Ama sonuçta, hile ile, desise ile, yalan ile ve her türlü uluslararası destek ile, baskı ile, tüm basını kendi borazanına çevirerek, katliamlarla, OHAL ile kendine bir “yasal” statü elde etme peşinde koştuğu açık.
O da bir kurtuluş peşinde belki. Ama Saray Rejimi, sadece Erdoğan’ın kurtuluşu için var olmuyor. Dünya tekelleri ve onların yerli ortakları, bu Saray Rejimi’ni, ustaca kullanıyor ve destekliyorlar.
Ve Erdoğan’ın, referandumdan, kimine göre %53, kimine göre %80 oranda HAYIR oyu atılmış olmasına rağmen (bizim hesaplamalarımız %63-69 aralığını veriyor), sandık sonucunu EVET diye açıklamış olması, “Erdoğan gitmez, gitse gitse, AB ve ABD’nin yeter demesi ile gider” görüşünü beslemektedir. Gerçekte, birçok liberal, dünün Erdoğan destekçileri, bugün iktidar “otoriterleşiyor” diye bağıranlar, bu görüşü pompalıyor.
CHP bir kanadı ile, Erdoğan destekçisidir ve asıl işi budur. Bu asıl işten boşta kalan zamanlarında, diğer kanadı ile, AB ve ABD’den umur arama eğilimini pompalamaktadırlar.
CHP yönetimi ve Baykal, Erdoğan’ı meşrulaştırmak için, hile, baskı, yalan vb. ile elde edilmiş bu EVET zaferini, onaylama yolları arıyorlar. Daha şimdiden, 2019 yılını hedefliyorlar. Sanki, seçimlere hile karıştıranlar, 2019’u beklemenin yolunu bulamazmış gibi, sanki referandumu kan ve baskı altında yaptıkları hâlde oy çalanlar, 2019’da çalamayacaklarmış gibi. Baykal ve CHP, hemen 2019’u adres gösteriyor.
CHP’nin sözümona muhalifleri, AB ve ABD umudunu besliyorlar. Onlara göre, AB ve ABD, artık Erdoğan’ı kullanmayacak. Çünkü, ABD için kullanım tarihi doldu. Bu görüşü yayıyorlar.
Aslında Baykal da diğerleri de ortak bir noktada buluşuyorlar, Erdoğan’ı meşrulaştırmak, halkın, işçi sınıfının, emekçilerin sokaklara taşmasını önlemek ve AB veya ABD’yi umut olarak öne çıkarmak.
Gerçekte Baykal, aynı görüşten hareketle, 2019’a kadar Erdoğan’ın kullanım süresi dolacak ve ABD, Erdoğan’ı değiştirecek diye düşünüyor. Baykal buna yatırım yapıyor. Borsacı kumarbaz, yatırım yapılacak kâğıdın kendisi olduğunu ilan ediyor. Elbette aday kendisidir. Kendini tarif ediyor.
Diğer taraf, birçok liberal, Erdoğan’ın artık, “çizgi”den çıktığını, ABD ve AB’nin bunu affetmeyeceğini dile getiriyor. Putin’le görüşmesi, Çin’e açılması vb. hepsi, ABD ve AB için bardağı taşıran damlalar olarak sunuluyor.
Böylece, kitlelere direniş önerisi rafa kaldırılıyor. Direniş yok. Peki ne var: Kuzu gibi, çobanlık sistemini, Saray Rejimi’ni, tüm uygulamaları ile kabul etmek var. Ya sabır diyerek, bir kere daha sineye çekmek var. Seçimlerde hile var. Evet doğru. Zaten, “atı alan Üsküdar’ı geçti” bir itiraftır. Seçimlerde hile olduğunu bilmeyen yok. Ne yapmalı? CHP’ye sorarsan, sokağa çıkmamalı. Ne yapmalı bilmiyorlar ama, sokağa çıkmamak gerektiğini iyi biliyorlar.
Sokağa çıkmayın diyor CHP. Neden? Çünkü, AK Parti, silâhlı, kendine paramiliter kuvvetler kurmuş. Peki, bir sonrakinde bu paramiliter silâhlı çeteleri sen mi dağıtacaksın? Saray rejiminin hilelerine ne zamana kadar boyun eğmemizi öneriyorlar? Yanıt, AB veya ABD, Erdoğan’ın biletini kesene kadar.
Böylece bize umut adresi olarak AB ve ABD gösteriliyor.
Sistemi sorgulamak, sokaklara çıkmak, isyan ve devrim yok. ABD ve AB’ye iman edecekmişiz.
ABD ve AB, Erdoğan’ı, yaratanlardır. Erdoğan, AK Parti, ılımlı İslam, yeni Türkiye, adına ne derseniz deyin, bir ABD projesidir. Bu bizim iddiamız değil. Artık, herkesçe biliniyor. Projenin sahipleri bunu yazıp çiziyorlar. Artık, gizlisi saklısı kalmamış bir projedir bu. Suriye savaşı, Büyük Ortadoğu Projesi bu proje ile bağlantılıdır. Bunları artık çocuklar da biliyor.
Ve referandum gösterdi ki, hem Erdoğan gitmemek için kararlı, kendini kurtarmak için her şeyi göze almış durumda, hem de sermaye, egemenler, onların bağlı olduğu AB ve ABD, Erdoğan’ı hâlâ desteklemektedir. Çobanlık sistemi, Saray Rejimi, sadece Erdoğan’ın isteklerine göre oluşmuş bir menü değildir. Yemeği hazırlayan, pişiren AB ve ABD’dir. Erdoğan, olsa olsa bu yemeğin soslarını eklemektedir. Şiddet gerekiyor, o, daha fazlasını yapıyor. Para operasyonları gerekiyor, o, yüzdesini alıyor. Basın kontrol edilmeli, o, kantarın topuzunu biraz fazla kaçırıyor vb.
Demek ki, Erdoğan’a ABD’nin keseceği git bileti, gerçekte, Erdoğan gibi bir yenisinin devreye girip sahne alması anlamına gelecektir. Demirel de, Özal da, Genelkurmay da, Evren de ve şimdi Erdoğan da ABD kâhyalarıdır. Herkes kendi dönemine uygun, ABD çıkarları açısından aldığı rolü oynamıştır. Sadece Erdoğan, bu rolü, daha büyük çaplı para ile oynamaktadır.
Yerine gelecek kişi, eğer ABD’nin seçimi ile geliyor ise, daha iyi olmayacaktır. ABD, dünyanın hiçbir yerinde, tarihinin hiçbir kesitinde, halklardan, özgürlüklerden, demokrasiden, insandan, halklardan yana olmamıştır, olmayacaktır.
AB ve ABD umudu ile, Erdoğan’ın başında olduğu Saray Rejimi’nden daha iyi bir yere gitme ihtimali yoktur. Bu bir yanılsamadır. Yazarları, inanıyorlarsa bir illüzyonun kurbanı zavallılardır, inanmıyorlar da savunuyorlarsa, ABD’nin kalemşörleridirler.
Umut işçi sınıfındadır, onun devrimci örgütlenmesindedir, işçi sınıfı ve halkların direnişindedir, sokaktadır, sendedir, yanındakindedir. Gezi’nin ortaya koyduğu direnişin örgütlü hâle gelmesindedir. Kürt halkının örneklerini sunduğu direniştedir.
Umut, sokaktadır.
Umut, örgütlenmededir.
Umut, özgürleşmekte, aklımızı bağlayan zincirleri kırmaktadır.
Umut, işçi sınıfının gücünü, enerjisini hissetmekte, örgütlemekte ve bir araya toplamaktadır.
Peki, bu umut gerçek midir? Bu umudun gerçekleşmesi mümkün müdür? İşçi sınıfının, ezilenlerin, halkların, kadınların, gençlerin bu şansı var mıdır?
Yanıtımız evettir.
Biz, bu ülkede, Gezi Direnişi’nin, en örgütsüz olduğumuz bir kesitte gerçekleştiğini gördük, yaşadık. Biz, bu topraklarda, katliamlara karşı direnen Kürt halkının örgütlü gücünü gördük, yaşadık.
Bunlar, yanıtın evet olduğunun en açık kanıtıdır.
Elbette bu mümkündür.
Toplumun büyük çoğunluğu, işçi sınıfının eylemine bakmaktadır. İşçi sınıfı ise, üretimden gelen gücünü kullanacak kadar örgütlü değildir.
Tarihte büyük olaylar, her zaman az sayıda insan tarafından başlatılır. İşçi sınıfının geniş kitlelerinin örgütsüz olduğu doğrudur. Bu örgütsüzlük içinde esir alınmış olduğu, borçlandırılarak sisteme bağlandığı, eylemsizleştiği, kendi sendikalarını bile kaybetmiş olduğu bir gerçektir.
Bunu görüyoruz.
Ama buna rağmen, umut işçi sınıfındadır diyoruz.
İşçi sınıfının en ileri unsurları, en bilinçli kesimi, evet az sayıda işçi lideri, bunu hissetmeli, anlamalıdır. Başka yol yoktur.
Hem çıkış yolu, işçi sınıfın önderliğinde gelişecek bir direniştedir, hem bundan başka gerçek bir çıkış yolu zaten yoktur.
Bize bugün, büyük sözler söylemek için zaman harcamak lazım değil. Bize bugün, gerçeği, tüm netliği ile ortaya koymak, işçilere, halka asla yalan söylemeden gerçeği açıkça önlerine koymak ve onların örgütlenmesine destek vermek gereklidir. Görev budur. İşçi ve emekçiler, kendilerini devrimcileştirecek devrimci sosyalizm saflarına katılmalıdır. En ileri işçileri, saflarımıza katılmaya davet ediyoruz. Devrimci hareketten uzak durmak, yalnızlaşmaktır, burjuva politikacıların, üçkâğıtçıların, işçi sınıfının sırtına asalak gibi yapışmış sendika mafyasının amaçlarına hizmet etmektir.
Örgütlenmek, özgürleşmenin yoludur. Özgürleşmek, örgütlenmeyi daha da ilerletmeyi beraberinde getirecektir.
Eylem, düşünmeyi, anlamayı, bilinçlenmeyi hızlandıracaktır. Örgütlenmek, bunu sürekli hâle getirecektir.
Saray Rejimi’ni yıkacak, sosyalizmin yolunu, kurtuluşun yolunu, özgürleşmenin yolunu açacak olan işçi sınıfının kendisidir.
“İşçinin alın teridir,
Bey paşa sarayları.
Önümüz kavga yeridir,
Yürü iş alayları” o
Umut, işçi sınıfının devrimci gücündedir
Erdoğan-Trump görüşmesi Erdoğan’a meşruiyet
İşte Trump görüşmesi, Erdoğan’ın uluslararası alanda “kabul” görmesi için verilen bir destektir. Bu amaçla planlanmıştır. Ve açık olarak, sonucu, bir yaramaz çocuğu azarlar tarzda, “şımartıldığın yeter” tonunda bir ayar çekmedir. ABD, Trump, Türkiye’ye ev ödevlerini iletmiştir.
Görüşmenin 23 dakika sürdüğünü söyleyen CNN haber spikeri, bu nedenle görevinden atılmıştır. Gerçekte görüşme, her şey dahil, KDV’si içinde 23 dakika sürmüştür.
Ama Saray Rejimi, gerçeklerle başı hoş olmayan bir rejimdir, gerçekleri sevmez ve gerçeklerin konuşulmasına tahammül edemez. Bu nedenle CNN spikeri, bu gerçeği dile getirmemeli idi.
Bu 23 dakikanın, merhaba bölümü var, hoş geldin anı var, el sıkışması var, tüm bunları çevirmen eşliğinde de yapmak var. Bu nedenle 23 dakikalık görüşme, gerçekte 10 dakikadan azdır.
Bunun özel olarak böyle ayarlandığı anlaşılıyor. Omuzuna dokunma, aferin tutumları, gerçekte, “uluslararası alanda olumluluk” mesajı için olmalıdır.
Erdoğan, bu görüşmeye giderken, bir “nokta” olmasından söz ediyordu. Bunun anlamı, sorunlu olan her şeyin netleşmesi, olumlu olacak şekilde bir yol çizilmesi idi. Oysa öyle olmadı.
Beklenen, Erdoğan’ın bu görüşmede, Trump’a açık olarak, “15 Temmuz darbesinin arkasında siz varsınız” demesi idi. Dediğini sanmıyoruz, bu yönde hiçbir açıklama yoktur.
İncirlik üssünün dile gelmesi beklenirdi, bu yönde hiçbir adım atılmadı. Dışarıya yansıyanlara göre, böyle bir konu gündeme gelmedi. Elbette böyle bir konuyu gündeme getirecek olan Türkiye tarafı olabilirdi. 15 Temmuz darbesini her fırsatta kullananlar, bunu “allahın lütfu” diye ilan edenler, içeride, kamuoyunda bu darbenin ABD tarafından desteklendiğini, darbeyi Gülen grubunun yaptığını, Gülen’in ABD’de yaşadığını, meclisi bombalayan uçakların İncirlik’ten kalktığını vb. söylüyorlardı. Tüm bunları telaffuz eden bir devletin, doğal olarak bunları masaya yatırması beklenirdi. Ama öyle olmadı.
Görüşmede, Gülen meselesinin de dile getirilmediği anlaşılıyor. Ancak açıklamalarda bu konu üzerine durulmaktadır. TC devleti, Gülen’in iadesini istememektedir.
Ama öyle anlaşılıyor ki, görüşmelerde, Zarraf meselesi gündeme gelmiştir ve Türkiye tarafı Zarraf’ın iade edilmesi ile, oldukça fazla ilgilenmektedir. Zarraf’ı yargılamak için istemedikleri de biliniyor.
Bunlar olmayınca, görüşmeler bir “nokta” niteliğinde gelişmemiştir. Bir açıklık oluşmuş ise, o da muhtemelen Erdoğan’ın, Türkiye tarafının yeni görevlerinin detaylarını içeren bir dosyayı teslim alarak geri dönmeleri olmuştur.
ABD’de Erdoğan-Trump görüşmesi, özetle, “ben sana uluslararası alanda bir meşruiyet sunuyorum. Sen bunun karşılığında ekli dosyadaki görevlerini yerine getireceksin” şeklinde olmuştur.
Bu hâli ile Erdoğan görüşmeden memnundur. Omzuna Trump’ın eli değmiştir, dahası Trump ile bir fotoğraf karesi elde etmiştir.
Cihan lideri için, bu sonuçlar çok da tartışmalı başarılar değildir. Tersine Erdoğan’ın bunlara ihtiyacı vardır.
Erdoğan, o kısacık zaman diliminde, kader arkadaşı, yol arkadaşı Zarraf’ın dosyasını da dile getirmişe benzemektedir. Karşılığında ne önerdiğini bilmiyoruz. Zarraf’ı ver, sen ne istersen yaparım mı demiştir? Bilmiyoruz. Ama bu dosyanın Türkiye için çok önemli olduğunu artık biliyoruz.
Öyle anlaşılıyor, ABD, Erdoğan’dan bazı işleri yapmasını istemektedir. Erdoğan, bu işleri yapmaya çok isteklidir ama kendisi için garanti istemektedir. Yine öyle anlaşılıyor, ABD, Erdoğan’a elinde bulunan dosyalarla ilgili ipucu vermiştir.
ABD’nin istediklerinin, Ortadoğu savaşı ile bağlantılı olduğu açıktır. ABD, Suriye ve Irak sahasında yaşadığı olumsuz durumu, İran’a karşı bir saldırı ile dengelemek isteğindedir. Ve bunun için, Erdoğan’ın görev almasını istedikleri düşünülebilir.
Kuşku yok ki, gerçekte ABD ile TC devletleri arasında bugünlerdeki en önemli sorun, Suriye savaşı, bölgede süren savaş, bu savaşın çeşitli aktörleri arasındaki ilişkiler vb.dir.
Türkiye, bölge halklarına karşı savaş tetikçisi, katliamcı ve işgalci bir tutum izlemiştir ve bu konuda ABD ile birlikte suç ortağıdır. Bu nedenle her iki tarafın da bu konuda konuşacakları çok şey olmalıdır. Ama Trump-Erdoğan görüşmesinin 23 dakika sürdüğü bilindiğine göre, bu detaylara inmedikleri artık biliniyor.
Erdoğan, şimdi, Trump’ın elinin omzuna değmiş olmasının verdiği avantajla, uluslararası alanda rahat dolaşacağını düşünmektedir. Bunu elde etmek istemiştir. Trump, omuza dokunuş ile bu mesajı vermiştir. Ve öyle anlaşılıyor ki, TC devletinin yeni diplomasisinin sahne bölümü artık böyle olacaktır. Omuza mı dokundu, yoksa enseye mi? Artık, bunu izlememiz gerekecek.
Erdoğan, bu dokunuş ile, hem NATO zirvesine katılmış, hem de orada meşru bir “seçilmiş” gibi davranmaya başlamıştır. ABD’nin omzuna dokunduğu kişi olmanın gururu ile, AB ile yeniden “eskiyi” unutarak, adımlar atmaktan söz etmiştir.
Ama en önemlisi, Erdoğan, Trump ile verdiği poz ve omuza aldığı dokunuş ile yurda dönmüş ve içeride, “bakın ben ilgili yerden onay aldım” demiştir. Elbette bunu bize söylemiyor. Bunu halka, işçi sınıfına söylemiyor. Bunu, egemen sınıflara, kendisine karşı olan burjuva çevrelere söylüyor.
TÜSİAD toplantısı, bunun en açık kanıtıdır.
Erdoğan, TÜSİAD toplantısına, uzun aradan sonra, Trump’ın dokunuşunun ardından, kaç dakikası nasıl geçti bilmediğimiz kıymetli 23 dakikalık görüşmenin ardından çıkmıştır. TÜSİAD, açık olarak kendisine OHAL’in kalkmasını beklediklerini iletmiştir. TÜSİAD’ın derdi elbette ki demokrasi değildir. Onların derdi, yabancı ortaklarının kendilerini güvende hissetmemesidir. Onların derdi, FETÖ meselesi kullanılarak, kendilerinin hizaya getirilme ihtimalıdır. Ve Erdoğan, Trump bana dokundu, der gibi, OHAL kalkmayacak, size ne zararı var, demiştir. Kâr için, para için, ülkemiz burjuvalarının katlandığı şeylere bakın! Acısak mı, ne yapsak?
İşte Trump’ın dokunuşunun esas Erdoğan’a yarayan bölümü budur. Erdoğan, Trump’ın dokunuşu ile, hileli referandumun onayını almıştır. Esas hedef de bu idi. Trump’ın dokunuşu, esas olarak, hileli referandumun ABD tarafından onaylandığının işaretidir.
Ülkemiz işçi ve emekçileri, ülkemiz halkları bilmelidir ki, bu hileli referandum, ABD başta olmak üzere, Batı’nın onayı ve desteği ile gerçekleşmiştir.
İşte bu nedenle Trump gezisine Erdoğan, büyük önem vermekteydi. o
“Sorunlu bir kişilik”
Analiz demek uygun düşer mi, yoksa sadece bir “saptama” mı yaptı, yoksa, ağzına geldiği gibi mi konuştu, bilemiyoruz.
Erdoğan, muktedirdir.
Erdoğan, en iyi belediye başkanıdır.
Erdoğan, kaç çocuk yapılması gerektiği konusunda uzmandır.
Erdoğan, sosyologdur.
Psikolog olduğu konusunda tartışma bile yoktur.
Allahın sevgili kuludur ve bu durum, Hira mağarasındaki örümcek ağının sırrı kadar allahın korumasını içeren 15 Temmuz uçak aramasından kurtulmasında kendini göstermiştir. Dahası, mucizeler göstermektedir. Bu nedenle, onun için, “allahın bütün sıfatlarını taşıyan” değerlendirmesi yapılmıştır.
En iyi eğitimci kimdir, hiç aklınıza geldi mi? Bunu hangi kurum ve nasıl ölçecek demeyin, ölçülmüştür ve Erdoğan en iyi eğitimcidir.
Hiç kuşkunuz olmasın, en iyi müteahhittir.
Ve asla şüphe etmeyin ki, en iyi anonim şirket yöneten CEO’dur.
En iyi istihbaratçı kendisidir. En iyi hatip de. En iyi siyasetçi kendisidir ve en iyi doktor olduğundan şüpheniz olmasın.
İşte tüm bunları kişiliğinde toplamış bir kişi olarak Erdoğan, Comte’un “sorunlu” bir kişilik olduğunu ilan etti.
Aguste Comte, Fransa’da 1798’de doğmuş ve 1857’de ölmüştür. Sosyolojinin kurucularından olduğu söylenir. Kabul gören bir yaygın kanıdır bu. Kendisi aynı zamanda matematikçi ve filozoftur.
Erdoğan, acaba, neden Comte “sorunlu kişilik” demiştir?
Acaba, Erdoğan’ın Saray Rejimi’nde, geceleri tartıştığı, “uzman”lar mı var? Bu uzmanlarla yapılan sohbetler, biraz geniş olmalıdır. Comte, bu sohbetlerde konuşulmuş ise, bu konuşmada, kısaca “sorunlu bir kişiliktir” analizi yapmış ise, Erdoğan, olmadık bir yerde, aklına gelip bu bilgiyi mi kullanmıştır?
Acaba, Erdoğan’ın metinlerini yazanlardan biri, o gün aklı öyle esmiş ve metnin içine Comte sorunlu bir kişiliktir notu mu eklemiş?
Doğrusu bunu bilemiyoruz.
Bir başkan, bir referandum “fatihi”, bir başkomutan, bir dünya lideri, her konuda konuşabilmelidir ve kendinin derin bir birikime sahip olduğunu göstermelidir ilkesi mi uygulanmaktadır?
Bilemiyoruz.
Bildiğimiz, her kürsüde konuştuğu ve her konuştuğu yerde basının olmasının zorunluluk olduğu, her TV kanalının bu konuşmaları kesintisiz vermek zorunda olduğu, ve bunu yapmayanların “Doğan gibi olmak” prosedürüne tabi tutulduğudur.
Bildiğimiz, her gün söylediği her ne olursa olsun, o konuda mutlaka tam tersini söylemiş olduğudur. Geriye dönün, tam tersi bir sözünü hemen bulacaksınız.
Bildiğimiz, tüm medya, tüm kalemşörler, tüm gazeteciler, köşe yazarları, Erdoğan’ın her açıklamasına, mantıklı bir “arka plan” yaratmak zorunda olduklarıdır. Bunun için, “gerçekleri” çok zorladıkları da biliniyor.
Ama gelin görün ki, gerçekler zorla örtülemez. Ne yaparsanız yapın, gerçeği örtmek kolay değildir, “gerçekler inatçı şeylerdir.”
Bu nedenle, Erdoğan’ın açıklamalarının “mealini” tercüme eden, halkalar şeklinde “görevliler” vardır. İlk halkadakiler, ilk “meal” açıklamalarını yaparlar, ardından, diğerleri yaygın ve ismi bilinenler bunlardır, hemen gerekli talimatlara sahip olarak, o yoldan ilerlerler. Öyle anlaşılıyor ki, Saray’da, bu ilk halkaya girenlerle, düzenli ve dağınık sohbetler edilmektedir. Bu sohbetlerden Erdoğan epeyce yararlanmaktadır. Mümkündür ki, bu sohbetlerden sonra, Erdoğan’a farklı diplomalar verilebilir. Böylece yukarıda saydığımız Erdoğan’ın sıfatlarının, mesleklerinin, meziyetlerinin “nesnel” temeline de ulaşmış oluruz. Gerçekten sosyologdur, gerçekten psikolog olabilir, gerçekten ekonomisttir, iyi bir işletmeci olduğunu düşünmektedir, iyi bir müteahhittir, doktorların en iyisi, en iyi gazetecidir de, en iyi din bilgini, ileri bir diplomattır da.
Tüm bunlar, Saray’daki sohbetlerden kaynaklı gibi görünmektedir.
Bu durumda akla şu soru takılmaktadır: Acaba, ülkemiz için, Erdoğan gibi, bir düzine muktedire sahip olsak, her işimiz daha kolay hâllolmaz mı? Yoksa bu durum, onun tekliğine karşı çıkmak anlamına mı gelir?
Saray’da bu sohbetlerde derin bir bilgilendirme yapabilen bu “uzmanlar”, acaba, bu işi daha geniş bir alanda neden devreye sokmazlar?
Saray’daki bu sohbetlerin mesela TV kanalları tarafından, zorunlu olmak kaydı ile, yayınlanması durumunda, çok geniş bir insan kitlesinin eğitilmesi mümkün değil midir?
“Sorunlu bir kişilik”, kesinlikle derinlikli bir tanımlamadır.
Mesele şu ki, Comte ile, Erdoğan’ın neden, hangi nedenle ilgilendiğidir. Çünkü, normal şartlarda, Comte ile ilgilenenler, onun, 1857’de ölmüş birisi olması da göz önünde tutularak, daha çok eserleri ile vb. ilgilenirler. Öyle popüler de olmadığı için, birçok kişi için, onunla ilgilenmek “faydalı” da değildir. Ama, Erdoğan’ın ilgisini çekmiştir ve eserleri ile değil, yazdıkları ile değil, “sorunlu kişiliği” ile. İşte bunu anlamlandırmak kolay olmasa gerek.
Tam bu noktada, Erdoğan’ın her açıklamasının ardından sayfalarca onu savunacak, söylediklerinin mealini ortaya koyacak açıklamalar yapan onca kalemşör, hiçbir şey yazmadı, söylemedi. Tam bir sessizlik.
Erdoğan’ın filozof olmaya soyunup soyunmadığını öğrenmemiz için, bu kalemlerin yazması gerekirdi. Ama olmadı. Belli ki, bu yandaş kalemler, Erdoğan’a filozofluğu, hele hele derin “sorunlu kişilik” tarzında değerlendirmelerle dışa vuran tarzını, uygun görmemişlerdir.
Bize sorarsanız, Erdoğan’ın yeni hedefinin, halife-padişah olmak olması gerekir. Halife yetmez. Halife, ABD’nin iznine bağlıdır, sadece halife olursa, çok zayıf olur. Ama padişah-halife olursa, işte o zaman kendini kurtarabilir. Ama bu halife-padişah olma isteğinin, Comte ile ilişki meselesine gelince yine durmamız gerekiyor. Halife-padişah, aslında, bugüne kadar görüldüğü kadarı ile, Comte ile ilgilenmek zorunda da değildir. Bu açıdan, açıklamamız yerine oturmayabilir. Ama yine de halife-padışahın, “ilmî” tartışmalara müdahil olma istekleri olabilir, en azından, padişah-halife tarzına uzak düşen bir davranış da olmaz. Yine de ilim tartışmalarına Comte ile başlanması ve hele hele “sorunlu kişiliktir” denmesi açıklanmış olmaz.
AK Parti’de yeniden başkanlığa oturması, her şeyin başkanı ve her yerin başkanı olma ilkesine uygundur. Başkan, CumhurBaşkan, genelkurmay başkanı, başkomutan olduktan sonra, AK Parti başkanı olma istek ve iradesi, aslında “sorunlu”dur. Ama hepsi bir elde, hepsi bir yerde ilkesine uygun düşer. Yoksa terstir. Cumhurbaşkanı olan bir kişinin, mesela cumhurbaşkanı vekili de olması, genelkurmay başkanı olmuş birinin, mesela general de olması, başkan olmuş birinin mesela parti başkanı da olması, bitmez bir muktedir olma eğilimi midir, yoksa, sadece korkudan ileri gelen bir cins önlem midir?
Erdoğan artık AK Parti başkanıdır da. Öyle anlaşılıyor, eğer, İstanbul il teşkilatında bir sorun çıkarsa, bir yeni düzenleme ile, “parti başkanı aynı zamanda il başkanı da olabilir” düzenlemesi ile, bu sorunun üzerine gidecek bir “irade” ortaya konacağı açıktır.
Ama tüm bu iradeler, bu “muktedir” olma durumu, bu her alanda “bilme” hâli, bu kibir, söz konusu olan ABD olunca, ortadan kalkıyor. Rol değişiyor. Karşımıza bir “efendi-kâhya” ilişkisi çıkıyor.
Erdoğan, ABD söz konusu olunca, her adımında ölçülü, her hâl ve davranışında hürmetli olma durumunu koruyor.
Bunların hangisinin, yani içeride bulunduğu sıradaki kibrin mi, yoksa dışarıdaki efendi-kâhya ilişkisinin mi, daha “sorunlu” bir kişilik yarattığı, karar vermesi kolay bir durum değildir. o
Referanduma itiraz meclisleri mi, yarını inşa meclisleri mi?
HAYIR Kadıköy’le röportaj
Meclisler bir umut hâline geliyor. Daha yeni doğdular, emekliyorlar daha, büyütmek için çok emek vereceğiz, fakat sonunda serpilecekler…
HAYIR Kadıköy’den Melis Özbakır, Eymen Demircan ve Fırat Seymen’le Meclis’in kuruluşundan bugüne, sürece dair değerlendirmelerini ve Meclisleri yarına taşımak üzere yapılabileceklere dair görüşleri üzerine konuştuk.
20 kişilik toplantıdan sokakları açan bir örgütlenmeye…
Kaldıraç: Referandum çalışmalarıyla başlayıp “Meşru Değilsiniz!” kampanyasına varan sürecin bütününü, yani meclislerin ilk kurulduğu andan itibaren pratiklerini, HAYIR Meclisi faaliyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Melis: Referandum gündemi zorla önümüze getirilmişti ve bunun için bir şeyler yapmak gerektiği konuşuluyordu. Kadıköy özelinde, önce birkaç arkadaş, bir araya gelip ne yapsak üzerine konuştuk. Daha sonra ‘acaba bir toplansak mı?’ niyeti ile ilk toplantısını yaptı Kadıköy Meclisi.
DİB’in de vesile olduğu bir toplantı oldu bu. Toplantı, büyük elektrik kesintilerinin olduğu günlerden birinde yapılmıştı, 15-20 kişi civarındaydık, kötü bir toplantıydı. Ama en azından toplanmayı başardık. Sonrasında ‘çevre çeperimizdeki herkesi de çağırıp daha geniş bir toplantı yapalım’ dediğimiz bir süreç başladı. Ondan sonraki toplantılar 70-80 kişilik toplantılar olmaya başladı.
Tabii bu süreçte, Kadıköy Meclisi’nin toplantıları DİB’den de çıktı. ‘Referandum odaklı bir çalışma yürüteceksek, sırf referandumu dillendiren ve tanımlayan bir isimle HAYIR ve ilçelerin isimlerini kullanalım ve bunu her tarafa sıçratmaya da çalışalım’ görüşü olgunlaştı.
HAYIR Kadıköy, HAYIR Beşiktaş, HAYIR Bakırköy gibi meclisler kurulmaya başladı. HAYIR Kadıköy, ilk kurulan meclislerden biriydi, diğerlerinden önce toplanmaya başlamıştı, buluşmalarını yapıyordu. 19 Ocak’ta, yanlış hatırlamıyorsam, Yeldeğirmeni Sanat Merkezi’nde geniş katılımlı bir toplantı yapıldı.
Kadıköy Meclisi, önceki toplantılarından hazırlıkla bir hat, bir sunum vb. örnekler çıkararak bu toplantıya katıldı. Bu büyük buluşmada; “Hani böyle bir referandum çalışması yapma niyetimiz var, şöyle şöyle komisyonları olsa..” diyerek bir yapı ortaya koydu ve öneri orada da tartışıldı. HAYIR Kadıköy çalışmasına 19 Ocak’ta başlamış olduk.
Yapıyı biraz tanımlamak gerekirse, HAYIR Kadıköy’ün 4 tane komisyonu vardı, bu 4 komisyondan bir tanesi, Üretim-İletişim Komisyonu’ydu. Hem basılı materyalleri hem de sosyal medyayı vb. yürütecek olan komisyondu. Organizasyon Örgütlenme Komisyonu kuruldu. Herkese açık olan bu komisyon hem hedeflediğimiz mahalle meclislerinin isteklerini ve planlarını hem de merkezi işleri organize edecek daha seyreltilmiş bir gruptu. Bir tane Maliye Komisyonu vardı; para bulan, mali ihtiyaçlarımızı karşılamamıza yardımcı olan komisyondu.
5 Şubat’ta; sanırım; bu toplantıdan bir hafta sonra büyük bir Genel Meclis toplantısı yapıldı ve oradan Mahalle Meclisleri oluşturuldu. Aslında Kadıköy’ün pek çok mahallesi için oluşturulmuştu, fakat daha sonra mahalleler birleştirildi. Osmanağa-Caferağa mahalleleri birlikte çalıştı, Hasanpaşa-Rasimpaşa birlikte çalıştı, Acıbadem-Koşuyolu, daha sonra Göztepe-Erenköy-Zühtüpaşa-Feneryolu diye de 5-6 mahallenin birleştiği ekipler oldu. Toplamda birleşik halde çalışan 6 tane Mahalle Meclisimiz vardı.
Bu süreçte hem Mahalle Meclisleri kendi yaşadıkları bölgelerde işler yaptılar hem de aynı zamanda Kadıköy Meclisi ile buluşmak üzere yaptığımız organizasyon-örgütlenme toplantılarında da haftalık takvimler oluşturuldu, merkezî işler, yani Kadıköy merkezinde icra ettiğimiz işler de planladık. Ve çalışma böyle sürdü.
Çalışmada bu yapı üzerinden pek bir bir sıkıntı yaşanmadı. Birkaç gün mahallelere ayrılıyorduk, diğer birkaç gün zaten sabah broşür dağıtımları oluyordu. Sabah dağıtımları bir noktadan sonra İstanbul’un diğer bütün meclisleriyle de zaten koordineli hâle getirildi, Kartal’dan evden çıkan birisi Taksim’e işe gidiyorsa, Kartal’da bir HAYIR broşürü, Söğütlüçeşme’de bir HAYIR broşürü, Zincirlikuyu’da bir HAYIR broşürü, Şişli’de bir HAYIR broşürü dağıtımı ile karşılaşıyordu.
Bunun dışında pek çok etkinlik yapıldı. Mahalle Meclisleri kendileri daha büyük lokal işler yaptılar. Caferağa-Osmanağa Meclisi, Mehmet Ayvalıtaş Parkı’nda ‘Hayırlı Şenlik’ yaptı, Cenk Taner geldi. Göztepe-Erenköy Meclisi, Göztepe Özgürlük Parkı’nda bir buluşma organize etti. Erdoğan Aydın ve daha pek çok kişinin de katıldığı bir etkinlik oldu. Etkinlikler yapılırken bir yandan da çok yoğun dağıtımlar yapılıyordu. HAYIR Meclisleri toplamda 4 milyona yakın materyal üretti ve dağıttı. Ve bu materyaller gerçekten de tüketildi. Bu bence önemli başarılarından biridir Hayır Meclislerinin.
“Kadıköy Meclisi, İstanbul Meclisleri için daha itici bir güç olabilirdi”
Kaldıraç: Materyallerin bütünü Kadıköy’den organize ediliyordu. Ya da üretimin çok büyük bir kısmı Kadıköy’de yapılıyordu. Bu anlamıyla aslında Kadıköy’ün çalışma biçimi diğer meclisleri de biraz şekillendirmiş oldu. Kadıköy Meclisi’nin bu sürece dair değerlendirme yaptığı bir toplantısı oldu mu? Daha fazla ne yapabilirdik gibi düşünceler var mı Meclis’te?
Melis: Geçtiğimiz Pazar bir çalıştay yaptık, bu çalıştay geleceğe yönelik bir toplantıydı, ondan önce ise bir Genel Meclis toplantısı yaptık. Hem çalıştayın konularını tam olarak belirleyebileceğimiz, hem de tam dediğin gibi değerlendirme niteliğinde bir toplantıydı. Orada Mahalle Meclisleri elbette eksikliklerini de tanımladılar ama genel olarak başarılı bir kampanya yürüttük görüşündeler.
Kadıköy’de daha çabuk organize olunabildi, daha erken çalışmaya başlandı. Kadıköy’de biraz daha “avantajlı” olduğumuz için burada daha kalabalık bir Meclis’e ulaşabildik. Bunun için, dediğin pozisyona da gelmiş oldu HAYIR Kadıköy Meclisi. Ki zaten tüm materyallerimizin baskılarını yaparken de diğer Meclislerle koordine olmaya çalıştık.
Genel Meclis toplantısında insanlar durumu iyi yorumluyordu. Zaten referandum sürecinde de HAYIR Kadıköy Meclisi, referandumdan sonra da devam etmeyi ve nasıl devam edilebileceğini referandum süreci bitmeden tartışmaya başlamıştı. Genel Meclis toplantısında da ifade edilen; çok iyi bir kampanya yürütüldüğü, eksiklerin şunlar olabileceği, iyi yanları şunlar ve bundan sonra yola devam edebilirsek bu iyi yönlerini alarak, yaptığımız doğru şeyleri aslında daha da devam ettirerek ilerleyelim görüşleri vardı.
Kaldıraç: İfade edilen eksikler ve iyi yönlerden öne çıkanlar nelerdi?
Melis: İyi yönleri olarak şunlar anlatılıyor; “Gerçekten kalabalık bir meclis olabildik, gerçek bir meclis olabildik.” Meclis toplantılarında, “Ben hayatımda ilk kez siyasete dâhil oluyorum, çünkü artık canıma tak etmişti ve ben çok sosyalleşmeyi de seven bir insan değilim, bunu göze alarak geldim bu Meclis’e” diyen insanlar vardı. İnsanların da aslında kabul ettiği ve pek çok kez söylediği şey gerçek bir Meclis olabilme hâliydi.
Eksiklik olarak da aslında ne söyleniyordu? Çok da bir eleştiri yok ama mesela; “Tamam, Hayır Kadıköy işliyor ama diğer Meclislerle olan koordinasyon neden bu kadar zayıf” gibi eleştiriler geldi.
Ama itici bir güç olabileceğimizi düşünüyoruz. Hayır İstanbul toplantılarına Organizasyon-Örgütlenme Komisyonu üyeleri ya da isteyen herkes gelebiliyordu. “Bunun daha da işler bir hale gelmesi referandumdan sonra gerekliydi” yönünde eleştiriler de vardı. Sanırım böyle özetlenebilir.
Gezi Direnişi, 7 Haziran Seçimleri ve HAYIR Meclisleri
Fırat: Herkesin bakış açısı farklı ama zenginleştirmek için birkaç şeyden bahsedilebilir. Birincisi, 3-4 senedir biriken, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin bir düzeyde tecrübeleri, birikimleri ve mücadele hattında bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde ortaya çıkarttığı imkânlar, olasılıklar var. İkincisi de özellikle bu Meclislerin bu kadar görünür olduğu şehir merkezlerinde, bence sosyal ya da entelektüel sermaye de önemli. ‘Yani, bu iş neden Kadıköy’de oluyor? Neden Beşiktaş’ta oluyor? Neden Şişli’de oluyor’u ben düşünüyorum mesela.
Ya da neden Meclis vasfıyla buralarda var oluyor? Hani bunun Gezi’den de bir farkı yok yani. O da şehir merkezindeydi, oraya da en çok Kadıköy’den, Taksim’den, Beşiktaş’tan insanlar katılıyordu. Profile baktığınızda benzer; beyaz yakalı işçiler, genelde ofis çalışanları ön plana çıkıyor. Gezi’de ne kadar ön plandaysa, Meclislerde de öyle ön plandaydı. Şu an şöyle bir şey var; kaybedecek bir şeyi olmayan toplumsal kategorilerin, ezilen kategorilerin ne kadar ön plana çıktığını gördüm, şahsım adıma. Yani herkesin sokağa çıkmaya çekindiği yerde, her bildiri dağıtımına, her eyleme ya da her yapacağımız riskli işe, yani sokağa çıktığımız, yaptığımız bütün faaliyetlere kadınlar çok daha etkili bir biçimde katıldı.
Bunları derinleştirmenin metotları da aranmalı gibi geliyor bana. Bunu biraz daha açayım; Gezi sonrası ortaya çıkan forumların, dayanışmaların ne kadar koordinasyon yoksunluğu çekilse de, ortak bir politika, eşgüdüm sorunu çekilse de, bir hedef, bir ortak hedef problemi ya da ortaya program koyacak bir toplumsal muhalefet dinamiği eksikliği olsa da, bir sürü şey biriktirdiğini gördük mesela.
Bugün gene bu Meclisler Göztepe’deki dayanışmanın üzerine, Caferağa’daki dayanışmanın üzerine, Osmanağa’daki dayanışmanın üzerine, Yeldeğirmeni’ndeki dayanışmanın üzerine inşa edildi. Bunların hepsi birer birikim meselesi. Bunları es geçilerek konuşulabilir şeyler değil gibi geliyor.
Ama işin başka boyutları da var. Gene benzeri bir Haziran örneklemesi olsun, yani 7 Haziran seçimleri, oradaki tecrübeler. Bir sürü çevre; hem politik küçük çevreler, hem partiler, dergi çevreleri, sosyalist gruplar vs. vs. bunların her biri bağımsız kampanyalardan HDP-HDK çevresinde yaptığı kampanyalara kadar ciddi bir seçim tecrübesi geçirdi. Bence Türkiye sosyalist hareketinin TİP örneği dışında yaşadığı en kitlesel seçim tecrübesiydi, o da bu referandum sürecine aktı kesinlikle.
Yani +1’i yapanlar, HDP çevresindeki kampanyaları örgütleyenler ya da mesela ben Ondan Sonra’nın içerisindeydim, kampanyada çalışıyordum, Ondan Sonra gibi çalışmaları yapan insanların tecrübeleri de arttı. Ben bunu şöyle adlandırıyorum, biz Gezi’de demokratik devrim girişimi gibi bir şey yaşadık. Ona ramak kalmıştı. O yolu yürüyemedik ama orada yola çıkanlar ufak patikalar yürüdüler gibi geliyor bana ve o patikalar bir noktada buluştu. O buluşma noktası da HAYIR Meclisleri oldu diye düşünüyorum. Tabii bir sürü faktör var, Eymen daha vakıf onlara. DİB gibi, siyasetler düzeyinde de ya da aydınlar-sanatçılar düzeyinde de bizim inşa iskelemizi oluşturan, destek atan bir durum da söz konusu.
“Sokağı geri kazandık, birleşik mücadele olanağı yarattık”
Eymen: Hemen hemen her şeyi anlattı Melis’le Fırat. Şunu ekleyebilirim; Meclislerin olanaklılığı, toplumsal bir dinamiğin varlığıydı; toplum ses çıkartmak istiyordu ve Meclisler buna öncü oldu. Bir siyasi parti buna öncü olamıyor. CHP olamıyor, HDP de bu şekilde kampanyalara öncü olamıyor. Oluşturulan buna benzer, herkesin katılımına açık, halkın gelip kendi sözünü söyleyebildiği, hiyerarşisiz yatay örgütlenmeler, yapılanmalar bu dönemde daha çekici geliyor. Halk da buraya katılıyor, kendini ifade ediyor ve kampanya içine dâhil olabiliyor.
HAYIR Kadıköy’ün en büyük özelliklerinden biri de buydu. Zaten büyümesinin, diğer Meclislerin de büyümesinin nedeni bu. Biz demokratik bir yapı oluşturduk ve insanlar orada kendini var edebildi. İnsanlar aslında siyasette var olabilmek istiyor ama mevcut düzen yüzünden olamıyor. Biz de HAYIR diyerek bir itiraz meclisi oluşturduk hep birlikte, insanlar orada itirazını dile getirdi. İki aylık süreci anlattı arkadaşlar, gerçekten dolu dolu, çok güzel bir seçim kampanyası geçirdik.
Baktığımızda CHP ve HDP son bir ay sokağa çıktı, biz iki ay önce sokaktaydık. Kadıköy Meydanı’na OHAL, KHK gibi durumlara rağmen çıktık ve o meydanı aldık. Bildirilerimizi dağıttık, çalışmalarımızı yaptık. Sokağa çıkmaya korkar bir durum vardı; aslında referandum öncesini de göz ardı etmemek gerekir; bombalar patlıyordu. Biz çalışmaya başlamadan bir ay önce Reina saldırısı gerçekleşti, IŞİD durmadan tehdit ediyordu vs.
Böyle bir ortamda cesur bir adım atarak sokakları geri kazandık. Bundan önce toplumsal muhalefet bir araya gelip çok bir ses çıkartamıyordu. HAYIR Meclisleri aslında bunun için yol oldu, bir çok siyasi parti, kurum bu işin içine dâhil olabildi. Çok önemli bir birleşme zemini sağladı referandum.
“Forumlardan bir fazlası; karar alıcı mekanizmalar”
Fırat: Bir halk inisiyatifi, bir yurttaş inisiyatifi farklı bir etki yaratıyor, partiler üstü bir durum yaratıyor. Bazen platformlara isimler koyarız ama öyle olmazlar. Herkes kendi dükkânının angajmanıyla orada defansiftir, tam bir birlik olmaz. Kaynaşmanın metodu bulunamaz. Burada da Meclis dedik, ama Meclis olabildiği için başarılı oldu. Bir halk inisiyatifi gerçekten Meclis vasfıyla çalışabildiği için başarılı oldu.
Bir siyasal noktaya dokunmamız, ona cevap vermeniz de önemli ya da çok çeşitli alanlardan bir sürü bileşeni, bir sürü kategoriyi yan yana getirmemiz de önemli, fakat Meclislerin başardığı en büyük şey şuydu; karar alıcı mekanizmalar üretmek. Yani biz forumlarda filan çok ciddi sıkıntılar yaşadık. İnsanlar birbirinin ağzının içine bakıyordu ne yapacağız diye? Hani n’apalım? Ne tarafa hareket edelim? Binlerce insan buna bakıyordu. Ben şöyle şeyler duyuyordum, “Hadi birileri karar alsın onu yapalım”, yani irade konulması isteniyordu, karar alınması bekleniyordu, ama buna uygun mekanizmalarımız yoktu.
Son 20-30 yılda, reel sosyalizmin yıkılması tüm dünya üzerinde de bu toplum üzerinde de bir etki yarattı. Alabildiğine bir neo-liberal dalganın yükselmesine, toplumsal muhalefetin bütün kazanımlarının iğdiş edilmesine, yerle bir edilmesine varan bir şey oldu. Biz unuttuk bazı şeyleri.
Yani aslında şu beni rahatsız ediyor; herkesin her şeyi çok dağınık bir şekilde söylemesi, her şeyi dile getirmesi, hem şiir hem şarkı söylediği forumlar etrafında örgütlenmek filan, bu demokrasi değil, bu bir kakafoni. Yani insanların serbest konuştuğu bir kürsüden başka bir şey değil. Biz Meclislerde şunu yaptık; karar alabileceğimiz mekanizmalar oluşturduk. Bunun teamüllerini geliştirdik.
Bunu Gezi’den yola çıkarak geliştirdik. 4-5 senedir forumlar çevresinde tecrübe edilenler sayesinde geliştirdik. Karar nasıl alınmaz’ı gördüğümüz için karar nasıl alınır’a dair ciddi tartışmalar yürütüp mekanizmalar oluşturmayı başarabildik. Mesela bunlardan biri oydaşma yani konsensüs dediğimiz şey. En az itiraz edilende ortaklaşmak. Sonra direkt bazı işleri örgütleyeceğimiz organlar yaratmak, mesela Organizasyon-Örgütlenme birimi gibi. Yani 5 Meclis bir şey tartıştı. O tartışma notlarını önüne alıp ‘bunu nerede ortaklaştırırız’ diye derinlemesine tartışılacak bir organla, bir komiteyle işi yürütebildi. Bu, her hızlı manevra, yani bu karar alma sürecini hızlandırmasıyla ya da her kararıyla bu organlar Meclisleri sağlıklı yönde etkiledi.
Melis: Organizasyon-Örgütlenme dediğimiz komisyon diğer Mahalle Meclislerinin üzerinde değil, aksine altında olan bir komisyon. Hayır Kadıköy’de bir karar alınacaksa, önemli bir şey için bir karar alınmak isteniyorsa, bu, Mahalle Meclislerinde tartışılmaya çalışılıyor. Mahalle Meclisleri tartışıyor, bazı öneriler oluşturuyor, o önerileri Organizasyon-Örgütlenme Komisyonu Mahalle Meclislerini altına almadan, tamamen onun fikirlerini önüne koyarak işe, üretime dönüştürüyor. Ve diyor ki, bu eğilimlerin en makulü ve ortaklaştırılmış hâli budur ki zaten o kararı alanlar da o Mahalle Meclislerindeki insanlar.
İlk toplantıları hatırlıyorum ben, şey dediğimi hatırlıyorum yani, bir şeyi saatlerce tartışmak demokratik bir şey değil. Bir noktadan sonra ya onu kesip üstüne uyumak ve belki daha sonra tartışmak ya da hani uzlaşmaya varmak. Çünkü kimse yerinden oynamıyor, kimse kendinden tırnak içinde taviz vermek istemiyor ama ‘esnemek, taviz vermek değildir’i aslında zamanla biz de anlamış olduk.
“Yeni bir şey yapıyoruz ve de öğreniyoruz”
Melis: HAYIR Kadıköy Meclisi’nin, bir toplantısında mesela bir arkadaşımın şu cümleyi kurduğunu çok net hatırlıyorum, kendisi örgütlü bir arkadaşımızdı. Ben yine; “Arkadaşlar çok tartışıyoruz artık, keselim” gibi bir eleştiride bulunmuştum. Kendisi bana; “Biz ilk defa, yani çok uzun süreden beri ilk defa bu kadar farklı ekiple karar almaya ve ortak iş yapmaya çalışıyoruz. Ben de çok sıkıldım tartışmaktan, ama yeni bir şey yapıyoruz ve biz de öğreniyoruz” diyerek beni durdurmuştu. O noktada ben de bir şeylerin farkına vardım.
Ben bağımsız bir bireyim mesela, gerçekten orada daha farklı şeyler de oluyor. Çünkü arkadaşın dediği gibi yeni bir şey deneniyordu orada, çok yeni bir şey deneniyordu. Aslında herkes öğreniyordu bir şeyler, ben de çok öğrendim. İlk girdiğimdeki gibi değilim mesela, çok net, aynı ben değilim.
Bu Meclis’e değer katan şeylerden birisi de bireylerin varlığıydı kesinlikle. Aslında Meclis’in ‘birey hukuku’ diyoruz ama daha çok o karma hâli, ama o karma hâlinin de bireylerde tezahür etmiş hâli çok çok değerliydi bence Meclisler açısından.
16 Nisan: Meclisler ileri!
Kaldıraç: Şurada bir virgül koysak; referandum çalışmalarından sonra sokak hareketiyle karşılığını bulan bir çalışmamız var. Sokak hareketleri tabii ki Meclislerin birebir organik ilişkileriyle oluşmadı ama sonuçta Meclislerle beraber yürüdü, Meclislerle beraber hareket etmeyi tercih etti. Özellikle 16 Nisan ve sonrasındaki bir hafta boyunca, ardından ise farklı farklı yerlerde açığa çıkan, beraber eylem yapan, beraber sokağa dökülen, beraber 1 Mayıs kortejine gelen ve şu an ‘Meşru Değilsiniz’ eylemini örgütleyen bir nüfus olmaya başladı. Bu duruma dair ayrı bir değerlendirme yaptı mı HAYIR Kadıköy Meclisi?
Eymen: İstanbul’da aslında çok tartışmalı başlamıştı 16 Nisan akşamı. Tam arada kalmış bir referandum vardı ve biz ne olduğunu anlayamadık. YSK’nın bir açıklaması ve gün içinde gelen haberlerle ve önceki tecrübelerle, özellikle 1 Kasım’daki hile, tekrarlandı. İnanılmaz profesyonel biçimde oy çaldıklarını gördük. 16 Nisan akşamı bir toplantı yaptık. O toplantıda ne yapalım, ne edelim, seçim sonuçlarını bekleyelim, dedik.
Baktık tencere-tava başlıyor, yola çıktık. Elimize tencere-tavamızı aldık ama tencere-tavamız pek işe yaramadı. Sonra sokakta 10 bine yakın insan oldu. HAYIR Meclisleri’nin bu eylemlerdeki önemi güçlü bir yerel örgütlülük yaratması, yani yereli tanıması, bilmesi, yerelin onları tanıması ve hızlı refleks verebilmesi. Baktığımızda Haziran Hareketi de bir şeyler yapıyordu, KP de bir şeyler yapmaya çalışıyordu, birkaç yerde CHP bir şey yapmak istemiyordu ve biz sokağa çıktık ve baktık ki, arkamızdan CHP’liler de gelmeye başladı, sonra yolda Hazirancılar, KP’liler…
Fırat: Sıcağı sıcağına çağrı yaptık biz, hemen daha sonuç filan açıklanmadan çağrı yaptık, mesajlar attık mail gruplarından, kendi Meclis gruplarımızdan çağrılar yaptık, sokağa davet ettik insanları. Demin söylediğim karar alıcı organlarımız da bilfiil bu eylemi yönetmeye aday oldu o noktada ve başardı da. Biz bir Meclis çevresi üzerinden o akşam beraber bir yerde buluşup sonuçları izlemek ve değerlendirmek üzerinden toplaşmıştık, oradan yaklaşık bir 300 kişi kadar beraber çıktık, çıktığımız anda binlerce insan da toplaştı çevremizde ve bugünkü eylemler oldu. Sonradan öğrendik ki, aynı şey Beşiktaş’ta da yaşanmış, Meclis’te koşturmuş arkadaşların bilfiil orada özne olarak bir toparlayıcı görev aldığını ya da başka muhitlerde de yapılan eylemlerde, meclis çalışmalarını yürüten insanların bilfiil bu sokak işlerini örgütlediğine tanık olduk, duyduk, öğrendik. O hazır yapının bir vasfı oldu.
Meclisten bir arkadaşın ‘şans hazır olana güler’ diye bir değerlendirmesi var, gerçekten de öyle oldu. O akşam eylemler açısından öyle denilebilir. Tabii değerlendirmesi şöyle, eylemleri ortak bir zemine çekmeye çalışsak da bir bakış açısı farkı var gibi gözüküyor siyaseten. Daha ziyade Haziran Hareketi’yle birleştirmeye çalıştırdık ondan sonraki eylemleri, bir hafta zarfında, oldukça kitlesel de geçti fakat bir kaynaşma yaratmak çok zor.
Meclisimiz, Meclis vasfıyla karar alıcı organları olduğu için, şimdi Haziran Hareketi daha ziyade bir politik birliktelik, arada bir fark var. Biz de bir politik yapıyız ama bizde bileşen olan çevreler bir politik blok olarak kendini koymuyorlar Meclis’te, bireyleriyle geliyorlar. Öyle süreçlerle karar süreçlerine dâhil oluyorlar, aradaki bu fark bir doku uyuşmazlığına sebep oldu, böyle bir değerlendirmemiz var. Bundan sonrasına dair de Meclislerin ismine virgül koyup yeni bir isim yazmak gibi bir fikrimiz yok. Daha çok Meclis ismiyle, vasfıyla örgütlenmek üzerinden kararlar aldık çalıştayda, öyle diyebilirim.
Hayır Meclisleri bileşen yapısıyla da temsil düzeyi daha yüksek bir Meclis. İçinde bir sürü çevre var. HDP bileşenlerinden, HDK çevresi bileşenlerinden, irili ufaklı politik gruplardan, sosyalist siyasetlere varana kadar, birçok çevre var içerisinde ve yan yana koyduğunuzda bu yekün, Türkiye’de şu anki temsil bakımından en yüksek yapıyı oluşturuyor.
“Öncelik; eylemdeki insanları meclise katabilmek”
Kaldıraç: Bu sokak eylemlerini değerlendirirken şöyle duyumları hatırlıyorum, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de, Bakırköy’de sokakta olanlar, o sırada mesela eylemle ilgili kafası karıştığında, sosyal medyada, acaba Bakırköy ne yapmış, acaba Beşiktaş ne yapmış, acaba Kadıköy ne yapmış diye bakıp yol çıkartmaya çalışmıştı. Meclislerin böyle bir hareket tarzı oldu o sokak eylemlerinde. Yani tamamen mekanizmalar üzerinden değil, tamamen kişi ilişkileri üzerinden değil ama (Fırat: Bakışımlı.. Melis: Aynısını diyecektim var ya) biraz ahenkli bir hareketti aslında.
Bu sokak eylemlerinde şurada şöyle bir hata yaptık, şurada bir fırsat kaçırdık, şurada şunu çok doğru yaptık gibi bir değerlendirmeniz oldu mu?
Melis: Her eylemden sonra toplanıp uzunca bir değerlendirme toplantısı yapma hâli mevcuttu. Fakat Fırat’ın da bahsettiği gibi Haziran’la birleştirmeye çalıştığımız eylemlerde bir noktadan sonra kimyamızın farklı ve hareket etme biçimimizin, bakış açımızın çok farklı olması nedeniyle bazı sıkıntılar ortaya çıktı. Eylemler çok kitlesel geçti, evet, bence de güzel geçti. Ama pek çok kişinin de söylediği şey HAYIR Kadıköy Meclisi’nin büyüme olanağını artıran, yani insanların öfkesini aslında kanalize edip Meclis’e dâhil olabileceği eylemlerdi bence. Elbette herkesin değil, ama on binlerce kişinin yürüdüğü bir eylemde, siz Meclis çağrısı yapamadığınız takdirde insanlara sadece bir eylem sonunda, “Arkadaşlar yarın yine burada buluşuyoruz” dediğinizde insanların bir veryansın etme hâli de mevcuttu. Bence bizim kaçırdığımız en büyük fırsat buydu.
Bunun dışında, eylemler elbette çok güzel geçti. Elbette, iyi ki de ortaklaştırmışız. Fakat eğer ileriye dönük bir perspektifimiz varsa, HAYIR Kadıköy olarak ve genel olarak, Meclisler olarak, başat olarak almamız gereken şeyin, eylemin 20 bin kişi geçmesi değil, öncelikle o eylemdeki insanları Meclis’e katabilmemiz. Katabilmemiz için de eylemde, “Arkadaşlar bu HAYIR Kadıköy Meclisi’nin bir eylemidir, gelin Meclislerde örgütlenelim” diyebilmemiz gerekir.
Çünkü ben bir daha o insanlara gidip “şuna oy atın” diyemem. Adamlar YSK’yı çaldı, YSK’yı çaldılar, direk kurumu ele geçirmiş durumdalar, ben bir daha kime diyeceğim ki, “Arkadaşlar seçim var, gidin oy kullanın.” Ben kullanmam zaten bir daha oy. Gerçekten bazı şeylerin güvenilir olduğuna ikna olmadığım sürece.
Bu noktadan sonra da benim insanlara şunu demem lazım; “Arkadaşlar anlıyorum, siz de güvenmiyorsunuz sandığa, biz de artık güvenmiyoruz, gelin o zaman biz bu yerel Meclislerimizi güçlendirelim”, “Gelin, eşit yurttaşlık herkesin hakkıdır, gelin bu Meclislerde örgütlenelim. Kendi taleplerimizi, isteklerimizi, tırnak içinde kendi anayasamızı kendimiz icra edelim.”
Hayır Kadıköy olarak ben bunu diyemedim, ben insanlara sadece şunu dedim; “HAYIR bitmedi, daha yeni başlıyor.” Fakat başlangıcın neresi olduğunu referans gösteremedim. Bu benim için mesela en büyük kayıptır şahsen. Yapmamız gereken şey bence buydu. Ve yaptığımız hatalardan belki de birisi de ortaklaştırmaya çalıştığımız bu eylemlerde bir siyaset gibi hareket etmemizdi. Aksine biz bir Meclisiz ve elbette Meclis gibi de hareket ettik. Fakat oradaki dengeyi tam olarak çok sağlıklı kuramadık. O yüzden de bu eylemler potansiyeline ulaştı. Şans yüzümüze gülmüştü aslında ama değerlendirmeye fırsatımız pek olamadı diye bir eleştirim mevcut ve bakidir.
Eymen: Ben de aynı şekilde düşünüyordum. Hızlı hareket etmemiz gerekiyordu ve çeşitli hatalar yaptık. Zordu bizim için o hafta. Sabah akşam eylem yapıyorduk. Akşam toplantı yapıyoruz sabah toplantı, böyle hayatımız; toplantı eylem, öyle böyle gidiyordu. Ve bu sürede aslında bunu düşünemedik.
“Ne yapacağız bundan sonra? Nasıl güçleneceğiz?”
Kaldıraç: Kadıköy’de bir çalıştay yapıldı, onun sonuçlarını çeşitli haber kaynakları üzerinden okuma fırsatımız oldu. Ama Meclis’in aslında aktarım kaynağı yok, o da bir eksik olarak ele alınabilir, sadece Kadıköy’ün değil, genel olarak Meclislerin… Ne konuşuldu? Önümüzdeki dönemde Kadıköy HAYIR Meclisi önüne neyi koydu? Somut olarak adım atmaya başlayacağı bir planı var mı? Ve genele, yani bütün Meclislere dönük önerdiği bir şey var mı?
Eymen: Çalıştaya giden yoldaki tartışmada aslında kısa dönemli bir kampanya yapmayı kafamıza koyduk; ama uzun vadede de “bu yapıyı nasıl kalıcılaştırabiliriz, nasıl sürekli hâle getirebiliriz?” diye konuştuk. Çünkü referandum çalışması bize bir olanak sundu, hem de kolay bir örgütlenme yapısı sağladı.
Ama asıl iş bundan sonrası. Çünkü gündem var ve o gündemin üzerine siyaset örüyorsun ve sürekli bir gündem, iki ay boyunca referandum, seçim kampanyası… Ama bundan sonra bu sürekliliği nasıl sağlayacağız’ı tartışacağız; bundan sonra yapımız ne olacak? Bir kampanya üzerine bir araya geldik, bir kampanya vardı, seçim bitti, o kampanya bitti, biz HAYIR bitmedi dedik ama bir şekilde o seçim dönemindeki durum bitti.
Çalıştay yapmamızın sebebi biraz da buydu. Ne yapacağız bundan sonra? Nasıl güçleneceğiz? Diğer Meclislere dair biz burada bir şey çıkarırız…
Mahalle Meclisleri ve HAYIR Kadıköy organizasyonu örgütlenmede güzel bir yapılanma oluşturdu. Merkez-yerel ilişkisini çok iyi kurmak lazım, bu İstanbul için de çok zor bir şey. Merkez-yerel ilişkisini nasıl kuracaksın? İstanbul çok büyük bir yer, çok fazla ilçe var, çok fazla nüfus var. Zor bir şey, ama bunları yapmak zorundayız.
Aslında Gezi’den bahsedildi, biz Gezi’de çok hatalar yaptık. O hatalardan öğrendik ve o hataları şu an yapmamaya çalışıyoruz. Hepimiz, örgütlü bireyler, bağımsız bireyler birlikte çalışma ortamlarını sağlamalı, bir de önümüze bir hedef koymalıyız. Hayır, bir hedefti, o sandıktan hedef çıkarabilmek. Şimdiki hedefimiz tabii bu iktidara karşı bir mücadele yolu örmek. Demokrasi olabilir, başka bir şey de olabilir, ama net bir hedefle toplumu arkamıza alarak ilk çıkış zamanımızda yaptığımız gibi güçlü bir çıkışla topluma bir dinamizm katmalıyız ve burayı bir çekim merkezi -lafını sevmiyorum ama- çekim merkezi haline getirip insanların buraya dâhil olmasını teşvik etmeliyiz. Bizim bütün pratiğimiz örgütlenme olmalı.
Fırat: Çalıştayı şöyle özetleyebilirim; Kadıköy çalıştayı kendi eğilimlerini ve başlıklarını 3-4 toplantı sonrasında belirledi. Hedef, program ihtiyacını tanımladı. Meclisleri kolay dağılmayacak, anlaşılır bir hedef ve program etrafında birleştirebilecek bir hedef-program tanımı yaptı.
Bunun için bütün ilçe ve il meclislerine benzeri çalıştaylar, tartışmalar yapma önerisi götürüyoruz. Bunun kararını aldı Kadıköy Meclisi. Kendini bir birleşik mücadele alanı olarak tanımlıyor. Referanduma kadar çalıştık ama bundan sonrasında da kendini yenileyerek, yeni imkânları da gözeterek ve herkesi tekrar davet ederek bir yapılanma modeli öneriyor.
Kadıköy Meclisi, merkezî politikalar üretmeyi önüne koydu. Sonuçta referandum çalışması yapmak makro siyasi bir şey. Kampanyalar örgütlemek, bunların Meclislerden kararını almak, yerellerde de bunu sıkı bir şekilde icra etmek gibi bir eğilim belirledi.
Çalıştayda Meclis mekanizmaları ve metotları üzerinde duruldu. Bunları isimlendirmeye çalıştık. Aylık moderasyon gibi, çalışmada rotasyon uygulamak gibi ya da sistemli oydaşma dediğimiz en az itiraz olan fikrin ve üzerinde en çok uzlaşılan fikrin karar olarak seçilmesi gibi. Bu tarz meselelerin üzerinde durduk.
İçeriğe dair de bir demokrasi tanımı, tartışması yapıldı. Programın başlığı olarak, Türkiye’nin zaten çok çektiği meseleler, yani din, dil, ırk, etnisite gözetmeksizin, yurttaşları bir dünya vatandaşı olarak gören bir perspektifle bir demokrasi tanımı yapıp bunun üzerinden mücadele etmesi yönünde bir içerik tartıştı. Kimden yana, kime karşı olduğunu kategorik olarak tartıştık; ezilen kategorilerin yanında olmayı tercih ettik. Bu yönde eğilimler belirledik. Yani işçiden, kadından, yetişkine karşı çocuktan ya da kapitalist üretime karşı doğadan yana olmak gibi sayabileceğimiz kategorik tartışmaları yaptık ve ezilen kategorilerin yanında olmayı tanımlayarak bir eğilim belirledik. Bunu şimdi il düzeyinde, diğer Meclislere de taşımaya çalışacağız, gündem haline getirmeye çalışacağız, mümkünse de bir il çalıştayı belki…
Kaldıraç: Nasıl bir ülke, nasıl bir yaşam hedeflendiği, demokrasi tartışması, özgürlük tartışması doğal olarak Meclislerin önünde duruyor. Şimdi ilk adım olarak da bir kampanya örgütledi Meclisler ve bu kampanyanın bir ilerleme biçimi de var. ‘Meşru değilsiniz’ kampanyasıyla birlikte, özgürlük tartışmasına giden yolda, somut olarak ya da ön hazırlık tartışması olarak tartışılan, öne çıkan bir şey var mı?
Melis: Çalıştay yapıldı ama bunun devamı gelecek. Bir çalıştay ihtiyacı daha var. Hedef esnek ve programın da tam bir detayı yok. Onun için bir çalıştay daha yapmamız gerekiyor. Tamamen rejimi karşımıza alarak, meşruiyetini sorguluyorsak, meşruiyetinin çöktüğü ve her şeyin başladığı nokta olarak AKP’yi ve de onun etrafında çöreklenmiş bu rejimi karşımıza alarak işler yapmalıyız, diye öneriler var.
Bunun dışında, biz seçim çalışmasıyla bir araya geldiysek, seçim sonuçlarını iğdiş edecek, onun mesela hukuksuzluklarını vs. öne koyacak çalışmalar yapalım, diyen arkadaşlar var. Önerilerin hiçbiri birbirinden bağımsız değil, hepsi birleştirilebilecek öneriler. Sonuçta bir meşruiyet sorgulamasına gidiyoruz ve bunun için bir kampanya yapıyoruz. Ve bu meşruiyet sorgulaması sürerken zaten rejimi eleştireceksin, yaptıklarını, icra ettiklerini eleştireceksin.
Biz sözümüzü söylerken ya da sözümüzü üretirken yalnızca tek bir konuya ya da tek bir kanala kanalize olacağız diye bir şey yok. Fakat şunu yapması gerekiyor Meclislerin; hedef olarak ya da program olarak ortaya bir şeyler koyması gerekiyor. Mesela Fırat’ın bahsettiği gibi bir demokrasi tanımı… Bunu hedefine koyarken de, diğer konuları da gündemine alabilir.
HAYIR Meclislerinin şöyle bir seçim yapması gerekiyor; HAYIR Meclisleri bir hedef belirleyip gündem hakkında kendi doğrultusunda mı söz söyleyecek, gündeme angaje mi olacak? İkinci yolu seçersek Meclislerin bence sönümlenmesi, yok olması, nasıl tanımlarsan tanımla, kaçınılmaz olan şey.
Fakat uzun soluklu bir siyaset yapmayı önüne koyuyorsan, kaçınılmaz olarak önünde hedefinin de programının da olması gerekiyor. Çok net tanımlanmış olmasına gerek yok. Buna hedef-program demekten çekinen arkadaşlarımız var. Aslında Meclislerin yapacağı işlerle gündemleri birleştiren bir perspektife ihtiyacı var.
…
Şimdi daha farklı bir noktadayız, bir siyaset üretme çabası mevcut. Bu elbette en genel şekliyle ifade edilmeye çalışılacak yine. Meclisler en genel şekliyle ifade edilirse ve kendine bir hedef doğrultusunda hareket etme avantajını da sağlarsa yaşar ve bu mümkün olur. Ama diğer türlüsü, her şey geldiğinde refleksif, direkt güne söz söyleyen işler yaparsa bence Meclisler sıkıntıya girebilir.
Bu Meclisler, Gezi’den bağımsız değil, 7 Haziran’daki çalışmalardan bağımsız değil, dayanışmalardan, işgal evlerinden, diğer başka siyasetlerden, kurumlardan, çevrelerden bağımsız değil. O zaman şunu düşünmemiz gerekiyor; 7 Haziran’dan sonraki gibi bir taarruz gelirse, yine yolun ortasında kalmış kedi gibi donakalacak mıyız? Bir şey yapma halimizin kalmadığı bir dönemde bir arada kalmayı başaramadık.
Bu dönemde böyle bir taarruz gelse bile, böyle bir saldırı gelse bile, yapabileceğimiz en önemli şey bir arada kalmak. Yani bu birlikteliği dağıtmamak. Bunu dağıtmamayı nasıl başaracağız, bunun aslında cevabını verebilmemiz gerekiyor. Çünkü bundan sonra tekrar bir şey kurmak çok daha zor olabilir. Hele hele böyle yeniden denenmeye başlanan ve gerçekten işler hâle gelmiş Meclisleri dağıtmaya bence kimsenin hakkı yok. Onun için, bence herkesin çok iyi düşünmesi ve gerçekten biraz kendini esnetmesi gerek. Asla ödün vermekten bahsetmiyorum. Bir şekilde uzlaşmalıyız. Fakat şunun farkına varmak lazım, bu Meclis’in dağılma gibi bir lüksü yok. Kimsenin, kendi fikri kabul görmedi ya da işte herhangi bir yol noktasında uzlaşamadı diye bu Meclislerden çekip gitme lüksü de yok. Çünkü, Demirtaş’ın da dediği gibi “Birbirimize muhtacız.” Bu kadar basit. Ve bu Meclisler de devam etmek zorunda diye düşünüyorum.
Fırat: Ben bu uzlaşma kavramı ne kadar doğru bir şey bilmiyorum. Ama mesela şöyle bir şey var, azınlık görüşü olmayı kabul etmek bir demokrasinin olmazsa olmaz kurallarından bir tanesidir. Bir şeyi savunuyorsanız, onun yayılamamış bir fikir olarak kaldığını kabul etmek de o demokrasinin bir ihtiyacı. Bu, o fikir yok edilsin demek değil, onu korumak da çoğunluğun vazifesi.
Bunlar hassas mevzular, her konuda uzlaşmak zorunda değiliz ama ortaklaştığımız ve karar aldığımız mevzularda da artık ön tıkayıcı olmamak, yol vermek, bazen azınlık görüşü olmayı, bazen çoğunluk görüşü olmayı kabullenmek, bilmek ve diğerini yok etmeden bunu yapmak, bizim kuracağımız Meclis yapılanmasının da genel teamülleri olmalı diye düşünüyorum.
“Başaracağız ve bütün ülkeye yayacağız”
Eymen: Bir demokratik mücadele planına, perspektifine ihtiyaç olduğu net. İstanbul’da bir hareketlenme var, ama bunun Anadolu’ya, diğer illere de yayılması gerekiyor. Sadece İstanbul’a sıkışan, İstanbul’da olan her şeyi Türkiye duyuyor ama geniş bir yapılanma sağlanması gerekiyor. Diğer illerle birlikte; Ankara, İzmir, Antalya, Karadeniz illeri… keza Karadeniz’de çok eksiğiz ama; güçlü bir şey oluşturabiliriz. Bunu bütün ülke sathına yayabilirsek aslında o zaman başarabiliriz.
Temsilî demokrasi yerle bir ve saçma sapan, dünyada neredeyse eşi benzeri görülmemiş bir sistemle karşı karşıyayız. Bu sisteme karşı mevcut sistemi geri döndürme değil ama demokrasiyi ileri götürme yani, mevcut sistemi de ekarte edip, gerçek bir demokrasi, insan hakkı, barışa, özgürlüğe, emeğe dayanan bir mücadele planı örmeliyiz, bunu ülke sathına yaymalıyız ve çok güçlü bir hareket oluşturmalıyız. Ama önce İstanbul’daki yapılanmamızı sağlam hâle getirmeliyiz. Çok zor bir zamana denk geldi. Ülkede bunları yapabilmek çok zor. Ama başarabileceğimize inanıyorum ben, başaracağız ve bütün ülkeye yayacağız.
Fırat: Kitle çizgisinde siyaset yapmayı unuttu sosyalistler. Biz, kitle çizgisinde siyaset yapma kültürünü unuttuk. Meclisler biraz bize bunu tekrar hatırlatan organizasyonlar oldu. Ben bu vasfını önemli buluyorum. Kitleler içerisinde bu değerleri, demokrasi mücadelesini ya da sosyalist bir perspektifi diyeyim, egemen kılmak, hegemonyasını kurmak, insanları bu yönde ikna edip bir mücadeleye bağlamak vs. onlarla birlikte mücadele etmek. Bunlar önemli meseleler. Üzerinde durulması gerekiyor Meclisler adına, diye düşünüyorum.
Bağımsız bir sosyalist olarak şunu düşünüyorum, örgütlere de, teşkilâtlara da, sosyalist çevrelere de çok ciddi sorumluluk düşüyor. Yine bağımsız sosyalistlere de çok büyük görev düşüyor. Bu süreçlerin daha uzun vadeli birlik projelerine dönmesi işten bile değil. Bunun için durum da uygun, insanların burjuva siyasetin, parlamenter temsil siyasetinin ne kadar çöktüğünü gördüğü bir dönemde, buna bile küstükleri bir dönemde, sistem kendini, kendi rıza mekanizmalarını çalıştıramazken, bizim elimizde de bu derecede önemli yapılar varken, iyi işleyen, siyaset yapabilen yapılar varken, bu tarihsel fırsatın kaçırılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Mahir Çayan’ın bir sözü var; “Aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere.” Yani Türkiye sosyalist hareketi, sol siyasetler kendine şu vizyonu biçmeli, aynılar aynı yerde toplanmalı. Türkiye’de demokratik devrim çizgisinde kendisine hedef koymuş sol siyasetler bugün biraz uzun vadeli ya da orta vadeli, bu zeminleri iyi değerlendirerek bir şey kurabilirler. Kitlesel bir sol alternatif yaratabilirler diye düşünüyorum.
“Hayal kurmak gerek”
Melis: Bugünden bunu kafaya takmış insanların bir araya geldiği ve gerçekten politikleşmeyi önüne koymuş birbirinden farklı pek çok insanı bir araya getirme hedefindeki Meclislerin şu seçimi yapması lazım; biz gerçekten bir şeyler yapacağız, ama bunu gerçekten küçük küçük işler yaparak mı icra edeceğiz, yoksa gerçekten bu Meclislerin referandumda gösterdiği potansiyeli daha da katlayarak, bunu her tarafa virüs gibi yaymayı mı hedefleyeceğiz?
Bu, belki çok çok ilerinin meselesi, ama sonuçta insan hayal kurmadan da harekete geçemiyor. Hayal kurmamız gereken bir dönemdeyiz. Fırat, bir şey söylemişti bir gün, yani hayal kurmak gerekiyor ki o nokta üzerinden de bir şeyler yapabilesin.
Herkesin biraz aklıselim kalabilmesi gerekiyor. Doğru adımlar atabildik referandum sürecinde, bu, referandum öncesindeki duruma dönmemiz gerekiyor. Çünkü şu anda her şey çok hızlı ilerliyor, farklı gündemler oluşuyor, morallerimiz bozuluyor, daha farklı meseleler oluyor, biraz silkinmemiz gerekiyor.
Ve hani gerçekten düşündüğümüz, konuştuğumuz her ne idiyse, doğrusuyla-yanlışıyla, eksiğiyle-gediğiyle hiç önemli değil, onu sürekli arttırarak, üstüne koyarak bence devam ettirmemiz gerekiyor. Hedef de bu demokrasi tanımı ne olacaksa, bu kuracağımız demokrasi tanımını aslında olabildiğince yaymak olacak. Çünkü demokrasi dediğimiz şeyden bile farklı şeyler anlamaya başlıyoruz. Sokakta kime sorsanız demokrasi deyince farklı bir şey söylüyor. Bunu yaymak, bu örgütlenmeleri, bu Meclisleri virüs gibi yaymaya çalışmak ve sonrasında da belki daha farklı bir hayal kurmak gerekiyor.
21 Mayıs 2017
Öğrenci hareketi direnişle özgürleşecek, özgürleştirecektir!
Bu, liselilerin hocasıyla, öğrencisiyle biatını kapsar. Bu, üniversitelerin, liselerin karşı işgali demektir. Çünkü onların karanlığı korumaya ihtiyacı vardır. Biat eden bir üniversite yaratamazlarsa bunu devam ettiremezler.
Çocuklar ölmesin, diye seslenen Ayşe hocanın etkisi onlar için dert. Barış isteyen akademisyenler onlar için terörist, ekonomik kriz var diyen hocalar dış güçlere çalışıyor oluyor. Çünkü gerçeklerin örtülmeye ihtiyacı bulunmaktadır.
Gerçekler egemenler için korkutucu, cennetlerinin bir sonunun olduğunun göstergesidir. Bundan dolayı bir yıldan fazla bir süredir üniversiteler hapishaneye çevrilmeye devam etmektedir. Zaten eğitim sistemini elinde tutanlar bununla yetinmeyip nefes alacak alan bırakmamak üzere çalışmaktadır. Onlarca öğrenci okuldan atılmış ya da uzaklaştırılmış… Onlarca hoca aynı şekilde görevinden alınmış… Birçok üniversitede absürt uygulamalar devreye sokulmuş… Edebiyat fakültesinde sesli şiir okunamaz noktasına getirilmiştir.
Bunlar görünen tablonun bir kısmıdır. Lakin bizim konumuz direnişin büyütülmesidir. Derdimiz karanlığın delinmesidir. Bu bir abartı değildir, yapılacak ve çok uzakta olmayan bir durumdur. Bu karanlığın sonu toplu iğne ucu kadar bir deliğin açılıp karanlığın delinmesidir. Bunu yaptığımızda gerisinin geleceğinden eminiz. Bu açıdan öğrenci hareketi çok önemli bir yerde durmaktadır. Çünkü toplumsal hareketin en dinamik, ön açıcı eylemler yapabilen unsurudur.
Dünyanın her yerinde bunun gösterdiği birçok örneği de bulunmaktadır. Yunanistan’da darbe zamanında Politeknik’e işgal ile başlatılan direniş bunun en güzel örneklerindendir. Bu direniş ile darbeye karşı direniş büyümüştür. Yine Şili’de devrimci öğrenciler referandum sırasında “Hayır”ın örgütlenmesinde, sokaklarda, daha aktif hâle getirilmesinde rol oynamıştır.
68 öğrenci hareketi dünyanın her yerinde aşağılanmaya savaş açmış ve örnek olmuştur. 68’de 6. Filo’yu denize döken yoldaşlarımız yine bu buzu kıran ve yolu açanlardandır. Tüm yasaklara rağmen Mülkiye’yi, İÜ, ODTÜ’yü örgütleyenler yine bizlerdik.
Tarihimiz bunlarla uzatılabilir. Her dönemde öğrenci hareketi ve onun önderleri toplumsal hareketteki rolünü ortaya koymuştur. Her direnişle daha da özgürleşerek yenilerini yaratmıştır. Her direniş toplumda da etki yaratmıştır. Bugün de öğrenci hareketi rolünü oynamalıdır. Bir süredir abluka artmış durumdadır fakat bu abluka dağıtılmalıdır.
Bu, her şeye rağmen mümkündür. Bugün olanaklar daha fazladır. Ve daha da önemlisi, direnişi büyütmekten, ablukayı dağıtmaktan başka şansımız yoktur.
Bunlar için belli tartışmaları yürütmeliyiz. Naçizane belli önerilerimizi başta yoldaşlarımız olmak üzere herkese açıyoruz:
1. Her alanda topyekûn saldırılara karşı, topyekûn direnişi örgütlemeliyiz. Bugün hocası, öğrencisi, işçisi bu saldırıların kendilerine yapıldığı bilinciyle örgütlenmelidir. Bunun için referandumu da kapsayacak şekilde alan alan meclisler kurup çalışmalar yürütmeliyiz. Kendimiz kendimize sınır çizmeden, varmak istediğimiz noktaları belirleyip onları örgütlemeliyiz.
2. Eylemden vazgeçilmeden, her türlü eylem ve ajitasyon ve propaganda hattını işletmeliyiz. Burada yaratıcı, ön açıcı, örgütleyici eylem tarzları geliştirmeliyiz. Örneğin bugün boykot yaparken bir yandan tüm sınıf tahtalarına “üniversite biat etmez”i çıkmaz kalemle yazıp, ders işlemeye çalışan hocalar başta olmak üzere, öğrencilere de, bunun, atılmış hocalara saygısızlık olduğunu anlatmalıyız. Eylem bu dönem yapılamaz tartışmalarını dilimizden silmeliyiz (ki bugün tekrar her türlü eylemi görüyoruz). Biz konuyu belirleyip bunu nasıl öreceğimizi tartışmalıyız.
3. Başta yayınlarımız olmak üzere tüm ajitasyon-propaganda materyallerini aktif şekilde dağıtmalıyız. Bunu sürekli ve fikirlerimizi anlatarak yapmalıyız. Yayınlarımız ne kadar yayılırsa karanlık o kadar delinecektir.
4. Örgütlenmelerimizi yaymanın yolunu geliştirmeliyiz. Bunun için kulüp, komisyon, fanzin, komite çalışmalarını daha aktifleştirip tüm ilişkilerimizi, tüm hareketli kişileri bunların bir parçası hâline getirmeyi zorlamalıyız.
5. Refleks eylemleri hızla, bir bütün olarak tüm okullara yayarak örmeyi hedeflemeliyiz. Bu konuda hiçbir dost kurum imtina etmeden bu işlerin parçası olmalıdır. Aynı şekilde biz de imtina etmeden girişmeliyiz. Bu eylemler sesimizin gürleşmesini sağlayacaktır.
6. Her üniversite, her lise karanlığın püskürtüleceği bir yer olarak düşünülmelidir. Dolayısıyla hepsinde yer etmeli ve gerçekleri örgütlemek üzere sürekli faaliyet yürütmeliyiz.
7. Sözlü ajitasyon-propaganda, bunun başında sınıf ve kantin konuşmalarının nasıl aktifleştirilebileceği ve nasıl yayılacağına bakmalıyız. Bu konuda tüm bileşenlerin beraber hareketi sonuç verecektir.
Unutmamak gerekir üniversiteler bizimdir. Üniversiteler direnen akademisyenlerindir. Biat etmeyenindir. Çünkü bilimin, var olana bir itirazı olmak zorundadır.
Direniş ancak bizim olanın daha fazla sahiplenilmesi ve bu noktada da berraklaşmış kafalarla mümkün olacaktır. Karşı-işgal ancak böyle püskürtülecektir. o
Arev Bozkaya
Ekim bir meşaledir
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa başta olmak üzere, dünyanın birçok coğrafyasında pazar paylaşım savaşı şiddetlenmişti, süren lokal savaşlar, çatışmalar siyasal krizler içerisinde insanlık kendine bir yol arıyordu. Almanya, İngiltere, Fransa başta olmak üzere sömürülen sınıflar grevlerle, isyanlarla, ayaklanmalarla kendi kaderlerinin tayini için mücadele ediyorlardı. Fransız işçi sınıfı 1871 Paris’te kendi kurtuluşu için, kendi yarınında söz sahibi olmak için Komüncülerin önderliğinde ilk ciddi deneyimine girişti. 71 gün fabrikalarıyla, okullarıyla, fırınları, meydanlarıyla Paris’i yönetti. Üretim aletlerini özgürleştirdi ve mülkiyetine Komün adına el koydu. Bu anlamıyla Komün, bir kırılmayı tarif etmektedir. İşçi sınıfı Paris’te 71 gün süren iktidar deneyimi sonunda yenildi ancak Komün bir ilk’in, gelişmekte olanın habercisi, bir dönemin kendisi olarak tarihe geçti. Sloganlarını 20. yy’a kadar taşıyacak bir etki yarattı.
İşçi sınıfı, gelişen sınıf savaşında zaferlerin, sosyalizmin taşıyıcısı olarak kendi pratiklerini yaratıp, tarih sahnesinde boy göstermeye başlıyordu. Artık sömürünün, açlığın, yoksulluğun simgesi değil yarının yaratıcısı bir güç olarak kendi kaderine adım adım yürüyordu. Daha çok öğrenmesi ve daha çok yenilmesi gerekecekti, her bir savaş bir deneyim ve bir başka coğrafyada yeniden vuku bulan bir mücadelenin ilhamı oluyordu. Ta ki 1917’ye kadar. Ta ki dünyayı değiştiren o güne kadar.
Ekim 1917’de işçi sınıfı Çarlık Rusyası olarak tarif edilen coğrafyada binlerce yıllık sömürü düzeni, binlerce yıllık aşağılanma, binlerce yıllık açlık ve yine binlerce yıllık yoksulluğu yerle bir etti. Bu kez işçi sınıfı tüm Rusya’da iktidarı ele geçirdi. Bolşevikler önderliğinde RSDİP Moskova’yı, Petersburg’u, Volga’yı, kuzeyin tüm steplerini, Kafkasları işçi sınıfının ellerine teslim etti. Kışlık Sarayı döven Potemkin Zırhlısı, her top atışıyla işçi sınıfının tarihin akışını değiştiren bu eylemini kutluyordu. Sonrasında Beyaz Ordu olarak örgütlenen karşı-devrimciler işçi sınıfının zaferine saldırırken Kızıl Ordu; Troçki’nin komutasında devrimin kazanımlarını kalıcılaştırmak, İşçi, Asker, Köylü Sovyetlerinin devrimini burjuvaların saldırılarından korumak üzere amansız bir mücadelenin içinde devrimin kızıl yıldızı hâline geldi. Tüm dünya halklarına umut sağlayan Ekim Devrimi hemen her alanda işçi sınıfının ortak mülkiyetine dayalı bir komünal işleyişle köyleri kolhozlara, fabrikaları üretenlerin denetimine verdi. Bilim özgürleşti kadının çifte sömürüsünü ortadan kaldırmak üzere büyük bir mücadele yürütüldü. Siyasal alanda tüm işçi sınıfının yerel sovyetlerle işçi devletinin yönetimine dahil olduğu bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti var edildi. Birinci Paylaşım Savaşı sona erdi. Dünya halkları barışın, özgürlüğün yaşandığı bir sovyet işçi iktidarının ayakları üzerinde yükselişini seyretti.
Daha nice kazanımla 73 yıllık iktidarında dünya halkları ve işçi sınıfına umut olan Sovyetler, sınıfsız bir dünyanın mümkün olduğunun ve kapitalizmin tarih sahnesine gömülmesi gerektiğinin tescili olmuş ve bunu tüm dünyaya kanıtlamıştır.
Sovyetler’in yokluğunda, bugün ellerimizden almak için şiddetle saldıran ve hemen hemen tüm kazanılmış haklarımızı törpüleyen burjuvazinin saldırdığı ise aslında o gün Ekim Devrimi sayesinde dünya işçi sınıfının kazanmış olduğu haklardır.
Şimdiyse konu, bugün ne yapılacağıdır.
İçinden geçtiğimiz dönemde hız kesmeyen siyasal bir krizle yönetmede zorlanan burjuvazi, aynı zamanda pazar paylaşım savaşını şiddetlendirmekte, yine bir büyük emperyalist paylaşım savaşına doğru adım adım ilerlemektedir. Dünya halklarını bekleyen; oldukça yakın bir gelecekte yine savaş, yine yıkımdır. Bununla birlikte işçi sınıfı ve halkların alternatif arayışları gelişmektedir. Kitlelerin tepkileri büyümekte tüm dünya üzerinde hayat soldan yana dönmektedir. Syriza, Podemos, Occupy Walstreet, Venezuela, Tahrir, Brezilya, Gezi vb. bunun yaşamda yer buluş biçimidir.
Kitlelerin kapitalist-emperyalizmle kurdukları bağlar zayıflamakta, toplumsal mücadelelerin seyrine göre kopmaktadır. Mesala ülkemizde kimsenin kapitalist TC devletinden adalet uman bir aidiyeti kalmamıştır ya da yine daha dar bir çevre için konuşursak, kapitalizmin ışıklı holdinglerinde kariyer planı yapan ve Gezi’de sokağa çıkan plaza çalışanlarının hırs, rekabet vb. odaklı günlük yaşam pratikleri Gezi’den önceki gibi değildir. Dahası Gezi’de sokağa çıkan kimsenin, sistemin üst yapı kurumlarına, medyaya, aileye vb. aidiyeti asla eskisi gibi değildir. Tam da bağların zayıflaması, kopması derken tarif edilmek istenen şey budur. Burada boşalan yerin kendisi ise bir alternatif dünya görüşü, bir alternatif ideoloji ile doldurulmalıdır. Bu ideoloji sosyalizmdir. Sistemin yönetme krizinin bir sonucu olarak açığa çıkan bu olanak değerlendirilmeli, devrimci mücadelenin ajitasyon-propaganda ayağı bu olanağı gören bir yaklaşımla planlanmalı, günlük ya da uzun erimli ajitasyon-propaganda faaliyeti kitlelerin sosyalizme yönelmesine hizmet etmelidir.
Eylemlerimizle gerçekliğin kendisine bir ideolojik yanıt oluşturarak kitlelere yön vermeye çalışırken her eylem bir biçimde sosyalizmin kendisini tarif eden bir içeriğe ulaşmalıdır. Bu konuda yoldaşın dediği hattımızın kendisidir; masaya sosyalizm demeden oturup, masadan beraber, sosyalizm diyerek kalkan bir tarz bizim için önemlidir. Bu söylem sosyalizm demekten çekinmeyi ya da imtina etmeyi tarif etmemektedir. Fikri örgütlemenin ve estetiğin kendisine vurgu yapan bir tariftir.
Bu kapsamda bizlerin örgütlemiş olduğu 99. yıl etkinliği bu gözle değerlendirilmeli ve bu seneye hazırlanırken çıkan sonuçlara dikkat edilmelidir.
Tartışmalara katkı sunması açısından aşağıdaki konular ilgili tartışmalarda gündem edilebilir:
1) Aydınlık tarifi etkinliğin kendi amaçları düşünüldüğünde oturmamaktadır. Etkinliğin hedeflerinden biri olarak sosyalizmin güncel olduğunun ve sosyalist işçi devriminin propagandasının yapılması gerekiyorsa, aydınlık tarifi bunu karşılamaz. Bunun yerine ana etkinlik sloganı “…hayalete can vermek için örgütlen” olarak değiştirilip kullanılabilir. Bu hem örgütlenmenin kendisine yönelten bir tarif olur, ki böylesi bir etkinlikte, belki en yüksek sesle söylememiz gerekendir.
2) Etkinlik salonunda bizim bu etkinlik kitlesine ilişkin “biz başka alem isteriz” sloganını besleyecek tarzda öğrenci hareketi, halklar meselesi, işçi sınıfının gündemleri vb. konularda içeriğe sahip ve yine örgütlenmeye çağıran imzalı pankartlar, flama vb. asmak, salonun kendisini daha diri ve canlı kılarken, bizim de propagandamızı yapmamız konusunda uğraşımızı güçlendirir.
3) Etkinliğin hedef kitlesi ile ilgili tartışma-değerlendirmede ya da bir sonraki sene bu işi örgütlerken detaylı bir şekilde konu edilmelidir.Takdir edilir ki bu her eylem için böyledir. Buradan yola çıkarak, etkinliğin hedef kitlesi yukarıda tarif edilen siyasal tablo da düşünüldüğünde, kent emekçileri, işçiler, aydınlar ve öğrenci gençlik olarak tarif edilebilir. Bu geniş kesim içinde detaya gitmek gerekir. Bu da saydığımız kesimlerin hareketli unsurları olarak ortaya konabilir ve sosyalizmi merak eden, bilen ya da savunmak isteyen, bize ya da Ekim Devrimi’ne hayranlık besleyen vb. etkiler altındakiler olarak tarif edilebilir.Etkinlik düşünüldüğündeyse ilk elden bu hareketli unsurlara seslenen ve onları örgütlenmeye, sosyalizmi savunmaya çağıran bir eylem hedeflenmelidir.
Buradan bakıldığında hedef kitlenin bugünkü tipolojisinde sosyalizmin kendisini, onun sanatını, onun bilimini, onun yarattıklarını tarif edebilmek etkinlik içerisinde onun değerlerini öne çıkartmak yerinde olacaktır. Bu, örneğin Nâzım Hikmet, Mustafa Suphi ya da Rize Sovyeti’nden bahsedebilmektir. Bu, örneğin serumu damarlarında denerken ölen Bogdanov’dan bahsederek yapılabilir, sunum içinde okunan Mayakovski’nin bir şiiridir bu aslında ya da 2. Dünya Savaşı’nda zaferin nasıl geldiğinden, ölen 20 bin Bolşevik Parti üyesinden bahsetmektir Nâzım Hikmet’in dizelerinden faydalanarak. Bu örnekler bize, Sovyet İşçi Devriminin gücü ve tarihteki yerini anlatmada yardımcı olur, ki hem gelen kitlenin kendi duygu düşünce ve ihtiyaçlarına cevap verir hem bizim sosyalizm propagandamızı güçlü kılar.
4) Teknik konu her zaman geliştirilmesi gerekir, bu anlamıyla 100. yılda da bu mevzu bahis olacaktır. Yaşanan aksaklık varsa ya da yoksa da takılmamak gerekir, mükemmelleşmek emekle olacak şeydir. Dolayısı ile bu anlamıyla belirleyici olan da değildir.
5) Program içinse işçi direnişlerinin kendisini bir biçimde öne çıkarmak yerinde olabilir. Direnişte olan ve etkinliğimize dahil olmuş işçiler varken sahnede konuşma yapmaları kitle ve bu işçiler üzerinde olumlu bir etki bırakır.
6) Yine sanatçı seçimi tipolojinin ve bizim neyi öne çıkartmak istediğimizin kendisini tartışarak yapmakta fayda var. Burada, sanatçı bulmanın zorluklarını atlamadan bir değerlendirme yapmakla birlikte, ihtiyacın kendisini zorlamaktan imtina etmemek gerekir. Bunun için zaman önemli bir konu olarak önümüzde duruyor. Daha erken, daha örgütlü bir çalışma ile bu ihtiyaç doğru seçeneklerle giderilebilir. Dahası zorlama seçenekler yerine (örneğin Kürtçe müzik grubu gibi) kendi olanaklarımızı ya da daha mütevazi koro vb. olanakları değerlendirmek daha yerinde ve etkili olabilir.
7) Etkinlik fuayesi ve sonrasında dağılma esnasında ajitasyon-propaganda materyallerini etkin kullanmak üzere görevlendirmeler yapmakta fayda var. Bununla beraber yine örgütlenmeye çağıran bildiriler kaleme alıp dağıtmak içeride bir ısrarın kendisine karşılık gelir ve öncelikle bize bir şey anlatır ki, bu yaklaşımlarımızın örgütlenme konusundaki hassasiyetimizin kendi çalışmamızda oturması açısından önemlidir. Kaldı ki örgütlenmeye çağıran bir bildiri dağıtımı ya da kitlenin dağılımı sırasında elden bire bir gazete dergi satışı kitleler nezdinde coşkuyla da geçmiş olan bir etkinlik üzerine sonuç alıcı olabilir.
Tüm bunlarla birlikte 99. yıl, Anadolu’da saflarımız tarafından sosyalizm ısrarı ile ele alınarak kutlanmış ve 100. yılı daha büyük bir coşku ve daha detaylı bir hazırlıkla kutlanacaktır. Bu karanlığın içinde parlayan, sosyalizmin ışığı olacaktır.Bu baskı aynı 10 Ekim gibi bu etkinliğin örgütlenmesinde ısrarla çalışan devrimcilerin ellerinde parçalanacak, yine aynı devrimcilerin elleriyle Anadolu devrimi bir yüz yıl sonra Ekim 1917’nin coşkusunu tüm dünya halklarına taşıyarak adına adım yarını yaratacaktır. o
Ali Yıldız
“Halkın soytarısı” Dario Fo “tiyatronun büyücüsü”ydü
“Tüm bu ipleri elinde tutanlar oyun içinde oyun oynuyorlar. Medya, televizyonlar ve diğerleri aracılığıyla, bütün güçleriyle halkın kendilerinin sebep olduğu şartların içinde yaşamayı kabulünü sağlamaya çalışıyorlar.”
“Kültüre ve bilgiye dayanan sağlam ve dayanıklı bir sistem olmazsa ve halkın bilincinde eşitlik, özgürlük ve adalet yerleşmemişse her şey yıkılıverir gider. Kanunları istismar eden, yolsuzluk yapan çok kişi var. Belli bir isim vermenin çok faydası yok. Hepsi böyle. Etrafınıza bakın ilk gördüğünüz onlardan biri olacak. Kesin karışmıştır burada bir yerlere de.”
“Olumlu bir şey var ki o da yapabileceğimizi sonuna kadar yapıyor ve bırakmıyoruz. Çok insan görüyorum ki teslim olmuyor ve çözüm bulmak için, yeni yollar bulmak için çalışıyor. Yalnızca varlığını sürdürmek değil yeni yaklaşımlar da ortaya koymak gerekiyor.”
“Sanatı siyasetten, felsefeden, ideolojiden ayırmak çok tehlikeli… Sanat diğerlerinden arındırılmış, saf ve temiz kalabilir mi? Sanat kirlidir, bozuktur. Saf ve temiz sanat olamaz; çünkü, sanat yaşama kuvvetli bağlarla bağlıdır.”
“Özgürlük. Tüm engellerden ve zincirlerden kurtulmuş olmak. Hayatımızdan çalan rezaletlerden, esaretlerden ve ikiyüzlülükten. Yeniden kendi hayatlarımızın sahibi olmak. İşte benim ülkem için tek dileğim bu…” derdi o; yani meta fetişizminin kollarındaki insan(cık)ları, “Başımız dimdik yürüyoruz; çünkü boğazımıza kadar bok içindeyiz” saptamasıyla tanımlayan Dario Fo…
* * * * *
Vicdan sahibiydi, muzipti, dâhiydi, alaycıydı, halkçıydı, “Tiyatronun büyücüsü”ydü…[2]
13 Ekim 2016’da, Milano’da yitirdiğimiz Dario Fo, Felice Fo ve Pina Rota Fo çiftinin oğlu olarak 24 Mart 1926 Sangiano’da doğdu. Dario Fo, sosyalist fikirlerle anne-babası aracılığıyla tanışmıştı. Demiryolu istasyon şefi olarak çalışan, amatör aktörlük de yapan babası Felice Fo ile ailesinin çiftçilik geçmişini bir kitapta anlatan annesi Pina Rota, İkinci Dünya Savaşı yıllarında direniş hareketinde yer almıştı.
Fulvio adında bir erkek kardeşi vardır. Kız kardeşi Bianca Fo Garambois de bir yazardır. 1940 yılında eğitimi için Milano’ya taşındı. Brera Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu. 1952 yılında Milano’da tiyatro oyunculuğuna başladı. Oyun yazarı, yönetmen, mim oyuncusu ve tiyatro yöneticisi olması yanı sıra, gösterileri güncel sorunlardan kaynaklandığı için tiyatro karikatürcüsü, toplumsal ajitatör ve radikal palyaço olarak da nitelenmiştir. Önceleri küçük kabare ve tiyatrolar için yergili revüler yazımında bir metin yazarına yardım eden Dario Fo, 1954’te İtalyan tiyatro oyuncusu Franca Rame ile evlendi (Franca Rame 1973’te, güvenlik güçleriyle bağlantılı olduğu iddia edilen faşist bir grup tarafından kaçırılarak işkence ve tecavüze uğramıştı). 29 Mayıs 2013 tarihinde eşi vefat etti. Jacopo Fo (d. 31 Mart 1955) adında bir oğlu vardı.
1959’da karısıyla birlikte Dario Fo France Rame Topluluğu’nu kurdu. Eşi ile birlikte “Canzonissima” adlı televizyon programında sundukları komik skeçlerle kısa sürede tanındı.
Zamanla siyasal bir ajitprop tiyatrosu geliştirdiler. Çoğu kez küfürlü ve açık saçık da olsa oyunları temelde Commedia dell’Arte geleneğine dayanıyordu ve Fo’nun deyişiyle “resmî olmayan solculuk”la kaynaşmıştı. Dario Fo ve eşi Franca Rame 1968 yılında İtalyan Komünist Partisi’yle bağları olan Yeni Sahne adlı bir başka topluluk kurdular.
1970 yılında ise Halk Tiyatrosu ile fabrika, park, spor alanı gibi halkın toplu olarak bulunduğu yerleri dolaşmaya başladılar. ‘Morte Accidentale di un anarchico/ Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’ ve ‘Non si paga, non si paga/ Ödemiyoruz, Ödeyemeyeceğiz!’ gibi oyunları çok tutuldu.
Dario Fo ve Franca Rame’nin sol görüşleri nedeniyle 1980’de ABD’ye girişine izin verilmezken; bir oyuncu olarak Fo en çok, tek başına bir yetenek gösterisi yaptığı Mistero Buffo’daki rolüyle tanındı.
1997’de ‘Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’yle Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştı. Oyunları çoğu zaman skandal olarak nitelendirildi ve sahnede bile tutuklandı. Dario Fo’nun çalışmalarının, Türkiye, Arjantin, İsveç ve Yugoslavya, Şili, İngiltere, Hollanda, Polonya, Romanya, Güney Afrika, Güney Kore, İspanya, Sri Lanka dâhil olmak üzere 30 dile çevirisi yapılmıştır.
Dario Fo, oyunlarının temalarını güncel sorunlara dayandırdığı için “tiyatro karikatürcüsü”, “toplumsal ajitatör” ve “radikal palyaço” olarak nitelendiriliyordu.
Aykırı solcu kimliğiyle siyaset dünyasına sert göndermelerinden ötürü Fo, “Koronun dışında kalan solun adamı, bayraksız militan” olarak da anılıyordu.
O, işine olan tutkusunu, “Tiyatro yapmak, dünyanın en güzel işi” sözleriyle ifade ediyordu.
Fo’nun, Türkiye’de tanınmasına yol açan ‘Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü (1970)’ adlı eseri, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda 8 yıl sergilenmişti.
Fo’nun yazdığı önemli eserler arasında ‘Klaksonlar, Borazanlar ve Bırtlar (Diğer adıyla Yüzsüz)’, ‘Kadın Oyunları (1981)’, ‘Elizabeth, Neredeyse Kadın, Ödenmeyecek Ödemiyoruz (1974)’ bulunuyordu.
Fo, 1981’de Sonning, 1986’da Obie, 1997’de Nobel Edebiyat, 1997’de ise İtalya Kültür ve Sanat Altın Madalyası ödüllerine layık görülmüştü.[3]
* * * * *
“Dario Fo tiyatrosu ortaçağ soytarılarının günümüzdeki temsilcisi olarak egemen güçleri ironi ve taşlamayla hicveden, adaletsizliklere karşı halkın gözünü açan deli tavrı ile ön plana çıkmaktadır. Oyunları güldürü yanında eleştirellik içerirken hiçbir zaman bitmiş metinler değillerdir. Güncel olaylar metne dahil edilir. Ortaçağ’daki soytarının eylemi sarayın duvarları ile sınırlı olmasına rağmen Fo, yerleşik değerler ve ahlâk eleştirilerini kapalı bir mekân içinde değil, meydanlarda, alanlarda yapar. İktidara karşı direnişin öğelerini gündelik yaşam içerisinde bulur. Delilik, çılgınlık ve gülme eleştirellik ile birleşir, iktidara karşı bir özgürlük silahı olarak kullanılır. Tiyatrosu çağdaş bir soytarı tiyatrosudur. Ezilenlerin, yaşamın kıyısına atılmışların, dışlananların yanında iktidara karşı sokaktaki insanın tiyatrosunu yapar”dı[4] o…
Dario Fo oyun yazarlığında günlük hayatın aksaklık ve komikliklerini, yoksulluk ve pahalılık meselesini, yolsuzluk ve ahlâksızlıkları toplumsal bağlamı ile kendi üslubunda sahneye yaşıyor ve büyük beğeni topluyordu. Yazdığı oyunlarla mizah, komedi ve ironiyi iç içe kullanarak geleneksel halk tiyatrosunun unsurlarını güncel tiyatronun sahneleme ve anlatma tarzı ile buluşturarak kendine has bir aktarım tekniği yaratan yazar, çalışmalarını muhalif halk tiyatrosu geleneğine yaslıyordu.[5]
‘2013 Dünya Tiyatrolar Günü Bildirisi’ni yazan usta; tiyatroya dair şu notu da düşendi:
“Uzun zaman önce, varlıklarına katlanılamayan Commedia dell’Arte oyuncuları konusunu iktidar karara bağladı; kovalayıp ülkeden çıkardı onları.
Bugün oyuncular ve tiyatro toplulukları sahne, salon ve izleyici bulmakta güçlük çekiyorlar. Bütün neden kriz. O nedenle, iktidar sahipleri inceden inceye alay ederek seslerini duyuranların nasıl denetleneceği gibi sorunlarla uğraşmıyorlar artık. Zira oyuncuların ne yeri yurdu var, ne de seslenecekleri halk kitlesi. Rönesans İtalya’sında, tam tersine, iktidardakiler Commedianti’yi köşeye kıstırmak için hayli çaba harcamak zorundaydılar; çünkü yığınla izleyicisi vardı onların.
Commedia dell’Arte oyuncularının ülkeden büyük çıkışının karşı-reformasyon yüzyılında gerçekleştiği biliniyor. O dönemde bütün tiyatro mekânlarının boşaltılması emredildi. Özellikle Roma’da oldu bu. Tiyatrolar o kentin kutsallığına zarar vermekle suçlanıyordu. Papa 12’nci İnnocent 1697 yılında burjuvazinin daha tutucu kanadının ve ruhban sınıfı çoğunluğunun ısrarlı baskısına boyun ederek Tordinona Tiyatrosu’nun yıkılmasını buyurdu. Ahlâk bekçileri en çok müstehcen gösterinin orada sahnelendiğini iddia ediyorlardı.
Karşı-reformasyon döneminde çabalarını kuzey İtalya’da yoğunlaştırmış olan Kardinal Carlo Borromeo ‘Milano Çocukları’ dediği halkın günahkârlıktan kurtarılmasını hedef bellemişti kendine. Onun gözünde sanat ile tiyatro arasında açık bir ayırım vardı: Birincisi ruhsal eğitimin en yüksek kademesi, ikincisi ise ulviyete sırt çevirip ego kabartma uğruna boş işlerle uğraşmanın dışa vurumuydu. İşbirlikçilerine yazdığı bir mektupta görüşlerini mealen şöyle dile getiriyordu: ‘Bu meşum zararlı otun kökünü kazımayı dert edindik. Rezil konuşmalar içeren tekstleri yakmak için elimizden geleni ardımıza koymadık. Hepsini insanların belleğinden silmeye çalıştık. Aynı zamanda öyle yazıları baskıya dökerek yaymaya kalkanların peşine düştük. Ancak görünüşe bakılırsa anlaşılıyor ki biz uyanmamışken şeytan yepyeni bir kurnazlıkla çaba harcamış. Gözle görülen şey kitapta okunana kıyasla ruhun ne kadar derinliklerine nüfuz edebiliyor! Ağızdan çıkan sözle ve ona uyan hareketle ergenlerin ve gencecik kızların zihinlerinde yapılan tahribatın yanında kitaplardaki ölü sözcükler nedir ki. Bu nedenle, kentlerimizi istenmeyen ruhlardan temizlediğimiz gibi tiyatro icracılarından da kurtarmalıyız.’
Böylece görülüyor ki günümüzün krizini aşmak için de tek umut bizlere karşı büyük bir dışlama kampanyasının düzenlenmesidir. O seferberlik tiyatro sanatını öğrenmek isteyen genç insanlara yönelik olmalıdır özellikle. Sonuçta kovulan tiyatro icracılarından doğacak çağdaş commedianti diasporasının böyle bir baskıdan akla hayale gelmedik yararlar sağlayarak yepyeni temsiller yaratacakları kuşkusuzdur.”
* * * * *
Bir süre önce Devlet Tiyatrosu’nda oyunlarının yasaklandığını duyunca, “Sanki ikinci kez Nobel kazanmış gibi oldum” demişti![6]
Dario Fo da popüler kültürün bir parçası ama onun “popülerliği” son gününe dek sokakta, sokaktakiler gibi yaşamaktan, “ötekiyle” bütünleşmekten geliyordu.
Dario Fo, çok iyi bir yazar, bir dramaturg, bir yönetmen olduğu denli, muhteşem bir oyuncuydu da. O ve karısı Franca Rame sahneye çıktılar mı, pireyi deve, deveyi kelebek yaparlar; kelebeğin kanat çırpışını umuda, umudu ay ışığına, ay ışığını bir somun ekmeğe dönüştürürlerdi: Bir kibrit çöpüyle okyanusları tutuştururlar, bir damla gözyaşıyla volkanları söndürebilirlerdi. Büyücüydüler!
Düşlerin mimarıydı o…[7]
* * * * *
Öğrencisi, asistanı Füsun Demirel’e, “Düşlerimi sizinle tamamladım…
Gülmek devrimci bir eylemse eğer bunun en âlâsını yaşattınız bana.
İçimin en karardığı, uçurumun en ucuna geldiğim anlarda size sarıldım ben…”[8] dedirten; anarşist, solcu, ateist sanatçı Dario Fo, komünist direnişçilerin efsanevi şarkısı “Bella Ciao” ile uğurlandı.
Sanatçının tek oğlu Jacopo da babasına şu sözlerle veda etti:
“Annem (Franca Rame üç yıl önce ölmüştü) ve babam hayatta ne idilirse, sahnede de hep o oldular. Dario ve Franca’yı insanlar bu nedenle, sahici oldukları için sevdi. İkisi de çok baskı görmelerine rağmen hiç baş eğmedi. (Dario Fo) Kaybedecekleri bir şeyleri olmayan ve iktidarları olmayan insanların, gereğinde iktidarı ellerine geçirebileceklerini gösterdi.” [9]
Gerçekten de onun gibileri ölmesi mümkün değildir…
20 Ekim 2016, Ankara.
Dipnotlar:
1-) Dario Fo.
2-) Ayşegül Yüksel, “Tiyatronun Büyücüsü”, Cumhuriyet, 18 Ekim 2016, s. 14.
3-) “Nobel Edebiyat Ödülü Kazanan Dario Fo Yaşamını Yitirdi”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2016, s. 14.
4-) Artun Avcı, “Toplumsal Eleştiri Söylemi Olarak Mizah ve Gülmece”, Birikim Dergisi, No: 166, Şubat 2003.
5-) Metin Boran, “Sanatçı, Muhalif ve Devrimci Dario Fo”, Evrensel, 18 Ekim 2016… https://www.evrensel.net/yazi/77716/sanatci-muhalif-ve-devrimci-dario-fo
6-) Devlet Tiyatroları’nın Anton Çehov, Bertolt Brecht, William Shakespeare ve Dario Fo’nun oyunlarının sahnelenmesine getirdiği yasak Fo’yu öylesine şaşırttı ki. “Türkiye’de yasaklanan dört yazardan hayatta olan tek kişi benim. Bu benim için ikinci bir Nobel ödülü kazanmak” gibi diye yorumda bulundu (“Dario Fo: Oyunlarım Hâlen Tedirgin Ediyor. Ne Güzel!”, 16 Ekim 2016… http://www.insanokur.org/dario-fo-oyunlarim-halen-tedirgin-ediyor-ne-guzel/).
7-) Zeynep Oral, “Dario Fo’dan… Bob Dylan’a…”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2016, s. 17.
😎 Füsun Demirel, “Seninle Büyüdüm”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2016, s. 16.
9-) Nilgün Cerrahoğlu, “Fo, Özgürlükte Çıtayı Yükseltti”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2016, s. 10.
Genetik mühendisliğinin son gözdesi: CRISPR-Cas9
Bilim-kurgu eserlerinde en etkileyici ve şaşkınlık verici biçimlerde karşımıza çıkan “canlıların genetiğiyle oynanması” konusu, çok daha basit biçimlerde insanların yüzyıllardır uygulamakta olduğu bir pratik aslında. Daha sağlıklı/verimli/estetik hayvanlar ve bitkiler üretebilmek için, seçici çiftleştirme ya da tohum ıslahı yöntemlerini kullanarak, türlerin genetiğini zamana yayılmış ve küçük ölçeklerde değiştirdik. Örneğin evcil ineklerin atası olan Bos primigenius (yaban öküzü), yavruladıktan sonra günde 4-5 litre arasında süt verebilmekteydi ve bu miktar onlar ve yavruları için yeterliydi. Ancak yaklaşık 8.000-10.000 yıl önce, yapay seçilimle yaban öküzünden evrimleştirilen Bos taurus (sığır) yavruladıktan sonra günde 50 litreye kadar süt verebilir hâle geldi. Günümüzde ise, yapay seçilimin yavaş, küçük ölçekli ve dolaylı işleyişinden çok farklı olarak, canlıların kalıtsal bilgisinde kısa zamanda, büyük ölçekte ve çoğu zaman öngörülemez etkileri olan değişiklikler yapmaya izin veren “genetik mühendisliği” uygulamalarını kullanıyor ve tartışıyoruz. DNA yapısının çözümlendiği 1950’li yıllardan itibaren durmaksızın ivme kazanan genetik bilimsel araştırmalar, bugün öyle bir yere gelmiş durumda ki meşhur “laboratuvarda üretilen bebekler” senaryosunun gerçekleşmesinin eşiğinde duruyoruz.
Yirmi birinci yüzyılın en iddialı ve en büyük bütçeli araştırma projelerinden birisi olan İnsan Genom Projesi (Human Genom Project), 2003 yılında insan genetik kodunun (genom sekansı) çözülmesiyle sonuçlandı.[1] Buna paralel olarak, insan genetik materyali (DNA) ile yapılan çalışmalar, hastalıkların tanı, tedavi ve önlenmesinden, insanların genetik kodları ile fişlenmesine kadar uzanan oldukça geniş bir konu yelpazesinde yürütülüyor. Güncel genetik biliminin bulguları, topluma vaatleri ve ideolojik bağlamı çok daha kapsamlı incelenecek bir başka yazının konusu olsa da, moleküler biyoloji ve genetik araştırmaları hem akademik hem de endüstriyel alanın en sıcak gündemlerden birini oluşturuyor. Dolayısıyla, araştırmacıların ifade ediş biçimiyle “daha hassas, daha hızlı ve daha ucuz” genetik mühendisliği teknikleri geliştirmek bu alanın önceliklerden birisi olmuş durumda. İşte tam da bu yazıda, yakın zamanda geliştirilmiş böyle bir teknikten -CRISPR-Cas9 sistemi- ve bu tekniğin güncel ve muhtemel uygulamalarından bahsedeceğiz. Yöntemin geliştiricilerinden Jennifer Doudna’nın ifadesiyle “evrimi kontrol edebilecek muazzam bir güç” olarak görülen bu yöntem, uygulamaları ve vaat ettikleri ile bilimsel bir teknikten fazlası haline gelmiş durumda. Sadece insanı değil, ekolojik sistem içindeki tüm türleri geri döndürülemez biçimde etkileme gücü öngörülen bu yöntemin öncelikle nasıl çalıştığını anlamaya çalışacağız.
CRISPR-Cas9 sistemi nasıl çalışıyor?
CRISPR (clustered regularly interspaced palindromic repeats) “düzenli aralıklarla bölünmüş palindromik tekrar kümeleri” olarak çevirebileceğimiz, bakteri ve mikroorganizmaların DNA kodu üzerinde belirli aralıklarla tekrar eden kısa kod dizileridir. Bu tekrarlayan diziler, bakterilerin virüslere karşı geliştirdiği bağışlık sisteminin önemli bir parçasıdır. Virüsler sağlıklı bir hücreye saldırdıklarında, hücreyi bir kuluçka makinası gibi kullanır ve hücrenin kaynaklarını kullanarak kendilerini çoğaltırlar. Bunu da hücrenin içinde kendi DNA’larını çoğaltarak gerçekleştirirler. Ancak evrimsel süreçler bakterileri bu virüs istilasına karşı savunmasız bırakmamış ve bakterileri güçlü ve etkili bir bağışıklık sistemi aracı ile donatmıştır. İşte bu savunma sistemi CRISPR-Cas sistemidir.
Virüs tarafından saldırıya uğramış bir bakteri hücresi, rehber (guide) RNA dizisi aracılığıyla virüs DNA’sını spesifik olarak hedefler ve Cas (CRISPR ile ilgili) proteini/enzimi virüs DNA’sını parçalayarak etkisiz hale getirir. Burada rehber RNA dediğimiz yapı, virüsün DNA koduna bakılarak hücre tarafından oluşturulur ve Cas proteinini virüs DNA’sına çağıran ve yerleştiren bir işaretçidir. Cas enzimi, rehber RNA aracılığıyla virüs genlerini bulur, yapışır ve rehber RNA’nın işaretlediği kısımları bir makas gibi keser. Virüse ait kesilen DNA parçaları CRISPR gen bölgesindeki tekrar kümelerinin bulunduğu bölgeye getirilir ve tekrarların arasına yerleştirilir. Eğer ki aynı virüs başka bir zamanda tekrar saldırırsa, bakteri genetik hafızasından bu virüsün genetik bilgisini tanır ve savunma için gerekli süreci hızlıca başlatır. Yani CRISPR mekanizmasını, bakteri ve arkeaların bağışıklık sisteminde temel bir hafıza ve savunma yöntemine benzetebiliriz. CRISPR sisteminin bu kadar etkili olmasının en önemli sebebi, istilacı virüsün genetik bilgisi ilk karşılaşmada bakteri DNA’sına depolandığı için, sonraki karşılaşmalarda özel olarak bu virüs DNA’sını tanıyarak onu parçalayacak mekanizmaları etkinleştirebilmesidir.
Bakterilerde bu savunma sistemini fark eden ekip 2012 yılında yayınladıkları bir dizi makale[2] ile bu bağışıklık sistemi bileşenini nasıl genetik mühendisliğinde kullanabileceklerini gösterdiler. Bir deney hayvanında, bir hastalıkla ilgili genin DNA kodunu bildiğimizi varsayalım. Laboratuvar ortamında, bu DNA kodunu tanıyan kısa RNA dizileri üretilir. Rehber RNA molekülü kesici Cas9 proteinini, değiştirilmek istenen gen bölgesine taşır. DNA üzerinde hedeflenen bölgeye gelindiğinde, o gen üzerinde herhangi bir değişiklik yapılabilir. Yani, herhangi bir DNA’yı yüksek hassaslıkta ve doğrulukta kesebilmemiz için bize gereken tek şey o DNA’nın baz dizisi (kodu), baz dizisine karşılık gelen ve geni işaretleyen RNA molekülü ve hücre içinde kesim işlemi yapabilecek aktif bir Cas proteinidir. Örneğin, DNA’daki bir gen bölgesini CRISPR-Cas9 sistemi ile hedefledik, kestik ve DNA’dan çıkarttık. Çıkartılan genin yerinde bir boşluk kalmış gibi düşünürsek, yine CRISPR-Cas9 sistemi ile bu boşluk istenilen başka bir baz dizisi (genetik kod) ile doldurulabilir/tamamlanabilir. Teorik olarak bu yöntem ile genetik kodun istenilen herhangi bir bölgesi kesilebilir, yapıştırılabilir, eklenebilir, silinebilir. Bir başka deyişle, bir canlının değiştirilemez/kalıtsal kabul edilen tüm özellikleri değiştirilebilir, yeniden programlanabilir. Peki ya pratikte durum nedir?
Bilimsel bir yöntemin vaatleri: Kurtarıcı mı felaket mi?
CRISPR-Cas9 sistemi genetik mühendisliği alanındaki ilk “genetik değiştirme” yöntemi olmasa da son 5 yıl içinde en yaygın kullanılan yöntem haline geldi, binlerce laboratuvarda on binlerce araştırmacının ilgi alanını oluşturdu.
Endüstriyel üretimlerde (yoğurt, peynir, maya, bira vb.) kullanılan bakterilerin hastalıklara karşı dirençli hale getirilmesi, GDO bitkilerin üretimi, transgenik (başka türlerden genler taşıyan) hücre kültürü ve deney hayvanı modellerinin üretilmesi, genetik modellerinin oluşturulması, ilaç tasarımı, mutasyonların tetiklenmesi, gen etkileşimlerinin görüntülenmesi, genetik hastalıkların tanı ve tedavisi, HIV, Zica gibi salgınlara yönelik uygulamalar, kök hücre tedavisi ve kanser tedavisi… CRISPR-Cas9 sisteminin yoğun olarak çalışıldığı alanlardan en göz önünde olanlar.[3] Özellikle genetik hastalıklar ve kanser konusunda, bu sistemden büyük faydalar beklenmekte ve vaat edilmekte. Örneğin, yakın zaman önce laboratuvar hayvanlarında (fare ve sıçanda) HIV virüsünü etkisiz hale getirebilen bir CRIPSR-Cas9 sistemi geliştirildiği, ama deney hayvanlarında çalışan bu yöntemin -teorik olarak mümkün olsa da- insanlarda çalışmadığı belirtildi.[4] Benzer şekilde, yayılmacı kanser hücrelerinin genetiğini CRISPR yöntemiyle değiştirmek ve kanser hücrelerini etkisiz hale getirebilmek ön planda olan bir hedef olarak gösteriliyor.
Detaylı bilimsel makaleler okumaya gerek kalmadan, kabaca yapılacak bir gündem taraması dahi bu yöntemin, beklentilerin ve vaatlerin boyutunu göstermeye yetecektir. Ancak araştırmacılar muhtemel olumlu beklentileri sıralarken sadece küçük dipnotlar halinde bir aktardıkları bir gerçek var: CRISPR sisteminin hedeflenmeyen genler (off-target genler) üzerinde nasıl etkileri olabileceğini, hangi mutasyonlara yol açabileceğini bilmiyoruz. Teknik olarak CRISPR’ın genom üzerinde hedeflediği genden başka bölgeleri de kesme olasılığı oldukça yüksek. Yani bir genetik hastalık/özellik genini etkisiz hale getirirken bir başka özellik/hastalık genini tetikleyebilir. Yöntemle ilgili teknik soru işaretleri yanında, henüz genomun nasıl çalıştığını tam anlamıyla çözememişken, genleri değiştirmenin hangi öngöremeyeceğimiz sonuçlar yaratabileceğini bilmiyoruz. Konuyla ilgili tartışmaların en göze görünür hale geldiği yer ise, bu yöntemin insan embriyosu üzerinde nasıl kullanılacağı ya da kullanılamayacağıdır. Örneğin, embriyonun genetik modifikasyonu tüm dünyada yasak iken, Çin’de 2015 yılında CRISPR-Cas9 yöntemi ile insan embriyosu ilk defa genetik olarak değiştirilmiştir. O çalışmada embriyolar yaşamamış ve büyümemiş olsa da, genetik uygulamaların nereye doğru evrilebileceğine dair bir örnek olarak gözümüzün önünde durması gerekiyor. Bugün etik tartışmaların konusu olan genetiği-değiştirilmiş-insan başlığı, önümüzdeki yıllarda, doğacak çocukların özelliklerini seçme uygulaması olarak kendini dayatabilir. Toplumdaki sınıfsal farklara, genetik mühendisliği ile yaratılmış biyolojik farklar eklenmesi her ne kadar distopik kurguları çağrıştırsa da, oldukça mümkün gözüken bir senaryo.
Sonuç yerine…
Görüyoruz ki büyük araştırma şirketleri ve akademik enstitülerin son 50 yıl içinde genetik mühendisliği yöntemleri geliştirmeye olan ilgileri giderek artmıştır. Bu ilginin en güncel odağı ise araştırmacıların kendi tarifleriyle “hassas, hızlı ve ucuz” olan CRISPR-Cas9 tekniğidir. Bu yöntem çok farklı canlı türlerinde farklı amaçlarla incelenmektedir. Genetik araştırmalar temel bilimler arasında en masraflı olanlardandır ve milyarlarca dolar bilimsel fon CRISPR ile ilgili projelere akıtılmaktadır. Yazının girişinde de bahsettiğimiz gibi, burada CRISPR-Cas9 üzerinde yoğunlaştırdığımız genetik biliminin öncelikleri, topluma vaatleri ve ideolojik bağlamı çok daha kapsamlı bir incelemeyi gerektiriyor. Bugün, uluslararası basının parlak ışıklarla haberleştirdiği “tasarım bebekler (designer babies) senaryosu, sebep olabileceği toplumsal ve sınıfsal etkiler bağlamında ürkütücü ama bir o kadar da gerçekleşmeye yakın gözüküyor. Genetik mühendisliğinin büyük pazarı içinde, topluma “devrimsel buluş” olarak sunulan bu yöntemin karanlık açılarını, toplumsal ve ideolojik bağlamını ise gelecek yazımızda incelemeye devam edeceğiz. o
Dipnot:
1-) Human Genome Project (İnsan Genom Projesi resmi sayfası).
https://www.genome.gov/12011238/an-overview-of-the-human-genome-project/
2-) Wiedenheft B., Sternberg S. H., Doudna J. A., RNA-Guided Genetic Silencing Systems in Bacteria and Archaea, Nature, 2012 Feb 15; 482(7385): 331-8.
3-) Hsu P. D., Lander E. S., Zhang F., Development and Applications of CRISPR-Cas9 for Genome Engineering, Cell, 2014 Jun 5; 157(6): 1262-78.
4-) CRISPR HIV’yi yok edip Zika’yı PAC-man gibi yiyor.Yeni hedefi? Kanser (CRISPR kills HIV and eats Zika ‘like Pac-man’. Its next target? Cancer https://www.wired.co.uk/article/crispr-disease-rna-hiv).
Kilogramı yeniden tanımlamak
Bu metal silikon küre o kadar yuvarlak ki yapan bilim insanları yuvarlaklığını “Eğer bu küreyi, küresel bir dünya olarak düşünürsek, bu dünyanın en yüksek dağı ile en derin vadisi arasındaki fark sadece 14 metre olurdu” diye anlatıyorlar. Tabii milyonlarca euro ve yıllar süren bu çalışma sadece kusursuz bir küre yapmak için olsaydı acayip gereksiz ve/veya amaçsız bir proje olurdu değil mi? Ama bu projenin önemli bir motivasyonu var; kilogramı yeniden tanımlamak.
Ölçmek, insanlığın günlük hayatını örgütlemekten ticarete kadar uygarlığın ilk uğraşlarından biridir. Mesela bir yılı, 12 aya bölmek ve bunları özelliklerine göre 4 mevsimde tariflemek, insanlığın en eski tekniklerinden biri olan tarım için elzem bir gelişmedir. Kapitalizm öncesi ölçüler kültürlere, halklara, bölgelere göre değişiklikler ve esneklikler gösterirken, kapitalizm sonrası ölçülerin standartlaştırıldığını görüyoruz, çünkü kapitalist sistem için metaların ölçülebilir olması gereklidir. Bir meta ölçülebilir olduğunda bu metaya değişim değeri, ücret biçilebilir demektir. Mesela bir işçinin maaşı, çalıştığı süre -bir meta olarak emek- ile ilişkilendirilir ve bunun için zamanın ölçülebilir olması gereklidir. Bu motivasyonla geçmişte emperyalist ülkeler kendi aralarındaki ve sömürgelerindeki ticareti yönetmek için uluslararası ölçü birimlerini oluşturup, bu birimlerin standart hâle -SI birimleri- getirilmesini sağladılar. Bugün hâlâ ölçüm birimlerinin daha hassas olabilmesi için Uluslararası Standartlar Enstitüsü’nde binlerce bilim insanı araştırmalarını devam ettiriyorlar ve bugün için uluslararası olarak kullandığımız 7 tane standart birim var; metre, saniye, kilogram, amper, kelvin, mol, kandela.
Bir ölçü biriminin “sabit” olarak kabul edilmesi zorlu bir bilimsel süreç. Kapitalist ticaretin ve günlük hayatın örgütlenmesinin dayandırıldığı bu ölçü birimlerinin sabit (değişmeyen) özellikte olması, bir birimin standartlaşabilmesi için en önemli özelliklerden biri. Mesela bu birimlerden bir metre ışığın belli bir sürede aldığı yol (ışık hızı) ile ölçülürken, bir saniye ise en kararlı atomlardan sezyum atomunun titreşimi gibi görece sabit, belli, evrensel ölçülere dayandırılıyor. Ağırlık ölçmek için kullandığımız standart birim olan kilogram ise bu açıdan sorunlu; ölçü olarak bir kilogram, ağırlığını bir kilogram olarak kabul ettiğimiz maddelere dayandırılıyor, yani evrensel bir sabit değil. Bu özelliğiyle kilogram SI birimleri arasında fiziksel bir maddeyle tanımlanan tek ölçü birimi.
Ağırlığın standart birim olarak belirlenmesi çalışmaları kapitalizmin ilk zamanlarına dayanıyor. İlk standart ağırlık birimi olarak 1773’te Antoine Lavoiser tarafından 1 litre buzun kütlesi olarak ‘grave’ tanımlanmış. Fransız ihtilali sonrası bu kelimenin soyluluğu andırır ‘graf’ kelimesi ile aynı şekilde seslendiriliyor olması nedeniyle, yine 1 litre buzun kütlesi olarak ‘gramme’ kelimesi kabul edilmiş. 1799’da ise küçük bir değişlikle gram, 4 santigrad derecedeki 1 litre suyun (suyun buzdan daha yoğun olduğu derece) ağırlığı olarak tekrardan tanımlanmış. Ama suyun başka maddeleri ölçmekte yeterince hassas bir standart olmaması nedeniyle su yerine, 1 litre suya eş ağırlıkta silindir platin ağırlıklar standart olarak kullanılmaya başlanmış. Bugün hala kullanmakta olduğumuz kilogram ise 1889’da icat edilen, silindir platin ağırlıklardan daha yoğun ve sert olan silindir iridyum-platin alaşım ağırlıklardır. Yani bugün kullandığımız kilogramı temsil eden maddeler değişse de aslında kilogram hala 1 litre suyun ağırlığı ile yani fiziksel bir madde ile tanımlanıyor. Bir şeyin fiziksel olması ise değişebilir olması anlamına gelir.
1889’da üretilen 40 tane bir kilogramlık -bir kilogramlık çünkü kendisi kilogramın gerçek tanımı- replika birçok ülkeye ulusal standartlarının oluşturulması için yollanıyor ve bu replikalar havasız tüpler içerisindeki kasalarda saklanıyorlar. Hatta bunlardan 7 tanesi Paris’teki Uluslararası Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu’nun bodrumunda kilitli bir kasanın içerisinde aynı koşullarda bulunuyor. Bu saklama koşullarına karşın 50 sene sonra 1948’te, 40 replika bir araya getirildiğinde her birinin ağırlığının değiştiği fark ediliyor. Replikaların ağırlık farkı 100 sene sonra daha da büyüyor ve bunun üzerine iridyum-platin alaşımların, kilogramı tanımlamak için zaman içerisinde yeterince kararlı olmadığı ve başka bir tanıma ihtiyaç olduğu kararı veriliyor. Sonuçta ülkelerin sahip olduğu altın gibi değerli metallerin miktarının bile ekonomi üzerinde yaşamsal bir etkisi olduğu kapitalizmde, ağırlık biriminin sabit olmaması kaptalizm için sarsıcı bir durum. İşte silikon küre tam bu noktada devreye giriyor.
Silikon küre, kilogramın fiziksel bir nesneye bağımlılığının ortadan kaldırılması için üretilmiş bir düşünce. Bir atomun ağırlığı sabit, evrensel bir ölçü birimidir. Mesela bir mol karbon atomu (mol: belirli sayıda atomu ifade etmek için kullanılan SI birimi) yaklaşık olarak 12 gramdır. Bilim insanları bu bilgiden yola çıkarak, sadece silikondan oluşan bir küre üretirsek ve bu kürede kaç tane atom olduğunu hesaplayabilirsek, karşılaştırmalı olarak kilogramın çok daha hassas bir ölçütünü oluşturabiliriz fikrini ortaya atmışlar. Malzemenin silikon seçilmesinin sebebi ise hem kolay bir şekilde işlenebilmesi hem de daha önemlisi silikon kürede hava ve atom boşluğu gibi hataların minimum sayıda olması. Hatta bilim insanları kürenin ‘kusursuz’ bir silikon küre olduğunu iddia ediyorlar. Şeklin küre olmasının ise çok basit bir açıklaması var. Kürenin çapını biliyorsanız hacmini hesaplamak, hacimden ise atom sayısını hesaplamak çok kolaydır. Yani basitçe küredeki atom sayısını hesaplayabildiğimiz için, 1 mol silikon atomunun ağırlığından 1 kilogramı bulmuş oluyoruz. Yani bu küre olmasa da, atomun ağırlığını fiziksel olmaktan çıkartıp evrensel bir kavrama dönüştürebileceğimiz bir ölçüt elde etmiş oluyoruz.
Yeni geliştirilen kavramın yakın gelecekte bildiğimiz kilogram tanımını değiştirebileceği ve bilimsel çalışmalar için daha hassas ölçütler oluşturabileceği beklenirken, bu uğraşta harcanan emek ve bütçenin, toplumsal anlamda ihtiyaç olup olmaması tartışmalı bir konu olmaya devam ediyor.
Okuyucuya Sorular:
• Standart birimlerden (SI birimleri), hangi birim neyi ölçmek üzerine kullanılmaktadır?
(örn: kilogram – ağırlık)
• Bir birimin standart hâle gelebilmesi için sahip olması gereken ortak özellikler nelerdir?
• Diğer tüm standart birimler, birimin adıyla kullanılırken, kilogram neden gram yerine kilo-gram olarak standartlaştırılmıştır?
• Diyalektik materyalist felsefe açısından ‘kusursuz’ silikon küre mümkün müdür? Neden?
• Standart birimlerin daha hassas ölçülebilir olmasının, sosyalist toplumda günlük hayatın örgütlenmesine katkısı ne yönde olur. Neden?
“Duyarlılığın inceliğin esenliğin yazarı”: Oktay Akbal
Selim İleri’ye, “Ustalarımdan biri”ydi[2] dedirtendi; “büyük yazar”dı.[3]
Yazın dünyasında yankı uyandıran, ‘Önce Ekmekler Bozuldu’ başlıklı ilk yapıtını 1946’da çıkarmış; onu, 1949’da ‘Aşksız İnsanlar’ı izlemişti.
Bu yapıtlarda, hümanizm, vicdan vardı. Oktay Akbal’ı da yazar yapan buydu zaten.
Yazmayı yaşamaya, yaşamayı yazmaya dönüştürmüştü. Onun sıcak kısa cümleleri, insana dostça yaklaşan, içine sinen içtenlikli bir anlatımı vardı.
Yaşam deneyimlerinden, çocukluk anılarından yola çıkıp, küçük kent insanını da gözardı etmeden, duygu yüklü öyküler kaleme alan Oktay Akbal, -Behçet Necatigil’in deyişiyle- “Konulu hikâyeler değil de, belli konular çevresinde oluşan anılar toplamıdır.”
Kolay mı?
“Şairlerden dizeler kalır belleğimizde ama öyküden, düzyazılardan pek bir şey anımsamayız,” kuralını değiştirdi Oktay Akbal; bir öyküsünün ilk cümlesiyle: “Önce ekmekler bozuldu sonra her şey…”
Savaşın trajikliğini, ürpertici bir üslupla anlattı. Yüz binlerce insanın bombalar altında yok oluşunu, bir günde kurşuna dizilenlerini…
Ve insanın kanıksama duygusunu özetledi, “Kahkahalarla, radyoda okunan ölü listeleri birbirine karışmaya başladı,” sözleriyle…
Ve öykü şöyle noktaladı: “Her şey ekmekle başladı, ekmekle bitecek…”
* * * * *
“Önce Ekmekler Bozuldu” başlıklı yapıtıyla edebiyata damgasını vuran gazeteci-yazar Oktay Akbal, 92 yaşında hayatını kaybetti.
20 Nisan 1923 tarihinde İstanbul’da doğan Akbal, ilk gerçekçi romancılardan Ebubekir Hâzım Tepeyran’ın torunuydu. Hukuk Fakültesi mezunu olan yazarın babası Salih Şehabettin Bey de avukattı.
Akbal, Kumkapı’daki Saint Benoit Fransız Lisesi’nde başladığı ortaöğrenimini, 1942 yılında İstiklal Lisesi’nde bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk (1944) ve Edebiyat (1946) fakültelerine devam etti, ancak yükseköğrenimini yarıda bırakarak kendini yazarlığa verdi. 1943 ve 1944 yıllarında ‘Servet-i Fünun Uyanış’ dergisinde sekreterlik, 1947 ve 1951 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda memurluk yaptı. Fakat yaşamını asıl anlamda gazetecilik yaparak kazandı.
1939 ve 1940 yıllarında ‘Yeni Sabah’ ve ‘İkdam’ gazetelerinde çevirileri ve öyküleri yayımlanan Oktay Akbal, 1951-1956 yılları arasında ‘Vatan’ gazetesinde düzeltmen, sekreter ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı.
1956’da köşe yazarlığına başlayan Oktay Akbal, 1985’den itibaren ‘Hürriyet’ gazetesinde, daha sonra ‘Milliyet’ gazetesinde çalıştı. ‘Cumhuriyet’ gazetesinde “Evet/Hayır” başlıklı köşede yazdı.
Akbal, 12 Eylül döneminde ‘Cumhuriyet’teki köşesinde kaleme aldığı yazılar nedeniyle yargılandı ve 1983’te hapis cezası alarak bir süre cezaevinde yattı.[4] Akbal, cezasını geceleri cezaevinde yatıp gündüzleri ise serbest kalarak tamamladı.
* * * * *
“Zaman bu, elle tutulmaz, gözle görülmez, geçer gider… Bir bakarsın, nerden nereye gelmişsin. Evet, edebiyatta, sanatta gençlik-yaşlılık diye bir şey yoktur. Yaratanlar, yeni, taze duyarlılıklar, anlamlar getirenlerin yaşı da,”[5] diyen Oktay Akbal’ın; ‘Önce Ekmekler Bozuldu’ (1946), ‘Aşksız İnsanlar’ (1949), ‘Garipler Sokağı’ (1950), ‘Bizans Definesi’ (1953), ‘Bulutun Rengi’ (1954), ‘İkisi’ (1955), ‘Suçumuz İnsan Olmak’ (1957), ‘Berber Aynası’ (1958), ‘Yalnızlık Bana Yasak’ (1967), ‘Tarzan Öldü’ (1969), ‘İstinye Suları’ (1973), ‘İnsan Bir Ormandır’ (1975), ‘Karşı Kıyılar’ (1979), ‘İki Roman’ (1982), ‘Lunapark’ (1983), ‘Düş Ekmeği’ (1983), ‘Ey Gece Kapını Üstüme Kapat’ (1988), ‘Hücrede Carmen’ (1998), ‘Batık Bir Gemi’ (1997) gibi birçok yapıtta imzası vardı.
“Bozuk düzene karşıtlığı, emek bilinci”yle anımsanması gereken; [6]“Sonunda çareyi buldum. Yazmak, yine yazmak,”[7] diyen Oktay Akbal; “İçten, candan iyi bir insandı. Marifet ‘Suçumuz İnsan Olmak’ın yazarı kadar iyi bir insan olmaktı. Ölünceye kadar içindeki çocuğu öldürmedi.”[8]
“Duyarlılığın inceliğin esenliğin yazarı”[9] olarak anılırken; Ali Sirmen de, “Oktay Akbal su kadar berrak, duru, içindeki çocuğu son anına kadar canlı tutmuş, candan bir insandı. İyi yazar olduğu ölçüde iyi insandı. Gıllı gışlı bir yanı hiç olmadı.”[10] “O her şeyi göze alarak, bile bile yazıyordu,”[11] diye eklemeden edemiyordu.
Kolay mı? Selim İleri’nin Akbal için söyledikleri adeta edebiyat tarihine not düşmek gibi:
“İlk gençliğimden bugüne en önemli en büyük ustalarım arasındaydı. Çok uzun yıllar onun öykülerine sonsuz bir hayranlık duydum. Hep onun gibi yazmaya özendim, nice öyküsü nice denemesi bana anlam kattı.”[12]
Ve bir gün son yazısında “Ah şu daktilo onunla son buluşmamız gibi,”[13] notunu düşüp, gitti… o
29 Haziran 2016, Ankara.
Notlar:
1-) Oğuz Atay.
2-) Selim İleri, “Yarının da En İyi Türk Yazarlarından Biri”, Cumhuriyet Kitap, No: 1334, 10 Eylül 2015, s. 14.
3-) Coşkun Özdemir, “Oktay Akbal: Yitirdiğimiz Büyük Yazar”, İnsancıl, Yıl:26, No:304, Kasım 2015, s. 21-22.
4-) 12 Eylül darbesinden bir gün sonra kaleme aldığı yazısında darbe için, “Kaçınılmaz bir hareket…”, “Bir yerlere gidiyorduk, bu gittiğimiz yer bugünkü yerdi. Başka yer yoktu,” demişti… Bununla da kalmayıp, “Atatürk devriminin yandaşları, erleri, Atatürk ilkelerinin sahipleri böyle bir duruma sürgit göz yumamazlardı elbet. Nasıl 27 Mayıs 1960’da göz yummadılarsa, daha sonraki yıllarda nasıl zaman zaman uyarı mektuplarıyla anımsatmaları, iktidarı ellerinde tutanları Atatürk devriminin yoluna çağırdılarsa bir kez daha aynı kutsal görevi yapacaklardı. Bu kaçınılmaz bir gerçekti. Öyle de oldu,” diye eklemişti!
5-) Hikmet Altınkaynak, “Oktay Akbal Günü”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2016, s. 16.
6-) Serdar Kızık, “Cumhuriyet Çınarı Oktay Ağabey”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2015, s. 18.
7-) Orhan Bursalı, “Oktay Akbal: Onun da Sırası mı Var”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2015, s. 6.
😎 Ayşe Emel Mesci, “Yol Bitti Sanırız”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2015, s. 17.
9-) Doğan Hızlan, “Duyarlılığın İnceliğin Esenliğin Yazarı”, Hürriyet, 31 Ağustos 2015, s. 22.
10-) Ali Sirmen, “Oktay Akbal ve Yazar Cesareti”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2015, s. 4.
11-) Mehmet Emin Berber, “Oktay Akbal’ı Uğurladık”, Cumhuriyet, 1 Eylül 2015, s. 15.
12-) Doğan Hızlan, “Oktay Akbal’ın Haber Değeri Yok mu?”, Hürriyet, 1 Eylül 2015, s. 22.
13-) “Yazarımız Oktay Akbal’ı Kaybettik”, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2015, s. 7.