Ana Sayfa Blog Sayfa 137

“Culpa vacare maximum est solatium”[1]

Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2016/109 no’lu dosyası ya da kamuoyundaki yaygın adıyla “Ayşe Öğretmen Davası”ndan ötürü karşınızdayım.[3]
İddia makamı esas hakkındaki mütalaasında: “Her ne kadar sanıklar… Temel Demirer… haklarında terör örgütü propagandası yapmak suçundan cezalandırılmaları talebiyle kamu davası açılmış ise de… Ayşe Çelik’in show programında geçen konuşmasının içeriğinin suç unsuru bulunmadığına inandıkları yönünde görüşlerini açıklamış olmalarından… terör örgütü propagandası yapmak suçundan beraatlerine” talebini ifade edip; hemen ardından da -bir alay subjektif niyet okumasıyla- “Sanığın üzerine atılı terör örgütü propagandası yapmak suçunu işlediği dosya kapsamıyla sabit olduğundan sanık Ayşe Çelik’in eylemine uyan 37l3 sayılı Yasanın 712/ 5237 sayılı TCK’nun 53 maddeleri gereğince cezalandırılmasına karar verilmesi kamu adına talep ve mütalaa olunur dedi.”Ek-1
Öncelikle mütalaadaki “inandıkları” ibaresinin, benim için özelde düşünce ve ifade özgürlüğü, genelde ise özgürlük konusuna mündemiç bir tavır ve duruş veya düşünce ve davranış olduğunun altını özenle çizmeliyim.
Yani ben kendi adıma, suçsuz olduğundan zerrece kuşku ve kaygı duymadığım Ayşe Öğretmen’e istenen “ceza” konusunda: i) “Argumentum ad judicium/ Sağlam fikre/ mantığa dayanan delil”den yoksun; ii) “Corpus delicti/ Suç unsuru” bulunmayan; iii) “Audi partem alteram/ Karşı tarafı (da) dinle” ilkesine sırt dönmüş talep hakkında, “Non liquet/ Açık değil” notunu düşmeden edemeyeceğim.
Kanaatim odur ki, -tarihin defalarca mahkûm ettiği!- “suçlu yaratma yöntemi”, hukuka yabancı olmalıdır.
Ortada “suç” falan yok; olsa olsa, dosdoğru ifade edilen bir gerçek var.
Ayşe Öğretmen’in tavrı çok net.
Ne yani, daha önce de ifade ettiğim gibi, “Çocuklar ölmesin demek yerine çocuklar ölsün mü demeliydik”?[4]
Ben çocuklar ölmesin diye; Albert Camus’nün, “Yaşamak kendi başına bir değer yargısıdır. Nefes almak ise; yargılamaktır,” saptamasındaki duruşla; bilerek/isteyerek “yargılanan” Ayşe Öğretmen’in yanında yer aldım.
Bu özgürlükçü bir tercihti; tercihimden de asla pişmanlık falan duymuyorum.
“Seçme gücü vardır, ama yaptığı seçimin sonuçlarından kaçma gücü yoktur.”[5] “Bir fikri yargılamaktansa, bir insanı yargılamak çok daha kolay gelir,”[6] diyen Ayn Rand’ın, “En büyük suç, hak edilmeyen suçluluğu kabul etmektir,”[7] saptamasındaki üzere sonuna kadar Ayşe Öğretmen’in tavrını, söylediklerini, duruşunu sahipleniyorum.

ADİL YARGILANMA HAKKI
Bunların yanında adil ve eşit yargılanmanın -hangi koşullar altında olursa olsun- bir hak olduğunu düşünüyor ve Friedrich Engels’in uyarısını “es” geçmeden,[8] “düşman hukuk(suzluğu)u” denilen şeyin, “hukuk devleti iddia”larını tekzip ettiğine inanıyorum.
Çünkü “teori”deki üzere “Hukuk Devleti” küresindeki mücadele, devletin topluma ve bireye karışmasını azaltma savaşımıdır. Temel amaç, kanımca “az devlet, çok hukuk” formülüyle özetlenebilirken;[9] “Fair hearing” (hakkaniyete uygun yargılanma) hakkı, 04/11/1950 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 6. maddesinde, 19/12/1966 tarihinde de Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 14. maddesinde yer aldı…
Adil yargılanma hakkının temeli teminatlı, bağımsız ve tarafsız hâkimdir. Hâkim bağımsızlığı ve tarafsızlığı kavramları birbiri içine girmiş olup yargılamayı yürütürken ve karar verirken bağımsız olması gereken hâkim bunun sonucu tarafsız da olmak zorunda…[10]
Bir şey daha: Adil ve eşit yargılanmada bir şey birisi için neyse, öteki(ler) için de odur. Yani seçmece olmaz… Bunlardan neden mi söz ediyorum? İfade özgürlüğünü kullanan Ayşe Öğretmene istenen herhangi bir suça tekabül etmeyen ceza için!

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ FASLI
George Washington’ın, “Eğer ifade özgürlüğü elden alınırsa, kurbanlık koyunlar gibi sessiz ve tepkisiz hâle getiriliriz”…
Konfüçyüs’ün, “Bir ülkede adaletin varlığı kişinin kendini özgürce ifade etmesinden anlaşılır. Bir ülkede adaletsizliğin varlığı ise kişilerin başına buyruk davranışından anlaşılır”…
John Stuart Mill’in, “Eğer tek bir kişi insanlığın geri kalanından farklı bir kanaate sahipse, nasıl o kişinin gücü olsa insanlığı susturma hakkı yoksa insanlığın da o kişiyi susturmaya hakkı yoktur”…
Ali Fuat Başgil’in, “Fikirden korkmayınız. Emin olunuz ki, yeryüzünde zararlı tek fikir eleştiri süzgecinden geçmeyendir. Kabul ediniz ki, sizden başka ve belki daha iyi düşünenler vardır”…
Bertrand Russell’ın, “Bazı fikirleri benimsemek veya onlara karşı olmak, ya da bazı konularda bir şeye inandığımızı veya inanmadığımızı dile getirmek, ceza yaptırımlarına yol açıyorsa düşünce özgür değildir”…
George Orwell’in, “Basın özgürlüğü herhangi bir anlam ifade ediyorsa o da eleştirme ve karşı çıkma özgürlüğüdür,” saptamalarıyla karakterize olan ifade özgürlüğü; ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19. maddesindeki üzere, “Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malumat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkı”nı içerir.
Oscar Wilde’ın, “Tehlikeli olmayan bir düşünce, düşünce diye anılmaya bile değmez,” notunu düştüğü konuda Bernard Shaw’ı anmamak mümkün değil.
İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde İngilizler arasında Britanya’nın da bu savaşa katılıp katılmaması tartışılıyormuş. Bernard Shaw, sağda solda “Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Çarlık Rusyası, Osmanlı İmparatorluğu battı. Büyük Britanya İmparatorluğu da batacaksa bu savaşa girsin!” diye konuşuyormuş. Ama bir yazar ve düşünür olarak sürekli hürriyetsizlikten şikâyet ediyormuş. Bir gün, dönemin bir devlet adamı Shaw’a sormuş: “İçinde yaşadığın imparatorluğun batmasını isteyebildiğin, bunu her yerde söyleyip yazabildiğin hâlde hürriyetsizlikten şikâyet ediyorsun. Bu bir çelişki olmuyor mu?”
Shaw cevap vermiş: “Siz benim yalnızca neyi söyleyebildiğimi biliyorsunuz; ama neyi söyleyemediğimi biliyor musunuz!”
Düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırsız olmasının, hiçbir kayıt ve şarta bağlanmamasının zorunluluğunu Shaw’ın bu anektodundaki yanıt kadar açık seçik anlatan söz az bulunur.
İfade özgürlüğü demokrasinin vazgeçilemez temel özelliklerindendir. Çünkü bu ülkelerde veya toplumlarda basın halk adına gelişmeleri takip eder ve olup bitenler hakkında toplumu bilgilendirir. Toplum bu bilgiler sayesinde doğru kararlar alınması için harekete geçer. Toplum bu yöntemle kendisini idare edenleri de denetleme ve gözlemleme şansına sahip olur.
Söz konusu yöntemin başarılı olması için ifade özgürlüğünün de olması gerekiyor. Bu bağlamda düşünce ve ifade özgürlüğünün gerçekleştirilmesinde vazgeçilmez bir araç ve bir değerdir. Gerçek anlamda düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanması, özgür, doğru, yaygın bilgi ve haber dolaşımı ile mümkündür.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 10. maddesinde, ifade özgürlüğü açık ve net olarak, yoruma meydan vermeyecek bir şekilde düzenlenmiştir. Madde ile herkesin ifade özgürlüğüne mutlak olarak sahip olduğu, bu hakkın kullanımında resmî makamların müdahalesinin olamayacağı, haber ve düşünce almak ya da vermek özgürlüğü düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 90. maddesi gereğince, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmeler ile yasaların çatışması durumunda, uluslararası sözleşmelerin esas alınacağı düzenlendiğine göre, bu konuda çıkarılacak tüm yasaların da bu sözleşmeye uygun olması gerekecektir. Aksi takdirde aykırı yasaların değil, sözleşmenin uygulanacağı Anayasa’nın emridir. Esasen bu özgürlükler, Anayasa ve kısmen Basın Yasası’nda da yer almaktadır.
AİHM’e göre bu özgürlük, demokratik bir toplumun temel değerlerinden birini oluşturmaktadır.
AİHM’e göre, siyasal söylem ve genel yarar ile ilgili görüşlere sınır getirilmemesi gerekir. Medya yoluyla siyasal eleştirileri dile getirme ve basın özgürlüğü hakkında sınırlandırma kabul edilemez. Ayrıca hükümete karşı kabul edilebilir eleştirinin sınırları, sıradan bir yurttaşa, hattâ bir politikacıya göre çok daha geniştir. Hükümetin işgal ettiği baskın konum, özellikle de muhaliflerinden gelen, haklı olmayan saldırı ve eleştirilere cevap vermek için cezai yollar kullanılmamasını gerektirir. Kullanılan ifadeler şiddet,isyan ya da başkaldırıya teşvik içermediği sürece, ifade özgürlüğü engellenemez (Dink/ Türkiye kararı).
Bu içtihatlarla, bir siyasetçinin kabul edilebilir eleştiri sınırlarının, sıradan bir şahsa kıyasla daha geniş olduğunun altı çizilmiş ve bu nedenle de siyasilerin daha büyük bir hoşgörü göstermesi gerektiği karara bağlanmıştır. Yazılan yazı ve görüşler, katı eleştirileri ve hicivli bir stili içerebilir. Bu bağlamda ifade özgürlüğü, sadece olumlu karşılanan veya zararsız ve tarafsız görülen bilgi ve fikirleri değil, demokratik bir toplumun gereklilikleri olan çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin parçası olan, rencide eden, şoke eden ve rahatsız eden bilgi ve fikirleri de koruma altına almıştır.[11]
AİHM’in 1976’da verdiği tarihi Handyside (İngiltere) Kararı’na göre, “İfade özgürlüğü sadece olumlu karşılanan ve zararsız düşünceleri değil, aynı zamanda devleti ya da toplumun bir bölümünü inciten, şok eden ya da rahatsız eden düşünceleri de kapsar. Bu demokratik bir toplumu oluşturan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin bir gereğidir.”
Ayrıca AİHM’in ısrarla altını çizdiği üzere, düşünceyi açıklama özgürlüğünden söz edebilmek için sadece çoğunluk tarafından olumlu karşılanan fikirlerin açıklanmasına izin verilmesi yetmez. Düşünceyi açıklama özgürlüğünün var olduğunun kanıtı, çoğunluğa anlamsız gelen, çoğunluğun paylaşmadığı fikirlerin de açıklanabilir olmasıdır. (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Handyside-Birleşik Krallık, 1976; Sunday Times-Birleşik Krallık, 1979; Lingens-Avusturya, 1986; Oberschlick-Avusturya, 1995; Thorgeirson-İzlanda, 1992; Jersild- Danimarka, 1994; Goodwin-Birleşik Krallık, 1996; De Haes ve Gijels-Belçika, 1997 Kararları’ndaki gibi…)

KONUYA DAİR ÖRNEKLER
Özgürlük hakkında Montesquieu’nün, “Bu kelime kadar çeşitli anlam verilmiş, onun kadar insan kafasını çeşitli şekillerde yormuş başka bir kelime yoktur,” saptamasının altını özenle çizerek; Hikmet Çetinkaya ile Ceyda Karan’ın yargılandığı davanın ilk duruşmasında kutsal değerlerine hakaretin özgürlük olarak sayılamayacağını söyleyen şikâyetçilerden biri, sanıkları kastederek, “Eğer adalet cezalarını vermezse bize verin biz cezalarını verelim. Öbür dünyaya bırakmayalım,”[12] diyebildiği coğrafyamızdaki ifade özgürlüğünün hâl-i pür melaline gelince: Neyin ifade özgürlüğü olduğu ya da olmadığı meçhuldür![13]
Örneğin Avrupa Konseyi’nin danışma organı Venedik Komisyonu, Türkiye’yi ifade özgürlüğü konusunda eleştirirken;[14] Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Barış İçin Akademisyenler’e yönelik “Alçak, zalim, kapkaranlık, cahil, tiksinti verici, vatan haini, lümpen, terör örgütünün maşası, ahlâksız, mandacı artığı, ruhu kirlenmiş” ifadeleri nedeniyle kendisine açılan davaya sunduğu yanıt dilekçesinde, Anayasa Mahkemesi ve AİHM’nin “Düşünce ve ifade özgürlüğü” içtihatlarını örnek gösterilebiliyor.
Cumhurbaşkanı, bu sözlerine dava açılınca “İfade özgürlüğünü kullandım,” diyor.[15]
Ayrıca Erdoğan’ın avukatı tarafından verilen dilekçede, ifade özgürlüğünün “Devletin veya nüfusun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgiler ve düşünceler için de geçerli olduğu ve bunlar olmaksızın demokratik toplum olmayacağı,” belirtilebiliyor.[16]
Nihayetinde, “Erdoğan, milyonlarca kişinin önünde ‘alçak’ diyerek, ‘aydın müsveddesi güruh’ diyerek, ‘vatan haini’ diyerek imzacı akademisyenlere hakaret etmiştir. Bir cumhurbaşkanı bunu yaparsa halk birbirini öldürür. Diğer yandan Erdoğan, binlerce kişiye tweet attıkları için hakaret davası açmıştır ve bu kişiler anında tutuklanmışlardır,” diyen[17] Prof. Dr. Baskın Oran’ın akademisyenlere yönelik sözleri nedeniyle,[18] Cumhurbaşkanı Erdoğan aleyhine açtığı 10 bin liralık tazminat davası 13 Aralık 2016 tarihinde Ankara Adliyesi 3. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından reddedildi.[19]
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatı Tuğba Sağlam Eker de, Erdoğan’ın bildiriyi imzalayanlara yönelik “Alçak”, “zalim”, kapkaranlık”, “cahil”, “tiksinti verici”, “vatan haini”, “lümpen”, “terör örgütünün maşası”, “ahlâksız”, “mandacı artığı”, “ruhu kirlenmiş” gibi ifadeleri için AİHM’i referans göstererek, “ifade özgürlüğü” savunması yaptı…
Bu kadar da değil…
TRT’de yayınlanan bir programda, “Enver Paşa 80 tane Atatürk eder” diyen ‘Türkiye Günlüğü Dergisi’nin sahibi Mustafa Çalık’ın açıklamasına, “En az Enver Paşa’yı vatan haini ilan edenler kadar yavşakça bir açıklamadır,” tepkisini gösteren vatandaş hakkında başlatılan soruşturmada, savcılık takipsizlik kararı verdi. Cumhuriyet Savcısı Mehmet Taştan’ın kararında, Çalık’ın sözlerine tepki olarak söylenen sözün, AİHM içtihatlarına da göre de suç oluşturmadığı kaydedildi.[20]
Bu kadar da değil…
İstanbul Anadolu 20. Asliye Ceza Mahkemesi’nde 3 Şubat 2017’de görülen duruşmada, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi imzalayan akademisyenleri, “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” diyerek tehdit eden organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in yargılanmasında mahkeme yargıcı, “Maddi zararın var mı?” diye sordu. [21]
Bu kadar da değil…
‘Agos Gazetesi’ önüne siyah çelenk bırakarak, sosyal medya üzerinden “Bir gece ansızın gelebiliriz” şeklinde tehdit ettikleri iddiasıyla yargılanan, Milliyetçi Türkiye Partisi İstanbul İl Başkanı Bilal Gökçeyurt ile Turan Ocakları Genel Başkanı Ercan Urçar, İstanbul 62. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yapılan duruşma da suç unsuru oluşmadığı gerekçesiyle beraat etti. [22]
O hâlde “alçak”, “zalim”, kapkaranlık”, “cahil”, “tiksinti verici”, “vatan haini”, “lümpen”, “terör örgütünün maşası”, “ahlâksız”, “mandacı artığı”, “ruhu kirlenmiş” veya “yavşakça bir açıklama” gibi ifadeler yanında; “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” türünden tehditler “ifade özgürlüğü” ise! “Çocuklar ölmesin demek,” neden suç olsun?
Bu elbette madalyonun bir yüzü! Öteki de şu…
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ı, 19 Mart 2016 günü düzenlenen etkinlikteki konuşmasında “hükümet terörü” ifadesini kullandığı için, “Türk milletini, Cumhuriyeti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi”ni alenen aşağılama’ suçundan 21 Şubat 2017’de 5 ay hapis cezasına çarptıran Ağrı’nın Doğubeyazıt 2. Asliye Ceza Mahkemesi açıkladığı gerekçeli kararda, temel hak ve hürriyetler kapsamında değerlendirilen ifade özgürlüğünün, birçok uluslararası belgeye konu olmakla birlikte, sonsuz ve sınırsız olmadığını vurguladı. İfade özgürlüğü ne kadar önemliyse bunun sınırlarının da olduğu belirtilen kararda, felsefi anlamda ileri sürülebilse bile sınırsız özgürlük anlayışı fikrinin, örgütlü siyasal toplumda geçerliliği bulunmadığı kaydedildi. [23]
Merak ediyorum: “Alçak”, “zalim”, kapkaranlık”, “cahil”, “tiksinti verici”, “vatan haini”, “lümpen”, “terör örgütünün maşası”, “ahlâksız”, “mandacı artığı”, “ruhu kirlenmiş” veya “yavşakça bir açıklama” gibi ifadeler yanında; “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız”, “Bir gece ansızın gelebiliriz” türünden tehditler ifade özgürlüğü sınırları içinde de; Ayşe Öğretmen’in, “Çocuklar ölmesin” demesi mi sınırların dışında!

AYŞE ÖĞRETMEN’İN TAVRI
İddianamede Ayşe Öğretmen’in, “Orada olanların farklı bir şekilde aktarılıyor, ben öğretmenim, öğrencilerini terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum, bir daha oralara nasıl dönecekler, o güzel, masum, tertemiz yürekli çocukların yüzüne, gözlerinin içine nasıl bakacaklar,” sözleri niyet okumasıyla “terör örgütü propagandası” sayılırken; bu sözlere eleştiri hakkı, düşünceyi ifade ve yayma hürriyetinin kullanılmasından başka bir anlam yüklenemez.
Unutulmamalıdır ki her yurttaşın devlet organlarının uygulamalarını eleştirmek en doğal yurttaşlık hakkıdır. Diğer yandan herkesin düşünce ve kanaatini açıklama özgürlüğü vardır.
Anayasa’nın düşünce ve kanaat hürriyetini düzenleyen 25. maddesine göre, “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”
Anayasa’nın 26. maddesine göre de, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.”
Düşünce, kanaat ve ifade özgürlüğü, Anayasaya göre, temel hak ve özgürlükler kapsamındadır. Anayasa’nın 90/son maddesinde ise, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır,” denilmektedir. İfade özgürlüğü, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 19. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS) 10. maddesinde düzenlenmiş ve sınırları da bu maddelerde gösterilmiştir. Buna göre; İfade özgürlüğüne yapılan müdahalelerin, mutlaka yasa ile öngörülmüş olması, bu müdahalelerin İHAS’ın 10/2. maddesindeki yasal bir amaca dayanması, demokratik bir toplumda gerekli ve yaptırımın da orantısal olması gerekmektedir.
Konuşmada şiddet, silahlı direniş ve isyana teşvik edilmemektedir. Kaldı ki, AİHM, şiddet, silahlı direniş ve isyanı teşvik etmeyen “Devlet terörü”, “katliam”, “direniş ve isyan ruhu” gibi sert ve keskin sözlerle yapılan eleştirileri de ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmektedir.
Özetle Ayşe Öğretmen’in konuşmasından “terör örgütü propagandası” yapıldığından söz etmek mümkün değildir ve böyle bir kasıt yoktur.
İfade özgürlüğü kapsamında korunması gereken eleştirel düşünce açıklamasının suç olarak nitelendirilmesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. Maddesinin açık biçimde ihlâlidir. [24]
Ayşe Öğretmen’e istenen “ceza”nın kendisi ifade özgürlüğüne yönelik bir sınırlamadır ve AİHM’nin örnek kararları göz önüne alındığında, Ayşe Öğretmen’in konuşmasının eleştiri hakkı ve düşünce özgürlüğü kapsamı dışında değerlendirilmesi ve cezalandırılması mümkün değildir.
Bu konu yeri gelmişken bir “örnek karar”ı da aktarmadan geçmemeliyim: Sosyal medya hesaplarında ‘Terör örgütü propagandası’ yaptığı iddiasıyla hakkında 5 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılan Amedspor futbolcusu Deniz Naki’yi beraat ettiren Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi, gerekçeli kararında, yasalar ve uluslararası sözleşmelerle teminat altına alınan ifade özgürlüğünün, terörle mücadele kapsamında en çok müdahale ve sınırlamaya maruz kalan temel haklardan olduğunu belirtip, Terörle Mücadele Kanunu’nda geçen propaganda yasağının bu duruma örnek teşkil ettiği ifade edildi.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre kişinin hakkı ile toplumun çıkarları, özellikle kişinin temel ifade özgürlüğü hakkı ve demokratik toplumun terör örgütlerinin faaliyetlerine karşı kendini korumaya ilişkin meşru hakkı arasında bir denge kurulması ihtiyacını beraberinde getirdiği belirtilen kararda şu ifadelere yer verildi:
“Terörle mücadele kendine özgü bir takım zorlukları barındırdığından, devletlerin bu mücadelede daha geniş bir takdir marjına sahip olduğu kabul edilmekle birlikte, terörle mücadele de bir hukuk rejimidir. Uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerin ihmal edilebileceği bir alan değildir. İfade özgürlüğü memnuniyetle karşılanan, zararsız veya önemsiz sayılan, insanların kayıtsız kalacağı bilgi ve fikirler için değil, aynı zamanda demokratik toplumu şekillendiren çoğulculuğun, hoşgörünün ve geniş fikirliliğin doğasında bulunan bir gereklilik olarak saldırgan, şok eden, rahatsızlık veren ya da ayrılık yaratabilen fikirler için de uygulanabilmelidir.” [25]

HUKUK(SUZLUK) ÖRNEKLERİ!
Ayşe Öğretmen’in yargılanan ve sahiplendiğim(iz) tavrı ifade özgürlüğü sınırlarındadır; bu kapsamda ele alınmalıdır.
Eğer Attila Aşut’un, “Hukukun bittiği yerdeyiz!”;[26] Şenal Sarıhan’ın, “Adalet nerede? Kafdağı’nın ardında mı? Kafdağı masallardadır”;[27] Aydın Engin’in, “Hukuk’un bir kerre daha guguk olduğu günler yaşıyoruz. Üstelik adalet aygıtının büyük ölçüde AKP iktidarınca adeta teslim alındığı günlerdeyiz. Yani hukuk hızla guguklaştı,”[28] diye tarif ettiği koordinatlarda değilsek…
Veya Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Sayın Nils Muiznieks’in, 15 Şubat 2017 tarihini taşıyan “Türkiye’de İfade Özgürlüğü ve Medya Özgürlüğüne İlişkin Memorandum”unda (wcd.coe.int) “İfade özgürlüğünü kısıtlayan yargı tacizi”ne[29]; Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ’ın, “OHAL koşullarındaki yargılamalara,”[30] dikkat çektiği tehlikenin uzağındaysak…
Ya da Yargıtay Başkanı İsmail R. Cirit’in, “Geçmişte yargıya güven yüzde 70 idi, şimdi yüzde 30’lara düştü,”[31] diye tarif ettiği handikapı aşmışsak; soru(n) yoktur ve “Leges cum omnibus semper una atque eadem voce loquuntur/ Kanun herkesle aynı sesle konuşur,” ise Ayşe Öğretmen ile birlikte hepimizin beraati gerekmektedir.
Çünkü hepinizin de bildiği ve unutmaması gerektiği üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beştepe Külliyesi’nde, TRT 39. Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği Cumhurbaşkanlığı Kabul Töreni’ndeki konuşmasında çocukların öldürülmemesi temennisinde bulunup, Nâzım Hikmet’in ‘Kız Çocuğu’ başlıklı şiirindeki, “Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yoktur. Şeker bile yiyemez ki kâğıt gibi yanan çocuk. Çalıyorum kapınızı teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler,” dizelerini okudu.[32] Yani o da “çocuklar öldürülmesin” dedi…
O hâlde “Unum castigabis, centum emendabis/ Bir kişiyi cezalandırırsan, yüz kişiyi düzeltirsin,” diyen bir hukuk(suzluk)a inanmıyorum vurgusuyla diyeceklerimi sonlandırıyorum: Ayşe Öğretmen ile birlikte hepimizin suçsuz olduğundan şüphe duymuyor ve Nikos Kazancakis’in, “hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, ben özgürüm,” sözlerinin altını çizip, gereğini size bırakarak ekliyorum: “Culpa vacare maximum est solatium/ Suçsuz olmak, en büyük iç huzurudur.” o
24 Nisan 2017, Ankara.

Ek-1
T.c. Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi Dosya No: 2016/109 Duruşma Tarihi: 01/03/2017 Celse No: 4 Başkan: Hakan Türkön 40940 Üye: Güler Kurt 101320 Üye: İsmail Taş 165969 Cumhuriyet Savcısı: Talip Kalkan 28213 Katip: Mustafa Arabacı 141622 …
İDDİA MAKAMI ESAS HAKKINDAKİ MÜTALAASINDA: yapılan yargılama sonucunda toplanan tüm delillerin değerlendirilmesinden;

Her ne kadar sanıklar… Temel Demirer… haklarında terör örgütü propagandası yapmak suçundan cezalandırılmaları talebiyle kamu davası açılmış ise de; bu sanıkların show programına telefonla katılıp konuşma yapan ve hakkında terör örgütü propagandası yapmak suçundan suç tarihi itibariyle soruşturma başlatılmış olan sanık Ayşe Çelik’in show programında geçen konuşmasının içeriğinin suç unsuru bulunmadığına inandıkları yönünde görüşlerini açıklamış olmalarından ibaret eylemlerinin müsnet suçun unsurlarını oluşturmadığı anlaşıldığından adı geçen bu sanıkların üzerlerine atılı terör örgütü propagandası yapmak suçundan ayrı ayrı beraatlerine,
Sanık Ayşe Çelik’in suç tarihinde canlı olarak yayınlanan show programma konuklara soru soracağından bahisle telefonla bağlandığı, kendisine canlı yayında konuşma yapma imkanı tanındığında program sunucusunun, yönetmeninin ve izleyicilerin beklemediği şekilde sanığın ayrıntısı iddianamede yazılı olan konuşmayı yaptığı,
Nihai amacı cebir, şiddet ve terörü araç olarak kullanmak suretiyle ülke topraklarının bir kısmını devlet idaresinden ayırıp bağımsız Kürt devleti kurulmasını sağlamak olan yasa dışı PKK/KCK terör örgütü mensuplarının 40 yıla yakın bir süreden beri kamu kurum ve kuruluşlarına güvenlik güçlerine, kamu görevlilerine ve sivil vatandaşlara yönelik olarak pek çok terör eylemi gerçekleştirdiği ve bu eylemler nedeniyle 35.000’den fazla kişinin öldüğü, devletin ilgili kurum ve kuruluşları ile güvenlik güçlerinin yasaların kendilerine verdiği yetki ve sorumluluk çerçevesinde terörü ve teröristlerin eylemlerini sona erdirmek için çaba sarfettikleri,
PKK/KCK terör örgütünün 2015 yılı ikinci yarısı içerisinde doğu ve güneydoğu bölgesindeki belirli ilçe merkezlerine sızdırdığı teröristlerin yollara bombalı tuzaklarla barikatlar kurup içerisine patlayıcılar yerleştirmiş barikatlar oluşturup hendekler kazarak, sözde öz yönetim adı altında işgal eylemleri gerçekleştirdikleri, işgal edilen bu yerlerde yaşayan halktan evini terk etme imkanı bulamayanları rehin olarak alan teröristlerin kadın, çocuk, yaşlı insanları kendisine kalkan olarak kullandığı, terör örgütünün bu işgal eylemlerini yasaların verdiği yetki ve sorumluluk çerçevesinde sona erdirmeye çalışan güvenlik güçlerinin rehin olarak tutulan vatandaşların zarar görmemesi için azami gayret sarfettiği, bu olayların gelişim süreci içerisinde zorunlu olarak olayların yaşandığı mahallelerle sınırlı olmak üzere sokağa çıkma yasağı uygulanmak zorunda kalındığı, terör örgütünün elinde bulundurduğu ve kontrolü altında olan yayın organları ve kullanabildiği tüm basın yayın araçlarını alet olarak kullanmak suretiyle bu işgal eylemlerinin bir terör eylemi değil de güvenlik güçlerinin sivil vatandaşlara karşı sebepsiz öldürme ve imha eylemi olarak kamuoyuna anlatmaya çalıştığı, terör örgütünün ve yandaşlarının Türkiye ve dünya kamuoyuna, devlet güvenlik güçlerini saldırgan olarak gösterme eğiliminde olduğu, olayların gerçek müsebbibi olan teröristlerin görmezden gelinmesinin sağlanmasına çalışıldığı, terör örgütünün yandaşlarının bu hususta her türlü aracı kullandıkları,
Yukarıda bahsi geçen söz konusu show programına telefonla katılan sanık Ayşe Çelik’in programda yaptığı ve ayrıntısı iddianamede yazılı olan konuşmayı terör örgütünün terör amaçlı eylemlerinin kamuoyunun dikkatinden kaçırmak ve olayların tek sorumlusunun devlet güvenlik güçleri olduğunu anlatmak amacı taşıdığı, konuşmanın tamamı incelendiğinde sanık Ayşe Çelik’in terör örgütünün olayları kamuoyuna güvenlik güçlerini sorumlu tutar şekildeki anlatma yönündeki amacına hizmet eder nitelikte olduğu, sanığın üzerine atılı terör örgütü propagandası yapmak suçunu işlediği dosya kapsamıyla sabit olduğundan sanık Ayşe Çelik’in eylemine uyan 37l3 sayılı Yasanın 712,5237 sayılı TCK’nun 53 maddeleri gereğince cezalandırılmasına karar verilmesi,
Kamu adına talep ve mütalaa olunur dedi….. 01/03/2017

1-)  “Suçsuz olmak, en büyük iç huzurudur.”

2-) Fyodor Dostoyevski.

3-) Bkz: https://www.infolibertaire.net/linstit-ayse-celik-et-38-intellectuels-devant-le-juge/… http://kaosenlared.net/turquia-mas-violaciones-a-la-libertad-de-expresion-y-demas-derechos-humanos/… http://otrasvoceseneducacion.org/archivos/163686… https://krisikaikritiki.wordpress.com/2016/09/11… http://contralapropagandamediatica.blogspot.com/2016/09/turquia-mas-violaciones-la-libertad-de.html… http://www.lahaine.org/mundo.php/turquia-mas-violaciones-a-la… http://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2016/09/23/ayse-ogretmen-beyaz-showda-soylediklerimin-arkasindayim/… http://www.gundemnews.com/haber/6176/ayse-ogretmen-ve-ona-destek-verenlerin-davasi-basliyor… http://www.hurriyet.com.tr/kimseyi-ovmedim-40230128…

4-) Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davanın duruşmasında, yazar Temel Demirer’in savunmasına başladığı sırada mahkeme başkanı “Senin adın ne?” diye sordu. Avukatlar, “Sen” diye hitap edemezsiniz, “Biz de size ‘Sen’ diye mi hitap edelim” dedi. Başkan ise “Ben yargılanmıyorum” diye cevap verdi. Mahkeme başkanı bunun üzerine “Avukatlar her defasında bunu yapıyor” dedi.
Ardından söz alan Demirer, heyet başkanının üslubuna vurgu yaparak “Siz bana nasıl hitap ediyorsanız ben de size aynı şekilde hitap ediyorum,” dedi. Bunun üzerine mahkeme başkanı Demirer’in salondan çıkarılması için polis çağırdı. Avukatların tepki göstermesi üzerine polisler tekrardan salondan çıkarıldı. Söze tekrardan başlayan Demirer, AİHM içtihatlarına vurgu yaparak “15 dakika boyunca sözüm kesilmesin,” dedi.
Demirer, “Çocuklar ölmesin demek yerine çocuklar ölsün mü demeliydik” dedi. Terör tanımının net bir tanımının olmadığını ifade ederek, buradaki yargılama “çocuklar ölsün mü ölmesin mi?” üzerinden yapılmalı dedi (“… ‘Ayşe Öğretmen’ Davasının Tanığı Beyazıt Öztürk: Fark Edemediğim İçin Telefondan Ayşe İsimli Kişiyi Uzaklaştıramadık”, 30 Kasım 2016… http://t24.com.tr/haber/ayse-ogretmen-davasinin-tanigi-beyazit-ozturk-fark-edemedigim-icin-telefondan-ayse-isimli-kisiyi-uzaklastiramadik,374043).

5-) Ayn Rand, Atlas Silkindi, Çev: Belkıs Dişbudak, Plato Yay., 4. Baskı, 2010, s. 810.

6-) Ayn Rand, Hayatın Kaynağı, Çev: Belkıs Dişbudak Çorakçı, Plato Film Yay., 2. Baskı, 2010, s. 429.

7-) Ayn Rand, Atlas Silkindi, Çev: Belkıs Dişbudak, Plato Yay., 4. Baskı, 2010, s. 470.

😎 “Tarih boyunca, günümüze dek, şu ya da bu ölçütte yürürlükte kalmış olan yasalar, yalnızca sınıf egemenliğine ve sınıf sömürüsüne dayalı toplumsal ilişkileri korumuşlardır!” (Friedrich Engels-Karl Marx, Devlet ve Hukuk, Derleyen ve Çeviren: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2017, s. 75).

9-) Sami Selçuk, “Hukuk Devleti İlkesi”, Cumhuriyet, 28 Şubat 2017, s. 14.

10-) Ümit Kardaş, “Adil Yargılanma Hakkı”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2017, s. 14.

11-) Kemal Akkurt, “(Olmayan) Adalet ve Demokrasi Haftası”, Taraf, 30 Ocak 2016… http://www.taraf.com.tr/olmayan-adalet-ve-demokrasi-haftasi

12-) Serpil Kırkeser – Özden Atik, “Hikmet Çetinkaya ve Ceyda Karan İçin Garip Ceza İstemi”, Hürriyet, 10 Temmuz 2015, s. 23.

13-) ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’, “Suriye’de Savaşa Hayır” bildirisine imza atan 200’ü aşkın aydın, yazar ve sanatçıya “aydın müsveddesi”, “kuduruyorlar” diyen Erdoğan’a tepki gösterip, “Darbe lideri gibi konuşuyor. Bu sözleri biz söylesek evimizden götürürler,” dedi (“Aydınlar Ayakta: Darbe Lideri Gibi Konuştu”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2016, s. 6).

14-) Duygu Güvenç, “Venedik’ten Türkiye’ye İfade Özgürlüğü Uyarısı”, Cumhuriyet, 16 Mart 2016, s. 4.

15-) Kemal Göktaş, “Erdoğan da Düşünce Özgürlüğüne Sığındı”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2016… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/521506/Erdogan_da_dusunce_ozgurlugune_sigindi.html

16-) “Erdoğan’ın Avukatı Akademisyenlere Hakaret Davasında ‘Düşünce ve İfade Özgürlüğü’ Savunması Yaptı!”, 25 Nisan 2016… http://t24.com.tr/haber/cumhurbaskanierdoganaacilanhakaretdavasindaavukatiifadeozgurlugusavunmasiyapti,337668

17-) Ali Aslangül, “Avukatına Göre, Erdoğan’ın ‘Alçak Vatan Hainleri’ Sözü İfade Özgürlüğü, Ama ‘Suça Ortak Olmayacağız’ Bildirisi Suç!”, 13 Aralık 2016… http://t24.com.tr/haber/avukatina-gore-erdoganin-alcak-vatan-hainleri-sozu-ifade-ozgurlugu-ama-suca-ortak-olmayacagiz-bildirisi-suc,376611

18-) “Akademisyen Prof. Dr. Neşe Özgen, akademisyenlere yönelik sözleri nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan tazminat talebinde bulunarak şikâyetçi oldu. ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ başlıklı bildiriyi imzalayan 1128 akademisyen hakkında Erdoğan’ın ‘cahil’, ‘karanlık’, ‘alçak’ gibi ifadeler kullandığını hatırlatan Özgen, Erdoğan’ın sözlerinin gazetelerde tekrar tekrar verilerek akademisyenler hakkında birçok hakaret yayınlandığını kaydetti.
Bu yüzden akademisyenlerin insan haklarının açıkça zedelendiğini, düşünce, ifade ve yaşama haklarının tehdit altına girdiğini kaydeden Özgen, “Dahası bazı suç odakları ve çıkar çevrelerinde de akademisyenlerin akademik ve insan onuruna, niteliklerine ve mesleklerine hakaret etmede serbest oldukları, hatta Cumhurbaşkanlığı makamı tarafından korundukları izlenimi uyanmıştır” dedi.
Özgen’in verdiği dava dilekçesinde şu ifadelere yer verildi: “… ‘Alçak’, ‘zalim’, ‘kapkaranlık’, ‘cahil’, ‘tiksinti verici’, ‘vatan haini’, ‘lümpen’, ‘terör örgütünün maşası’, ‘ahlâksız’, ‘mandacı artığı’, ‘ruhu kirlenmiş’ gibi kişilik haklarımı ihlâl eden, akademik kimliğimi aşağılayan bu ibareleri, ifadeleri; Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı görevini benim adıma yürütmekte olan bir Cumhurbaşkanı’nın ağzından duymayı da kabullenmeyeceğim.” (“Akademisyen Özgen, Erdoğan’dan Şikâyetçi Oldu: Bu İfadeleri Kabul Etmeyeceğim”, 22 Nisan 2016… http://www.diken.com.tr/akademisyen-ozgen-erdogandan-sikayetci-oldu-bu-ifadeleri-kabul-etmeyecegim/).

19-) “Baskın Oran’ın Cumhurbaşkanı Hakkında Açtığı Dava Reddedildi”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2016, s. 6.

20-) Mesut Hasan Benli, “Savcıdan Hakaret İddiasına ‘Atatürk’ü Sevenleri İncitti’ Yanıtı”, Hürriyet, 17 Şubat 2016… http://www.hurriyet.com.tr/savcidan-hakaret-iddiasina-ataturku-sevenleri-incitti-yaniti-40056111

21-) Canan Coşkun, “Ölüm Tehdidinde Maddi Zarar Aradı”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2017, s. 10.

22-) “Agos Gazetesine ‘Bir Gece Ansızın Gelebiliriz’ Tehdidinde ‘Suç Unsuru’ Bulunmadı”, Cumhuriyet, 19 Kasım 2016, s. 6.

23-) “Selahattin Demirtaş’a Beş Ay Hapsin Gerekçesi: Suça Eğilimli Kişiliği Var”, Cumhuriyet, 14 Mart 2017, s. 5.

24-) AİHS 10. maddesi ifade özgürlüğüne ilişkin. Herkesin görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahip olduğunu düzenliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kuruluş yılı olan 1959’la 2015 arasında toplam 619 defa 10. maddenin ihlâl edildiğine karar vermiş. Bu kararların 258’i Türkiye hakkında. Bu da yaklaşık olarak tüm ihlâllerin yüzde 42’sine karşılık geliyor.
Bu veriler, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks’in geçtiğimiz günlerde açıklanan Türkiye raporunda yer alıyor… Muiznieks, ifade özgürlüğü konusundaki koşulların içinde bulunduğumuz dönemde 2011 raporunda belirtilenden daha olumsuz bir hâl aldığını değerlendiriyor. Resmi görevlilere ve onların politikalarına yönelen meşru eleştirilere karşı hâlihazırda var olan yüksek seviyeli hoşgörüsüzlüğün daha da artmış olduğuna dikkat çekmiş. Bu bağlamda OHAL sürecinin bu kötüye gidişi şiddetlendirdiğini vurgularken, alınan tedbirleri ise hukukun sadece ihlâli değil, inkârı olarak da nitelendiriyor.
Raporun 62- 64. paragrafları “… yetkililerin sertleşen tutumları neticesinde ifade özgürlüğünün hızla gerilediği bir alan” olarak tanımlıyor (Nilgün Tunçcan Ongan, “İfade Özgürlüğü”, Evrensel, 20 Şubat 2017, s. 6).

25-) “Deniz Naki’nin Beraat Gerekçesi Açıklandı”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2017, s. 10.

26-) Attila Aşut, “Hukukun Bittiği Yerdeyiz!”, Birgün, 5 Eylül 2016, s. 13.

27-) Şenal Sarıhan, “Adalet Kafdağı’nın Ardında…”, Birgün, 28 Haziran 2016, s. 9.

28-) Aydın Engin, “Dersimiz Hukuk, Sonra Guguk…”, Cumhuriyet, 30 Mart 2016, s. 10.

29-) Hüsnü Öndül, “Komiserin İfade Özgürlüğü Memorandumu”, Evrensel, 23 Şubat 2017, s. 7.

30-) Mustafa Karadağ, “OHAL Yargılamaları”, Birgün, 24 Ocak 2017, s. 6.

31-) Oral Çalışlar, “Komik Bir Yargılanma Öyküsü”, Posta, 3 Mayıs 2016… http://www.posta.com.tr/turkiye/YazarHaberDetay/Komik-bir-yargilanma-oykusu.htm?ArticleID=340725

İfade özgürlüğü vazgeçilemez, öncelikli değerdir

Mahkemenizde görülmekte olan 2016/139 esas dosya no.lu, kamuoyunda “Ayşe Öğretmen Davası” olarak bilinen davanın 1 Mart 2017 tarihli dördüncü celsesinde, savcılık makamı, hakkım(ız)da “Terör örgütü propagandası yapmak suçundan cezalandırılmaları talebiyle kamu davası açılmış ise de; bu sanıkların show programına telefonla katılıp konuşma yapan ve hakkında terör örgütü propagandası yapmak suçundan suç tarihi itibariyle soruşturma başlatılmış olan sanık Ayşe Çelik’in show programında geçen konuşmasının içeriğinin suç unsuru bulunmadığına inandıkları yönünde görüşlerini açıklamış olmalarından ibaret eylemlerinin müsnet suçun unsurlarını oluşturmadığı” gerekçesiyle üzerimize “atılı terör örgütü propagandası yapmak suçundan ayrı ayrı beraat” kararı verilmesi talebinde bulundu. Savcılık aynı mütalaada, “söz konusu show programına telefonla katılan sanık Ayşe Çelik’in programda yaptığı (…) konuşmayla terör örgütünün terör amaçlı eylemlerini kamuoyunun dikkatinden kaçırmak ve olayların tek sorumlusunun devlet güvenlik güçleri olduğunu anlatmak amacı taşıdığı, konuşmanın tamamı incelendiğinde sanık Ayşe Çelik’in terör örgütünün olayları kamuoyuna güvenlik güçlerini sorumlu tutar şekildeki anlatma yönündeki amacına hizmet eder nitelikte olduğu, sanığın üzerine atılı terör örgütü propagandası yapmak suçunu işlediği dosya kapsamıyla sabit olduğundan” Ayşe Çelik hakkında 37l3 sayılı Yasanın 7/2, 5237 sayılı TCK’nun 53. maddeleri gereğince cezalandırma karar verilmesi” talebinde bulundu.
Bu iki talep (bizlere beraat, Ayşe Öğretmen’e cezalandırma) yan yana konulduğunda, Savcılık makamının bizim eylemimizin içeriğini anlamadığı açıkça görülmektedir.
Kendi adıma, “Ayşe Öğretmen suçlu bulunacaksa, biz de aynı suça katılıyoruz” mealindeki, kendi hakkımızda suç duyurusunda bulunma eylemine katılma gerekçelerini, bu nedenle bir kez daha anlatmaya gereksinim duyuyorum.
Terörle Mücadele Yasası’nın 7/2. maddesi gereği -fiil basın-yayın yoluyla işlendiği için yarı oranında arttırılması kaydıyla- 1 ila 5 yıl cezalandırılması talep edilen Ayşe Öğretmen’in telefonla katıldığı Show TV programında neler söylediğini bir kez daha hatırlayalım. Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, 2016/55635 soruşturma, 2016/21186 esas, 2016/2498 iddianame no.lu iddianamesinden aynen aktarıyorum:
“…Ayşe Çelik: Teşekkür ederim sağ olun, yalnız müsaadenizle ben çok kısa konuşmak istiyorum./ Beyaz: Tabi./ Ayşe Çelik: Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda neler olup bittiğinin farkında mısınız? Burda doğmamış çocuklar, anneler insanlar öldürülüyor. Sanatçı olarak, insan olarak bir şekilde sizde yaşananlara sessiz kalmamalısınız ve bir şekilde dur demelisiniz. Ayrıca bir şey daha söylemek istiyorum, ölen çocuklara sevinen zavallı insanlar var. Ben o insanlara daha doğrusu biz o insanlara hiçbir şey söyleyemiyoruz, yazıklar olsun demekten başka./ Beyaz: Doğru./ Ayşe Çelik: Bir şey daha demek istiyorum, kusura bakmayın. Ben öğretmenim, öğrencilerini terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum. Bir daha oralara nasıl dönecekler, o güzel, masum, tertemiz yürekli çocukların yüzüne, gözlerinin içine nasıl bakacaklar. Ben konuşamıyorum, gerçekten burada yaşananları ekranlarda, medyada her şey çok farklı aktarılıyor, yani gerçekten konuşamıyorum, sessiz kalmayın insan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşım, görün, duyun artık bizi, el verin. Yazık insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın söyleyeceklerim bu kadar. Çok teşekkür ediyorum./ Beyaz: Ayşe Hanım. Bir alkış alalım Ayşe Hanıma./ Ayşe Çelik: Aslında çok şey söylemek istiyorum. Duygu yoğunluğundan dolayı hiçbir şey söyleyemiyorum./ Beyaz: (Alkışlardan dolayı) Pardon, duyamıyorum pardon./ Ayşe Çelik: Sizde fark ediyorsunuz, sesim titriyor./ Beyaz: Farkındayız./ Ayşe Çelik: Bomba seslerinden, kurşun seslerinden, insanlar susuzlukla açlıkla mücadele ediyor. Özellikle yani bebekler, çocuklar. Lütfen siz de duyarlı olun sessiz kalmayın rica ediyorum, lütfen./ Beyaz: Çok çok teşekkür ediyoruz, Ayşe Hanım. Öncelikle./ Ayşe Çelik: Ben çok teşekkür ederim, beni bağladığınız için./ Beyaz: Rica ederiz, rica ederiz, ne demek./ Ayşe Çelik: Bir nebze de olsa sesimizi buradan duyurabildiysek ne mutlu bize./ Beyaz: Çok iyi yaptınız, çok teşekkür ediyoruz. Hassasiyetiniz için de ayrıca size çok teşekkür ediyoruz gerçekten de elimizden geldiğince de duyurabileceğimiz yerlerden biz de elimizden geleni yapmaya gayret ediyoruz. Emin olun. Ama bu söyledikleriniz bir kere daha bize ders oldu. Daha da fazla yapmaya gayret edeceğiz. Burdan ordaki herkese selam olsun. İnşallah en kısa zamanda bütün o söylediğiniz barış dilekleri bizim için de geçerli biz de diliyoruz. En kısa zamanda bütün bunlar çözülsün istiyoruz. Çok teşekkür ediyoruz. Ayşe Hanım./ Ayşe Çelik: Ben teşekkür ediyorum. İyi akşamlar/ Beyaz: Sağ olun elinize yüreklerinize sağlık. Teşekkür ederiz. Biz devam edelim peki kaldığımız yerden, Ayşe Hanım’a çok çok teşekkür ederim, saf olsun. Bütün bunların bir şekilde konuşuluyor olması da lazım yeri zamanı neresi olursa olsun, bazı şeylerin dile getiriliyor olması lazım. Bugün Ayşe Hanım, yarın başka birisi başka bir yerlerde başka programlarda, sesinin titremesi bile bence bir alkışı daha hak ediyor…”
Dikkat: Ayşe Çelik konuşmasında “Türkiye’nin doğusunda, Güneydoğusunda doğmamış insanlar, çocuklar öldürülüyor; duyarsız kalmayın” diyor; kurduğu cümlenin öznesi belirsiz. Herhangi bir kişi, örgüt ya da kuruma suçlama yöneltmiyor. Savcılık makamının mütalaasındaki “terör örgütünün terör amaçlı eylemlerini kamuoyunun dikkatinden kaçırmak ve olayların tek sorumlusunun devlet güvenlik güçleri olduğunu anlatmak” iddiasını nereden çıkardığını, neye dayandırdığını anlamak zor.
Daha da vahimi: Ayşe Öğretmen’in cezalandırılması istenirken, canlı yayında Ayşe Öğretmen’i onaylayan, ona teşekkür eden, destek olan, alkışlatan, sözlerinden ders alınması gerektiğini vurgulayan sunucu ve programın yapımcısı hakkında “kovuşturmaya gerek olmadığı” kararı alınıyor! Bu “niyet okuma”, yasa maddesinin kişiye göre uygulanması değil de nedir?
Ayşe Öğretmen’in “suç”una katıldığımı bildiren suç duyurusunu tam da bu nedenle imzaladım. Ayşe Öğretmen, programdaki konuşmasında herkesin bildiği ve/fakat görmezden geldiği bir yaraya işaret ediyordu: Güneydoğu’da suçsuz, sivil insanların, kadın-çocuk demeden öldürülmekte olduğu, bu ölümlerin durdurulması için bir şeyler yapılması gerektiği.
Ayşe Öğretmen yalan mı söylüyordu?
Programın yayınladığı tarihlerde (8 Ocak 2016) “Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusu”nda güvenlik güçlerinin PKK’ya karşı yürüttüğü operasyonlar çerçevesindeki çatışmalar sonucu, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017 tarihli raporuna göre,[2] Temmuz 2015-Aralık 2016 arasında 800’ü güvenlik görevlisi, 1200’ü ise yerel halktan olmak üzere 2000 kişi yaşamını yitirmiştir. Raporda yerel halktan ölenlerin kaçının “devlete karşı şiddet içeren ya da içermeyen eylemlere karıştığının bilinmediği” kaydedilmekte; “2015 Temmuz-2016 Ağustos arasındaki 13 aylık süreçte yüzlerce insanın kanuna aykırı şekilde öldürülme iddialarına ilişkin tek bir soruşturmanın bile başlatılmamış” olmasının “Güneydoğu Türkiye’de insan haklarının korunmasının (…) kesin bir şekilde askıya alındığı”nı gösterdiği, sivil toplum örgütlerinin, 6722 sayılı yasa ve benzerleri ile güvenlik güçlerine sistematik bir şekilde her türlü cezadan muafiyet sağlandığı görüşünde olduğu belirtilmektedir.
Resmî açıklamalarda Temmuz 2015-Aralık 2016 arasında Türkiye’nin güneydoğusunda meydana gelen olaylarda gerçekleşen güvenlik güçleri dışındaki tüm can kayıpları, “PKK’lı” ve/veya PKK destekçisi olarak geçmektedir.[3] Buna karşılık, gerek bölgedeki görgü tanıkları, gerekse tarafsız kaynaklar, müdahalelerin zecrîliği nedeniyle sayısı belli olmayacak şekilde, bir kısmı çocuk olmak üzere sivil can kayıplarına işaret etmektedir.[4] Bu “zecrîlik” BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Raporu’na da şu satırlarla yansımaktadır:
“Ocak ayının sonlarında ve 2016 Şubat ayının başında Cizre ilçesinde, binaların bodrumlarında sıkışan erkekler, kadınlar ve çocuklar güvenlik güçleri tarafından bombardımana tutulmuştur. OHCHR’nin görüştüğü Cizre mağdurlarının aile üyeleri ve tanıklar, çoğunlukla güvenlik operasyonlarından kaçan yersiz 189 kadar kişinin, yılın en soğuk aylarında su, gıda, tıbbi bakım olmadan bodrumlarda haftalarca sıkıştırıldığı mahallelerin toptan imhasına ilişkin bir kıyamet resmi çizmiştir. Bodrumlarda sıkışan mağdurların bir kısmı, bombardımandan kurtulmak için STK’lar ve milletvekilleri ile cep telefonu üzerinden yaptıkları görüşmelerde dünya toplumuna yalvaran çağrılar yapmıştır. Cizre’de öldürülen mağdurların ailelerinin ve birçok STK’nın da aktardığına göre, sayısı belirlenemeyen kişilerin cesetleri tamamen ya da kısmen bombardıman ateşi sonucu imha edilmiş ve ardından hızla olay yeri yıkılmıştır. Binaların hemen yıkılması kanıtları yok etmiş ve bu nedenle cenazelerin teşhisi büyük ölçüde engellenmiştir. Dahası, aşırı güç kullanımı, ağır silahlara başvurma ve sonuçta ölümlerin yaşandığı koşullar hakkında soruşturma başlatmak yerine, yerel makamlar öldürülen kişileri terör örgütlerine katılmakla suçlamış ve bu kişilerin aile üyelerini etkileyen baskıcı önlemler almıştır.”
Özetle: Temmuz 2015-Aralık 2016 arasında “bu ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sunda” çocuk, yaşlı demeden binlerce kişinin yaşamına mal olan, mahallelerin, kentlerin yıkılmasına, yok olmasına, onbinlerce insanın tüm varlıklarını yitirip yaşadığı yerleri terk ederek göçmesine yol açan “bir şeyler” oldu. Ve öyle gözüküyor ki iktidar (ve savcılık makamı) olan biteni kendi “resmî yorum”u dışında yorumlanmasını, “ne olup bittiğini” tartışmamızı istemiyor. Olan bitene işaret edenleri, bu konuya dikkat çekmek isteyenleri “terör propagandası” yapmakla suçluyor.
Ama bu yapılırken, “failler” arasında da ayırımcılık yapılıyor: Örneğin, mevcut dosyada, Ayşe Öğretmen’i programına kabul eden, konuşmasına onay veren, onu alkışlatan sunucu, onu alkışlayan izleyiciler kovuşturma dışı tutuluyor; ‘Ayşe Öğretmen’in söyledikleri suç ise, biz de bu suça katılıyoruz’ diyen bizler hakkında dava açılmakla birlikte, savcılık makamı tarafından “konuşmanın içeriğinde suç unsuru bulunmadığına inandıkları yönünde görüşlerini açıklamış olmalarından ibaret eylemlerinin müsnet suçun unsurlarını oluşturmadığı” gerekçesiyle beraat talep ediliyor; buna karşılık Ayşe Öğretmen’in terör örgütü propagandası” yaptığı belirtilip, bunun için de cezalandırılması talep ediliyor.
Bu üç edimin (Ayşe Çelik’in konuşması, sunucu tarafından konuşmanın onaylanması/alkışlatılması, kendimiz hakkında, bu konuşmada suç unsuru varsa bu “suç”a katıldığımızı bildirir suç duyurusunda bulunmamız) hangisinin “suç” olup, hangisinin olmadığını savcılık makamı hangi kriterlere göre tayin ediyor? Ya da şöyle ifade edeyim: Savcılık makamının “Ayşe Öğretmen’in söylediklerinde suç unsuru bulunduğu” kanaatini, “Ayşe Öğretmen’in söylediklerinde suç unsuru bulunmadığını düşünmek”ten beraat istediği bizim kanaatimizden daha geçerli kılan nedir?
Bir parantez açarak vurgulayayım: Ayşe Öğretmen burada bir “özne”den çok bir motiftir. Bu ülkede her yıl yüzlerce, binlerce kişi, devletin resmî görüşünden farklı görüş ve düşünceleri ifade ettikleri için “terör örgütü propagandası” gibi suçlamalarla yargılanmakta ve çoğunlukla da mahkûm edilmektedir.
Yurttaşların devletten, daha doğru bir deyişle, iktidar mevkiinde olanlardan farklı düşünme hakkının inkâr edildiği durumlarda, düşünce ve ifade özgürlüğü vazgeçilemezdir. Öncelikli ve acil bir değerdir. Bu özgürlüğün “ama”sız, “fakat”sız savunulması, bağımsız düşünen tüm aydınlar açısından bir “etik duruş” sorunu hâlini alır.
“Düşünce ve ifade özgürlüğü” benim için de, etik duruşumla doğrudan ilintili bir sorundur. Bugüne dek pek çok kez, hem iktidar sahiplerinden ve onların “resmî görüş”lerinden farklı düşündüğüm, hem de “resmî görüş”ten farklı düşünenlerin haklarını savunduğum için yargılandım.
Bugün, buradaki talebim gayet açıktır: Ayşe Öğretmen eğer “suçlu” ise, onunla aynı “suç”u işlediğimi beyan ediyorum.
Tekrar ediyorum, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Raporu’nda da belirtildiği gibi, bu ülkenin doğusu ve güneydoğusunda yaşlılar ve çocukların da dahil olduğu sivil halktan insanlar öldürüldü, mahalleler yıkıldı. Bu ölümler ve yıkımlar kamuoyunda (“terör örgütü propagandası” suçlaması ve kovuşturmasına maruz kalmadan) tartışılabilmeli ve “bağımsız ve tarafsız” yargı önüne getirilmelidir. Yakınlarını, evlerini, mahallelerini yitiren sivil halkın yaraları, onları TOKİ marifetiyle başka bölgelere taşıyarak değil, ancak böyle sarılabilir.
Bunları dile getirmek, bu taleplerde bulunmak, Kürt olsun-olmasın, yurttaşların “terör örgütü yandaşı” olarak damgalanmalarına, kovuşturulmalarına, cezalandırılmalarına neden olmamalı.
“Audi alteram partem/ Öteki yanı da dinle” vurgusuyla kendi adıma, hakkım(ız)daki suç duyurusunu “resmî görüşün dışındaki her düşünce ve görüşü suç sayma” yolundaki devlet teamülünün sorunlarımızı sağlıklı biçimde tartışma zeminimizi ortadan kaldırarak bu toplumu yıllardır zehirlediğini, kötürümleştirdiğini düşündüğüm için imzaladım.
Bu edim tarafınızdan bir “suç” olarak nitelenecekse, bu “suç”u bilerek, isteyerek işliyorum. Bu nedenle, savcılık makamının Ayşe Çelik dışında yargılananlara yönelik “beraat” talebine katılmıyorum… Talebim, Ayşe Öğretmen ile birlikte hepimizin aklanmasıdır. “Beraat” kararı, ancak bu durumda bu ülkede sahici bir özgürleşmenin önünü açacaktır.
Saygılarımla. o
5 Nisan 2017, Ankara.

 

Dipnotlar

1-) “Ne kadar insan, o kadar fikir.”

2-) Bkz. EK 1: “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Güneydoğu Türkiye’de İnsan Hakları Durumu Raporu (Temmuz 2015’ten Aralık 2016’ya Kadar)”

3-)  “Askeri kaynaklardan alınan bilgilere göre (…) 24 Temmuz 2015- 23 Mayıs 2016 tarihleri arasında ise yurtiçinde 2 bin 583 PKK’lı terörist öldürüldü, 109 PKK’lı yaralı olarak yakalandı, 731 PKK’lı terörist yakalandı, 214 PKK’lı terörist ise teslim oldu. Yurt içinde etkisiz hâle getirilen PKK’lı terörist sayısının 3 bin 637 olduğu belirtildi.” (Milliyet, 23 Mayıs 2016… http://www.milliyet.com.tr/tsk-7-bin-78-terorist-olduruldu-gundem-2250378/).
“Operasyonların başladığı geçen yılın (2015) temmuz ayından bugüne kadar (Mart 2016) 215’i asker, 133’ü polis, 7’si korucu olmak üzere 355 şehit verildiğini ifade eden Erdoğan, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Hamd olsun, şehitlerimizin kanını yerde bırakmıyoruz. Aynı dönemde, yurt içi ve yurt dışında toplam ölü, yaralı, yakalama olarak 5 bin 359 terörist etkisiz hâle getirildi.” (“Kaç PKK’lı Öldürüldü Kaç Şehit Verdik 265 Günlük Bilanço!”, 28 Mart 2016… http://www.internethaber.com/kac-pkkli-olduruldu-kac-sehit-verdik-265-gunluk-bilanco-1579254h.htm).

4-)  Nitekim, CNN Türk, 7 Haziran 2016 Tarihli, “7 Haziran’dan 7 Haziran’a Ne Oldu” başlıklı haber dosyasında, Cizre, Sur, Nusaybin, Yüksekova’da düzenlenen operasyonlarda “sivil can kayıpları”ndan söz etmekte. (http://www.cnnturk.com/turkiye/7-hazirandan-7-hazirana-1-yilda-neler-oldu?page=1) İnternet Haber’in belirtilen web sayfasında ise 11’i çocuk olmak üzere 285 sivil ölümünden söz edilmekte. (“Kaç PKK’lı öldürüldü, kaç şehit verdik: 265 günlük bilanço!”, http://www.internethaber.com/kac-pkkli-olduruldu-kac-sehit-verdik-265-gunluk-bilanco-1579254h.htm).

“Yeni” Türkiye; içeride ve dışarıda saldırganlık

Anayasa referandumundan, gerçekte “hayır”, ama sonuçta “evet” çıkması durumu, aslında bu “yeni Türkiye” manzarasına son derece uygundur. Binali Yıldırım, son başbakandır ve Damat Berat’tan daha “cin”dir. Her ne kadar Binali, eşini, Samsun’da bir lokantada ayrı masada tek başına yemek yemeye mahkûm etmiş ise de, Damat Berat’a göre, daha cin olmakla kalmıyor, ondan daha centilmen, eşine iyi davranan birisi olduğu da anlaşılıyor. Eş baskısının nispî azlığı, Binali’yi rahat konuşmaya itiyor.
Son Başbakan, iki önemli şey söyledi (görüldüğü gibi hem Damat Berat’ı, hem de Saray oğlanı Jöleli’yi geride bıraktı. İbrahim Kalın da avucunu yalasın, Mehmet Uçum ile sosyal teoriler konusunda masalımsı sohbetlere dalsın. Bu arada Son Başbakan “cin” Ali, konuşuyor): İlki, AİHM, “millet iradesinin” sonuçlarını yargılayamaz. Binali, işte ticari kurnazlığı böyle gösteriyor. Aslında AİHM veya herhangi hukuka bağlı bir organ, seçimlerde hile olup olmadığını yargılar ve tersine, hile varsa, “milli iradenin” tecellisini gerçekleştirmiş olur. Ama Binali, üstün ticari zekâsını kullanarak, olayların yerlerini değiştiriyor. Çünkü eğer hile varsa zaten “milli irade” hileli olarak engellenmiş demektir. YSK, gerçekte bunu yapanlara alet olmuş demektir. İşte ilk önemli sözü budur.
Ama Binali, daha önemli bir şey daha söyledi, dedi ki, “diktatörlük olsa, evet oranını biz verirdik.” Veciz bir sözdür. Zaten öyle yapmışlardır, sonucu, evet oranını kendileri vermiştir. Demek istiyor ki, Son Başbakan, bu oranı mesela %70 verirdik, iş olur biterdi. Bu görüşe katılıyoruz. Bundan sonra “baş bakmayacak olan” Başbakan Binali Yıldırım, yanına Damat Berat’ı alarak (eşi hanımefendiyi Sümeyye eşliğinde yemeğe göndererek), aileyi bir araya toplamalı ve bundan böyle, boşuna seçim masrafı yapılmamalı, seçim için harcanacak paralar ile üçüncü köprü borçları ve tünel için ödenmesi gereken borçlar ödenmelidir. Böylece, ülkemiz daha da iyi kalkınır. Koskoca Çoban, bu milletin ne istediğini bilmez mi? Muktedirdir ve mutlaka bilir. Hira mağarasında yaşanan mucizelerin örneklerini sunan Erdoğan’dan daha iyi şekilde, iyi ve kötüyü, gerekli ve gereksizi ayırt edebilecek bir kişi var mıdır? Yanıt; yoktur. Öyle ise, bundan böyle, herhangi bir konuda önceden oran verilmelidir. Neden bu diktatörlük olsun? Enflasyonun bir hedefi var da, neden referandum ve seçimlerin önceden belli sonuçları olmasın. Bu bizi daha hızlı, daha atak yapar ve ülkemiz daha iyi kalkınır.
İşte size “yeni” Türkiye.
Her şeyi ile oturuyor.
“Yeni Türkiye”nin başında yer alan muktedir, bundan böyle daha da saldırganlaşacaktır.
“Yeni Türkiye”, içeride ve dışarıda saldırganlık demek olacaktır.
İçeride, mesela hemen bir referandum konusu var; idam gelsin mi gelmesin mi? İşte, Erdoğan, yaratan tarafından Hira mağarasındaki misali geride bırakacak bir güzellikle 15 Temmuz gecesi korunmuş olan kişi olduğundan, hakkı var ve hemen %80 oran ile idam istenmektedir demelidir. Hem sonra, biz bunu ondan daha iyi mi bileceğiz? 16 Nisan Referadumunda “hayır” oyları %60’ların üzerinde çıktı, ama sonuç ne? İşte size sandıklara gerek olmadığına dair taş gibi bir kanıt!
“Yeni Türkiye”, içeride saldırganlaşacaktır.
Bu saldırganlık, öncelikle, Kürt devrimini, devlet tarafından düşman göründüğü için tüm halkları hedef alacaktır. Ve aynı zamanda, içeride işçi sınıfına, iki açıdan saldırı gelecektir. İlkin, işçi sınıfının devrimcileşmesi, örgütlenmesi, mücadelesine karşı bir saldırı gelecek ve ikincisi, işçi sınıfının daha yoğun sömürüsü için bir baskı gelecektir.
İşçiler daha yoğun sömürülecek, sosyal hakları tırpanlanacak, iş cinayetleri artacak, insanlık dışı çalışma koşulları ile çalışmak daha fazla köleleşmeye yaklaşacaktır. Özelleştirmeler, ek vergiler, hepsi, ülkenin daha fazla yağma edilmesi demektir. Ve bunu yapmaları demek, işçi ve emekçilerin daha yoğun sömürüsünü sağlamaları demektir. Bakan Mehmet Şimşek, “demokrasi demek, kâr oranının az olmasına razı olmak demektir” anlamına gelen veciz sözleri, işadamlarına boşuna söylemiyor. Kârlar artacaksa, işçilerin çalışma koşulları ağırlaştırılacak demektir.
Tüm bunlar, içeride saldırganlığın daha da artacağı anlamına gelmektedir.
Elbette, Çobanlık sistemi ile “Yeni Türkiye”nin ilk aylarında, farklı söylemler geliştirilerek, desteğin artırılması sağlanacak. Bu yolla, hava biraz yumuşatılacak, ama aynı anda yeni saldırılar gündeme getirilecektir.
“Yeni Türkiye”, dışarıda da saldırgan olacaktır.
Kürt devrimine saldırı, TC devletinin eskisi ile yenisi ile devletin, her zaman en hevesli olduğu iştir. Bu nedenle bu alanda saldırıyı artıracaklardır.
Erdoğan, yeni konumu ile, efendisi ABD’nin yeni liderinin karşısına çıkacak. Elinde birkaç konu olacak. Biri YPG ve genel olarak Kürt meselesidir. Burada Barzani çizgisini savunacak. Bu nedenle, TC ordusu, referandumun ardından, hemen Rojava ve Sincar’a saldırıyor. Muktedir, bu konuyu, Trump ile görüşeceği masaya koymak istiyor. Buradan geri adım atma karşılığında, mesela Rıza Sarraf Dosyası’nı kapatın, diyecektir. Tıpkı Halk Bankası Müdür Yardımcısı gibi bir gün Erdoğan, ABD ziyareti sırasında gözaltına alınabilir. Sarraf dosyası buna müsaittir. “Bırak kardeşim Sarraf’ı, ne istersen yaparım efendi”, gündemin ana maddesi olsun istemektedir.
Erdoğan’ı Çobanlık sistemi kesmez.
Bu yeni durum, Erdoğan’ı kesmez.
Bu yeni durum, Saray Rejimi için yeterli değildir
Eğer Erdoğan, Çobanlık sisteminden sonra bir an için bile durur ve saldırganlığı düşürürse, kendine destek veren, tahminen %30-35’lik kitleyi hızla kaybeder. Bu nedenle, Erdoğan’ı bu durum, “Yeni Türkiye” kesmez.
Peki ona ne lazım?
Hira mağarasını örnek verişine bakarsanız, kendini Allah tarafından seçilmiş, görevlendirilmiş, hikmetli kişi olarak gördüğü sonucu çıkıyor ki, buna göre yeni hedef halifeliktir.
Bu ABD emperyalizminin işine çok da gelir. Halifelik tartışması, tüm İslam’ı kontrol edebilme olanağı demektir. Tutarsa tabii.
Erdoğan mı halife olacak, yoksa Suudi prenslerinden biri mi, yoksa IŞİD’in başındaki mi? Bu bir sorudur ve yanıtı, İslam’ın içindeki mezhepler arasındaki kavganın daha ileri çıkacağını gösterdiği gibi, “Sünni” cephe içinde de büyük savaşların devreye gireceğini göstermektedir.
Ama olsun, Erdoğan, artık duramaz. Daha da ileri gitmesi gerekir. Acaba, Erdoğan, 28 Nisan 2017 günü, Bakanlar Kurulu kararı ile, Hikmetyar’ın malvarlığının dondurulmuş olması kararını kaldırması, Hikmetyar’ın terörist listesinden çıkarılması hamlesini, halifeliğe giden bir adım olarak mı atmaktadır? Hikmetyar, Erdoğan’ın dizinin dibinde fotoğraf çektirdiği, Hizb-i İslamî’nin lideridir. Erdoğan bu yolla, acaba halifelik yarışı için, Hikmetyar’ın ve onun mali gücünün desteğini mi almak istiyor?
Hem içeride hem dışarıda saldırganlık artarken, aynı zamanda belli güçlerle son derece pragmatik ittifak denemeleri de yapılacaktır. Hikmetyar bir örnektir, Trump ile görüşme hazırlıkları da.
Bu arada, içeride, iş dünyasının desteğini alma girişimleri de Saray Rejimi için önemlidir. Saray Rejimi, kendini gizlemeden, bu konuda adımlar atacaktır.
Hem, bu durum, Mehmet Şimşek tarafından veciz biçimde özetlenmiştir: Demokrasinin olduğu yerlerde kârlılıklar küçük olur. İşte Mehmet Şimşek, durumu net olarak özetliyor. Demek ki, “Yeni Türkiye”, sermayenin kârlılık oranlarının yükseleceği bir ülke olacak. Mehmet Şimşek, bu yolla, tüm işverenlere, tüm kapitalistlere, bizim yanımızda durun mesajını vermektedir. Demek ki, ülkenin tekelleri için “Yeni Türkiye” bir sorun değildir.
Türkiye, sonuçta ABD’nin bir eyaleti gibidir ve böyle de yönetilmektedir. ABD için, Erdoğan’ın Ortadoğu’da geliştireceği saldırganlık ve işgal politikaları, olumlu ve teşvik edilesidir.
ABD, bir yandan Rojava’ya destek verdiğini söylemektedir. Ama aynı zamanda TC ordusunun saldırılarına da izin vermektedir. ABD, tavşana kaç, tazıya tut politikasını iyi oynar. Burada da aynı süreci devam ettiriyor. ABD, yeni ABD lideri ile yeni konumu altında Erdoğan’ın hazırlandığı pazarlıkta, Türkiye’den daha saldırgan bir tutum da talep edecektir. Sarraf dosyası yerine, Türkiye’nin İran’a ve Suriye’ye saldırılarını talep edecektir. Bu taleplerin gerçeklik kazandığı oranda Kürtlere karşı saldırılara da göz yumacaktır. ABD’nin Rakka planları, bu işin sadece önde duran bölümüdür.
Son Rojava ve Şengal saldırısı, TC devletinin saldırgan ve işgalci politikalarını açıkça, bir kere daha açıkça, ortaya koymaktadır. Hem de, bu politika, aynı zamanda TC devletinin ABD tarafından tetikçi olarak kullanılma isteğinin açık kanıtıdır.
“Yeni Türkiye”, Ortadoğu’da daha büyük bir saldırganlık demektir. Bu ise, en başta Kürt halkına karşı açık bir savaş demektir. TC devletinin El Nusra gruplarına verdiği desteğin, aynı zamanda Kürtlere karşı savaş açısından da ele alınması gerekir. El Nusra, esas olarak, Suriye’deki Kürtlere saldırmaktadır. Barzani de bu sürecin bir parçasıdır. ABD, bu süreci gerçekte planlayandır. Ankara’da, Saray’da, Genelkurmay’da hiçbir plan, ABD’den bağımsız gerçekleşmez. ABD, buna görünüşte karşı çıkmakta, gerçekte ise, sadece Erdoğan-Trump görüşmesine hazırlık yapmamaktadır, bunun kadar, Kürtlere, “gelin bana teslim olun” demeye çalışmaktadır.
Kuşku yok ki, Kürt halkı, ABD rejimini bilir ve kendi önlemlerini almayı da başarır. Ama mesele sadece Trump-Erdoğan görüşmesi öncesinde tarafların gündem oluşturma çabası değildir. Mesele aynı zamanda Kobanê-Sincar bölgesinde halkın ABD korumasına sığınmasını teşvik etmektir de.
Gerçekte Rakka operasyonunu fazla abartmak, durumu doğru analiz etmek açısından riskler içerir. Yeni ABD yönetiminin nerede ne yapacağı belli değildir. Dünya çapında gelişen savaş ve gerilim, yeni ABD başkanının iktidara gelirken söyledikleri ile uyumlu değildir. Hem Kore yarımadasında yaşananlar, hem Ortadoğu’da yaşananlar bunun açık göstergesidir. ABD bu saldırganlığı daha tırmandıracaksa, Erdoğan’ın Saray Rejimini kullanması mümkündür. Bu da TC’nin ve Saray’ın zaten istediği bir durum demektir. ABD bölgede özellikle Suriye ve İran üzerine saldırgan bir politikayı, Erdoğan eli ile devreye sokmak isteyecektir. Bu da halifelik hedeflerine gayet uygun ortam yaratacaktır.
Kuşku yok ki, biz devrimciler, bu gelişmeleri yorumladığımız, anlamaya çalıştığımız kadar, net politikalar da ortaya koymalıyız.
Biz, açık olarak Türkiye’nin Suriye topraklarındaki varlığını, nedeni ne olursa olsun, işgal, saldırganlık ve yayılmacılık olarak görüyoruz. Bu politika, hem Ortadoğu’da süren emperyalist yağma savaşından pay alma girişimidir, hem de ülke içinde süren yağma sürecini derinleştirmek için bir olanaktır. Saray, TC devleti, tüm burjuvalar adına, bu yağmadan pay almak için saldırganlaşmaktadır, ABD’nin tetikçisi rolünü oynamaktadır.
Türkiye, acilen kendi sınırlarına çekilmelidir. Hiçbir halka, hiçbir ülkeye karşı saldırgan bir tutum almamalıdır.
Ama bu istekler yeterli değildir. Halkların anti-emperyalist mücadelesini yükseltmek, savaşı önlemenin, barışı sağlamanın, özgürleşmenin tek yoludur. Bunu, halkların örgütlülükleri yapabilir. Bu nedenle, her halkın örgütlülüğü, büyük bir değer, büyük bir olanak ve güçtür.
Halklar arasında dostluk, emperyalizme karşı ortak mücadele geliştirilmelidir. Bu emperyalizme karşı mücadele, bölgede bulunan emperyalist güçlerin kuklası devletlere karşı mücadeleyi de içerir.
İçeride ve dışarıda saldırganlığa karşı mücadele, ancak bu mücadele, Saray Rejimi’ni durdurabilir. o

Ortadoğu’nun paylaşımı ve İslam

Ama 1400 yıllık tarihi boyunca, İslam, hiç bu kadar acımasızca, hiç bu kadar pervasızca, hiç bu kadar vahşice kullanılmamıştır. Elbette son 10 yıldan, 15 yıldan söz ediyoruz.
Tüm soğuk savaş dönemi boyunca İslam dini, Sovyetler’in etrafını “yeşil kuşak” ile sarmak için, emperyalist merkezlerin, başta ABD olmak üzere NATO’nun elinde anti-komünizmin savaş aracı hâline getirilmiştir.
Ama son 10 yıllık sürede olduğu kadar İslam, emperyalist merkezlerin açık kuklası, emperyalist merkezlere uşaklık yapanların oyuncağı hâline gelmemiştir.
IŞİD, ılımlı İslam projesi çerçevesinde Gülen-Erdoğan hareketi, Vahabi saldırganlığı vb. bu son 10 yıllık tarihin acımasızca, sınırsızca, rezilce dinin kullanımının örnekleridir.
Bir an duralım ve söyleyeceklerimizin doğru anlaşılabilmesi için, durumu özetleyelim.
Artık dünyada SSCB yok. Bu pek çok emperyalist odak için, örneğin ABD için, dünyanın egemeni, tek hükümdarı olmak için bir fırsat olarak ilan edilmiş, tüm dünyaya duyurulmuş bir konudur. Bizim ülkemizin egemenleri, tetikçisi olmaktan gurur duydukları emperyalist efendilerinin bu ilanını çoktan duymuş olmalı idiler. Ama onlar hâlâ, anti-komünizm ile, soğuk savaş dönemi politikaları ile, bölgede ve ülkemizin içinde halklara düşmanlıkları ile yaşam bulmaya çalışıyorlar.
SSCB’nin çözülmüş olması, dünyada komünizme korkuyu azaltmış mıdır? Öyle olmalıdır ama bizim bölgemizin egemenleri, hâlâ eski format içinde hareket etmektedir.
SSCB çözülünce, aynı zamanda, emperyalist ülkeler arasında var olan “zorunlu” birliktelik de dağılmaya, emperyalist güçler arasında dünyayı bölüşme savaşı öne çıkmaya, eskiden de var olan ama komünizm korkusu ile bastırılan çelişkiler su üstüne çıkmaya başlamıştır. Böylece, bugün, dünya, yeni bir paylaşım savaşımının içindedir.
Bu yeni paylaşım savaşımının odak noktalarından birisi, Ortadoğu’dur.
Öyle eski hâli ile Ortadoğu değil, daha büyütülmüş hali ile Ortadoğu’dur. Yugoslavya’nın dağıtılması, Yemen’deki savaş, Irak, Libya işgalleri, Arap Baharı’nın planlanmış bölümü, Kafkaslar’daki savaşlar, hepsi bu resmin içindedir.
İşte bu paylaşım savaşımının odak noktalarından biri olan bölgemizde, İslam, başta ABD olmak üzere, İngiltere ve İsrail dahil birçok gücün kullandığı bir araç hâline gelmiştir.
Radikal İslam, Afganistan’dan başlayarak SSCB’nin etrafında bir yeşil kuşak olarak geliştirildi. Taliban, daha sonra, SSCB çözülmüş olduğu hâlde, ABD’nin elinde, bu kez başka ülkelerde başka isimlerle oyuncak olmaya, alet olmaya devam etti. ABD, radikal İslam’ı hem kullandı, hem de onu düşman ilan etti. İkizkuleler saldırısının ardından, “dünyanın imparatoru” olma iddiası ile Afganistan, Irak işgallerini başlattı. Böylece radikal İslam’ı, yeni düşman ilan etti. Komünizm düşman iken, NATO eli ile dünyayı yönetmek daha kolay idi. Bu kez bu kolaylığı yeni düşman “radikal İslam” eli ile yapmaya çalıştılar.
Ama aynı zamanda, siyasallaşmış olan İslam’ın, soft versiyonunu ya da ılımlı İslam’ı da devreye soktular. Gülen hareketi, gerçekte 1995’ten başlayarak devreye sokulmuş, Türkiye’de komünizme karşı mücadele alanından alınarak, İslam içinde ve dünya çapında örgütlenmeye başlatılmıştır. Erdoğan da bunun bir parçasıdır.
Ilımlı İslam, Graham Fuller’in Yeni Türkiye kitabında son derece açık olarak ele alınmıştır.
Buraya kadar iki süreç gördük ve her ikisinde de, İslam, tam anlamı ile, ABD-İngiltere-İsrail ekseninin elinde oyuncaktır. Erdoğan’ın üst akıl dediği şey, kendisini yöneten şey midir?
Ama bu arada, ABD’nin tek süper güç, yeni dünya imparatoru, Kissinger’in deyimi ile yeni Roma, planları hayatın gerçekliğine çarpmaya başladı. ABD, dünyanın tek süper gücü olabilmek için, AB’yi eskisi gibi yanına çekmeli idi. Afganistan ve Irak, ABD açısından zafer kadar “bedelleri yüksek” savaşlar idi. Birçok açıdan “yenilgi” olarak bile tartışılmakta idi.
İşte bu noktada, hem saldırganlığını artırmaya kadar verdi, Libya süreci ile, AB ülkelerine birer lokma sundu ve ittifakı yeniden sağladı, hem de İslam’ı, daha şiddetli kullanmaya başladı. İslam, hem AB toplumlarını korkutmak için bir araç oluyordu, hem de tüm Ortadoğu’nun kana bulanmasının yolunu döşüyordu.
İşte İslam’ın bugünkü bu acımasızca, bu pervasızca kullanılması sürecinin kısa hikâyesi budur.
Bizde 17-25 Aralık’tan sonra, bizde 16 Nisan referandumunun öncesinde, “Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha ‘evet’ diyerek atmak, ‘farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır’ kuralının çerçevesine dahildir.” şeklindeki fetvalara bir anlam yüklemek istiyorsanız, işte İslam’ın, emperyalist güçlerin elinde nasıl bir araca dönüşmüş olduğunu görmelisiniz. Dünyanın ve oradan hareketle ülkemizin egemenlerinin elinde İslam, hiç bu kadar hayasızca kullanılmamıştır.
Abartılı mı buluyorsunuz? Öyle ise gelin, çevremize, en başta Ortadoğu’ya bir kere daha bakalım.
Afganistan; hem ülke harap bitaptır, hem İslam acımasızca kullanılmaktadır. Ülkenin bürokratları dahi istifa edince, ABD yöneticileri istişarelerde bulunmak için oraya gitmektedir. İslam, sadece şiddet için değil, aynı zamanda kabilelere dayalı yaşamın devam ettirilmesi için, aynı zamanda eroin-esrar dağıtımı için kullanılmaktadır.
Pakistan’ı mı ele almak istersiniz? Pakistan, artık bir devlet görüntüsü bile veremez niteliktedir. El Kaide ve IŞİD’in çocuklardan canlı bomba yetiştirme programları CIA denetiminde buralarda kotarılmaktadır.
Libya’yı mı ele alalım? Dün, Kaddafi varken, hiç değilse, bir Libya vardı. Bugün, ortada Libya diye bir ülke yoktur. Aşiretler olmadık nedenler için birbirine öldürmektedir. Bir tek petrol kuyularını bekleyenlerde sorun yoktur. Libya’yı acaba kim karıştırmıştır?
Yemen’i ele alın. Suudi Arabistan liderliğinde, Yemen halkı sivil, çocuk, kadın demeden bombalanmaktadır. Suudi güçlerinin yetersiz kaldığı yerde, ABD doğrudan devreye girmektedir. Suudi gazilerin moral şenlikleri Katar’da düzenlenmekte, şenliklere davetli olarak TC dışişleri bakanı katılmaktadır. Yemen, hem katliamların boyutları hakkında bir bilgi vermektedir, hem de ABD kontrolündeki ittifakı, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar ittifakını ortaya koymaktadır.
Biz bu ittifakı, Suriye savaşından da tanıyoruz. ABD belgeleri, artık WikiLeaks diye bir haber kaynağı var, tamamen ortalığa saçılmıştır. Bu belgelerde IŞİD’in kurulmasını, Bayan Clinton kontrolünde, kimlerin gerçekleştirdiği açıkça var. ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın, açık olarak adı geçmektedir. Bu vesile ile Suriye’ye bakabilirsiniz. Mesela hangi Müslüman, ne adına Suriye’ye saldırmaktadır? Erdoğan’ın dediği gibi, Esad insanları öldürdüğü için mi savaş başlamıştır? Her gün İslam adına konuşan, halife olmak için kolları sıvamış olan, her fırsatta her türlü hilesini, suçunu, günahını örtmek için Hayrettin Karaman’dan fetvalar alan Erdoğan, Suriye savaşında hangi güçlerle birliktedir? Silâhları kimlere vermektedirler? Kimyasal silâhları IŞİD’e, El Nusra’ya kim temin etmektedir? Bu silâhlarla ölenler, Müslüman değil mi, insan değil mi? Erdoğan ve arkasındaki Türk işadamları IŞİD ile petrol, silâh vb. konularda ne gibi anlaşmalar yapmışlardır? Suudi prensleri, IŞİD’e uyuşturucu haplar mı göndermektedir?
Ya Irak? Irak’ta ABD’nin işgal planının en açık destekçisi kimdir, Erdoğan değil midir? 1 Mart Tezkeresi geçmedi diye, yağıp gürleyen ABD’lilerin en yakınları kimlerdir, Erdoğan ve ekibi değil midir? Bugün ABD kaynakları, “artık Türkiye’de bize bir parlamento lazım değil, öyle 1 Mart gibi kazalarla karşılaşmayalım” diyerek, Çobanlık sistemi konusunda neden Erdoğan ile aynı fikirdedirler?
2015’te Rus uçağını düşürenlerin kendinden emir aldığını söyleyen, sonra bu suçu FETÖ’cülere yıkan, ama daha yakında kimyasal silâh yalanı devreye konulup da ABD Suriye’ye saldırdığında, sevinç naraları atan kimdir, Erdoğan’ın kendisi değil midir?
Halifelik için kolları sıvamış bir Erdoğan, ne yazık ki, bunun için, ABD-İsrail ve İngiltere’nin olurunu beklemektedir.
Daha uzatmaya gerek var mı?
İslam, üzerinde yaşadığımız bu topraklarda, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının bir aracı olarak, vahşice kullanılmaktadır.
Sadece IŞİD, insanları yakan, boğazlayan, kadınları pazarda köle diye satan IŞİD mi bu kötülüğün kaynağıdır? Yoksa, onunla işbirliği yapanlar var mıdır? TIR’lar içinde silâh taşıyan, kimyasal silâhlar sunan, petrollerini pazarlayanlar var mıdır?
Sadece FETÖ mü İslam’ı acımasızca sömürmüştür? Yoksa, onunla beraber “bu yollarda” yürümüş olanlar var mıdır? Okullarını açanlar, onun için şiirler okuyanlar, onu allahın sevgili kulu ilan edenler, onun yalanlarına İslam’ın içinde yer arayıp bulanlar olmuş mudur?
İşte size emperyalist güçlerin elinde bir İslam manzarası.
Kana, yağmaya, yalana, hileye bulanmış durumdadırlar.
Erdoğan ve onun için fetva verenler, farzdan, sünnetten söz ederken, halifenin alacağı %10’lardan söz ederken, gerçekte, bambaşka bir süreç işlediğini mi bilmiyorlar? Yoksa, işleyen uluslararası sürecin, paylaşım savaşımının içinde, gerçek anlamı ile aldıkları rolü örtmek için, İslam’a bu denli pervasızca mı başvurmaktadırlar?
“Rant” peşine düşmüş bir anlayış ile gününü gün etmek yetmiyor ve bir de İslam adına rüşvet toplamaktan, İslam adına hırsızlık yapmaktan, farz olana giden her eylem farzdır fetvaları yazmaktan geri durmuyorlar. Sınır tanımaz bir İslam kullanımıdır bu.
IŞİD’e, El Nusra’ya, El Kaide’ye, Ahrar-ur Şam’a, Hayrettin Karaman’a, Fethullah Gülen’e, Cübbeli Ahmet Hoca’ya, Erdoğan’a, Melih Gökçek’e, Topbaş’a, Albayrak’a, Şems’e, Jöleli’ye, Mehmet Uçum’a, Suudi Krallığı’na, Müslüman Kardeşlere, Katar’a vb. bakınca, gerçekte emperyalist güçlerin, İslam’ı nasıl kontrol altına aldıklarını ve düzenbazlara nasıl saha açtıklarını görmek mümkündür.
Sahaya öyle oyuncular sürmüştür ki, ABD, bu oyuncuların her birinin heves ve arzuları, zaten süreci kendi lehine şekillendirmekte yarı otomatik bir işlev görmektedir. Yemen’i bombalayanlar, İslam adına fetvalar vermektedir. Suriye’de IŞİD’e, El Nusra’ya destek verenler, İslam’ın yüce değerlerinden söz etmekte, halifeliğe göz koymaktadır. ABD emrinde okullar açıp CIA ile at koşturanlar, peygamberlik mucizeleri göstermekten söz etmektedir.
Bu resmin tümüne bakın. Böylesi bir rezillik görülmüş müdür?
Şimdi, referanduma dönebilirsiniz.
Hiçbir vicdana sığmayan, ayıplı, hileli, yalan dolu bir “zafer” ile, gelecek kurma vaadi, ihalelere fesat karıştırma kültürü kadar temiz olabilir. Fetvası da zaten hazırdır, “farz olanı gerçekleştirmek için yapılan eylem”! İşte bu kadar. IŞİD’e neden karşı çıksınlar? Onlar da bunu söylüyor.
Şimdi, IŞİD’in halifelik ilanı, karşısında yeni rakipler bulacaktır. Türkiye’deki 16 Nisan Referandumu, hem işbirliğini artıracak, hem de halifeler savaşını başlatacaktır. Görünen budur.
Tüm bunlar, Ortadoğu’da, kaybetmeye başlamış, Suriye’de 6 yıldır kazanamayan ve bölgeyi daha da fazla kana bulamaktan çekinmeyeceğini açıkça beyan eden ABD emperyalizminin gökte arayıp da yerde bulduğu şeyler olmasın?
Bu topraklarda yaşayan bir insan, bunca savaşa, bunca kana, bunca ölüme, bunca yağmaya karşı çıkmıyorsa, buna karşı mücadele edenlerle birlikte mücadele etmiyorsa, onun insan olarak kalması mümkün müdür?
Sahte nutuklar, ahlâksızca fetvalar yerine, bölgeyi kana bulayan emperyalist odaklara karşı bir tek küçük adım atacak bir mücadeleyi görmek isteriz. o

Yüz kızartıcı “zafer” ve Saray Rejimi

Doğrusu bu tablo, açıklama yapılmasına ve zafer ilanına gitmeden önce, bu dörtlünün, çok zor anlar yaşadığını göstermektedir. İçlerinde Erdoğan’a, bu olmadı, seçimi yeniden yapalım diyen biri çıkmamıştır. Zaten Erdoğan’ın da, “ben böyle hileli bir zafer istemem” diyeceğini düşünen bir tek kişi bu ülkede yoktur
İnsanlık tarihinde, onurlu yenilgi diye bir şey vardır ve saygı duyulasıdır. Ama, bu zafer, hileye, yalana dayalıdır ve saygı duyulası bir yanı olmadığını, bizzat Erdoğan ifade etmektedir.
“Atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü bunun ifadesidir. 1-0 veya 5-0 fark etmez sözü de bunun ifadesidir. Kendisi, “evetler önde, ama büyük bir fark atmak istiyoruz” diyordu. Şimdi ise, fark etmez diyor.
Özrü kabahatinden büyük sözünü herkes bilir. Sözün nereden geldiği, dinlemeye değerdir. Hikâye şöyledir. Sarayda, padişah, sık sık vezirinin “zekâsını” ölçermiş (AK Saray’da, şu anda vezir kim belli değil. Bir zekâ ölçer var mı, o da belli değil). Günlerden bir gün, vezir, kural olduğu üzre, padişahın iki adım gerisinden yürürken, padişah onun zekâsını ölçmek istemiş. “Vezir, demiş, bana bir kabahat bul ki, özrü kabahatinden büyük olsun.” Saray, farklı ilişkilerin, kapalı kapılar ardında bir yaşamın sürdüğü yerdir. Vezir, korkudan mı hemen yanıt üretirmiş, yoksa gerçekten zeki mi imiş bilinmez. Hemen, işaret parmağını, Padişah hazretlerinin ayaklarının arkadan birleştiği yere daldırmış. Padişah “zındık” diye zıplamış. Ve vezir, “Padişahın çok özür dilerim, sizi sultan hanım sanmıştım” der. Böylece özrü kabahatinden büyük sözü ortaya çıkmış. Rivayet böyledir. Padişah, acaba vezirin kellesini vurdurmuş mudur, bilmiyoruz. Hikâye açısından da çok gerekli değil.
Seçime hile karıştı, açıktan yasalar çiğnendi vb. denildiğinde, Erdoğan, yeni Başkan, özür olarak, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diyor. Ya da “sür eşeği Niğde’ye” diyor, yetmedi ise, 5-0 ve 1-0 üzerinden konuşuyor.
Bu “yüz kızartıcı zafer”in, yaratığı ruh hâlidir.
Etyen Mahçupyan’ın benzettiği gibi, bir “pirus” zaferi değildir bu. Pirus zaferinde, kayıpları o kadar yüksek olur ki kazananın, kazanmasam daha iyi olurdu, der. Benzerlik kurulabilir. Ama bu “zafer”in ana noktası, kazanarak ne kaybedeceği değildir. Bu “zafer”in ana noktası, hile, hırsızlık, yalandır. İkisi arasında ana fark şöyledir, pirus zaferi, her şeye rağmen pekâla onurlu olabilir. Oysa bu “zafer” onurlu değildir.
Bu nedenle, sahibinin midesi ne kadar geniş olursa olsun, hazmı kolay olmayan bir “zafer”dir bu. Bu “zafer”, sahibini, aynaya bakamaz hâle getiren bir zaferdir. Korkakça bir “zafer”dir, utanılacak bir “zafer” dir.

REFERANDUM
MEŞRU ve GEÇERLİ DEĞİLDİR
Referandum, baskı, yalan, hile ve hırsızlık üzerine kurulmuştur. Bu açıdan, mevcut Saray Rejimi’nin, tam bir aynasıdır.
OHAL koşulları altında, bir anayasa referandumu, TC devletinin, egemenlerin, yönetemediğinin en açık beyanıdır.
OHAL koşullarında, hayır oyu propagandası yapmak suç ilan edilmiştir. Tüm devlet makinası, yetmedi işadamları, yetmedi, din adamları, tümü birden, evet için çalışmıştır. Evet için çalışanlar, hayır diyenleri suçlu, terörist vb. ilan etmekte tereddüt etmemişlerdir.
Hayır çalışması, valilerin, kaymakamların vb. eli ile engellenmiştir.
Kaymakam ve valiler, hayır oyu verecek kişileri, her yol ve araçla tehdit etmişlerdir.
Kürt illerinde, bu tehditler akıl almaz boyutlara gelmiştir.
Meclisin en büyük 3. partisinin eş genel başkanları tutuklanmış, milletvekilleri tutuklanmış, Kürt ile ve ilçelerinde onlarca belediyeye kayyum atanmış, HDP ve DBP yöneticileri içeri alınmış, köylerin üzerine baskı kurulmuş, şehirler yakılıp yıkılmıştır.
Hayır kampanyasını yürüten herkes, gözaltına alınmış, sesi kısılmış, baskıya ve iftiraya uğramıştır.
Muktedir, Saray Rejimi’nin tam bir basın uygulamasını sahneye koymuştur. Yeni Saray Rejimi’nde basının tam kontrolü kuraldır. NTV, tüm uysalca boyun eğmesine rağmen, Katar sermayesine satılmış, Doğan grubu Katar sermayesi ile görüşmeler yapmaktadır. Saray Rejimi’nin yeni basın uygulamaları açık ve nettir. TRT de dahil, hiçbir TV kanalı, hayırcılara yer vermemiş ya da evet propagandasına hizmet edecek tarzda yer vermiştir.
Yarışmada eşitlik ve adillik ilkesi tamamen rafa kaldırılmıştır.
Tüm propaganda dönemi boyunca, Erdoğan ve ekibi, yeni anayasayı anlatmak yerine, muhaliflere her türlü saldırıyı devreye koymuşlardır. Cumhurbaşkanı, açıkça, CHP liderini, kasetle geldi CD ile gidecek, diyerek tehdit etmiştir.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, sandığa atılan hayır oyları, Saray Rejimi’nin marifeti ile “evet” hâline dönüştürülmüştür. Yüzlerce sandık başındaki HDP gözlemcileri devre dışı bırakılmış, hukuksuzca reddedilmiş, gözaltına alınmıştır.
Önceden ayarlanarak, büyük çaplı bir hile organize edilmiştir. Ama buna rağmen, hayır oyları, yine öne geçmiş, bu durumda, mühürsüz pusulalar devreye sokulmuştur. Mühürsüz pusulalarla ne kadar oyun geçerli sayıldığı, bunca evet oyunun nasıl organize edildiği YSK tarafından açıklanmamaktadır. YSK, bizzat yasaları çiğneyerek, Saray Rejimi’nin seçim sisteminin bundan böyle ne olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
Gerçekte, seçim sonuçları, Hayır’ın kazandığı yönündedir. Üstelik Hayır oylarının %65’in üzerinde olduğu da tahmin edilmektedir. Tam da bu nedenle, sandıkların yaklaşık %60’ı açıklanmış iken, 30 dakika boyunca veri akışı kesilmiştir. Bu esnada YSK binasına bazı şüpheli kişilerin girdiği de söylenmektedir. Sonuç, çok yüksek oranda hayır çıkmıştır. Buna rağmen, hile ile, yalanla, hırsızlıkla, her tür yasadışı yöntemle, evet galip ilan edilmiştir.
Bu durumda şu soru açıktadır: Öyle ise, sonuçta “evet” her türlü kazanacak idi ise, neden bir referandum yaptınız? Saray, bundan böyle, “biz referandumu yaptık, sonuç budur” demelidir, böylece, seçim için harcanan paraları da cebe indirme şansı ortaya çıkar.
Bundan böyle Saray Rejimi bu tarzda işleyecektir.
Ama bu bir yönetememe sorunudur. TC devleti, yönetememektedir. Muktedir, ömrü hayatında, bir kere muktedir oldu, ama bu durumda da yönetememektedir.
Bunca baskıya, bunca adaletsizliğe, bunca eşit olmayan çalışma koşullarına, bunca devlet terörüne, OHAL uygulamalarına rağmen, bunca medya egemenliğine rağmen, elde edebildiğiniz sonuç bu mudur? Öyle ise, demek ki, yolun sonundasınız burjuva egemenler.
Bu referandumda çıkan sonuç, şaibelidir. Bu referandum sonucu hilelidir. Bu referandumun kendisi geçersizdir.
“El çabukluğu marifet” hesabı ile, gizlenemeyecek bir gerçeklik vardır: Sonuç Hayır’dır.

KÜRT HALKININ YANITI “HAYIR”DIR
Uzun süredir, PKK’nin Erdoğan ile anlaştığı, başkanlık sistemine evet vereceği propagandası, “ulusalcı” kesimler tarafından yapılmakta, gündemde tutulmaktadır. “Ulusalcılık”, bir vizyonsuzluk değil ise bir ahmaklıktır. Eğer ulusalcılar, dünyayı, sınıf mücadelesini doğru okuyamıyorlarsa, bundan dolayı ulusalcı pozisyonda kalıyorlarsa, emperyalist cephenin “globalleşme” saldırılarına karşı, işçi sınıfının sınırsız ve sınıfsız bir dünya hedefini algılayamıyorlarsa ve bu nedenle “ulus devlet” savunusuna takılıyorlarsa, vizyonsuzdurlar. Ama bizim ülkemizde “ulusalcılar”, bölünme paranoyası ile, Kürtlere karşı düşmanca tutum almayı ulusalcılık sayıyorlar. Bu doğrultuda her zaman Saray Rejimi’nin elinde oyuncak oluyorlar. Ahmaklıkları bundandır. Kürtleri düşman ilan ederek, ülkeyi kurtardıklarını sanıyorlar. Ve bu referandum bu vizyonsuzluğu ve ahmaklığı bir kere daha deşifre etmiştir. Bir kere daha gördük ki, Kürt halkı, kendisine zulüm eden iktidarı desteklememektedir. Bir kere daha gördük ki, Kürt halkı Saray Rejimi’ne karşıdır. Bir kere daha gördük ki, evlerini başlarına yıkmaya ant içmiş zalimlerle Kürt halkı her zaman iki ayrı kamptadır.
Kürt illerinden “evet” kaçmış oylar üzerinden hesap yapanlar, gerçekte, devletin, Saray Rejimi’nin Kürt oylarını çalma, yok etme, evet oylarına çevirme işlemlerini, Kürt illerinde yaşanan hukuksuzlukları aklamaktadırlar. Tüm hırsızlıklarına rağmen, tüm hile ve baskılarına rağmen, elde edebildikleri sonuç açık değil midir?
Referandum, Kürt hareketi içinde de ayrımları ortaya çıkarmıştır. Devrimci demokrat Kürt hareketi karşında, Erdoğan-Bahçeli-Barzani-HÜDA PAR cephesini bulmuştur. Bu Kürt hareketi içinde iki cephedir. Türkiye’de sol adına konuşan “ulusalcılık”, kendine bu cephelerden hangisini yakın görmektedir? Şimdi buna da karar vermeleri daha kolaydır. Belki bu yolla, içlerine işlemiş Kürt düşmanlığını yenme şansları oluşur.

CESUR BİR “HAYIR”
Hayır çalışması, son derece cesurcadır.
Sonuç ne olursa olsun, bu, hayır çalışmasının etkisini yok edemez. Hayır çalışması, en başından, baskıları, basının karartmalarını, yalanları, hileleri biliyordu. Belki bu boyutta ve bu denli aymazca olacağını tahmin etmek güç idi. Ama Saray Rejimi’nin, baskı demek olduğunu, Saray Rejimi’nin hile demek olduğunu, Saray Rejimi’nin yalan demek olduğunu zaten biliyorduk.
Tüm olumsuzluklar içinde, bir hayır çalışması yürütülmüştür.
En başından, sonuçtan bağımsız olarak, hayır çalışmasının halkın, işçi ve emekçilerin, muhaliflerin örgütlenmesine bir katkı olarak ele alınması gerektiğini görüyor ve söylüyorduk. Bu konuda sonuç elde edilmiştir. Gerçekten de hayır çalışması, kitlelerin örgütlenmesi yolunda adım olmuştur.
Hayır çalışması cesur bir çalışma olmuştur.
Hayır oyu vermenin bile cesaret hâline geldiği düşünülürse, bu küçümsenemez bir kazanımdır.
Hayır kazanmıştır.
Ama bu yetmez.
Saray Rejimi açıkça ilan etmiştir ki, sandıklara ne oy atıldığı önemli değildir. Sandığı kendileri sayıyor ve sonucu kendileri ilan ediyorlar. O kadar ki, neden referandum yaptıklarının yanıtını kendileri dahi bilmiyorlar.
Sistem, Saray Rejimi, sandığı işlevsiz kılmıştır.
Artık, cepheler ve mücadele yöntemleri daha nettir.
Mücadelenin bundan sonrasını belirleyecek olan, işçi sınıfının örgütlülük düzeyidir. Mücadele alanı ise, hayatın her anı, her alanıdır, en çok da sokaklardır.
Bundan sonrası, daha ileri örgütlülük istemektedir.
Bundan sonrası, daha fazla bilinç ve akıl gerektirmektedir.
Bundan sonrası, mücadelenin her biçimine açık olmayı gerektirmektedir.
Bundan sonrası, daha büyük cesaret istemektedir.
Ve daha büyük cesaret, referandum boyunca sürdürülen hayır çalışmalarının içinde vardır. o

Suriye savaşı ve Türkiye

TC devletinin ve AK Parti yöneticilerinin, Muktedir’in, Saray’ın söylediği gibi, konu Esad değildir. Suriye savaşı, Suriye’nin iç meselelerinden doğmadı. Tersine, Suriye savaşı için, içte meseleler kullanıldı, bulundu, geliştirildi.
Suriye savaşı, sadece bölgesel bir savaş olarak da ele alınırsa yanlış olur. Bu savaşın içinde, bölge ülkeleri yer almaktadır. Esad rejimine karşı, Türkiye, İsrail, Katar, Suudi Arabistan, doğrudan ve aktif görev almışlardır. Esad’ın yanında, Hizbullah, İran vb. de devrededir. Bunlara bakarak, bu savaş bölgesel bir savaştır demek yeterli değildir.
Daha fazlası var.
Savaşın kundaklayıcısı, planlayıcısı ABD’dir. Bu nedenle bu savaş, bir emperyalist savaştır, bir bölüşüm savaşımının devamıdır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın bir parçasıdır. Dünyanın yeniden, emperyalist güçler arasında paylaşımının bir parçasıdır.
Bu savaş, ABD tarafından planlanmış olan, Irak, Libya işgallerinin devamıdır. Ama bu kez, işler istedikleri gibi gitmemiştir.
ABD, İngiltere, Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail ve Katar, bu savaşta doğrudan rol alan cephedir. Bugün Erdoğan’ın, doğrudan suç ortakları bu ülkelerin yönetimleridir. Ve bu savaş, aktif olarak TC güçleri kullanılarak yürütülmektedir. Türkiye, hem çetelerin dünyadan Suriye’ye akması, hem bu çetelerin eğitilmesi, hem bu çetelere silâh sağlanması vb. gibi konularda savaşın doğrudan içindedir. TC devleti, kendi Musul konsolosluğunun işgalinde dahi, bir tiyatro oynatacak kadar savaşın içindedir. TC devleti, kendi unsurlarını doğrudan sahaya sokmuştur ve bunlar bu savaşın doğrudan içindedirler. Muktedir, istediği zaman IŞİD’in ülke içinde eylem yapmasını sağlayıp, istediğinde durdurmasını sağlayacak kadar bu savaşın içindedir. Türkiye’deki IŞİD saldırları, MİT veya başka bir kurum ile bağlı ve koordinelidir. Yoksa, saldıraların hep muhaliflere yönelik olması açıklanamaz, saldırıların Erdoğan isteyince durması açıklanamaz.
Ve bu saydığımız ülkeler, doğrudan işgalcidir. İster TC ordusunun Suriye topraklarındaki varlığından söz edelim, ister İsrail’in saldırılarından, ister İsrail’in IŞİD militanlarına verdiği eğitimden söz edelim, ister Suudi Arabistan’ın parasal desteğinden, ister Katar’ın para desteğinden söz edelim, ister Erdoğan’ın silâh taşıyan TIR’larından, ister ABD güçlerinin Suriye topraklarındaki varlığından söz edelim, tüm bunlar, işgal hareketinin parçalarıdır. Eğer kaldı ise uluslararası hukukun ayaklar altına alınmasıdır. Her biri, emperyalist müdahalenin bir parçasıdır.
Bu durumu, bu fotoğrafı, Nisan ayının ilk haftasında, Trump’ın emri ile, Suriye’nin Şayrat hava üssünün ABD füzeleri ile vurulması olayında gördük. Saldırı, İdlib’deki El Kaideci, El Nusracı çeteleri sevindirdi. Saldırı, IŞİD’i sevindirdi. Saldırı, TC devletini ve onun Muktedir Saraylısını sevindirdi, saldırı Suudi Arabistan’ı sevindirdi. Saldırı İsrail’i sevindirdi. Saldırı İngiltere’yi sevindirdi.
Trump, bu saldırı ile, “bak ben büyük bir gücüm” havasını attı. Trump, saldırı emrini nasıl verdiğini basına anlatıyor. Böylece, şahin rolüne bürünmüş bir yeni ABD başkanı ortaya çıkıyor. Verilen görüntü budur.
Suriye savaşında kaybettiğini düşünen ve içinde uhde kalmış olanlar ise, bu yeni savaş boruları çalan Trump’ın hemen arkasında poz vermeye çalışıyorlar.
Suriye savaşı, sıradan bir savaş değildir.
ABD saldırısını olumsuz bulan İsveç, hemen aynı gün, IŞİD’in kamyonlu saldırısına sahne oluyor. Oysa İsveç, sadece kimyasal silâh olayının araştırılmasını istemişti. ABD, savaş güçleri, İsveç’ten çıkacak bir aykırı sese dahi tahammül edemiyorlar. Hemen aynı gün, kamyonlu saldırı sahneye konuyor. Bu, savaşın boyutu hakkında bilgi vermektedir.
Trump, bu saldırı ile güç gösterisi yaptığına göre, demek ki, “Rusya’nın adamı” görüntüsünü kırmak istiyor. Yazık ki, bunun için, Suriye’ye 59 füze atmaktan başka bir yolu yok. ABD başkanı olduğunu ispat etmek için, Suriye’ye saldırı gündeme geliyorsa, bu hem ABD’nin durumu hakkında bilgi verir, hem de Suriye savaşının ne kadar kritik bir dünya savaşının ön habercisi olduğunu gösterir.
Trump, elbette dostlarına “moral” vermek istiyor. İdlib’de kimyasal silâh olayının soruşturulmasına karşı çıktığına göre, sadece bir bahane arayıp, bu moral aşılamasını yapmak istediği ortaya çıkıyor. Birçok yerde, kimyasal silâhlarının, İdlib’deki El Kaide ve El Nusra güçlerine Türkiye üzerinden tedarik edildiği söyleniyor. CIA’nın bu konuda açık rolü olduğu tartışılıyor.
Peki, bu durumda İdlib’deki güçlerin Suriye ordusuna karşı savaşma gücü artacak mı? Bu durumda, mesela moral bulan İsrail, Suriye’ye yeni saldırılar gerçekleştirecek mi? Bu durumda, moral bulmuş Türkiye, doğrudan bağlantılı olduğu El Nusra güçlerine katılarak, ABD desteği ile, Suriye’ye karşı savaşa girecek mi? Yeniden moral bulmuş bir Suudi Arabistan, bölgeye daha fazla para akıtabilir mi? Yeniden moral bulan Katar, mesela NTV grubunu satın almanın ardından Doğan medyayı da satın almaktan vazgeçip, paraları İdlib ve Rakka’ya akıtır mı?
ABD, bu saldırı ile, Suriye sahasından, öyle kolay çekilmeyeceğim mi demek istiyor? Karadeniz’de NATO ve ABD gemilerinin saldırı için kullanılacağının mesajını mı veriyor? ABD, bu saldırı ile, Rusya’yı, savaşı ne kadar göze aldığı konusunda denemeye mi tabi tutuyor?
Görüldüğü gibi, Suriye savaşı, dünya çapında bir savaştır. St. Petersburg’da patlayan bombalardan İsveç’te patlayan bombalara, Mısır’da patlayan bombalara kadar, hepsi bu savaşın bir parçasıdır. Bu nedenle, rahatlıkla söyleyebiliriz ki bu, dünya savaşımının bir parçasıdır.
ABD, bu saldırı ile, savaşı, doğrudan devreye girerek büyütme kararlılığını mı gösteriyor? Yoksa ABD, Suriye’den geri çekilmeden önce bir erkeklik gösterisi mi yapıyor?
Trump, bu kararla, “Rusya’nın seçtirdiği adam” olmadığını mı ispatlamaya çalışıyor, yoksa, ABD’deki savaş lobisi daha mı ağır basıyor?
Hangi seçeneğe bakarsanız bakın, sonuçta, Suriye savaşının, uluslararası alanda süren savaşın bir parçası olduğu anlaşılıyor.
Ve bu savaş, bizim içinde bulunduğumuz coğrafyada gerçekleşiyor, yaşanıyor. TC devleti ise, ABD’nin tetikçisi olmak için, büyük bir hevesle yol almak istiyor. Son bir yıldır, Rusya ile yakınlaşarak, savaş kışkırtıcı tutumunu geri çekmiş olan Türkiye, şimdi, ABD füze saldırısı ile, sevinç çığlıkları atıp, alkışlıyor. İlk fırsatta Sincar’a saldıracağının sinyallerini veriyor.
Muktedir, adı üstünde muktedirdir. Bir akşam yatarken, Putin ile dost, Rusya’ya yakındır. Ama ertesi güne uyandığında, bu kez alışık olduğu kucakta, ABD kucağındadır.
Sadece TC devletinin bu tutumuna bakılırsa, TC devletinin, yönetememe sorunu anlaşılacaktır. Açıktır, TC devleti, yönetememektedir. Suriye savaşı, devletin bu yönetme sorununu daha da ağırlaştırmıştır, ağırlaştıracaktır.
Kuşku yok ki, Trump yönetiminin bu savaşı büyütme politikası, Suriye’ye dönük saldırgan tutumu, savaşın daha da büyüyeceği anlamına gelmektedir. Ne olursa olsun, Trump, sadece kendini göstermek için değil, ama aynı zamanda oyunu yeniden kurmak için, saldırgan bir politikaya yelken açmaya başlamıştır.
Bu elbette, ABD’de, savaş karşıtlığının yükselmesine, sınıf mücadelesinin keskinleşmesine neden olacaktır. Trump yönetimi ile birlikte, ABD’de sınıf savaşımının daha da keskinleşmesi kaçınılmazdır. Zira, işçi sınıfına karşı, daha büyük çaplı ve yeni saldırılar gündeme getirilmektedir. Bu durum, uluslararası alanda savaş kışkırtıcılığı ile birleşince, halkın tepkisi de büyüyecektir. Ama buna rağmen, Trump, bu yola girecek gibidir.
TC devleti, muktedir yönetiminde, yeni Saray ahalisi ile, bu savaş kışkırtıcılığından yanadır. Bundan medet ummaktadır. Muktedir, savaş kışkırtıcılığı ile, tüm sorunlardan sıyrılmaya çalışmaktadır. Bu savaş ve kaos ortamı içinde, kendince kendi oyununu sahneleme şansı yakalamaktadır. Bu ateşin neyi ve kimi yakabileceği ise umurunda değil gibidir. Muktedir yönetiminde Türkiye, 100 yıllık saldırganlık heveslerini yeniden açığa vurmaktadır. Şam’da namaz kılmak, Kandil’i yerle bir etmek, Sincar’a girmek, Rakka’ya koşmak, Kerkük’te heeyyy diye bağırmak, aslında bu heveslerin ifadesidir. Ama ne yazık ki, Muktedir nezdinde bu savaş çığırtkanlığı, traji-komiktir. TC devleti, bölge ülkeleri ile doğru ve dostane ilişkiler kurmak yerine, açıktan mezhepçi-dinci ve ırkçı bir politika izlemeye çalışmaktadır. Daha komiği, bu politikayı, ABD’nin emirleri ile dizayn etmeye çalışmaktadır. Hâl böyle olunca, ortaya çıkacak olanın bir traji-komik hikâye olacağından şüphe etmeye gerek kalmıyor.
Suriye savaşı, TC’nin tüm saldırganlıklarının, Muktedir’in tüm planlarının açıkça ortaya serilmesine yol açmaktadır. Mezhepçi ve yağmacı tutum ortaya çıkmaktadır.
Suriye savaşı, her aşamasında, TC devletinin bir dış politikası olmadığını, TC devletinin dış politikası denilen şeyin, ABD’nin emireri, tetikçisi olmak olduğunu göstermektedir. En son kimyasal silâh kullanımı sonrasındaki ABD saldırganlığına açık desteği budur.
Suriye savaşı, TC devletinin tüm kadrolarının, Saray’ın, genel kurmayın vb. soğuk savaş döneminin politikaları olan, anti-komünizm ve halklara düşmanlık politikalarına sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermektedir. TC devleti, içeride OHAL ile bir katliam savaşı yürütmekte, dışarıda da her fırsatta saldırganlığını ortaya koymaktadır.
Suriye savaşı, Türkiye’yi Pakistanlaştırmaktadır. o

Saray Rejimi tükenmişliktir, direniş kendi yasalarını yaratacaktır

Bu bir tükeniş görüntüsüdür.
TC devleti, Muktedir tarafından ele geçirilmiş, ellenmiştir.
Bundan böyle ortaya bir Saray Rejimi çıkmıştır.
MHP ve AK Parti’yi bu yola iten, böylesine acele ile bir “anayasa” değişikliğini gündeme getiren, sadece Erdoğan’ın, “kendini ve ailesini” yargılanmaz hâle getirmek girişimi midir? Bu ilk alternatif gibidir, ama tek başına mümkün değildir. Erdoğan’ın ihtiyaç ve istekleri açık, onu acele etmeye itiyor. Geleceği belirsiz. Ama yine de bu, yeni Çobanlık sistemi için tek başına yeterli neden olamaz.
Yoksa, ABD, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde, “tek adamlık Çobanlık” sistemine geçmek için, Erdoğan’ın konumunun-durumunun çok uygun olduğuna mı karar vermiştir? ABD, Erdoğan eli ile “anayasa”yı değiştirip, sonra kendi istediği kişiyi mi yerine geçirmek istemektedir? Bu durumda “anayasa” değişikliği, işin sadece bir adımı mıdır? Bu durumda da açıklanması gereken bir kaç nokta var. ABD, evet Türkiye’yi bir tetikçi olarak kullanmaktadır. Erdoğan, hiçbir adımında ABD’ye ihanet etmemiş, tersine, ne istiyorsa yapmıştır (Suriye’de Rusya ile zorunlu yakınlaşması bir yana). Son Suriye’de kimyasal silâh meselesi, Suriye’ye ABD saldırısı sonrasında Erdoğan’ın sevinç gösterilerini, ABD’ye bağlılığının en açık kanıtı olarak görmemek mümkün mü? Demek ki, Erdoğan ABD emrinden çıkmamıştır. Ama yine de, Ortadoğu’da, ABD, artık Erdoğan eli ile ne sağlayabilir? Evet İsrail’in politikalarına destek verebilir Erdoğan. Ama artık Erdoğan’ın, Katar’a ve Suudilere Türkiye’yi satmak dışında bir ilişkisi kalmış mıdır? Müslüman Kardeşler örgütü ile ABD, bölgede iş yaparak, bir gelecek mi kuracak? Kısacası, ABD, bölgede Erdoğan ile uzun bir yol yürüyemez. Ama kısa vadede, Erdoğan’a iş yaptırabileceği de açık. Hele Zarraf meselesi de ABD’nin elinde bir koz iken. Demek ki, ABD için, uzun süreli bir yol olmasa da, Çobanlık sistemi için MHP’yi biraz iterek, Erdoğan eli ile bu sonuca ulaşmayı istemesi mümkündür. Hem Erdoğan ve MHP ikilisi, çökmüş olan “ılımlı İslam” projesinin yerine, milliyetçi-İslamcı bir perspektif ile anti-Sovyet politikaları anti-Rus politikalara dönüştürmeyi denemek uygun olur. Kısacası ABD, bölgede Erdoğan eli ile, kargaşa yaratma politikasını, kaosu besleme politikasını, Türkiye’yi tetikçi olarak kullanma politikasını sürdürebilir. Bir süre daha.
AB, Türkiye’deki ekonomik çıkarları nedeni ile, daha büyük çaplı kapışmaya kadar geri durmayı seçmiştir, bu nedenle referandum sürecinde Erdoğan’a karşı açık tutum almamıştır, hatta Almanya ve Hollanda örneklerinde olduğu gibi açıkça destek vermişlerdir. Ayrıca, AB’nın, ABD planlarına açıktan karşı çıkmadığı da dünyanın bugünkü hâlinde bilinen bir durumdur.
Ama yine de “evet” çıkartılmasını, bunlarla açıklamak eksik olur. Şimdiye kadar, ilkin Erdoğan’ın kendini kurtarma isteğini, ABD ve AB’nin, kontrollü desteğini gördük. Yine de “evet” sürecini bunlarla sınırlı tutamayız.
Egemen sınıf için, sistemin çözülmekte olduğu açıktır. Egemen sınıf, burjuvazi, tekeller, eski sistemin çözüldüğünü görüyor. Ve bu durumda, bir çıkış yolu olarak Erdoğan eli ile büyük bir “temizlik” hareketine girişip, sonra Erdoğan’ı alaşağı etme planları yapmaktadır. Görünen budur. Bu durumda, egemen sınıf için, kısa vadeli düşünmek dışında yol kalmamış demektir. Kısa vadeli düşünmek; a- sınıf mücadelesini acımasızca bastırmak, b- Kürt hareketini acımasızca bastırmak, c- Ortadoğu’dan kısa vadeli kaynaklar aktarmak ve bu yolla büyümek, d- kârlılıklarını yüksek tutarak dünya çapındaki krizden az etkilenerek çıkmak, demektir. Bu duruma, Çobanlık sistemi uygundur. Sorun olmaz. Ya sonra? Öyle görünüyor ki, egemen sınıf, dünya çapında süren savaş içinde, sonrasını düşünemez hâldedir. Bu süre içinde Saray Rejimi, burjuva hukukunu ayaklar altına alırken, acaba, kendileri de sağ kalabilecek midir? Bir örnek var: TÜSİAD, tarihinde ilk kez, Erdoğan’la ters düştüğü için bir başkanını feda etmiştir. Referandum’da, Yaşar Holding, “kurumsal” anlamda bir rezilliğe imza atmıştır. TC devletinin en üst katlarının hile ile imza attıkları “kurumsal” evet rezilliği ile Yaşar Holding’in “kurumsal” rezilliği birbirine ne kadar benzemektedir. Sandıktan hayır çıktı diye bir kulübe desteğini kesmiş, gelişen boykot üzerine bu kez özür dilemiştir. İşte size burjuva egemenlerin, kısa ve uzun vadeli çıkarları arasındaki çatışma.
Kemal Derviş geldiğinde, hem ABD-AB’nin Ortadoğu politikaları yeni bir devlet yapılanmasını gerektiriyordu, hem de 2001 krizi ile burjuva egemenler yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duyuyordu. Adına “demokrasi” dediler ama gerçekte, kanun hükmünde kararnamelerle, işçi sınıfını tamamen ezmek, taşeronlaşmanın yolunu açmak saldırılarını başlattılar. O dönem, AK Parti, Derviş’in programını uygulamaya koydu ve tüm egemenler bu program konusunda hemfikir idi. Bu, gerçekte bir katıksız diktatörlüğe yönelmek iken, görünürde “liberal” özgürlükler “genişletilmekte” idi. Mesela işçi sınıfına, sendikalara, Kürt hareketine karşı azgın saldırılar artarken, turizm özgürlüğü, ordunun yerine sivilleşme eğilimleri, dinî “özgürlüklere” alan açılması gibi uygulamalar, liberallerin övgülerini alıyordu. AK Parti’ye verilen liberal destek, liberal aydınların yanılgısının ürünü değil idi. Çoğunlukla, uluslararası sermayenin istekleri ve ülkemizdeki tekellerin çıkarlarına uygun olarak bir yeni yapılanma sürecinin başlatılmış olması idi. O günlerin kanun hükmünde kararnamelerine karşı çıkılmamasının nedeni budur.
Şimdi ise, egemen sınıflar için durum daha farklıdır. Hem ABD-AB, 2001’deki gibi liberallere güven verecek bir plana sahip değildir, hem de içeirde egemen sınıf, bütünlüklü bir plana sahip değildir. İşte Erdoğan, bu durumu kullanmaktadır.
Eğer Erdoğan’ın Saray Rejiminde “Bonapartizm”i çağrıştıran bir şey varsa, o tam da bu özgün durum nedeni iledir. Yoksa daha derin bir benzerlik yoktur. 2002’de Erdoğan ve AK Parti, sistemin yeniden yapılanması ve BOP eşbaşkanlığı içinde yol almaktaydı ve egemen sınıf, gerçekte o gün de var olan tüm “otoriterleşme” politikalarının arkasında idi. Ama bugün, egemen sınıf, bir bütüncül politikaya sahip değildir.
TC devleti, tüm kodları ile, genlerine işlemiş, soğuk savaş dönemi politikaları ile yönetilmektedir. O kadar ki, anti-komünizm, hâlâ en önemli unsurdur, halklara düşmanlık ve halkları kendine iç düşman görmek hâlâ en önemli unsurdur. Bu iki unsur, Erdoğan çevresindeki eski “solcu” liberal başdanışmanların ana hareket noktasıdır.
TC devletinin bu özgün durumunu anlamak için, Kürt devrimini hesaba katmak gerekir. ABD’nin Ortadoğu politikalarındaki başarısızlık, Kürt devriminin aldığı yol ve ısrarala milliyetçi bir çizgiden uzak durması, Ortadoğu’da mezhepçi İslamcı politikaların tutmaması, eski TC elitlerinin Erdoğan’ın arkasına destek hâline gelmesini koşullamaktadır. Ergenekoncular, Perinçek’in açıklamalarında da açıkça görüldüğü gibi, Erdoğan’ı “milli” çıkış olarak görmektedirler. TC devletinin “ulusal” refleksi, anti-komünizm ve halkların inkârı üzerine kuruludur. O nedenle, TC devletinin elitlerine “Kürt” ve “komünist” dediniz mi, onlara karşı allah allah nidaları ile saldırmalarını garantiye aldınız demektir. Erdoğan’ın bu denli hukuksuzca, bu denli pervasızca davranmasının temelinde, bu gerçeklik yatmaktadır. Hepsi, buna razıdır. Yeter ki Kürtleri yok etsinler, yeter ki komünistleri yok etsinler, Gezi’yi ezsinler.
İşte bu hileli, bu hukuksuz, bu onursuz “evet” zaferinin ardında bu gerçekler yatmaktadır. Bu durum, sadece Erdoğan’ın otoriterleşmesi değildir. Bu, sistemin var olan otoriterleşmesinin tüm yönleri ile açığa çıkması, gizlenemez hâle gelmesidir.
Bu artık, Saray Rejimi’dir.
Saray Rejimi, tam bir hukuksuzluktur. Bu acaba, burjuva egemenler için, kendilerini daha rahat, daha “egemen” vb. hissedebilecekleri bir durum mudur? Devlet olanaklarından faydalanma arzusu, Ortadoğu’daki yasadışı ticaretten pay alma hevesi, kârlarını kısa vadede katlama isteğinin dayanılmazlığı, dünya çapında süren paylaşım savaşımının içinde iştahlarının kabarması, tekelleri, Erdoğan’ın arkasında sıraya sokmuştur. Ama yine de anlı-şanlı tekellerin, Koç’ların, Sabancı’ların vb. inşaat mafyası-çetesi diyeceğimiz yeni “zenginler” karşısında çok da “muteber” bir yere sahip olabilecekleri tartışma konusudur. Erdoğan, inşaat-eğitim-turizm. vb üzerinden, “yeni halifeliğe” önemli kaynaklar bulmaktadır. Doğrusu bu kaynaklar, İslam halifelerinin devlet adına topladıkları vergilerden çok fazladır ve sadece “paralel devlet”e aittir. Bu nedenle, Erdoğan’ın arkasında, “yeni zenginler”, bir çete olarak vardırlar. Burjuva çeteler, kelimenin sınıf anlamında da hayat bulmaktadır. Sadece devlete bağlı çeteler değil, inşaat mafyası gibi çeteler de devrededir. Devlet olanakları ve zenginleşme arasındaki bağları, Koç’ların, Sabancı’ların bizden daha detaylı bildiği de sır olmasa gerek.
Öyle ise, sistem, hep birlikte, bir çözümsüzlük sürecine doğru adım atmaktadır. Erdoğan, tüm bu ortamdan yararlanarak, kendi Çobanlık sistemini kurmaya yönelmiştir.
Elbette bu arada, Erdoğan’a, “İslam” adına görev biçenler de vardır. Gerçekte, İslam’a büyük darbeler indirmek için, Erdoğan’dan daha büyük bir olanak elde etmek zordur. IŞİD, bu sürecin bir parçasıdır. İnşaat mafyasının üzerinden bir “halifelik vergisi” uygulaması devreye konarak, belki fetvalar verecek hocalar bulmak, belki mafya tarzı bir sokak gücü elde etmek, belki Sadat gibi kontr-gerilla organizasyonları kurmak vb. mümkündür. Ama buradan bir halifelik çıkartmak umudu, ancak “çaresiz”lik içinde gelişen körlüktür. Tüm bu süreç, gerçekte, paylaşım savaşımının odak noktalarından birisi olan Ortadoğu’da, dini paylaşım savaşımının bir aleti olarak kullanmak isteyenlere altın tepside olanaklar sunmaktan başka bir şeye hizmet etmez.
Öyle ise, Çobanlık sistemi, referandum ve buradan hayır oylarının fazla olmasına rağmen “evet” çıkartılması, sadece Erdoğan’ın ihtiraslarının bir ürünü değildir. Tümü, hep birlikte bu sürecin arkasından itmektedir. Ve, her birinin farklı planı vardır. Sadece bir yere kadar birliktedirler.
Saray Rejimi, gerçek anlamı ile tükeniştir, çöküştür. Bu nedenle bu kadar “ayıplı” bir zafere sarılmaktadırlar.

SARAY REJİMİ
İşte “karanlıklar nasıl, güneş altında kaçarsa deliğe”, koşuyor hepsi birden bu seferberliğe. Erdoğan, tüm bu dengelerin arasında, sadece ve sadece cebini ve kendini düşünebildiği için, yoktan “zafer”ler çıkartabilmektedir.
Saray Rejimi böyle kurulmaktadır.
Saray Rejimi, hukuksuzluk demektir. Burjuva anlamda hukukun ayaklar altına alınması demektir. Adaletten söz etmiyoruz. Tüm burjuva devletler adaletsizdir. Erdoğan’dan öncesi de adaletsizdir. Ama Erdoğan ile birlikte oluşan, 15 Temmuz darbesi ile allahın lütfunu da alarak şahlanan, şimdi tam anlamı ile şekil bulmakta olan Saray Rejimi, tam bir hukuksuzluktur.
Burjuva hukuk, seçimlerde kullanılacak oy pusulalarının önceden mühürlenmiş olmasını şart koyar. Bu aslında, hileye karşı alınmış, üstelik çok zayıf bir önlemdir. Ama, Erdoğan ve ekibi, bu sıradan, son derece açık kuralı ayaklar altına almaktan çekinmemektedir.
Sadece bu mu?
Elbette değil.
OHAL koşullarında “anayasa” referandumu yapmak, ülkemizde burjuva devletin çürümüşlüğünün en açık kanıtıdır.
Soru şudur: Neden Erdoğan, Saray, tekeller, ABD, hepsi, hepsi, bir referanduma gerek duyuyorlar? Madem en sıradan kuralları ayaklar altına alacaksınız, madem OHAL olmadan seçim yapamayacaksınız, madem “hayır” diyenleri tutuklayacaksınız, madem “evet demek zorunlu” olacak, öyle ise neden referandum yapıyorsunuz? Açıkça, neden, “Erdoğan rüyasında gördü, kendisine ayan oldu ki, evet çıkacak” demiyorsunuz? Böyle dersiniz ve referandum gibi tiyatrolara gerek kalmaz.
Demek ki, Saray Rejimi’nin karakteri budur.
Şimdi, tüm dünya, tüm TC vatandaşları, sandığa giden gitmeyen tüm seçmenler, ister evet, ister hayır oyu versinler tüm seçmenler, sonucun “hayır” çıktığını biliyor. Sizler de biliyorsunuz. Öyle ise, bu tiyatrodan nasıl kazançlı çıktınız?
İşte Saray Rejimi budur.
Saray Rejimi, sadece işçi ve emekçilere karşı baskı ve katliamlar organize edilmesi demek değildir.
Saray Rejimi, aynı zamanda hile ve yalandır.
Saray Rejimi, işçi ve emekçilere, halklara karşı sistematik düşmanlık demektir. Sadece referandum süreci değil, ama özellikle referandum süreci de bunu göstermektedir. Soğuk savaş döneminden kalan, halkları düşman görme, halklara imha ve inkârı dayatma, işçi ve emekçileri düşman görme, anti-komünizmi besmele hâline getirme davranışı, Saray Rejimi’nin ana direkleridir. Referandum sürecinde, öncesinde, Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikası, bunun en açık kanıtıdır.
Saray Rejimi, muhalif duruşu, hiçbir biçimde kabul etmemektedir. Saray Rejimi, Erdoğan’ın ağzından çıkan sözlerin yasa hâline getirildiği, ertesi gün bu yasaların başka sözlerle yerle bir edildiği bir rejimdir. Saray rejimi, bu duruma uygun “uzmanlar ordusu” beslemektedir. Adının önünde profesör vb. ekler olan onlarca, yüzlerce besleme-uzman, her gün Erdoğan’ın söylediği şeyleri yorumlamak, uygun bir biçimde açıklamak, aktarmak ile görevlidir. Erdoğan ertesi gün farklı bir şey söylerse, bu durumda, en son söylediği geçerlidir ve ona göre iş yapmaktadırlar. Saray Rejimi’nin “yeni zenginleri” müteahhitlerden oluşmaktadır. Saray Rejimi’nin yeni uleması da, bu besleme-uzmanlardan oluşmaktadır.
Saray Rejimi, tüm gücün kontrol altına alınması için, sürekli düşman yaratma politikasını devreye sokmak demektir. Her dönüm noktasında, bir öcü yaratılarak, herkes sindirilmeye çalışılmaktadır. Saray Rejimi, “sinmemiş” insanları sevmez.
Saray Rejimi, karanlıktan beslenir. Bu nedenle, aydınlığı sevmez. Bu nedenle basını tam olarak kontrol altına alır ve basın, AK Partili Saray Rejimi’nin elinde bir karanlık üretme makinasıdır.

SARAY REJİMİ ve DİN
Erdoğan’ı bu kesmez.
Derler ki, günahları fazla olanlar, onları affettirmek için, Allah’a daha fazla dua ederler, beş vakit namazlarına 5 daha katarlar. İşi abartırlar.
Kuraldır, dini bu denli abartıp, gösteriye dönüştürenler, gerçekte, “dindar” imajını vermeye çalışan üçkâğıtçılardır. Mutlaka bir şeyleri gizlemek istediklerinden, bu yola başvururlar.
Öyle ya, din, gerçekte, kişi ile yaratan arasında, mümkün olduğunca gözlerden uzak, insanın kendisine ait bir şeydir.
Oysa günümüz İslamı, tümü ile demesek de neredeyse tümü ile, “ibadet” gösterisinin sergilendiği bir alana sahiptir. Suudi prenslerinin yaşam biçimi, dünyada herkesçe biliniyordur. Ne mütevazilikleri vardır, ne herhangi bir “kontrol”leri. Kibir, gösteriş ve sınır tanımaz isteklerini arsızca gerçekleştirmek, onları en iyi tanımlayacak şeylerdir.
Suudi prenslerinin bu yaşamı biliniyor. Ama bu sadece Suudi prenslerine ait değil. İslam dünyasında bu gösteriş, bu mala tapınma, bu arsızca sınırsız isteklere bağlılık her yerde geçerlidir.
Suudi gurbetinde, Viagra’dan ölenlere tören yaparak, onlara kutsiyet yükleyerek zaten bu denileni en açık biçimde ikrar etmiş olurlar.
Bu aslında bir çürümedir.
17-25 Aralık olayları patlak verdiğinde, Hayrettin Karaman’ın, geçmişinden elde ettiği saygınlığı kullanarak, birkaç dolar karşılığında yayınladığı “fetva”lar, bu çürümenin en açık kanıtıdır. Karaman hoca efendi, tereddütlerini gidermek için ne kadar dolar aldığını, başındaki yeşil sarık ile yeşil dolarlar arasında nasıl git-gel yaşadığını bilemeyiz ama, şöyle buyurdu, “Halife de %10 almakta idi.” Yani İslam’da var demiş oldu. Halife, İslam’ın devlet örgütlenmesinde vergiyi böyle toplardı, doğrudur, ama önceden herkes bilirdi. Yoksa alınan rüşvetleri, yakalanınca “vergi” diye mi isimlendirirdi? Biz halifelerden hiçbirinin bunu yapmadığını biliyoruz. Ama Hayrettin Karaman hoca efendi, yeşil sarıklıdır ve “ilim irfan sahibidir” herhâlde. Ondan iyi de bilemeyiz. Çıksın, halifelerin tümü rüşvet alırdı ve oran da %10 idi desin, diyecek bir şeyimiz kalmaz. Hayrettin Karaman hoca efendiye döneceğiz.
IŞİD, İslam adına cihat ilan etmektedir. IŞİD’in cihadı, İslam’ı kirletmektedir. IŞİD’in cihadı, Ortadoğu’da, emperyalist güçlerin ABD emperyalizminin ve Batılı emperyalistlerin varlığına karşı İslamî bir direniş geliştirilmesini önlemek içindir. IŞİD İslami, elbette tüm Ortadoğu’yu ABD adına karıştırmak içindir. Elbette IŞİD, en başta, ABD, İngiltere ve İsrail güçlerinde beslenmiş, büyütülmüştür. IŞİD, emperyalist güçlere, haksızlıklara, sömürüye, talana vb. karşı mücadele etmek için yoktur. Tersine IŞİD, ABD ve emperyalist güçler adına, Ortadoğu’da gelişecek her türlü direnişi yerle bir etmek, halkları kırmak ve birbirine kırdırmak, mezhep savaşlarını beslemek için yaratılmıştır.
Şimdi, IŞİD’in İslam inancına zarar verdiğini söylemek için, İslam konusunda Hayrettin Karaman kadar ilim irfan sahibi olmaya gerek var mı?
Kendini peygamberin hayatından kesitlerle örnekleyerek ifade etmeye çalışan Erdoğan’ı, Çobanlık sistemi kesmez. 15 Temmuz gecesinden kendisinin nasıl kurtulduğunu, bizzat kendi ağzından, peygamberin Hira mağarasındaki saklanmasına, örümceklerin mağaranın girişini ağları ile örmelerine benzetmesi, bunun kanıtıdır. Erdoğan’ı artık Çobanlık kesmez. Gözü daha yükseklerdedir. Zaten, bu noktaya kadar, ABD’nin açık, AB’nin kerhen, egemen sınıfların, Ergenekoncu eski devlet elitlerinin ve ordunun çaresizlikten, müteahhit çetesi ve mafya çetelerinin ise menfaaten desteklerini alarak gelebildi. Şimdi, hep birlikte, Müslüman Kardeşlerin, Katar’ın ve Suudi krallığının desteği ile, İran’ın Şia yayılmacılığına karşı, halifelik peşindedir. Bir de halifeliğin en iyi çözüm olduğunu, ABD’li efendilerine kabul ettirebilirse, yolu açıktır diye düşünmektedir.
Erdoğan’ı bu kesmez.
İşte o nedenle, hile ve yalana dayalı bir zaferi, onursuzca kabul etmektedir.
Saray Rejimi, bu hile ve yalanlarını, açığa çıktıklarında, göklerin yüksek katından gelen mesajlarla örtmekte, AK’lamaktadır.
Saray Rejimi, İslam’ın acımasızca kullanılması da demektir.
Tam burada, Hayrettin Karaman’a dönmemiz gerekir.
Referandum sürecinde Karaman, peş peşe yazılar yazdı. Kaybetme korkusundan mıdır, yoksa “kazanmaya” olan acil ihtiyaçtan mı bilinmez, Karaman, dilinin altındakilerin tümünü çıkarttı.
Ülkemiz Sünni İslamı’nın “fakih”lerinden biri olan Karaman, “hayır”cılar ile gayrimüslimlere davranış üzerine son derece “nazik” tehditler savurdu. İslam tarihinde, Müslüman olmayan, Hıristiyan ve Yahudilere nasıl şefkat gösterildi ise, referandumda hayır oyu vereceklere de aynı şekilde muamele edilmesi gerektiğini buyurdu. Dinin, bu denli, siyasal olaylara alet edilmesi, aslında 17-25 Aralık sürecinde de ortaya çıkmıştı.
Ama Karaman’ı bu yazı kesmedi. Hayırcıları, Osmanlı yönetimi altında hoşgörü ile muamele edilen gayrimüslimlere benzetmesi, gerçekte, Osmanlı hayallerinin de ürünüdür. Erdoğan’ın akıl hocası ve başındaki sarığın yeşilinden çok dolardaki yeşile aşık olduğu artık aşikâr olan Karaman’ın bu söyledikleri, bizim Erdoğan’ı “çobanlık” sistemi kesmez, Erdoğan burada durmaz tezimizi doğruluyor. Şimdi hep birlikte, halifelik baskısı gelecektir. Ve bunun müteahhitlerin, İslamcı mafyanın, rızklarını devlet ihalelerine bağlamış olanların, Ortadoğu yağmasından pay almaya hevesli işadamlarının, Gülen ile ihracata açılmakta eksik kalmış olup da şimdi Erdoğan ile hamleler yapmaya çalışanların, camilerde “işyerinde fazla önlem almak allaha şirk koşmaktır” diye hutbe verenlerin işine geleceği de açık. ABD için bu durum, Ortadoğu’da işine gelecekse neden olmasın. Öyle ise saygın fakih Hayrettin Karaman’ın ikinci yazısına geçebiliriz.
Bu yazı din adına daha iddialıdır. Onun için aktaralım; “Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha ‘evet’ diyerek atmak, ‘farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır’ kuralının çerçevesine dahildir.”
Tersinden okursanız, “hayır” oyu vermek, günah veya haram anlamına gelmektedir. Farz, islamda, Allah’ın yapmayı zorunlu koştuğu şeyleri anlatır.
Şimdi, diyelim ki, ülkenin çoğunluğu, mesela %65’i hayır demiş olsun. Bu durumda, bu sayılmaz, sizi gidi günahkârlar sizi diyerek, sandıktan çıkanları hile ile evet hâline getirmek, “günah” olabilir mi?
Olamaz. Çünkü, “farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran” bir eylem olmuş olur. Öyle ise, hile her zaman farzdır. Hele hele bugünkü durumda tamamen farzdır.
Acaba IŞİD’in eylemleri “farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran” fiiller olarak ele alınamaz mı? Bizce alınabilir. Zira sonunda halifelik iddiası var.
İşte burada, dar-ül harp meselesi yeniden devreye girmektedir. Bugün üzerinde yaşadığımız bu topraklarda bir şeriat devleti olmadığına göre, henüz yoktur, öyle ise, bu topraklar bir harp sahasıdır. Dar-ül harpta iseniz, yapacağınız her türlü kötülük de mübahtır.
Ünlü ve saygın fakih Hayrettin Karaman, sıradan bir politik olayda, bir anayasa referandumunda, evet oyu vermeyi allahın emri hâline getirirken, ülkenin yöneticilerinin sandıktan çıkan hayır oylarını yok hükmünde ilan edip, bir zafer bulmaları, sonra bu zaferi yaradana adamaları kadar doğal ne olabilir? Sıradan bir olayda, evet oyu vermeyi dinî bir sorun ve allahın emri çerçevesinde ele alan bir mantığın, IŞİD militanlarının eğitilmesi meselesini doğal karşılaması şaşırtıcı olabilir mi?
Demek ki, Erdoğan’ı bu zafer kesmez. O daha halifelik yolunda nice gazalara yelken açacaktır.
Hayrettin Karaman, İslam adına böyle konuştuğunda, gerçekte İslam adına onu uyaranların çıkması normal olmalıdır. Ama yok.
Erdoğan, Muktedir, Hira mağarası deneyiminden geçmiş kişi, “Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden şunlar şunlar geçer, şunlar geçemez diyor muyuz? Ya bizde tarafsızlığın daniskası var ya!” diye konuşmuş. Bunları bir çocuk aklı söylemez diye mi düşünüyorsunuz? Peki, ya Hayrettin Karaman’ın farz açıklamasından sonra, Erdoğan’ın söylediklerini yine çocukça diye mi ele alıyorsunuz?
Saray Rejimi, biraz da böyle olacaktır.
Okullar ne zaman tatil edilecek? Saray bilir.
Hangi köprüden kimler geçecek? Saray bilir.
Nereye cami yapılacak, nereden cami kaldırılacak? Saray bilir.
Sabahları kaçta kalkılacak? Saray bilir.
Akşamları hangi içki içilerek yatılacak? Saray bilir.
Kahve falına bakmak günah mıdır? Hayrettin Karaman’a sorulacak.
Kürt sorunu var mıdır? Saray bilir.
Kürt var mıdır? Saray bilir.
Kaç çocuk yapılacak? Saray bilir.
İşte OHAL rejimi de zaten bunun için vardır.
Yeni çobanlık sistemi ile OHAL artık sürekli hâle getirilmiştir. Bundan böyle, meclisin yasa yapıp yapmamasını ancak ve ancak Saray bilir. Saray’dan daha iyi yasa yapabilecek olan var mıdır?
Saray Rejimi, dinin, İslam’ın acımasızca, kurnazca, hayasızca kullanılması demektir.

CHP, MHP SARAY’IN FİGÜRANLARIDIR
Saray Rejimi, en başından bir ABD projesi olarak başlamış olan AK Parti projesinin, biraz farklılıkla devamıdır.
Bu projede, en başından beri, CHP ve MHP, esas kadroda, figüran oyunculardır, hep öyle olmuşlardır. MHP bölümünü artık biliyoruz. MHP, artık bir tabela partisidir ve belki Saray sıkılana kadar, bu tabela korunacaktır. MHP, son 15 yıllık süreçte, tıpkı Erdoğan gibi, dün savunduklarının tam tersini savunmaktan geri durmamıştır. Son, “fiilî durumu anayasal hâle getirme” çıkışı ile, muhtemelen Bahçeli’ye dönük bazı tehditlerle, çobanlık sistemini, Saray Rejimi’ni, herkesten çok savunur pozisyona girmiştir. Bu durum, Bahçeli’nin son kullanım tarihi demektir. Bundan böyle Bahçeli ile işlerinin olmayacağı açık. Zaten, ne MHP diye bir parti kalmıştır, ne de Bahçeli diye bir lideri.
Ama Saray Rejimi’nin CHP’ye olan ihtiyacı, CHP’nin oynayacağı rol hâlâ sürmektedir. Daha seçim sonuçları resmen ilan edilmeden, daha şaibe iddiaları ayyukta iken, CHP’nin eski ve mevcut genel başkanlarının tutumu, tam bir korkaklık, tam bir zavallılık değil ise, açıktan açığa rolleri gereğidir.
Şaibeli seçim diye söze başlayan CHP’nin genel başkanı, birdenbire kameraların ses sisteminin alamayacağı bir tarzda karnından konuşarak, “sokağa çıkma” çağrısı yapmıyor. Erdoğan’ın, “kasetle geldi, CD ile gidecek” tehdidinden midir acaba, Kılıçdaroğlu, halkın en meşru hakkı olan oylarını koruma hakkına dönük olarak “sokak” eylemleri çağrısı yapmıyor. CHP lideri acaba, “bu devlet bizim, sokağa çıkma çağrısı yaparsak, işin boyutu referandumu aşar da devrime doğru bir ilerlemeye mi yol açar, işçiler sokağa mı çıkar” diye mi korkmaktadır?
Ne referandum ama!
Zafer ilan eden Erdoğan’ın yüzü solmuş, neşesi kaçmış, “zafer” derken kendini ele verecek tarzda yenilgisini ifade ediyor. Arkada Damat Berat ve Saray oğlanı Jöleli, Erdoğan’ın gücünün simgesi midir?
Ve aynı zamanda, CHP lideri, “hayır cephesinin sözcüsü” edaları ile, seçim şaibelidir derken, YSK’yı suçluyor ama halka, oylarınıza sahip çıkmak için sokaklara çağrısı yapamıyor. Kendisini en şehvetle Abdülkadir Selvi savunuyor.
Bu kadar da değil.
CHP’nin eski lideri Baykal, daha maç bitmedi, diyor. Kurumuş bir yürek, acınası bir beyinle birlikte olunca, böyle mi oluyor? Baykal, maç bitmedi, 2019’da ikinci yarı var, diyor. Yani Baykal, açıktan seçim sonuçlarını, YSK ilan etmeye korkarken, tanıdığını ilan ediyor. Daha şaibe üzerine iki laf etmeden, hemen 2019’da aday olduğunu ilan ediyor.
Bu tiyatronun en ucuz figüranları kim diye bir yarışma açılsa, Bahçeli, Baykal ve Kılıçdaroğlu arasında karar vermek, jüri için çok zor olacaktır.
Eğer, eski Doğu Avrupa ülkelerinden birinde seçime hile karıştı diye muhalefet lideri halkı sokağa çağırmış olsa, CHP’nin bu, al birini vur ötekine iki lideri, muhtemelen, “demokrasi halk tarafından korunuyor” derdi. Ama, açık hile ile, sandıklara atılan hayır oylarının evete çevrilmesine seyirci kalıp, “devleti koruyoruz” diye numara yapmaya çalışanlar da bunlardır.
Kılıçdaroğlu, biz halka söz verdik, oylarına sahip çıkacağız, diyor, sandıklara sahip çıktık ama YSK bizi aldattı, diyor. Ne ucuzluk, ne çapsızlık, ne karaktersizlik! Öyle ise parti teşkilâtınla YSK’yı bas, kitleleri YSK’nın önüne yığ, parlamentodan çekil, seçimin tekrarını iste, sokaklara çıkanlara destek ver.
Kılıçdaroğlu şöyle diyor; gelecek sefere inşallah. şimdi ana sorunumuz, Saray’ın dediği gibi, halkın bu sonucu “hazmetmesini” sağlamaktır. İşte bu nedenle Kılıçdaroğlu, gazı kaçmış soda gibi fıslıyor, Baykal pişmiş patates gibi maçın ikinci raundunu bekle çağrıları yapıyor.
CHP, eğer, milletvekili dokunulmazlığına destek vermemiş olsa, (ki sadece anayasaya uygun davranmış olurdu), HDP milletvekilleri dışarıda olmuş olsa, Hayır, daha da güçlenecekti. Demek ki, CHP; açıktan AK Parti’ye yardım etmiştir. Kılıçdaroğlu ve Baykal, 15 Temmuz gecesi, bir tank bulup üstüne çıkacaklarına, Yenikapı’ya yolcu olmamış olsalardı, belki biraz daha insan omurgasına benzer omurgaları olabilirdi.
Referandum göstermiştir ki, sandık, artık bu ülkede bitmiştir. CHP, MHP ve AK Parti, birer parti olarak zaten bitmiş idi, bir kere daha bunu gördük. Parlamento, artık işi olmayan, anlamsız, süs hâline gelmiş bir kurumdur.
Saray Rejimi, bunların üzerine yükselmiştir.

“HAYIR” BİR DİRENİŞTİR
İşte tüm bu koşullar altında, hayır bir direniştir. Hayır, insan olmaya devam etme isteğidir, kulluğun reddedilmesidir.
Hayır, boyun eğmemek demektir.
Hayır, İslam’ın, dinin bu denli hunharca kullanılmasına karşı durmak demektir.
Hayır, gazetecilerin hapsedilmesine, herkesin bir günde terörist ilan edilerek “devlet terörünün” egemen ve dinen kutsal kılınmasına, milletvekillerinin hapsedilmesine, insanların iradelerine ipotek konulmasına, gençlerin sokaklarda kurşunlanmasına, çocukların ırzına geçilmesine, kadın cinayetlerine ve cinsel ayrımcılığın her türüne karşı olmak demektir.
Hayır, bir yandan şiddet ve baskılara karşı koymak, diğer yandan “farz” yalanlarına karşı durmak demektir.
Hayır, iş cinayetlerine “fıtrat” yaklaşımı ile açıklama getiren kömür dağıtıcısı, sadaka verici devlete karşı durmak demektir.
Hayır, özelleştirmelere, ülkenin tüm fabrikalarının rant alanı hâline dönüştürülerek yağmalanmasına, taşeronlaştırma ile, işçi ve emekçilerin yaşamlarının çekilmez hâle getirilmesine, ucuz emek cenneti olmaya karşı durmaktır.
Hayır, doğanın yağmalanmasına, inşaat şirketlerinin tüm yaşam alanlarına fütursuzca dalmasına, ihalelerle hayatlarımızın çalınmasına, Katarlı şirketlere ülkenin parsellenerek satılmasına, dur demek isteğidir.
Hayır, paralı eğitime ve eğitimin özelleştirilmesine, çocukların imam hatip veya özel paralı eğitim makası içinde parçalanmasına karşı durmak demektir.
Hayır, sömürünün, talanın, yağmanın her türüne karşı direniş demektir.
Ve tüm baskılara rağmen, devlet terörüne rağmen, meta zoru uygulamalara rağmen, dinî fetvalara rağmen, ekonomik tehditlere rağmen, akıl almaz yalanlara rağmen Hayır kazanmıştır.
Evet demenin bir devlet teşviki, evet demenin bir şike, evet demenin bir parasal kazanç, evet demenin bir farz ilan edildiği koşullarda, evet’in kaybetmesi, sıradan bir olay değildir.
Erdoğan ve danışmanları, şürekası, hileli bir “evet”in üzerinde, yalanın üzerinde, “farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran fiil” açıklamalarını dayanarak yaparak elde ettikleri “zafer”in üzerinde oturmak zorundadırlar.
Hayır, Kürt halkının direnişidir.
Hayır, Gezi Direnişi ruhunun genişleyerek sürmesidir.
Hayır, işçilerin dipten gelen dalgasının habercisidir.
Hayır, bir direniştir.
Gezi Direnişi’nin ikinci aşamasıdır. Gezi Direnişi, ikinci aşamada da kazanmıştır.
Bu “zafer” üzerine kurulu, “anayasal” hâle getirilmiş Saray Rejimi, kimseyi kurtaramayacaktır.
Bahçeli, Saray Rejimi’nin kuklasıdır.
Kılıçdaroğlu’nun artık Erdoğan’ı ve Saray Rejimi’ni kurtarma şansı yoktur.
Referandum, Hayır’ın zaferinin tanınmamasıdır.
TC devleti, Saray Rejimi, açık olarak sandık ve seçim sistemini rafa kaldırmıştır. Parlamento işlevsiz, seçim sandıkları bir tiyatrodur.
Referandum’dan önce, bir anayasa vardı, 12 Eylül hukukuna dayalı bir anayasa vardı. Bu anayasaya, en başta Erdoğan, Cumhurbaşkanı uymamakta idi. Fiilî olarak anayasa uyulmayan bir anayasa idi. Referandumdan sonra, artık bir anayasa da yoktur. Referandumdan geçememiş bir anayasal düzenleme ile anayasa varmış gibi davranmak, Kılıçdaroğlu ve CHP ekibinin tüm yardımlarına rağmen hayat bulamayacaktır.
Artık, direniş, kendi yasalarını yaratacaktır. o

“Hayır” ve 1 Mayıs

1 Mayıs, 1977 Taksim 1 Mayıs katliamının tam 40. yılına denk geldi.
Bu iki etken altında, 1 Mayıs’ın doğru adresi olan Taksim alanının alınması, çok daha mümkün idi. DİSK yönetimi başta olmak üzere, KESK, TTB ve TMMOB yönetimleri, Taksim’i almaya “cesaret” etmemişlerdir.
Sendikalar, kitle örgütleri, gerçekte devletle aralarına mesafe koyacaklarına, kendi iradelerini çalan devletten uzaklaşacaklarına, haklarını gaspeden, en sıradan ekonomik ve demokratik haklarını gaspedenlerle aralarına mesafe koyacaklarına, tersine, mücadele edenlerle, direnenlerle, devrimcilerle aralarına mesafe koymaya çalışıyorlar.
1 Mayıs 2017’nin ilk sonucu budur. Kani Beko’nun kürsüden sola, direniş liderlerine selâm göndermesi, birçok yerde onun işveren temsilcisi gibi, Kılıçdaroğlu’ndan bin kat geri konuşmasını affettiremez.
İki arada kalma döneminin sonudur. Sendikalar, tüm demokratik kitle örgütleri, “solu suçlama” politikalarına, alışkanlıklarına son vermeli, devletin ağzını kullanmak yerine, işçi sınıfının ağzını kullanmayı denemelidir. Sendikalar, hele hele ilerici sendikalar, tüm kitle örgütleri, sol ile, devrimcilerle ilişki kurmayı seçmelidir. Zira, bu onların da ihtiyacıdır.
İkincisi, 1 Mayıs 2017, tüm buna rağmen, devrimci davaya sempati duyan işçilerin, devrimci işlerin, solun 1 Mayıs’ı olmuştur.
Bu realitenin, bu gerçekliğin, kürsüye yansımasının zamanı gelmiştir. Sendikalar adına iki temsilcinin ve sol adına iki temsilcinin kürsüden konuşması doğru olandır. Tertip komitelerinin lafta değil, gerçek anlamda solun da içinde yer alacağı şekilde organize edilmesi gereklidir ve 1 Mayıs’lar adına, işçi sınıfı adına kazanım olacaktır.
Üçüncüsü, Saray Rejimi’nin korkusudur. Saray Rejimi, tüm burjuva basını ile birlikte, 1 Mayıs’ları sansürleyen, yasaklayan, engelleyen zihniyeti ortaya koymaktadır. Saray Rejimi, işçilerden, emekçilerden, “hayır”ın gerçek sahiplerinden korkmaktadır. Bunun için, tramvayları, metroları, vapurları, motorları çalışmaktan men etmişlerdir, bunun için her yeri trafiğe kapatmışlardır. 1 Mayıs alanına, Taksim’e giren ya da oraya girmeye çalışanlara karşı uyguladıkları şiddet, bu korkunun ürünüdür. Burjuva basın, sadece “havuz medyası” değil, tüm burjuva basın, 1 Mayıs kutlamalarına kendini kapatmıştır. Bu, korkunun açık ifadesidir. Burjuva basın, Saray Rejiminin Muktedirine, duymaktan rahatsız olacağı sloganları duyurmamak için bir tıkaç görevi yapmayı da üstlenmiştir. 1 Mayıs, bu gerçeği, bu korkuyu bir kere daha ortaya koymuştur.
Dördüncüsü, 1 Mayıs alanına gelen kitlelerin, sadece İstanbul’da değil, ülkenin dört bir tarafında, “Hayır” direnişinin vakurluğunu taşıyor olmalarıdır. Kitleler, “hayır” kazandığı hâlde Saray’ın zaferinin ilan edilmesinin karışık duyguları içindeydi. Bir yandan, geçen yıla göre daha kalabalık, daha kararlı, ama bir yandan da “sandık” hilelerinin beraberinde getirdiği bir “durgunluk-düşünme hâli” içinde idi. Bir yandan bir direniş geliştirmiş, sandığa, her şeye rağmen “hayır” oyunu atabilmiş ve belki de %65’lerde bir “hayır” oyu almayı başarmış bu kitle, diğer yandan kendisine “evet” sonucu açıklanmış ve sokak gösterileri ile hakkını geri almayı başaramamış bir kitle.
Bu ruh hâli, örgütlenmenin öneminin daha da iyi anlaşılmasına olanak verecektir.
Beşincisi, CHP, artık kendi kitlesini tutamamaktadır. CHP, özellikle gençliği, Baykal ve Kılıçdaroğlu politikaları ile tutamamaktadır. CHP tabanı, gün be gün, Baykal ve Kılıçdaroğlu ekibinin Saray’ın maskaraları olduğunu, bu maskaralık konusunda MHP lideri Bahçeli’den bir dirhem farkları olmadığını anlamaktadır, görmektedir, kavramaktadır. Özellikle CHP’li işçiler, CHP’li gençler, bu konuda duyarlıdır. Bu duyarlılık, 1 Mayıs alanlarına yansımıştır. 16 Nisan referandumunun üzerinden henüz 15 gün geçmiş olduğu için, CHP, daha bu arayışı bastırmayı başarabilmiş değildir. Baykal ve Kılıçdaroğlu, çoktan “evet” sonuçlarını kabul etmiş, sindirmiş üzerine de gazozu içmiş durumdadır. Ama henüz bu durumu, CHP’li işçilere, CHP’li gençlere anlatabilmiş değildirler.
Özetle, 1 Mayıs 2017, “hayır” ile süren direnişin, alanlara yansımasıdır. Bir dirhem daha direniş gelişmiştir. Bir dirhem daha örgütlülük konusunda yol alabiliyorsak, işte gerçek anlamda kazanım bu olacaktır. o

Şiire Koçaklama

 

Evet, Eduardo Carranza’nın, “Şiir kanını kaynatmıyorsa, aniden sırlara pencereler açmıyorsa, dünyayı keşfetmene yardım etmiyorsa, umutsuz yüreğinin yalnızlıkta ve aşkta, şenlikte ve sevgisizlikte eşlikçisi değilse ne işe yarar?” saptamasındaki gibi düşündüğüm için şiire “koçaklama” betimlemesini layık görüyorum.[2]

* * * * *

“Şiir nedir” mi? Sıkça karşılaştığımız bir soru(n)dur bu…

Adnan Yücel’in, “Bir şaire sorulabilecek en zor soru bence şiirin tanımıdır. Çünkü yaşamın tümünün tanımı istenir”; Melih Cevdet Anday’ın, “Çıkar yol, şiiri tanımlamaktan vazgeçmektir. Tanım akıl işidir, şiir ise akıl dışıdır”; Ahmet Telli’nin, “Şiiri tanımlamak gerekmiyor, yaşayan bir organizmadır o,” yanıtlarına eklenmesi gereken iki şeyden birisi: Sabahattin Ali’nin, “Şimdi şiir bence senin yüzündür,” saptamasıysa; ikincisi de Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Şiir nedir?” sorusuna verdiği, “Şiir ne değildir ki?” yanıtıdır.

Bence de aşk, hayat ve özgürlük kavgası neyse ne demekse, şiir de o demektir.

* * * * *

Şiir duygunun senfonisidir; güzelliktir; duygudur; sevgidir; özlemdir; kavuşmadır; tutkudur şiir; tutkuludur şiir; yaşamın kendisidir.

Devletin başladığı yerde biten düşlerin başladığı yerdir; sınırların olduğu yerde sınırsızı istemekle başlar, ama bitip tükenmez.

Nihayet Nâzım Hikmet’in, “Matematik, sibernetik, fizik, müzik, tüm bunlar, eninde sonunda, sadece, insanlar şiir okumayı öğrensinler ve anlasınlar diye gereklidir,”[3] diye tanımladığı şiir hayatın “olmazsa olmaz”larındandır.

* * * * *

Arapça kökenli bir sözcüktür; ‘şa ara’dan gelir. ‘Sezgi’, ‘ilham’, ‘ilhama dayalı’yı ifade eder.

Bir durum ya da olayı en az kelimeyle en güzel şekilde anlatabilme sanatıdır; kelime işçiliğidir.

Duyguların imgesel olarak resmedilmesidir; hayatı özgürce dile getirebilme olanağı veren üsluptur.

Etkili bir silahtır; insan(lık)ın kanatlanmasıdır.

“Şiir insanın yüzüdür” diyen Yelda Karataş haklıdır.

Duyguların damıtılmış hâli olan şiir, başka bir dünyanın mümkün olduğunu muştularken; aşka yardım ve yataklıktan sabıkalıdır; öznesi yaralıdır; insana ait çığlıktır şiir…

Şiir hayattır; arkadaştır, dost ve yoldaştır; yolculuğa çağrıdır.

Pablo Neruda’nın, “Ekmek gibidir, herkes tarafından bölüşülmelidir,” dediği şiir hüzündür, aşktır, heyecandır, mutluluktur. Şiirler hayat tarzıdır.

İsyandır, isyankâr olmayana şiir değil ‘methiye’; yazarına da şair değil soytarı denir! Çünkü gramer iktidardır, şiir ve şair gramer tanımaz…[4]

* * * * *

İlhan Berk’in, “Şiir bir tuğlacının düşürdüğü tuğlanın yere düşmesinde değil, havada asılı kalmasındadır,” diye tanımladığı şiir, duyuşun deyişe dönüşmesidir; dilin, kalbin, beynin ulaşabileceği zirvedir.

Şiire “üzümün güneşi, elmanın kurdu” demek de mümkünken;  “Bir mutluluk hastalığıdır şiir. Kırılan dalın türküsüdür. Ne roman ne öykü, bana her çeşidinden şiirler getir yolcu! Temiz, tertemiz olayım; serin, sepserin olayım; burkulursam burkulayım…”[5] Cemal Süreya’ya göre…

* * * * *

Cemal Süreya’nın, kapitalizmin, etinden sütünden faydalanamayacağı bir sanat türü olarak tanımladığı şiirin görevini/amacını/gerekliliğini Mahmud Derviş şöyle açıklar: “Şiir hayatın ihtişamının ilahisi, ezgisi olmak, çirkin şeylere karşı güzellikle mücadele etmek, savaşa karşı barışı barındırmak zorundadır.”

Şiir, edebiyatın felsefesidir; son noktasıdır; derindir; yaşamdır; başkaldırandır ve de şirin amacı, bizi şiir hâline sokmaktır.

Şiir, insanla insan, insanla dünya arasındakini seçerek bir başka düzleme aktarır ve yeniden kurar. Bir özel dil olmakla birlikte şiir bir iletişim aracıdır. Nesnel dayanağı olan coşkulu bir söylemdir. Kimi kez doğru giden bir oktur. Yeniden düzenlenmesi gereken yaşama, dünyaya usla karşı çıkıştır. Başkaldırıdır.

* * * * *

Tekrarlayalım: Kökenbilimsel anlamı itibariyle ‘şuur’un akrabasıdır şiir.

Nitekim arapçada şair (sha’ir), ‘bilen kişi’ anlamına gelir.  Bildiği de ‘şiir’ olsa gerektir.

Şiir, şairin ‘bildiği’dir. Şiir, şairin bize ‘bildirdiği’dir.

Şiir, bir mucizedir; bir duygu sağanağıdır.

Çünkü O; yani “Şiir: Yapılmadan önce ‘nasıl’ı, yapıldıktan sonra ‘şöyle’si olmayan”dır Özdemir Asaf’ın ifadesiyle…

Sadece bu kadar da değil: Carl Sandburg, “Şiir, sessizlik içinde bir atılımdır”; Czeslaw Milosz, “Şiir nedir ki, ulusları ve insanları kurtarmıyorsa?”; F. Kafka, “Şiir, insanların kafalarına yeni gözler eklemektir. Gerçeği değiştirmektir”; Melih Cevdet Anday, “Şiir, bütün özelliği edasında olan bir söz sanatıdır.” “Şiir, bilinen sözcüklerle bilinmeyen sözler oluşturmaktır.” “Şiir yaşamak için güzeldir, ölüme yardımcı olmaz,” der onu hakkında…

* * * * *

Sesle söz, ateşle köz arasındaki şiir yaşama/ yaşatma gücüdür.

Gerçeğin damıtılıp, estetize edildiği şiir, bir bilme biçimidir; sezgi ile kesinlik arasında, büyülü bir şeydir.

Sait Faik’e göre işlevi şudur: “Şiir olmayan yerde insan sevgisi de olmaz. İnsanı insana ancak şiir sevdirir. Yoksa cinayetler alır yürür, insan insanın yüzüne bakamaz olur. Harpler şiirsizlikten çıkar. Cinayetler şiirin okunmadığı yerlerde işlenir…”

El özet: İnsan(lık)ın özetidir; kırılan dalın türküsüdür şiir.

Aristoteles’e göre, tekil olanı anlatan tarihe kıyasla genel olanı anlattığı için daha felsefi olan ve bu yüzden daha üstün olarak değerlendirilen insan etkinliği şiir için Virginia Wolf, “İçinde şiir olmayan bir şey edebiyata neden dahil olsun?” diye sorarken; William Faulkner de ekler: “Her romancı önce şiir yazmak ister, yazamadığını görür ve roman yazmayı dener.”

* * * * *

Edip Cansever’in, “Şiir, insani değerlerden, ölümsüz özlerden, yaşam koşullarından, çağını yansıtmaktan kopmazlığıyla da somut bir olgudur,”[6] diye betimlediği şiir bizimle başından itibaren oldu. Aşk gibi, açlık gibi, veba gibi,  savaş gibi.

O kelimelerin en saf hâlidir; akıl fikir fışkırmasıdır; sözün yürekte damıtılmış hâlidir ve tükenmez, ölmez/ öldürülemez.

* * * * *

Şiir, yazana değil, ihtiyacı olana aitken; sevmeyi bilmeyen insanların sevemedikleri şeydir.

Şiir, bir yürek çırpınması, heyecan ve tutku demektir. Aşkla yazılmış yaşanmışlığa şiir denir.

Duyuşun deyişe dönüştürülmesidir. Hayatın ta kendisidir. Yaşama dair olan her şeydir…

Kolay mı? Şiir bilgidir, kurtuluştur, güç ve terk ediştir.

Dünyayı değiştirmekten yana bir eylemdir; doğası gereği devrimcidir.

Çünkü şiir ayırır, birleştirir.

* * * * *

“Rüzgârın çıkması gibidir şiir,” İlhan Berk’in dediği gibi…

Çünkü haksızlığın suratına atılmış bir tokattır; coşturan, durultan, sevindiren, heyecanlandırandır.

Şiir, uyanıkken rüya görmektir; kelimelerin yaktığı isyan ateşi ve his dalgalarının coşkusudur.

Duygu ve düşünceleri, en dürüst, en net açıklama biçimi olarak şiir hayatın alev hâlidir; insanları sevmeye yarar.

Cemal Süreya’nın, “Şiir bir gerilla harekâtı gibi olmalıdır,” dediği şiir bir kâğıda kan kırmızı kalemden dökülen isyandır.

Sessizlerin çığlığıdır; kavgadır, umuttur. Yaşayandır, yaşatandır; hayalin eylemidir.

Sözcüklerle söylen(e)mez olanı söylemektir. Nietzsche’ye göre, “Şiir, felsefenin kız kardeşidir.”

Kirli dünyada temiz kalan nadir şeylerden biri; insanî duygu ve düşüncelerin özsözüdür…

“Neruda’nın dediğini bir kez daha yineleyebiliriz: Yedi canlıdır şiir. Bunca sömürü ve yoksulluğun insana yaşamı dar ettiği, işkence ve savaşlarla bunca zulmün, zorbalığın, kıyımın yeryüzünü kana boğduğu günlerde şiirin payına da canından olanların acısı düşer, soluğunun önüne birtakım engeller dikilir. Ama her keresinde yeniden canlanacaktır o, yüzleşmek için ayağa yeniden kalkacaktır.

Her yüzleşme gününde kıyıcıya, zorbaya, işgalciye karşı diyeceği bir söz, yapacağı bir eylem, her yüzleşme gününde suskun kalanlara, boyun eğenlere karşı dolaşıma çıkaracağı bir öfke vardır çünkü. Eylemini kendisi kalarak gerçekleştirmeyi, öfkesini sözcüklere bürüyerek biriktirmeyi, sözünü çoğu kez yalın söylemeyi yeğlese de, onlarla kıyıcının, zorbanın, işgalcinin ve suskunluğun üstüne yürürken yalınayak değildir. Çıkarıp kafalarına fırlatacağı bir ayakkabısı her zaman vardır,”  Kemal Özer’in altını çizdiği üzere![7]

* * * * *

Aşk ve hayatın dizelere yansıması olan şiir kelimelerin kanatlandırılmış hâliyken;  yetenek ve yaşanmışlık gerektirendir. Çünkü Hermann Hesse’e göre, “Şiir, dünyanın benliğe yansıması, benliğin dünyaya cevabıdır.”

Kolay mı? Salih Bolat, “Şiir bir dil etkinliğidir. Dilin, bir mimari uyum bağlamında, estetize edilmiş bir matematik bağlamında biçimlendirilmesi işidir. Bunu, usu dışlayarak yapamazsınız. Şiir bilinçli rastlantısallıktır. Gerçekliğin sınırlarını bozar. Aydınlıkta duran gerçekliği karanlığa çeker ve onu, şimşek aydınlığında görülebilen bir özellik kazandırarak, yeniden kurar. Şiir duygudan çok, duyarlılık işidir,”[8] diye tanımlarken; Metin Altıok da ekler:

“Şiirin bir söz sanatı olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü şiir iletişim aracı olarak sözcükleri, yani genel olarak dili kullanır. Dili kullanırken de kendine özgü bir üst-dil yaratır. Bu üst-dil günlük dilden çok farklı, incelmiş ve başkalaşmış bir dildir. Şiir anlam ya da duygu yükünü bu üst-dil aracılığıyla aktarır okuruna. kendisiyle okur arasında bu dile dayalı bir köprü kurar. Duygu ve düşünce akışını bu köprüyle iletir okura.”

* * * * *

Bir de Şükrü Erbaş’tan aktarayım: “İnsanın temel var oluşuna yapılan her saldırıya, bildiğimiz tek bir söz bile olsa bıkıp usanmadan karşı duracağız. Devlet ideolojisine ve popüler kültür kuşatmasına karşı, emek-eşitlik-özgürlük odaklı devrimci-demokrat bir kültür yaratmak için bütün zeminleri yorulmadan kullanacağız. Öyle bir zemin yoksa, kendi küçücük ya da kocaman imkânlarımızla biz yaratacağız. Yalnız taşlı duvar olmaz der bir Karac’oğlan türküsü. Şu dağınık, kocaman gücümüzü bir araya getirmenin, kendimize inanmanın ne kadar yolu varsa o yolların hepsine gideceğiz. Birlikte yaşama ve davranma kültürünü geliştireceğiz. Şiirden politikaya, resimden bilime, müzikten felsefeye, olağanüstü güzellikte bir donanımla, birini ötekine bir harf bile feda etmeden, hayatı örgütleyeceğiz, yücelteceğiz, büyüteceğiz…”[9]

Şükrü Erbaş’ın saptamaları eşliğinde diyeceklerimi “son”landırıyorum…

“Şiirsiz edemeyiz ama, onun neye yaradığını bilmiyorum,” diyen Jean Cocteau’ya da; “Kaygı ile teknik buluşunca oluşana şiir denir,” notunu düşen Lawrence Durrell’e de aldırmam!

Çünkü Ahmet Telli’nin, “pervasız bir avcı gibi bazen/ bütün yolları tutabilir şiir./ o zaman onun menziline ancak/ sevdayı kuşanarak girilebilir,” deyişi ya da Ülkü Tamer’in, “şiir ateşin habercisidir,/ yangının kundakçısı./ yanardağın üstündeki kuştur şiir,” saptamasındaki üzere…

 

N O T L A R

[1] Tomas Tranströmer.

[2] George Thomson, “Burjuva şiiri toplumsal değişim için gerekli olan köklerle ilgisini yitirmiştir. Özü kısırlaşmış, etki alanı daralmıştır. Bir halkın, hatta bir sınıfın sesi olmaktan çıkmış, dar bir arkadaş çevresinin uğraşı olmuştur şiir. Burjuva ozanı sanatına yeni bir yön vermeyi başaramazsa çok geçmeden şiirlerini okuyabileceği kendinden başka kimse kalmayacaktır çevresinde,” der!

[3] Nâzım Hikmet Ran’la Söyleşi, Vera Tulyakova Hikmet, Çev: Ataol Behramoğlu, Cem Yay., 1989, s.23.

[4] “Belli sözleri şairlere söyletiriz,” (Hayrettin Ökçesiz, “Gezi Eylemleri Sivil İtaatsizlik Hakkıdır!”, Cumhuriyet Bilim Teknik, No:1494, 6 Kasım 2015, s.15.) söyletmesine de! Coğrafyamızda şairin ve şiirin gördüğü zulmü, kimse kimseye etmemiştir…

[5] Cemal Süreya, Onüç Günün Mektupları, YKY., 1998, s.117.

[6] Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda, Adam Yay., 5. baskı, 2000, s..54-55.

[7] Kemal Özer, “2009 Yılı Dünya Şiir Günü Bildirisi”, http://www.siirparki.com/bildiri_kozer.html

[8] Berken Döner, “Salih Bolat: Şiir, Gerçekliğin Sınırlarını Bozar”, Birgün, 16 Kasım 2015, s.15.

[9] Çağrı Sarı, “Şükrü Erbaş’la Pervane ve Hayat Üzerine…”, Evrensel Pazar, 8 Şubat 2015, s.12-13.

8 Mart’ın Ardından Türkiye’de Kadın Hareketine Bir Bakış

Her türlü ayrımcılık, sömürü ve baskı ile iki kat mücadele etmek zorunda kalan, sesi en çok bastırılmaya çalışılan, türlü yollarla, neoliberal politikalarla, muhafazakarlıkla eve kapatılmaya çalışılan kadınlar. En çok baskı uygulanan, ama içten içe kaynayan, direnişin patlamasının çok muhtemel olduğu kitle, kadınlar.
Ekonomik krizin etkilerinin giderek daha çok hissedilmeye başladığı şu dönemde, krizden en çok etkilenenler emekçi kadınlar. Kapitalizmde kadınların yedek işgücü olarak konumlandırıldığı zaten bir gerçek, dolayısıyla ilk işten çıkarılmalar kadınlara vurdu. Neoliberal politikalar ile güvencesiz, eşitsiz iş koşullarında çalışmaya zorlanan, emeği değersizleştirilen kadınlar krizin faturasını misliyle ödüyor.
Diğer bir yandan, son dönemlerde devlet politikalarında kadınlara yönelik düşmanlığın ne boyutlarda olduğunu görmemiz için ülke gündemini biraz takip etmek yeter. Kadınlara ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüz vakalarının artışı, devletin bunu meşrulaştıran ve tecavüzcüleri, katilleri aklayan politikası, işte, otobüste, sokakta, evde kadına yönelik şiddetin bitmek bilmemesi, müthiş bir soğukkanlılıkla ve “gururla” işlenen kadın cinayetleri ve katillerin, tecavüzcülerin elini kolunu sallaya sallaya dolaşabilmesinin önünü açan hukuki düzenlemeler… bölgedeki savaş politikaları ve Kürdistan’da kadınların maruz kaldıkları akıl almaz işkenceler, köle pazarlarında kadınların satılması, kadın gerillaların çıplak bedenlerinin teşhir edilmesi…
Ama bilinmeli ki bu ülkede artık kadınların sabrı fazlasıyla taştı. Fazlasıyla dolduk artık.
Çok değil, birkaç ay önce çocukların ve kadınların tecavüze uğradıkları kişilerle evlendirilmesi için çıkartılmaya çalışılan tecavüzü aklayan yasaya karşı ülkenin her yerinde kadınlar sokağa döküldü. Kadıköy Süreyya Operası’nın önünde 300 kişi ile başlayan eylem, Kadıköy sokaklarında çoğala çoğala 3000 kişiyi buldu. Eylem çağrısını yapan kadın örgütünün başta “sessiz eylem” diye uyarı getirmesi pek karşılık bulmadı haliyle, o öfkeye karşı sessiz kalabilmek namümkündü. Tüm sokaklarda kadınların sloganları yankılandı “tecavüzcüleri aklayamayacaksınız” diye haykıran kadınların iradesi doldurdu sokağı. Devlet, yasayı geri çekmek zorunda kalacak kadar korktu eylemlerden.
Bu topraklarda kadınların eylemlerinin her zaman ayrı bir anlamı olmuştur. Bir kadın eylemine saldırmak, diğer eylemlere saldırmaktan görece daha zordur. Çünkü bilirler ki bu eylemler büyür, 100 kadına saldırıldığında, er ya da geç, o 100 kadın, 1000 kadın olur. Devlet, kadınlar söz konusu olduğunda sokağın gücünü kırmanın kolay olmadığını bilmektedir. Birkaç ay önceki tecavüz yasasının geri çekilmesi bunun sonucudur. Devlet kadınların direnişinden her zamankinden daha çok korkuyor.
Diğer bir yandan bu döneme referandum çalışmaları damgasını vurdu. Kadın hareketi, konuyu büyük ölçüde “hayır” propagandası üzerinden ele alarak aslında senelerdir kadınların cinayetlere, tacize, tecavüze, şiddete, beden politikalarına karşı çıkışını bir kez daha vurgulamış oldu. Bu “artık yeter’ler, bize dayatılan tüm baskılara, sömürüye “hayır”lar şimdi bu devletin bize dayattığı referandum çalışması ile vücut bulmuş oldu yeniden.
8 Mart’ı işte böyle bir politik bağlam ile karşılamış olduk.
8 Mart öncesinde sokağı kadınların eylemlerinin canlı tuttuğunu görüyoruz. Özellikle de İstanbul merkezli “Hayır Diyen Kadınlar”ın yaptığı çalışmalar, “Tek Başına Olmaz, Hayır! Kadınlar Birlikte Güçlü” şiarıyla İstanbul’dan başlayıp birçok şehire yayılan eylem örnekleri var önümüzde. Her biri bize kadınların genel olarak talepleri için neden “hayır,, demeleri gerektiğini ortaya koyan etkili çalışmalardı. Sokağı moralli, canlı tutan bir niteliğe sahip olan bu eylemlerin etkisinin azımsanmaması gerektiği bir gerçek.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, emeğin ve mücadelenin günüdür. 40.000 dokuma işçisi kadının yaptığı grevde çıkan yangında yaşamını yitirmiş olan 120’den fazla kadının anısına, emekçi kadınların mücadelesinin ışığında biz bugün 8 Mart’larda alanlardayız. 1910’da Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Clara Zetkin, ölen işçilerin anısına 8 Mart’ın Dünya’da Kadınlar Günü olarak anılması önerisi oybirliği ile kabul edildiği günden bugüne biz 8 Mart’ı kadınların emeğinin ve mücadelesinin günü olarak kabul ediyoruz. Bu tarihsel veriler ışığında son dönemlerde Türkiye’deki kadın hareketinin durumuna bakıldığında, bizim bugün 8 Mart’ı hakkı ile karşılayıp karşılamadığımız üzerinde durulması gereken bir konu.
Bu seneki 8 Mart dünya çapında kadın grevleri ile tarihe geçti. 50‘den fazla ülkede, gerek kısmi gerekse tam zamanlı grevler ile kadınlar bu düzene başkaldırdılar, isyanlarını dile getirdiler, taleplerini haykırdılar. Türkiye’de ilk kez, HDP’li kadın milletvekilleri 8 Mart’ta mecliste değil, alanlarda kadınlarla birlikte olacaklarını ifade ederek grev yaptılar. Bu, 8 Mart’ın anlamı açısından oldukça kıymetli.
Birçok ilde 8 Mart’ın coşkulu bir biçimde geçtiğini görüyoruz. Kürdistan’da, özellikle Amed’de son derece kitlesel geçen kadın mitingleri, İzmir’de ve İstanbul Bakırköy’de Kürt Kadınlarının alanlara damga vurması bize Kürt Kadın Hareketi’nin sokaktaki etkilerini gösteriyor. Antalya ve Kocaeli’nde polis saldırısına ve baskılara rağmen kadınların sokaklardan çekilmemesi de kadınların bu mücadele gününe sahip çıktıklarını gösteriyor. İstanbul’da 15. Feminist Gece Yürüyüşü’nde İstiklal Caddesi’ni 40.000 kadın doldurdu. Tam 40.000 kadının, özellikle devletin baskısını arttırdığı şu dönemde İstanbul’un en merkezi yerine, İstiklal Caddesi‘ne dolması azımsanacak bir şey değil. Ancak üzerinde durulması gereken bazı konular var.
Türkiye’de kadın hareketinde feminizmin etkisi büyük. Fakat, feminizmin ortaya koyduğu paradigma, kadınların özgürleşmesi için yetersiz bir perspektif sunmakta bize. İşte bu sebeple, aslında ciddi bir potansiyeli olan kadın hareketinin tam anlamıyla bu potansiyelini gerçekleştiremediği fikrini savunuyorum. Türkiye’de (ve aslında dünyada da) feminist hareketin daha çok kimlik politikaları ile karakterize olduğu düşünüldüğünde, ekonomi-politik temelini kaybetmiş olan bir perspektifin bizi ileriye taşıması çok mümkün görünmüyor. Kadın hareketinin var olan potansiyelini de bu bakışın geri çektiğini iddia ediyorum. Çünkü konu ekonomik politikten koparıldığında feminist taleplerin her biri bu düzen içerisinde -görünürde- karşılanabilir hale gelmektedir. Bu yanılgı feminizmin kendi çelişkisinden kaynaklanıyor, bu sistem içinde bu taleplerin karşılanması olası değil. Kapitalizmi yıkmadığımız sürece kadınlar da bu tahakkümden kurtulamayacaklar.
Bakınız, uzun süredir en kitlesel ve moralli eylemler kadınların başı çektiği eylemler. 15. Feminist Gece Yürüyüşü buna örnektir. Şu açıdan da özgünlüğü vardır: bütün bir sene hiçbir eyleme gitmeyip sadece 8 Mart’ta sokağa çıkan kadınların da geldiği, sözünü söylediği, özgürleşebildiğim hissettiği bir alandır. Ama doğru politikalar ile hareket edilmezse bu kadınlar sadece 8 Mart’tan 8 Mart’a sokağa çıkmaya devam edecek. Bu alanı sadece bir özgürleşme alanı olarak görecek ancak örneğin fabrikalarda insanca olmayan koşullarda çalışan, vardiyalı sistemde çalışıp 8 Mart eylemine bile gelemeyen işçi kadınlar ile aynı zeminde buluşamayacak. Aslında ekonomi temelli sömürünün tüm toplumsal yaşamı biçimlendirdiği ve yaşamındaki tüm kısıtlamaların aslında temelde emek sömürüsünden kaynaklandığını göremeyip sadece erkekliği düşman edecek. Oysa doğru bir politika ile hareket ettiğimizde kadınlar olarak mücadeleyi çok daha ileriye taşımamız mümkün.
Yeri gelmişken, Bakırköy’deki Kadın Mitingi ile ilgili de birkaç söz söyleyelim. İstanbul’da her sene 8 Mart öncesindeki pazar günü Kadıköy’de gerçekleştirilen kadın mitingi bu sene Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda gerçekleştirildi. Geçen seneyi hatırlamakta fayda var: 2016 8 Mart’ında, devlet son anda bir hamle yaparak mitinge izin verilmediğini duyurmuştu. Bunun üzerine binlerce kadın, Kadıköy sokaklarında bir araya gelerek yasaklara boyun eğmeyeceklerini haykırmıştı. Gazlı saldırılara, TOMAlardan sıkılan sulara, gözaltılara rağmen kadınlar sokakları tutmuş ve alkışlar, sloganlar, zılgıtlar tüm Kadıköy’ü doldurmuştu. Devlet saatler boyunca sokaktan çekilmeyen bu kadınlar ile uzun süre uğraşmak zorunda kalmıştı. Bu sene, geçen seneki direnişin ardından bu mitingin Bakırköy’de gerçekleştirilmesi, konuyu ele alırken kitlenin ileri konumunu görmememiz demektir. Geçen seneki iradeyi bu sene görmememiz için hiçbir neden yoktu. Hele de son dönemde büyük ölçüde refleksif olarak gelişen kadın eylemlerine bakıldığında.
Tecavüz yasasının geri çekilmesi için Kadıköy’de 300 kişi ile başlayan eylemin 3000’den fazla kadının ile son bulduğunu hatırlayacak olursak, kadın hareketinin miting için Kadıköy’de olmak için yeteri kadar irade koyamamış olması, aslında kitlenin şu anki durumunu tam anlamıyla analiz edememekten ileri gelmektedir düşüncesindeyim. Hal böyle olunca kadın mücadelesinin belli sınırlar içerisinde kalması normal.
Tarih bilinci bu sebeple bu kadar önemli. Tarihimizi öğrenmezsek, doğru politikaları nasıl geliştirebilir, nasıl yol alabiliriz? Kapitalizm zaten her yönü ile bir saldırı içerisindeyken, kadınlar gününü de tarihsel bağlamından kopararak bir tüketim furyası haline dönüştürürken buna karşı durmak, mücadelemize sahip çıkmak en başta biz kadınların sorumluluğunda. 8 Mart’ın tarihinden, mücadeleden koparılarak tıpkı sevgililer günü, anneler günü gibi kapitalist çıkarlara alet edilen bir gün haline gelmesinin önüne de yalnızca bu bilinçle bakarsak geçebiliriz.
Biz şimdi kadınlar olarak haykırıyoruz ya sokaklarda “emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir” diye, işte bu geçmişteki direnişlerin ürünüdür. Biz, oy hakkı için, eşitlik için, emeğinin sömürülmemesi için tüm yaşamı boyunca mücadele etmiş, ağır bedeller ödemiş kadınların mücadelesini daha da öteye taşımakla yükümlüyüz şimdi. Paris Komünü’nde direnişin başını çeken kadınlardan Kürdistan’da mahallelerini karış karış savunan kadınlara kadar mücadelelerle dolu geçmişimiz. Biz buralara uzun, dolambaçlı yollardan geldik. Özne olduğumuzun bilinciyle, gücümüze güvenerek, tarihimizden öğrenmenin zamanıdır şimdi. Yolumuz uzun, ama sonu aydınlık.
18.03.2017

Ayça Tezerişir

Perspektif

Savaş, kriz, işçi sınıfı ve direniş hattı

Haziranın ortasında, daha önceden sık sık vurgulandığı, herkesin biraz olsun beklediği gibi, İsrail İran’a saldırdı. Saldırı, ABD ve İngiltere başta olmak üzere, tüm Batı’nın,...