Ana Sayfa Blog Sayfa 15

Sosyal medya, “özgürlük” mü? Yayman nasıl cennete gider?

Siz en çok hangisini “seversiniz”?

Sosyal medyadan söz ediyoruz.

Aklımıza nereden mi geldi?

Ağustos ayının ilk günlerinde, Saray’dan “sosyal medya hamleleri” geldi. Ama bu sefer, öncekilerden farklı. Öyle “bant daraltma” şeklindeki kısıtlamalar değil. Saray Rejimi, daha “kurumsal” davranıyor. Öyle, bir kişinin emri ile Instagram’ı kapatmadı. Evet yargı kararı yok. Ama artık “yargı” nedir ki, kolluk kuvvetin bir parçası değil mi? İletişim Başkanı’ndan, çeşitli Bakanlardan, açıklamalar geldi. Instagram yetkilileri ile “kurumsal” görüşmeler yapıldı.

Ve Instagram kapatıldığında, normal internet çalışmaya devam etti. Yani, Instagram’ı kapatanlar, işi biliyor diyebilir miyiz? Yani, bunlar tıpkı Mehmet Şimşek gibi “liyakatli” yeni kadrolar mıdır? Bizim “ulusalcı”larımıza göre öyle olmalı. Mesela bizim liberal ve Batıcı, Kemalist ve NATO’cu, ulusalcı-solcu kadrolarımıza göre, liyakat sorununun çözümü konusunda ilerliyor olabilir mi Saray? İşte size “teknik” olarak, interneti altüst etmeden, mesela banka hesaplarınıza “mobil” bankacılıktan girmenize bir engel olmadan, Instagram’ı kapatma yolu.

Öyle midir acaba? Mobil bankacılık, bir teknolojik “devrim” ve bizim okumuş yazmış olanlar için konfor alanı mıdır? Öyle ya, “bant daralt ama interneti niye kesiyorsun” demiyor muydular?

Şimdi, Instagram kapatılınca, “iyi ama Instagram üzerinden para kazananların ne günahı var,” diye soranlar var. Bunlar, liberal ekonominin gerçek savunucuları olmalıdırlar. Belli ki, ekonomi konusunda çok hassaslar. Instagram’ı kapatmaya aslında en çok ticari zarar görenler nedeni ile ve elbette reklamlar nedeni ile karşıdırlar. Diğerlerinin günahı var, amma, ticaret yapanların ne günahı var! Bu “insan hakları” savunucusu liberallerin hepsi mi komiktir, yoksa hepsi mi aklı kiralanmış kişilerdir? Karar vermesi zor.

Daha, henüz, Maliye Bakanlığı ya da MB şöyle bir açıklama yapmadı: “Efendim, Instagram üzerinden vergisiz para kazananların üzerine yürüyeceğiz.” Henüz demediler. “IBAN üzerinden para gönderenlere ceza gelecek,” diyen liyakatli Mehmet Şimşek, işi bilmektedir. Emin olun, yakında Instagram üzerinden satış yapanlar meselesi de gündeme gelecektir. Savaş için ve alacaklıların borçlarının ödenmesi için para lazım.

Bu kez, Instagram, biraz uzun kapatıldı. Bir bölüm insan acaba, “ağlamışlar” mıdır? Öyle ya, yaşamı Instagram ve sosyal medya üzerine kurulu olanlar, ne yapmıştır? Öyle boş boş bakmışlardır bir süre, ama sonra, belki de sohbet etmek, kitap okumak vb. gibi şeyleri hatırlamış olabilirler mi? Hayır. Sokaklara da çıkmadılar. Acaba evlerinde sinir krizi mi geçirdiler? Öyle ise, demek o hafta, anti-depresan hapların kullanımında artış olmuş olmalıdır.

Google, biliniyor, en çok reklam alan şirketlerdendir. 1900’lerin başında tekeller, kitlesel tüketim için, 1 milyon tirajlı gazetelere ihtiyaç duymuşlardı. Reklamlarını o gazetelere veriyorlardı. Zira artık yerel gazeteler yeterli değildi, pazar “ulusal pazar” hâline gelmişti. Sonra, TV kanalları devreye girdi ve kitlesel reklam alanı TV kanalları oldu. Bu arada tekelci devlet, elbette halkın yönlendirilmesinde, manipülasyonda din gibi etkili medya kanalları elde ettiklerini görmeye başladılar. Bugün, Google, Instagram, TikTok, Facebook vb. gibi sosyal medya alanları, hem reklamcılık pastasının çok büyük bir bölümünü ellerinde tutuyorlar, hem de artık iyice deşifre edilmiş olan manipülasyon konusunda büyük bir olanak elde ediyorlar. Yani, herkesin her gün kullandığı sosyal medya, büyük oranda bir reklam alanıdır ve bu alanı denetleyen de birkaç uluslararası holdingdir. Bu holdingler, bu sermaye ve devlet birlikte, bu kanallarla mesela seçimleri dahi manipüle edebiliyorlar.

Yani, hiç de Instagram kapatılınca “özgürlük”ler yok edilmiş olmaz.

Bizim ülkemizde özgürlükler konusunda bir ölçü aranacaksa, Instagram en sonuncusudur. Mesela kaç web sitesi kapatılmaktadır? Mesela, muhalif sosyal medya nasıl boğulmaktadır? Mesela hangi basın açıklamasına özgürlük diye bakılmaktadır? Mesela hangi hak arama eylemine şiddet ve baskı ile dur denilmemektedir? Hapishaneler neden doludur ve daha ne kadar yeni hapishane yapılmaktadır? Mesela sizin eğitim ve sağlık hizmeti hakkınız nerededir? Mesela siz siyasal bir varlık olarak tarif edilen insan gibi, görüşlerinizi söyleyebiliyor musunuz?

Demek ki, ülkemizde zaten özgürlükler yoktur. Bunun için Instagram kapatılınca ses verenlere “bravo” diyoruz. Bravo, çünkü, Instagram kapatılınca belki bunca baskıyı, bunca sansürü hatırlarlar ve kendilerine, “aaa ben bunca yasak konusunda nasıl susmuşum” deme şansını yakalamış olurlar.

Bu nedenle, özellikle Instagram yasağına karşı çıkarken diğer yasaklara da karşı çıkmayı hatırlayanlara bravo demek isteriz.

Bu nedenle, “Instagram’ı kapatmak aynı zamanda ekonomik açıdan zarardır” diyenlere bravo diyemeyeceğim. Çünkü, galiba bunların bir yasağa karşı çıkarken, mutlaka, biz neoliberal politikaların taraftarıyız ve kapitalizmi kutsal bir sistem olarak görüyoruz, deme gereği duyuyorlar.

Peki, acaba Instagram niye kapatıldı?

Haniye konusundaki başsağlığı ve taziye mesajlarını Instagram otomatik olarak sildi diye mi? Böyle deniliyor.

Demek, Instagram, istediği zaman, istediği mesajı sansürleyebilirmiş. Demek sosyal medya bir reklam aracı olarak tekelci karakterdedir ve kendine ait politikaları vardır. Sansür bunlardan biridir.

Peki, biz devrimcilerin, solcuların, işçilerin, dünyanın her yerindeki direnişçilerin mesajlarını engellesin diye filtreler konmasını, bizzat Instagram’dan ve diğerlerinden isteyen, talep eden Saray Rejimi ya da diğer burjuva devletler değil miydi? Demek, Instagram, İletişim Başkanı’nın mesajını sansürlerse suçtur, ama mesela bir gerillanın mesajını sansürlerse, yerinde bir iş yapmaktadır.

Acaba bu yüzden mi Instagram kapatılmıştır?

Mesela acaba, Saray, liyakatli kadrolar üzerinden, teknik bir deneme yapıyor olabilir mi? Diyelim ki, bir sosyal patlama anında, istediği kanalı kapatarak, ama bankacılık işlemlerini, normal internet kullanımını engellemeden, sosyal medyayı kontrol etmeyi nasıl başaracakları konusunda bir tatbikat mı yapıyorlar?

Lütfen olmaz demeyin. Aklınızın bir köşesinde dursun. Yakında başkalarını da kapatırlarsa, bu konuda biraz daha düşünürsünüz. Mesela Roblox’un kapatılması niyedir? Orada Haniye ile ilgili taziye yok herhâlde.

Hem sonra Haniye taziyelerini engelledikleri için Instagram’ı kapattık demeleri, Filistin konusundaki ikiyüzlü politikalarını örtmekte de işe yarayabilir. Saray, her yolla İsrail’in katliam politikalarının, soykırım politikalarının arkasındadır. Yunanistan üzerinden satış yaparak, ihracatı kestik numaralarına kadar başvurduklarını hatırlayalım. Acaba, İncirlik, Kürecik ve Kıbrıs’taki üsler olmamış olsa, İsrail bu denli rahat hareket edebilir mi? İsrail’e askerî ve ticari destek sürerken, bu ne demektir?

Size bir üçüncü “teori” alternatifi daha sunalım: Temmuz ayının sonunda insanlar, zamsız asgarî ücretlerini, komik emekli maaşlarını aldılar ve sendikalar, bir çeşit tiyatro gösterisi ile aslında kendilerinin işçi eylemlerini önleyemeyeceğini ifade etmişlerdi. Yani, ekonomik kriz daha da ağır hissedilmekteydi. Acaba, sosyal medya, bu vesile ile başka bir konuya mı kilitlendi? Böylece gündem mi değişti?

Mesela siz fabrikalardaki direnişleri ve domates üreticilerinin Bursa otoyolunu kapatmalarını duydunuz mu?

Doğrusunu isterseniz, benim esas ilgimi çeken, Hüseyin Yayman’ın açıklamaları olmuştur. Biraz hatırlayalım:

TMBB “Dijital Mecralar Komisyonu” varmış.

Bir de cennete giden yolu arayan Hüseyin Yayman varmış?

Hüseyin Yayman, işi yaymış ve TBMM Dijital Mecralar Komisyonu Başkanı imiş. Demek, Saray erkânındandır.

Yayman, Instagram’ın kapatılması nedeni ile kendisine sorular sorulunca, biraz daha ileri gitmiş. TikTok’un kapatılmasını savunmuş. Nasıl mı?

DHA’ya konuşmuş. TikTok kullanmıyormuş. Çok üzücü olmalı, ama bunu vurgulamış:

“Beni sokakta gören insanlar diyorlar ki ‘Bu TikTok’u kapatırsan, cennetin kapısını aralarsın.’ TikTok’tan çok ciddi sayıda eleştiri var, ciddi sayıda şikâyet var. TikTok maalesef şeytanın avukatlığını yapıyor ve toplumda artık TikTok paylaşımları bir nefret objesine dönüşmüş durumda.”

Dahası da var:

“TikTok meselesi, Türkiye için bir ulusal güvenlik meselesidir. Yapılan paylaşımlar o kadar tuhaf, o kadar gerçeklikten kopuk ki, bunları onaylamak mümkün değil. TikTok’un kapatılması, erişim engelinin getirilmesi noktasında komisyon olarak bir tavrımız yoktur, bu Bilgi Teknolojileri Kurumu’nun tavrıdır. Ama bana komisyon başkanı olarak sorsanız, siyaset milletle beraber yapılır. Milletimiz TikTok’un kapatılmasını istiyor.”

İşte size Yayman’ın TikTok açıklamaları.

Demek ki, öğrenmiş oluyoruz ki, cennetin kapısını aralamanın yolu TikTok’un kapatılmasından geçiyor. Ve bu siyasetçi Yayman, yakında Diyanet İşleri tarafından desteklenecektir. Bundan emin olabilirsiniz.

TikTok’un kapatılması bir cennet meselesi hâline getirilmiştir.

Yayman, cennetin kapısını aralamak için siyaset yapmaktadır. Önerimiz şudur: Yayman cennetin kapısını araladığında, kapanmasın diye, kapı eşiğine bir de başını koysun, Saray’dakiler onun başına basarak aralık kalmış kapıdan girsinler. Herhâlde ulusal güvenliği tehdit eden TikTok’a engel olmak için bu kadar fedakârlık yapabilir.

Yayman “siyaset milletle yapılır” diyor. Ve bu siyasetin milletin istediğini yapmayı gerektirdiğini ifade etmektedir.

Mesela bu durumda, millet ne istediğini ortaya koymak için, sokaklarda eylem yapmalı mıdır, fabrikalarda grev yapmalı mıdır, caddeleri kesmeli ve kamu binalarını işgal etmeli midir? Yayman, bunları destekler mi?

Yayman, mesela “hükümet istifa” diyen hayvan severleri dinlemeli ve istifa etmeli midir?

Mesela millet, İsrail’in desteklenmesini istemiyorsa Saray arka kapıdan dolanmadan önlemler almalı mıdır? Yoksa Erdoğan siyaseti milletle mi yapmıyor?

Mesela emekliler maaşlarına zam istiyor ama Saray bunu yapmıyor. Bu durumda “siyaset milletle yapılır” Yayman’ın yutması gereken sopa mıdır?

Konuşmasından anlaşıldığına göre, Yayman, sokaklarda dolaşmaktadır. Sahi dolaşmakta mıdır? Ne kadar koruma ile dolaşmaktadır? Dolaştığı sokaklar nerededir? Sokaklarda acaba sıradan insanlarla karşılaşmakta mıdır?

Ekonomik alanda her türlü hile ve kurnazlığı yapanlar, günümüz dünyasında, mesela 30 yıl öncesinden farklı olarak “başarılı” olarak adlandırılıyorlar. Eskiden bunlara üçkâğıtçı, hırsız vb. derlerdi. Şimdi hırsızlık, eğer iktidardaki kişiler ise faili, “başarı” ölçütü olarak ele alınıyor. Saray’daki hırsız ise, o üstün başarılıdır. Ama ekmek çalan çocuk ise, işte o hırsızdır ve elbette başarısızdır.

Yayman, cennetin yolunu, kurnazlığa, üçkâğıda bağlamış gibidir. Şöyle düşünüyor olmalı: Eğer TikTok’u kapatırsam; a) Erdoğan’dan takdir alacağım, b) ve Batılı sosyal medya devlerinden de ödül alacağım. Alır da. Bu durumda cennet, elde edeceği paralar anlamına gelmektedir. Bunu itiraf olarak ele almak gerekir. Allah’ın cebinden peygamberi çalanlar, cennetin kapısını aralama işini de TikTok’u kapatmakta görenleri hoş görürler.

Söylenen şudur: İsa’ya bir zengin gelir, benim senin yolundan yürümem ve cennete gitmem için ne yapmam gerekir, diye sorar. İsa, söylenen budur, önce tüm malını mülkünü fakirlere dağıt, sonra arkamdan yürü der.

Oysa Yayman, cennetin daha kestirme yolunu bulmuştur.

Tüm üretim araçlarını toplumun ortak malı hâline getirecek sosyalist devrim, elbette herkes için dünyayı cennete çevirecektir.

Yayman ve efendilerini bu eziyetten kurtaracağız. Saray Rejimi’ni yerle bir edeceğiz ve sosyalist devrim ile, hepsini kısa ve kesin yoldan layık oldukları yere göndereceğiz. Dünya cennete dönüşünce, onlar, Yayman ve efendileri, cennetlerini kaybedecekler. Bir daha cennet üzerine, böyle tuhaf açıklamalar yapmak zorunda kalmayacaklar.

We don’t want the same system with different faces. We want a different system – Interview with Kenya National Students’ Caucus

This interview was conducted with Jared Oyie from National Students’ Caucus in Kenya on 8.7.2024.

Kaldıraç International: Let’s begin our discussion with the protest you have with your coalition tomorrow. What is the main goal of this protest? You said there are about 50 political organizations in the protest. What are the main slogans and main political aims of this protest?

National Students’ Caucus: Okay, so the main slogan is Tunakata. Tunakata means that we are refusing, we are not agreeing, Tunakata. So, we are not agreeing with the American puppet Ruto. Even on his new appointees that he brought to us after firing the cabinet. Tunakata to Ruto himself. We want Ruto himself and his center government to go home. We want a new system of government. Tonakata, we are refusing the brutalization because we have been on the street for two months now.

Though, we called it off, we had some recess period. I think now for one week we didn’t go to the street and the time that we gave Ruto, the guy, the gentleman, has not implemented anything. And that’s why we are telling him to Tunakata. We are refusing, or we are not agreeing with him, on his ideologies or the broad-based government, when he invited the opposition to join in the government. So that’s the main purpose. We want Ruto with his entire government to leave.

Ruto, when he got into power, he did not have a plan. He has been gambling . For the past two years, gambling, we can’t see anything, he has been gambling. We can’t see anything substantive from him and his government. We can’t see anything. That we can proudly say, we Kenyans. He continues to give us promises with no budget, with no consultation, no technocrats, no experts. So the main slogan is we refuse, we are not agreeing.

Kaldıraç International: Many across the world are very interested in your struggles and want to stand in solidarity with you, communicate your message, your spirit towards their our own respective geographies. Can you introduce your organization and its history to our readers? Can you describe the current the status of the student movement in Kenya overall?

National Students’ Caucus: So first, National Students’ Caucus is a far left, a progressive student organization that is a non-governmental, non-profit organization. The organization was built in 2018, when the government of Kenya was trying to implement a hybrid system of government and they wanted to use our universities as the laboratory for this government. This new government system has now been implemented in the government, or in the election of our leaders. They were bringing the American system of governance in the university, the delegate system. They brought it to the universities and there’s a bill that we, as the Student Caucus, petitioned in the Parliament for this system to be repealed. But up to date, our legislatures have been very reluctant to act on this bill and to repeal it.

When they brought this bill, this killed the momentum of the university politics and leadership. The university and college administration always have the upper hand in picking and selecting the student leaders that they can manipulate, student leaders who cannot speak on behalf of the students. These leaders can’t even address the hiked fee. 

Today, this is one of the things that is making us, The Student Caucus, to join in the protest. The school fee is very high, and a number of comrades, students, some of them are committing suicide, some are deferring their studies completely, some are dropping out of school, some of them are hooked in drugs because they can’t afford, they can’t eat, they can’t live decently, they can’t pay fee, they can’t cloth. So that’s one of the reasons why we are on the street. So the bill gave the admin upper hand on selecting and picking non-popular students as student leaders, to be at the helm of the student leadership. This is killing the student leadership. That is the first point.

So the second one—I think these are the two areas that we have decided to take on in detail—is the hiked tuition fee. The hiked education cost. We say the commercialization, the commercialized our education. It’s not affordable, it is commercialized, a business. They are in business. The government is in business. The fee was hiked without consulting the major stakeholders, the students and their parents. And that’s why I’ll tell you today, a number of students will even prefer going to vocational training institutes instead of going to universities because it’s too expensive for them.

So we as student leaders, I think I told you the other day, we are having a mass campaign. We are organizing a mass campaign and we have been doing it in our universities, telling students that the fee must fall. We want the fee to fall. We want affordable education. Education is the equalizer. So if you’re going to commercialize, or enterprise our system of education then that’s one way of killing a nation. To kill a nation, kill the system of education.  

And that’s what Mr. Ruto is doing because he started missing the education sector when he was the minister of education. That was in 2009. He was made the Minister of Higher Education in 2009, after being fired from the Minister of Agriculture where he was fired on the basis of corruption. He was then referred to the Ministry of Higher Education. So this is where the problem started.

In fact, I tell you, one of the prestigious universities in Kenya is the University of Nairobi. And they have chosen it to make it a political center on the VC (Vice-Chancellor) being chosen on a tribal line with the political alignment and allegiance and so on. And not only the University of Nairobi, a number of universities in Kenya here are being appointed on their political alignment. So we also want our university chancellors and VCs to be independent of political interference.

Kaldıraç International: Can you talk a little bit about the recent protests and the finance bill? What was the reaction from the state, the steps taken by the states and the concessions given? What’s going on now, what made the protests so widespread and what do you see the future to hold?

National Students’ Caucus: First, I think the finance bill was just a trigger that triggered Kenyans that we have been hungry for long. The hunger is high. The finance bill was just a trigger.

`We have a number of issues that have never been addressed and one of them at the center of the current conversation is bad governance, corruption, and incompetence. I want to talk about the broad part of the situation while we’re on the street, the gains we made, the lessons we learned, and even how the street itself messed up and that’s why we had to pull out and reorganize ourselves properly.

First, when we started off, we had a very proper online sensation, a very proper online education that was very organic. Nobody influenced it, nobody was influencing it from the NGOs, non-governmental organizations. Nobody was influencing it from the state, neither were opposition parties influencing it.

So it was organic from the people, the young people of Kenya who are at the center of this education. It took place and it was still made up on Tik Tok, Twitter, the two. Then you also have Instagram, Facebook, but the two have been very critical roles, the Tik Tok and the Twitter, X space, the X.

The government was caught unaware because they knew that we the young people can only rant online without substantial action taken on the street. So they were very reluctant to take any action to counter us. When we started off the strike, it was pro-people. Just for the people of.

I think there are a few areas that we failed. We also regret that the state tried very hard to infiltrate and plant goons, impose on us that they were like us. They tried to infiltrate us and also to counter us, to subdue us from progressing.

To make it very clear; the state tried three phases to sabotage us. Not three, but four. The first stage, in Kenya here, we have over 42 tribes. So they brought in the tribal card, that this tribe, we are from this tribe, now time for this tribe to fight, and not this tribe. That one failed. They brought the religion. They said those who are going to the state were being financed by Illuminati. This one also failed because it was to call the Christians or the children who are from Christian background to back off. This also failed. Then another narrative came back and said we are being financed from Russia. This also failed.

And they also brought another narrative that we are being financed by some NGOs. That is, the Ford Foundation. It also failed. So all these narratives failed, and then they brought a last narrative concerning the former president’s region. We call it the Mount Kenya region. Supposedly, the former president of Kenyatta and his cronies, were financing us to oust Ruto and to give Gachagua, his deputy president, the deputy president, a chance to be president. Of course, some of us are talking about the entire Ruto government, including his chief principal assistant, the deputy president Gachagua to pack and go. So we are still supporting either of them.

So all the narratives of the government, of the state, failed. After all the narratives failed, they resorted to abductions, killings, and threats. And this also has failed. It’s failing even now. They have been trying. Yesterday we had people’s assemblies in different areas, and that’s what I think I’ll talk about later. They attacked. They abducted some of our comrades yesterday. We are people’s assemblies. This also failed. Today as we talk, the government is in panic mode. So that’s what the government tried.

And then another thing that they try to push; Ruto played with the psychology of the young people with saying that he was going to bring in the new cabinet. In fact, the old cabinet of 21. Some of us are telling him, hey, gentlemen, reduce that number. It’s too big. The 22 cabinet ministers doing what? So what did he do? He fired them. Then after two weeks, he hired half of them, those who were fired. So I’m asking him, because he fired them on the basis that they were incompetent. After two weeks, now they were competent again?

Today we talk about finance bill. These are the bills to be ascended for him to tax us still. So the finance bill was shut down, but he’s sneaking the bills into parliament through the back door. He’s sneaking the bill into the parliament. He’s controlling the parliament. This guy has bought parliament. The MPs are being bought at two, two million Kenyan shillings. The only hope we have for them, our government, is the court that is trying to be a bit independent. So he’s sneaking this bill back into Parliament through the back door.

When we went to Parliament on 25th of July, it was a great success to us. Though, we were not to go back home. It was a mistake we did. And we learn from it. The mistake was us going back home after reaching Parliament. What we were going to do, what we were to do, we were to bring it down. Bring the parliament down. That’s a failure. 

 

Coming back the next day was a mistake because we were giving him time to reorganize himself and his arsenal. We reached the parliament, but we didn’t do what we wanted to do. We wanted to do it the Burkina Faso way. Bring it down, we start anew, we start again. And then that same day we were to go to the state house.

So that was a mistake, because today we are saying, tomorrow we are going to the state house. We were to go to the state house on the 25th. So I think that was a mistake we made because we left, we aborted, we aborted the revolution, which was unfortunate because we felt that we had done the job. We did a job halfway. We gave him a space to reorganize himself to attack. It’s now back on us. So we had to pull out, reorganize, re-strategize and then hit. 

So, those are some of the things that I think we learned when we did a mistake. We didn’t finish the job completely. We were to finish it then. Now it is very difficult to finish it. We are reorganizing, re-strategizing, they have deeply infiltrated us, we don’t know who is who now. Even the comrade next to you, you can’t trust him fully because you don’t know. So, that’s where we are. But, we say that the struggle must continue.

Kaldıraç International: You said that after going to the parliament you shouldn’t have gone back home. What were the dynamics that led to that mistake? Was there a lack of will or lack of planning? How do you assess why you couldn’t finish the job? Was it because the masses were not ready or the leadership wasn’t ready?

National Students’ Caucus: Yeah, I think when you are following our demonstration, the mass uprising, the action days on the street, they were partyless, they were leaderless, they were tribeless, they were fearless. But we’re failing in two areas. We can’t have a successful revolution without leaders.

We failed because the minute we were on the street, we knew that we were leaderless and partyless. We couldn’t have a successful revolution without being led. So there were some online influencers, who tweeted that it’s time to go home. The state sent fear to the young people that there will be state of emergency. When this came up, which was again a lie—they were lying to us when the Congress acted as though there was a state of emergency—some of them said to pull out of the street to go back home.

And then there was no proper leadership to give directions on the action, on what happens next. And that’s why today we have recollected ourselves with 48 progressive forces to offer a leader,  a structured revolution. So that’s where we failed.

There’s an activist here. One of the activists, currently part of our organization that we are trying to put up for the leadership. He tweeted that the state is going to impose a state of emergency. Of course they wanted to but the army refused because it was not constitutional to do it then. So when he tweeted that a number of comrades bought that fear that the state of emergency is dangerous for us, they will be brutalized, they will be shot, killed and so on.

Some of them pulled out of the street and went home. And the comrades did not have leadership to give them direction on the next action after reaching parliament. What did you do? What do we do in parliament? After we are in, what we are supposed to do in parliament, what next? What do we do next? So, there was that vacuum. It was leaderless. That’s where we were also under failure.

Kaldıraç International: During all this, the Communist Party, the National Students’ Caucus supported the view that there has to be leaders in the revolution. Do you think that in that moment,  there wasn’t  a wide coalition that the party could lead? Is that what you’re trying to accomplish now? What was the party’s line at that moment? Was it trying to lead or become a leader, but it didn’t reach enough people? How do you change your strategy now to have a clearer vision?

National Students’ Caucus: My comrade brother, and other comrades, we have had over 30 people’s assemblies to discuss on the way forward and offer ourselves to lead this mass uprising and to be at the center of direction on what to be done, when and how. Even before, Communist Party of Kenya and other progressive organizations were in the forefront in organizing, mobilizing their communities to come to the streets. Though they didn’t offer leadership then because a number of those were on the street were not aware of, they were not part of the Communist Party of Kenya and any other progressive wing in this country. So that is one of the reasons.

For the leadership, again, from the city, we have also identified those who are revolutionary but are not aligned to any progressive organization. So we also need them to be part of the movement, be it CPK, be it the social justice centers, be it the National Students’ Caucus.

We have tried to pick the best on the street and also to infiltrate the masses and let them know that we are able, that we are capable of giving them direction. We have been offering our press statements as well on our main media streams here in Kenya.

Kaldıraç International: In the resistance now, what are some of different groups and dynamics between them, like students, workers, maybe professional organizations, doctors, health workers, other coalitions, farmers, womens’ organizations?

National Students’ Caucus: Not only the progressive forces are in this coalition, we now have the  coalition that brings even the professional bodies.

We have the LSK, the Law Society of Kenya. We have the teachers organization. We have the young engineers, we have the farmers. In fact, there’s a bill in parliament that we are in the forefront and farmers are in support of it on the GMO seeds being imposed on us. We want our local African seeds to be at the center of our production in our farms, not the GMO seeds. So even the farmers are with us. We also have the professional body, we also have the nurses and doctors who have been on the strike. They’re also with us. We also have business communities with the organizations. They’re with us. So that’s what makes the 48 on the broad coalition.

And then with the Progressive forces, we are having an alliance, PASA, Progressive Alliance. So we, the Student Caucus, National, CPK, RSL (The Revolutionary Socialist League,) All African People’s Party, The Coalition of Change. So we have two tiers. We have an alliance and then we have a coalition.

Kaldıraç International: For the last 10 years, in Lebanon, Sri Lanka, Bangladesh, now in Bangladesh, we see different protests and uprisings, which cause changes in governments, or sometimes of presidents. But eventually the same system continues with a different face, the same capitalist system continues. You also mentioned you want the whole of the government to pack and go. How do you see the possibility of this? What kind of change do you support, do you support a change that’s more systemic?

National Student Caucus: I think I need to be very clear that Kenya is a bit complex and interesting country. In Africa, Kenya is among the four countries in Africa that are pillars of the imperialists: South Africa, Kenya, Egypt, and Nigeria. So, Kenya being the entry of the imperialists and their sympathizers, it is so interesting because they have a vast interest in this country. This is the only way they can get the Congo minerals. They can’t get Congo minerals without Kenya. This is the only way they can access Uganda, they can access Sudan.

So you see, if Kenya is destabilized, the imperialists, the neocolonialists, our colonizers, they are shaken. Because for them to shake Ethiopia, Somalia, all this destabilization we have been seeing in eastern and some parts of central Africa, Kenya is the end. The reason why even the far left organizations in Kenya have always been suppressed is this.

And that’s why, I said they have previously tagged the name of Russia to be part of our finances. No! We don’t have this. I’ll tell you, if we could have got those funds, we could have done wonders, an amazing job in Kenya. If Russia could have been here to sponsor and support us, it could have been different.

That’s why they’re trying to drag the name of the Eastern powers, that they’re part of this. So that is one. It has been very difficult. But we are very optimistic that it’ll not be the same again. And we say that the center can’t hold anymore. They know that. The masses have awoken, the masses are doing their own organic education and they want their country back.

We don’t want the same system with different faces. We want a different system. We want to crash it completely. I think we’re on the last phase of crashing this system. We say in Kenya that the fear is gone. We are fearless. Even if they kill two or three of us, they can’t kill all of us. So we are marching on, even if we don’t win it tomorrow, we are going to march on. We’re not giving up anytime soon.

Kaldıraç International: This new system, how would you describe it?

National Students’ Caucus: Today I’ll tell you, this is one of the most difficult questions that you have thrown on my desk now. The political elites today have recalled themselves, they are on one side. Maybe if you’re very keen on following Kenyan political development, the opposition and government is one entity.

What we are trying to do, or how we can crush it, may not be once, maybe bit by bit .We may not know when or how long it will take to finish the job. We, the people of Kenya, know our enemy. We know whose dog is barking at us, and we know the owner of the dog. We have been having civic education. I think that’s the first key thing. Letting the masses know who’s the enemy and how to face them head on. And the masses have woken up to this reality. 

They know that America is the enemy and their puppet is the enemy. Kenyans know who’s the enemy. They know that the IMF, World Bank, the puppets of Americans are the enemies of Kenya. That’s why we, the people of Kenya, are having a candid discussion amongst ourselves to see who is from us should be the candidate or from the America’s puppet circle that has been recycling to us every day in and out after five years to be filled for the candidature in 2027, 3 years away from now.

I think the most important part of it is that today, our people, the Kenyan people, have taken this thing into their own hands. Nobody’s pushing them. Nobody’s forcing them. They’re coming to inquire to know how; can we do it? So crushing the enemy will not be a one year thing. It may be two years, maybe 10 years, but we are very progressive and very optimistic, but it will be done, bit by bit.

And the best part of it, the beautiful part of it is that we are waking the masses to know who’s the enemy. And also to let them know that we don’t want them to come and select for us the leaders in our country. We want to have our own. So after having our own, if we are, if we may have a failed revolt, then what do we do? What are we going to do? We will get it through the ballot, rightly.

The ballot part, that’s the space I’m saying that we, the people of Kenya today, we are having candid conversations amongst ourselves about. If we don’t get it right tomorrow or other days to come as we continue to have the mass uprising and then, then we’ll get it right at the ballot in three years to come. We’ll have a candidate of our own not imposed on us by the Americans and their cronies.

 Kaldıraç International: What do you think about Russia and China’s involvement in your region as a whole? You mentioned Burkina Faso as well. What do you think about China and Russia developing more relationships in the region? Do you think it’s a good thing?

National Students’ Caucus: We the organization, we are looking for the partnership and support from progressive forces. And I think if we can get it, we are going to show the world that we are no longer children of lesser gods, we are equal. In Kenya, I think the Republic of China, they are here in the country, they have influence within the CPK, Communist Party of Kenya. Russia, I can’t say much, I can’t say more. We haven’t seen their flags, we have only seen the Kenyan flags on the street. But I’ll tell you sincere thoughts that we are looking for something.

In fact, when you asked me about the system, we only have two systems. Yeah, we have socialism, or communism or the far left systems, and then we have the capitalism, the capitalism that we have in the country. So the only way that we can crack our system is by replacing it with another system. Yes, we can’t have a hybrid system, or an invented system to run our country.

Kaldıraç International: Yes, we think it should be replaced by socialism of course.

National Students’ Caucus: Exactly, exactly. That’s the thing. I think where we are as a country today, how we can break the capitalism system is difficult because we have not had a proper socialism system offering to support us. I tell you, my comrade, brothers from Turkey, that we are struggling. We are struggling on even having the materials. It’s not easy. The material is very simple, the vuvuzela, the whistle, a Kenyan flag, printing the T-shirts. It’s not easy on us. I’ve told you, some of us, they’ve frozen even the bank accounts, the people they are suspecting are influential. So if you can get support properly, I’ll tell you with no doubt, we are not going to buy arms today, but if needed maybe we’ll have to go militia. But until then, today, we still want to have peaceful protests, a peaceful march if it succeeds. But the thing is, if it succeeds. That’s a very imminent question. Are we going to have the same system with different faces? That, we question then.

Kaldıraç International: How can we show solidarity with you from here? How can we support your struggle?

National Students’ Caucus: The American media says, we have one of our sons there, Larry Madowo, who has been a blessing to us. Our protest has been heard worldwide and the atrocities that have been committed against the masses have been seen. The solidarity part of it, I think, is very important to us. A solidarity message statement that you can share with us will be a big blast to the masses. They’ll know that the people of Turkey are in solidarity and are in support of what we are doing. I think it must also come out very clear that the vice president of CPK, his car was taken away from him. So we have been going through a lot of intimidation. Some of our bank accounts have been frozen. We can’t operate. So if possible, logistical support, and the solidarity message that can be shared with the masses, will be a great plus to us.

On War and Imperialism

I think we, as the Kaldıraç Movement, began talking about the “new imperialist war of partition” in the late 1990s and early 2000s. Of course, then, this did not seem very realistic to many people. In fact, the situation was quite different from today.

In the 1990s, after the dissolution of the USSR, the US had begun to assert its global dominance, starting with a “unipolar world” and continuing with a “world empire.” But other imperialist powers, notably Germany, Japan, Britain and France, who had gotten used to working under the US leadership on anti-communist policies, began to challenge the US hegemony, first and foremost economically.

The economic sphere is the foundation, but once hegemony is established, it is not only an economic phenomenon, but also includes ideological, cultural, political and military hegemony. Once a hegemony is established, it is more likely that it dissolves through the political and military spheres. After all, the hegemonic power does not leave events to the flow of economic processes.

Perhaps there is a need to summarize this process of hegemony.

The rise of the US, which began in the early 1900s, progressed further after the First World War, and by the Second World War, the US hegemony, now called the “new world order,” had taken shape. This hegemony was based on institutions such as the World Bank, the IMF, the dollar as the international reserve currency (a system that began with the decision taken in the town of Bretton Woods when 46 countries in the Western world indexed their currencies to the dollar and the dollar to gold) and finally the war machine called NATO. Of course, there are other institutions. But these institutions are very important and symbolic. In other words, hegemony is not simply a spiritual state, it is a material entity, and it is fortified on many fronts.

The US took to new heights the business of printing dollars without a gold equivalent during the Vietnam war, and the G7 countries voiced various objections to this process. The crisis of 1971-73 witnessed Nixon’s confession of the process of printing dollars without an equivalent. And the US, in a new hegemonic offensive, introduced the petro-dollar system; so that the dollar, which actually should have become an ordinary piece of paper, regained power. The oil trade in the Middle East was tied to the dollar, and dollar-denominated revenues were forced to be kept in US banks. It seems it was precisely during this period that Qatar was transformed from a British colony into an “independent” oil well under US control. Some countries in the Middle East should be considered with the status of “oil wells.”

Thus (1) the US hegemony actually began to unravel economically much earlier. And (2) the economic unraveling of hegemony within the given imperialist organization is not enough by itself. It must also unravel politically.

Hegemony was based on the organization of war against communism. We know this intimately, just like those in South Korea. Both countries were organized as outposts in the fight against communism. The war against communism was also a tool that allowed the US to use its hegemony as brazenly as it wanted within the rest of the imperialist-capitalist world.

When the USSR dissolved, of course, all the imperialists celebrated. They shared common feelings about this. But at the same time, the other 4 imperialist powers, which were economically straining the US economy, were trying to break free from US control, and economic warfare began to emerge. The economic war was very clear in the mid-1990s and early 2000s. Many companies were being mutually penalized. Of course, this economic war (monopolistic competition turns into war in this case) could not remain in the purely economic sphere. Germany, Japan, Britain and France even began closing some military bases in order to get rid of US control. In Germany, the number of bases was reduced from 80 to 32. When there were demonstrations in Japan for the closure of some bases, the Japanese state, which today works under the US, did not intervene harshly against these demonstrations.

The US, of course, knew about this process.

In the 1990s, the US started some military operations for its world empire. War policies were put into action. The wars in Iraq and Afghanistan should be remembered. In this way, the US was trying to cut off its imperialist rivals and maintain its control by putting its military power into action. It was eager to cut off its rivals quickly. But these war policies were not working.

This time, radical Islam, certain forces organized by the US as paramilitary forces of the anti-communist struggle, were put into the field as a threat to convince the Western world of US hegemony. We remember the bombs that exploded in Europe.

When Yugoslavia was divided, they all got a piece. But in Eastern Europe, Germany was more prominent than the US. The wars in Afghanistan and Iraq put an end to that. But even so, the US did not get what it wanted. Libya was reintroduced as a Yugoslavia-style war of partition. This was some kind of concession to the whole West. So they would continue to remain silent regarding the US attacks taking place in accordance to these war policies.

And then the war was raised another level. The Syrian war began. Now a plan had been laid out. The Syrian war is proof of this. With the aim of colonizing and sharing China and Russia, the West started to show interest in US policies again. The Syrian war was not enough to complete the process. But the Ukrainian war resulted in Europe’s surrender to the US in its first months.

The most obvious result of the Ukrainian war is the surrender of Europe to the US, Germany being the most typical example, and the loss of the will of Germany and the whole of Europe.

After the war in Syria and Ukraine, the war between the five imperialist powers retreated and turned into a war against Russia and China with the aim of colonizing these two great powers. Thus, two fronts began to emerge. The West and the Russia-China periphery. In fact, in a controlled manner, the West has only withdrawn its internal conflicts and the war of partition. Otherwise, this aspect of the war has not disappeared.

The situation that existed 20 years ago when we, the Kaldıraç Movement, were talking about the imperialist war of partition, has now taken a completely different shape.

Many are still presenting to us what they want to believe, that “there is no war.” As if, if they say so, that is, if they “think well,” good things will happen and there will be no world war.

But there is war. You cannot say there is no war because bombs are not falling on your house, because it is not the bodies of your children coming home. In that case, how will you describe this war that exists? Or is it the work of “mad men”?

Today, there are extensive wars in many parts of the world. Ukraine, the Middle East, around China, inside of Europe have become and are becoming arenas of war. And the threat of nuclear war is not an ordinary situation as many think. For a long time now, depleted uranium is been used. This actually means small-scale nuclear war.

At this point a question arises: What are those who tell us that there will be no war, that if there is, the world will be destroyed, that these imperialist masters are smart men, that they are not that bad, etc., failing to see? Actually, nothing is more blind than the eye that does not want to see. But let us return to our question.

What they cannot see is what capitalism is, or what imperialist domination means, or what monopoly domination means. It is as if they think that war is the work of “irrational” people.

We revolutionaries, almost every one of us, are often confronted with the question: Why do these capitalists want to earn more and more and more, when they have a fortune that they cannot finish even if they spend it day and night? The question makes sense. But the question shows us that they do not understand what is called a capitalist. It is as if they think that the capitalist is a human being like us. If we are just going to eat soup, if we are going to just eat meatballs, etc., then what is with this greed? These reflect of the questioner’s own situation. But the capitalist is not a human being, he is capital in human form. And capital, by its very character, must grow, multiply itself, create surplus-value. This is the nature of capital. The growth of capital, the creation of surplus-value, is possible through the exploitation of workers. So if there is no exploitation of the working class, there is no capitalist or capital. Unless we understand this, we cannot understand why these capitalists are never satisfied. Is it not that the funeral shroud has no pockets and money is useless in the afterlife? But they don’t live for the afterlife anyway, they remind the working class, the majority of society, of the afterlife for their promises of paradise, because they have built paradise in this world. And millions of people live willing to go through hell in this world in order to find paradise in the next.

In the same way, because monopoly domination, monopoly rule, capitalist imperialism are not understood, war is seen as “illogical.” It is a childish way of thinking, and only in Anatolian wisdom it is possible to consider the positive thinking approach applicable to the relationship between two human beings and then apply it to the imperialist system and war. It is childish, unless one wants to be deliberately confused.

Monopoly, as is well known, is based on the control of the market. Control of the market is not an innocent business. For example, if there are no monopolies, there is no mafia. It is monopolies, monopolistic domination that gives birth to the mafia. In the same way, it is the monopoly era, monopoly domination that created the modern media. This modern media has become one of the main sources of production of imperialist ideology and is a highly developed tool of social manipulation. Without understanding what is called the monopoly control of the market, one cannot understand ideological and cultural hegemony or the control of people in every aspect through cell phones. The function of cell phones and the internet is not to make it easier for people to communicate with each other. On the contrary, it is to control all aspects of this communication under the supervision of monopolies.

Without monopolies, there can be no imperialism, that is, imperialism in the capitalist system. Colonialism in the capitalist period is different from colonialism in the feudal period. Of course both are colonialism.

Monopoly is also an armed mafia organization.

Monopoly is also a system of black money on a monstrous scale.

Monopoly also means domination and control.

Monopoly also means mass production and consumer society.

Thus, it also means the modern media system. Modern media includes not only the press, not only TV channels, not only social media, but also the gigantic gaming, entertainment and advertising industry. And this field itself is monopolistic in character. Google therefore monitors everyone, and this means that the capitalist state worldwide has become a monopolist police state. Here “monopoly” refers to the monopolies representing the entire bourgeoisie, and “police” refers to these modern means of control and the organization of the state for civil war. The monopolist police state, we emphasize, is bourgeois democracy in modern capitalism, in the age of monopolies, and this state contains the gears of fascism. It has not only adopted the methods of the Nazis. It also feeds neo-Nazi gangs in peacetime, as the war in Ukraine and Syria has shown. It is a conscious manipulation, if not blindness, not to see this; these Neo-Nazi paramilitary organizations in Germany, France, Japan, Britain and the US.

This is the organization of civil war. A part of the extraordinary state organization has become ordinary in this state. They no longer wait for extraordinary circumstances to organize rogue gangs as paramilitary groups. Is this not the Gladio-like organizations in all NATO member states? In the Western capitalist world, these organizations are surfacing today. To say that “democracy” has disappeared there by looking at these developments is an understatement. Because this organization exists in the entire Western system, and it existed yesterday as well. In colonized countries, this system already exists as an extension of the colonial state. That is to say, it is more layered and the colonized state is not an independent entity in the face of imperialist domination.

Imperialism cannot exist without colonies. When the USSR dissolved, many prominent “intellectuals” were asking “can imperialism exist without exploitation?” before saying that the working class was finished. It was an attempt to exonerate imperialism from top to bottom. Gorbachev was using these words and supposedly playing the role of a “positive” thinker. But it is clear that this is an attempt to exonerate imperialist hegemony.

What is called an imperialist country cannot exist without colonies. This must be known. An imperialist power is imperialist by the domination it establishes over its colonies. If they have no colonies, what is the point of these countries being imperialist? Simply say, gentlemen, “there is no imperialism” and be done with it. Let the masks come down.

Colonial policy in our times is not necessarily based on occupation. But force is always in play. There is no such thing as the purely economic, it cannot exist. We distinguish between economic, political and military aspects in order to explain and understand them. Otherwise, they are always intertwined to some extent.

The concentrated expression of economic interests is politics. This is what we call politics. Of course, the ruling classes first and foremost express their political policies through their own states. Therefore, they express their own economic interests, the economic interests of a handful of monopolies, as “national economic interests.”

Just as they present the state as the common state of all, as the “father state,” and express their sovereignty as “national sovereignty,” they express their economic interests as “national economic interests.” These interests are not, at any level, the interests of the people, of the working class. On the contrary, they are interests based on their exploitation.

Turkey’s economic interests mean the economic exploitation of the working class and the strangulation of the people. Many “experts,” whether they call themselves leftists, social democrats, democrats, republicans, nationalists, etc., if they start talking about national economic interests, they are in fact setting out to conceal, knowingly or unknowingly, the economic interests of the rulers.

There is no such thing as Turkey’s economic interests in Cyprus or Turkey’s economic interests in Syria. This is a veiled expression of the interests of the monopolies, of the monopoly capital linked to the imperialist masters. It can only be used in this sense. Otherwise, they do not mean the interests of the workers and laborers living in Turkey.

For example, if a person talks about freedom today, the following question must be posed: Whose freedom are we talking about? For example, are we talking about the freedom of the rich, of the money lords to plunder? Are we talking about the freedom of the capitalists to perpetuate the system of exploitation? For workers, this freedom means hunger, unemployment, harsher working and living conditions and so on. For women, it is to be murdered. Therefore, femicides are political murders created by the system.

It is not an innocent endeavor, as one might think, to make such analyses by “purging” words from their class context, and in fact those who do so always make good money. The reason is the incentive of the ruling class in this regard. You can even see this in literature and art. The fact that mystical metaphors are imposed on us as novels, one after the other, is part of this. All this is to confuse the working class, the peoples.

The intensification of economic interests is politics.

The intensification of political interests and their continuation with weapons is war.

Imperialism cannot exist without war.

If it did, the ruling class would not need repression and violence, i.e. the state, to maintain its system of exploitation. Isn’t the ability of a handful of capitalists to rule the vast majority of society another form of war?

When the ruler commits a crime, it is called “law.”

But when the working class stands up, they are called terrorists, outside the law.

Theft is law. But stealing bread is unlawful.

Women’s slavery is the law, but when she opposes slavery, it is considered rebellion.

While doing all this, the state, as the political instrument of the ruler, is actually waging a covert or overt war against society.

When the state commits murder, it is law, but rebellion against the state is considered terrorist activity. Don’t you think this is war?

Let’s come to the imperialist rulers.

The imperialist rulers turn countries into colonies through monopolies. This is not only an economic activity. It is also a cultural activity, it is also a political activity and it is also a military activity. When the workers, laborers and peoples of a colonial country take up arms, then war itself emerges without anyone needing to define it.

Let’s say that the state practice in Hatay after the earthquake is to protect the looting of the monopolies and this is protected by armed forces, laws, courts, press, etc. Otherwise nothing is done for the people.

Today, the organization called NATO is a war organization. Against whom is it waging war? We see, let’s remember Yugoslavia, it was dismantled, divided. Are there US bases on its territory for nothing? Do these US bases protect the people there? This is what the people in the countries where there are bases are told. However, no imperialist power has ever done anything for a people, never in history. They call this, colonization, freedom. Take Afghanistan, take Iraq. It is close to us, Saddam was their man and as a result 1 million children were killed or maimed. I wonder what did the US soldiers do in the mosques? How many Iraqi women were raped because of the occupation? Don’t forget Libya. Syria too. They brought democracy to Iraq. We have no doubt. This is what they call democracy. And when it comes to democracy, we must ask: democracy for whom? For the monopolies the world is a very democratic place. They are free because they are the rulers. They are free to plunder nature, they are free to pollute, enslave and exploit people, they are free to carry out all kinds of activities.

When we consider the hegemony of the US, we have to think of the same thing.

The ruler does not transfer its rule voluntarily, with consent. There is no example of this. When the world’s working class eliminates exploitation in a large part of the world, a weak capitalist country, if there is one, can be overthrown without large-scale war in a world where most of the world is socialist. Even this cannot be called a revolution without force.

The erosion of US hegemony should not lead us to imagine that it will disappear by itself.

The practice of war in Ukraine, around China, in the Middle East is not a policy of avoiding war at all.

The Palestinian genocide is taking place before the eyes of the whole world. The policies of massacre against the Kurdish people are taking place before the eyes of the world. The living conditions of the working class all over the world are clear. And while these are obvious, a propaganda that there will be no war that goes beyond “goodwill” serves imperialist aims.

NATO, with the US and Britain at the forefront and France, Germany and Japan in the loop, is not holding back from organizing nuclear provocations in Ukraine. The plan to take over the nuclear power plant is precisely this. And here, in fact, there is nothing of caution regarding war. On the contrary, Russia and China want to stop the war somewhere. The cowboy has come and wants to rape your neighbor and you, out of fear or because you are on the cowboy’s side, are propagandizing that, oh, don’t resist the neighbor, let him do it and this war will end. Is that really how peace comes? This is exactly the propaganda against Russia and China. We remember what those who more easily supported the war against Iraq, for the same reasons, did later on behalf of the US. Iraq was an easy target. It was clear that the US was going to win the war militarily and opposing the US aggression under these circumstances seemed very, very risky to these gentlemen. So they sided with the US.

War is the natural policy of the imperialist world. That is, war is a necessity of imperialist domination. Otherwise, the dream that imperialism can exist without war is about hoping one will be satisfied with the rapist, and one can no longer look for “good intentions” in that. This is an attitude that goes beyond childishness, it is the same as siding with the imperialists. It is the same as arguing that “peace” will come as a result of Israel’s total annihilation of the Palestinian people. Israel’s attacks should end, how, all Palestinians should be killed. This is what they advocate.

Imperialist domination depends on economic, political, even cultural, ideological and war policies. Because war is the continuation of economic and political struggle with weapons. The wealth of the masters and rulers is not enough for them. Because the capitalist is not a human being, he is the humanized form of capital. For the imperialists, there is no stopping. War policies are not temporary.

Imperialism cannot exist without war.

Imperialist domination requires the wider and deeper exploitation of the world.

US or Western imperialism has plunged the world into a new war and this war will continue until imperialist domination is overthrown by a wave of socialist revolution. Anyone who really wants peace has to fight against imperialism, against the ruler in one’s own country, by all means and tools. Therefore, the front for peace is also the front for the socialist revolution. And the socialist revolution will be realized with the rising of the working class.

It is seen that the war is expanding, spreading and gaining depth.

This is what is happening in the Middle East.

This is what is happening in Ukraine.

This is what is happening in Taiwan.

And this is what will soon happen in the centers of Europe. For this reason, those who protest against the war in Europe in one way or another find their own state against them. This is already an open expression of the war.

Every war is ultimately a civil war. More openly in some, more covertly in others. But eventually this civil war will show itself.

US imperialism, Western imperialism, NATO are operative in all fronts of this war. The presence of the US and NATO in all the wars experienced in the recent period is no coincidence. Talking about war, wishing for peace, without seeing the US and the West, who are instigating war everywhere in the world, without seeing NATO, means indirectly serving the imperialist masters.

The intellectuals who say, “I defend democracy, Western values, if the price of this is saying yes to NATO, yes” are actually unaware of what NATO is or they have been educated by NATO. In our world, let alone the rest of the world, there is no massacre or coup that NATO was not involved. The May 1 massacre, Maraş, Çorum, Sivas etc. They all occurred in Turkey, which is a NATO member. They are beyond count. Are these what you call democracy? Is this civilization, are these human values? What is the future of the working class, women, and youth in what you defend?

The resistance that is rising today around the world today is the most important force against the war. The world proletariat has not yet come together. But there is no way, no way to prevent war, except for the world working class rising. War will not stop unless imperialist domination is overthrown. The working class of the US, Europe, and the imperialist metropolises need to come onto the scene. And the future will take shape in their hands, the world proletariat.

Nazım says: 

“Either we will take the life to dead stars

or death will descend on our world”

Putting an end to the exploitation of the human being by the human being also means the reconciling of the human being with nature (and of course of the human being with oneself, as nature that reached consciousness of itself) again and at a higher level.

The anthem of the world working class, “The International” says: “A red sun will rise on the horizon of this sea of blood.”

All workers of the world, unite under the flags of revolution and communism!

“Hukuk devleti” “mafya devleti”ne dönüşürken ya da Daltonlar, Fergio House vd.leri…

 “Mafya, bizdeki kapitalizmin en iyi örneğidir.”[1]

Afallatıcı bir ülke burası… İnsan her “Yok, bundan sonra hiçbir şey beni şaşırtmaz,” dediği anda ortaya çıkan bir olayla yeni bir şaşkınlık deryasına gark oluyor.

Bu kez ne mi oldu? Haber gözünüzden kaçmış olabilir. Şöyle diyor: “Kamuoyunda Fergio House oluşumunun kurucusu olarak bilinen Ferhat Günay, Daltonlar çetesi tarafından tehdit edildi. Ferhat Günay, Show TV’ye verdiği röportajda Daltonlar tarafından tehdit edildiğini ve 3 milyon euro para talep edildiğini açıkladı. Daltonlar çetesinin üyesi olan ‘Timo Can’ ismini kullanan kişi sosyal medya hesabından Fergio House’u etiketleyerek, ‘Ya bize yar olacaksın ya da bir kurşuna’ mesajı paylaştı.”[2]

Buraya dek şaşırtıcı bir şey yok. Alışageldiğimiz, bildiğimiz bir mafya (“bozuntusu”) , bir haraç öyküsü… Nelerini gördük, değil mi? Ama işin ayrıntılarına girdikçe, şaşkınlıktan alamıyorsunuz kendinizi…

Öncelikle neymiş bu “Fergio House”? Ona bakalım:

“Fergio House kamuoyunda ilk olarak İstiklal Caddesi’nde dolar dağıtan grup olarak tanındı. Sosyal medya platformları üzerinden pornografik içerikler paylaşan, ‘malikane’ denilen evlerde özel partiler düzenleyen gruba yönelik operasyon yapılmış ve Ferhat Günay tutuklanmıştı. Grubun 85 milyon lira değerindeki taşınmazına da suç gelirleriyle alındığı gerekçesiyle el konulmuştu. Grubun lideri olarak bilinen Ferhat Günay, 7 aylık tutukluluğunun ardından geçen temmuz ayında tahliye edilmişti.”[3]

Ferhat (ve ikiz kardeşi Serhat) Günay ile avanesi hakkında “insanlara hayvan tasmaları takılarak hayvani içgüdülerin sergilenmesi yönünde dürtülere hitap etmek amacıyla’ fantezi ürünü kıyafet ve eşyalar kullanıl”ması dahil,  “müstehcen yayınların yayımlanmasına aracılık etmek” suçlamasıyla 3 yıl hapis istemiyle dava açılmış.[4] Bilin bakalım Ferhat Günay kendini nasıl savunmuş? “ Bildiniz: “Vatanımıza ve ülkemize bağlıyız[5]… Ve daha da iyisi: “Amacımız özgürleşmek”![6] Uzatmayayım, bu “vatansever”, “özgürlükçü” (!!!) Günay biraderler 7 aylık bir tutukluluğun ardından her nasılsa tahliye edilmişler.

“Daltonlar” tam bu noktada devreye giriyor.” Onlar da kim mi?

Adları Wikipedia’ya geçmiş mafyatik bir örgütlenme. Liderleri Barış Boyun adlı bir kişi. Beyoğlu’nda bir sokak çetesi olarak işe başlayıp,  sonra çapı genişletmişler. Kolombiya kartellerine özenip motosikletli bir suikast timi oluşturmuşlar. Yasadışı bahis, gasp, haraç, silah kaçakçılığı ve sonunda kaçınılmaz olarak uyuşturucu işi… Balkanlardaki uyuşturucu organizasyonlarına taşeronluk… Rivayet odur ki, Sarallar’a ait Alüminyum fabrikasına gerçekleştirmeyi planladıkları bombalı saldırı, İtalyan polisinin sağladığı istihbarat sayesinde son dakikada önlenmiş. [7] Ardından, kendilerini İtalya’ya geçirecek muhreç bir eski MİT mensubunun kendilerini rakip çeteye satması sonucu beş çete mensubunun Atina’da motosikletli suikastçılar tarafından öldürülmesi…[8] Barış Boyun’un 22 Mayıs 2024’te Türk-İtalyan ortak operasyonla yakalanmış, ancak Avrupa’daki “suç dosyası” kabarık olduğundan, Türkiye’ye iade edilmemiş…

“Bu” Daltonlar çetesi, medyada geniş yankı bulan haberlere göre, Savcılık iddianamesinde pornografik yayın ve seks ticaretiyle suçlanan Fergio’culardan üç milyon Euro talep etmiş… Sosyal medya üzerinden! Haberi okumaya devam edelim:

“Timo Can isimli çete üyesi, 19 Ağustos’ta Fergio House hakkında bir paylaşım yayımladı. Tehdit mesajları içeren paylaşımda şöyle denildi:

‘Fergio kendini devletin kollarına atarak kendi yaptığı pisliğin üstünü bizim ismimizle temizlemek istiyor. Biz sana bu fırsatı vermeyeceğiz. Depremzede kızların geçimini sağlayıp sonrasında pornografi içeriklerle reklam yüzü olarak kullanmanın bedelini çok ağır ödeyeceksin. Başka grupları araya sokarak arabuluculuk yapmasını istiyorsun. Bize haber yollatmayı biliyorsun. Haberlere farklı bize farklı konuşuyorsun. Seni fonlayanlar elde ettiği görüntüler ile devlet içinde her türlü işini hâllettiriyor, büyük ihalelere imza atıyorlar. Adnan Oktar çetesinden daha tehlikelisiniz. Amerika’daki Epstein’in yaptığını Türkiye’de yapmak istiyorsun. Kendini kime atarsan at ya bize yar olacaksın ya da bir kurşuna.’”[9]

Evet, gasp, haraç, suikast, uyuşturucu… velhasıl hakkındaki “suç dosyası” bir hayli kabarık bir mafya örgütü, “mahallenin namus bekçiliği”ne soyunmuş… “Vatanına ve ülkesine bağlı”, “özgürlükçü” bir porno tacirinden haraç istiyor… Onu “kurşunlara yar etmek”ten dem vuruyor. Daha da vahimi, pornocunun servis ettiği görüntüler sayesinde bir takım kişilerin “devlet içinde her tülü işlerini hâllettiklerini, büyük ihalelere imza attıklarını” öne sürüyor. Ve tüm bunlar, açık sosyal medya hesaplarından oluyor… Apaçık…

Savcılardan ise tık yok… Trafikte önünü kesen avukata silah çeken savcıyı[10], Adnan Oktar örgütü ile ilişkili olduklarından dolayı yargılanan hâkim ve savcıları[11], bir başsavcının ifadesiyle “yargı içinde oluşmaya başlayan çete ve çetecikleri”[12]  duyuyoruz, ama sosyal medya üzerinden ortalığa saçılan rezillikleri, havada uçuşan tehditleri “bir dakika durun, neler oluyor,” deyip soruşturma başlatanını duymadık…

Yargıda olup da bit(mey)enler sayesindedir ki, adalet kurumlarına güven, “dip yapmış” durumda.[13]

Devleti adaleti sağlayabileceğine olan güven yitince de boşluğu “vigilante”ler doldurmaya kalkışıyor. Yani Cambridge sözlüğüne göre “özellikle polis gibi resmi örgütlerin suçu etkin biçimde kontrol edemediğini düşündüğü için, suç işleyen kişi(ler)i gayrıresmi yollardan yakalayıp cezalandırmaya kalkışan kişi”(ler)[14]

Türkiye’de “vigilante’lik giderek geçer akçe hâline geliyor. Yurdum genç insanları, bu kendinden menkul “namus ve ahlâk bekçileri”ne alkış tutuyor, “depremzede kızların namuslarının korunmasını” onlardan bekliyor. Tıpkı yakın geçmişte mevcut iktidarın elinde heder olup gitmiş adalet duygusunun ihyasını “ülkücü mafya”cı Sedat Peker’den beklediği gibi…

Üstelik bu arızi, muhalefeti hükümete taşıyacak bir seçimle düzelebilecek bir durum değil. Aksine, bu ülkede AKP eliyle yerleşikleştirilen “şahsım rejimi”nin bir getirisi; üstelik dünyadaki neoliberal-otoriter-neofaşist trend’le de uyumlu. Trump, Orban, Modi, Meloni, Bolsonaro, Milei…. Her biri kendi ülkesinde yargıyı iktidarın emrine verme  konusunda manevra üstüne manevra yapıyor. Yargı iktidara, iktidar da “tek adam”a bağlandıkça, çürüme de kökleşip derinleşiyor. Egemen sınıfın hukuku, egemen(ler)in elinde deformasyon, giderek başkalaşıma (metamorfoz) uğrayarak kendi hayaletine dönüştükçe, (bir sermaye birikimi -yoksa “transferi” mi demeli?- rejimi olarak) “mafyalaşma” kaçınılmaz hâle geliyor. Sırtını iktidara ve devlet güçlerine yaslayan yeni bitme, gözükara bir sermaye “sınıf”ı gözüne kestirdiği zeytinlik, kıyı, gökdelen, banka, şirket, artık Allah ne verdiyse, üzerine çöreklenirken, daha küçük çaplılar da bu pay kavgasına katılmaktan kendilerini alamıyorlar. Kimi zaman da umudunu yitirmiş, can derdindeki halkın desteğini alabilmek için “vigilante”  kılığına bürünerek. Sedat Peker, bu duruma en yetkin örnek, kanımca… Öyle anlaşılıyor ki Daltonlar da Sedat Abi’lerinin izinden gidiyorlar.

Tekrar ediyorum, bu “bize özgü” bir olay değil. Bakın, Macar hukukçu ve sosyolog Profesör Zoltan Fleck, Macaristan’da yargının iktidarın kontrolü altına alınması sürecinde ortaya çıkan “mafyalaşma”yı enine boyuna irdelediği makalesinde böyle bir sürecin olası sonuçları konusunda neler diyor:

“Mafya devlette hukukun kültürel köklerine ve toplumsal kaynaklarına, teamüllerine sıkça atıfta bulundum. O yüzden hukuk sisteminde böylesine kalıcı bir dönüşümün sonuçlarının ne olabileceğini sorusunu sormak konuyla alakasız olmayacaktır. İktidar yapısındaki değişiklikler ile ortadan kaldırılabilecek veya hukukun üstünlüğüne yönelik beklentilerin karşılanmasıyla onarılabilecek bu karakteristik özellikler burada açıklanan birbiri ile karışmış sorunlar için yalnızca yüzeysel bir tedaviye işaret etmektedir. Mafya devletin otokratik kökleri, toplumsal normlar üzerindeki etkisi ve hukuk sistemi ve toplumla ilişkilerinde ortaya çıkan veya tahkim edilen özellikleri kalıcı hâle gelebilir, hukukun üstünlüğünün toplumsal olarak içselleştirilmesine engel olabilir. Hukuktan kaçınma, güvensizlik ve yolsuzluklar eliyle tahrip edilen Devlet – özne ilişkisi her ne kadar mafya devlet tarafından yaratılmadıysa da varlığı bu özelliklere dayandırılarak bunlardan kaçışı imkânsız hâle getirilmiştir.”[15]

Velhasıl, neoliberal otoriteryanizmin, haydi adını koyalım, neofaşizmin bildiği tek türkü var: egemen hukukun çürütülmesi. Bu ise, karşı duracak bir devrimci atılımla karşılanmadığı ölçüde bir toplumsal çürümeye tahvil oluyor…

22 Ağustos 2024 12:01:34, Muğla.

N O T L A R

[1] Marlon Brando.

[2] Osman Çaklı, “Daltonlar’ın Hedefi Bu Kez Fergio House: Ya Bize Ya Bir Kurşuna…”, https://www.gazeteduvar.com.tr/daltonlarin-hedefi-bu-kez-fergio-house-ya-bize-ya-bir-kursuna-haber-1714406

[3] ay

[4] Musa Kesler, “Fergio Bey ve Kölelerine 3’er Yıl İstendi”, Hürriyet, 21.07.24, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/fergio-bey-ve-kolelerine-3er-yil-istendi-42492637

[5] Kesler, ay.

[6] Çaklı, ay.

[7] “Barış Boyun’un suikast planları ifşa oldu: ‘Bütün Türkiye konuşacak’”, Gazete Duvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/baris-boyunun-suikast-planlari-ifsa-oldu-butun-turkiye-konusacak-haber-1693982

[8] Vikipedi, “Barış Boyun”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Bar%C4%B1%C5%9F_Boyun

[9] Çaklı, ay.

[10] “İzmit’te savcı avukata silah çekti”, Çağdaş Kocaeli, 21.08.2024, https://www.cagdaskocaeli.com.tr/haber/21391594/izmitte-savci-avukata-silah-cekti

[11] Barış Terkoğlu, “Hâkimlerin Yargılayacağı Hâkimler”, Cumhuriyet, 22.08.2024, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/baris-terkoglu/hakimlerin-yargilayacagi-hakimler-2239994

[12] İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar’ın HSYK’ya gönderdiği yazıdan. Timur Soykan, “Başsavcının Rüşvet Çığlığı”,  Diken, 13.10.2023, https://www.diken.com.tr/timur-soykan-bassavcinin-rusvet-cigligi/

[13] Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) ‘Bir Bakışta Hükümet 2023’ raporuna göre “Türkiye yargıya güvende 38 üye ülke arasında 36’ncı, sıralamaya 7 aday ülke dahil edildiğinde ise 40’ıncı oldu. 2010’da yüzde 59 olan yargıya güven 2020’de yüzde 37, 2022’de ise yüzde 33’e kadar geriledi.

Türkiye, 45 ülke arasında sadece Slovakya, Kolombiya, Kore, Brezilya ve Şili’yi geride bıraktı. Dünya Adalet Projesi’nin 2022 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde de Türkiye, 0.42 puanla 140 ülke arasından 116. sıraya yerleşti. Türkiye; Zambiya, Kenya, Sierra Leone, Lübnan, Rusya, Nijer, Guatemala, Angola, Mali ve Meksika gibi ülkelerin gerisinde yer aldı.”

Bu bağlamda, “Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) tarafından 2022 yılında yapılan bir araştırmaya göre; vatandaşların sadece yüzde 15.7’si yargının bağımsız olduğunu düşünürken, yargıya güvendiğini ifade edenlerin oranı yüzde 18’de kalıyor.” (“Yargıya Güven Endeksinde Sondan İkinciyiz! Bütün Sorun Bu Karnede”), Gazete Memur, 20.08.2023, https://gazetememur.com/gundem/yargiya-guven-endeksinde-sondan-ikinciyiz-butun-sorun-bu-karnede,LDdIBswfKEung2TzK9KHKg)

[14] https://dictionary.cambridge.org/tr/s%C3%B6zl%C3%BCk/ingilizce/vigilante

[15] Zoltan Fleck, “Mafya Devlette Hukuk”, Periodicum Uris, Eskişehir Osmangazi Üniv. Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 2, Sayı 1, Ocak 2024 ss. 101-112 .(çev.: Anıl Aygen).

Ekonominin hâl-i pür melali

Kaldıraç dergisindeki yazılarımı izleyen arkadaşlar hatırlayacaklardır. Hafize Hanım’ın istifası sonrası TCMB Başkanlığına Fatih Karahan’ın getirilmesi üzerine yazdığım yazıda NAS politikasına dönülmeyeceğini, 2024 yılı zarfında politika faizinin %50-55 bandında seyredeceğini, TÜİK enflasyonunun (gerçek enflasyon değil) %45 seviyelerinde olacağını, Amerikan Doları’nın yıl sonuna doğru 45 TL seviyesine ulaşacağını yazmıştım. Yazının bir kısmı kendilerini “muhalif” olarak tanımlayan medya mensuplarına, bir kısmı da OVP uygulamalarına sadık kalmak sureti ile enflasyonu kontrol altına alacaklarını iddia eden “Kayyum Bakan” Mr. Şimşek ve onun bürokratlarına yönelik eleştirilerdi.

Yılın son çeyreğine girmek üzereyiz. Resim ortaya çıkmaya başladı yavaş yavaş. Amerikan Doları’nın TL karşısındaki değeri dışındaki tüm öngörülerimde haklı olduğumu görmenin buruk keyfini yaşamaktayım şu sıralar.

TL’nin Amerikan Doları (ve diğer yabancı paralar) karşısında beklediğimden daha az değer yitirmesi öncelikle Para Politikası Kurulunun yılın erken döneminde politika faizini %50’ye çıkarması ve yıl boyunca bu oranı sabit tutacağı işaretlerini vermesi ile ilişkili. Ardından da FED Amerikan Doları faiz oranını %5,25-5,50 aralığına çekip 2025 yılında bu oranı daha da düşüreceği sinyalini verince kısa vadede kâr amacı güden yatırımcı için cazip bir yatırım ülkesi oluverdi Türkiye. Detaylı hesaplarla kafa karışıklığı yaratmak istemem. Bu nedenle sadece şu kadarını belirterek geçeyim. Yıl başında bir milyon USD yatırım yapan bir sermayedar, USD değeri bundan sonra hiç artmamış olsa bile yıl sonunda yaklaşık iki yüz bin USD katmış oluyor ana parasına. Yıllık kazanç yaklaşık %20 dünya piyasalarında USD yılda %5 kazandırırken, bu ülkede %20 kazanınca dolaylı yabancı yatırım gelir tabii. Nitekim geliyor.

Muhalif medyanın “yabancı yatırımcı hukukun olmadığı yere gelmez. Bu nedenle Türkiye’ye taze para gelmiyor” tadındaki söylemleri ise gerçeği yansıtmıyor. Her şeyden önce şunun bilinmesi gerekir ki, vahşi bir soykırım gerçekleştiren İsrail’i koşulsuz destekleyen, Rusya’yı parçalamak için topyekûn saldırıya geçen, kurmuş olduğu küresel sisteme muhalefet ettiği için Venezuela’ya yaptırım üzerine yaptırım uygulayan küresel sermayenin hukuk ile asla bir ilgisi yoktur. Onun hukuktan anladığı sadece yatırımının güvence altında olmasıdır. Bu güvenceyi zaten Türkiye ekonomisini yönetmek üzere atamış olduğu “Kayyum Bakan” Mr. Şimşek vermiş ve tüm politikalarını bu güvenceyi sağlamak üzerine kurmuştu. Gerisi ise asla ilgilendirmez uluslararası sermayeyi. Can Atalay, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, 1 Mayıs direnişçilerinin hukuka aykırı olarak tutsak edilmiş olmaları umurunda olmaz sermayenin. Onun tek beklentisi yüksek kâr ve bu kârın güvencede olmasıdır. Bu beklenti karşılandığı süre boyunca taze para girer ülkeye, nitekim girmeye devam etmekte.

Ancak bu para doğrudan sermaye yatırımı olarak gelmiyor. Dolayısı ile üretime ve ekonomik gelişmeye doğrudan herhangi bir katkısı yok. Yabancı para ile karşılanması gereken cari harcamaların finansmanı için verilen bir borç olarak düşünmek gerek bu sermaye girişlerini. Yatırdığı parayı bir an önce üzerine eklediği kârı ile geri alıp çıkmayı düşünür bu tür sermaye girişleri. Olan biten bu işte. Tabii böyle bir durumda sermayenin beklediği kâr payı da birilerinin cebinden çıkar. Egemenler ve onların destekçileri ödeyecek değiller bunu elbette halkın cebinden çıkacak.

Nasıl mı?

Yanıtı yeni vergi düzenlemelerinde.

Burada dikkat edilmesi gereken husus ise izlenmekte olan para politikasının adeta bir ip cambazlığı hâlini almış olması. Eğer yabancı yatırımcının beklediği kâr garantisi karşılanamazsa derhal çıkıp giderler buradan. Tekrar geri gelmesi ise yabancı para değerinin ülkedeki enflasyon oranında artması ile mümkün olur ki, bu da, söz gelimi Amerikan dolarının bir anda 40 liranın üzerine çıkması ile mümkün. Dolayısı ile çok hassas dengeler üzerine kurulu para politikaları bu dengenin sürebilmesi faizlerin düşmemesine bağlı. Bu nedenle 2024 yılı zarfında faiz oranlarının düşmesini beklemek hayal ötesi.

Yeri gelmişken belirtelim, an itibarı ile ticari bankaların açık pozisyonları yaklaşık 15 milyar Amerikan Doları seviyesinde. Faizlerde gerçekleşecek ani bir düşüş ve buna bağlı olarak yabancı paranın ülkeyi terk etmesi büyük bir bankacılık krizine yol açar ve bu krizin altından kolay kolay kalkılamaz.

Söz enflasyona gelmişken bu konuda da birkaç cümle sarf etmek gerek elbette.

Bilindiği gibi TCMB Başkanı ikinci enflasyon raporu ile ilgili açıklamalar yaptı yakın geçmişte. Raporun ayrıntılarına girecek değilim ancak yaşamış olduğumuz tüm gerçeklere karşın Merkez Bankası’nın 2024 yılı için koymuş olduğu %38 oranında enflasyon hedefini değiştirmemiş olmasının üzerinde durmak gerektiği kanısındayım. Hatırlatmakta yarar var, yazıda sadece TÜİK enflasyonundan söz etmekteyim, enflasyon gerçeği yansıtma açısından çok daha tutarlı veriler sunmakta olan ENAG verilerini dikkate alacak olursak Merkez Bankası raporunun çöpe atılması gerekir. Gerçi rapor çöpe atılmayı hak ediyor ama ben yine de kendi hazırladıkları rapordaki tutarsızlıkları sergilemeye ve emek cephesi mensupları için hazırlanmış olan tuzakları deşifre etmeye çalışacağım.

Her şeyden önce içinde bulunduğumuz şartlarda yıl sonunda %38 enflasyon hedefine ulaşılabilmesi artık olası değil. Neden mi?

Yılın ilk yedi aylık enflasyonu %28,76 TÜİK’e göre Bu durumda kalan beş ayda enflasyon sadece %7,18 oranında artacak (1,2876 x 1,0718 = 1,38). Bu öngörünün gerçekleşebilmesi için önümüzdeki beş aylık dönemde enflasyonun aylık %1,4 oranında artması gerekecek. Şimdi bir bakalım; yaz mevsiminin sağladığı olanaklar nedeni ile sebze ve meyvenin bollaştığı temmuz ayında bile %3,23 oranında artmış olan enflasyon, okulların açılacağı, gıdaya erişimin güçleşeceği, mevsimden kaynaklanan bazı ek harcamaların ortaya çıkacağı sonbahar/kış aylarında %1,4 olacak. Bunun mümkün olamayacağını görmek için ekonomist olmaya gerek yok sanırım.

Merkez Bankası yetkilileri bu hedefe nasıl ulaşacaklarını açıklamalıdırlar. Açıklamayacaklarını bildiğim için buradan hedefe ulaşmak için neler yapacaklarını açıklamaya çalışayım:

Emekçi halkın tüm ürün ve hizmetlere olan talebini kısacaklar. Bilindiği gibi talep satın alma gücü ile desteklenmiş satın alma arzusudur. Eğer satın alma gücünü kırarsanız satın alma arzusu da kırılmış olur. Ek vergiler ve fiyat düzenlemeleri ile insanların harcamalarını sadece yeme, içme ve basit biçimde giyinmeden oluşan temel gereksinimlerin karşılanması ile sınırlandıracaklar. Kültür, eğlence vb. alanlarından uzaklaştıracaklar emek cephesi mensuplarını. Bunun adı halkı yoksullaştırmadır. Bir yandan halk yoksulluğa mahkûm edilirken bir yandan da yukarıda sözü edilen sektörlerde durgunluk ve işsizlik artacak, ekonomi yöneticileri enflasyonla mücadele uğruna işsizliğin artmasına neden olacaklar. Bunun işaretleri şimdiden görülmeye başlandı, yine TÜİK verilerine göre temmuz ayında hazirana göre istihdamda azalma söz konusu. Kışa doğru istihdamın daha da düşeceğini öngörmek hiç de zor değil. Yeri gelmişken DİSK-AR verilerine göre ülkedeki “geniş tabanlı işsiz” sayısının 10 milyona ulaştığını, bu sayının da çalışma çağındaki insan sayısının %25’lik bir bölümüne denk düştüğünü belirtelim.

Elbette bütün bunlara rağmen ulaşamayacaklar hedeflerine. Çalışabilir nüfusun yarıya yakınının asgarî ücret dolaylarında gelir elde edebildiği, emeklilerin içler acısı koşullarda yaşam sürdürmek zorunda kaldığı koşullarda zaten zorunlu harcamalar dışında harcama yapabilen insan sayısı ekonomiyi yönlendirenlerin enflasyon hedeflerine ulaşabilmelerini sağlayacak kadar çok değil. Hedefe ulaşılabilmek için gıda enflasyonunu düşürmek gerekecek ki bu da pek mümkün görülmüyor.

Bu durumda zorunlu giderlerini karşılamak için kredi kartlarına yüklenecek emekçiler. Artan faiz yüküne karşın yaşamlarını sürdürebilmeleri için başka seçenekleri yok. Bu tercih de icra, haciz vb. uygulamalar olarak geri dönecek. Bunun da belirtileri görülmeye başlandı.

Ekonomiyi yönetme iddiasında olanlar da bilmekteler bu hedefleri tutturamayacaklarını. Biliyorlar bilmesine de ellerinde TÜİK gibi bir çarpıtma uzmanı kuruluş var. Yıl sonunda TÜİK sayesinde %28 olmasa bile birkaç puan üzerinde gösterecekleri enflasyon oranı sayesinde başarılarını (!) ilan edecekler ama daha önemli bir konu var terk etmedikleri enflasyon hedefinde. Halka bir mesaj veriyorlar:

2025 yılında ücret artışı olarak büyük beklentileriniz olmasın.

Malum asgarî ücret, emekli maaşları ve memur maaşları belirlenirken TÜİK’in enflasyon rakamları esas alınır. Yıl sonu hedefi olarak %38 belirlendi. TÜİK’e rağmen bu hedefe ulaşamayacaklarını gördüğüm için biraz üzerine çıkalım ve %43 diyelim.

Bu durumda emekli maaşları ile memur maaşları en fazla %20 zamlanır 2025’in ilk yarısı için. Asgarî ücret ise 24.000 lirayı geçmez, üstelik bu rakam tüm 2025 yılı için geçerli olur. Diğer çalışanların ücretleri de buna göre ayarlanır.

Kısacası 2025 bu yıla göre daha zor geçecek emekçi yığınlar için.

Bütün bu olumsuzlukların yanında ekonomik büyüme rakamları üzerinden bir başarı öyküsü yaratma niyetinde ekonomi yönetimi. Nasıl bir başarı bu? Birlikte bakalım:

Bilindiği gibi TÜİK 2024 yılının ilk çeyreğinde ekonomide %7,4’lük bir büyüme gerçekleştiğini açıkladı. Hayli görkemli bir rakam elbette. Bunun propagandasını yapacaklar kuşkusuz. Ne var ki bunun propagandasını yapıp ekonomik programlarının ne kadar başarılı (!) olduğunu ilan ederken bu büyümenin ne anlama geldiğini ve kimlerin bu büyümeden nasıl bir pay aldığını da gizleyecekler elbette. Biz de bu gizlenen yönlere bir bakalım.

Öncelikle hangi sektörlerin nasıl büyüdüklerine bir göz atalım. Yine TÜİK verilerine göre 2024’ün ilk çeyreğinde bankacılık ve finans %24 büyürken iletişim %16,8, hizmetler ise %14,3 oranında büyümüş. Sınai üretimdeki büyüme %7,4, tarımda ise %0,9 olurken inşaat sektörü %7,2 oranında küçülmüş.

Derhal görülüyor ki büyümeden aslan payını alan bankacılık ve finans sektörü. Sınai üretim yeni istihdam yaratacak bir büyüme gösterememiş, tarım yerinde saymış, inşaat ise küçülmüş. Buradan çıkarılacak ilk sonuç istihdam yaratma anlamında başı çeken sanayi ve inşaat sektörlerinin zor durumda oldukları. Bu durum yakın gelecekte istihdamın azalacağının işareti. Tarım sektörünün durumu ise yakın gelecekte gıdaya erişebilme zorlukları yaşanabileceğinin göstergesi.

Öte yandan yukarıda enflasyon ile ilgili bölümde belirtildiği gibi ücretler üzerinde uygulanan baskı kredi kullanımını arttırmış. İnsanlar zorunlu gereksinmelerini karşılayabilmek için bile kredi kartlarına ve tüketici kredilerine başvurmuşlar. Bankalara kredi verme konusunda güçlük çıkarmaları için yapılan baskılar işe yaramamışa benziyor. Çünkü finansal olmayan kuruluşlara verilen krediler %53, bireysel krediler ise %26 oranında artış göstermiş. Faizlerin hiç de düşük olmadığı bir ortamda bu durum kredi kullanımının bir zorunluluk hâline geldiğini göstermesi bakımından önemli. Bir de ücretler üzerinde böyle bir baskı varken çok da uzak olmayan bir gelecekte geri ödeme güçlükleri yaşanacağının ve icra dosyalarının kabaracağının habercisi adeta.

Bu durumun tek kazananı bankalar kuşkusuz. Nitekim BDDK verileri bunu doğrulamakta. Bahse konu kuruluşa göre içinde bulunduğumuz yılın ilk çeyreğinde bankaların kârı geçen yılın aynı dönemine göre %385 artış göstermiş. Böyle bir kârlılık artışı dünyanın bir başka yerinde yaşanmış olsa idi yer yerinden oynardı. Burada ise ses çıkmıyor.

Bir de harcamalar açısından ele alalım bu ekonomik büyümeyi (!) ilginç bir sonuçla karşılaşıyoruz. Hane halkı tüketimi %19,5 büyürken yatırım harcamalarında büyümenin sadece %1,1 seviyesinde olduğunu görüyoruz. Yatırım harcamalarındaki durum ülkeye gelen yabancı paranın yatırım amaçlı olmadığının bir göstergesi. Ancak işin ilginç yanı hane halkı harcamalarında. İnsanların gelirleri düşerken harcamaların artması enflasyonist ortamın yarattığı bir zorunluluk, insanlar açıklarını bireysel kredilerle kapatma yolunu seçiyorlar besbelli. Nitekim BDDK verileri de bunu doğrulamakta. Söz konusu kuruluşun verilerine göre Nisan 2023 tarihinde 692 milyar TL olan tüketici kredileri Nisan 2024’te 827,5 milyar TL olmuş.

Bütün bunlardan yola çıkarak şu sonuçlara ulaşabiliriz

– Bankacılık ve finans ile iletişim dışında kalan sektörler büyümeden pay alamamışlar.

– Ücret geliri ile geçinenler zorunlu giderlerini bile karşılayamayacak durumda olduklarından krediye sarılmışlar.

Bu durumda:

Yılın geri kalan bölümünde büyümenin aynı oranda devam etme olasılığı yok. Nitekim IMF tatarından hazırlanmış olan “Küresel Büyüme Haritası” Türkiye’nin bu yıl sadece %2,7 oranında büyüyeceğini, büyümenin gelecek yıl itibarı ile de bu seviyelerde kalacağını göstermekte. Dünya Bankası’nın tahmini ise daha da kötümser. Bu kuruluşa göre Türkiye bu yıl ve gelecek yıl ancak %2,3 oranında bir büyüme yakalayabilecek. Dünya ekonomisinin büyüme ortalamasının %3,6 olduğu dikkate alındığı takdirde dünya ortalamasının hatırı sayılır biçimde altında kalacak olan büyüme, ekonomiyi yönetenlerin OVP diye adlandırdıkları program hedeflerine ulaşamayacaklarını gösteriyor.

İşte Türkiye ekonomisinin hâl-i pür melali.

Çöküş tablosundan çıkmak!

“Kötülüğün zaferi için gerekli tek koşul, iyi insanların hiçbir şey yapmamasıdır”…
Edmund Burke

İçinde bulunduğumuz durum kriz değil, çöküş… Çöküş, verili paradigma dâhilinde bir çözümün olmadığı durumdur… Başka türlü söylersek, artık verili zemin dâhilinde bir gelecek yok… Kapitalizm mülksüzleştirerek sermaye biriktirmektir… Her ileri aşaması daha çok mülksüzleşme, daha çok proleterleşme demektir… Geniş kitlelerin üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum edilmesidir… Kapitalizmin her ileri aşamasında doğa tahribatı (ekolojik yıkımın) da derinleşiyor, yaşamın temeli aşınıyor. Sosyal kötülüklere (işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, aşağılanma…) doğa tahribatı, ekolojik yıkım eşlik ediyor… Velhasıl, insana, tüm canlılara ve bir bütün olarak ekosisteme zarar vermeden yol alamıyor… İşte tüm bu lânet olası eğilimler kapitalizmde mündemiçtir… Kapitalizm reforme edilemez, insafa gelmez… Esasen hiçbir üretim tarzı (uygarlık modeli densin) reforme edilemez… Belirli bir mantığa göre işler ve o mantığın dışına çıkıldığında da sistem olmaktan çıkar… Boşuna ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmemiştir…

Neden bu kadar kolay sömürüyorlar, ülkenin varını-yoğunu yağmalıyorlar, talan ediyorlar, yaşamın temelini aşındırıyorlar, devlet terör rejimini dayatabiliyorlar? Bu kepazeliğe itiraz etmemek suç ortaklığı değil midir? Sorun örgütlülük, bilinç, mücadele, perspektif ve ütopya zaafından kaynaklanıyor… Zira örgütsüz toplum köledir. Oysa, işçi sınıfı tüm zenginliklerin yaratıcısı yegâne sınıftır, toplumu sırtında taşıyandır.

Lâkin işçi sınıfı ve bir bütün olarak mülksüzler, emekçi sınıflar cephesinde iki temel zaaf söz konusu: Birincisi, örgütlülük ve sınıf bilinci zaafı söz konusu ve ikincisi mevcut sınırlı örgütlerin büyük çoğunluğu da amaca yabancılaşmış, yozlaşmış durumdalar… 2023 istatistiklerine göre Türkiye’de 16 milyon 395 bin 275 işçi var. Sendikalaşma oranı sadece %15… Sendika konfederasyonlarının çoğu da söylemleri ne olursa olsun sömürü düzeninin bileşenleri durumunda… Fakat işçi sınıfı sadece çalışanlar ve işsizlerden ibaret değildir. Bu rakamlara pasif işçi sınıfını (emeklileri) da dâhil etmek gerekir… Aslında kamu sektöründe çalışanlar da işçi sınıfına dahildir… Resmî statü ayrımının reel bir önemi yoktur… Gerçi devlet bürokrasisinin üst katmanları ayrıcalıklı bir durumdadırlar ama kamu çalışanları da işçi sınıfına dahildir… Neoliberal küreselleşmeyle esnaf kitlesi (küçük üreticiler) ve küçük çiftçiler de hızla mülksüzleşiyor, proleterleşiyor işçi sınıfına dahil oluyorlar… Dolayısıyla toplum çoğunluğunun kahir ekseriyeti işçi sınıfına dâhildir, proleterdir… Proleter emeğini satamadığı zaman açtır ve emeğini satabilmesi de kesin değildir… Artık şimdilerde küçük bir “mutlu azınlık” dışında hepimiz proleteriz. Gerçek durum böyle ama bu devasa kesimin siyaset sahnesinde bir görünürlüğü ve etkinliği yok, esâmesi okunmuyor, itilip-kakılıyor, aşağılanıyor… Bundan büyük çelişki olur mu? Siyaset oyunu emekçi halk çoğunluğunun gıyabında sahneleniyor…

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) genel kurul salonunda başkanlık kürsüsünün arkasındaki duvarda “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazılı… O hâlde iki şey: Birincisi, TBMM tevatür edildiği gibi büyük değil ve ikincisi, hâkimiyet sayısız kayıt ve şart altına alınmış bulunuyor ve bu bidayetten beri hep öyleydi… Milletvekilleri birkaç sınırlı istisna dışında halkın değil, kutsal devletin ve sermayenin hizmetindedir… Seçilenler seçenleri temsil etmiyor… Eğer seçenle seçilen arasında tevatür edildiği gibi “reel bir temsiliyet ilişkisi” olsaydı bugünkü sefil tablo söz konusu olur muydu?

Artık sömürü-yağma ve talanın hizmetindeki siyaset tarzıyla, siyasi partiler (aktörler) ve örgütlerle çöküş tablosundan çıkmak mümkün değil… Bu yıkımın, bu çöküşün faillerinden hâlâ çözüm beklemek kendini aldatmak, abesle iştigal etmektir… Yeniyi oluşturmak, başka şeyi, başka türlü yapmak da insan iradesini aşan bir şey değildir…

Politik İslamcı AKP rejimi toplum sorunlarına külliyen yabancılaşmış bulunuyor… Esasen politik İslam’ın bir toplum projesi yoktur. Yönetme özürlüdür… Bir anekdot şöyle: İşgalci ABD çekildikten, Taliban iktidara el koyduktan sonra bir Fransız gazeteci Afganistan’a gidiyor, temaslar, gözlemler yapıyor. Ülkeden ayrılmadan bir dinî liderden zar-zor bir randevu alıyor. “Ülkeniz harap hâlde, bunca sorunla nasıl başa çıkacaksınız, planınız-programınız, perspektifiniz nedir” diyor, molla, “Biz insanları öteki dünyaya hazırlıyoruz” diyor… Türkiye’de Diyanet’in rejimin başat kurumu hâline gelmesi bir tesadüf değil…

Ülke tam bir çöküş tablosuna hapsolmuşken, artık mevcut siyaset tarzıyla sorunları çözmek mümkün değil. Vakitlice siyasetin zeminini değiştirmek gerekiyor. Başka türlü söylersek radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var… Yönetenleri değil, yönetimi (sistemi) değiştirmek gerekiyor. Artık ülkenin-toplumun kaderinin kaşarlanmış profesyonel politikacıların oyuncağı olmasına izin vermemek gerekiyor… Eğer duruma vakitlice müdahale edilmezse, işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmaz olacak ve geriye kurtarılacak pek bir şey kaymayacak… Zira sömürü, yağma ve talan insan havsalasını zorlayacak boyutlarda… Bunun için de siyaseti, bütünüyle işlevsizleşmiş Meclis (TBMM) dışına taşımak gerekiyor…

Tüm sorun odaklarını kapsayan, işçilerin, işsizlerin, çiftçilerin, emeklilerin, ekolojistlerin, sosyalistlerin, sadece sömürü ve baskıya değil etnik ayrımcılığa da maruz Kürtlerin, kadın örgütlerinin, Alevilerin, küçük esnafların, öğrencilerin, LGBT’lerin, tüm kesimlerin ve sorun odaklarının katılacağı geniş kapsamlı bir kongre toplamak gerekiyor. Çeşitlilik içinde birlikteliği sağlamak bizim irademizi aşan bir şey değildir… Böyle kapsamlı bir eylemliliğin başlatılması siyasetin ufkunu ve zeminini değiştirecektir… Yeni paradigmaya giden yolu aralayacaktır…

Emekçi kitleler kendi kaderlerine sahip çıktığı anda her şey hızla değişecek, toplumun önünde yeni ufuklar açılacaktır… Bütün mesele ideolojik köleliği aşıp-aşmamakla ilgilidir… Zira başka şeyi başka türlü yapmaya bir engel yok. İnsan irade sahibi bir varlık olduğuna göre… Fakat mutlaka akıldan çıkarılmaması gereken bir şey var: kapitalizm dâhilinde ezilen, sömürülen, horlanan sınıflar ve doğa (ekosistem) lehine bir şeyler yapmak, ekolojik yıkımı durdurmak mümkün değildir… Vakitlice insanı ve doğayı önceleyen bir rotaya girmek, zararlı veya gereksiz üretime son vermek, üretimin yönünü temel ihtiyaçlara döndürmek gerekiyor ki, böyle bir şey de kapitalizm dâhilinde asla mümkün değildir…

Bu gazeteleri okuyarak, bu televizyonları izleyerek, bu uzmanları dinleyerek yeni bir şey yapmak, aracın rotasını değiştirmek mümkün değildir… Birkaç gazete ve televizyon dışında medyanın kahir ekseriyeti yalanın ve manipülasyonun hizmetinde, misyonuna ve varlık nedenine külliyen yabancılaşmış durumda… Oysa gazeteci namussuz olamaz, namussuzsa gazeteci değildir… Gazeteci gerçeğin haberini verendir…

ABD’nin ortadoğu’daki maşası siyonist İsrail

 “Bir şeyi gerçekten bilmek,
onu anlatmakla olur.”[1]

Ortadoğu’nun pimi çekildi…

7 Ekim 2024 ile başlayan süreç Siyonist İsrail’in soykırımcı saldırıları ile sürüyor.

Çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Gazze faciası Filistin’i haritadan silmeye, Lübnan’dan İran’a uzanan coğrafyaya saldırıya yöneliyor (yöneldi mi desek)!

ABD yine ve ısrarla İsrail’den yana olduğunu açıkladı… “Bölgesel savaş, bir dünya savaşına dönüşür mü?” sorusuyla yüz yüzeyiz…

Gazze’deki “savaş” denilen (?!) katliam hâlinin kuzeye, Lübnan’a sıçraması artık gündemde. İsrail’in bu yönde ciddi hazırlık içinde olduğu görülüyor. Hizbullah-İsrail çatışması, çok geçmeden Suriye ve Irak’taki İran destekli güçlerin katılımıyla kuzey-doğuya, İran topraklarına doğru yayılabilir. İran ve İsrail zaten yakın geçmişte karşılıklı olarak balistik füzelerinin menzillerini test etmişlerdi. Bunların toplamda bir Orta Doğu savaşı provası olduğu, aşikâr. Bu toplama Hamas lideri İsmail Haniye’nin 31 Temmuz 2024’de İran’da suikasta kurban gitmesini de katabiliriz…

Aslında bugünü anlamak, İsrail’in saldırganlığını kavrayabilmek için 1967’den günümüze uzanan süreçte ABD-İsrail ilişkilerine iyice analiz etmek gerekiyor.

Konuya ilişkin olarak Noam Chomsky, “İsrail, laik Arap milliyetçiliğini yıkarak ABD’ye çok yararlı bir hizmet yaptı. Böylelikle ABD Ortadoğu üzerindeki hegemonyayı İngiltere’den devralmış oldu. O dönem radikal İslâm’ın merkezi Suudi Arabistan ile laik milliyetçiliğin merkezi Mısır arasındaki süren mücadelede İsrail, radikal İslâm’a destek çıkarak laik milliyetçiliği tahrip etti. Böylece ABD’yi kalıcı biçimde yanına aldı. O güne kadar İsrail, ABD’de yaşayan Yahudi cemaatinin bile çok umurunda değildi. 1970’lerin başında İsrail bir seçimle karşı karşıya kaldı: Yayılmacılık ya da güvenlik. O, ABD’nin desteğini arkasına alarak yayılmacılığı seçti. ABD de İsrail’in yayılmacı politikalarının her aşamasında ona destek verdi. Tüm bunlar uluslararası hukuka rağmen ve BM Güvenlik Konseyi’nin ilkelerine ters düşerek yapıldı. Golan Tepeleri’nin işgalinin meşrulaştırılması, Trump döneminde ABD’nin Kudüs’ü ‘bölünmemiş şekilde İsrail’in başkenti’ olarak tanıması,”[2] derken; daha büyük İsrail için zaten çoktandır düğmeye basılmıştı!

Noam Chomsky’ye göre sadece ve sadece ABD eğer İsrail’e “Oyun bitti”, “Buraya kadar” derse çözüm olur. Peki der mi? Yanıt ufukta görünmüyor!

Ancak şöyle bir gerçek var: Siyonist İsrail durdurulmazsa bölgenin büyük bir felâkete sürükleneceği aşikâr; ve ana hatlarıyla tarih buna tanık ve taraf…

İSRAİL-FİLİSTİN SORUNUNUN TARİHÇESİ[3]
14 Mayıs 1948 İsrail kuruldu. Karar, ertesi gün yürürlüğe girdi. Filistinliler, 15 Mayıs’ı “El Nakba” diye anarlar, yani “Felâket” günü.
1964 İsrail’in işgali başlarken Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) 1964’te Kudüs’te kuruldu. Yaser Arafat liderliğindeki örgüt direnişi yükseltti.
1967 İsrail ve Arap komşuları arasında artan gerginlik, 1967’de başlayan 6 Gün Savaşları’na yol açtı. İsrail, Mısır’dan Gazze ve Sina Yarımadası’nı aldı.
1987 İsrail işgaline karşı ilk intifada, yani kitlesel ayaklanma 1987’de Gazze Şeridi’nde başladı. 93’te ise Batı Şeria’da ikinci intifada başladı.
1993 İsrail İşçi Partisi lideri ve Başbakan Yitzak Rabin ile Yaser Arafat Norveç’in başkenti Oslo’da el sıkıştı.
2000 Likud Partisi’nin Binyamin Netanyahu’dan sonraki lideri Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa ziyareti yeni bir ayaklanmaya neden oldu.
2014 7 Temmuz’da İsrail Gazze’ye yönelik 51 gün sürecek saldırılarını başlattı. Saldırılarda 530’u çocuk 302’si kadın 2 bin 100’den fazla Filistinli öldü.

SİYONİST SALDIRGANLIK

ABD Başkanı Joe Biden’ın 1986’daki, “Eğer İsrail olmasaydı, ABD bölgede kendi çıkarlarını korumak için bir İsrail yaratmak zorunda kalacaktı. Tekrar söylüyorum, ABD, bölgede bir İsrail üretmek zorunda kalacaktı!” ifadesinin açıkça dile getirdiği üzere, Siyonist İsrail emperyalizmin ileri karakoludur!

Sadece ABD için değil; emperyalist çıkarların savunulmasında Batı emperyalizmi için “ileri karakol” olarak inşa edilmişti.[4]

Hatırlayın: İngiltere Başbakanı Lloyd George, İngiliz çıkarları için Filistin topraklarında bir Yahudi devleti olması gerektiğini savunuyordu

İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour da, Siyonizmin finansörlerinden Walter Rothschild’e yazdığı 2 Kasım 1917 tarihli mektupta, İngiltere’nin tutumunu, “Majestelerinin hükümeti Yahudi halkı için Filistin’de ulusal bir vatan oluşturulmasını olumlu görmekte olup, bu amacın gerçekleşmesi için elindeki tüm imkânları kullanacaktır,”[5] biçiminde formüle etmişti.

Kaldı ki İsrail’in “kurucu babası” Theodor Herzl, daha yola çıkarken ‘Der Judenstaat/ Yahudi Devleti’ başlıklı yapıtında misyonlarını “ileri karakol” ilan edip, “Avrupa için biz, orada (Filistin) Asya’ya karşı korunma duvarının bir parçası, barbarlığa karşı uygarlığın ileri karakolu olabiliriz,”[6] demişti!

Kimsenin kuşkusu olmasın: Siyonist İsrail Ortadoğu’da emperyalizmin aygıtı, terörist bir gericilik kalesidir.

SİYONİZM GAZETECİLERİ GÖREVLERİ BAŞINDA KATLETTİ[7]
İsrail’in Gazze saldırılarında gazeteciler hedef alınıyor. New York’taki CPJ Program Direktörü, gazetecilerin gerçeği ortaya çıkarmak uğruna en büyük büyük bedeli, yani hayatlarını ödediklerini söyledi.

14 Mart 2024’de Filistinli Serbest Fotoğrafçı El-Reefi, Gazze’nin güneydoğusundaki insani yardım teslimatından un almaya çalışırken İsrail ordusunun açtığı ateş sonucu vurularak hayatını kaybetti. Aynı gün teknoloji haberlerine odaklanan Arapça medya kuruluşu Raqami TV’nin Filistinli Foto Muhabiri Saima, Bureij Mülteci Kampına düzenlenen hava saldırısında öldürüldü.

5 Mart’ta Hamas’a bağlı El Aksa TV kanalında sunuculuk yapan Filistinli Gazeteci Muhammad Salama, Deir al-Balah’taki evine düzenlenen hava saldırısında ailesiyle birlikte öldürüldü. Bölgedeki bir görgü tanığı, ailenin öldürüldüğü sırada akşam yemeği yediğini söyledi.
23 Şubat’ta El Cezire de dahil olmak üzere çok sayıda medya kuruluşu için çalışan 30 yaşındaki serbest Foto Muhabiri Mohamed Yaghi, Deir el-Balah’taki Az-Zawayda kasabasına düzenlenen hava saldırısında, ailesinin 36 üyesiyle birlikte öldürüldü.
15 Şubat’ta Gazze İslâm Üniversitesine ait yerel Kur’an Radyo kanalının 35 yaşındaki Yöneticisi Zayd Abu Zayed, Al-Nuseirat Kampına düzenlenen hava saldırısında öldürüldü.
12 Şubat’ta Libya televizyon kanalında çalışan Filistinli Gazeteci Edwan, Cebeliye kentindeki evine düzenlenen hava saldırısında öldürüldü.
11 Şubat’ta İslâmi Cihad’a bağlı Kan’an haber ajansının 40 yaşındaki Gazetecisi Mamdouh El-Fady, Han Yunus’taki Nasır Hastanesinde İsrailli bir keskin nişancı tarafından öldürüldü.
8 Şubat’ta Resmi Filistin Televizyonu kanalı Filistin TV’nin Filistinli Yöneticisi Abdel Jawad, Deir al-Balah’ta kaldıkları eve düzenlenen füze saldırısında oğluyla birlikte öldürüldü. Ayrıca füze 5’i çocuk 14 kişiyi öldürdü.
6 Şubat’ta Hamas’a bağlı Filistin Bilgi Merkezinin 40 yaşındaki Yöneticisi Rizq Al-Gharabli, İsrail’in Han Yunus’taki evine düzenlediği hava saldırısında öldürüldü.
29 Ocak’ta Yerel Al-Resalah haber sitesinin 24 yaşındaki Filistinli editörü ve bölgesel bağımsız web sitesi Raseef22’nin yazarı olan Mohammed Atallah, Beach Mülteci Kampına düzenlenen hava saldırısında ailesiyle birlikte öldürüldü.
25 Ocak’ta Hamas’a bağlı El Aksa Ses Radyosunda sunucu olarak çalışan Filistinli Gazeteci Iyad El-Ruwagh, Nuseyrat Kampına düzenlenen hava saldırısında dört çocuğuyla birlikte öldürüldü.
14 Ocak’ta Filistinli gazeteci ve Kahire merkezli özel yayın kuruluşu Al-Ghad’ın Kamera Operatörü Yazan al-Zuweidi, İsrail’in Beyt Hanun’a düzenlediği hava saldırısında kardeşi ve kuzeni ile birlikte öldürüldü.
11 Ocak’ta El Kudüs El Yûm yayın kuruluşunda çalışan Filistinli Gazeteci Mohamed Jamal Sobhi Al-Thalathini, İsrail’in güney Gazze’deki evine düzenlediği hava saldırısında öldürüldü.
10 Ocak’ta Yerel haber sitesi Bawabat el-Hadaf’ta çalışan Filistinli Gazeteci Ahmed Bdeir, İsrail’in Aksa Şehitleri Hastanesi yakınındaki Han Yunus’ta düzenlediği hava saldırısında öldürüldü. Bdeir, hastane kapısındaki gazeteci çadırının önünde duruyordu ve şarapnel isabeti sonucu hayatını kaybetti.
9 Ocak’ta Gazze’deki El Ezher Üniversitesine ait yerel El Ezher radyo istasyonunun sunucusu ve Filistin Sosyal Medya Kulübünün kurucu ortağı olan 30 yaşındaki Gazeteci Heba Al-Abadla, kızıyla birlikte öldürüldü.
8 Ocak’ta Hamas hükümetinin eğitim bakanlığına ait olan Rawafed eğitim kanalının fotoğrafçılık bölümünü yöneten 26 yaşındaki Gazeteci Abdullah İyad Breis, Han Yunus’taki evine düzenlenen hava saldırısında öldürüldü.
7 Ocak’ta Filistinli Gazeteci ve El Cezire Kamera Operatörü ve El Cezire Gazze Bürosu Şefi Wael Al Dahdouh’un oğlu Hamza Al Dahdouh ve Agence France-Presse (AFP) için çalışan Filistinli serbest kameraman Mustafa Thuraya ile birlikte İsrail’in insansız hava aracı saldırısında öldürüldü.
5 Ocak’ta Filistin haber ajansı Safa’da muhabir ve editör olarak çalışan Filistinli Gazeteci Akram El Shafie, 30 Ekim’de İsrail kurşunuyla aldığı yaralardan sonra hayatını kaybetti.

Malum: İsrail 1948’de kurulurken devlet aygıtı ve mekanizmaları, Haganah ve Irgun terör örgütlerinin üzerinde inşa olmuştu. Bu iki terör örgütü, sadece ordunun, güvenlik ve istihbarat mekanizmalarının kökü değil, sonrasında İsrail’de hükümetleri kuran iki partinin de kökü durumundaydı.

Birkaç örnek verecek olursak: İzak Rabin, Ariel Şaron, Moşe Dayan gibi isimler Haganah üyesiydi. Bugün Gazze’de soykırım uygulayan resmi “İsrail Savunma Kuvvetleri”, Haganah’ın devamıdır. Haganah’dan ayrılanların kurduğu Irgun ise Kral David Oteli’nin bombalanması ve Deir Yassin katliamı gibi terör eylemlerine imza atmış bir örgüttü. İsrail siyasetinin önde gelen partilerinden Likud’un çekirdeğini oluşturan Herut, Irgun’un devamıydı.

O günden bugüne değişen bir şey olmadı!

Örneğin dünyanın dört yanında “Gazze’de ateşkes” için milyonlar sokakları doldururken; Netanyahu “Kimse bizi durduramaz”;[8] İsrail Ordusu sözcüsü Daniel Hagari de, “Savaşın hedefleri uzun süreli mücadele gerektiriyor ve buna göre hazırlanıyoruz,”[9] diyordu…

Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’i Filistinlilerin kısmen dahi yok olmasına yol açabilecek yaşam koşullarına sebep veren askeri saldırılarını ve tüm eylemleri derhâl durdurması talimatını verse de; İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir, X’teki paylaşımında, “Lahey’deki antisemitik mahkemenin kararının tek bir cevabı olmalıdır: Refah’ın işgali, askeri baskının arttırılması ve savaşta tam zafer elde edilene kadar Hamas’ın ezilmesi,”[10] diye haykırıyordu…

Ayrıca İsrail Maliye Bakanı, yerleşimcilerin lideri faşist Bezalel Smotrich, “Hamas’a acımasızca vurun, tutsaklar meselesini fazla dikkate almayın,” derken ‘Haaretz’de Gideon Levy de, “Filistinlileri kim koruyacak?” başlıklı yorumunda, Filistinlilere, askerlerin rasgele ateş açması, yerleşimci faşistlerin gittikçe artan programları karşısında, kendilerini korumak için, “terörizm olarak adlandırılan yöntemlerden başka bir şey kalmadığını”[11] anlatıyordu…

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant ise, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve ona göre hareket edeceğiz,” diyebiliyordu…[12]

Kimse inkâra kalkışmasın: İsrail, işgalci Siyonist ırkçılıktır. Filistin, bir açık hava hapishanesine, toplama kampına dönüştürülmüştür…

Kolay mı?

İsrail’in Ulusal Misyonlar Bakanı Orit Strook, işgal altındaki Filistin topraklarının tamamen İsrail’e ait olduğunu ve Filistin halkı diye bir halk olmadığı vurgusuyla, Filistin devletinin tanınmasına karşı olduklarını belirtir ve “İsraillilerin birçoğu Filistin devletinin kurulması fikrini yalnızca tarihsel temelden yoksun olduğu için değil, aynı zamanda İsrail devletine varoluşsal tehdit oluşturduğu için reddediyor,”[13] derken; İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen de, “Kimse Kudüs’te Filistin için temsilcilik açamaz,” ifadelerini kullanıyordu.[14]

Evet, Siyonizm ırkçılıktır!

Siyonizm kavramının kökü olan ‘Siyon’, Musevilik tarihinde Kudüs ile eşanlamlıdır. Musevi tapınağı Babilliler tarafından yıkılınca ‘Siyon’ kelimesi yeni bir anlam daha kazanmış ve Yahudilerin Filistin’e dönme arzusunun ifadesine dönüşmüştür.

Siyonizm, bu anlamın üzerinde şekillenerek XIX. yüzyılda modern siyasal bir kavram hâlini alacaktı. Nathan Birnbaum, ‘Kendi Kendine Kurtuluş’ dergisinin 1 Nisan 1890 tarihli nüshasında Siyonizmi, Musevilerin kutsal topraklara dönüşü için bir Yahudi siyasi partisi kurmayı hedeflemek anlamında kullanmıştı. O parti, kısa bir süre sonra, 1897’de Theodor Herzl’in liderliğinde “Dünya Siyonist Teşkilâtı” olarak ete kemiğe bürünecekti.

Özetle “… ‘Siyonizm’ XIX. yüzyılda ortaya çıkmış bir ideolojidir. Buna göre, tanrı Yehova’nın seçilmiş kulları olan Yahudiler, bir gün Siyon Tepesi’nde Süleyman’ın tapınağını yeniden inşa edecek ve dünyaya hâkim olacaklardır. Yahudilerin diğer tüm insanlardan daha üstün olduğu inancından yola çıkan ve bu uğurda Siyonizm ordularına diğer tüm halkları yok etme emri veren ırkçı ve dinci bir ideolojidir Siyonizm.”[15]

Ve nihayetinde Siyonizm hareketinin kurucusu Theodor Herzl’in, 1948’de Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurul kararıyla gerçekleşen İsrail devleti hayali de uzun sürecek bir savaşın başlangıcı oldu…

Burada bir parantez açarak nakledelim: Mayıs 2018’de İsrail’in tanınmış hastanelerinden birinin reklamında, “Her bebek daha doğmadan İsrail askeridir!” mesajı kullanılmıştı. Hastanenin doğumhanesi için hazırlanmış bu reklamda, kafasında asker beresi olan ve selam veren bir cenin imgesi bulunuyordu. Reklamın aşırı sağcı ‘Makor Rishon’ gazetesinde yayımlanması da elbette rastlantı değildi.

Reklamla ilgili haberinin hemen başında, ‘Militarizm Ana Rahminde mi Başlıyor?’ diye soran Mairav Zonszein şöyle diyordu: “Filistin yönetimini ve toplumunu sürekli olarak “terörist” doğurmak ve çocukları nefretle eğitmekle suçlayan İsrail, kendi toplumunun derin militarist ve şiddet yanlısı köklerini unutmuş görünüyor. Bu reklam bunun sadece bir göstergesidir”![16]

Geçerken anımsatalım: İsrail Başbakanı İzak Rabin’i 1995’te katleden suikastçı Filistinli bir militan değildi; Oslo Anlaşma’sına karşı çıkan, “Kutsal Topraklar”daki Yahudi egemenliğinin tartışılamaz olduğunu düşünen İsrailli bir Siyonist idi!

YAYILMACI-SÖMÜRGECİ REJİM

Not edin: “İsrail’in Filistin topraklarıyla sınırlı kalacağını kanıtlayan bir gösterge yok… İsrail’in yayılması durmaz”![17]

Çünkü… İsrailli siyasetçi Yohanah Ramati’nin, “İsrail, bir tür parya devletidir. İnsanlar bizden bir şey istediklerinde, onlara ideolojik sorular sorma lüksümüz yok. Destekleyemeyeceğimiz tek bir ideoloji var, o da Amerikan karşıtlığı. ABD’nin yardım etmekten çekineceği bir devleti desteklersek, farkına varmadan kendimize zarar vermiş oluruz,” sözleriyle tarif ettiği[18] İsrail “süreç olarak faşizm” ile bir soykırım noktasına ulaştı.

İsrail, Yahudiler açısından, geniş hak ve özgürlüklere sahip liberal demokratik rejimle yönetiliyordu. Ancak bu, Filistin halkı açısından ırk ayrımına dayalı bir “apartheid” rejimiydi. Yeni hükümet, hemen “süreç olarak faşizmin” önündeki engelleri kaldırmaya girişti; yasama, yürütme, yargı arasındaki dengeleri yürütmeden yana bozmaya, dengeleme-denetleme kurumlarını etkisizleştirmeye başladı. Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te yerleşimcilerin Filistinlileri hedef alan saldırıları, konut ve arazi gaspları hızlandı.

İsrail deneyimi de faşist hareket bir kez devlete ulaştıktan sonra, parlamentarizmin, genel seçimlerin rejime meşruiyet kazandırmaktan, süreci ilerletmekten başka bir işe yaramadığını; faşizmin, savaşlarla, provokasyonlarla, artan baskıyla, şiddetle muhalefeti yıldırarak yoluna devam edeceğini gösteriyor. ‘Haaretz’de bir yorumcu sürecin ilerleme hızına bakarak uyarıyordu: “İsrailli demokratlar bir iç savaşa hazır olmalıdır!”[19]

İçeriye ve dışarıya yönelik müthiş bir tehdit olarak sömürgeci rejim yarattığı felâketin içinden kolay kolay çıkamayacak.

Öncelikle, Hamas’ı yok etme, Gazze’yi “temizleyerek” yerleşimlere açma, Batı Şeria’yı da bu sürecin ucuna ekleme fantezileri ile yıllardır güçlenen Ben Gvir, Smotrich ve yerleşimcilerden oluşan faşist hareket, Netanyahu’nun zaaflarından yararlanarak devletin güç merkezlerini ele geçirdi.

Onlar orada durdukça Gazze’den, Filistin halkının, Arap rejimlerinin hatta genel olarak dünyanın kabul edeceği bir “çıkış” olanaksız. İsrail toplumu da silahlı, fanatik bir tabana dayanan bu faşist politikacıları tasfiye edecek, hatta cezalandıracak bir şekillenmeyi kısa sürede geliştirecek durumda değilken; Irkçı Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir, Batı Şeria’da Yahudilerin hareket özgürlüğünün Arapların hareket özgürlüğünden daha önemli olduğunu, “Benim, eşimin ve çocuklarımın Yahuda ve Samiriye’de (fanatik Yahudilerin Batı Şeria’ya verdikleri isim) seyahat etme hakkı Arapların seyahat etme hakkından daha önemli. Üzgünüm Muhammed, ama gerçek bu,” sözleriyle savunuyor![20]

Tam da bu doğrultuda Netanyahu, savaş kabinesi toplantısından sonra iki hedef açıkladı: Birincisi, Gazze’nin yönetimini kesinlikle Ramallah’taki Filistin yönetimine bırakmayacaklarını; ikincisi de, Gazze’yi silahsızlandıracaklarını, ama bunu bir uluslararası gücün değil, bizzat İsrail ordusunun yapacağını açıkladı.[21]

Bundan başka İsrail’in Gazze’deki Filistinlileri Mısır çölüne sürme planı olduğu da dile getiriliyordu. Kaldı ki İsrail’in bu planı aslında yeni değildi. 90’larda İsrail’in böyle bir tasarısı olduğu biliniyordu. 7 Ekim 2023’den sonra o tasarı raftan inmiş, güncellenerek uygulama olasılığı yeniden araştırılmıştı. Nitekim İsrail İstihbarat Bakanlığı’nın hazırladığı 13 Ekim 2023 tarihli raporun sızmasıyla, sürgün planının İsrail hükümetinin önünde olduğu kesinleşti.[22]

Ve nihayet Netanyahu, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’e, “savaşın ardından Gazze’de derin bir tampon bölge kurma” planından bahsetti![23]

“DURUM”

İsrailliler ruh hâllerini, “İç savaşa gidiyoruz,” diye ifade ederken; “Yargı Reformu” adı verilen düzenlemenin arka planında: i) Yüksek Mahkeme’yi işlevsizleştirmek; ii) Yargıdan kurtulmak; iii) Otoriter rejim inşa etmek; iv) Yahudi şeriat devleti özlemi; v) Sınırsız güç devşirmek amacı vardı.

Yüksek Mahkeme’nin gücünü kısmaya çalışan Netanyahu’nun söz konusu hamlesi İsrail’i ikiye böldü. Anayasa Hukuku uzmanı Doç. Dr. Meital Pinto, “Kamplaşma derinleşecek”; Doç. Dr. Salih Bıçakcı da, “Bibi bu hamle ile kontrolsüz bir güce erişmek istiyor,”[24] derken; “yargıyı ele geçirme” planına karşı on binlerce İsrailli, ülke çapında sokakla çıktı. Protestolarda halk “Diktatörlüğe teslim olmayacağız,” dedi.

Yüksek Mahkeme’nin yürütme üzerindeki denetimini kaldıracak tartışmalı yasa tasarısını 2. ve 3. oylamada onayladı.

Hükümetin yargının yürütme üzerindeki denge ve denetleme yetkilerini aşındırma amacı taşıyan reformu parlamentodan geçirmesi sonrası protestolar artarak sürdü. Yüksek Mahkeme’nin “akla yatkınlık” gerekçesiyle yürütmenin uygulamalarını durdurmasını iptal eden ve yargıya darbe olarak tepki gösterilen tasarının parlamentoda kabul edilmesiyle Kudüs’teki meclis önünde çadır kuran binlerce protestocu ile polis arasındaki gerilim arttı.

Aralarında hava kuvvetleri pilotlarının da bulunduğu yüzlerce yedek asker, askere gitmeyi reddetme tehdidinde bulundu. Ayrıca İsrail Hava Kuvvetlerinde görevli 106 yedek asker, hükümetin tartışmalı yargı düzenlemesini protesto etmek için gönüllü askerlik hizmetlerini sonlandırdıklarını duyurdu.[25]

Daha sonra Yüksek Mahkeme, ülkede Netanyahu hükümetine karşı aylarca büyük protestolara neden olan yargı reformunun bir parçası konumundaki tartışmalı yasayı iptal etti. Yüksek Mahkeme’den yapılan açıklamada, alınan iptal kararının sekize karşı yedi oyla alındığı belirtildi ve yasanın “demokratik bir devlet olarak İsrail Devleti’nin temel özelliklerine ciddi ve benzeri görülmemiş bir zarar” vereceği ifade edildi.[26]

Bunlarla devreye giren Aksa Tufanı Harekâtı çok şeyi sarsıp, savurdu.

Netanyahu’nun, “İsrail tarihinin kara günü” ve “fiyasko” olarak nitelediği;[27] eski İsrail Ulusal Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Eran Etzion’un, “İsrail’e stratejik ve tarihi düzeyde acı bir darbe” olarak değerlendirdiği;[28] ‘Haaretz’in, “İsrail’in savunma doktrininin yenilmez olduğu düşüncesi çöktü” diye yorumladığı;[29] İsrail Askeri İstihbarat Şefi Aharon Haliva’nın, “Hamas’ın saldırısı konusunda uyarıda bulunmakta başarısız olduklarını” söylediği;[30] ABD’nin eski İsrail Büyükelçisi Martin Indyk’ın, “İsrail kibri yüzünden Hamas’a gafil avlandı,”[31] notunu düştüğü tabloda, Gazze’nin dümdüz edilmesine ya da Gazze’de ölen Filistinlilerin sayısına bakarak İsrail’in kazandığını sanabilirsiniz, ama gerçekte kazanan Filistin, kaybeden ise Siyonist İsrail’dir.

Bu gerçeği İsrail’de de görenler var: Örneğin Emekli General Yitzhak Brick, “Gazze’de giderek çamura batıyoruz”;[32] İsrail İç İstihbarat Servisi Şin Bet’in eski Başkanı Ami Ayalon, “Gazze’nin kumdan tepelerindeki bataklığa doğru ilerliyoruz”;[33] eski İsrail Genelkurmay Başkanı Dan Halutz da, “Hamas’a karşı savaşı kaybettik,”[34] diyor…

Bu kadar da değil!

“Netanyahu’nun zehirli dezenformasyon politikası askeri zafiyetin ordu içindeki ‘solcu komutanlardan’ kaynaklandığı türünden komplo teorilerini yayıyor”ken;[35] ‘İsrail’deki ‘Diyalog Merkezi/ Dialog Center’nin anketine katılanların yüzde 86’sı Gazze’deki Filistinli grupların saldırısından ülke yönetimini sorumlu tutuyor. Vatandaşların yüzde 94’ü de güvenlik zafiyetinin hükümetten kaynaklandığını ifade ederken, yüzde 56’sı İsrail ordusunun Gazze’ye başlattığı savaşın ardından Netanyahu’nun istifa etmesi gerektiği görüşünde.[36]

Bir de Güney Afrika Cumhuriyeti, İsrail’in 7 Ekim 2023’den beri Gazze’de işlediği fiillerle 1948 tarihli ‘BM Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni ihlâl ettiği gerekçesiyle Uluslararası Adalet Divanında (ICJ) dava açarak geçici tedbir kararı alınmasını talep etti…

GAZZE: İNSANLIK SUÇU

Tel Aviv dünyanın gözünün önünde XXI. yüzyılın en büyük tehcirine imza atıyorken; BM’ye göre 14 Ekim 2023’in 24 saatinde 400 bin kişi evini terk etti.

Oxford Üniversitesi’nden Emeritus Profesör Vaughan Lowe, Refah saldırısını “Gazze ile Filistinlilerin yok edilmesinin son adımı”[37] olarak nitelerken; İsrailli gazeteciler Efraim Inbar ve Eitan Şamir, 2014 Gazze Savaşı analizlerinde, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını “çim biçme taktiği” olarak tarif ediyorlardı.[38]

Söz konusu hâle birkaç örnek verilmesi gerekirse: Aksa Tufanı harekâtı ardından İsrail, aç ve susuz bıraktığı Gazze’de savaş suçlarını sürdürüyor. Tel Aviv’in “tam abluka” uyguladığı Gazze’de insani kriz büyüyor.

Gazze’deki Nablusi Kavşağı yakınında insani yardım almayı bekleyen siviller Siyonistler tarafından vuruldu. Saldırıda tespit edilebildiği kadarıyla 104 kişi hayatını kaybetti, 760 kişi yaralandı.[39]

10 Mayıs 2024 Cuma günü Gazze’nin Refah kentindeki hastane bombalanırken;[40] ‘Uluslararası Af Örgütü’, İsrail’in Gazze’de yoğun nüfuslu sivil bölgelerde kullandığı beyaz fosfora dair kanıtları paylaştı.

Uluslararası hukuka göre yoğun sivil nüfusun bulunduğu bölgelerde kullanımı yasak olan beyaz fosforun dumanı, teneffüs edildiğinde ciğerlerde ani yaraların oluşmasına ve nefessiz kalarak boğulmaya yol açabiliyor. BM ‘Konvansiyonel Silahlar Sözleşmesi’ (CCW) uyarınca sivil bölgelerde havadan yangın çıkarıcı silah saldırıları yasakken[41] oluyordu bunlar!

Kuzeyi ve doğusunda İsrail, güneyinde Mısır ve batısında da Akdeniz’in bulunduğu Gazze Şeridi, 2007’den beri havadan, karadan ve denizden İsrail’in kuşatması altında.

İsrail, Gazze için “topyekûn abluka” kararı aldı, elektrik, gıda ve akaryakıt tedarikinin kesileceğini de açıkladı. Enerji ve Altyapı Bakanı Israel Katz, İsrail’den Gazze Şeridi’ne giden su kaynaklarının da derhâl kesilmesi emrini verdiğini söyledi.

BM kuruluşları ve insan hakları örgütleri, insanlar için günlük hayatın hâlihazırda zor olduğu Gazze’de İsrail’in aldığı yeni kararın tehlikeli olduğunu vurguluyor, “son derece vahim” insani durumun “katlanarak kötüleşeceğini” söylüyor.

2.3 milyon kişinin yaşadığı Gazze Şeridi, dünyada nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu yerler arasında.

BM’ye göre Gazze’deki nüfusun yaklaşık yüzde 80’i uluslararası yardımlara muhtaç.

BM’ye göre İsrail’in hava saldırıları nedeniyle neredeyse 200 bin kişi Gazze’de yerinden edildi.

BM ‘İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’ (OCHA), 130 binden fazla kişinin BM tarafından kurulan okullarda barındığını söyledi, ancak bunların bir kısmının İsrail tarafından hedef alındığı bildirildi.[42]

Tüm bunlar ABD ile Siyonist İsrail’in kolektif insanlık suçu değilse, nedir ki?!

EMPERYALİST BARBARLAR

Önce birkaç soru(n): Filistinlilere devlet kurma hakkı neden tanınmıyor?

Kudüs neden İsrail’in tacizi ve işgali altında?

İsrail neden yerleşimcilerini sürekli olarak işgal edilmiş Filistin topraklarında yayıyor?

BM’nin kararlarına rağmen Batı Şeria işgali ve yayılma politikası neden sona erdirilmiyor?

Gazze, her zaman İsrail’in saldırısı ve işgaline uğrayıp durdu. İsrail neden yıllardır Gazze’yi abluka altında tutuyor?

Bu soru(n)ların yanıtlarının tümü Ortadoğu’ya emperyalist (ABD ve AB) müdahaleyle doğrudan ilintili…

Görülmemesi mümkün değil!

BM ve ‘Uluslararası Af Örgütü’ karar ve raporlarının saptadığı üzere: İsrail’in bölge içinde ve dışında mal ve insan hareketliliğini sınırlandırması Gazze’deki insani krizi derinleştiriyor. Gazzelilerin çoğu mülteci kamplarında BM’nin yardımlarıyla hayatını sürdürebiliyor. Batı Şeria’ya 500 binden fazla Yahudi yayılmış ve yerleşmiş. Sayıları giderek artıyor. Bu uluslararası hukuka göre suçken; emperyalist güçler (ABD ve AB), Batı Şeria işgal bölgesinde neden İsrail askeri yönetimine göz yumuyor?

İsrail’in, Filistinlilere ayrımcılık, ırk ayrımcılığı (apartheid) uyguladığı artık kabul ediliyor. Uluslararası Af Örgütü, 2022 tarihli bir raporunda, “Bölgesel parçalanma; ayırma ve kontrol; arazi ve mülkün mülksüzleştirilmesi ve ekonomik ve sosyal hakların reddedilmesi: Bu apartheid’tir,” diyor!

Her şey apaçık ortadayken ABD ve başta Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere AB, her zaman İsrail’in yanındadır. ABD kuruluşundan beri İsrail’e her yıl ortalama 3 milyar dolar hibe etmektedir (toplam 146 milyar dolardan fazla). 2019’daki askeri yardımın miktarı 3.8 milyar dolar. ABD, BM’de 1991 ile 2011 arasında İsrail’i korumak için toplam 24 karardan 15’inde veto yetkisini kullandı.[43]

Siz bakmayın AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in, Gazze’nin Mısır sınırındaki Refah kentinde 1.7 milyon Filistinlinin kaçacak yeri olmadığını ve İsrail’e baskı yapmaya devam edilmesi gerektiği söylemesine;[44] emperyalist güçler, Gazze’de ölüm yağdıran İsrail’e destek için sıraya girdi. Alman Şansölye Olaf Scholz ve ABD Başkanı Joe Biden’ın ardından İsrail’e giden Birleşik Krallık Başbakanı Rishi Sunak “İsrail’in sivillere zarar vermemek için her türlü önlemi aldığını” söyledi.

Evet, Siyonist İsrail’e destek için sıraya giren emperyalist katiller, soykırımın dolaysız ortaklarıdır.

Hayır, abartmıyoruz: emperyalistler katildir!

Örneğin Uluç Özülker, ABD’nin bölgeye dâhil olmasına ilişkin olarak, “ABD’nin orada ne işi var?” sorusuyla, hava kuvvetlerinde Hamas’ın gücünün olmadığına, dolayısıyla İsrail’in Akdeniz’e gönderdiği ABD’nin uçak gemisine de ihtiyacı olmadığına[45] dikkat çekmesi boşuna değil!

Siz bakmayın Amerikan Başkan Yardımcısı Kamala Haris’in, “ABD, Filistinlilerin Gazze veya Batı Şeria’dan zorla tehcir edilmesine, Gazze’nin kuşatılmasına veya Gazze sınırlarının yeniden çizilmesine hiçbir koşulda izin vermeyecektir,”[46] palavrasına…

Duymamış olamazsınız: ABD Başkanı Joe Biden, “Siyonist olmanız için Yahudi olmanıza gerek yok. Ben bir Siyonistim,”[47] derken; Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) İsrail’e açılan soykırım davasında ABD, İsrail’in Gazze işgalini “güvenlik endişeleri” gerekçesiyle aklamaya çalıştı.[48]

Kaldı ki İsrail ziyaretinde ABD’nin Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in, “Bir Yahudi olarak da buradayım,”[49] açıklaması ABD emperyalizminin, Siyonist İsrail’in en güçlü garantörü konumunda olduğunu teyit ediyordu…

Bu kadar da değil! Ateşkese karşı çıkıp, Siyonist İsrail’in Gazze’ye yönelik “etnik temizlik”ine göz yuman Antony Blinken bir taraftan İsrail’e koşulsuz desteğini yinelerken;[50] ABD Başkanı Joe Biden yönetimindeki hükümet, “acil durum” gerekçesiyle Kongre üyelerinin onayını almadan, ikinci kez Gazze’ye yönelik saldırılarına devam eden İsrail’e silah satma kararı aldı.[51]

Tam da bu noktada Noam Chomsky’nin, “ABD doktrinal sistemi içinde, ki bu sistemin dünya genelinde oldukça büyük bir etkisi var -bizatihi bu, oldukça ilginç bir gerçek- bu doktrinal sistem içinde, ‘barış süreci’ teriminin çok net ve özgül bir anlamı vardır. Bu (terim), ABD hükümetinin ne yapıyor olduğuna atıfta bulunur: yani çoğu zaman barışı sağlama çabalarını engellemek… Bu, oldukça kolay bir şekilde gösterilebilir; bununla ilgili çeşitli alanlarda birçok yazılı kanıt bulunmaktadır,” saptamasını anımsamamak mümkün mü?

Elbette değil! Çünkü Siyonist İsrail’in 75 yıl öncesinden başlayan işgali giderek Filistin topraklarını ilhaka doğru ilerliyor. Nihai hedefin, halkı anayurtlarından kopararak Mısır ve Ürdün’e sürmek olduğu anlaşılıyor. İsrail’in faşist yönetiminin büyük bir gaddarlıkla sürdürdüğü harekât her gün, her an vicdanları sızlatıyor. Üstelik bu vahşetin başta ABD ile Batı dünyasının onayıyla ve desteğiyle gerçekleşmesi öfkeyi katmerlendiriyor!

TEPKİLER, DESTEK VE “ARAP ÂLEMİ”

Emperyalizmin Ortadoğu’daki maşası Siyonist İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımı inkârı mümkün olmayan bir hakikâtken; “Arap Âlemi” denilen işbirlikçi güruh ihanete devam ediyor.

Birkaç yıldır İsrail kaynaklı haberlerde “İsrail’le Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri’nden sonra Bahreyn’in de ilişkileri geliştirdi”ğinden; “Suudi Arabistan’ın usul usul İsrail’le normalleşmeye gideceği”nden; “İsrail’in, Arap ülkeleriyle turizm, bankacılık ve benzer alanlarda işbirliğini geliştireceği”nden söz edilmesi boşuna değildi!

Çünkü “Suudi Arabistan-İsrail ilişkileri resmiyette normalleşmemiş olsa da taraflar ticaretten savunmaya yıllardır birbirleri ile düzenli görüşme içerisinde. Suudiler ile İsrail arasında yapılan son birkaç görüşme, ortak düşmanları İran üzerineydi.”[52]

Bu kadar da değil! “İsrail’in Gazze’ye yönelik insanlık dışı planlarına başta Tel Aviv’in sınır polisliğini yapan Mısır olmak üzere petrol zengini Arap devletleri çanak tutuyor. Faturasını Biden yönetiminin ödediği savaşı Arap devletleri de destekliyor.”[53]

Bu arada “İslâmcıların İsrail tutarsızlığı”ndan[54] ya da “İsrail’in Kürecik’ten nasıl yararlandığı”ndan[55] söz etmek gerekir mi?

Ama başka bir şey daha var ki, o da Nikaragua’nın, İsrail’in Gazze’deki eylemlerine siyasi, mali ve askeri destek sağlayarak “soykırım işlemesini kolaylaştırdığı” gerekçesiyle Almanya aleyhine Uluslararası Adalet Divanı’nda dava açarak geçici tedbir kararı alınmasını talep etmesi…[56]

ABD’li Senatör Bernie Sanders’ın, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Gazze’de etnik temizlik yaptığını belirterek, “Amerikan halkının çoğu Netanyahu’nun savaş makinesinden iğreniyor ve ABD’nin buna destek olmasına karşı çıkıyor… Netanyahu’nun Gazze’de etnik temizlik yaptığı tartışma götürmez bir konu. Gazze halkının yüzde 80’ini yerinden etti. Şimdi de güvenli diye insanların sığındığı Refah’a saldırı tehdidinde bulunuyor. Bu kabul edilemez… Netanyahu bunun hesabını vermeli,” demesi…[57]

İspanya Komünist Partisi (PCE) ve İspanya Genç Komünistler Birliği (UJCE) Filistin halkına ve direnme hakkına olan desteklerini açıklaması…

İsrail Komünist Partisi (MAKİ) ile sol partilerin oluşturduğu ‘Barış ve Eşitlik için Demokratik Cephe’nin (Hadash), “Netanyahu hükümetinin canice işgal politikasının bölgede yaşananlardan sorumlu olduğu”nun belirtilmesi…[58]

Katalan Komünistleri’nin Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Paula Relaño’nun, “İsrail’in Filistin’de yaptığının adı soykırımdır. Sosyalistler doğru bir tavır alsa da Avrupa solunun tavrı yetersiz,”[59] diye haykırması gibi…

Tüm bunlar, “din kardeşliği” söyleminin nafileliğini gözler önüne sermeye yetmiyor mu?

Yine farklı bir şey daha var ki, o da yazar Azra Kohen, İsrail’in ağır saldırıları altında yaşam savaşı veren Filistinlileri “Çocukları bomba bölgesine videolarını çekmek için koyuyorlar,” demesi gibi…[60]

Ya da ‘Dissent’ dergisinden Hans Kundani’nin (15 Mart 2024) Hamas’ın Almanya’da oluşan iklimi analiz eden yazısında, büyük uluslararası medya grubu Axel Sprinef SE’nin CEO’su Mathias Döpfner’in bir toplantıda konuşmasını “Zionism Über Alles” diyerek bitirdiğini aktarmasında olduğu gibi. “Deutschland über Alles” ünlü bir Nazi dönemi şarkısıdır. Kundani, “Anlaşılan, Alman müesses nizamı, Holokost’un kendisine insanlığa karşı bir sorumluluk yüklediğine ilişkin inancını, ‘Sadece İsrail’e karşı bir sorumluluk yüklemiştir’ ile değiştirmiştir,”[61] diyor…

Veya Sosyal medya platformu X’in sahibi Elon Musk, 16 Kasım 2023’de “Evet, sömürgecilikten kurtulma (dekolonizasyon) zorunlu bir Yahudi soykırımını ima eder, bu nedenle kullanımı doğru değildir,” diyerek savunması gibi…[62]

Artık herkes kendi cephesindedir; bu da çok önemli, velut bir saflaşmadır!

“ÇÖZÜM” (MÜ?)!

Tarihin belirleyici önemdeki bir kavşağındayız.

Bu koordinatlarda Leon Trotsky’nin, “Burjuvazi, dünyayı açık bir hapishaneye çevirmeyi başardı. Fakat çürüyen kapitalizmin krizi, emekçiler için kitlesel mücadeleden başka şans bırakmıyor,” sözlerini ya da Paul Éluard’ın, “Her acının sonunda açık bir pencere vardır/ Aydınlık bir pencere,” dizelerini hatırlamak müthiş önem arz ediyor.

Filistin şimdi, her türlü abes mülahazadan uzak, Ortadoğu’nun iç savaş İspanya’sıdır!

Hatırlayın: “Eğer burada kazanırsak her yerde kazanırız” diyordu Ernest Hemingway, İspanya İç Savaşı’nı anlattığı, ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’da, “Eğer burada kaybedersek, her yerde kaybederiz.”

İsrail’i Netanyahu’dan ve Siyonizmden, Gazze’yi Hamas’tan ve radikal İslâm’dan kurtarmak perspektifiyle Filistin’de kazanmalıyız; başka çaremiz yok!

Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi’nin (FDKC), “Filistin topraklarındaki İsrail işgali bitmeden barış gelebileceğini düşünenler yanılgı içinde” açıklamasındaki[63] devrimci çizgide Siyonist İsrail’i soykırımcı politikadan caydıracak tek güç, eşitlikçi kardeşleşmeyi savunan İsraillilerin sayısının artmasıdır. Bir başka deyişle, İsrail’de de sınıf mücadelesinin yükseltilmesi…

Ötesi en azından Elie Wiesel’in, “Adaletsizliği önleyecek gücümüzün olmadığı zamanlar olabilir ama protesto etmeyi başaramadığımız bir zaman asla olmamalıdır,” deyişindeki kararlılıkla ve Pablo Neruda’nın, “Yüreğim bu kavganın içinde/ Kazanacak halkım,/ Bütün halklar kazanacak bir bir…” dizelerindeki mücadele sorunudur…

17 Ağustos 2024 20:33:56, Muğla.

N O T L A R

[1] Sokrates.

[2] Aktaran: Özlem Yüzak, “İsrail’e Kim ‘Oyun Bitti’ Diyecek?”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2023, s.11.

[3] “İşgalciye Karşı ‘Tufan’…”, Birgün, 8 Ekim 2023, s.4.

[4] Mehmet Ali Güller, “ABD İçin İsrail’in Anlamı”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2023, s.7.

[5] Jonatthan Schneer, Balfour Deklarasyonu, çev: Ali Cevat Akkoyunlu, Kırmızı Kedi Yay., 2011, s.356.

[6] Walter Hollstein, Filistin Sorunu, çev: Cemal A. Ertuğ, Yücel Yay., 1975, s.69.

[7] “CPJ: Gerçeğin Büyük Kısmını Kaybediyoruz”, Evrensel, 30 Nisan 2024, s.11.

[8] “Acı Dolu 100 Gün”, Birgün, 15 Ocak 2024, s.11.

[9] “İsrail Yıkıma Devam Etme Sinyali Verdi”, Birgün, 2 Ocak 2024, s.11.

[10] “UAD’den Tarihi Karar”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2024, s.7.

[11] Ergin Yıldızoğlu, “İsrail’de Devlet Krizi ve Dinci Faşizm”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2023, s.9.

[12] Zülal Kalkandelen, “Irkçılığın Kaynağına Dair İbretlik Bir Kanıt”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2023, s.6.

[13] “Uluslararası Hukuk Alakart Menü Değil”, Birgün, 22 Şubat 2024, s.11.

[14] “Normalleşme Krizi”, Birgün, 14 Ağustos 2023, s.11.

[15] Uğur Kutay, “Molekist Siyonizm”, Birgün, 19 Şubat 2024, s.15.

[16] Serdar M. Değirmencioğlu, “Türkiye’den İsrail’e Militarizm”, Evrensel, 10 Aralık 2023, s.9.

[17] İklim Öngel, “Onur Öymen: İsrail’in Yayılması Durmaz”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2023, s.9.

[18] Anthony Loewenstein, “İstila Teknolojisinin Deneme Tahtası”, Birgün, 31 Ekim 2023, s.10.

[19] Ergin Yıldızoğlu, “İsrail’de Faşizm-Gazze’de Soykırım”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2024, s.10.

[20] “İsrailli Bakan Ben-Gvir’in Filistinlilere Yönelik Irkçı Sözleri Kınandı”, 7 Eylül 2023… https://www.avrupademokrat3.com/israilli-bakan-ben-gvirin-filistinlilere-yonelik-irkci-sozleri-kinandi/

[21] Mehmet Ali Güller, “Tampon Bölge, Yine Savaş Demektir”, Cumhuriyet, 7 Aralık 2023, s.7.

[22] Mehmet Ali Güller, “İsrail’in Gazzelileri Sürgün Planı”, Cumhuriyet, 2 Kasım 2023, s.7.

[23] “İsrail’den Tampon Bölge Planı”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2023, s.7.

[24] Umut Can Fırtına, “Otoriter Rejim İnşası”, Birgün, 27 Temmuz 2023, s.11.

[25] “İsrail’de 106 Yedek Asker Gönüllü Askerliği Bıraktı”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2023, s.7.

[26] “Netanyahu’ya Kötü Haber”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2024, s.7.

[27] cumhuriyet.com.tr, 25 Ekim 2023.

[28] yenisafak.com, 7 Ekim 2023.

[29] haber.sol.org.tr, 7 Ekim 2023.

[30] AA, 17 Ekim 2023.

[31] harici.com.tr, 8 Ekim 2023.

[32] AA, 1 Ocak 2024.

[33] cumhuriyet.com.tr, 11 Ocak 2024.

[34] Sputnik, 26 Aralık 2023.

[35] Şlomo Ben Ami, “Kibir ve Vahşet Savaşı”, Birgün, 16 Ekim 2023, s.8.

[36] Umut Can Fırtına, “Her Şeyin Sorumlusu Hükümet”, Birgün, 13 Ekim 2023, s.4.

[37] Mert Cengiz, “Refah Saldırısı Soykırımın Son Adımı”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2024, s.7.

[38] Ian Parmeter, “Savaşı Bitirecek Seçenekler”, Birgün, 31 Ekim 2023, s.10.

[39] “İsrail, Gazze’de Yardım Bekleyenleri Vurdu”, Birgün, 1 Mart 2024, s.11.

[40] “ABD: İsrail Uluslararası Hukuku İhlâl Etmiş Olabilir”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2024, s.7.

[41] “İsrail’in Beyaz Fosfor Bombası Kullandığının Kanıtı”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2023, s.7.

[42] “Gazze Ablukası ‘Savaş Suçu’ mu?”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2023, s.7.

[43] Orhan Bursalı, “İsrail ve Filistin: Üç Taraflı İnsanlık Vahşeti”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2023, s.6.

[44] “AB’den İsrail’e Uyarı”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2024, s.7.

[45] “ABD’nin Bölgede İşi Ne?”, Birgün, 13 Ekim 2023, s.4.

[46] “Harris: Filistinlilerin Zorla Tehciri”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2023, s.7.

[47] Mehmet Ali Güller, “Siyonist Biden, Anti-Siyonist Bushnell”, Cumhuriyet, 29 Şubat 2024, s.7.

[48] “Uluslararası Hukuk Alakart Menü Değil”, Birgün, 22 Şubat 2024, s.11.

[49] Elçin Poyrazlar, “Garantör”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2023, s.7.

[50] “Emperyalist Riyakârlık”, Birgün, 5 Kasım 2023, s.2.

[51] “ABD’den İsrail’e Acil Silah Satışı Kararı”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2023, s.7.

[52] Rayhan Udin, “Yakınlaşmanın İşaretleri”, Birgün, 2 Ekim 2023, s.10.

[53] Jean Shaoul, “İsrail’in Suç Ortakları”, Birgün, 19 Şubat 2024, s.10.

[54] Ozan Gündoğdu, “İslâmcıların İsrail Tutarsızlığı”, Birgün, 2 Kasım 2023, s.4.

[55] Mehmet Ali Güller, “İsrail Kürecik’ten Nasıl Yararlandı?”, Cumhuriyet, 23 Nisan 2024, s.7.

[56] “Nikaragua, Almanya Aleyhine Dava Açtı”, Cumhuriyet, 8 Nisan 2024, s.7.

[57] “Sanders: Netanyahu Gazze’de Etnik Temizlik Yapıyor”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2024, s.7.

[58] “Doç. Dr. Ali Faik Demir: Ortadoğu İyice Karışacak”, Birgün, 9 Ekim 2023, s.6.

[59] Mert Taş, “Katalan Komünistler: İsrail’in Filistin’de Yaptığı Soykırım”, Birgün, 15 Ekim 2023, s.4.

[60] “Yazar Azra Kohen, Filistin Halkını Hedef Aldı”, 30 Mayıs 2024… https://www.dokuz8haber.net/yazar-azra-kohen-filistin-halkini-hedef-aldi

[61] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Süreç Olarak Faşizm’den Son Görüntüler”, Cumhuriyet, 21 Mart 2024, s.9.

[62] Mehmet Ali Güller, “İsrail’in Soykırım Rantı”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2023, s.7.

[63] “Kan ve Şiddetten Besleniyorlar”, Birgün, 9 Ekim 2023, s.6.

“Farklı yüzlerle aynı sistemi istemiyoruz. Farklı bir sistem istiyoruz.” – Kenya Ulusal Öğrenciler Kurultayı ile röportaj

Bu röportaj Kenya’daki bir öğrenci hareketi olan National Students’s Caucus’dan (Ulusal Öğrenciler Kurultayı) Jared Oyie ile yapılmıştır.

Kaldıraç International: Konuşmamıza koalisyonunuzla gerçekleştireceğiniz protesto ile başlayalım. Bu protestonun ana hedefi nedir? Protestoda yaklaşık 50 siyasi örgüt olduğunu söylediniz. Bu protestonun ana sloganı ve ana siyasi amacı nedir?

Ulusal Öğrenciler Kurultayı: Ana sloganımız Tunakata. Tunakata, reddediyoruz, kabul etmiyoruz anlamına geliyor. Yani Amerikan kuklası Ruto ile aynı fikirde değiliz. Kabineyi kovduktan sonraki yeni atamaları da kabul etmiyoruz. Ruto’nun kendisine Tunakata! Ruto’nun kendisinin ve merkez hükümetinin defolmasını istiyoruz. Yeni bir hükümet sistemi istiyoruz. Tunakata, sokaktaki vahşi saldırıları reddediyoruz, iki aydır sokaklardayız.

Yaklaşık bir haftadır sokaklarda değildik, bir ara vermiştik. Ruto’ya verdiğimiz bu süre zarfında adam, beyefendi, hiçbir şey yapmadı. İşte bu yüzden ona Tunakata, gitmesini söylüyoruz. Muhalefeti hükümete katılmaya davet ettiğinde, ideolojileri veya geniş kapsamlı hükümeti konusunda onunla aynı fikirde değiliz ya da reddediyoruz.

Ruto’nun iktidara geldiğinde planı yoktu. Kumar oynuyordu. Son iki yıldır kumar oynuyor, hiçbir şey göremiyoruz.

Ondan ve hükümetinden elle tutulur bir şey göremiyoruz. Biz Kenyalılar bunu gururla söyleyebiliriz. Bizim için yapmayı planladığı şey, bütçe olmadan, istişare olmadan, teknokratlar olmadan, uzmanlar olmadan bize vaatler vermeye devam etmek. Dolayısıyla ana sloganımız “reddediyoruz, kabul etmiyoruz.”

Dünyanın dört bir yanında pek çok kişi mücadelelerinizle ilgileniyor ve sizinle dayanışmak, mesajınızı, ruhunuzu kendi coğrafyalarına iletmek istiyor. Okuyucularımıza örgütünüzü ve tarihini tanıtabilir misiniz? Kenya’daki öğrenci hareketinin şu anki durumunu genel olarak anlatabilir misiniz?

Öncelikle, Ulusal Öğrenciler Kurultayı ileri sol bir öğrenci örgütüdür ve kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum örgütüdür. Örgüt, Kenya hükümetinin hibrit bir hükümet sistemi uygulamaya çalıştığı ve üniversitelerimizi bu hükümetin laboratuvarı olarak kullanmak istediği 2018 yılında kuruldu. Bu hükümet sistemi şimdi liderlerimizin seçiminde, hükümet çapında uygulamaya konuldu. Üniversiteye Amerikan delege yönetim sistemini getiriyorlardı. Bunu üniversitelere getirdiler ve Öğrenci Kurultayı olarak bu sistemin yürürlükten kaldırılması için Parlamento’da dilekçe verdiğimiz bir yasa tasarısı da var. Ancak bugüne kadar yasama organlarımız bu tasarı üzerinde harekete geçme ve onu yürürlükten kaldırma konusunda çok isteksiz davrandılar.

Bu yasa tasarısını getirdiklerinde, bu durum üniversite siyasetinin ve liderliğinin momentumunu öldürdü. Getirilen değişiklikle, üniversite ve kolej yönetimi, manipüle edebilecekleri öğrenci liderlerini, öğrenciler adına konuşamayan öğrenci liderlerini seçme ve belirleme konusunda üstünlük elde ettiler. Getirilen öğrenci liderleri harçlara gelen zamları bile dile getiremiyorlar. Bugün, Öğrenci Kurultayı olarak bizi protestolara katılmaya iten şeylerden biri de bu. Okul ücreti çok yüksek ve bazı yoldaşlar, öğrenciler intihar ediyor, bazıları eğitimlerini donduruyor, bazıları okulu bırakıyor, bazıları uyuşturucu bağımlısı oluyor çünkü ücretleri karşılayamıyorlar, yemek yiyemiyorlar, düzgün yaşayamıyorlar, giyinemiyorlar. Yani sokakta olmamızın nedenlerinden biri de bu.

Dolayısıyla yasa tasarısı, öğrenci liderliğinin başına geçmeleri için popüler olmayan öğrencileri öğrenci lideri olarak seçme konusunda yönetime üstünlük sağladı. Bu öğrenci liderliğini öldürüyor. İlk nokta bu.

İkincisi ise -sanırım ayrıntılı olarak ele almaya karar verdiğimiz iki alan bunlar- harç ücretlerinin artırılması. Artan eğitim maliyeti. Ticarîleşme diyoruz, eğitimimiz ticarîleşti. Uygun fiyatlı değil. Ticarîleştirildi. Bir iş bu. İş dünyasındalar. Hükümet iş dünyasında. Ücretler, ana paydaşlara, öğrencilere ve velilerine danışılmadan arttırıldı. İşte bu yüzden bugün size söyleyebilirim ki, bazı öğrenciler üniversiteye gitmek yerine meslekî eğitim enstitülerine gitmeyi tercih ediyorlar çünkü ücretler çok yüksek.

Biz öğrenci liderleri olarak, sanırım size geçen gün de söyledim, kitlesel bir kampanya yürütüyoruz. Kitlesel bir kampanya düzenliyoruz ve bunu üniversitelerimizde yapıyoruz, öğrencilere harçların düşmesi gerektiğini söylüyoruz. Harçların düşmesini istiyoruz. Uygun fiyatlı eğitim istiyoruz. Eğitim eşitlik sağlar. Eğitim sistemini ticarîleştirmek veya şirketleştirmek, bir ulusu öldürmenin bir yoludur. Bir ulusu öldürmek için eğitim sistemini öldürün.

Bay Ruto, yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle Tarım Bakanlığından kovulduktan sonra 2009 yılında Yüksek Eğitim Bakanı oldu. İşte sorun burada başladı, çünkü eğitim bakanı iken eğitim sektörünü mahvetmeye başladı. Aslında size Kenya’daki prestijli üniversitelerden birinin Nairobi Üniversitesi olduğunu söyleyebilirim. Burayı siyasi bir merkez hâline getirmek için VC’nin (Rektör Yardımcısı) siyasi hizalanma ve bağlılıkla kabile çizgisinde seçilmesini sağladılar. Sadece Nairobi Üniversitesi değil, Kenya’daki pek çok üniversitede rektörler siyasi eğilimlerine göre atanmaktadır.

Biz aynı zamanda üniversite rektörlerimizin ve rektör yardımcılarımızın siyasi müdahalelerden bağımsız olmalarını istiyoruz.

Son protestolar ve malî yasadan biraz bahsedebilir misiniz? Devletin tepkisi, attığı adımlar ve verdiği tavizler nasıl oldu? Şu anda neler oluyor, protestoları bu kadar yaygınlaştıran neydi ve gelecekte neler olacağını öngörüyorsunuz?

Öncelikle, malî tasarı yalnızca bir tetikleyici. Uzun süredir aç olan Kenyalıları tetikleyen bir unsur olduğunu düşünüyorum. Açlık çok yaygın. Malî tasarı sadece bir tetikleyiciydi.

Hiç ele alınmamış bir dizi sorunumuz vardı ve bunlardan biri de şu anki tartışmaların merkezinde yer alan kötü yönetim, yolsuzluk ve beceriksizlik. Genel olarak sokaktaki durumdan, elde ettiğimiz kazanımlardan, çıkardığımız derslerden ve hatta sokağın kendisinin nasıl hata yaptığından ve bu yüzden çekilip kendimizi düzgün bir şekilde yeniden organize etmek zorunda kaldığımızdan bahsetmek istiyorum.

İlk olarak, yola çıktığımızda oldukça yerinde bir online sansasyonumuz vardı, oldukça organik şekilde online bir bilinçlenme ve eğitim gerçekleşti. Hiç kimse tarafından yönlendirilmedi. STK’lar veya hiçbir sivil toplum kuruluşu tarafından yönlendirilmiyordu. Devletten veya muhalefet partilerinden de kimse yönlendirmiyordu. Yani bu eğitimin merkezinde yer alan Kenya’nın gençlerinden, insanlarından ortaya çıkan organik bir şeydi. Tik Tok ve Twitter’da yer aldı ve hâlâ da bu ikisinden besleniyor, ayrıca Instagram ve Facebook da var ama bu ikisi çok kritik roller üstlendi; Tik Tok ve Twitter.

Hükümet gafil avlandı çünkü biz gençlerin sokakta önemli bir eylem yapmadan sadece internet üzerinden atıp tutabileceğimizi düşünüyorlardı. Bu yüzden herhangi bir önlem alma ve bize karşı koymayı planlama konusunda çok isteksiz davrandılar. Greve başladığımızda halk yanlısıydık, sadece halk için.

Başarısız olduğumuz birkaç alan olduğunu düşünüyorum. Devletin içimize sızmak ve ajanlar yerleştirmek, bize bizim gibi olduklarını empoze etmek için çok uğraşmasından da üzüntü duyuyoruz. İçimize sızmaya ve aynı zamanda bize karşı koymaya, ilerlememizi engellemeye çalıştılar.

Çok açık bir şekilde ifade etmek gerekirse; devlet bizi sabote etmek için üç aşama denedi. Üç değil, dört. İlk aşama, Kenya’da 42’den fazla kabile var. Bu yüzden kabile kartını devreye soktular, siz bu kabiledensiniz, biz bu kabiledeniz, şimdi bu kabilenin savaşma zamanı, bu kabilenin değil. Bu başarısız oldu.

Dini öne sürdüler. Devlete karşı gelenlerin İlluminati tarafından finanse edildiğini söylediler. Bu da başarısız oldu, amaç Hıristiyanları ya da Hıristiyan kökenli çocukların geri çekilmesini sağlamaktı. Bu da başarısız oldu. Sonra başka bir söylem geldi ve Rusya’dan finanse edildiğimizi söylendi. Bu da başarısız oldu. Ayrıca bazı STK’lar tarafından finanse edildiğimize dair başka bir söylemi de gündeme getirdiler, Ford Vakfı tarafından. Bu da başarısız oldu.

Yani tüm bu rivayetler başarısız oldu ve ardından eski başkanın bölgesiyle ilgili son bir rivayet gündeme getirdiler. Biz oraya Kenya Dağı bölgesi diyoruz. Güya eski başkan Kenyatta ve yandaşları, Ruto’yu görevden almamız ve başkan yardımcısı Gachagua’ya başkan olma şansı vermemiz için bizi finanse ediyorlardı. Elbette bazılarımız, başkan yardımcısı da dâhil olmak üzere tüm Ruto hükümetinin, Gachagua dâhil, toplanıp gitmesinden bahsediyor. Dolayısıyla biz hâlâ ikisini de desteklemiyoruz.

Sonuçta hükümetin, devletin tüm söylemleri başarısız oldu. Tüm söylemler başarısız olduktan sonra kaçırma, öldürme ve tehdit yöntemlerine başvurdular. Ve bu da başarısız oldu. Başarısız olmaya devam ediyorlar. Denemeye devam ediyorlar. Dün farklı bölgelerde halk meclislerimiz vardı ve sanırım bundan daha sonra bahsedeceğim. Bize saldırdılar. Dün bazı yoldaşlarımızı kaçırdılar. Bizler halk meclisleriyiz. Bu da başarısız oldu. Bugün biz konuşurken, hükümet panik modunda. Yani hükümetin denediği genel hatlarıyla bunlar.

Ayrıca dayatmaya çalıştıkları başka bir şey. Ruto, yeni kabineyi getireceğini söyleyerek, gençlerin psikolojisiyle oynadı. Eski kabine 21 kişiydi. Bazılarımız Ruto’ya diyor ki, bu sayıyı azaltın. Çok büyük. Kabinedeki 21 bakan ne yapıyor? Ruto ne yaptı peki? Onları kovdu. İki hafta sonra da kovulanların yarısını işe aldı. Onları beceriksiz oldukları gerekçesiyle kovdu. İki hafta sonra, şimdi tekrar yetkin mi oldular?

Bugün hâlâ malî yasa tasarısını konuşuyoruz. Bunlar hâlâ bize vergi yüklemek için getirilen tasarılar. Malî yasa tasarısı kapatıldı ama aynı yasa tasarılarını arka kapıdan gizlice meclise sokuyor. Tasarıyı meclise gizlice sokuyor. Parlamentoyu kontrol ediyor. Bu adam parlamentoyu satın aldı. Milletvekilleri iki milyon Kenya Şilini karşılığında satın alınıyor. Onlardan, devletten tek umudumuz mahkemelerde; yargı biraz daha bağımsız olmaya çalışıyor. Yani, yasa tasarısını arka kapıdan yeniden parlamentoya sokuyor.

Parlamentoya 25 Temmuz’da gittiğimizde bu bizim için büyük bir başarıydı. Bu başarıya rağmen eve geri dönmemeliydik. Eve dönmek bir hataydı. Ve bundan ders çıkardık. Hata, Parlamentoya ulaştıktan sonra eve geri dönmemizdi. Ne yapıp edip, onu yıkmalıydık. Parlamentoyu yıkmalıydık. Bu bir hataydı.

Ertesi gün geri dönmek bir hataydı çünkü Ruto’ya kendisini ve cephaneliğini yeniden organize etmesi için zaman vermiştik. Parlamentoya ulaştık ama yapmak istediğimizi yapamadık. Burkina Faso usulü yapmak istemiştik. Yıkalım, yenisini kuralım, yeniden başlayalım. Ve aynı gün devlet binasına gitmeliydik.

Yani bu bir hataydı, çünkü bugün yarın eyalet meclisine gideceğimizi söylüyoruz. Ayın 25’inde devlet binasına gidecektik. Bence bu yaptığımız bir hataydı çünkü ayrıldık, iptal ettik, devrimi yarıda bıraktık, bu talihsiz bir durumdu çünkü işi tamamladığımızı hissettik. Hâlbuki işi yarıda bırakmıştık. Ruto’ya, saldırmak için kendini yeniden organize edebileceği bir alan verdik. Şimdi top tekrar bize döndü. Bu yüzden geri çekilmek, yeniden örgütlenmek, yeniden strateji belirlemek ve sonra saldırmak zorunda kaldık.

Bunlar hata yaptığımızı öğrendiğimiz şeylerden bazıları. İşi tamamen bitiremedik. O zaman bitirecektik, şimdi bitirmek çok zor. Yeniden örgütleniyoruz, yeniden strateji belirliyoruz, içimize derinlemesine sızdılar, artık kimin kim olduğunu bilmiyoruz. Yanınızdaki yoldaşınıza bile tam olarak güvenemiyorsunuz çünkü bilmiyorsunuz. İşte bu durumdayız. Ama biz diyoruz ki mücadele devam etmeli.

Meclise gittikten sonra eve dönmemeniz gerektiğini söylediniz. Bu hataya yol açan dinamikler nelerdi? İrade eksikliği mi yoksa planlama eksikliği mi vardı? İşin yarım kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kitleler hazır olmadığı için mi yoksa önderlik hazır olmadığı için mi bu yaşandı?

Evet, eylemlerimizi, kitlesel ayaklanmayı, sokaktaki eylem günlerini takip ettiğinizde, insanlar partisizdi, lidersizdi, kabilesizdi, korkusuzdu. Ama iki alanda da başarısızız. Liderler olmadan başarılı bir devrim yapamayız.

Başarısız olduk çünkü sokağa çıktığımız andan itibaren lidersiz ve partisiz olduğumuzu biliyorduk. Liderlik olmadan başarılı bir devrim yapamazdık. Bu yüzden bazı internet fenomenleri eve gitme zamanı diye tweet attılar. Devlet gençlere olağanüstü hâl ilan edileceği korkusunu yaydı. Bu gündeme geldiğinde, ki bu yine bir yalandı -Kongre olağanüstü hâl varmış gibi davrandığında bize yalan söylüyorlardı- bazıları artık çekilip eve gitmenin zamanı olduğunu söyledi. Ve o zaman eylemlere, bundan sonra ne yapılacağına dair yön verecek yeterli bir liderlik yoktu. İşte bu nedenle bugün 48 ilerici güçle birlikte bir lider, yapılandırılmış bir devrim sunmak üzere yeniden bir araya geldik.

Burada bir aktivist var. Aktivistlerden biri, şu anda liderliğe getirmeye çalıştığımız organizasyonumuzun bir parçası. Devletin olağanüstü hâl ilan edeceğine dair bir tweet attı. Tabii ki istediler ama ordu bunu reddetti çünkü o zaman bunu yapmak anayasal değildi. Bu yüzden tweet attığında bazı yoldaşlar olağanüstü hâlin bizim için tehlikeli olduğu, vahşi bir müdahaleyle karşılaşacakları, vurulacakları, öldürülecekleri ve benzeri korkulara kapıldılar.

Bu yüzden bazıları sokaktan çekildi ve evlerine gitti. Ve yoldaşlar parlamentoya ulaştıktan sonra bir sonraki eylem konusunda yön verecek bir liderliğe sahip değildi. Parlamentoda ne yapacağız? Parlamentoya girdikten sonra, parlamentoda ne yapmamız gerekiyor, sonra ne yapacağız? Bundan sonra ne yapacağız? Yani bir boşluk vardı. Lidersizdi. İşte bu noktada biz de başarısız olduk.

Tüm bunlar olurken Komünist Parti, Ulusal Öğrenciler Kurultayı, devrimde liderlerin olması gerektiği görüşünü destekliyorlardı. Sizce o dönemde partinin liderlik edebileceği geniş bir koalisyon yok muydu? Şimdi gerçekleştirmeye çalıştığınız şey bu mu? Partinin o andaki çizgisi neydi? Liderlik etmeye ya da lider olmaya çalışıyordu ama yeterince insana ulaşamadı mı? Artık daha net bir vizyona sahip olduğunuza göre stratejinizi nasıl değiştirirsiniz?

Yoldaş kardeşim ve diğer yoldaşlar, ileriye giden yolu tartışmak ve kendimizi bu kitlesel ayaklanmaya liderlik etmek için sunmak ve neyin, ne zaman ve nasıl yapılacağı konusunda yönlendirme merkezinde olmak için 30’dan fazla halk toplantısı yaptık. Ve biz sokağa çıktığımızda, sanırım biz sokağa çıkmadan önce de Kenya Komünist Partisi ve diğer ilerici örgütler örgütlenmede, kitleleri sokağa çıkmaları için harekete geçirmede ön plandaydı.

Ancak o zamanlar liderlik için kendilerini öne sürmediler, çünkü sokağa çıkanların bir kısmı, Kenya Komünist Partisi’nin ya da bu ülkedeki diğer ilerici kanatların farkında değillerdi, bir parçası değillerdi. İşte sebeplerden biri de bu.

Liderlik için, şehirden, devrimci olan ancak herhangi bir ilerici örgüte bağlı olmayanları da belirledik. Dolayısıyla Kenya Komünist Parti’si olsun, sosyal adalet merkezleri olsun, Ulusal Öğrenciler Kurultayı olsun, bu kişilerin de hareketin bir parçası olmalarına ihtiyacımız var. Sokaktaki en iyileri seçmeye ve aynı zamanda kitlelerin içine sızmaya çalıştık. Yapabileceğimizi, onlara yön verebileceğimizi bilmelerini sağladık. Kenya’daki ana medya kanallarımızda da basın açıklamamızı paylaşıyoruz.

Şu anda direnişte, öğrenciler, işçiler, belki meslek örgütleri, doktorlar, sağlık çalışanları, diğer koalisyonlar, çiftçiler, kadın örgütleri gibi farklı gruplar ve bunlar arasındaki dinamikler nelerdir?

Bu koalisyonda sadece ilerici güçler yer almıyor, artık meslek örgütlerini bile bir araya getiren bir koalisyonumuz var. KHD’miz var, Kenya Hukuk Derneği. Öğretmenler örgütümüz var. Genç mühendisler var, çiftçiler var. Aslında parlamentoda GDO’lu tohumların bize dayatılmasıyla ilgili bizim ön planda olduğumuz ve çiftçilerin de desteklediği bir yasa tasarısı var. Çiftliklerimizdeki üretimin merkezinde GDO’lu tohumların değil, yerel Afrika tohumlarının yer almasını istiyoruz. Yani çiftçiler bile bizimle birlikte. Ayrıca meslek örgütümüz de var, grevde olan hemşireler ve doktorlar da var. Onlar da bizimle birlikte. Ayrıca iş dünyası örgütleri de bizimle. Onlar da bizimle. Yani 48’i geniş koalisyon yapan şey bu.

İlerici güçlerle de bir ittifakımız var: PASA, İlerici İttifak. Yani biz, Öğrenci Kurultayı, CPK, RSL (Devrimci Sosyalist Birlik), Tüm Afrika Halkları Partisi, Değişim Koalisyonu. Yani iki kadememiz var. Bir ittifakımız var ve bir de koalisyonumuz var.

Son 10 yıldır Lübnan’da, Sri Lanka’da, şimdi de Bangladeş’te farklı protestolar ve ayaklanmalar görüyoruz, bu da hükümetlerin ya da bazen başkanların değişmesine neden oluyor. Ama sonuçta aynı sistem farklı bir aşamayla devam ediyor, aynı kapitalist sistem devam ediyor. Hükümetin tamamının toparlanıp gitmesini istediğinizi de söylediniz. Bunun olasılığını nasıl görüyorsunuz? Ne tür bir değişimi destekliyorsunuz, daha sistemik bir değişimi mi destekliyorsunuz?

Kenya’nın biraz karmaşık ve ilginç bir ülke olduğu konusunda çok açık olmam gerektiğini düşünüyorum. Kenya, Afrika’da emperyalistlerin dayanağı olan dört ülke arasında yer alıyor: Güney Afrika, Kenya, Mısır ve Nijerya. Dolayısıyla Kenya, emperyalistlerin ve onların sempatizanlarının giriş kapısı olduğu için çok ilginç çünkü bu ülkede çok büyük çıkarları var. Kongo madenlerini elde edebilmelerinin tek yolu bu. Kenya olmadan Kongo madenlerine ulaşamazlar. Uganda’ya erişebilmelerinin, Sudan’a erişebilmelerinin tek yolu bu.

Gördüğünüz gibi, Kenya istikrarsızlaşırsa, emperyalistler, yeni sömürgeciler sarsılır. Çünkü onlar için Etiyopya’yı, Somali’yi sarsmak, Doğu ve Orta Afrika’nın bazı bölgelerinde bu istikrarsızlık, bunun sonu Kenya’dır. Kenya’daki ileri sol örgütlerin her zaman bastırılmış olmasının nedeni budur.

İşte bu yüzden, daha önce Rusya’yı finansmanımızın bir parçası olarak gösterdiklerini söyledim. Hayır! Bizde bu yok. Size söyleyeyim, eğer bu fonlara sahip olabilseydik, Kenya’da harikalar yaratabilirdik, inanılmaz bir iş çıkarabilirdik. Eğer Rusya bize sponsor olup destek olsaydı, her şey çok daha farklı olabilirdi.

Bu yüzden Doğulu güçlerin adını bu işe karıştırmaya çalışıyorlar, onlar bu işin bir parçasıymış gibi. Ama bir daha eskisi gibi olmayacağı konusunda çok iyimseriz. Ve merkezin artık dayanamayacağını söylüyoruz. Onlar da bunu biliyor. Kitleler uyandı, kitleler kendi bağımsız eğitimlerini yapıyorlar ve ülkelerini geri istiyorlar.

Farklı yüzlerle aynı sistemi istemiyoruz. Farklı bir sistem istiyoruz. Onu tamamen çökertmek istiyoruz. Bence bu sistemi çökertmenin son aşamasındayız. Kenya’da korkunun yok olduğunu söylüyoruz. Biz korkusuzuz. İki ya da üçümüzü öldürseler bile hepimizi öldüremezler. Bu yüzden yürüyoruz, yarın kazanamasak bile yürümeye devam edeceğiz. Yakın zamanda pes etmeyeceğiz.

Bu yeni sistem, sizce nasıl?

Bugün size söyleyeceğim, bu sorduğunuz en zor sorulardan biri. Bugün siyasi elitler kendilerini geri çağırdılar. Onlar bir taraftalar. Kenya’daki siyasi gelişmeleri çok yakından takip ediyorsanız, muhalefet ve hükümet tek bir oluşumdur.

Yapmaya çalıştığımız şey ya da onu nasıl ezebileceğimiz bir anda olmayabilir, belki parça parça olabilir. İşi bitirmenin ne zaman ya da ne kadar süreceğini bilemeyebiliriz. Biz Kenya halkı olarak düşmanımızı tanıyoruz. Bize havlayan köpeğin kim olduğunu ve sahibini biliyoruz. Toplumsal eğitim alıyoruz. Bence bu ilk anahtar şey. Kitlelerin düşmanın kim olduğunu ve onunla nasıl yüzleşeceklerini bilmelerini sağlamak.

Ve kitleler bu gerçeğe uyandılar. Amerika’nın düşman olduğunu ve kuklalarının da düşman olduğunu biliyorlar. Kenyalılara kimin düşman olduğunu biliyorlar. IMF’nin, Dünya Bankası’nın, Amerikalıların kuklalarının Kenya’nın düşmanları olduğunu biliyorlar. Bu nedenle biz Kenya halkı olarak, 2027’deki adaylık için, yani 3 yıl sonra, bizden kimin aday olması gerektiğini ya da Amerika’nın kukla çevresinden, yıllarca çevirip önümüze getirdikleri adayın kim olacağı konusunda aramızda samimi tartışmalar gerçekleştiriyoruz.

Bence işin en önemli kısmı, bugün halkımızın, Kenya halkının bu işi kendi ellerine almış olmasıdır. Kimse onları itmiyor. Kimse onları zorlamıyor. Bunu nasıl yapabileceğimizi öğrenmek için geliyorlar. Yani düşmanı ezmek bir yıllık bir şey olmayacak. Belki iki yıl, belki 10 yıl, biz çok ilerici ve çok iyimseriz, ama bu yavaş yavaş yapılacak.

Ve bunun en iyi yanı, en güzel yanı, kitleleri düşmanın kim olduğunu bilmeleri için uyandırıyor olmamız. Ayrıca onların gelip bizim için ülkemizdeki liderleri seçmelerini istemediğimizi bilmelerini sağlıyoruz. Biz kendi liderlerimize sahip olmak istiyoruz. Peki kendi liderlerimizi seçtikten sonra, eğer başarısız bir isyan yaşarsak, o zaman ne yapacağız? Bunu sandık yoluyla yapacağız, doğru bir şekilde.

Bu seçim kısmı, bugün Kenya halkı olarak kendi aramızda samimi bir konuşma yaptığımızı söylediğim alan. Eğer yarın ya da önümüzdeki günlerde kitlesel ayaklanmaya devam ederken sonuca doğru bir şekilde ulaşamazsak, o zaman üç yıl sonraki seçimlerde bunu doğru bir şekilde yapacağız. Amerikalılar ve yandaşları tarafından bize dayatılmayan kendi adayımızı çıkaracağız.

Rusya ve Çin’in bölgenize ilgisi hakkında bir bütün olarak ne düşünüyorsunuz? Burkina Faso’dan da bahsettiniz, Çin ve Rusya’nın bölgede daha fazla ilişki geliştirmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bu iyi bir şey mi?

Biz organizasyon olarak ilerici güçlerden ortaklık ve destek arıyoruz. Ve bence bunu başarabilirsek, dünyaya artık küçük tanrıların çocukları olmadığımızı, eşit olduğumuzu göstereceğiz. Kenya’da, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ülkede bulunduğunu düşünüyorum, CPK, Kenya Komünist Partisi içinde bir etkileri var. Rusya hakkında fazla bir şey söyleyemem. Daha fazlasını söyleyemem. Sadece sokakta Kenya bayraklarını gördük. Ama size samimi, içten düşüncelerimi söyleyeyim, bir şeyler arıyoruz.

Aslında, bana sistemi sorduğunuzda, sadece iki sistemimiz var. Evet, sosyalizm, komünizm ya da ileri sol sistemler var ve bir de kapitalizm var; ülkede var olan kapitalizm. Dolayısıyla sistemi çözebilmemizin tek yolu onu başka bir sistemle değiştirmektir. Evet, ülkemizi yönetmek için hibrit bir sisteme ya da uydurulmuş bir sisteme sahip olamayız.

Evet, elbette sosyalizmle değiştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Kesinlikle, kesinlikle. Mesele de bu. Bugün ülke olarak nerede olduğumuzu düşünene kadar, kapitalizm sistemini nasıl kırabileceğimiz zor çünkü bizi destekleyecek doğru düzgün bir sosyalizm sistemimiz yok.

Size söylüyorum, yoldaşım, Türkiyeli yoldaşlarım, mücadele ediyoruz. Materyallere sahip olmak için bile mücadele ediyoruz. Bu hiç kolay değil. Çok basit malzemeler bile, vuvuzela, düdük, Kenya bayrağı, tişört basmak, bizim için kolay değil. Size söyledim, bazılarımızın banka hesaplarını bile dondurdular, şüphelendikleri kişiler etkili kişiler. Eğer düzgün bir şekilde destek alabilirsek, hiç şüpheniz olmasın, bugün silah almayacağız, ama gerekirse (ileride) belki milis olmak zorunda kalacağız. Ama o zamana kadar, bugün, hâlâ barışçıl bir protesto, eğer başarılı olursa barışçıl bir yürüyüş yapmak istiyoruz. Ama mesele bu, eğer başarılı olursa. Bu çok önemli ve yakın bir soru. Aynı sisteme farklı kişilerle mi sahip olacağız? Bunu sorgulayacağız.

Buradan sizinle nasıl dayanışma gösterebiliriz? Mücadelenize nasıl destek olabiliriz?

Amerikan medyası diyor ki, orada bizden biri var, Larry Madowo, ve o bizim için bir lütuf oldu. Protestomuz dünya çapında duyuldu ve kitlelere karşı işlenen zulümler görüldü.

İşin dayanışma kısmının bizim için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bizimle paylaşacağınız bir dayanışma mesajı kitleler için büyük bir heyecan olacaktır. Türkiye halkının dayanışma içinde olduğunu ve yaptıklarımızı desteklediğini bilecekler. Ayrıca CPK başkan yardımcısının arabasının elinden alındığının da çok açık bir şekilde ortaya çıkması gerektiğini düşünüyorum. Yani çok fazla gözdağı ile karşı karşıyayız. Bazı banka hesaplarımız donduruldu. Faaliyet gösteremiyoruz. Dolayısıyla mümkünse lojistik destek ve kitlelerle paylaşılabilecek dayanışma mesajı bizim için büyük bir artı olacaktır.

Avrupa’nın ilk devrimci gerilla hareketi İç Makedonya Devrimci Örgütü

On dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın başlangıç dönemi Osmanlı Devleti açısından son derece hareketli geçmişti. Bir yandan birbiri ardına gelişen ulusal isyanlar diğer yandan devletin Batı topraklarında ve İstanbul’da güçlenen sol hareketler sürekli olarak Osmanlı Devleti’ni uğraştırmakta idi. Özellikle Makedonya’daki hareketlilik gerçek anlamda bir sorun yumağı idi Osmanlı için.

Makedonya, sınırları kesin olarak bugün bile belirlenmemiş olan bir toprak parçası. Adı nedeni ile iki ülke arasında yıllar süren diplomatik gerginliğe neden olan coğrafya.

Yukarıdaki iki cümle Makedonya’nın etnik yapısını açıklamaya yeterli kanımca, Balkan yarımadasında yerleşmiş her ulustan insanın kendine yaşam alanı bulduğu bir yer burası. Hâl böyle olunca bölgede egemenlik kurmak isteyen de çok olur elbette. Nitekim Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan bölgeye egemen olabilmek için çeşitli manevralar yapmakta ve Batılı büyük devletlerin desteğini alarak bölgede egemen olma çabasında idiler.

Etnik açıdan homojen bir yer değildi bölge. Türkler, Bulgarlar, Romenler, Yunanlılar, Yahudiler, Sırplar ve daha pek çok milliyetten insanlar yaşam olanağı bulmuşlardı burada kendilerine.

Değişik etnik aidiyetlere sahip insanların bir arada yaşayabilmeleri özellikle milliyetçilik akımlarının yükseldiği dönemlerde hayli güçlükler arz eder. Bununla birlikte farklı ulusal kimliklerin bir arada mücadele verebileceği örgütsel yapılarınoluşması için gerekli ortamı da sağlayabilir kimi zaman. Kaldıraç dergisinin geçen sayısında sözü edilen “Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu” bunun en güzel örneklerinden biridir. Bu yazının konusu olan İç Makedonya Devrimci Örgütü de yine Makedonya’da kurulmuş enternasyonalist örgütlerin bir başka örneğidir. Her ne kadar bu örgüt kendi iç çatışmaları nedeni ile zaman zaman enternasyonal kimliğinden uzaklaşmış olsa da örgütün tüm yaşamını objektif bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda enternasyonalist sıfatını hak ettiğini ifade edebiliriz.

İşe iki örgüt arasındaki farklılıkları irdeleyerek başlayalım:

Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu yığın örgütlenmesini temel alan demokratik mücadeleyi benimsemiş bir yapılanma iken İç Makedonya Devrimci Örgütü hücre örgütlenmesini ve silahlı mücadeleyi temel alan bir gerilla hareketi idi. Bunun doğal bir sonucu olarak Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu daha geniş bir tabana sahipti. Bununla birlikte İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün de Osmanlı zulmünden olumsuz etkilenmiş köylü yığınlar arasında hayli sempatizan ve destekçi bulduğunu söylemek mümkün. Ne var ki bu destek örgüte maddî ve lojistik destek sağlamakla sınırlı kalmakta örgüte militan desteği sağlama konusunda pek yeterli olamamakta idi.

Kıyaslama konusu iki örgütün kilitlenmiş oldukları hedefler arasında da büyük farklılıklar mevcuttu. Selanik Sosyalist İşçi fFederasyonu tüm Osmanlı coğrafyası içinde yaşamakta olan tüm halkların birlikte mücadele etmelerini ve Osmanlı coğrafyasında sosyalizmin egemen olacağı bir sistemin kurulmasını hedeflerken İç Makedonya Devrimci Örgütü mücadelesini “Makedonya” olarak tanımladığı toprak parçasının “özerk” bir yapıya ulaşması ile sınırlandırmıştı.

Son olarak Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu bünyesinde herhangi bir etnik grubun ağırlığının olmaması, örgüt içindeki tüm milliyetlerin bir yandan sosyalizm için mücadele verirken bir yandan da kendi dillerini ve kültürlerini geliştirmek için çalışabileceği bir ortam yaratılmış iken İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün Bulgar ağırlıklı bir yapı olduğunu belirtmek gerekiyor.

Kuzey Makedonya ülkesinin önemli tarih bilgini, bu ülkenin “Ulusal Tarih Enstitüsü” müdürlüğü görevini yıllarca sürdürmüş olan İvan Katardziev (1926-2018) örgütün ilk hedefini şu şekilde tanımlıyor:

“Makedonya’nın coğrafî ve etnografik sınırlarını belirlemek.” Katardziev’e göre örgütün adını belirlemiş olan da bu hedefti.[1]

Örgütün kurucularından Tatarçev ise anılarında örgütün kuruluş amacı ile ilgili olarak şunu ifade ediyor:

“Örgütün amaçları üzerine uzun uzun tartıştık. Sonra Bulgarların baskın olduğu özerk bir Makedonya’da karar kıldık.”[2]

Bu cümleden hareketle örgütün Bulgar ağırlıklı olduğunu ancak içindeki Bulgar olmayan unsurların varlığı ve bölgenin çok değişik etnik bileşenli yapısı nedeni ile doğrudan Bulgaristan’a bağlanmak gibi bir hedefinin olmadığını düşünebiliriz. Bağımsızlık hedeflerinin olmaması ise dönemin politik konjonktürü ile ilişkili olmalı.

Ne var ki örgütteki Bulgarların tümü sosyalist değil. İçlerinde milliyetçi olanlar da var. Bunlar Eksarlık[3] tarafından yönlendiriliyorlar. Örgütün sağ kanadı bunlardan oluşmakta.

Millet-sınıf ikilemi örgütün uzun süre başının ağrımasına neden olmuş. Bu ikilem örgütün ilk yıllarında Goçe Dalçev’in örgüte katılması sonucu sol kanadın etkinliğinin artması ile sınıf mücadelesinin ağırlık kazanmasına yol açtı. Balkan savaşı yıllarında örgütte sağ ve milliyetçi çizgi iyice egemen oldu ve tüm etkinlikler Bulgaristan devleti ile koordineli ve Bulgaristan politikaları ile uyum içerisinde gerçekleşti.

Örgütün kuruluş tarihi kesin olarak belirlenemedi henüz. Ancak 23 Ekim/6 Kasım 1893 tarihinde Selanik’te kurulduğu genel kabul gören bir tarihtir.[4] Tarihçilerin bir başka kabulü ise İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün Avrupa’da bilinçli olarak kurulmuş ilk “Devrimci Gerilla Örgütü” olduğudur.

Örgüt ilk kuruluş yıllarında çok etkili değildi. Bu durumun pek çok nedeni var kuşkusuz. Öncelikli neden insanları gerilla savaşına ikna etmenin güçlüğü olmalı kanımca. Yine örgütün yönetim tarzını belirleyecek bir tüzüğün başlangıçta hazırlanmamış olması da her kafadan bir ses çıkmasına neden olmakta ve ses getirecek eylemlerin yapılmasına engel teşkil etmekte idi. Bir başka sorun da derhal akla gelebileceği gibi maddî yetersizlikler idi. Örgüte dışarıdan destek olan ahalinin sağlamış olduğu yardımlar Osmanlı Devleti ile savaşabilmek için gerekli olan silah ve mühimmatın sağlanmasına yetecek düzeyde değildi. Bu nedenle örgüt ilk yıllarında kendine taban yaratmak, örgütsel bağları sıkılaştırmak gibi faaliyetler sürdürdü arada gerçekleşen birkaç gerilla hareketi ise başarısızlıkla sonuçlandı.

İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün etkinliğinin artması 21 Ağustos 1901 tarihinde gerçekleşen bir “insan kaçırma olayı” ile hız kanadı. Bu tarihte Amerikalı misyonerler Ellen Maria Stone ile Katerina Stefanova fidye elde etmek amacı ile örgüt tarafından kaçırıldılar.

Tarihte Bayan Stone olayı olarak bilinen bu kaçırma eylemi batı dünyasında büyük etki yarattı. Misyonerlerin kurtarılması için Amerika’da yardım kampanyaları açıldı. Altı ay devam eden bu sürecin sonunda örgütün istediği para temin edildi ve misyonerler kurtarıldılar. Böylelikle örgüt eylemlerini gerçekleştirebilecek mali kaynağa kavuşmuş oldu. Bunun yanında Batı dünyasının dikkati de Makedonya sorunu üzerinde yoğunlaştı. Dolayısı ile Bayan Stone olayı sadece bir fidye amaçlı insan kaçırma olarak değerlendirilmemeli “politik gerçeklerin silah yolu ile duyurulması” olarak formüle edilen “silahlı propaganda” etkinliklerinin ilk örneklerinden biri olarak düşünülmelidir kanaatime göre.

Yukarıda örgütün sol kanadının önemli isimlerinden biri olan Goçe Dalçev’den söz etmiştim. Sanırım yaşadığı dönemde örgüt politikalarına yöne veren isimdir bu şahıs. Bu nedenle onunla ilgili birkaç cümle kurmak gerekli.

1872 yılında Selanik yakınlarında bir kasabada dünyaya gelmiş Galçev, temel eğitimini Selanik okullarında aldıktan sonra Bulgaristan’a geçip burada askerî okulda öğrenci oldu. Burada geçen yıllarında devrimci fikirlerle tanıştı ve bunları benimsedi. Devrimci fikirleri benimsemekle kalmayıp etkinliklere de katılınca askerî okulla ilişkisi kesildi ve doğduğu topraklara geri döndü. Bu süreçte Makedonya’nın özgürlüğü için bir örgüt kurulması gerektiği düşüncesi yer etmişti kafasında. İştip yakınlarında Novo Selo (Yeni Köy) adlı kasabada öğretmenlik yaparken tanıştığı Dame Gruev’in yönlendirmesi ile İç Makedonya Devrimci Örgütü’ne katıldı. Kısa zamanda örgüt içinde önemli bir pozisyona geldi. Özellikle kırsal bölgelerde yaptığı çalışmalar ile halkın kendisine ve örgüte güven duymasını sağladı. Örgütün sol kanadının önderleri arasındaki yerini aldı. Sol kanadın örgüte hâkimiyeti ele geçirmesinde ve politikalarının belirlenmesinde önemli bir figür olarak göze çarpmakta idi.

Mayıs 1903’te Serez’de yapılacak olan kongreye katılmak üzere yola çıktı. Serez yakınlarındaki Banice köyünde konaklayacak oradan da yola devam ederek kongreye katılacaktı. Ancak bu plan gerçekleşemedi. Bir ihbarı değerlendiren Osmanlı birlikleri 4 Mayıs 1903 sabahı köyü kuşattılar. Çıkan çatışmada Galçev öldürüldü. Kendisi ile aynı sonu paylaşan 21 militan daha vardı.[5]

Galçev’in ölümü örgüt üst kadrolarında bir travma yarattı. Bu travmanın tabana yayılmaması için olayın üzeri kapatılmak istendi. Bu amaçla çatılmada “ölü ele geçen” Galçev’in sıradan bir örgüt militanı olduğu, Goçe Galçev ile sadece bir isim benzerliğinin bulunduğunu yayma teşebbüsünde bulundular ancak başarılı olamadılar. Örgütün önderlerinden Goçe Galçev henüz otuz bir yaşında iken Osmanlı askerlerinin kurşunlarına hedef olmuş ve dünyayı terk etmişti. Bu olay uzun vadede örgütün politikalarının değişmesinde rol oynayacak mahiyettedir kanaatime göre.[6]

Galçev ve çevresi Makedonya’da başlatılacak büyük bir isyanın hazırlıkları ile meşgul idiler. Onun ölümü isyanın başlamasını engellemedi ancak yeterli hazırlıklar gerçekleşmeden başlatılan isyan örgüt açısından büyük bir yenilgi ile sonuçlandı.

Aslında 1903 yılında Makedonya’nın patlamaya hazır bir barut fıçısı hâline geldiği bilinmekte idi. Bölgede görevli yabancı konsoloslar kendi ülkelerine vermiş oldukları bilgilerle bu durumu açıkça belirlemişlerdir. İyi bir koordinasyon sonucu başarılı olabilecek bir isyan gerçekleşebilirdi. Lakin Galçev’in ölümü koordinasyon güçlüğü yarattı. Bu arada örgütün Bulgar milliyetçisi sağ kanadı ortaya çıkan boşluktan yararlanarak inisiyatifi geçici bir süre için de olsa eline geçirmişti. Mayıs ayı ortalarında örgütün gerçekleştirdiği kongrede sol kanada mensup üyeler isyan için yeterli hazırlıkların henüz tamamlanmadığını bu nedenle harekete geçmek için henüz erken olduğunu ifade etseler de Eksarlık tarafından yönlendirilen sağ kanadın görüşü baskın çıktı ve isyanın başlatılmasına karar verildi.

Örgüt, dağ kadrolarının bir an önce şehirleri terk etmeleri, dağa çıkamayacak kadrolara köylülerin isyana destek vermeleri için propaganda çalışmaları yapmaları talimatını verdi. Eksarlığın etkisi ile isyana dinsel bir görünüm kazandırılmaya çalışıldı.

Ancak burada Makedonya’nın çok milliyetli yapısı dikkate alınmamıştı. Dinsel bir anlam verilerek başlatılacak isyanda Hıristiyan olan ancak Bulgar olmayan Makedonya ahalisinin de isyana destek vereceği varsayım olarak kabul edilmişti. Kanımca örgütün isyanı planlarken yaptığı en büyük hata buradadır. İsyan süresince farklı milliyetlere mensup (Yunan, Romen, Sırp, Hırvat vd.) Makedonya ahalisi isyana kayıtsız kaldılar hattâ yer yer Osmanlı’ya destek verdiler.

İsyan 20 Temmuz 1903’te başladı. Bu tarihin seçilmesinde de dinsel bir amaç gözetilmiştir. 20 Temmuz, Hıristiyan inancına göre İlyas Peygamber’e atanmış olan gündür. Yine Hıristiyan inancına göre İlyas Peygamber İsa’nın habercisidir. İsa’nın müjdecisi olan şahsa atanmış günde isyanı başlatmak önemli bir dinsel motivasyondu ancak yukarıda da belirtildiği gibi Bulgarlar dışındaki Hıristiyan ahalide bir etki yaratmadı. Her ne kadar isyan geniş bir bölgede Bulgarlar tarafından kabul edilmiş olsa ve çatışmalar yaklaşık üç ay kadar sürmüş olsa da daha ağustos ortalarında işin rengi belli olmuş ve örgütün kaybedeceği ortaya çıkmıştı. Ekim başlarında silah sesleri tamamen kesildiğinde geride kalan, örgütün harabesinden başka bir şey değildi. Örgüt bini aşkın militanını kaybetmiş, bu arada isyana destek veren köyler yakılmış ve köylüler de Osmanlı güçleri tarafından infaz edilmişlerdi.

1903 yılında yaşanmış olan bu ayaklanma “İlinden İsyanı” olarak tarihteki yerini almıştır.

İlinden İsyanı her ne kadar örgütün hezimeti ile sonuçlanmış olsa da tarihe miras olarak kısa ömürlü iki sosyalist cumhuriyet bırakmıştır. Bunlardan biri Mihail Gercikov önderliğindeki Istranca Sosyalist Cumhuriyeti’dir. Tırnova çevresinde kurulmuş ve Ağustos-Eylül 1903 tarihleri arasında yaklaşık bir buçuk aylık süre boyunca varlığını sürdürmüştür. Diğeri ise 3-13 Ağustos tarihleri arasında sadece 10 gün yaşamayı başarabilmiş olan Kuruşevo Cumhuriyeti’dir. Bahse konu cumhuriyetlerin kısa ömürlü olmaları elbette üzücü. Ancak Paris Komünü deneyiminin de sadece yetmiş bir gün devam ettiğini düşünecek olursak bahse konu cumhuriyetlerin kazandırmış olduğu deneyimleri de hafife almamak gerektiğini anlarız. Ne var ki Paris Komünü hakkında ciltler dolusu kitap yazılmışken yukarıda sözü edilen iki cumhuriyet ile ilgili tartışmaların sadece çok dar bir akademik çevrede sıkışmış olmasına anlam vermek çok güç. Bu eksikliği bir nebze olsun giderebilmek amacı ile bahse konu cumhuriyetlerin ortak özellikleri ve kısa ömürleri boyunca gerçekleştirdikleri işlere yönelik bir inceleme yapılmasının gerekli olduğunu düşündüğümden söz konusu çalışmayı gerçekleştirdim elde ettiğim sonuçları dikkatlerinize sunuyorum:

– Her iki cumhuriyet de İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün sol kanadının egemen olduğu bölgelerde kurulmuş, dolayısı ile cumhuriyetin önderleri sosyalistlerdir.

– İlinden İsyanı dinsel bir karakter taşımasına karşın her iki cumhuriyette de dinsel karakterden de, isyandaki Bulgar etkisinden de söz etmek olası değil.

– Her iki cumhuriyet de bölgedeki popülasyonun çok değişik bileşenleri olduğunun bilincinde olarak popülasyonun tüm unsurlarını bir arada tutmaya özen göstermişler. O kadar ki bölgedeki Türk nüfusun bile bu isyan hareketinin dışında kalmaması hiç değilse tarafsız bir konuma gelmesi için çaba sarf etmişler. Kısa süren ömürleri boyunca yayınladıkları tüm bildirilerde hareketlerinin halklar değil Osmanlı devletine karşı olduğu vurgusunu yapmışlar Kuruşevo Cumhuriyeti yönetim konseyi tarafından hazırlanmış olan bildiriler de bu konuya güzel bir örnek teşkil etmekte. Bu nedenle bahse konu bildirileri yazının ekinde dikkatlerinize sunmaktayım

– Her iki cumhuriyette de kasaba yönetimini halkın gerçekleştirebilmesi için birer meclis kurulmuş, meclisin kasabada yaşamakta olan tüm halkların temsiline olanak sağlayacak bir yapıda olmasına özen gösterilmiştir.

– Kasabalarda güvenliğin sağlanması için gerekli önlemler alınmış ve yerli halktan da güvenlik ekibine katılım sağlanması teşvik edilmiştir.

– Kurulan halk mahkemeleri Osmanlı ajanı olarak belirlenen şahısları süratle yargılamış ve infazlarını derhal gerçekleştirmiştir.

– Halkın beslenme sorununa çözüm bulabilmek için fırınlar derhal faaliyete geçirilmiş, çevre köylerden kasabaya sebze meyve nakliyesi için güvenli bir sistem kurulmuştur.

– Gerek gerillanın gerekse halkın sağlık sorununa çözüm üretebilmek amacı ile küçük sahra hastaneleri kurulmuştur.

Çok kısa bir zaman diliminde bu kadar işin altından kalkmayı başarabilen sosyalist cumhuriyetleri daha uzun bir ömre sahip olsalardı çok güzel işlere imza atacakları kuşkusuz. Osmanlı da bunun farkında idi, bu nedenle isyanın bastırılması konusundaki ağırlıklı faaliyetlerini bu iki küçük cumhuriyetin sona erdirilmesine ayırdı. Bu cumhuriyetler sona erdikten sonra geri kalan bölgelerde isyancıları rahatça yenebileceğinden emindi Osmanlı.

Açıkça ifade etmek gerekirse uluslararası sol güçlerden de destek gelmedi buralara. İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün sol kanadı Osmanlı ile baş başa bırakıldı adeta.

Osmanlı ordusu kasabaları kuşatınca direnmeyi denediler ancak Osmanlı ordusunun düzenli birlikleri karşısında askerî üstünlüğü, Osmanlı’nın sahip olduğu teçhizat karşısında da psikolojik üstünlüğü yitirdiler kısa sürede. Sivil halkın zarar görmemesi için çekilme kararı alındı. Bu karara karşı çıkanlar direnmeye devam ettiler ancak çok da etkili bir direniş gerçekleşemedi ve her iki cumhuriyet de kısa sürede silindi haritalardan. Geriye ise Paris Komünü sonrasında Avrupa’da kurulmuş iki sosyalist cumhuriyetin adları kaldı. Dolayısı ile Paris Komünü sonrasında Avrupa’da kurulan ilk sosyalist cumhuriyetler Osmanlı topraklarında, İç Makedonya Devrimci Örgütü tarafından başlatılmış olan İlinden İsyanı esnasında ortaya çıkmış oldu.

Yukarıda sözü edilen cumhuriyetler son derece kısa ömürlü idiler ve Osmanlı’ya karşı kaybettiler ancak siyasi sonuçları açısından hayli önemlidir. 1903 yılında yaşanan olaylar sonucunda Osmanlı Devleti Balkan yarımadasında bir reform gerçekleştirme gerekliliğinin farkına vardı. Bunun sonucunda da Mürzteg Programı olarak bilinen reform programı kaleme alındı.(6) Bu nedenle yukarıda sözü edilen iki cumhuriyeti nostaljik veya mitolojik birer figür olarak görmekten ziyade Makedonya’da yaşayan halkların özgürlük ateşinin parladığı tarihsel momentler olarak düşünmek gerekir.

İlinden İsyanı’nın başarısızlıkla sonuçlanmış olması örgüt içinde daha kuruluş aşamasından beri mevcut olan sağ kanat/sol kanat çekişmesinin alevlenmesine yol açtı. Sol kanat, sağ kanadı “yeterince hazır olmadan, halkın yeterli desteğini almadan” isyanın başlamasına neden olmakla suçlarken, sağ kanat da sol kanadı Makedonya’nın özgürleşmesi için gerekli olan Bulgaristan yardımını reddetmekle suçlamakta idi. Sağ kanat önderlerine göre Makedonya’nın özgürleşmesi ancak bölgenin Bulgaristan’a katılması ile mümkün olabilirdi. Bölgenin çok milliyetli yapısını dikkate almayan ve Bulgar milliyetçisi olarak değerlendirebileceğimiz bu görüş ise sol kanat tarafından tamamen reddediliyordu.

Bunun yanında örgüt içinde federatif bir Yugoslavya savunucuları ve Bolşevik yandaşları gibi farklı düşünceler de taraftar bulmaya başlamış ve bu düşüncelerin sözcüleri de görüşlerini dile getirmeye başlamışlardı. Yine de örgüt içindeki asıl çekişme sağ kanat ve sol kanat arsında idi.

Bu iki kanat arasında uzlaşma hiçbir şekilde sağlanamadı. Bu dönemde sol kanadın önde gelen isimlerinden Yane Sandanski sağ kanadın temsilcilerine yönelik sert eleştiriler yöneltmesi ile dikkat çekmekte idi.

“Biz Türklerin ve Türk sultanlarının zulmüne karşı mücadele ederken onların yerini Bulgarların ve Bulgar Prensi’nin zulmünün almasını istemiyoruz. Biz Makedonya’nın özerk ve özgür bir ülke olması için savaşıyoruz. Makedonya Makedonyalılarındır. Bizim için asıl amaç Makedonya’nın özerkliği ve özgürlüğüdür.”[7]

Yukarıdaki cümleler Yane Sandinski’ye ait ve örgütün sol kanadının görüşlerini dile getirmekte. Sağ kanat bu görüşler karşısında onu susturmanın yollarını aradı yıllar boyu. Defalarca suikast düzenlendi ona yönelik. Her birinden kurtulmayı başardı.[8]

İlinden yenilgisi sonrasında sağlayacak ilkeleri belirlemek amacı ile bir komisyon kuruldu. Komisyonda sol kanat mensupları görev aldılar ve aşağıda özeti verilen çalışmayı hazırladılar:

“İleride düzenlenecek olan bir isyan kararı kişilerin inisiyatifine bırakılmayacağı gibi hiyerarşik olarak yukarıdan aşağıya doğru örgüt üyelerine tebliğ edilmemelidir. Herhangi bir karar öncesinde örgütün bütün teşkilâtlarının görüşü alınmalıdır. Gerilla faaliyetleri tamamen bırakılmaksızın öncelikli amaç, mevcut güçlerle örgütün teşkilâtlanmasını sağlamak olmalıdır. Örgütün güçlendirilmesine çalışılırken şu hususlar kesinlikle göz ardı edilmemelidir:

a) Halka, Bulgaristan başta olmak üzere başka bir devletin kendilerine yardım edeceği aldatmacası yapılmamalıdır.

b) Bulgarlar başta olmak üzere örgütün iletişim hâlinde olduğu diğer halklarla işbirliği yapmak için gayret gösterilmelidir.

c) Şimdiye kadar önemsiz olarak kabul edilen propagandaya önem verilmelidir. Ancak güçlü bir propaganda sayesinde bilinçli devrimciler yetiştirilebilir.

d) Her yerleşim yeri kendi silahlı gücünü oluşturmalıdır. Bu silahlı birlikler bölgelerindeki asayişi sağladıktan sonra eğitim ve denetleme görevini yürütmelidir.

e) Örgüt üyelerinin aydınlatılmasını sağlayacak devrimci basın-yayın organlarına sahip olunmalıdır.

f) Örgüt bir Balkan Konfederasyonu kurulması için çaba göstermeli, kurulacak olan bu konfederasyona Makedonya ve Edirne bağımsız birer üye olarak katılmalıdır.”[9]

Bu çalışma sağ kanat tarafından bütünü ile reddedildi sol kanat federatif bir Balkan devleti kurulması ve bu doğrultuda Osmanlı devleti içinde yaşamakta olan tüm halklarla ilişki kurma çabası içine girerken sağ kanat Bulgaristan’a bağlanacak bir Makedonya için faaliyet göstermeye devam etti. Örgüt fiilen ikiye bölünmüş ancak bu bölünme resmiyete kavuşmamıştı. Aynı çatı altında faaliyet gösteren iki farklı örgüt oluşmuştu adeta. Merkezî otorite kalmamış, iki başlı bir yapılanma örgüte egemen olmuştu.

Her iki taraf da bu gelişmeden rahatsız olduğu için durum değiştirme çabasına girdi. 1905 yılında gerçekleşecek olan genel kongrede üstünlük elde edip merkez yönetimi ele geçirme hedefine kilitlendiler.

Kongre 1905 Eylül ayında toplandı. Alına kararlara göre:

Etnik kökenine ve dinlerine bakılmaksızın Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarında yaşayan herkes örgüte üye olabilecekti

Uzun zamandan beri sol kanadın savunduğu bu görüşün kongrede resmiyet kazanmasıyla örgüt, uluslararası bir kimlik kazandı ve devrimci bir temele oturtulmuş oldu.

Yine kongrede alınan karar doğrultusunda Makedonya’nın özerkliği için Osmanlı’ya karşı mücadele eden örgüt, Balkanlarda herhangi bir devletten yardım almayı reddetmiş ayrıca Makedonya ve Edirne üzerinde de, her türlü yabancı işgale karşı çıkılacağını ilan etmişti.

Kongrede alınan bir diğer karar da bölgede faaliyet gösteren milliyetçi Sırp ve Rum örgütleri ile silahlı mücadele kararıdır.

Bunun dışında örgüt bir yayın organı çıkarmaya karar vermiş ve Revolutsionen List (Devrimci Gazete) adı verilen yayın organının editörlüğüne sol kanat mensubu Dimo Hadzidimov getirilmiştir. Söz konusu yayın organının faaliyete geçip geçmediği, eğer faaliyete geçti ise kaç sayı yayınlandığı hakkında herhangi bir bilgiye henüz ulaşılamamıştır.

Kongre sonuçları sol kanadın zaferi olarak yorumlanabilir. Ancak gerek örgütün sağ kanadının gerekse Bulgaristan’ın Makedonya üzerindeki düşüncelerinden vazgeçmiş olduğunu düşünmek sözcüğün tam anlamı ile bir saflık olur. Sol kanat da bunun farkındadır ve kongre kararlarının uygulanabilmesi için gerekli önlemleri alma çabasına girmiştir. Sol kanat sözcülerinden Georgi Petrov 1905 yılında “Biz kasıtlı olarak Bulgaristan’la resmî ilişkilerimizde itinalı ve dikkatli olmalıyız. Çünkü Bulgaristan bizim kendi problemlerimizle ve mücadelemizle ilgilenen herkesin baş belasıdır ve hepsinden önemlisi yuvamıza giren bir kurttur,” diyerek hem Bulgaristan’la ilgili düşüncelerini ifade etmiş hem de Makedon halkını Bulgar propagandasına karşı uyarmıştır.[10]

Nitekim kongre sonrasında sular durulmadı, iki kanat arasında mücadele sertleşti ve zaman zaman tarafların birbirlerinin mensuplarını öldürmesi ile sonuçlanan silahlı mücadeleler başladı. Örgütün bu iç çatışmalar sonucu zayıflamasından yararlanan milliyetçi Sırp ve Rum örgütlerin de işin içine girmesi ile 1905 yılı Makedonya’sı adeta bir kan gölüne döndü. Makedonya, Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan’ın etki alanlarını arttırmak Osmanlı’nın ise bölgedeki nüfuzunu yitirmemek için mücadele verdiği bir alan hâline dönüştü. Farklı hedeflere sahip gruplar arasındaki çatışmalar günden güne büyümeye ve bölgenin sivil halkını sık sık tedirgin etmeye başlamıştı. Bu çatışmalar Balkan harbine kadar devam etti. Bu konjonktürde bir kongre daha topladı örgüt. 1906 yılındaki kongre bu kez sağ kanadın zaferi ile sonuçlandı. Örgüt artık tamamen Bulgarlaşmıştı sol kanat kongre sonuçlarını tümü ile reddetti. Örgütsel birliği sağlamak amacı ile gerçekleştirilen her kongre örgütü daha da kaotik bir ortama sürüklemekte idi.

Bu süreçte örgütün sol kanadı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile dirsek temasına geçti. Cemiyetin Paris’te düzenlemiş olduğu jön Türk kongresine katılmamakla birlikte kongre kararlarını tanıdıklarını ve uyacaklarını ilan ettiler.[11]

Meşrutiyetin ilanı sonrasında gerçekleşen seçimlerde örgütün sol kanadı Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ile işbirliği yaptı ve bu işbirliğinin bir ürünü olarak Makedonya’dan iki sosyalist aday (Vlahov ve Delçef) milletvekili olarak meclise girmeye hak kazandılar.

Örgütün sol kanadının bir diğer eylemi de siyasi tarihimizde 31 Mart Vakası olarak bilinen isyanın bastırılması için “hareket ordusu” ile birlikte İstanbul’a geldikleri ve isyanın bastırılıp Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde önemli bir rol oynamış olmasıdır.

1909 yılında Bulgar Federatif Halk Partisi adı ile bir siyasi parti kuran sol kanat, İç Makedonya Devrimci Örgütü adını kullanmamaya başladı. Sağ kanat ise bir süre daha aynı adla faaliyet gösterdikten sonra doğrudan Bulgaristan adına hareket eden milliyetçi bir yapı oluşturdu, giderek Bulgaristan ile bütünleşti. Böylece İç Makedonya Devrimci Örgütü de sonlanmış oldu.

EK 1

İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün Kuruşevo’ya girmeden önce halka dağıttığı bildiri:

Kardeşlerim, yurttaşlarım ve sevgili komşular, biz temel amacı bizi ve değerli ülkemizi zayıf düşürmek olan Türklerin zorbalıkları ve hunharca tavırları altında acı çekmek istemeyen, inanç ve ulusçuluk konusunda önyargıya sahip olmayan, bir zamanlar zengin şimdiyse çöle dönmüş güzel Kuruşevo ve onun köylerinde yaşayan, başkaldırmış ve ülkemizi özgürleştirmek için sizin ve bizim düşmanlarımıza karşı silahlanmış ve savaşmaya karar vermiş olan eski komşularınızız. Çok iyi biliyorsunuz ki, bizler namuslu insanlarız ve bu adımı büyük eziyetler gördükten sonra attık. Bu yüzden de isteğimiz ve niyetimiz ya insan gibi yaşamak ya da kahramanca ölmektir.

Bu topraklarda atalarımızdan beri barış içinde kardeş gibi yaşıyoruz ve sizi kendimizden biriymiş gibi görüyoruz bu şekilde de devam etmesini istiyoruz. Size silah kaldırmadık. Bu bizim ayıbımız olurdu. Silahımızı geleceği inşa edecek huzurla çalışan insanlara doğrultmuyoruz. Katliam yapmaya, zorbalık etmeye, çalmaya ve yağmalamaya gelmedik. Zarar görmüş ve fakir Makedonya’mızda yeterince terör var. Annelerinizi, kızlarınızı ve karılarınızı vaftiz etme veya zorla Hıristiyan yapma niyetinde değiliz. Biz adalet ve özgürlük için kılıç kuşanmış devrimcileriz. Biz zorbalığa ve köleliğe, feodal toprak sahiplerine, onurumuzu gasbeden ve çalışmalarımızı istismar edenlere karşı savaşıyoruz. Bizden korkmayın. Kimseye zarar vermek istemiyoruz.

Sizi kardeşimiz olarak görmek istiyoruz çünkü siz de bizim gibi kölesiniz: Efendilerin ve paşaların, zengin insanların, despotların ve zorbaların, dün bizi bu faaliyete zorlayanların kölelerisiniz. Biz adalete, özgürlüğe ve insan gibi yaşamak için ilerliyoruz ve sizi bu kavgada bize katılmaya davet ediyoruz. Gelin Müslüman kardeşlerim, gelin ve yüzlerce yıllık düşmana karşı savaşın. Gelin ve özerk Makedonya bayrağı altındaki kuvvetlere katılın. Makedonya bizim anamızdır ve bizi yardıma çağırıyor. Gelin ve köleliğin zincirlerini kırmaya ve kendimizi acı çekmekten muaf kılmaya yardım edin. Kardeşlerim bize gelin ki ruhlarımız ve kalplerimizi birleştirelim, çocuklarımızı kurtaralım belki böylece huzur içinde yaşayıp çalışabiliriz. Sevgili komşularım Türkler, Arnavutlar ve Müslümanlar sizin inancınızı anlıyoruz; Türk İmparatorluğu sizin imparatorluğunuzdur ve bayrağınız bir haç değil de bir hilal taşıdığı sürece sizler köle değilsiniz. Yakın zamanda bunun böyle olmadığını göreceksiniz ve sizin için savaşıyor ve savaşmaya devam edeceğiz. Çünkü son nefere kadar savaşmak bir gerekliliktir. Ölüm ya da özgürlük! Bu kelimeler aklımıza kazınmış ve kanımız bayrağımızı boyamıştır. Bu yolun dönüşü yoktur.

Eğer bize iyi davranırsanız, bizi iyi görmek istiyorsanız, bizimle yaşayabileceğinizi düşünüyorsanız ve eğer ana Makedonya’nın evlatlarıysanız düşmanla iş birliği yapmayarak ve bize karşı savaşmayarak bize yardım edebilirsiniz.

Belki de kutsal savaşımız kutsanacaktır. Belki de Tanrı adalet ve özgürlük için savaşan askerlerimizi ve bütün onurlu Makedonya evlatlarını kutsayacaktır!

Çok yaşa özerk Makedonya!”[12]

EK 2

İç Makedonya Devrimci Örgütü sol kanadının Kuruşevo Sosyalist Cumhuriyeti ilanı sonrası halka dağıttığı bildiri:

“Kardeşlerim,

Ayaklanmaya bir an önce merhaba diyelim! Bugün tüm Makedonya’yla birlikte bütün Kuruşevo bölgesi şu haykırışlarla ayaklanıyorlar: Kahrolsun zorbalık! Yaşasın tüm Makedonya halklarının özgürlük ve eşitliği! Her yerde çanlar çalsın! İnsanlar özgürlük bayrağının altında toplansın! Kadınlar ve kızlar başlarını çiçeklerle ve erkeklerinin silahlarıyla süslesinler! Her yer şarkılarla, neşe ve sevinçle dolsun. Sabırsızlığı yakıyoruz ve Kuruşevo’yu alabilelim diye yıkım için geceyi bekleyelim ve sonra Makedonya’nın tüm insanlarıyla birlikte zafer çığlıkları atalım!”[13]

1- Aktaran Erdal Serkan, Osmanlı Devletinde Sosyalist Faaliyetler Üzerine Bazı Örnek İncelemeler, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2014.

2- Aktaran Erdal Serkan, age.

3- Eksarlık Bulgar Ortodoks kilisesinin resmî adıdır. 1870 yılında İstanbul’da kurulmuş, 1913 yılına kadar faaliyetlerini İstanbul’da sürdürmüştür. Bu tarihte Sofya’ya taşınmış olan eksarlık uzun süre ekümenik patrikhane tarafından tanınmamıştır. 1945 yılında tanınma gerçekleştikten sonra eksarlık Bulgar Patrikhanesi adını almıştır.

4- Erdal Serkan, age.

5- Galçev’in ölümü örgütün önder kadrolarında önemli bir boşluk yaratmıştır. Bu boşluğun kısa sürede doldurulamaması kuruluş aşamasından beri örgütün içinde bulunan Bulgar milliyetçilerinin durumdan yararlanarak ortaya çıkmalarına ve zaman zaman örgüt politikalarını belirleyen sağ kanadı kurmalarına neden olmuştur. Örgütün bundan sonraki tarihi adeta bir sağ kanat sol kanat çekişmesine dönüşmüş sonuçta bu çekişme örgütün sonunun gelmesine neden olmuştur.

6- Mürtzeg Programı Rus Çarlığı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından hazırlanmış olan ve Osmanlı devletinde gerek gayrimüslim halkın vatandaşlık haklarını gerekse Osmanlı devletinin güvenlik teşkilâtını yeniden yapılandırma amacını taşıyan bir metin. Avusturya’da bulunan Mürtzeg av köşkünde hazırlanmış olduğu için bu adla anılır.

7- Macdermott Mercia, For Freedom and Perfection, The Life of Yane Sandansky, Journeyman, London 1988. Sağ kanadın defalarca gerçekleştirdiği suikast girişimlerinden her seferinde kurtulmuş olan Sandanski daha sonra görüş değiştirmiş ve Bulgaristan politikalarının taraftarı ve uygulayıcısı olmuştur. Bulgaristan’a yerleşip devlet görevleri alan Sandanski, 1915 yılında yine siyasi muhaliflerinin düzenlediği bir suikast sonrası yaşama veda etti.

8- Aktaran Erdal Serkan age, Macdermott… age.

9- Hacısalihoğlu Mehmet, Jön Türkler ve Makedonya Sorunu, 2. Baskı, Tarih Vakfı, İstanbul 2020.

10- Fikret Adanır, Makedonya Sorunu, Tarih Vakfı, İstanbul 2001.

11- Adanır, age.

12- Aktaran Erdal Serkan, age.

13- Aktaran Erdal Serkan, age.

Muktedire meydan okuyan sanat (tiyatro)

“Özgür olamayışın ortasında
özgürlük benzeri
bir şeyi dile getirir sanat.”[1]

“Muktedirler sanattan korkar,”[2] saptaması; sonuna kadar haklıdır, doğrudur.

Hassas bir terazinin duruşuyla o, bembeyazdır. Doğal olarak kirletilmeye de açıktır; “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,/ birinciliği beyaza verdiler,” dizelerindeki üzere Özdemir Asaf’ın. Onun kirletilmesine izin vermemek, bir mücadeledir başlı başına.

Yerkürenin dört yanında kirlenmeyen renklere olan ihtiyaç büyürken, sanatın kirletilmesine izin vermeyen gücü= duruşu + davranışı insan(lık)ın yabancılaşmaya karşı verdiği mücadelenin ateş hattıdır da.

Kirletilemeyen sanat, muktedirlerin dayattığı tercihler arasında sıkışıp kalmazken; merak eder, sorgular, karşı çıkar, özgürlüğün sesi soluğu olur. Verili olan hoş karşılamasa da akıntıya karşı kürek çekip, kitleleri uyarır.

Kapitalist yıkımın yaşamı çürütmeye mahkûm ettiği tabloda, baştan ayağa kan ve irin kokan sermaye saldırganlığı her şeyi metalaştırıp pazara sürerken, “Hayır” diyen yani devletin, sermayenin sofrasından beslenmeyen sanat(çılar)a muhtacız.

Tıpkı “Sanat, iyi sanat, özel olanla evrensel olanı birleştirmeyi muhteşem bir şekilde başarır. Farklı olanı -yabancı olanı da diyebilirsiniz- evrensel olarak anlamamızı sağlar. Sanat, bunu başararak diller, coğrafi bölgeler, ülkeler arasındaki sınırları aşar. (…) Savaş hepimizin içinde derinlerde yatan şeye, özgün olana karşı verilen bir mücadeledir. Bu aynı zamanda sanata karşı, tüm sanatların derinliklerinde yatan şeye karşı bir savaştır. (…) Aslında çok basit: Savaş ve barış birbirine ne kadar zıtsa, savaş ve sanat da o kadar zıttır. Sanat barıştır,”[3] ifadesindeki üzere Jon Fosse’un…

* * * * *

Ancak “Sanat yasakları, psikolojik harp gibi”yken,[4] böylesi sanat(çı) özellikleri taşımak büyük bedeller ödemekle mümkündür.

“Feshane’deki ‘Ortadan Başlamak’ sergisine yapılan saldırıyı ‘saf vandalizm’ olarak tanımlayamazsınız. Vandalizm, münferit bir olaydır. Aksine hayatı doğrudan hedef alan örgütlü bir kötülükle karşı karşıyayız,”[5] diyen Rahmi Öndül haksız mı?

Veya İktidar ülkede dört bir koldan gericilik faaliyetlerini sürdürmeye devam ederken sanat ve sanatçılar hedef gösteriliyor. Önce konserleri, festivalleri yasaklatan, toplumsal yaşamı tehdit eden gericilerin hedefi Matild Manukyan’ı konu alan oyun oldu. Bundan 24 yıl önce hayatını kaybeden Manukyan’ın hayatından kesitler tiyatro sahnesine uyarlanırken oyun, günlerdir ilçede gericiler tarafından hedef alındı, iptal ettirildi. Manukyan’a hayat veren Bahar Hacıbektaşoğlu, “Oyunu izlemeden hedef gösterdiler,”[6] diyordu ve olan tam da buydu…

Ya da sanatın “Yerli ve Milli” kavramlarıyla ele alınmaya kalkışılması, bu yönde dayatmalardaki üzere… Sözgelimi tiyatroda yerli ve milli oyunlar konusunda, genel müdürler ağzından “Milli, manevi duyguları pekiştirmek için hümanist vatan milliyetçisi sanatçılar olarak vatan bütünlüğüne, birliğine katkıda bulunmak amacıyla sadece yerli oyunlarla sahnelerimizi açıyoruz” söylemleri hafızalarda yerini koruyor.

Bütün bu “yerli ve milli” söylemi halk arasında trajikomik yansımalara da dönüştü. Hatırlayalım; İstanbul Çekmeköy’de ağaçlar kesilirken, kesim ekibinin başı olan kişinin, kesilen ağaçların ‘Amerika’nın bir oyunu, 40 yıl yaşayabilen ağaçlar’ olduğunu, yeni dikilenlerin ise ‘yerli ve milli’ ağaçlar olması gerektiğini söylediği basına da yansımıştı.

Bilim gibi sanat da evrenseldir. Sanat tekçi olamaz. Doğaldır ki “yerli ve milli”ci bir anlayış da gelenekteki yerel olanın evrenselle olan bağının ayrılmaz bir birlik ve bütünlük oluşturduğunu göremeyecektir.

Goethe’nin şu sözleri bu konuda bize referans olabilir: “Milli sanat ve milli bilim yoktur, ikisi de tüm üstün ve yüksek değerler gibi, tüm dünyanın malıdır.”

Yerli, milli ya da herhangi bir adlandırmayla sanata yapılacak bir müdahale sanatı siyasetin dümen suyuna bırakma, onu siyasetin bir aracı hâline getirme anlamına gelir ki bu sanatı sanat olmaktan uzaklaştırır.[7]

Bun(lar)a bir de sanatın kâbusu “sansür”ü (ve “otosansür”ü) de eklemek gerek. Robert Bresson’un, “Sanat düşmanlığı aynı zamanda yeniye, öngörülemeyene düşmanlıktır,” uyarısı eşliğinde!

Sansür, totaliter rejimlerin “ifade özgürlüğü”nü hedef alan bir denetleme ve baskı zorbalığından başka nedir ki?

Sözünü etmeye gayret ettiğim soru(n)ların tümü muktedire meydan okuyan sanat(çı) ile aşılabilir; Maksim Gorki’nin, “Eğer ciddi bir şey yapacak gücünüz varsa, ucuz şeylere alışmayın. Daha çok çalışın, okuyun ve insanları gözleyin, sinirlenin. Ve sonra, sanatçı olmaya karar verirseniz gücünüzü sakınmayın!”; Jean-Luc Godard’ın, “Biz diyoruz ki sanat, devrimci sanattır. Sanat hareket hissidir ve hareket bir Yunan vazosunda bulunmaz. Belirli hareketler ancak belirli durumlar içerisinde var olurlar. Yani devrimci sanat uçsuz bucaksız bir mekândır; sadece tek bir biçimi yoktur, yüzlerce, binlerce biçimi vardır. Siyasi devrimin kendisi gibi, asla durmaz,” ifadelerindeki düşünce ve davranışla…

* * * * *

“Yasak(lar), baskı(lar), sansür(ler)”den nasibini alan sanat dallarından biri de tiyatrodur.

William Shakespeare’in, “Tiyatro; insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatıdır.” “Dünya büyük bir tiyatro sahnesi gibidir. Herkes bu sahnede rolünü oynar, rolü bitince de bu sahneyi sonsuza dek terk eder,” tanımıyla müsemma tiyatro için Müjdat Gezen, “İnsan psikolojisinin ve sosyolojisinin gelişimini sağlayan bir organdır” der. Yine Ona göre sanata, sanatçıya gelince: “Sanatçı, başkalarının tarifi üzerine sanat yapmaz”ken; “Sanat bir karşı çıkmadır.”[8]

Kolay mı?

Tiyatro her şeyden önce bir buluşmadır. Tiyatro seyircisi salona sadece seyretmek için değil, o oyuna katılmaya, onun gizli ya da açık bir parçası olmaya girer. Sahnedeki oyunculardan başka bir diğer oyuncu gibidir seyirci. Bu olağanüstü sessiz ve gizli işbirliğinin enerjisi aynı mekân içinde oldukça ancak sihire, büyüye dönüşür.

Theodoros Terzopoulos, “İnsanlara meta muamelesi yapıldığı günümüzün küreselleşmiş ortamında nefretin dilini deneyimliyoruz. Sürekli bir savunma ve saldırı hâlindeyiz. Kendimizi sürekli olarak ‘öteki’nden, ‘yabancı’dan, ‘farklı olan’dan koruyoruz. Onu ortadan kaldırmak, yaşamsal alanından yoksun bırakmak, yeryüzünden silmek istiyoruz!” vurgusuyla, verili hâli “barbarlık döngüsü” olarak tanımlayıp, “Tiyatro, XXI. yüzyılda şekillenen insanlık durumuna ilişkin kaygıları ifade etme potansiyeline sahip mi?”[9] sorusunu dillendirirken; belirtmeden geçmek ol(a)maz: Tiyatroda yeniyi arayan özgürleşme mücadelesi hiç sona ermez. Vsevolod Meyerhold, Bertolt Brecht bunun kanıtıdır.

Evet, evet tiyatro sürekli devinim ve yaratıcılık süreçlerinin toplamıdır.

Çünkü… Vasatlık, sıradanlık üzerine kurulu yapay seyirlik dünyasında; her tiyatro oyunu var oluş koşullarını, kendimizi, çevremizi, dünyayı sorgulamamıza yol açarak yüzümüze tutulan bir aynadır.

Belki bir “ayna” da değil, sahnesinde onunla yüzleştiğimiz bir dünyayı yaratır tiyatro; “Tiyatro hayatın aynası değildir. Ayna, aynısını aksettirir çünkü. Aynısını göstereni ben ne yapayım? Aynanın göstermediği şeyi ortaya koymaktır önemli olan. Tiyatro bunu yapar,” ifadesindeki üzere Haluk Bilginer’in…

* * * * *

Nâzım Hikmet’in, “İnsandan çok eşyaya benziyorlardı,” betimlemesindeki üzere “Günümüzde insanlar hiçbir şeye saygı göstermiyor. Eskiden erdem, onur, gerçek ve yasalardan oluşan bir dayanağımız vardı. Günümüz Amerikan yaşamında çürüme günden güne yayılıyor. Başka yasalara itaat edilmeyen yerde, çürüme tek yasa olur. Çürüme bu ülkenin altını oyuyor. Erdem, onur ve hukuk hayatımızdan buharlaşıp uçtu.”[10]

Tam da bunun için muktedire meydan okuyan sanat/ tiyatro umudun yaratılması için vazgeçilemezken; “Umut bir güvence biçimi değildir; bir enerji şeklidir ve çok karanlık koşullardaki enerjinin en güçlüsüdür… Dünya, ancak onu dönüştürme umudu var olduğu ama bu umudu gerçekleştirme olanağı bulunmadığı zaman katlanılmaz bir hâle gelir.”[11]

3 Mayıs 2024 20:36:42, İstanbul.

N O T L A R

[1] Theodor W. Adorno.

[2] Vecdi Sayar, “Muktedirler Sanattan Korkar”, Birgün, 9 Temmuz 2023, s.19.

[3] Jon Fosse, aktaran: Ayşe Emel Meci, “Dünya Bir Sahnedir”, Cumhuriyet, 1 Nisan 2024, s.11.

[4] Işıl Çalışkan, “Sanat Yasakları, Psikolojik Harp Gibi…”, BirGün Pazar, 20 Ağustos 2023, s.14.

[5] Rahmi Öğdül, “Örgütlü Kötülük”, Birgün, 14 Temmuz 2023, s.13.

[6] “Dinciler Oyunu İptal Ettirdi”, Birgün, 16 Şubat 2024, s.16.

[7] Hicri İzgören, “… ‘Yerli ve Milli’ Olmak”, Yeni Yaşam, 16 Kasım 2023, s.3.

[8] Müjdat Gezen, aktaran: Dikmen Gürün, “İnsan Biriktirmek”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2024, s.11.

[9] Theodoros Terzopoulos, aktaran: Dikmen Gürün, “Hâkikati Aramak…”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2023, s.10.

[10] Eduardo Galeano, Tepetaklak: Tersine Dünya, çev: Bülent Kale,Sel Yay., 2017.

[11] John Berger, O Ana Adanmış, çev: Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yay., 2007

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...