S.A. ve 17 yaşındaki G.E. nöbetçi mahkemece adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
  • 4 Şubat’ta Kadıköy Bahariye’de başkanlık anayasasına ilişkin referandumda “Hayır” çağrısı yapanlara polis silah çekerek saldırdı. Saldırıda 3 kişi gözaltına alındı.
  • 5 Şubat’ta “Hayır” pankartı asılan SYKP Sultangazi bürosuna polis saldırdı ve SYKP üyesine silah doğrulttu.
  • Misvak Dergisi, yayımladığı bir karikatürde “Hayır” diyenlere şeytan göndermesi yaptı.
  • Başbakan Binali Yıldırım, “Hayır” diyenleri “Teröre destek vermekle” suçladı.
  • “Hayır” oyu vereceğini açıklayan onlarca MHP il ve ilçe yöneticisi, MHP tarafından tasfiye edildi
  • Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, “Dikkat ederseniz hayırcılar milletten korkanlardır” dedi.
  • Yandaş ‘Yeni Akit’ gazetesi, Meltem Cumbul’un “Hayır” açıklamalarını, “Meltem Cumbul’dan hayır provokasyonu” şeklinde verdi.[22]
  • Sağlık Bakanlığı’nın yıllardan beri rutin gerçekleştirdiği “Sigaraya Hayır” kampanyasına Konya’da ara verildi. Bu yasak da, “Hayır” kelimesi içeren faaliyetlerin referandum süreci boyunca örtülü yasak göreceğinin kanıtı oldu.[23]
  • ‘Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’e verdiği söyleşisi yayımlanmayan Orhan Pamuk, “Haber ne yazık ki doğru; ‘Hayır’ oyu vereceğimi söyledim, röportaj yayımlanmadı,”[24]dedi.
  •  AKP’nin ‘Halk Özel Harekât’ gibi bir paramiliter yapılanma çalışması içinde bulunduğunu belirten MHP milletvekili Sinan Oğan,  “AKP esnafa silahlı eğitim veriyor; bu yarı milis gücünü, ha dediklerinde sokağa salacaklar… Özellikle bu 15 Temmuz sonrasında normalde fırıncı, berber ya da bakkal olan sivillerin zaman zaman kamplara alınıp eğitildikleri, silah kullanmanın öğretildiğini biliyoruz. Bu yarı milis gücü ha dediklerinde sokağa çıkarıp toplumun diğer kesiminin üzerine salacak bir çalışma içerisindeler,” dedi.[25]

Durum bu ve daha da ağırlaşacak; buna kuşku yok.

Bunlar böyleyken Alfred Capus’un, “Umutsuzluğa kapılmak doğru değildir. Kaybetmenin ilk basamağı umutsuzluğa düşmektir”: Che Guevera’nın, “Kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin,” uyarıları kulaklara küpe edilmelidir.

 

ERDOĞAN (PATENTLİ AKP) YALANI

Tüm bunlara bir de Erdoğan (patentli AKP) yalanı da eklenmeli…

AKP Ankara Milletvekili Cemil Çiçek, başkanlık sistemiyle ilgili uyarılarda bulunarak, “Başkanlık… diktatörlüğe yönelebilir,”[26] derken; ‘The Financial Times’ın ‘Erdoğan Suriye ve Irak’ta Siyasi Suları Bulandırıyor’ başlıklı yazısında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bölgedeki gelişmeleri, Türkiye’yi başkanlık sistemine taşımak için kullandığının altı çizilerek “Putinvari bir başkanlık sistemini getirecek referandum”a[27] dikkat çekilmesi boşuna değildir.

T.“C”, referandum ile yeni bir birikim modeline geçmenin eşiğindedir.

Siz bakmayın Başbakan Yıldırım’ın, “Sayın Kılıçdaroğlu, rejim tartışması 1923’te bitti. Türkiye ‘Cumhuriyet’ dedi, rejimini seçti. Rejim değiştiren yok,”[28] demesine!

Bu yalanların bir tek hedefi var: Totaliter başkanlık…

Kolay mı? Bu yolda onlar için her şey mubahtır! Tıpkı AKP’ye yakın ‘Karar’ gazetesi yazarı Elif Çakır’ın, “Bu yetkilerle bizi Ahmet Necdet Sezer gibi birisinin yönettiğini bir düşünelim bakalım? Sonuç ne olur?” diye sorup, “Öyleyse yapılması gereken belirli bir süre için, mesela beş yıllık bir süre için, Erdoğan’a geçici olarak bu yetkilerin verilmesi. Daha sonrası için daha risksiz bir yönetim yapısının teminat altına alınması. Benim teklifim, referandumdan sonra anayasaya eklenecek geçici bir maddeyle bu sorunun çözülmesi. Bir düşünün bunu,”[29] türünde “çözüm” önerdiği üzere…

Onlar için totaliter başkanlık bir “varlık, yokluk”tur artık. “Çünkü iktidarın lideri ya herro ya merro ikilemi içine kendisini sıkıştırdı. Olumsuz bir sonuç, büyük bir kırılma yaratır.”[30]

O hâlde “Hayır” (veya “Evet”) bir kırılmaya denk düşecektir. Nitekim AKP çevreleri bunu ifade etmeye başladılar: “Referandumdan ‘Evet’ çıkmazsa iç savaş çıkar,”[31] diyen AKP Manisa İl Başkan Yardımcısı Ozan Erdem gibi…[32]

Tıpkı Jean Paul Sartre’ın, “İnsan sahip olduklarının toplam değil; fakat henüz gerçekleştirmediklerinin, sahip olabileceklerinin toplamıdır,” uyarısındaki üzere!

 

“HAYIR”!

Bu tabloda “Kullandığınız kelimeler, nasıl yaşayacağınızı belirler,” diyen Yunan atasözü unutmadan; alayına isyan, hepsine “Hayır” diyoruz!

“Yönümüzü değiştirmezsek hedeflediğimiz yere varabiliriz,” uyarısının altını çizen Çin atasözünü “es” geçmeden;[33] kulağımıza, “Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır,” diye fısıldayan Xsentos ile “İnsanın yalnızca gerçeğin ne olduğunu bilmesi yeterli değildir; doğruyu istemesi ve yapması da gereklidir,” diyen Johann Wolfgang von Goethe’nin uyarılarına da büyük değer veriyoruz…

Toplumsal sözleşme (uzlaşma) metinleri olarak sunulup, nihaî kertede toplumsal kesimler arasındaki mevcut ilişkilere bir çerçeve çizmeyi esas alarak, bu ilişkileri yeniden düzenleme iddiası taşıyan anayasa, sınıflı toplumda (hukuk gibi) bağımsız ve tarafsız olamayacağı için halkı siyaset dışına iterek kişi diktatoryasını dayatan otokrasiye “Hayır” diyoruz!

AKP ve yandaşlarının otokratik dayatmasına “Hayır” diyen sosyalistleri, kapitalist düzeni ve 12 Eylül Anayasası’nı savunmakla “suçlamak” yersiz ve temelsizdir.

Bu referandum ile emperyalizmin ve tekelci sermayenin tahakkümünü pekiştiren otokratik dayatmaya güçlü bir “Hayır”, sadece bu saldırıyı püskürtmekle kalmayacak, özgürlüklere de yeni bir kapı açıp, imkânlar sunacaktır.

Görülmesi gerek: Coğrafyamız, yoğun bir keyfîlik zorlaması altındadır. Bu kapsamda iktidar, 15 Temmuz darbe girişimini fırsata çevirerek, OHAL baskı rejimine soktu; kanun hükmünde kararnamelerle, denetimsizce bütün yetkileri tek elde toplayacak başkanlık rejiminin inşası için fırsata dönüştürdü.

Bu saldırılar karşısında: Herkesin farklı kimliği ile eşit yurttaşlık haklarına sahip olduğu; eşitlik ve özgürlük içinde yaşayabileceği; herkesin inancına, inançsızlığına, yaşam tarzına, siyasi düşüncesine karşı saygılı olduğu; kadına ve cinsel kimliklere yönelik şiddetin nihayete erdirildiği; tarihî ve doğal varlıkların, diğer canlıların yaşam alanlarının ve kentlerin korunduğu; Kürtlerin ulusal taleplerinin dikkate alındığı; laik, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir coğrafyanın yaratabilmesi gerekiyor…

Tam da bunun için “Hayır” diyoruz!

  • Olağanüstü hâl koşullarında referandum yapmak yanlış olduğu için.
  • Özgürlüğün olmadığı ortamda seçme özgürlüğünden söz edilemeyeceği için.
  • “Hayır” diyecekler, korkutma ve yıldırmayla hizaya getirilmek istendiği için.
  • 6 milyon oyu temsil eden bir siyasi partinin, HDP milletvekillerinin tutuksuz yargılanması mümkünken, tutuklu yargılanmaları demokrasiye uygun olmadığı için.
  • Üç çocuktan sezaryene, kürtajdan evde çocuk bakımına kadar toplumsal hayatın gericileştirilmesine dönük hamleler aile kutsallığı makyajı altında kadınlar üzerinden tasarlandığı için.
  • Başkanlığı savunan hiç kimse şu basit soruya ikna edici cevap veremediği için: “15 yıl boyunca ne isteyip yapamadınız?”
  • Evrim teorisi müfredattan kaldırılıp bilimsel ve laik eğitim reddedildiği için.
  • Cezaevlerinde devlete emanet çocuklar dövülerek öldürüldüğü için.
  • 15 Temmuz darbe girişimini planlayan darbecilerle mücadele etmek ve olası tehditleri ortadan kaldırmak amacıyla ilan edilen OHAL rejimi kalıcılaştırıldığı için.
  • OHAL, iktidarı eleştiren kesimler üzerinde tasfiye aracına dönüştürüldüğü için.
  • OHAL kararnameleriyle, OHAL ile hiç ilgisi bulunmayan onlarca yasa ve yaşam alanı yeniden düzenlendiği için.
  • OHAL KHK’leriyle avukat hakları, dolayısıyla savunma hakkına büyük kısıtlamalar getirildiği için.
  • Fotoğrafları rahatlıkla servis edilen gözaltında işkence meşrulaştırıldığı için.
  • Kadın cinayetlerinin sıradanlaşması ile toplumu “evdeki kadın” “anne kadın” üzerinden yeniden inşa politikası arasında politik bağ olduğu için.
  • Roboskî’de 34 çocuğun terörist ‘sanılarak’ savaş uçaklarının bombardımanıyla parçalandığı davada adalet sağlanamadığı için.
  • Bugün itibarıyla vatandaşların kullanılabilir gelirinin yarısından fazlası borca gittiği için.
  • Büyük altyapı projelerine döviz kuru üzerinden garanti verildiği hâlde, “Devletin cebinden bir kuruş çıkmadı” denildiği için.
  • Şehir hastanelerinde devlet her bir hastane için, hastaneyi yapan şirketlere 25 yıl kiracı olmayı kabul ettiği, yatak garantisi verdiği ve toplamda ne ödeyeceğini açıklamayıp bunu ucuz bir yol gibi sunduğu için.
  • Köprü ve tünel projelerinde araç geçişi, havalimanında 10-15 yıl sürelerle yolcu garantileri verildiği için.
  • Bu yolla, Türk Lirası üzerinden hazırlanan milli bütçelere, peşin peşin müteahhit şirket paraları ayrıldığı için.
  • Az sayıda şirket iktidar aktörü hâline getirildiği için.
  • Çocuklarımızın geleceği, şirket çıkarlarına rehin edildiği için.
  • Cerattepe’de olduğu gibi Çevresel Etki Değerlendirme raporları, çiğnenip geçilen birer formaliteye dönüştüğü ve doğal zenginliklerin talanına engel olmaktan çıkarıldığı için.
  • Sadece 2017’nin Ocak ayında 161 iş cinayeti yaşandığı için.
  • Kamunun dövizli alacaklarında döviz kuru sabitlenerek, iktidar eliyle kamu zararı yaratıldığı ve şirketlere servet transferi yapıldığı için.
  • Kamu kurumlarına TL’ye dön baskısı yapıldığı hâlde, davetli kamu ihaleleri hâlâ döviz üzerinden bağlandığı için.
  • İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve anayasada yer verilen “Herkesin düşüncelerini anlatma ve açıklama özgürlüğü vardır,” ilkesi hemen her alanda ağır biçimde rafa kaldırıldığı için.
  • 15 Temmuz darbe girişimi ardından, etkili soruşturmalar yapılmaksızın kararnamelerle kapatılan medya kuruluşunun ardından 2300 medya çalışanı işini kaybettiği, 131 gazetecinin 2017 yılına cezaevinde girmesi umut vermediği için.
  • Akademisyenler, bir daha geri dönmemek üzere ve özlük hakları da kaybettirilerek ihraç edildiği için.
  • OHAL KHK’leriyle ağır baskı altına alınan sanat, milli ve milli olmayan diye bölündüğü için…

Tüm bunların müsebbibinin de kapitalizm olduğundan şüphe duymadan “Hayır” diyoruz!

 

“HAYIR”IN ÖNEM ve İŞLEVİ

Coğrafyamızın ezici çoğunluğunu oluşturanlar emekçi halklar ve işçi sınıfımızken; biz geleceğimizi halk düşmanlarının burjuva fraksiyonların aralarındaki çıkar çelişkilerine bağlamıyoruz.

Bu nedenle biz, emekçilerin üzerimizdeki sınıf tahakkümünü pekiştirecek olan istibdat rejimine “Hayır” diyoruz.

Bizim “Hayır”ımız, referandum günüyle sınırlı bir çağrı değildir.

Bugün sandıkta verilen mücadele yarın fabrikada, madende, tersanede, tarlada ve okulda katlanarak artacaktır. İşçi sınıfı ve emekçiler kapitalist istibdada razı olmayacaktır!

Sandıklardan çıkması olası bir “Hayır”, sermayeye ve istibdada karşı sınıf mücadelemizi güçlendirecektir.

Toplumu bu referandum aşamasında “Hayır” için mobilize edecek güçler çeşitlilik arz ediyor ve bu da iyi bir şey. Devrimci çevrelerin, sınıf devrimcilerinin de kendi etkileme kapasiteleri oranında emekçi kitlelerde faşizme karşı bir “Hayır” bilinci ve uyanışı yaratabilmeleri son derece gerekli ve kıymetli. Açık ki, bu referandumda “Hayır” oylarının yükseltilmesi, kitlelerin yalanlara aldanışlardan, pasif ve bezgin ruh hâlinden ve bir şey yapılamaz psikolojisinden çıkartılabilmesi bakımından önem taşıyor.

Referandumda “Hayır” oylarının yükseltilmesi, kitlelere, isterlerse en temel demokratik haklarını kazanabilecekleri ve genişletebilecekleri, emperyalist paylaşım savaşlarına dur diyebilecekleri, Kürt ulusunun hakları için demokratik taleplerini yükseltebilecekleri bir mücadeleye muktedir olduklarını göstermek bakımından önem taşıyorken; emekçilerin menfaatini yansıtan tek seçenek “Hayır” olacaktır. İşçi ve emekçinin “Hayır”da birleşmesi kardeş kavgasının yerine sınıf kavgasını geçirecek tek yoldur.

Bu düzenden şikâyetçi olan herkesi, referanduma yaşam tarzı, kimlik, memleket millet ya da mezhep temelinde yaklaşanlardan farklı olarak, sınıf tahakkümünü istibdat ile pekiştirme girişimine karşı birlikte mücadeleye seferber etmek istiyoruz.

Heraclitus’un, “Değişiklikten başka bir şey devamlı değildir,” saptamasını doğrulayan “Hayır”cı tavırların çoğaldığı güzergâhta DİSK de, “Memleketin ve işçilerin geleceği için ‘Hayır’!…”[34] derken; egemenlerin “istikrar”/“huzur” dedikleri zulüm ve ölümdür; toplumu bütünüyle köleleştirmektir. Bunu kabul etmiyoruz! Buyun eğmiyoruz! Diz çökmüyoruz! Başkaldırıp, “Hayır” diyoruz!

Evet, “Kurtuluş Yok Tek Başına; Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz!” diyen biz özgürlük için “Hayır” diyoruz. Bizim için anayasa sokakta yapılır. Sokağın gündemi ise başkanlık değil, özgürlüktür.

Onlara da, onların bombalarına da, tankına da, kanalizasyonu andıran televizyon kanallarına da, KHK’larına da “Hayır”! Halkların önüne gelecek diye koydukları karanlığa “Hayır”! Anayasa’larının 1980’ine de, 2017’sine de “Hayır”!

 

BOYKOT ve SAİR ZIRVALAR

Şimdi “Hayır” zamanıdır…

Hem de “İstemek, ‘İstiyorum’ demek değil, harekete geçmektir,” diyen André Maurois’yı; “Karanlığı lanetlemektense, bir mum yakın,” diye haykıran Konfüçyüs’ü; “Yapacağım diye vakit geçirme, yaptım de!” notuyla Plautus’u unutmadan “Hayır” deyip; boykot tutum(suzluğ)u ve sair zırvalar vakit kaybetmeme zamanıdır!

Mesela “boykot”: “Faşist diktatörlüğün giymeye çalıştığı yeni gömleği başkanlık, halk oylaması ile değil halkın mücadelesiyle durdurulur!… Esasında sonucu başından belli bir Referandum süreci yaşanmaktadır. Faşist diktatörlük ‘halkın iradesini’ ideolojik ve siyasi baskıyla, manipülasyon yoluyla gönüllü olarak ‘Evet’ şeklinde biçimlendiremese bile elindeki devlet olanakları ile cebren ya da hile yoluyla mutlaka gerçekleştirmeye çalışacaktır. Bu anlamda ‘Halk Oylaması’ denen yöntem sadece göstermelik bir tiyatro oyunudur,”[35] saptamaları “doğru” olsa da, bu oyunu bozmak ve lehimize döndürmek için mücadeleden niye vazgeçelim?

Mesela Kürtçe bir “zırva”: “Kürtlerin Aşil topuğu ‘yetkileri kimin kullanacağı’ değildir. ‘Yeni sistem’ önermelerinin Kürt ulusal talepleri etrafında şekillenebilecek çeşitli fırsatları gözden kaçırılmamalı; başkanlık sistemi dahil olmak üzere yarı-başkanlık, yetkileri güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı gibi her türlü önermeye açık olunmalıdır. Kürtler için esas olan, Kürt Meselesi’nin kalıcı ve demokratik çözümüdür. Bu uğurda her türlü araç birer müzakere mevzisi olarak kabul görmelidir. Acilen karar verilmesi gereken, referandumda ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ oyu kullanmak değildir. Siyaset uzun erimli dinamik bir zaman dizini, taleplerin kabulü için yürütülen bir ikna süreci ve uzlaşma aracıdır… Başka örneklere başvurmadan, yanı başımızda Güney Kürdistan’ın geçirdiği aşamalar ilham vericidir.”[36] İşte siz(ler)e dar milliyetçi bir körlük!

Mesela liberal bir “zırva”: “Başkanlık, yarı başkanlık ya da parlamenter sistem… Hangisinin daha iyi, hangisinin daha özgürlükçü olduğuna dair net bir sonuca varmak zor.”[37] Buna dair bir şey demek bile gerekmiyor!

 

BİZİM “HAYIR”IMIZ

Totaliter dayatmalar yanında, boykot tutum(suzluğ)u ile sair zırvalara inat bizim “Hayır”ımızın mücadelesi müthiş bir önem taşıyor.

Çünkü bizim “Hayır”ımız; Lev Tolstoy’un, “Ümit, uyanık insanın rüyasıdır”; Napoléon Bonaparte’ın, “İradenin karşısında durabilecek bir güç göremiyorum”; Desmond Tutu’nun, “Bana güç veren, doğru olanı yaptığımı bilmektir,” uyarılarıyla neyi reddettiğini gayet iyi bilir…

Eduardo Galeano’nun, “Diktatörlüklere hayır, demokrasi kılığına girmiş diktatörlüklere hayır derken, gerçek bir demokrasi için mücadeleye evet diyoruz; kimsenin ekmeğinin ve sözünün reddedilmeyeceği, Neruda’nın bir şiiri ya da Violeta’nın bir şarkısı kadar tehlikeli ve güzel olacak bir demokrasi için mücadeleye evet diyoruz”…

“Onursuz barışa hayır derken, adaletsizliğe karşı kutsal isyan hakkına ve onun halk direnişleri tarihi kadar uzun tarihine evet diyoruz”…

“Paranın özgürlüğüne hayır derken, insanların özgürlüğüne evet diyoruz”…

“Dünyayı bitimsiz bir kışlaya çeviren güçlülerin intihara varan egoizmine hayır derken, bize evrensel bir anlam katan, tüm o gardiyanlara rağmen bütün sınırlardan daha güçlü olan insan direnişine evet diyoruz”…

“Hayal kırıklığının hüzünlü cazibesine hayır derken, umuda evet diyoruz,”[38] satırlarını rehber edinirken; bu yoldaki farklılığını da gölgeletmez…

Biz elbette “Hayır” diyeceğiz. Ancak “Hayır”ımız, CHP’nin, Perinçek’in, Akşener’in “Hayır”ı olmayacak!

Net ifade edelim: Herkesin “Hayır”ı kendisine benzer…

Sakın bize, “Nisan ayında, referandum akşamı oy sandıkları açılacak. Sandık kurulundan biri yüksek sesle pusulayı okuyacak; ötekiler kontrol edecek, not tutacak, sayacak…

– Evet… Hayır. Evet. Evet. Hayır. Hayır. Hayır. Hayır. Hayır. Evet. Hayır. Hayır…

O kadar. Sadece ‘evet mi, hayır mı’ sayılacak.

O yüzden referandum akşamına kadar ‘Benim hayır’ım başka, seninki başka’ ya da ‘Benim hayır’ım senin hayır’ını döver’ yollu itiş kakıştan ve anlamsız yarıştan vazgeçilmesini öneriyorum,”[39] türünden ufuksuz liberal nasihatler vermeye kalkışmayın! Bizim “Hayır”ımızın bunlara karnı tok!

Kapitalizmin ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn edilmiş ya da sürdürülen bir “Evet ile Hayır”ının ikisi de bizim için değil!

Kapitalizme mündemiç “Evet” de, “Hayır” da demek namümkün…

Örneğin “Vatan, millet, bayrak” deyip “ulvî” değerlerin ardına saklanıp, “Evetçiler ülkeyi bölecek” sloganıyla “Hayır”ı dayatanlardan; malumun ilamı “Evet”çilere…

Ne “Evet”in “tek”çi muktedirleri, ne de “Hayır”ın “vatan elden gidiyor” söylemiyle “bayrak açan”lar coğrafyamıza “daha çok demokrasi” gelsin diye sahada değiller…

Ralph Emerson’un, “Ancak kendi ayakları üzerinde durabilenler hayat savaşını kazanırlar,” sözlerini kulağına küpe edinen bizim “Hayır”ımız, burjuvazinin önderliğindeki tüm sistem ve rejimlerin karşısındadır.

 

“SON” DEĞİL YENİ(DEN)

Dostlarımdan kimilerinin doğruların altını çizen “coşkusuzluğu”na[40]  rağmen; bugünlerde okuduklarımdan aklımda kalan en coşkulu tümce, “Aydınlatacaksak biz aydınlatacağız yeryüzünü,”[41] diyen Rahmi Öğdül’e ait…

İhtiyacımız olan bu…

Mesela Halil Cibran’ın, “Her kışın yüreğinde titreyen bir bahar vardır. Her gecenin peçesinin ardında tebessümle bekleyen bir şafak vardır” ya da Bernard Shaw’ın, “Hepimiz yeniden doğmalıyız, sonra bir daha ve bir daha” satırlarındaki üzere!

Şimdi bizim “Hayır”ımızı örgütlerken internette “Hayır” etiketli kampanyalar yürütmekle sınırlanmamalı. Bu da yapılmalı. Ancak yetersiz olduğu unutmamalı!

İnternette, Twitter ya da Facebook veya benzeri kanallardan çoğu kez “kendimize benzeyen, bizim gibi düşünen”lere ulaşıyoruz ki, bu da “Türk’ün Türk’e propagandası”ndan başka bir değer taşımıyor.

Şimdi Andrew Carnegie’nin, “Başkalarının sözlerine daha az kulak veriyorum. Sadece ne yaptıklarına bakıyorum”; Ahmed el-Gazzâlî’nin, “Hareketsizlik çürümenin eşiğidir,” uyarılarını anımsayıp/anımsatarak, klavyelerin başından kalkıp, yüzümüzü sokağa dönmek gerek.

İşte tam da bunun için Kerim Hanedan’ın, “kırmızı giymek lazım/ korkuya inat…/ elma yemek lazım/ cennete inat…/ güzele bakmak lazım/ günaha inat…/ yaşamak lazım/ düşmana inat…/ türkü söylemek lazım/ zulme inat…/ şiir yazmak lazım/ ölüme inat,” dizeleri eşliğinde bizim “Hayır”mız için Malcolm X.’e kulak verin: “Gelecek, bugünden ona hazırlananlara aittir.”

“Kimse sana özgürlüğünü vermez. Kimse sana eşitliği, adaleti ve başka hiçbir şeyi vermez. Eğer gerçekten insansan, bunları kendin alırsın!”

“Eğer uğrunda ölmeye hazır değilseniz, ‘özgürlük’ kelimesini lûgatınızdan çıkarın.”

“Özgürlüğü savunanların direnme gücü, zulmedenlerin gücünden daha fazladır.”

“Eğer demokrasi özgürlükse neden bizim insanlarımız özgür değil. Eğer demokrasi adaletse neden biz adalete sahip değiliz. Eğer demokrasi eşitlikse neden biz eşitliğe sahip değiliz. Demokrasi ikiyüzlülüktür.”[42]

 

15 Şubat 2017, Ankara.

 

N O T  L A R 

[1] 16 Şubat 2017 tarihinde Genç-Sen’in Eskişehir’de düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma…

[2] Cemal Süreya.

[3] “Bu darbe mevcut devlet yapısını korumak için değil yeni bir devlet oluşturmak için yapılmakta olan bir darbedir. Bu darbeyle yeni bir devlet, yeni bir ulus, yeni bir sistem planlanmaktadır. Yeni devletin ihtiyaç duyduğu kurtuluş savaşı 15 Temmuz’dur. Yeni devletin ihtiyaç duyduğu başkomutan Erdoğan’dır. Yeni devletin hedeflediği insan tipolojisi 15 Temmuz’da sokağa çıkanlardır.” (Ali Kenanoğlu, “15 Temmuz Cumhuriyeti”, Evrensel, 13 Ocak 2017… https://www.evrensel.net/yazi/78278/15-temmuz-cumhuriyeti).

[4] Taha Akyol, “Hukuk mu, Demokrasi mi?”, Hürriyet, 30 Kasım 2016, s. 18.

[5] “Kamalak: Bu Başkanlık Sistemi Değil, Despotizmdir”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2016, s. 4.

[6] M. Sinan Mert, “Anayasa Değişikliği ya da Erdoğan’ın Egemenlik Gaspı”, Sosyalist Dayanışma, Yıl: 7, No: 51, Ocak 2017, s. 4-6.

[7] Etyen Mahçupyan, “AKP’nin Başkanlık Sınavı”… http://www.karar.com/yazarlar/etyen-mahcupyan/ak-partinin-baskanlik-sinavi-2600

[8] Nuray Mert, “Yetmez Ama Hayır!”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2016, s. 5.

[9] http://www.halkhaber.org/2016/12/02/rte-baskanlik-amerikan-emperyalizminin-bize-bir-tavsiyesidir/

[10] V. İ. Lenin, Emperyalizm, Çev: Cemal Süreya, Sol Yay., Ekim 2006.

[11] V. İ. Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Marksizmin Bir Karikatürü, Çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1991.

[12] yage.

[13] “Bugünleri de Aratacak Bir Döneme Sürükleneceğiz”, 9 Şubat 2017… http://t24.com.tr/haber/prof-kaboglu-referandum-oncesi-hayir-diyecekleri-imhaya-vardirabilecek-isaretler-verilmeye-baslandi,387860

[14] Emre Kongar, “7 Haziran’dan Günümüze-1”, Cumhuriyet, 24 Ocak 2017, s. 2.

[15] İdiokrasi, “demokrasi”ye gönderme yapılarak ortaya çıkarılmış, uydurulmuş bir terim. Aptallığın iktidar olduğu, iktidarı belirlediği bir rejimi işaret eder.

[16] Aydın Engin, “Neye Evet, Neye Hayır?”, Cumhuriyet, 29 Ocak 2017, s. 10.

[17] Mehmet Menekşe, “Can Atalay: Anayasasızlaştırma Hamlesi”, Cumhuriyet, 31 Ocak 2017, s. 5.

[18] “Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk: Bu Metin Yasalaşırsa Ortada Anayasa Kalmayacak!”, 18 Ocak 2017… http://t24.com.tr/haber/yargitay-onursal-baskani-sami-selcuk-bu-metin-yasalasirsa-ortada-anayasa-kalmayacak,383825

[19] Eski AKP Elazığ Milletvekili Feyzi İşbaşaran, Anayasa değişikliği paketinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gönderilmemesinin sebebine ilişkin olarak AKP ve MHP arasında kriz çıktığını öne sürdü. İşbaşaran, Genel Kurul’un ardından AKP’nin pakette oynama yaptığını, MHP’nin de durumu fark ederek rest çektiğini iddia etti (“Eski AKP’li Feyzi İşbaşaran: AKP, Anayasa Paketini Erdoğan’a Gönderirken Değiştirdi”, 2 Şubat 2017… http://siyasihaber3.org/eski-akp-feyzi-isbasaran-akp-anayasa-paketini-erdogana-gonderirken-degistirdi).

[20] Sinan Çiftyürek, “Referandumda Neye #Hayır Diyeceğiz!”, 27 Ocak 2017… http://rojnameyanewroz.net/referandumda-neye-hayir-diyecegiz-8257.html

[21] Kemal Göktaş, “İdris Baluken: HDP Seçmeni Boykot Etmez”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2017, s. 11.

[22] Ali Kenanoğlu, “… ‘Hayır’ Diyenlere Yönelik Saldırıların Çetelesi”, 10 Şubat 2017… https://www.evrensel.net/yazi/78453/hayir-diyenlere-yonelik-saldirilarin-cetelesi

[23] “Korku Aklı Aştı; ‘Sigaraya Hayır’ Yasak!”, 14 Şubat 2017… http://www.nitelikmedya.com/korku-dagi-asti-sigaraya-hayir-afisi-de-yasak/

[24] “Orhan Pamuk: Ne Yazık Ki Doğru; ‘Hayır’ Oyu Vereceğimi Söyledim, Röportaj Hürriyet’te Yayımlanmadı!”, “Kararımı Gerekçeleriyle Açıkladım”, 14 Şubat 2017… http://t24.com.tr/…/orhan-pamuk-ne-yazik-ki-dogru-hayir-oyu

[25] “Şok!.. Sinan Ogan’ın Bu İddiası Gündeme Bomba Gibi Düştü!”, Sözcü, 15 Şubat 2017… https://sarizeybekhaber.com.tr/sok-sinan-ogan-in-bu-iddiasi-gundeme-bomba-gibi-dustu

[26] “AKP’li Çiçek’ten ‘Başkanlık’ Uyarısı: Diktatörlüğe Yönelebilir”, Cumhuriyet, 28 Ekim 2016, s. 5.

[27] “FT: Erdoğan Suları Bulandırıyor”, Özgürlükçü Demokrasi, 3 Kasım 2016, s. 5.

[28] “Başbakan Yıldırım’dan Kılıçdaroğlu’na Yanıt”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2016, s. 5.

[29] “Elif Çakır AKP’nin ‘Gerçek Niyetini’ Dillendirdi”, 15 Şubat 2017… http://www.birgun.net/haber-detay/elif-cakir-akp-nin-gercek-niyetini-dillendirdi-146912.html

[30] Orhan Bursalı, “Bir Referandum Hesabı: HAYIR’lar Yüzde 50’yi Aşabilir”, Cumhuriyet, 29 Ocak 2017, s. 6.

[31] “AKP’li İl Başkan Yardımcısı: ‘Referandumda Evet Çıkmazsa İç Savaşa Hazırlanın!’…” T24, 15 Şubat 2017… http://t24.com.tr/haber/akpli-il-baskan-yardimcisi-referandumda-evet-cikmazsa-ic-savasa-hazirlanin,389079

[32] Bu “yeni” değil… Örneğin, “Erdoğan geleceğe ilişkin planlarını, tasarladıklarını anlatmış. Deneyimli yüksek bürokrat da ‘Bu dediklerinizin yarısını yaparsanız ülkede iç savaş çıkar’ demiş. Cumhurbaşkanı’nın cevabı çok yalın: – Çıksın. Ezer geçeriz… Bir haber olarak medyaya yansıyan bu cümle sıradan bir cümle değil, ‘iç savaş’tan söz ediliyor. Söyleyen de bencileyin sıradan bir yurttaş değil, bu ülkenin Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan zat. Bu kadar önemli, bu kadar yakıcı ve bu kadar yıkıcı bir cümle yalan olaydı anında yalanlanırdı. Hayır, herhangi bir yalanlama yok. Demek ki…” (Aydın Engin, “İç Savaş Çıkarsa Ezer Geçeriz”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2016, s. 10).

[33] “Bazı insanlar hayatta hiçbir gayeye sahip olmadan yaşarlar. Böyle insanlar bir nehir üzerinde akıp giden saman çöplerine benzerler. Onlar gitmezler; ancak suyun akışına kapılarak akarlar.” (Seneca).

[34] “DİSK’ten ‘Kahverenkli’ Referandum Açıklaması: Türkiye’nin İşçi Cehennemine Dönüşmesine Hayır”, Cumhuriyet, 8 Şubat 2017, s. 9.

[35] “TKP/ML MK: Faşist Diktatörlüğün Giymeye Çalıştığı Yeni Gömleği Başkanlık, Halk Oylaması İle Değil Halkın Mücadelesiyle Durdurulur!”, Şubat 2017… http://ikk-online.org/tkpml-mk-fasist-diktatorlugun-giymeye-calistigi-yeni-gomlegi-baskanlik-halk-oylamasi-ile-degil-halkin-mucadelesiyle-durdurulur.html

[36] Hamiyet Çelebi, “Kürtlerin Aşil Topuğu Ulusal Çıkar”, Bas, No: 4, 23-29 Ocak 2017, s. 5.

[37] Oral Çalışlar, “Başkanlık Sistemi, Ama Nasıl?”… http://www.posta.com.tr/baskanlik-sistemi-ama-nasil-oral-calislar-yazisi-1243045

[38] Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz-Seçme Yazılar, Çev: Bülent Kale, Metis Yay., 2008.

[39] Aydın Engin, “Onun Hayır’ı Seninkini Döver”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2017, s. 10.

[40] “Diyebileceğini sanmıyorum ama mücadelenin morali açısından halkın ‘Hayır’ demesi iyi olur. Bununla birlikte, yakıcı gerçek ‘Hayır’da yatmıyor. Zorla gelen zorla yıkılıyor. Halkı ‘Hayır’ demeye çağırırken, ‘Hayır’ın her derde deva olduğu hayalini yaymaktan kaçınmak, bu diktatörlüğün ancak zorla, uzun erimli, soluklu bir mücadele ile yıkılabileceği gerçeğini öne çıkarmak ve güçleri bu can alıcı gerçeğe göre yapılandırmak gerekiyor. Doğru ve zor olan bence budur.” (Muzaffer Oruçoğlu, “Doğru ve Zor Olan”, 28 Ocak 2017… http://kurdistan-post.eu/tr/guncel/dogru-ve-zor-olan-muzaffer-orucoglu).

[41] Rahmi Öğdül, “Bir Ateş Ver Ateş Böceği!”, Birgün, 30 Aralık 2016, s. 15.

[42] Aktaran: Alex Haley, Malcolm X., İnsan Yay., 8. baskı., 2016.

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...