Ana Sayfa Blog Sayfa 142

“Başkanlık sisteminin hedefi ülkemizdeki sermaye diktatörlüğünü güçlendirmektir”

Adına son olarak “partili cumhurbaşkanlığı sistemi” denen yönetim şekliyle hedeflenen nedir?
Adına ne denirse densin bu sistemin esas hedefi ülkemizdeki sermaye diktatörlüğünü güçlendirmektir. AKP iktidar koltuğuna oturtulduğu günden bu yana bir misyonla hareket etmektedir. Bu misyon, ülkemiz emekçi halklarının tüm kazanımlarının gasp edildiği, emperyalizmle daha güçlü bağlara sahip, gericiliğin devlet ve toplum katında mümkün olan en güçlü mevzilere sahip olacağı bir sermaye diktatörlüğünün kurumsallaşması olarak özetlenebilir. Dün ‘başkanlık’, bugün ‘partili cumhurbaşkanlığı’ adıyla sunulan sistem esas olarak bu doğrultuda elde ettikleri kazanımları korumayı, kalıcılaştırmayı ve geliştirmeyi amaçlıyor.
Dolayısıyla tüm ayrıntıları bir yana bu düzenin esas olarak emekçi halkımızı teslim almayı ve sermaye diktatörlüğünü güçlendirmeyi amaçladığını en başa yazmak gerek. Diğer tüm hedefler, önemsiz olmamakla birlikte bu ana hedefi besleyen yan faktörlerdir.
Toplumsal mücadele güçlerinin bu sürece dair tutumu ne olmalıdır? Ortak bir mücadele hattı nasıl örülür?
Öncelikle tüm gücümüz ve enerjimizle bu gidişatı durdurmaya odaklanmamız gerektiğini söyleyerek başlayalım. Meselenin sadece sandık aritmetiği ile çözülmeyecek olduğu kesin olmakla birlikte, referandum sürecinde “Hayır” eksenli bir tutumun alınması ve bunun mümkün olduğu kadar büyütülmesi hepimizin ortak sorumluluğudur.
Önümüzde son derece dikkatli değerlendirilmesi gereken kısa bir süre var ve bu sürenin bütününün planlı, programlı bir biçimde değerlendirilmesi gerekiyor. Bize göre; ikisi referanduma kadar ve bir diğeri hemen referandum sonrası üç kısa döneme bölerek düşünmek mümkün. İlk aşama, AKP/Saray merkezli yalan makinelerinin hegomonyasını kırmaya odaklanacak bir faaliyet dönemi olarak düşünülebilir. Bu aşamada, bugüne kadar geniş anlamıyla bizim cephenin parçası olan, ancak umudunu yitirmiş kesimlerin canlandırılması gerek. En yakın adlandırma ile “Gezi güçleri”nin yeniden bu iktidarın yıkılabileceğine dair inançlarını, umutlarını tazelememiz gerekiyor. Bize göre, toplumun çok geniş kesimlerine yayılan, ancak iktidarın baskısı, şiddeti ve yalanları nedeniyle ileri çıkacak gücü kendinde bulamayan önemli bir potansiyele sahibiz. Bu büyük gücün seferber edilmesi, örgütlenmesi referandum sürecini kazanmanın ilk adımı olarak düşünülebilir.
Çok kısa bir süre sonra ise, bugüne kadar AKP’ye oy vermiş, belki 2010 referandumunda “Hayır” saflarında yer almamış, ancak geldiğimiz aşamada artık AKP’nin yarattığı Türkiye tablosundan rahatsızlık duyan tüm kesimleri “Hayır” faaliyetine kazanmayı amaçladığımız ikinci aşamaya geçmeliyiz. Çok açık ifade etmek isterim, “Hayır”cıların kendi kendilerine propaganda yaptıkları, kimin Hayır’ının daha güzel olduğunu tartıştıkları veya birbirlerinin Hayır’ını beğenmedikleri boş tartışmalara ihtiyacımız yok. Günün en devrimci görevlerinden birisi bugüne kadar AKP propagandasının etkisinde kalmış emekçileri, yoksulları bu boyunduruktan kurtarmaktan. Bu her zaman bugünkü kadar mümkün olmayabilir. Bugün ise nesnel koşullar bu açıdan son derece uygundur. Devrimcilerin buraya odaklanmasına gerektiği kanaatindeyiz.
Ortak mücadele ortak bir perspektifin ürünü olur. Referandum bağlamında mutlaka bir birlik yapılması gerektiği kanaatinde değiliz. Herkesin kendi bulunduğu noktadan, yetenekleri, yönelimleri ve olanakları ölçüsünde etkin bir faaliyet örgütlediği bir tablo zaten mücadelenin ortaklaştığı bir tablodur ve bu başlı başına önemlidir.
Bunun dışında devrimci güçlerin ortak yerel ve merkezi eylemler, etkinler örgütlemesi, karşılıklı olarak dayanışma içerisinde olunması ve rekabetçilikten kaçınması, çalışmaların koordineli biçimde yürümesini sağlayacak platformlar inşaa etmesi gerçek bir ortak mücadele zeminin oluşması açısından faydalı olacaktır.
Bugün bu yönelimi sekteye uğratacak tartışmalara boğulmak yerine, yukarıda özetlemeye çalıştığımız yaklaşımı gözeten bir noktadayız. Toplumsal çalışmalara yönelen faaliyetleri merkeze alan güçlerin biriktirdiklerini referandum sonrasına nasıl taşıyacağımızı tartışmak, gerçek toplumsal güçlere dayanan öznelerin ortak mücadelesi üzerine kafa yormak bize göre daha gerçekçi bir seçenek gibi duruyor.
Referandumdan çıkacak olası iki farklı sonuca göre, toplumsal mücadele güçleri ne yapmalı, nasıl konum almalı?
Bir noktanın altını özellikle çizmek isteriz. Bugün Türkiye’nin içinden geçtiği bu kanlı, karanlık ve kaotik dönemde, devrimcilerin mücadelenin en ön siperlerinde görev ve sorumluluk üstlenmesi bize göre geleceğe dair yürütülecek tüm tartışmaların ön şartıdır. Böylesi bir dönemde, inisiyatif almak için çaba bile harcamayan, örneğin kendini korumayı merkeze koyan taktiklerin tümüyle mahkum edilmesi gerekiyor. Ülke böylesi bir dönemden geçerken, mücadeleyi büyütmek için en azından arayış içinde olmayan güçlerin, başka bir dönemde herhangi bir biçimde halkın desteğini almasının, güçlü ve etkin örgütlülükler yaratmasının mümkün olmayacağını akıllardan çıkarmamak gerekir.
Bu söylediğimiz, örneğin referandum söz konusu olduğunda mümkün olan en etkin biçimde HAYIR çalışması yapmayı da kapsamaktadır. Devrimciler bu sürece; halkın en geniş güçlerinin kendi örgütlülüklerini geliştirme ve yeni örgütlenmeler inşa etme perspektifiyle yaklaşmalı.
Bu vesileyle önce “referandumda evet çıkarsa yandık, bittik’ türü yaklaşımlarla da aramıza mesafe koymamız gerektiğini vurgulayalım. Referandumda “Evet” çıkması kuşkusuz olumsuz bir durumdur, ancak en fazla bugün zaten içinde yaşadığımız bu baskıcı, karanlık dönemin biraz daha ağırlaşacağını unutmamak gerekir. Bu referandumun önemi “Hayır” çıktığında AKP/Saray rejimine karşı mücadelenin kuvvetlenecek olmasıdır.
Ancak her iki durumda da referandum sonrası, bugüne göre daha zor bir mücadele döneminin bizleri beklediği açık.
Tayyip Erdoğan’ın “Hayır” çıktığında şapkasını alıp gideceğini düşünen tek bir kişi bile sanırım yoktur. Arkamızda bir 7 Haziran deneyimi var, iktidarın sandıktan istediğini alamadığında neler yapabileceğini hep birlikte yaşayarak öğrenmiş durumdayız. Eğer bir kez daha aynı şeyleri yaşamaya razı olmayacaksak, çok daha güçlü ve çok daha örgütlü bir karşı koyuşu örgütlemek zorundayız.
Özetle, önce mümkün olan en büyük güçleri sandıkta “Hayır” oyu kullanmak konusunda örgütlemeli, referandum sürecindeki olası iktidar saldırılarına ve örneğin seçim-sandık hilelerinin önlenmesi gibi başlıklara karşı bir direnç yaratmalı, ancak en önemlisi hemen referandum sonrası için ayakları mahallemize, işyerimize, okullarımıza basan geniş halk örgütlenmelerimizi de hazırlamalıyız.
Türkiye büyük bir hesaplaşmaya gidiyor, devrimciler sadece kendilerinin, emekçilerin değil, bir bütün olarak ülkenin geleceğini belirleme olanağına sahipler. Tarihin bize sunduğu bu olanağı değerlendirmek üzere hamle yapmalıyız.

“Kazanma şansımız çok yüksek”

İktidarın yürüttüğü başkanlık sistemi tartışmalarının ardından son olarak adına “partili cumhurbaşkanlığı” denilen anayasa değişiklik önerisiyle hedeflenen nedir?
AKP, bunca zamandır siyasal islamcı bir rejim inşa ediyor. Bu rejimi inşa etmek konusunda bir hayli yol aldıkları görülüyor. Ama bütünüyle kurumsallaştıramadıkları ortada. Bu paketle, bu rejimi anayasal güvenceye kavuşturmak istiyorlar. O yüzden sistem mi değişiyor, rejim mi değişiyor tartışması söz konusu. AKP’nin düzenle bir sorunu olmadığı da açık. AKP, mevcut neoliberal kapitalist sömürü düzenini radikal bir biçimde derinleştiren ve yaygınlaştıran, bu noktada sermayeye kar üstüne kar sağlayan bir parti olma işlevini sürdürüyor.
Şimdi bu başkanlık sistemiyle siyasal islamcı rejimi kalıcılaştırmak istiyor, sistemi değiştiriyor. Rejim değişikliğinde de adım atmak istiyor. Zaten ortada fiili bir başkanlık rejimi var, fiili bir siyasal islamcı rejim inşa çabası da atbaşı paralel gidiyor. Bu yeni başlayan bir süreç değil. 2007’de Cumhurbaşkanlığına Gül’ün seçilmesiyle beraber daha da katmerleşerek büyüyen bir süreç de ortada. Ama bunu fiili yürütme şansları giderek daralıyor, azalıyor. Bu açıdan bunu anayasal güvenceye kavuşturmaları lazım. Aynı zamanda her şeyi fiili olarak sürdüremezsiniz. İşin özü bu.
Toplumsal mücadele güçlerinin bu sürece dair tutumu ne olmalı? Ortak mücadele hattı nasıl örülmeli?
Genelde şöyle bir yaklaşım tarzı çok faydalı olmaz daraltıcı olur, sözümüzü sınırlar; değişik kesimlerin yan yana gelip işte biz ‘hayır’ bloğu kurduk, ‘hayır’ cephesi kurduk deyip toplumun karşısına bir blok-cephe görüntüsüyle çıkması çok geliştirici olmaz. Yapılması gereken; herkesin bulunduğu yerden, dayandığı toplumsal ilişkilere yaslanarak, ‘hayır’ı çoğaltmasını sağlayan bir çalışmanın içine kendisini sevk etmesidir. Bütün enerjisini buna dönük sevketmeyi sağlamasıdır. Yani herkes kendi diliyle, tarzıyla, ilişkileriyle, kendini sınırlamadan, gidebileceği her yere ‘hayır’ı taşımalı, çoğaltmalı. Solun bütün kesimlerinin yapması gereken esasında budur.
Bunun yanısıra solun bir eşgüdümünün olması, bir koordinasyon zemininin olmasında fayda var. Bu bir cephe-blok kurmaktan ziyade bir eşgüdüm, koordinasyon, yani bulunduğumuz yerellerde mahallelerde işbölümü yapmaktır. Bazı yerellere bazı kesimlerin yoğunlaşmasını, bazı yerlere diğer kesimlerin yoğunlaşmasını sağlamak, birbirimizden haberdar olmak önemli. Çünkü yönelmemiz gereken çalışma tarzı, esasen birebir, yüzyüze, kapı kapı bir çalışma tarzı olmalıdır. İnsanların yüzlerine bakarak, ‘evet’in gerçekleşmesi halinde bizi neyin beklediğini anlatmak ve ‘hayır’ın bu açıdan öneminin altını çizmek, bu ancak bire bir temasla olur.
Bu ilişkinin taşınacağı yerler; solun olduğu yerler değil, esasen AKP ve MHP tabanının olduğu yerlere gidip onları da etkileyen bir dille durumu anlatmamız gerekir. Esasen avantajımız var, koşullar AKP ve Bahçeli koalisyonunun aleyhine gözüküyor. Onların demokrasi hikayesi bitti; dış politikada neo-Osmanlıcı hikayeleri, ekonomide deniz bitti. Tükettiler, cepten bitirdiler. Bir an önce hızlı, alelacele bir biçimde geçirme sebepleri, bu tablo daha da derinleşmeden referanduma gitmek, zaman geçtikçe koşullar aleyhlerine çalışıyor.
Kısa sürede ikinci bir referandum yaşayacağız. 2010’daki referandumda onların hegemonyası vardı. Bizim tarafın kafası karışıktı. Bizim tarafa oynadılar. Baya bir insana oynayıp referandumu geçirdiler. Şimdi onların kafası karışık, bu da bizim açımızdan avantaj. Doğal olarak onların kafa karışıklığı yaşadığı alana girip, kafaları aydınlatmak hepimiz açısından, Türkiye için, halklarımız ve insanlık için daha iyi sonuçlar üretebileceğimizi yalın, sade, açık bir biçimde anlatmamız gerekiyor. Çünkü bu referandumda kazanma şansımız çok yüksek. Eğer çok ciddi yanlış yapmazsak, çok kestiremediğimiz bir gelişme söz konusu olmazsa bu referandumu kazanırız.
Herkesin bulunduğu yerde ‘hayır’ çalışması yapmasına ve eşgüdüm, koordinasyon sağlanması gerekliliğine değindiniz. Bu koordinasyon nasıl sağlanır?
Merkezi düzeyde de olabilir, ki kuruluyor. Yerelde de hangi siyasi yapılar varsa, işbölümü sayesinde yerelde çalışan arkadaşlar da bunları kurabilir. Hepimiz birbirimizi biliyoruz. Nerede ne kadarsak orada oturup bir masanın etrafında çalışmalarımızın bilgisini verip, işbölümü yapmak… Burada ‘hayır’ı çoğaltmak önemli olduğu için ‘hayır’ın başarısı hepimizin başarısı. Bu manada bir eşgüdüm kurulabilir.
Referandumdan çıkacak olası iki farklı sonuca göre; toplumsal mücadele güçleri nasıl konum almalı?
‘Hayır’ çıktığında her şeyin güllük gülistanlık olacağı gibi bir durum yok. Bugünkü siyasal islamcı rejimin çok köklü toplumsal, ideolojik dayanakları var. Bunu yenmek uzun dönemli bir mücadeleyi gerektiriyor. AKP’yi referandumda yendiğimizde, işimiz bitmeyecek. AKP 7 Haziran’da gösterdi, yenilgiyi kabul eden bir hareket değil. Ama bize moral olacak, özgüven yaratacak, karşıda bir kırılma yaratacak. Mücadele başka bir düzleme geçecek.
Referandumu kaybedersek, bunlar daha fazla özgüvene sahip olup üzerimize daha fazla gelecek. Yaşama müdahaleler daha keskin olacak. Bizim de buna karşı, yaşam alanlarımızı, yaşam tarzlarımızı, fikirlerimizi, dünyamızı, korumak için savunma ve direnme zeminlerimizi çoğaltmamız gerekecek.
Kaçarak mücadele etmeyeceğimize göre, kendimizi savunan, büyüten süreçleri örgütleyeceğiz. Bu açıdan biraz daha zor koşullarda mücadelemiz devam edecek ama, başkanlık rejimiyle Türkiye’nin barış, güven, istikrar, aş, iş meselesi hallolmayacak.
7 Haziran’dan sonra propagandalarını “huzur ve güven için” şeklinde yaptılar, iktidar oldular. Öncesini bir kenara koyalım, 1 Kasım’dan sonra ülkemizin yaşadığı siyasal tablo ortada. Doğal olarak, başkanlık meselesiyle bir insan iradesine teslim olan Türkiye’de istikrar, barış güven, aş iş beklemek doğru değil. Daha kırılgan, krizi derinleşen bir Türkiye oluşacak. Krizi derinleştiren bir anlayış egemen olacak.
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Bunun kat kat mislini yapacaklar. Yasama, yürütme ve yargının tek bir kişide toplanmasının literatürdeki adı faşizmdir. Anayasal bir dikta rejimiyle ilerleyecek bir durum oluşturacak.

“Anayasa değişikliği; bir şahsın devlete el koymasının resmi belgesi niteliğinde”

Adına son olarak “partili cumhurbaşkanlığı sistemi” denen yönetim şekliyle hedeflenen nedir?
Bu sistemin daha önce örneğinin yaşanmadığını söyleyebiliriz, başkanlık bile değil, diktatörlük inşa ediliyor. Meclisten geçen 18 maddelik anayasa değişikliği ile birlikte oluşan anayasa taslağının anayasal hiçbir özelliği yok. Tasarı, bir şahsın devlete el koymasının resmi belgesi niteliğinde. Bütün devlet kurumlarının hiçleştirildiği, işlevleri son derece sınırlı olan yasama, yürütme ve yargının iyice işlevsizleştirildiği bir rejim inşa ediliyor. Neden?
Birincisi, Erdoğan iktidarı daha önce oldukça yüklü miktarda işlediği suçların bedelinin ağır olduğunun farkında. Suriye savaşında işlenen savaş suçları, bu savaşa bağlı olarak ülkemizde de palazlandırılan katliamcı çetelerin işlediği suçlar; Suruç, 10 Ekim ve diğer birçok katliamda iktidarın herkesçe malum olan sorumlulukları, Gezi ayaklanmasında işlenen cinayetler, 7 Haziran’dan sonra devreye sokulan şiddet ortamı, Cizre ve Sur başta olmak üzere Kürt illerinde yapılan katliamlar ve daha niceleri…
Bunca suçu işlemiş bir siyasal iktidarın, Türkiye Cumhuriyeti’nin totaliter-despotik rejiminin daracık sınırlarına bile tahammülü olmayacağı çok açık. Erdoğan ve çetesinin olası bir yargılanma durumu karşısında kendilerini garanti altına almak istedikleri açık. OHAL dönemindeki mutlak iktidar, KHK yetkisi kalıcılaştırılmak isteniyor.
Öte yandan Erdoğan’ı kuşatan çok fazla kriz dinamiği var. Bunların kimisi sistem içi dinamikler, ama önemli bir kısmı sistem dışı dinamikler. Kürtler, Aleviler, Gezi güçleri, kadınlar vs. bu dinamiklerin sistem ile olan çelişkileri Erdoğan döneminde iyice keskinleşti. Bunda yukarıda saydığımız suçların da etkisi var. Bu tablo içerisinde Erdoğan elinin altından kayıp gitmekte olan iktidarı, kontrol gücünü yeniden eline almak istiyor.
Erdoğan’ı çevreleyen bir düzen içi kriz de söz konusu. O da devlet krizi. Özellikle 2007’den itibaren başlatılan devlet içi operasyonlar halen bir nihayete erdirilemedi. Devletin paylaşılmasına dair yaşadıkları sorun ortada duruyor. Buna 15 Temmuz darbesi de eklendi. Devletin zirvesinde Ergenekoncusundan İslamcısına, Ülkücüsünden Cemaatçisine birçok güç pusuda bekliyor ve olası bir boşluğu kapma yarışı veriyor. Erdoğan devletin tüm organlarını elinde bulundurarak bütün rakiplerini de etkisiz hale getirmek istiyor.
Başkanlıkla hedeflenen şey, yalnızca bu saydığımız krizleri ötelemek değil elbette. Erdoğan iktidarı boyunca şahit olduğumuz birçok toplumsal olay yaşadık. Bu olaylarda karşımıza belli tipolojiler çıktı. Palalı saldırganlar, silahlandırılmış paramiliter güçler, parkta spor yapan kadına saldıranlar, mini etek giydiği için bir kadına otobüste tekme atanlar, HDP binalarına saldıranlar, buraları yakıp yıkanlar, eylemlerde Alevileri açıkça tehdit eden, ne olduğunu iyi bildiğimiz “dernekler ve sivil toplum kuruluşları!”, cem törenlerini basarak Alevileri İslam’a davet edenler!, üniversitelerde öğrencilere saldıran çeteler vb. bütün bunların toplamı aslında Erdoğanizm’dir.
Erdoğanizm, toplumda kendisine karşı oluşan demokratik ve çoğu zaman sistem dışına çıkma eğilimi barındıran dokuları daha doğmadan boğmaya çalışıyor. Bunu toplum içerisinden seçilmiş, faşistleştirilmiş kişi ve çetelerle yapıyor. Başkanlık bütün bu mekanizmaların toplamının kurumsallaştırılmasıdır. Ve eğer mümkünse yaygınlaştırılmasıdır.
Toplumsal mücadele güçlerinin bu sürece dair tutumu ne olmalıdır? Ortak bir mücadele hattı nasıl örülür?
Öncelikle önümüze konan sandığın, gerçekleştirilecek olan referandumun hiçbir meşruiyetinin olmadığını her zaman, her yerde vurgulamak gerekir. Dizayn edilen siyasal-toplumsal ortam ne 7 Haziran seçimleri öncesine ne de 2010 referandumu öncesine benzememektedir. Burada bir dayatma söz konusudur ve referanduma gidilirken toplumsal mücadele güçlerinin ve solun bunları göz önünde bulundurması gerekir. Her an her şeyin yaşanabileceği bir politik atmosfer söz konusu. “Adil seçim ortamı” zaten daha önce de hiç olmadı, şimdi daha da imkânsız.
Ortada hepimizi dehşete düşüren bir tablo olsa da, soğukkanlı olmak en önemli görevlerden birisidir. Bir kere Erdoğan rejimi özellikle medya gücünü kullanarak güçlü bir görüntü veriyor, ama bunun ne kadar gerçek olduğu tartışmalı. Öte yandan kaotik ortamlar korku yaysa da, devrimci olanaklar barındırır. Hepimizin gözü önünde bir devlet krizi yaşanıyor. Ve nihayete erdirilemiyor.
Öte yandan rejimin kriz dinamikleri büyük bir hareketlilik halinde. Bu hareketliliklerin bir kaynama noktası olduğunun bilincinde olmamız gerekir. Her an her şeyin altüst olduğu bir toplumsal patlama yaşayabiliriz. Toplumun tüm hücrelerinin nabzını yoklayan, buralarda konumlanan, kaba ajitasyona kaçmayan, devrimci mücadeleyi güncel politik ortamın içerisinden çıkaran bir yönelimde olmak gerekir.
Metal işçilerinin OHAL koşullarında başlattıkları mücadele, kadınların yine OHAL’e rağmen tecavüz yasasını püskürtmeleri, Alevilerin, Kürtlerin tehdit altında geliştirdikleri hareketlilik gibi yaşanmışlıklar sisteme karşı birikmekte olan bir öfkenin varlığına işaret. Bu kesimlerin yanı sıra, yoksul Müslüman halkı kapsama konusunda kapasiteler kazanan bir tutum gerçekleştirmek zorundayız. Büyük kentlerdeki yoksul Kürt-Alevi mahalleleriyle sınırlı bir çalışmanın yetmeyeceği çok açık. Şimdi önümüzde şimdiye dek denemediğimiz bir şeyi deneme fırsatı buluyoruz. Bunu değerlendirmemiz gerekir.
Ortak mücadele hattı konusunda, asgari demokratik talepler konusunda bile örgütlenmiş mekanizmalara ihtiyaç var. Demokrasi için Birlik gibi oluşumlara hayat vermek gerekiyor. Bunu yaparken kimi pratik deneyimleri kullanmak en iyisi. Ortaklaştırılmış hayır kampanyaları, yerel meclisler vs. gibi.
Sosyalist sol açısından da yan yana gelişin yalnızca referandum gündemiyle olmaması gerektiği çok açık. Referandum bugün önemli bir gündem olsa da, referandum sonrasındaki görevler bizleri bekliyor. İşçi sınıfı mücadelesi başta olmak üzere, tüm antikapitalist dinamikler kalıcı örgütlenmelere ihtiyaç duyuyor. Bunu başarmak bir varlık yokluk sorunu.
Referandumdan çıkacak olası iki farklı sonuca göre, toplumsal mücadele güçleri ne yapmalı, nasıl konum almalı?
“Evet” çıksa da, “Hayır” çıksa da krizler olduğu gibi duracak. Hatta bu krizlerin derinleşmesini bekleyebiliriz. Gezi’de sıkça yapılan “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” vurgusunun hayatın her alanında doğrulandığını görüyoruz. Bu koşullar altında, sandık matematiği ile sınırlı bir çalışmanın yetmeyeceği, toplumsal gerçekliğin bizlerden çok daha fazlasını beklediği çok açık.
“Hayır” çıkması durumunda yukarıda işlerin daha da karışacağı açık. Bu, rejimin krizlerini de, devletin krizini de derinleştirecektir. Ancak olası bir “Hayır” sonucu tek başına hiçbir şeyin çözümü değildir. 7 Haziran sonrası düşülen hataya, “erken zafer havasına” tekrar düşülmemesi gerekir. “Hayır” çıkarsa Erdoğan gelip elimizi sıkmayacak ve bizi tebrik etmeyecek. Yine birtakım planları devreye sokacaktır.
İkincisi, olası bir “hayır”, sistemin kendisini restore etmesi için bir fırsata dönüşecektir. Hemen göz boyamalık bir planı devreye sokmak isteyecekler. Burada halk güçlerinin çok uyanık olması ve çok hızlı konumlanması gerekiyor. Oylama bize bir kapı açar, ama içeri girmek başka çabalar gerektirir. Halk inisiyatiflerinin güçlendirildiği bir ortamın olmaması 7 Haziran sonrası bize kaybettirdi. Şimdi aynı hataya düşmemek gerekir.
“Evet” çıktığını farz edelim. Bu evet, Cizre’de, Sur’da, Silopi’de, Şırnak’ta, Hakkari’de, Defne’de, Samandağ’da belki de yüzde doksanlara varan “hayır” ile, İzmir, Antalya, Mersin, Adana, İstanbul, Eskişehir gibi illerin kimi bölgelerinde de çok yüksek bir oranda yine “hayır” oyları ve son olarak önemli bir yoksul Müslüman kesimin de “hayır” oyları ile geçmiş bir “evet” olacaktır. Bunun rejim açısından ve burada yaşayan kesimler açısından anlamlarını iyi analiz etmemiz gerekir.
Bu, yeni rejimin bütün bu kesimlerin dışında yükseleceği anlamına gelir. Yani olası bir “Evet” ile temsiliyeti ve kontrol gücü oldukça sıkıntılı bir rejim ortaya çıkacaktır. Bu “Evet”in nelere derman olabileceği şüpheli. Bu yüzden böyle bir durumda moralsizliği hemen bir kenara koymak ve yeni döneme göre konumlanmak gerekiyor.

“Merkezî bir çözüm odağı olmaktan geri adım atmamalıyız”

İktidarın yürüttüğü başkanlık sistemi tartışmalarının ardından son olarak adına “partili cumhurbaşkanlığı” denilen anayasa değişiklik önerisiyle hedeflenen nedir?
Başkanlık sistemiyle AKP-Saray’ın ülkeyi Erdoğan’ın emrine amade etmek, rejimin ortaçağ aklına kadar geriletilerek var olan özgürlüklerin ve hakların ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle inançlı kesimler de dahil olmak üzere laiklik düşmanı sözlerle saldırıyorlar. Kadın düşmanı açıklamaları kadın cinayetlerinin artmasına neden oluyor.
Cemaat yurtlarında çocuk istismarları hortluyor. Eğitimi her gün akıldan ve bilimden uzaklaştırıyorlar, evrim teorisini müfredattan çıkarıyorlar.
Karşımızda duran bir anayasa değişikliği değil islamcı milliyetçi bir “tek adam rejimi” ne geçiştir. Meclisin yasama ve denetleme yetkisi ortadan kaldırılıp başkan ilan edilecek şahsa teslim ediliyor. Hesap sorulacak bakanlar ve hükümet ortadan kaldırılıyor. Gidip “tek adam” dan halk nasıl hesap soracak? Bugün Erdoğan’a hakaretten pek çok insan cezevinde.
Dünyadan örneklere bakılıyor, başkanlık sisteminin ülkeleri geriye götürdüğü bir gerçek ama gericilikte bu ucube önerinin eşi ve benzeri yok.
AKP’liler de bu öneriyi savunamaz durumdalar, kendini hep ‘hayır rejim değişikliği yapmıyoruz, yöntem değişikliği yapıyoruz’ diye savunma çabasındalar. Ilk dört maddenin umurlarında olmadıklarını açık ettiklerinde MHP ile olan işbirliğinin hiç de garanti olmadığı ortaya çıkıyor. MHP’nin oyuna güvenmeyen Devlet Bahçeli “benim bir evet oyum var” diyerek örgütün tavrını ifade edemediğini ortaya koydu.
Toplumsal mücadele güçlerinin bu sürece dair tutumu ne olmalı? Ortak mücadele hattı nasıl örülmeli?
Türkiye’deki sol ve sosyalist güçler olarak dersimizi biraz geriden alarak çalışırsak daha sağlıklı sonuçlar alabiliriz. Yakın geçmişimizde önemli deneyimler var. Gezi deneyimi var. 7 Haziran deneyimi var.
7 Haziran’daki tartışmalarda siyasetin uzağına düşen, kendini yerellere veya soyut söyleme kapatan sol, toplumun genel algısının ve seçimin uzağına düşen bir muhalefet anlayışını mahkum etmek zorundayız. Sol bugün olacakları “fark etmez” diyerek karşıladı. 7 Haziran’ın gereğince üzerine eğilmedi. Bu süreçte HDP’nin çok önemli ve doğru bir sınav verdiğini ifade etmek lazım.
HDP, cumhurbaşkanlığı seçiminden başlayarak, Türkiye’de sadece bölgede siyaset yürütmeyi bir kenara bırakarak, çözüm sürecinin de çok önemli getirisiyle birlikte, Türkiye’nin geleceğini belirlemek üzere ‘ben Cumhurbaşkanı adayı belirliyorum’ dedi. Nerdeyse yüzde 10 oranla çok önemli bir sonuç elde etti. Bu sonuçla 7 Haziran’a ilerledi.
Bugün çok kristalize olarak karşımıza çıkan başkanlığa, daha o günlerde, ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ diyerek çok açık olarak karşı çıktı. Bu söz demek ki, muhalefet yapma biçimi olarak doğru bir sözdü, doğru yere temas etti ve doğru bir biçimde yapıldı. Bir parti olarak yapıldı, seçime yönelerek yapıldı. Merkezi iktidarı hedefine koyarak yapıldı ve merkezi iktidara karşı herkesi davet ederek demokratik bir tarzda yapıldı. Toplumla buluşmanın en geniş yöntemi bulunmaya çalışılarak yapıldı. Başarı sağladık. TİP’ten sonra en önemli seçim başarımızdı.
Fakat bunu göremediğimiz gibi, sonrasında da doğru bir okuma yapılmadı. 7 Haziran’ın ardından AKP siyasi bir darbe yaptı. Koca bir seçim sürecini yok sayarak, Türkiye’nin karanlık sürecine imza atmaya o günlerden başladı. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a varan süreçte Kürt sorununda şiddet tam anlamıyla AKP’nin istediği biçimiyle yer buldu. Oysa 5 Haziran’da patlayan bombalara karşı olan aklı selim tutum devam etseydi 7 Haziran başarısı katlanarak devam edecekti. Toplum, kararını 1 Kasım’da AKP’den yana kullanmış oldu.
Bu okumayı yapabilirsek siyasetimizi, mücadelemizi nasıl kurmalıyız kısmına daha açık olgularla karar verebiliriz. Bunu yapsaydık, belki de bugün başka bir güçle sahneye çıkıyor olacaktık.
AKP, 1 Kasım’dan sonra şiddeti artırarak şehirleri yerle bir ederek ve yanına MHP’yi alarak tam bir kutuplaştırma yarattı. CHP dokunulmazlığın kaldırılmasına, Ortadoğu’da savaşa girilmesine “hayır” diyemedi. Hayır’ı bugünlere kadar erteledi. Tam olarak AKP’nin istikra getirmediği anlaşıldığında 15 Temmuz oldu bu yüzden de ‘Allah’ın lütfu’ diyerek toplumsal muhalefete ağır düzeyde bir saldırı başladı. Cizre’den başlayıp Cumhuriyet gazetesine kadar uzanarak.
Bu süreçte dahi, bu gidişata müdahale edebilirdik. HDP’ye karşı yapılan dokunulmazlık oylamasında bu tutumu takınsaydık, belki de başka bir şekilde ve güçte ilerleyecektik. Belki de CHP’ye bu okumayı yaparak yöneliyor olsaydık, tüm bu aşamalarda gerçek muhalefet rengini buluyor olurdu. Muhalefet bir kez daha sınavı veremedi, bu sefer onu kurtaracak bir HDP siyaseti de kalmamıştı. Kutuplaştırılan, korku salınan, baskı altındaki ortamda HDP geri plana düştü. HDP de dokunulmazlık konusunda hızlı ve açık bir tutum sergileyemedi.
AKP-Saray bu noktada içerde ve bilfiil Suriye politikasında savaş politikası izleyerek Türkiye’yi başkanlığa mecbur bırakmak istedi. MHP’yle kenetlenerek bu politikayı yürüttü. Suriyede de aslında orduyu da işin içine katacak tarzda Ortadoğu batağına girmek konusunda hiçbir şekilde tereddüt etmedi. Çünkü, toplumun gözünün açılacağından çekindi.
Tüm bu süreçlerden AKP gerileyerek çıktı. Bir kere AKP bir bütündü cemaatle, ama ölümüne bir ayrışma yaşadılar. Buna benzer bir şekilde başbakanı, içişleri bakanını tasfiye etti. Yekpare bir durumu kalmadı.
Muhalefet olarak hayır kampanyası yürütürken, AKP’nin Suriye politikasındaki yenilgisini anlatmalıyız. ‘Yenildik, baştan sona biz hata yaptık’ dediler. Demek ki AKP’nin cürmü buymuş. Irak başbakanına kabadayılık yaptı, Rus uçağını düşürdü, dedi ki ‘evet onu ben düşürdüm’. Sonra Putin’le ayrı bir şekilde bir araya geldi. Esed dedikleri, Esad haline geldi.
Bizzat Rus Büyükelçisini sırtından polis teşkilatından biri vurdu. Bu aslında AKP’nin nasıl bir handikap içinde olduğunu çok açık gösteriyor. Bu sefer Rusya “allahın lütfu” dedi ve AKP’yi dış siyaset açısından kendi istediği biçimde eğip bükmeye başladı
Bunların hepsi şu sonucu çıkarmamızı sağlamalı. AKP, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a geçen süreçte topluma sözümona istikrarı işaret ederek iktidar haline gelmiş olabilir. Ama şu bir gerçek ki toplum, bir alternatif gördüğünde, diyor ki ‘ben bunun yanındayım’. Unutmayalım, bu saatten sonra AKP’nin istikrarı fasa fisodur.
Şu anda eğer işsizlik resmi verilere göre yüzde 11 küsur ise, daha yüksek olduğunu biliyoruz, bunun iki katını düşünmeliyiz. Dolar toplumun canını yakar tarzda bu noktaya geliyorsa, demek ki istikrar fasa fiso. Halk başkanlığı değilse bile bunu çok iyi biliyor. AKP referendum süresince istikrar diye bir şey anlatamayacak.
Bu yenilmez yıkılmaz ilan edilen tek adamlığın dediği bir şeyi yerine getiremediğini çok açık ortaya koyuyor.
Muhalefetin başta CHP ve HDP’nin içinde yer aldığı demokratik bir işleyişle yürüyen başkanlığa hayırı örgütlü yürütmenin önemli bir zemini olan “Demokrasi İçin Birlik” önemlidir. Biz parti olarak en aktif şekilde içerisinde yer alıyoruz. Fakat biliyoruz ki çok daha geniş katılımla bir “Hayır” cephesi örgütlenebilir. AKP ve MHP tabanına seslenir sözlerle her saniyeyi her yeri kuşatmalıyız.
Referandumdan çıkacak olası iki farklı sonuca göre; toplumsal mücadele güçleri nasıl konum almalı?
Hayır çıkarsa ki veriler ve öngörüler bunu işaret ediyor. Hedef ve inancımızı küçültmenin hiç bir manası yoktur. 7 Haziran’daki gibi rejimin değişmesini engellemiş olacağız, meclise ve seçilmiş vekillere dokundurtmayacağız. Buradan sora muhalefet gerçek bir alternatif olduğunu, ülke geleceğinin teslim edilebileceğini açık anlaşılır bir şekilde ortaya koymalıdır. Vazgeçmesinin zor olacağı AKP-Saray ile mücadele tam manasıyla bitene kadar devam etmelidir edecektir de.
En geniş birlik zeminine mecbur olduğumuz bu süreçleri en demokratik anlayışla yapmalıyız. Sol bu sürecin başat unsuru olduğunu unutmamalı hep dipdiri hep kucaklayan tarzda yürümelidir.
Siyasetsizlik alaşağı edilmeli. Merkezi siyasetin çözüm odağı olabileceğimi ortaya koymalıyız.
Evet çıktığı durumda da en geniş birlik zemini mutlaka korunmalıdır, toplum bir yol ayrımını en güçlü şekilde ortaya koyacaktır. Bu kaynamanın elbette patlama noktası olacaktır. Evet çıktığı durumda da, her ne olursa olsun, hayır kampanyasını canla başla yürütenler iyi bir karneyle çıkmış olacaktır. Yarattığı dinamik ve örgütlülükle bundan sonra Türkiye’nin sürükleneceği tehlikeye karşı nasıl mücadele edileceği, nasıl durdurulacağı konusunda bir yol illa ki bulunacaktır.
“Ayak takımının” elindeki çareler ne kadar zorda kalırsa kalsın hiç bir zaman tükenmedi yine tükenmeyecek. Zulme karşı hıncımızın volkan olduğunu dost düşman görecek.
En kucaklayıcı, en anlaşılır “HAYIR” ları dağa taşa yazmaktan ve anlatmaktan bir saniye geri durmayalım.

“Azınlık değiliz, ülkenin gerçek sahipleriyiz, kazanabiliriz”

İktidarın yürüttüğü başkanlık sistemi tartışmalarının ardından son olarak adına “partili cumhurbaşkanlığı” denilen anayasa değişiklik önerisiyle hedeflenen nedir?
Şimdi aslında buna dair çeşitli nüans farklılıklarıyla yürüyen tartışmalar var. Bir kısım görüşe göre bu, sistemin doğrudan bir ihtiyacı; bir kısım görüşe göre ise, Tayyip Erdoğan’ın ihtiyacı. İki tartışma da birbirinden uzak olmayabilir. İkisinde de gerçeklik payı olabilir ama bugün, fiilen sürdürülen antidemokratik rejimin anayasal güvence altına alınması, varolan iktidarın sürebilmesi önemli bir kısım.
Çünkü 15 yıldır AKP iktidarı çok ciddi sorunları büyüttü. Türkiye’nin zaten kronikleşmiş sorunları vardı: Kürt sorunu, işsizlik vs. AKP’nin atttığı her adım bu sorunların kronikleşmesine yol açtı. Bu siyaset arkasında bir sürü suçu da biriktirdi. Her alanda işçi cinayetlerinden tutun da yolsuzluklara kadar; Ortadoğu politikası ve içerde yürütülen baskı ve şiddetin oluşturduğu anayasal ve uluslararası suçlar… Bu suçların bir vadede varolan iktidarın karşısına çıkmaması için iktidarın devamı gerekiyor. Bu açıdan da kritik olduğunu düşünüyoruz.
Toplumsal mücadele güçlerinin bu sürece dair tutumu ne olmalı? Ortak mücadele hattı nasıl örülmeli?
Bu süreci 15 Temmuz ve 7 Haziran sürecinden bağımsız ele almamak gerekir. 7 Haziran’da AKP uzun yılların ardından ciddi bir yenilgi aldı. Bu yenilgiyi oluşturan nesnel zeminde aslında yıllarca süren direnişin üzerine yükselen Gezi İsyanı, hemen arkasından da gerçekleşen AKP’nin aldığı yenilgi ve tek başına iktidardan uzaklaşması… Hepsinden önemlisi de bunları sağlayan yüzde 13’le HDP’nin sağladığı başarı. Biliyorsunuz, bunu bir çok demokrasi gücü, sol-sosyalist güç de destekledi. Sadece HDP’den ibaret bir başarı da sayılmadı o yüzden. Bu, AKP iktidarı ve rejim açısından ciddi bir tehdit içeriyordu.
Sonrasında ülkemiz yeni bir kriz sürecine sokuldu. Bunun nasıl yaşandığını biliyoruz. Suruç, Ankara katliamları ve arkasından süren saldırı süreci… AKP iktidarı karşısındakilere saldırarak; arkasında birikecek potansiyeli de korkutarak, 1 Kasım’da tekrar iktidar oldu. Bu sürecin hemen ardından iktidarın kendi iç krizleri ve ülkenin diğer problemleri sürekli kronikleşen biçimde artarak devam etti.
Sonra bu süreç; iktidarın kendi iç krizi ve halk hareketiyle de tetiklenen iç kriz, 15 Temmuz’da iktidar arası bir çatışmada kendisini göstermiş oldu. Bu, 15 Temmuz darbe girişimiydi. Darbe tartışmaları ülkede sürerken, aslında çok beklenmeyen bir yerden, ordu içindeki ulusalcı kanattan beklenen darbe tartışmaları vardı ama aksine bizzat cemaatin inisiyatifinde bir darbe girişimi gerçekleşmiş oldu. O günden bu güne, aslında AKP iktidarı ve Erdoğan başkanlık lafını ağzına aldığından beri, bu süreci yaşıyoruz. Bu, 7 Haziran’dan bugüne aslında sürüyor.
Şimdi aslında bizim 15 Temmuz’un hemen ardından önerip tartıştığımız şey de şuydu: Eğer bu ülkede egemen, çatışan sınıfların dışında gerçekten sol-sosyalist güçlerin bir araya gelip bir odak noktası, bir direniş zemini, adını ne koyarsanız koyun, en nihayetinde toplumun gözünü çevirebileceği, sözüne itimat edebileceği ve arkasından gidebileceği, bir şey oluşturabilirdi. Biz bunu sağlamaya çalıştık. Ama bu çok başarılı olamadı. Sonrasında 20 Kasım’da Kartal’da yapılan miting acaba mı sorusunu açığa çıkardı. Ondan sonra da çeşitli girişimlerde bulunduk ama bunlar da başarılı olamadı.
Şimdi referandum sürecinde ne yapılabilir sorusunun cevabına ilişkin ise; artık referandum en fazla iki, iki buçuk aylık süreci kapsıyor. Şu süre zarfında solcular nasıl bir araya gelsin, nasıl birlikte hareket etsin gibi tartışmaları çok ayrıntılı yürütme şansımız yok. Bugünden baktığımızda o sandıklardan hayır çıkması için bir mücadele stratejisi ortaya koymak zorundayız. Bu, tabi Türkiye’de mücadele eden sosyalist güçlerin paralel mücadele etmesine engel değil. Aslında bunu bugün de yapmaya çalışıyoruz.
Demokrasi için Birlik zemini, bizim için de, bir çok yapı için de değerlendirilmek istenen bir zemin. Diğer taraftan bulunduğumuz bir çok yerelde, birçok sol-sosyalist güçle benzer şeyler yaparak, bazen yan yana yaparak süreci devam ettirmeye çalışıyoruz. Biz bu süreçte sadece birlik zeminini şöyle görmüyoruz: bir isim bulalım ve onun altında hepimiz birleşelimden ziyade benzer şeyleri yaparak, zaman zaman yan yana gelerek zaman zaman ayrı olabiliriz. Sonuçta hepimizin aynı anda bulunamadığı yerler de vardır. Biz bu yönde kendi adımıza bu şekilde hareket eden her türlü çabayı kendi arkadaşlarımızın örgütlediği bir mücadeleymiş gibi görürüz ve böyle değerlendirir böyle bakarız.
Referandumdan çıkacak olası iki farklı sonuca göre; toplumsal mücadele güçleri nasıl konum almalı?
İki sonuçta da iktidarın atacağı adım orada kalmak yönünde olacaktır. Bunu en iyi 7 Haziran’da gördük. Bu açıdan 7 Haziran süreci özeleştirel bir süreçtir.
Hayır’ın gerçekçi bir ihtimal olduğunu düşünüyoruz ve bunu bizim tarafta olanlara iyi anlatmak gerekir. Hayır oyu verecek olanlar bile umutsuz davranabiliyor. Ben hayır vereceğim ama sandıktan evet çıkacak diyor. Bunu bir değiştirmemiz lazım. ‘Azınlık değiliz, bu ülkenin gerçek sahipleriyiz.’ duygusunu, bu gerçek olan durumu anlatmamız lazım.
Sandıktan evet çıktığında, zaten var olan sistemin anayasal güvenceyle devamını göreceğiz. Ama yine bitmeyecek; ne Türkiyenin problemleri bitecek ne de Ortadoğu ve ülke içinde yaşanan problemler bitecek, mücadele de bitmeyecek. Biz hiçbir mücadele sürecine köprüden önce son çıkış olarak bakmıyoruz. Diğer yönden hayır çıktığında yine iktidar bundan vazgeçmeyecek ve dönecek bunu başka bir şekilde tesis etmeye çalışacak.
İşte bizim referandum sürecinde yapacağımız işler bu açıdan kritik. Gerçekten oluşturduğumuz zeminler, meclisler, komiteler, aynı zamanda önümüzdeki dönemin mücadelesi açısından kritik öneme sahip olacaklar.
Taktik olarak sandıktan hayır çıkartmaya dönük olarak her türlü mücadeleyi vereceğiz. Öbür yandan halkın örgütlenebildiği demokratik zeminleri kuracağız. Kurmamız gerekiyor. Bunu da bize özgü değil, genel sol adına söylüyorum. Bu açıdan her çaba, ortak bir tutumdur bizim açımızdan.

“Hayır diyenlerin daha örgütlü hâle gelmesi hedeflenmeli”

Adına son olarak, “partili cumhurbaşkanlığı sistemi” denen yönetim şekliyle hedeflenen nedir?
“Partili cumhurbaşkanlığı sistemi”ni, Gezi direnişi, gelişen toplumsal mücadele ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin birlikte özgür, demokratik, barış içinde bir ülke isteminin sonucu olarak 7 Haziran 2015’te açığa çıkarttığı halkın iradesine karşı devlet tarafından bugüne kadar yürütülen saldırının bir parçası olarak görmek mümkündür. Devlet 7 Haziran’dan bu yana her fırsatta saldırmış, halkın iradesini teslim almaya çalışmış, başaramayınca ülkeyi kan gölüne çevirmiştir.
Partili cumhurbaşkanlığı sistemi ile bugün fiili olarak uygulanan durum “yasal” hale getirilmek istenmektedir. Bugünkü duruma halk nezdinde meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır. Devlet Bahçeli de bunu açıklamıştır.
Öte yandan fiili durumun yasal hale getirilmesi önemsiz olarak da algılanmamalıdır. Eğer önemsiz olsaydı bu kadar aceleyle bu sistemin getirilmeye çalışılmasına gerek duyulmazdı. Bu durum bize; halkların, ezilenlerin özgür, demokratik, barış içinde yaşam istemlerinin ifade edilebileceği herhangi bir kanalın (meclis, sokak) kalmamasının istendiğini, en ufak aykırı bir sese tahammül edilemediğini göstermektedir.
Toplumsal mücadele güçlerinin bu sürece dair tutumu ne olmalıdır? Ortak bir mücadele hattı nasıl örülür?
Toplumsal mücadele güçleri olarak ortak bir cephenin örülmesi, birlikte “hayır”ın örgütlenmesi gerekmektedir. “Hayır” örgütlenirken neyin istenmediği kadar neyin talep edildiğinin de ortaya konulması önemlidir. Bu süreçte “hayır” diyenlerin daha örgütlü hale gelmesi hedeflenmeli, kararsız olanlara neden “hayır” demeleri gerektiği anlatılabilmelidir. Bir önemli nokta da, “evet” diyenlerin neye “evet” dediklerinin daha görünür hale getirilmesidir; işçi cinayetlerine, işsizliğe, yoksulluğa, açlığa, kadın cinayetlerine, çocukların tacizi gibi daha bir çok konuya “evet” denildiğinin hatırlatılması önemlidir.
Ortak mücadele hattının kurulmasına yönelik kimi adımların atıldığını görüyoruz. Mahalle meclislerinin yeniden kurulduğu ya da var olanların aktif hale geldiği, mahalle meclislerinin daha büyük bir mecliste ifadesini bulduğu örgütlenmeler söz konusudur. Benzer örgütlenmelerin mahallede, okulda, işyerlerinde oluşturularak bu cephenin genişletilmesi mümkündür. Basının bu kadar baskı altına alındığı bir dönemde, Selahattin Demirtaş’ın da söylediği gibi ‘el ele verip ev ev gezilmelidir’.
Referandumdan çıkacak olası iki farklı sonuca göre, toplumsal mücadele güçleri ne yapmalı, nasıl konum almalı?
Referandumdan “hayır” ya da “evet” çıkması içeride ve dışarıda yürütülen savaşın sona ereceği anlamına gelmiyor. Bölgede devam eden paylaşım savaşının faturasının TC devletine kesileceği ortaya çıkmış durumda. Bu nedenle “hayır” ya da “evet” çıkması ekonomik krizi durduramayacaktır.
Bununla birlikte “hayır” çıkması toplumsal mücadele güçlerinin ve ezilenlerin kendi güçlerini görmesini sağlayacak, toplumsal muhalefete moral olacaktır. 7 Haziran ve Gezi’yi yeniden hatırlatacaktır. “Evet” çıkması toplumsal mücadele güçlerinde umutsuzluğa neden olabilir.
Gezi, Kobane, 7 Haziran sokağın gücünü göstermiştir. Sokağın örgütlenmesi, halkların, işçilerin, emekçilerin, kadınların, öğrencilerin ortak mücadelesini büyütmek, geliştirmek hedefiyle hareket edilmelidir. Bu nedenle, sonuçta ne çıkacağından bağımsız olarak toplumun örgütlülüğünün arttırılması elzemdir.

“AKP’ye, 7 Haziran’da yaşadığı hezimeti tekrar yaşatmamız gerekiyor”

Adına son olarak “partili cumhurbaşkanlığı sistemi” denen yönetim şekliyle hedeflenen nedir?
Partili cumhurbaşkanlığı sistemiyle aslında hedeflenen Türkiye’nin demokratik sistemden tamamen koparılmasıdır. Hâlihazırda Türkiye’de aksasa da, çok da içimize sindiremesek de, birçok eleştirimiz olsa da ve ileriye taşımak için bir mücadele içinde olsak da, kısmen bir burjuva demokrasisi var. Bu burjuva demokrasisinin halklar, kadınlar, toplumsal kesimler lehine daha da geliştirilmesi gerekiyor. Ama getirilen anayasa değişikliği, yani partili cumhurbaşkanlığı sistemi, bu içerisinde bulunduğumuz burjuva demokrasisini de aslında askıya alan, yok eden ve geriye götüren bir uygulama.
Bir defa meclisi feshediyor, öncelikle onu söylememiz gerekiyor. Meclisin hiçbir yetkisinin, hiçbir hükmünün kalmadığı bir sisteme evriltiyor. Başbakanlık kurumunu ortadan kaldırıyor, bütün yetkileri tek bir kişide, cumhurbaşkanlığında topluyor. Cumhurbaşkanlığının tarafsızlık ilkesi gibi, anayasada şu anda olan bir ilkesi var ki, onu ortadan kaldırıyor. Partili bir cumhurbaşkanlığı sıfatı getiriliyor. Bu da, devleti temsil eden kişinin bir siyasal aidiyetinin, bir zihinsel aidiyetinin olması anlamına geliyor. Yani devleti en üst düzeyde temsil eden kişinin çok ön planda bir ideolojik aidiyetinin olması anlamına geliyor. Bu anlamı ile de çok sorunlu bir şey.
Meclisin hükmü üzerindeki bütün denetim haklarını; gensorudan tutun sözlü soru sormaya, meclis araştırması vermeye kadar meclisin yürütme üzerindeki bütün denetim haklarını ortadan kaldıran bir yaklaşımı var.
Yine bu tek adam sistemi, tek kişi sistemi içerisinde bütün atamaları, özellikle de yüksek yargıyı ve yüksek bürokrat atamalarının hepsini de, bakanların atamalarının hepsini de, yine milletvekili seçilmede kimin milletvekili olacağının kararını da cumhurbaşkanına, o tek kişiye bağlıyor. Tek kişi, ülkenin kaderini belirleyebilecek bir pozisyona gelmiş oluyor. Tek bir insan, bütün ülkenin kaderini belirleyebilecek bir noktada kendisini konumlandırmış oluyor.
O zaman biz de şunu soruyoruz, 80 milyonluk bir ülkede hepimiz aptalız da bir tek zekimiz mi var? Neden hepimiz, bütün yetkilerimizi bir tek kişiye devrediyoruz gibi bir soru sormak zorundayız.
Yine aslında getirilen sistemle beraber, çok partili sistemin de iki partili bir sisteme doğru indirgendiğini görüyoruz. Hâlihazırda, şu anda meclisimizde 4 tane parti halkı temsil ediyor. Biz bunun bile yetersiz olduğunu, toplumda çok daha farklı düşünceler olduğunu ve daha farklı bir temsil sistemiyle aslında toplumun bütün farklı görüşlerinin mecliste temsil edilmesini savunuyoruz.
Bu ne demektir? Toplumun aslında iki uca sıkıştırılması, iki görüş arasında toplumun sıkıştırılması, kendi görüş ve düşüncelerini ifade edebileceği mecralardan uzaklaştırılması anlamına geliyor. Bu anlamıyla da çok sorunlu bir sistem olduğunu söyleyebiliriz. Tabii bunların hepsinin özü şu, gelen sistemin özü monarşi. Tek adama dayalı, eril ve diktatöryal bir sistemin yasal ve anayasal düzleme taşınmasıdır.
Peki bu gelen sisteme toplumsal mücadele güçleri nasıl tutum almalı ve ortak mücadele hattını nasıl işleyebiliriz bununla beraber?
Mevcut durumda, bu tasarıyı kimin getirdiğine bakmamız gerekiyor. AKP ve MHP ittifakı; aslında Erdoğan ve Bahçeli ittifakı bu tasarıyı gündeme getiriyor ve bu ittifaka karşı biz toplumsal muhalefet güçlerinin nerede durduğu sorusunu da kendimize gerçekten esaslı olarak sormamız gerekiyor.
Bizim toplumsal muhalefet güçleri olarak yaptığımız temel bir hata var; karşı tarafı çok iyi tanımlamakla, çok iyi tahlil etmekle beraber kendi durduğumuz yeri çok iyi tarifleyemiyoruz. Bugün, belki de karşı blokun bu kadar güçlü olmasının temel nedenlerinden birisi birleşik mücadeleyi çok iyi örgütleyememekle ilişkili.
Bizim önümüze aslında tarihsel bir fırsat da çıkmış durumda. Çünkü bir, topluma gitmek için önümüzde muazzam bir fırsat var. İkincisi, topluma anlatacağımız ve haklı olduğumuz çok önemli argümanlarımız var. Yani şu anda ortada, haksız, hukuksuz, kap kaç şeklinde hazırlanmış bir anayasa değişikliği var. Bunun karşısında da, bunun gerçekten nasıl yapılması gerektiğini söyleyen ve buna çok güçlü bir şekilde itirazı olan ve bu itirazını özgür, demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü, barışçı bir Türkiye’den yana söyleyen demokrasi güçleri, toplumsal muhalefet güçleri var. Bizim bu muazzam fırsatı toplumsal dinamikler açısından değerlendirmemiz gerekiyor.
Biz ‘hayır’ımızı kurarken, ‘hayır’ımızın nereye tekabül ettiğini doğru bir şekilde anlatmalıyız. Bizim ‘hayır’ımız mevcudu korumak üzerine olan bir ‘hayır’ değil, öncelikle bunun altını çizmemiz gerekiyor. Mevcut sistemin eleştirdiğimiz, değişmesi ve dönüşmesi gereken yüzlerce yönü var. Zaten biz onun için mücadele eden güçleriz aynı zamanda. Mevcut sistem bir tekçilik üzerine kurulmuş, kadını reddeden, çoğulculuğu reddeden, halkları reddeden, bir çok yönüyle sorunlu bir mevcudiyeti barındırıyor. Mevcudu korumamakla beraber, gelenin çok daha kötü olduğunu, gelenin aslında halklarımız, inançlarımız ve toplumsal geleceğimiz açısından çok daha büyük bir uçurum ve çok daha büyük bir karanlık yaratacağını öncelikle anlatmamız gerekiyor.
İkincisi, sadece kendi mahallelerimize seslenen bir dilimizin olmaması gerekiyor. Bütün anketler bize şunu gösteriyor, yüzde yirmi oranında bir kararsız kitle var. Bu, aslında AKP ve MHP’ye oy veren kararsız kitle. O zaman, bizim bu yüzde yürmilik kararsız kitleye seslenmemiz gerekiyor.
Birincisi, referandumda ‘hayır’ diyebileceklerin ‘hayır’larını sağlamlaştırmak üzerine bir çalışma, ikincisi kararsız olanları ‘hayır’ noktasına getirecek bir çalışma, üçüncüsü de ‘evet’ pozisyonunda olanları ‘hayır’a dönüştürmek üzerine bir çalışma, aslında üç yönlü bir çalışma yürütmemiz gerekiyor.
Bunun için de tüm topluma seslenen, tüm Türkiye halklarına seslenen bir dile, yaklaşıma, içeriğe sahip bir kampanya sürecini bütün toplumsal güçlerin yürütmesi gerekiyor. Kendi kendimize propaganda yapan, kendi kendimize konuşan bir iç seslilikten çıkıp daha çok dışımıza, diğer mahallelere uzanmamız gerekiyor. Bunun için de bütün temaslar, bütün topluma dokunuşlar çok önemli. Kahve gezileri, Pazar gezileri, esnaf gezileri, mahallelere girmek, apartman gezileri gibi çoğaltabileceğimiz bir dizi yöntem kullanılabilir.
Bunun dışında psikolojik olarak hegomonik üstünlüğü ele geçirmek gerekiyor. Şu anda AKP medya gücü elinde olduğu için, devletin bütün aygıt ve araçları elinde olduğu için toplum üzerinde bir tahakküm kurmuş durumda. Şöyle bir algı yaratmaya çalışıyor, sanki toplumun büyük bir oranı ‘evet’ diyormuş gibi ya da büyük bir çoğunluk ‘evet’ yönünde oy kullanacakmış gibi bir algı yaratmaya çalışıyor.
‘Hayır’ diyenleri yanyana getirmemiz ve ne kadar kalabalık olduğumuzu, ne kadar çok ‘hayır’ diyen olduğunu göstermemiz gerekiyor. ‘Hayır’ diyenler birbirini bulmalılar. Bunun için de çeşitli yol ve yöntemler geliştirmemiz gerekiyor. Sosyal medya etkinliklerinden tutalım halk buluşmalarına, mitinglere kadar bir dizi etkinliği toplumsal muhalefet güçlerinin birlikte, beraber enerji akıtarak gerçekleştirmesi gerekiyor ve bu noktadaki psikolojik üstünlüğün de bizden yana olduğunu görmemiz gerekiyor. Bunu yüksek sesle söyleyecek cesareti, umudu, motivasyonu toplumsal muhalefet güçlerinin durdukları yerden yaratmaları, enerji vermeleri ve açığa çıkartmaları gerekiyor.
Ortak bir mücadele hattı örmek bizim açımızdan en önemlisi. Biz özellikle HDK olarak bunu çok önemsiyoruz ve bu dönemin tarihsel misyonunun ortak mücadele hattıyla yürümek olduğunu düşünüyoruz. Açık ve net bir şekilde bunu söyleyebiliriz. Bunun illa ki bir masa etrafında yan yana gelerek, basına deklare ederek olacağını düşünmüyoruz.
Bunu yerellerde, birlikte yaşadığımız, sokağımızı paylaştığımız, mahallemizi paylaştığımız bütün muhalefet odaklarıyla birlikte örgütleyerek yapabileceğimizi düşünüyoruz.
Bu dönem bir yan yana gelişi sağlayamazsak, bir ortak mücadele hattı gerçekleştiremezsek tarih karşısında da çok ağır bir vebalin altına gireceğimizi düşünüyoruz. Onun için de bu noktada ciddi çaba içerisindeyiz, görüşmelerimiz halihazırda devam ediyor. Bunu sadece kampanya süreci için değil, aynı zamanda kampanya sonrası için de düşünüyoruz.
Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş’un açıklamaları vardı, yine buna paralel Sedat Peker’in açıklamaları vardı. Devlet ve hükümet kanadından gelen bütün bu açıklamaları gördüğümüz zaman, bu referandum sürecinin aslında 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar giden süreçle benzer götürüleceğini görüyoruz. Yani sokağın daha fazla terörize edileceği, şiddetin daha fazla tırmandırılacağı, kitlelerin daha fazla baskı altına alınacağı, ‘hayır’ diyenlerin daha fazla susturulmaya çalışılacağı bir sürece de girmiş bulunuyoruz ki, Maltepe’de afiş asan CHP’li gence yapılan silahlı saldırı bunun en bariz örneği.
Bizim bütün bu öngörüleri de gören bir yerden yan yana gelmemiz gerekiyor. Birbirimizin aslında can güvenliğini de sağlayacak, birbirimizi yerellerde kollayacak, birbirimizle başka bir hatta buluşacak bir yaklaşıma da ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Yani tek başına HDK’li afişi asmamalı. HDK’liler afişi asarken diğer bütün toplumsal muhalefet odağındaki arkadaşlarla birlikte asmalı. O mücadele içerisinde, o kampanyanın içerisinde erimeliyiz, renksizleşmeliyiz. Tek bir rengimiz var, o da bu gelen faşizm dalgasını durdurmak ve buna karşı mücadeleyi yükseltmek olmalı. Bizim yaklaşımımız budur.
Referandumun olası iki farklı sonucuna göre, ‘evet’e veya ‘hayır’a göre nasıl konum alınmalı?
Referandum sonucunda ‘evet’ çıkması, bu ülkenin gerçekten Suriye’leşmesi demektir. Bunu görmemiz gerekiyor. Bu ülkede yaşayan herkes açısından istikrarsızlığı, karanlığı ve geleceksizliği de besleyen bir şey. Şu anda mevcut pozisyonda bile Suriye’ye girilmiş ve yenilmiş bir çılgınlıktan yarın Irak’a girmeye veya başka bir ülkeye girmeye savrulabilecek noktadaki bir karanlığı da birlikte getiriyor.
Bununla beraber ‘evet’ çıkması demek, kadınların eve kapatılması demektir. ‘Evet’ çıkması demek, kadınların çalışma yaşamında çok daha zor koşullarda çalışması, hatta çalışma yaşamından dışlanması demektir.
‘Evet’ çıkması demek, eğitimin gericileşmesi, islamcılaştırılması ve anadilde, bilimsel eğitim hakkının elimizden alınması demektir. Bu noktada çok daha kötü bir eğitim sistemiyle karşı karşıya kalmamız demektir.
‘Evet’ demek, paralı sağlık demek ki, bunun başlangıcını yaptılar, bunun çok daha katmerli bir şekilde aslında pratikleşmesi demektir. Kamunun çok daha hızlı bir şekilde tasfiye olması demektir.
‘Evet’, yolsuzluğun, rüşvetin, toplumsal çürümenin çok daha katmerli bir şekilde yaşanması, gelir eşitsizliğinin çok daha derin bir şekilde yaşanması demektir. İşçilerin ve emekçilerin çok daha kötü koşullarda çalışmak zorunda kalmaları demektir.
Bu ülkede grevlerin daha fazla yasaklanması, grev hakkımızın elimizden alınması, insanların bir sözle kapı dışarı edilebilmesi demektir. Güvencesiz çalışmanın artık hukuki olarak da dayatılması demek bizlere.
‘Evet’in bu ülkeye getireceği tek bir iyi şey yok.
Referandumdan ‘hayır’ çıkması, öncelikle kendini her şey sanan, AKP ve MHP koalisyonuna halkın iyi bir tokat atması demektir. Bütün bu neoliberal yasalara, KHK’lara, OHAL’e geçit vermeyeceğiz demektir. Halkı nesneleştiren, gerçek karar verici olmaktan çıkaran, halkı sadece bir oy makinesine dönüştüren, halkın gözünü boyayan ve medyayı zapturapt altına alan AKP’ye iyi bir cevap demektir.
Bu aynı zamanda bizleri, emekçileri açlıkla, yoksullukla, KHK’larla terbiye etmeye çalışan AKP hükümetine bunlarla terbiye olmadığımız cevabını vermek demektir. Yine Kürdistan için söylemek gerekirse, bu 7 gün boyunca Taybet ananın cenazesini yerde bırakanlara, o cenazeye sahip çıktığımızın cevabını vermek demektir. Miray bebeği katledenlere, Miray bebeğe sahip çıktığımızın cevabını vermek demektir. Sur’a sahip çıkmak demektir.
Bütün bunlara göre, tabii ki toplumsal muhalefet güçlerinin, demokrasi güçlerinin alacakları pozisyonlar var. İkisinde de çok diri durmak, iki pozisyonda da mücadeleden vazgeçmemek, iki durumda da aslında ne yapacağını bilmek bizler açısından çok önemli.
Öncelikle şunu söylememiz gerekiyor; ‘evet’ çıktığı durumda bu ülkede bizler açısından mücadele devam edecektir. Biz bu ülkeye barış, özgürlük ve demokrasiyi getirinceye dek demokrasi mücadelesini, hak ve özgürlük mücadelesini kesintisiz bir şekilde devam ettireceğiz.
‘Evet’ çıkmasının yaratacağı yeni bir toplumsal hareketin olacağını da düşünüyorum. Bu anlamıyla, Türkiye’nin toplumsal güçleri açısından öncülüğe yine çok uygun bir süreç olduğunu düşünüyorum. Onun için bu cephenin derli toplu, kafası berrak, ne yapacağını bilen şekilde davranması gerekir.
‘Hayır’ çıkması durumunda, AKP, MHP ve Saray açısından artık baş aşağı gitme sürecini engelleyemeyecekler. İkincisi, öyle ya da böyle seçimin yenilenmesi gündeme gelecektir. Bu, toplumsal anlamda onların sandıkta onaylanmadıkları anlamına gelecektir. Bu, hükümetin meşruluğu sorununu gündeme getirecektir. En önemlisi de, bu sonuç toplumsal güçleri OHAL’le, KHK’larla zapturapt altına alanlara gücünüz halka yetmeyecek diyecektir. Bunun için herkesin burdan çıkaracağı çok ciddi bir ders var.
Bu sonucu tanımayan bir Saray’la, AKP’yle de karşılaşabiliriz. Tıpkı 7 Haziran’da karşılaştığımız gibi… Onun için bizim bunu da gören bir yerden tartışmamız gerekir. O zaman ne yapacağız meselesine hazırlanmamız gerekiyor.
7 Haziran’daki gibi bir süreci yaşamamamız için bugünden toplumu örgütlememiz gerekiyor. Biz şaşkın ve mutluyduk, bunu söyleyebilirim. Biz bir 8 Haziran kurgusu yapmamıştık. Bütün süreci 7 Haziran üzerine kurgulamıştık. Baraja kilitlenen bir süreç yürütmüştük. Bugün sadece ‘hayır’a kilitlenen bir kampanya yürütmeyeceğiz, onun arkasını da gören, iktidarın ne yapabileceğini de konuşan, hesaplayan bir yerden referandum sürecini yürütüyoruz. Bu noktada da hazırlıklarımız toplumsal alanda da devam ediyor diyebilirim.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Sistemle rejim değişikliği hedeflendiğini açık ve net bir şekilde ifade etmemiz gerekiyor. Rejim yeniden kurgulanıyor, Türkçü milliyetçiliğin üzerine bir islami sos da ekleniyor. Bununla sistemde de değişiklik yapılıyor. Yani yaşam tarzımıza da müdahale ediliyor.
Biz 7 Haziran’da bütün demokrasi güçleri, toplumsal güçler yan yana gelip zafer kazandıysak, bugün de ‘hayır’ etrafında yan yana gelip o zaferi ve AKP’ye hezimeti tekrar yaşatmamız gerekiyor. Buna da çok yakınız. Umudumuz çok büyük.

“Güçlü bir biçimde ‘hayır’ için ortaklaşmaya tüm halklarımızı davet ediyorum”

Adına son olarak, “partili cumhurbaşkanlığı sistemi” denen yönetim şekliyle hedeflenen nedir?
Kuşkusuz yapılan değişikliğin içeriğinde de açıkça yer aldığı üzere; tüm erklerin yasama, yürütme ve yargının bir kişide tekleştiği, tek adam rejiminin inşası söz konusudur. Kaldı ki biz bu rejimi, fiilî olarak 7 Haziran 2015 genel seçimleri öncesinden itibaren yaşamaya başladık. Patlamaya başlayan bombalar artık hükümet nezdinde olağan olaylar olarak görülmeye başlandı. İnternet yasakları, basın sansürü, sokağa çıkma yasakları, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması, öte yandan askere dokunulmazlık zırhı niteliğinde düzenlenen yasa ve darbe girişiminin akabinde ilan edilen OHAL ile tamamen keyfî ve hukuksuz uygulamalar sözkonusu oldu. Tutuklu gazetecilerden tutuklu milletvekillerine, kamu kurumundan ihraç edilen on binlerden kapatılan basın yayın kuruluşlarına değin tüm bu yaşananlar faşizmdir. Hedeflenen şey tam da bu fiilî düzenin yasal çerçevede devamlılığının sağlanmasıdır.
Toplumsal mücadele güçlerinin bu sürece dair tutumu ne olmalıdır? Ortak bir mücadele hattı nasıl örülür?
Bu konuda umutsuz değilim kesinlikle. Çünkü Türkiye halkları böylesi bir yönetim biçimini kesinlikle istemiyor. Türkler, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Araplar, mütedeyyinler, laikler, bu ülkenin geleceği için, birlikte yaşam için, eşitlik için “hayır”da buluşmaya ve bir dikta rejiminin inşası önünde hep birlikte demokratik yol ve yöntemlerle karşı durmaya muktedir. Bunu 7 Haziran seçimlerinde açıkça gördük. Bu yüzden hepimiz “hayır”da buluşmaya, “hayır”da ortaklaşmaya ve demokratik sivil bir anayasanın yapımına giden yolu açmaya zorunluyuz aynı zamanda da. Bu zaruretten hareketle, güçlü bir biçimde “hayır” için ortaklaşmaya tüm halklarımızı davet ediyorum.
Referandumdan çıkacak olası iki farklı sonuca göre, toplumsal mücadele güçleri ne yapmalı, nasıl konum almalı?
Umuyor ve diliyorum ki “hayır” neticesine göre hareket edebileceğiz. Bu “hayır”ın çok hayırlı olacağına inancım büyük. Türkiye halklarının barışı ve demokrasiyi yeniden inşa etmesi için sihirli bir etkisi olacağını düşünüyorum. Tam da bu noktadan barışı ve demokrasiyi yeniden inşa edecek olan sivil bir Anayasa çalışmalarının başlaması ve buradan ortak bir mücadele hattının örülmesini önemli buluyorum. Aksi hâlde yeniden başlamak için zorlu bir süreç bizi bekliyor olacak. Hedeflenen dikta rejiminin “evet” şeklinde netice vermesinin mücadeleyi sonlandırmak bir tarafa perçinleyeceğini düşünüyorum. Yani geleceğimiz, etrafında buluşacağımız nokta yine barış ve demokrasi olacak. Belki “evet”le değişen bir Anayasa çatısı altında gideceğimiz yol biraz daha meşakkatli olacak ama geleceğimiz, ortaklaşacağımız tek bir doğru var. O da, evrensel hukuk normlarının işletilmesi ve tam bir demokrasinin inşası.

“Hayır’da, geleceğimizi biz belirleyeceğiz iradesi kendini ifade etmiş olacak”

Adına son olarak “partili cumhurbaşkanlığı sistemi” denen yönetim şekliyle hedeflenen nedir?
Cumhurbaşkanının Saray’da topladığı çobanlara yaptığı konuşmada kendini ‘başçoban’ ilan etmesini anımsarsak, getirilmek istenen sisteme ‘çobanlık sistemi’ diyebiliriz.
Hedeflenen ise; ırkçılık ve mezhepçilik üzerinden, yağma ve talanı garanti altına alacak şekilde, çözülen devlet yapısının yeniden dizayn edilmesidir.
Devletin çözülmesinde ise iki temel dinamikten söz edebiliriz. Birinci dinamik, bölgemizde yoğunlaşan emperyalist paylaşım savaşıdır. Bölgemiz Ortadoğu, içinde Türkiye de olmak üzere bir emperyalist paylaşımın sahası durumundadır.
İkincisi ise, Gezi Direnişi ve 7 Haziran seçimlerinde HDP şahsında açığa çıkan ezilen halkların, işçi ve emekçilerin, insanca ve onurluca yaşayabileceği bir ülke/dünya umudunun ete kemiğe bürünmüş olmasıdır.
Bölgemizde yürüyen paylaşım savaşının yarattığı kaos içinde, içeride işçi-emekçilerin, halkların kendi geleceklerine dair söz söyler hâle gelmesi, başta Erdoğan olmak üzere, bu ülkenin tüm egemenlerini korkutmuştur.
7 Haziran seçim sonuçlarını tanımayıp, içeride 20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim Ankara katliamları ile halklara karşı başlatılan savaş ve kaos ortamında, bu umudu bastırmaya girişmişlerdir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işlediği tüm suçlardan kendini kurtarmak, çaldıklarını kaptırmamak için girdiği yolla, bu ülkenin tüm egemenlerinin gelecek korkuları çakıştığı oranda bu çobanlık sistemi gündeme gelmiştir.
Halkların uyanışı ve ortak mücadelesini bastırma noktasında birleşenlerin, “başkanlık” sisteminde tam bir anlaşmaya vardıklarını söylemek de olanaklı değil.
Erdoğan’ın ifadelerinin tercümesiyle; yağma ve talanın önündeki tüm engellerin kaldırıldığı, iç ve dış politikada çok daha hızlı kararların alınıp uygulanabileceği ve hiçbir denetime tabi olmayacağı bir sistem istenmektedir. Bunun yolu olarak da; tek bir kişinin ağzından çıkanın hikmetinden sual olunmayacağı, kanun sayılacağı bir sistem getirilmesi hedeflenmektedir.
Dikkat ederseniz, Devlet Bahçeli’nin ‘fiilî durumu suç olmaktan çıkarmak, yasal hâle getirmek’ olarak tariflediği şeydir yaşanan. Elbette yasalaşması, aynı zamanda onlar açısından bir meşruiyet kazanması anlamına gelmektedir. Buna ihtiyaç duyuyorlar. Şu andaki OHAL uygulamalarının artarak olağan hâle getirilmesidir hedeflenen.
Bir gecede binlerce emekçinin işinden edilmesi, kentlerin doğanın yağmalanmasının önünün sonuna kadar açılması, işçilerin grevlerinin bir gecede yasaklanması, işçi cinayetlerinin, kadın cinayetlerinin artarak devam etmesi, eğitimin daha da gericileştirilmesi, paramiliter güçlerin gizlenmeye ihtiyaç duymadan faaliyet yürütmesi, resmî kolluk güçlerinin “elinin rahatlatılması”, Kürt illerinde olduğu gibi, kentlerin insanların başlarına yıkılması vb. vb.dir.
Özcesi, içeride ve dışarıda savaşa göre organize olmuş bir devlet yapısının organize edilmesidir.
Toplumsal mücadele güçlerinin bu sürece dair tutumu ne olmalıdır? Ortak bir mücadele hattı nasıl örülür?
Net olarak “HAYIR” olmalıdır.
Tüm dünyada, işçi-emekçiler, halklar açısından yaşam her geçen gün bir cehenneme dönüyor. Biz de bu dünyanın bir parçasıyız. Bizlere sunulan, bu sistem tarafından savaş ve katliamlar içinde nasıl öleceğimize dair fal bakmaktır. Artık bu akıldışı sistemin gidecek yeri yok ve tüm dünyada bizler, bizimkiler bunun arayışında.
Bu hayır’da; bu sistemin ve sahiplerinin, toplumsal mücadele güçlerinin her yükselişinde girdikleri krizi aşmanın yolu olarak devreye soktukları darbe ve olağanüstü hal koşullarına karşı, biz buradayız, geleceğimizi biz belirleyeceğiz iradesi kendini ifade etmiş olacak.
Birincisi, onların hedeflerine dair itirazın kendini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor olması, bu topraklarda istedikleri gibi at oynatamayacaklarını gösterecektir.
İkincisi, bu topraklar, Gezi Direnişi’nden bu yana başka bir iklimi yaşamaktadır. 7 Haziran seçimleri bunun en açık ifadesi olmuştur. Gezi’de ve 7 Haziran’da geleceğe umutla bakan, bunun için çaba harcayanlar, bugün OHAL koşullarında, koşullara teslim olmadan, sadece hayır oyu vererek değil, “hayır”ı en geniş kesimler içinde örgütleyecek canlı, moralli ve hepsinden önemlisi örgütlü bir çalışma yürütürse; geleceğe dair umudu büyütmüş olacaktır.
Referandum çalışmalarında bir yandan kendini ifade edecek kanalların alabildiğince tıkandığı, neredeyse tek taraflı bir “evet” propagandasının zemininin hazırlandığı bir dönemde değişik yollarla, HAYIR’ın görünür kılınması (ki çoğunluktur) önemli olacaktır. Bu nokta, ortak çabaların somutlandığı alanlardan biri olmalı.
Diğer yandan ise, hayır oyu vereceklerin birbirine propaganda yapmak yerine, kararsızları hayır’a ikna edecek; hayır’ı görünür kılacak örgütlü bir çalışmayı yürütmesi kazandırıcı olacak.
Ne yapılırsa yapılsın, örgütlü bir şekilde yapmak, her insanın emeğini katacak, her kesimin kendi ‘hayır’ını yükseltmesini koşullayacak yollar bulmak önemli olacaktır.
Ortak mücadeleye dair de arayışlar sürüyor. Demokrasi İçin Birlik bunun zeminlerinden biri. Biraz önce söz ettiğimiz hayır’ın görünür kılınmasında rolü olacak fikrindeyim.
Elbette; tüm toplumsal mücadele dinamikleri, kendi durdukları yerden çalışmalarını yapacaktır. Bununla birlikte, “Hayır” diyen herkesi sürecin öznesi yapacak şekilde, bir araya getirmek için çaba içinde olunmalıdır. Meclisler tarzında, canlı, dinamik, geniş katılımlı çalışmalar organize etmek ortak bir çaba olmalıdır.
Referandumdan çıkacak olası iki farklı sonuca göre, toplumsal mücadele güçleri ne yapmalı, nasıl konum almalı?
Referandumdan çıkacak sonucu bugünden kestirmek zor. Ancak lehimize çıkması bizim aklımıza ve çabamıza bağlı.
Sonuç olarak; emperyalist paylaşımın yoğunlaştığı bir bölgenin parçası olarak savaş politikaları bir referandum sonucuyla değişmeyecektir. Ancak toplumsal mücadele güçleri, referandum süreci boyunca yürüttükleri çalışma ve yakaladıkları örgütlülük düzeyi oranında daha güçlü ve moralli bir mücadele yürütecektir.
Referandumun ertesi günü, referandum çalışmalarında örgütlenen tüm meclislerin, birliklerin, geliştirilen tüm örgütlenme zeminlerinin “şimdi şunu yapıyoruz” diyerek toplantıdan çıkmasını sağladığımız oranda istediğimiz, özlediğimiz gibi bir yaşama bir adım daha yaklaşmış olacağız.

Sürmene’de rant yangını şüphesi

Güvercin Koyu’nu hatırlattı
Sebebi bilinmeyen ve akşam saatlerinde çıkan yangında 15-20 hektarlık alan yangından etkilendi. Yangın sosyal medyanın gündemine otururken; birçok kişi, yangının yakın zamanda Trabzon’a gelen ve dağlara otel kurmak istediğini belirten Katar Emiri için kasıtlı olarak mı çıkarıldığı sorusunu sordu. Paylaşımlar üzerine Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu, sosyal medyada “Yanan orman sahalarını 1 yıl içerisinde ağaçlandırıyoruz. Yanan alanlar kati surette başka maksatla tahsis edilemez” şeklinde açıklama yapmak zorunda kaldı. Fakat Bodrum’da, Güvercin Koyu’nda 9 yıl önce meydana gelen yangını hatırlatan paylaşımlar, koyun bugün otellerle dolu olduğunu hatırlattı.
Katar Emiri ya da Katı Atık Tesisi’nden mi?
Öte yandan Karadeniz İsyandadır Platformu konuya dair sorduğu sorularla akla başka bir ihtimali daha getirdi: Yangının Katar Emiri için kasıtlı olarak çıkarılması ihtimalinin yanı sıra aynı bölgede bulunan Katı Atık Tesisi ile de alakalı olup olmadığını sordu. Yangının Katı Atık Tesisi’nde yapılan çalışmalardan ötürü çıkmış olabileceğine ya da üç gün önce yayımlanan ÇED raporunda ek tesis için gerekli alanın açılması için ormanın yakılmış olabileceğine dikkat çekti.
Kaynak: Direnişteyiz, 8 Ocak 2017

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...