Ana Sayfa Blog Sayfa 143

Katiller serbest, avukatlar davalık

Hasan Ferit davasında şüpheli sanık, çete lideri serbest
Anadolu 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 11 Ocak’ta 29. celsesi görülen ‘kapalı’ duruşmaya 6’sı tutuklu 11 sanık ile Hasan Ferit Gedik’in annesi Nuray Meray ve dedesi Mustafa Meray ile tarafların avukatları katıldı. Duruşma salonunun olduğu B blok 3. kattaki asansörler iptal edildi. Adliye içinde de polis ekipleri hazır olarak bekledi.
Mahkeme delil yetersizliği gerekçesiyle, çete liderliğiyle suçlanan Mesut Turhan’ı serbest bıraktı. Tutuksuz yargılanan Emrah Ok ise silah taşımasını ‘terör’ korkusuyla gerekçelendirdi. Duruşma 1 Mart tarihine ertelendi.
Dilek Doğan davası yine ertelendi
Küçük Armutlu’da 18 Ekim 2015 tarihinde polis tarafından gerçekleştirilen ev baskınında, özel harekât polisi Yüksel Moğultay tarafından vurularak katledilen Dilek Doğan’ın davasının 5’inci duruşması 12 Ocak’ta İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
Özel harekât polisi Yüksel Moğultay’ın “İhmali davranışla kasten öldürme” suçundan yargılandığı davada, bir önceki duruşmada Jandarma Genel Komutanlığı Kriminal Laboratuvar Amirliği’nden talep edilen rapor mahkeme heyetine sunuldu. Söz konusu kayıtların uzunluğundan ötürü avukatlar olayın yaşandığı güne dair görüntüleri talep etti.
Güvenlik gerekçesiyle 2. duruşmadan beri kapalı görülen dava 8 Mart’a ertelendi.
Ethem Sarısülük davasının avukatına 3 yıldır takip
Kazım Bayraktar ve 7 kişi hakkında “terör örgütü üyeliği” iddiasıyla açılan davanın 2. duruşması, 16 Ocak’ta Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmada savunmasını yapan Bayraktar, polisin öldürdüğü Ethem Sarısülük’ün davasının duruşmaları sonrasında basına açıklamalarda bulunduğunu ve bu açıklamaların iddianamede “suç unsuru” olarak yer aldığını ifade etti.
Bayraktar’ın Ethem’in davasını almasının ardından, 7 Temmuz 2013’ten beri fiziki takibe alınmasının yanı sıra, telefon görüşmelerinin de dinlendiği, hatta katıldığı etkinliklerde ortam dinlemesi de yapıldığı ortaya çıktı.
Kaynak: Direnişteyiz, 24 Ocak 2017

Ahparig uğurlanalı 10 yıl oldu

Kendi gelecekleri için örgütlenen halklardan özgür bir yaşam filizlenecek
AKA-DER’in Hrant Dink anısına 14 Ocak’ta İstanbul’da İsmail Beşikçi Vakfı’nda düzenlediği etkinlik, ‘Kendi gelecekleri için örgütlenen halklardan özgür bir yaşam filizlenecek’ vurgusuyla gerçekleştirildi. Anma, Hrant Dink nezdinde tüm devrim şehitleri için saygı duruşuyla başladı. Selah Özakın’ın Hrant için kaleme aldığı şiirlerini seslendirmesinin ardından AKA-DER üyelerinin hazırladığı ‘Hrant’tan Roboski’ye, Tahir Elçi’ye… katliamlar ve halkların direnişi’ konulu sinevizyon gösterimi yapıldı. Agos Gazetesi Ermenice Editörü Pakrat Estukyan ve AKA-DER Temsilcisi Cemre Can Aşlamacı etkinlikte yaptıkları konuşmalarda; imha ve inkarla, halklara dayatılan karanlıkla yüzleşmenin, katliam odağından çıkmanın halkların ortak mücadelesini yükseltmekle mümkün olduğunu vurguladılar. AKA-DER Kadıköy Şube şiir topluluğunun Hrant Dink için hazırladığı şiir dinletisinin ardından, Artür Bağdasaryan’ın Ermeni ezgilerinden oluşan dinletisi gerçekleşti. 19 Ocak’a çağrı ile etkinlik son buldu.
‘Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz, bu davanın takipçisiyiz’
Ankara Hrant Dink Anma İnisiyatifi, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in katledilmesinin 10’uncu yılında 16 Ocak’ta anma gerçekleştirdi. Mülkiyeliler Birliği’nde gerçekleşen anmaya Halkların Demokratik Partisi (HDP), İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi, Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği (AKA-DER), Alınteri, Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi (ADÖG), Demokratik Alevi Derneği (DAD), Devrimci Parti, Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Demokratik Haklar Federasyonu (DHF), Halkların Demokratik Kongresi (HDK), Halkevleri, Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP), Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve Kaldıraç katıldı. “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz, bu davanın takipçisiyiz” pankartının asıldığı toplantıda açıklama yapan Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi üyesi Mahmut Konuk konuşmasında, “Hrant Dink cinayeti; FETÖ’süyle, Gladio’suyla, AKP’siyle, ulusal solcusu ile ırkçı kafatasçı bütün bir egemen sınıf, egemen ulus iktidar blokunun ortak cinayetidir. Taammüden işlenmiş bir devlet cinayetidir. Davayı izlemeye devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.
Konuk’un ardından söz alan yazar Temel Demirer ise “Ermeni soykırımından Hrant Dink’e uzanan bu vahşeti tartışmak ve konuşmak Türkiye’de yasak. Türkiye’yi bu hale koyan iktidar gerçeğini betimlemeden Hrant’ın katillerinin kim olduğuna dair fikir beyanı nafile bir çabadan başka bir şey değildir. Hrant’ın katili mutlaka bulunacak, Ermeni Soykırımının katilleri mutlaka bulunacaktır. Buna inancımız var, inanıyorum ve biliyorum ki zaman bizden ve gerçeklerden yanadır.” dedi.
Demirtaş’tan #HrantDink’e: Ahparig! Özlüyoruz ama başımız dik, görmek istediğin gibiyiz
Hrant Dink’in katledilişinin 10’uncu yılında cezaevinden bir yazı kaleme alan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Geçen 10 yılda ülkemizi yaşanabilir, özgür bir ülke haline maalesef getiremedik. Bu nedenle Hrant’a karşı mahcubuz. Ama diz de çökmedik” dedi.
“Hrant’ın katilleri ve onların arkasındaki isimler halen korunmaya devam etse de, biz katili biliyoruz. Suruç’un, Ankara’nın katillerini, Roboski’nin katillerini bildiğimiz gibi… ‘Bir çocuktan katil yaratan zihniyet’ diyor ya sevgili Rakel, o zihniyete karşı mücadelemiz devam ediyor ve ilelebet devam edecek. Bunu bilmenizi isterim” diyen Demirtaş, “Cezaevinde olmam nedeniyle bu seneki anmalara katılamayacağım için üzgünüm. Ama burada olsam da, Hrant için adalet mücadelesine devam ediyorum. Bu cinayet, halkların birlikte yaşamına yönelik bir cinayettir. Hrant şahsında hepimiz hedeflendik. Bizler de Hrant şahsında herkesin adaletini aramaya ve bunu sağlamak için mücadele etmeye devam edeceğiz.” diyerek halkların adalet mücadelesinin sürdüğünü belirtti.
Hrant Dink vurulduğu yerde anıldı
19 Ocak günü binlerce kişi Hrant Dink’in vurulduğu saatte Agos önündeydi. AKA-DER, DAF, EHP, Halkevleri, HDP Gençlik, Kaldıraç, Nor Zartonk, ÖDP, TKP ve Yeniyol’un çağrısıyla saat 14.00’da TRT binası önünde buluşan yüzlerce kişi ‘Unutmayacağız, Affetmeyeceğiz’ pankartı arkasında toplanarak Agos önüne bir yürüyüş gerçekleştirdi. Devletin abluka havası yaratmaya çalıştığı yürüyüşte ve Agos önünde gerçekleştirilen anma eyleminde, “Katil devlet hesap verecek”, “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz”, “Hrant kezi bidi çimornank (Hrant ölmedi bizimle yaşıyor)”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Biz bitti demeden bu dava bitmez”, “Katilleri koruyan cinayete ortaktır”, “Öldür diyenler yargılansın” sloganları atıldı. Hrant’ın düştüğü kaldırıma, üzerinde Ermenice, Kürtçe ve Türkçe “Hrant için, adalet için” sloganlı dövizler ve çiçekler bırakıldı.
‘Katil devlet’ dövizlerine gözaltı
Yürüyüş sırasında ellerinde ”Katil devlet hesap verecek” yazılı dövizler bulunan Kaldıraç dergisi okuru iki kişi gözaltına alındı. Dövizlerin alana girişini engellemek üzere devlet tarafından gözaltına alınan okurlarımız akşam saatlerinde serbest bırakıldı.
Rakel Dink: Bu cinayetin faili tüm kademeleriyle devlettir
Agos önünde gerçekleştirilen anma programına saygı duruşu ile başlandı. Dink ailesi adına konuşan Rakel Dink, “10 yıl. Dile kolay. Sensiz hiç kolay değil… Acısı 20 yılı bulanlara, 30’u, 40’ı bulanlara, çocuğu öldürülenlere ben şimdi ne diyeyim? 10 yıldır burnumun direği nasıl yanarak sızlarmış, kin ve öfkeyle nasıl baş edilirmiş yaşayarak öğrendim… 10 yıldır neler oldu neler. …Sevag Balıkçı, Roboskî, Tahir Elçi, Suruç, Cizre, Sur, Şırnak, Maçka, Ankara… ve Ortadoğu’daki savaş. Operasyonlar, terör… Ülke kan gölüne döndü.” dedi ve ekledi; “Önümüze bir dava süreci verdiler. Mahkemelere girdik çıktık. Üzerimize gülündü, hakaret edildi, ‘Ya sev ya terk et’ denildi. Önce ‘Cinayette örgüt yoktur’ dendi. Sonra gün geldi, cinayeti işleyen, üzerini örten, bundan çıkar sağlamaya çalışan devletin içindeki ittifaklardan biri birden bozuldu… Bir kaç milliyetçi gençten oluşan örgüt gitti, yerine FETÖ geldi. Bir ara Ergenekon’muş gibi yaptılar, ama bizim davayı teğet geçti. Devlet her seferinde kuyruğunu olay yerinde bırakıp işte ‘iblis’ diyor. Yılanın peşinden gitmek yerine yılanın gömleğiyle uğraşmaktan ne zaman yorulacağız?.. Olay yeri görüntüleri ortalığa saçılıyor, 10 yıl önce burada sivilden çok jandarma varmış diyorlar. Daha önce de dedik, yine diyeceğiz. Bu cinayetin faili meşhurdur. Bu cinayetin faili tüm kademeleriyle devlettir…”
“Biz bitti demeden bu dava bitmez” sloganlarıyla anma sona erdi.
Gece yürüyüşü
19 Ocak akşamı saat 20:00’da Kurtuluş Akbank önünden Agos gazetesi önüne bir yürüyüş gerçekleştirildi. AKA-DER, DAF, EHP, Halkevleri, HDP Gençlik, Kaldıraç, Nor Zartonk, ÖDP, TKP ve Yeniyol’un çağrısıyla gerçekleştirilen yürüyüşte “Katil devlet hesap verecek”, “Adalet Halkların elleriyle gelecek”, “Biz bitti demeden bu dava bitmez” sloganları atıldı. Agos’un önünde AKA-DER şiir topluluğu Hrant için şiir etkinliği gerçekleştirdi. Ardından Türkçe ve Ermenice gerçekleştirilen basın açıklamasında “Hrant’ın katilleri olarak önce “Ergenekoncular” sonra “Paralelciler” çarmıha gerildi. Oysa yüz binler “Katil devlet hesap verecek” diyerek ilk günden haykırmıştı bu “milli mutabakat cinayetinin” gerçek failini (…) 10 yıl oldu. Bizler yine burada düştüğün yerdeyiz. Bu zifiri karanlığın güneşi doğuracağını biliyoruz. Hrant’ların katledilmediği bir ülke ve dünyayı omuz omuza durarak, birlikte mücadele ile kuracağız. Su toprağını bulacak. Özgürlük, adalet, eşitlik ve barış mücadelesi kazanacak. Hrant kezi bidi çimornank (Hrant ölmedi, bizimle yaşıyor)” denildi.
Ankara’da Hrant Dink anmasına polis saldırısı
Hrant Dink’in vurulduğu saatte Yüksel Caddesi’nde yapılmak istenen anmayı polis engellemek istedi. Aralarında CHP ve HDP’li milletvekillerinin de olduğu kitle, Dink’in vurulduğu saatte bir araya geldi. Polis, Hrant anma eylemine izin vermeyeceğini söyledi. Yapılan görüşme sonrası, Dink anısına bir dakikalık saygı duruşu yapılması konusunda anlaşıldı. Ancak polis saygı duruşunun sonunda slogan atılmasını gerekçe göstererek Dink’i ananlara saldırdı. Daha sonra tekrar toplanan kitle, saygı duruşunu yeniden gerçekleştirdi.
Polis saldırısı üzerine, 10 yıl önce öldürülen Hrant Dink’in anıldığı ve dava sürecinin eleştirildiği açıklama metni Yüksel Caddesi’ndeki Mülkiyeliler Birliği’nde okundu.
AKA-DER Kızılay Şube’de Hrant Dink anması
AKA-DER Kızılay Şube’de 19 Ocak’ta düzenlenen Hrant Dink’i anma etkinliği saygı duruşu ile başladı. ”Kırlangıç yuvası” belgeselinin gösterildiği etkinliğe şair Mehmet Özer de şiirleri ile katıldı. Şiir dinletisinin ardından Tersname Müzik Topluluğu her dilden ezgileriyle Hrant’ı andı. Etkinlikte AKA-DER adına yapılan açıklamada, “1915’te Kars’ta, Van’da, Bitlis’te ne yaptılarsa 2015’te Cizre’de, Sur’da onu yapmaya çalıştılar. 1909’da Adana’da ne yaptılarsa 2016’da Nusaybin’de, Şırnak’ta aynısını yapmaya çalıştılar. Milyonlardır bu tarihin çocukları. Bazıları onun cüretini sırtlanır, meşale yakar. İşte onlar Hrant’lardır. Kendi gelecekleri için örgütlenen halklardan, özgür bir yaşam filizlenecek.” denildi.
Kaynak: Evrensel, Direnişteyiz, 24 Ocak 2017

Sizin duvar Ararat’ı keser mi?

Bu haftanın iki güncel sataşması vardı Ermenilere.
– TOKİ demiş ki, Suriye’den sonra İran ve Ermenistan sınırlarına da duvar örülecekmiş.
– Meclis’te soykırım diyen Garo Paylan’a TBMM 3 birleşime katılmama cezası vermiş ve Paylan’ın sözleri tutanaklardan çıkarılmışmış.
İkisi de ileride başımıza örülecek çorapların habercisi. Üstelik Baron Hırant’ın (Neden Baron dediğimi okurlarım bilir) katledilişinin 10. yılına yaklaştığımız şu günler, bana 19 Ocak 2007 öncesi Türkiyesi’ni hatırlatıyor.
Bu kez hatıralarımız görsel olarak da meclisteki tartışmalarla ve memleketteki diğer katliamlarla yepyeni bir kurmaca Osmanlı dizisi gibi karşımıza konuyor.
Duvar Ararat’ı keser mi?
Türkiye Abdullah Gül’ün döneminden bu yana Ermensitan ile zaten donmuş bir ilişki içerisinde. İki taraf da bu durumdan pek de şikayetçi değil açıkçası. Ermenistan, Türkiye’nin bir İŞID yuvası haline gelmesi ve kendisine yansıyacak etkilerinden “Zaten TR tarafından sınır kapalı” diyerek uzak kalıyor. Rusya gerçeğini Sovyet döneminde en derinden yaşamış bir halk olarak, Rusya ile Türkiye arasında olup biteni eminim bıyık altından gülerek izliyorlardır Ermensitan’daki siyasetçiler.
Bu yüzden duvar örmüşsün ya da örmemişsin bir zararı yok. Yerevan’ın her metrekaresinden Ararat’ın görünmesini engelleyemeyeceğine göre bir sorun yok. Duvar örülmesi, IŞİD’lilerin diğer tarafa geçmesine de engel olacağından daha da iyi hatta.
Yıllardır sınır illerindeki “Bizim inek otlamaya Ermeni tarafına kaçtı” sorunu da çözülmüş olur hem. Kars’taki davarlar otlamaya Ermenistan tarafına kaçmaz artık.
Duvarı örmüşken şu Iğdır’daki amcaların telefon faturalarına da bir çare bulunur herhalde.
Iğdır’da sınır bölgelerine yaklaşıldığında cep telefonlarının şebeke modu otomatik olarak belirleniyordu. Komşu ülkelerin GSM şebekelerinden daha güçlü gelen sinyaller yüzünden cep telefonları, Ermenistan, İran ve Nahçıvan’daki GSM şebekelerine bağlanıyor.
Aman mazallah Ermenistan’ın sinyali güçlü gelmesin…
“Tırnaklara” geri döner miyiz?
2007 öncesinde Agos’ta soykırım yazdık mı tırnak koyardık bazen. Biz diyoruz diye. Arda kaçardı bazıları. Her kaçan tırnak için de dava açılırdı “Türklüğü aşağılamaktan”. Dedim ya, 19 Ocak öncesini hatırlatıyor şimdiler bana diye. 19 Ocak’ta o tırnaklar kalktı. O gün bir deli cesareti ile “e yeter be artık” diyerek tırnakları kaldırmıştık.
Uzun süredir Garo Paylan’a mecliste yapılan saldırılar, sataşmalar, küfürler ve son olarak da konuşmasının tutanaklardan çıkarılması bana bu tırnak meselesini hatırlattı.
Tırnak ne demekti o zaman: “Dava açılmasından kaçınmak” demekti.
Tırnak ne demekti o zaman. “Biz biliyoruz soykırım olduğunu ama siz görmek istemiyorsunuz diye tırnaklı okutuyoruz size” demekti.
Aylardır Paylan’a yapılan fiziki (komisyon tartışmaları sırasında nasıl sıkıştırıldığını gösteren videoları hatırlayın) ve kim bilir manevi ne baskılar geliyor.
Son olarak TBMM başkan vekili Ahmet Aydın kürsüden “Burası TBMM, milletin kürsüsü, bu milleti yaralayıcı ifadeler kullanamazsınız” diyerek Paylan’a salondan sataşılmasına izin verdi.
Ahmet Aydın herhalde Paylan’ı seçenlerin de bu milletten olduğunu unuttu. Oysa Kahta Adıyamanlı Kürt vekil, Kahta’nın yarısından fazlasının Müslümanlaştırılan Ermeni ailelerin torunları olduğunu benden iyi bilir sanırım.
Verilen aranın ardından Paylan’ın sözlerinin tutanaklardan çıkarılması kararı alınmış ki evlere şenlik. Tüm videolar kaydedecek, dünya bilecek ne dendiğini, ama meclis tutanaklarından çıkarılacak ki, gelecek nesiller soykırım nedir bilmeyeceği gibi mecliste konuşulduğunu dahi görmesin.
Hrant Dink ABD’de yaptığı bir konuşmasında şunları söylemiş Ermenice: “Türk halkı gerçeği bilmiyor, sadece bildiği şeyi savunuyor, sizi bilmem ama benim öncelikli sorumluluğum onlara gerçeği göstermektir.”
İşte meclis tutanaklarından Paylan’ın soykırım sözlerinin çıkarılması bu gerçeği bilmemesi adına atılan adımların en sağlamıdır.
Oysa Ararat’ı TOKİ duvarıyla kapatamayacağınız gibi, soykırım sözcüğünü de duymadık diyemezsiniz

Aris Nalcı

İnkâr sürüyor…

13 Ocak’ta Meclis’te Anayasa değişiklik teklifinin 11. maddesi üzerine yapılan görüşmede, “Çoğulculuğu soykırım ve katliamlarla kaybettik” ifadesi kullanan HDP İstanbul milletvekili Garo Paylan’ın konuşması önce AK Parti’liler tarafından engellendi, ardından ise Meclis başkan vekili Ahmet Aydın tarafından konuşmasını tamamlamasına izin verilmedi.
Konuşmasında Ulusların Çöküşü kitabını referans gösteren ve Talat Paşa dönemini hatırlatan Paylan’ın, “Tıpkı bugünkü gibi. Parlamento ve çoğulculuğu devre dışı bıraktılar. O dönemde dört halkı kaybettik. Büyük katliamlarla, soykırımlarla bu topraklardan sürüldüler” demesi üzerine AK Parti’liler, “Bu topraklarda soykırım yoktur” diye bağırarak Paylan’ın konuşmasını engellemeye çalıştılar.
AK Parti’lilere, “Ben bunun adına soykırım diyorum, siz ne derseniz deyin. Adını hep birlikte koyalım, yolumuza devam edelim. Ben dedemin neler yaşadığını çok iyi biliyorum. Sizler için ‘kılıç artığı’ olduğumu da” diyerek tepki gösteren Paylan, Meclis başkan vekili Ahmet Aydın’ı konuşmasına yapılan müdahaleye karşı tavır almaya çağırdı. AK Parti’lilerin masalara vurarak Paylan’ın konuşmasını kesmesiyle birlikte Aydın da, “Süreniz bitmiştir” diyerek Paylan’ın konuşmasını engelledi.
Paylan’a uzaklaştırma cezası verildi, soykırım sözü ise tutanaktan çıkarıldı
Meclis başkan vekili Aydın, TBMM iç tüzüğünün 161. maddesine dayanarak Paylan hakkında “3 birleşim yasama faaliyetinden uzaklaştırma cezası verilmesini” oylattı. AKP, MHP ve CHP’li vekillerin oylarıyla Paylan 3 birleşim uzaklaştırma cezası aldı, ‘soykırım’ sözcüğü ise Meclis tutanağından çıkarıldı.
Kaynak: Evrensel, Cumhuriyet, 24 Ocak 2017

Alevîlik ve sınıf mücadelesi: Kültür ve ekonomi politik[1]

 

Yerinde bir soru: “Türk devlet geleneği neden Sünnîliğe yaslanır”?

Bu sorunun Osmanlı açısından yanıtı, sanırım -en azından Yavuz Selim ve Çaldıran Savaşı’ndan bu yana- açıktır. Biçimlenişinin ilk yüzyıllarında heterojen ve heterodoks bir toplum yapısına müsamaha eden ve bu çoğulculuğu fethettiği coğrafyaların İslâmlaştırılmasında kullanma yetisine sahip İmparatorluk (nihayetinde Osmanlı, dinsel açıdan son derece çeşitli bir nüfus üzerine çöreklenmiştir), 16. yüzyılda Şii Safevî devletiyle karşılaşmasında ilk kez yalnızca siyasal değil, aynı zamanda kültürel bir meydan okumayla karşı karşıya olduğunu duyumsamış, Anadolu’nun Şah İsmail’in cazibesine kapılan hoşnutsuz Alevî köylülerini zapt u rapt altına almak ve “ulû’l emre itaat”e dayalı bir düzeni konsolide etmek amacıyla Sünnîlik bir devlet düzeni olarak benimsenmiştir. Bu “devlet aklı”ndan kaynaklanan rasyonel bir tercihtir ve Osmanlı’nın laiklik/sekülerlik gibi bir iddiası olmadığına göre, yadırganacak bir tarafı yoktur.

İlginç olan, “laik bir devlet” olma iddiasıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, 1924’ten beri Anayasası’nda bu hüküm yer almasına karşın neden kendisini Sünnîliğe dayandırma ihtiyacını hissetmiş olduğudur…

Gerçekten de özellikle Alevîler arasında dolaşıma sokulan “Mustafa Kemal aslında Alevîydi; dedesi Bektaşi ulularındandı, soyu Kızıl Oğuz boylarına dayanır…” menkıbeleri bir yana, Kemalist kadro Cumhuriyet rejimini, merkezin sıkı denetimi altındaki ılımlı bir Sünnî anlayışa dayandırmışlardır. Örneğin Şer’iye ve Evkaf Vekaletinin lağvedilmesiyle, Mustafa Kemal’in emriyle 3 Mart 1924 günü “kökeni itibariyle Şeyhülislâmlığa dayanan ve onun geleneksel misyonunu sürdürmek üzere kurulan”[3] Diyanet İşleri Başkanlığı, fiiliyatta Sünnî doktrin esaslarına dayanmaktadır ve Türk(iye) halkının tümünün Sünnî olduğu, daha doğrusu olması gerektiği yolunda bir işleyişe sahip olagelmiştir, baştan bu yana. Alevîlik ile Alevîler, kuruluşundan bu yana, vergileriyle destekledikleri Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapsama alanı dışındadır. Dahası, Alevî köylerinde yaptırılan camilere atanan imamlar aracılığıyla, devletin “Sünnîleştirme” girişimlerine maruz kalmaktadırlar.

Öte yandan, (laik) devletin tam denetimi altında bir din tesis etme girişimini bir başka görünümü olarak tekke ve zaviyelerin kapatılması kararı[4] (1925), daha çok halk arasında yaygın olan ve egemen dinsel anlayışla uzlaşma, senkretizasyon ya da başkaldırı tutumlarını içerebilen “Halk İslâmı” pratiklerini yasaklayarak, tüm toplumu “devlet onaylı” Sünnî bir ortodoksiye mahkûm kılıyordu.

Yalnız diyanet işleri ya da Alevî toplulukların Sünnîleştirilmesi operasyonu değil, aynı zamanda T.C. tarihinin en kanlı “modernleştirme” harekâtı olan Dersim Tertelesi de kuruluş sürecindeki Cumhuriyet’in Alevî yurttaşlarına hiç de hoş gözle bakmadığının göstergesidir.

Olanca “laiklik” iddialarına karşın Kemalist kadronun neden örneğin Cumhuriyet’in kuruluşuyla neredeyse eşzamanlı bir devrim gerçekleştirip radikal bir düzen değişikliğine giden SSCB’nin örneğini izlemediği üzerinde düşünmeye değer: SBKP 1919 programında “sömürücü sınıflarla dinsel propaganda örgütleri arasındaki birliğin tümüyle ortadan kaldırılması ve emekçi kitlelerin dinsel önyargılardan kurtulması için çalışmayı, bilimsel aydınlanma ve din-karşıtı kavramların en yaygın propagandasını örgütlemeyi” üzerine alıyor, ancak bunu yaparken, (dinsel fanatizmi güçlendirebileceği gerekçesiyle) “müminlerin duygularını incitecek her şeyden özenle kaçınma” gereğinin altını çiziyordu. Böylelikle Sovyet devleti kurulur kurulmaz Kilise ile devletin tam ayrılması ve tüm eğitim sisteminin Kilise etkisinden arındırılması kararını aldı. Tüm yurttaşlar serbestçe hem dinsel hem de din karşıtı propaganda yapabileceklerdi. Kilise’nin (ibadet yerleri dışındaki) mal varlığına el konuldu ama ibadet, örgütlenme, toplanma ve propaganda özgürlüklerine dokunulmadı. Ancak bundan böyle Kilise (ya da din kurumları) devlet desteğinden tümüyle yoksun kalacaktı…

Evet, SSCB’nde -gericilerin, burjuva medyanın sık sık propagandasını yaptıkları üzere “din yasaklanmamış”, ancak dinsel kurumlar ile devlet arasındaki her türlü bağlantıyı kesip atan radikal bir laiklik uygulamasına gidilmişti. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde ise, bunun tersi gerçekleştirildi; İslâm dininin bir versiyonu, Sünnîlik ile ilgili tüm işler resmi bir kuruma tevcih edilerek din/Sünnîlik “devletleştirildi”…

Bu farklılığın nedeni, hiç kuşku yok ki, iki “kopuş”un farklı mantıklardan hareket etmesi ve farklı yönelişlere sahip olmalarıydı: SSCB, nihaî olarak sınıfsız bir toplum, sınırsız bir dünyayı ve her türlü baskı ve sömürünün ilgasını hedefleyen bir proleter devrimin ürünüydü. Kemalist Türkiye cumhuriyeti ise, kapitalist “kalkınma”yı seçmiş bir burjuva ulus-devleti olarak kurulmuştu. Üstelik de kapitalist dünyanın, burjuva devrimlerinin -hele ki dine yönelik tutumlarda- radikalizmden sakınması gerektiğine dair hatırı sayılır bir tecrübe biriktirdiği tarihsel kesite denk düşmüş, “devrim” hattında Fransız’dansa “Alman” (hatta Prusya) örneğini izlemeyi seçmişti.

Bir başka deyişle, Cumhuriyet’in kurucu kadrosu dinin (tek müşterekleri İslâm olan), dünya savaşı artığı darmadağın ve heterojen bir nüfustan bir “ulus” türetmek için ne denli önemli olduğunun bilincine kısa sürede varmıştı. Ortak bir “ulusal bilinç” yoksunu, savaş yorgunu, tükenmiş bir halkta yeni bir kalkışma enerjisi yaratabilmenin yolu, dinsel duygulara çağrı yapmaktan geçiyordu. Bunun için ise hem halkın çoğunluğunun aidiyeti olan hem de Osmanlı’ya karşı yüzlerce yıllık bir isyan, bastırılma, gizlenme geleneğinden beslenen kontrol-dışı Alevîliğin tersine, “ulu-l emre itaat”e dayalı, yaygın bir kadılar, müftüler, hocalar ağıyla denetlenebilen Sünnîlik daha elverişli kalıpları sağlamaktaydı. Kemalist kadro, ikinciyi tercih etti. Fikrince, kendilerine doğuştan “dini: İslâm” kafa kâğıtları verilen T.C. yurttaşları, özel yaşamlarında namaz kılacak, oruç tutacak, kelime-i şahadet getirecek, cuma günleri doluştukları camilerde tek merkezden hazırlanan hutbeler aracılığıyla ulusal bilince katılacak, öldüklerinde Sünnî gelenekler doğrultusunda gömülecek… Ancak kamusal işlerini laik devletin öngördüğü biçimde gerçekleştireceklerdi… Bir başka deyişle, ehlîleştirilmiş ve ılımanlaştırılmış bir Sünnîlik’in “halk”ın büyük bölümünün özel yaşamında egemen olması istenmiş, Sünnî Diyanet İşleri de bu misyonla donatmıştı…

İşlerin hiç de istendiği gibi ilerlemeyeceği, daha 1950’lerde ortaya çıkmaya başlamıştı. Sünnî Diyanet toplumun derinliklerine nüfuz ettikçe, popülist politikacılar Marshall yardımından Kore Savaşı’na asker göndermeye, özelleştirmelerden topraklarını NATO üslerine açmaya, velhasıl emperyalizmle bütünleşik bir kapitalist modeli hayata geçirme çabalarını “Allah, peygamber, cami, ezan” söylemlerinin ardına gizledikçe, İslâm’ın Sünnî versiyonu, yönetici elitin kontrolünden çıkarak onu kontrol altına almaya başladı.

Bu gelişmenin önemli duraklarından biri, şu malûm ve mahut “Türk-İslâm Sentezi”dir: Tarikat ehli münevver ve bürokratlar tarafından ülkeyi “uçurumun kıyısına getiren” kötülükler arasında gençliği “din-imandan uzaklaştıran laik ve materyalist eğitim ve ideolojinin de bulunduğu”na ikna edilen 12 Eylül cuntacılarının “dahiyane” uygulaması…[5] “Resmî ideoloji”nin, hem de Kemalist devrimlerin muhafızı olarak görülen ordu eliyle “Kemalist laiklik”ten “Türk-İslâm Sentezi”ne doğru kaydırılması, aslında Kemalist laiklik kavrayışı için “sonun başlangıcı” olacaktır.[6] Yeni “resmî görüş” doğrultusunda münhasıran Sünnî doktrin ve pratiklerin öğretildiği din dersleri “seçmeli” olmaktan çıkartılarak zorunlu hâle getirildi, Diyanet İşleri Başkanlığı yeniden organize edilerek güçlendirildi, toplumsal hayata derinlemesine nüfuz etmesini sağlayacak önlemler alındı, DİB’in yurtdışı faaliyetleri güçlendirildi, Alevî köyleri başta olmak üzere cami yapımına hız verildi… 12 Eylül’ün hemen öncesinde -devlet görevlilerinin şaibeli biçimde rol aldığı ve zamanaşımına uğratılarak örtbas edilen- üç katliama (Malatya 1978, Maraş 1978 ve Çorum 1980) uğrayan Alevîler ise, Türk-İslâm devleti nezdinde, dinsel talepleri, gereksinimleri olabilecek bir “cemaat” değil, olsa olsa “aşırı solla iç içe”, dahası “Kürtlerle birlikte hareket etme olasılığı taşıyan, dolayısıyla izlenmesi, fişlenmesi gereken bir “potansiyel tehdit”, bir “asayiş sorunu” idi; tabii bir de, zaman zaman katliamlara uğratılarak askerî müdahaleye zemin hazırlanabilecek potansiyel kurbanlar!

Türk-İslâm senteziyle birlikte devletin üstlendiği “toplumu sağcılaştırma” operasyonu, Türk sağının en önemli bileşenlerinden biri olan (Sünnî) İslâm’ın toplum üzerindeki elini daha da güçlendirecek ve tabii siyasal İslâm’ın yükseliş ve kadrolaşma sürecini hızlandıracaktı… “Atatürk devrimlerinin uyanık bekçisi” TSK’nın bu gelişmelere “uyanarak” 28 Şubat (1998) “post-modern” darbe girişimiyle siyasetin İslâmcılaştırılması sürecinin önünü kesmeye kalkışması, bir işe yaramamak bir yana, İslâmcılaşma sürecini daha da hızlandırarak, Müslüman Kardeşler’le bağlantılı olduğu yolunda ciddi kuşkular bulunan siyasal İslâmcı bir kadronun, AKP’nin iktidara gelmesinin önünü açtı.

AKP pratiği ise, devletin dini kontrol altında tutması yolundaki Kemalist “aklı”, tam da Kemalizm’in sağladığı araçlarla tersine çevirerek dinin ya da daha doğru bir deyişle siyasallaştırılmış bir Sünnî İslâm yorumunun devleti (ve de toplumu) ele geçirmesinin önünü açma doğrultusunda işledi/işliyor: “Dindar ve kindar nesiller” yetiştirme hedefini en yetkili ağızdan açıklayan AKP iktidarında Diyanet İşleri Başkanlığı, bütçesi 8-10 bakanlığın toplam bütçesini aşarak milyarlarca liraya hükmeden[7] ve yetkisi toplumun tümüne nüfuz eden[8] -neredeyse Hilafet’e denk- bir kuruma dönüştürüldü… Eğitim, zorunlu din dersleri, yeni dinsel içerikli seçmeli dersler, seküler konuların dinselleştirilmesi aracılığıyla müfredatın yeniden yazılması, düz liselerin imam hatiplerle ikamesi ve ilh. aracılığıyla İslâmileştirildi. Memurların atanmasında “dindarlık” temel kriter kılındı… vs. vs.

Aslına bakılırsa, bu yalnızca bir rövanş hareketi değildi… Ya da salt sosyo-kültürel bir başkalaşım vb… Türkiye’de İslâmî bir sosyo-kültürel iklimin egemen kılınması çabası, aynı zamanda, dünyadaki neoliberal küreselleşme trend’ini arkasına alarak yükselişe geçen ve hem içeride hem de dışarıda pastadaki payını büyütme çabasındaki bir sermaye kesiminin, bir zamanlar moda olan deyimiyle “Anadolu Kaplanları”nın ülkeye kendi damgasını vurma girişimlerine değgindi… Bu sermaye kesimi, böylelikle içlerinde daha kolay devinebilecekleri kodları hâkim kılma arayışındaydı.

 

TÜRKİYE’DE ALEVÎ OLMAK…

 

Türkiye’de “Alevî uyanışı” olarak nitelenen görüngü, tam da bu sürece denk düşer. Reha Çamuroğlu, AKP’nin Alevî danışmanlığına soyunmadan önce kaleme aldığı bir makalesinde, bu uyanışı sosyolojik ve politik etkenlere bağlayarak (özetle) şöyle açıklıyor:

  1. Sosyolojik açıdan, 1970’lerde doruk noktasına ulaşan kırsaldan kentlere göç. Bu göç sonucu, İmparatorluk tarihi boyunca ve Cumhuriyet tarihinin büyük bölümünde tecrit kırsal cemaatler hâlinde yaşayan Alevîlik hızlı bir kentlileşme sürecine girmiş; toplumsal yapısında köklü dönüşümler yaşanmıştır. Eğitim gören Alevîlerin sayısındaki büyük artış ve bir Alevî burjuvazinin ortaya çıkması, yeni bir toplumsal tabakalaşmayı ortaya çıkartmıştır.
  2. Politik etkenler ise üçlüdür: a) Sosyalist Blok’un 1980’lerde dağılması, 1970’li yıllarda siyasal açıdan radikalleşmiş ve devrimci gruplar saflarında yer almış Alevîleri yeni arayışlara yöneltmiş, sınıf siyasetinden kopan bu enerjik kesim, “kimlik” politikalarına yönelerek Alevî Rönesansı’nda öncü olmuşlardır; b) Siyasal İslâm’ın yükselişi, Alevîlerde bir savunma refleksine yol açmış, kentlerde görünür hâle gelen varlıklarını savunabilmek için örgütlenme çabalarına girişmişlerdir; c) Kürt hareketinin yükselişi de önemli bir bölümü Kürt olan Alevîleri Türk ve Kürt milliyetçilikleri karşısında Alevîlerin birliğini öne çıkarmaya yöneltmiştir.[9]

Gerçekten de bir yandan kırsal alandaki hızlı topraksızlaşma süreci ve kırsal işsizlik, bir yandan da sanayinin gelişmesi ve kentsel çekim nedeniyle Türkiye’de 1950’lerde başlayıp 1970’li yıllarda hızlanan ve kısmen iktisadî, kısmense siyasal nedenlere bağlı yoğun bir göç yaşanmış, 1950’li yıllara dek nüfusun yüzde 75’i kırsal kesimde yaşarken, günümüzde bu oran tersine dönmüş ve kentsel nüfusun oranı yüzde 75’e ulaşmıştır.[10]

Ama bu göç, nüfusun tüm kesimlerini aynı biçimlerde etkilememiş, 1970 ve 80’li yıllarda siyasal nedenler devreye girmiştir: 1970’lerin sonlarına doğru yaşanan Alevî katliamları ve 80 sonrasında Kürt illerinde uygulanan devlet terörü iç göçe etnik boyutlar yükleyecektir. Malatya, Maraş, Çorum katliamları, kırsal Alevîlerin göç ettikleri büyük kentlerde etnik ağırlıklı mahalleleri oluşturmalarında etken olacak, bu ise onları daha “görünür” (ama aynı zamanda “hedef”) kılacaktı.

Kentlileşen ve çoğunluk itibariyle kent yoksullarını oluşturan Alevîler, özellikle de Alevî gençleri, 1970’li yılların ikliminde radikal sol örgütlere yöneldiler. 70’ler, sınıf mücadelelerinin ve sosyalist/devrimci kimliğin etnik-dinsel aidiyet biçimlerini öncelediği, gölgede bıraktığı yıllardı. Ancak Alevî gençliğin bu yönelişinde 70’lerin “Tanrı dağı kadar Türk, Hıra dağı kadar Müslüman” faşist hareketinin Kürt ve Alevî düşmanı tutum ve eylemlerinin payı büyüktür. Öte yandan, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Osmanlı kovuşturma ve teröründen bezmiş bu nedenle de laiklik ilkesine dört elle sarılan Alevîler kentsel yaşama hızlı biçimde uyarlanırken, çocuklarının eğitimine özel önem vereceklerdir. Sol düşüncelere açık eğitimli gençler, kırsal Alevîliğin formatlarını köklü bir eleştiriye tabi tutarken, Alevîliğin dinselden kültürel bir değere irca etmesine yol açacaklardır:

Bilindiği gibi dedeliğin işlevini yitirmesi 60-70’li yıllara rastlar,” diyor Fuat Bozkurt. “Alevî gençliğinin sol görüşleri benimsemesi ile dedelik kurumu sömürünün bir uzantısı olarak görülmeye başlanır. Dedelik de kendini yenileyip çağın koşullarına göre bilgi ile donatamaz. Kentlileşmeye başlayan yeni kuşağın gereksinimlerine karşılık veremezler. Eski söylence ve öyküler Alevî gençlik arasında ilgi uyandırmaz. Boş inanç, uydurma şeyler olarak karşılanır.”[11]

Öte yandan, başlangıçta büyük kentlerin saçaklarında, birbirlerine tutunarak kaynaşan Alevîler,[12] kent koşullarına uyum sağlarken bir yandan da sınıfsal temelde ayrışmaktadırlar: kent proleterleri, esnaf, ticaret erbabı, serbest meslek sahipleri, giderek Alevî iş adam ve kadınları…

1980’ler, Türkiye için 12 Eylül darbesi eliyle solun, sosyalist hareketin ve işçi sınıfı örgütlerinin tasfiyesi, dünya için Sosyalist Blok’un çözülmesi ve eşzamanlı olarak kapitalizmin Keynesyen birikim modelinden neoliberal modele geçiş anlamına gelmektedir. Tüm bu olaylara koşut olarak da “sınıf”a ilişkin her türlü söylemin itibar yitimine uğrarken, “kimlik” politikalarının değer kazanması…

12 Eylül darbesiyle birlikte devrimci/sosyalist hareketlerin şiddetli bir devlet terörüyle bastırılmasından, çoğu radikal sol örgütlere angaje Alevî gençler de paylarına düşeni aldılar. 12 Eylül’ün demir yumruğu kısmen de olsa hafiflediğinde, ne ülkede ne de dünyada sol/sosyalizm adına fazla tutunacak bir şey kalmamıştı: sınıfa dayalı politizasyondan kimlik siyaset(ler)ine ricat için ortam elverişliydi…

Alevî kimliğinin yeniden “keşfi”ni hazırlayan gelişmelerden bir başkasının da siyasal İslâm’ın 12 Eylül sonrasında hız kesmeden yükselişini sürdürmesi olduğunu vurgulamıştım: 12 Eylül’le birlikte resmî devlet politikasına dönüşen “Türk-İslâm sentezi” Sünnî Diyanet İşleri Başkanlığı’nı toplumsal yaşamın merkezine doğru taşırken, Alevîlere sunulan tek seçenek, “Ali’yi biz de severiz, ama sizler Müslümansınız, üstelik de safkan Türklersiniz; belki kültürel olarak İslâm-öncesi Orta Asya geleneklerinin biraz fazla etkisi altındasınız, ama İslâm’da fetret olmaz; size ayrı bir statü tanınması mümkün değil” idi. Bu “resmî” tutumun, toplumdaki karşılığı ise, az sayıda çocuk, kız ve erkek evlatlar arasında ayırım gözetmemesi, eğitime verdiği değer, ticarî ve meslekî başarıyla Sünnî komşularına göre toplumsal basamakları hızla tırmanan Alevîlere yönelik, ne zaman patlayacağı belli olmayan haset, her an düşmanlığa dönüşmeye hazır bir çekemezlik hâliydi. En “barışçıl” koşullarda Alevî evlerinin işaretlenmesiyle süren, en kötü durumda ise, katliamlarda somutlanan bir çekemezlik…

Nitekim 90’lı yıllar, iki Alevî kıyımına sahne olacaktı: Pir Sultan Abdal Derneği’nin düzenlediği kültür festivali sırasında Aziz Nesin’in katılımını bahane eden Sünnî güruhun konukların kaldığı Madımak Oteli kuşatarak içindekileri diri diri yaktığı 1993 Sivas’ı ve silahlı saldırganların bir kahveyi tarayarak çok sayıda insanı öldürmeleriyle başlayan, izleyen protestolar sırasında polisin protestoculara ateş açmasıyla devam eden 1995 Gazi Mahallesi katliamı…

Gerek Sivas gerekse Gazi katliamları, tıpkı Malatya, Çorum ve Maraş’ta olduğu gibi devlet güçlerinin mağdurların değil saldırganların yanında saf tuttuğunu açığa çıkartacak,[13] katliamları izleyen kovuşturmalar, zamanaşımına terk edilecekti…

Alevî kimliğinin yeniden keşfinde etken olan gelişmelerden sonuncusu ise, kuşku yok ki, 12 Eylül darbesinin ardından Diyarbakır zindanlarında yeşeren Kürt kalkışmasıydı.

Kürt kalkışmasının Alevîleri iki tarzda etkilediği söylenebilir: iktisadî ve ticarî açıdan “başarı”larıyla orta ve orta-üst sınıfa dahil olabilmiş Türk Alevîler arasında, siyasal ifadesini “ulusal sol”culukta bulan bir reaksiyon ve daha çok Kürt Alevîleri ve Alevî yoksulları etkileyen, Kürt hareketine yönelik sempati…[14] Ancak her durumda, Kürt kalkışması, başta Alevîler olmak üzere Anadolu’nun tüm etnilerini kimlik ve tanınma talepleri doğrultusunda harekete geçirmiştir.[15]

Böylelikle 1980’lerin sonu ve özellikle de 90’lı yıllar, Alevî derneklerinin pıtrak gibi bittiği, kentlerde Alevîlerin yoğun olduğu bölgelerde birbiri ardısıra cemevlerinin açıldığı, Alevîlikle ilgili yayınlarda bir patlama yaşandığı ve çok sayıda Alevî dergisinin yayın yaşamına girdiği[16] bir dönem oldu. Üniversitelerde Alevî temalı tez ve araştırmalar zirve yaptı; konu üzerine paneller, konferanslar birbirini izledi, Alevî ritüelleri kamuya açık biçimde icra edilmeye başlandı, yerel festivaller canlandırıldı, Hacı Bektaş Veli şenlikleri devlet ricalinin görmezden gelemeyeceği siyasal çekim merkezine dönüştü… Alevîliğin İslâm’a dahil mi, yoksa ondan farklı, ayrı bir din mi olduğu tartışması ve bir Alevî teolojisi ve/ile felsefesi oluşturma girişimleri de bu döneme rastlar.

 

ALEVÎ TALEPLERİ

 

1990’lar aynı zamanda farklı Alevî oluşumların Devlet’e bir dizi talep formüle ederek yönelttikleri bir dönem oldu. Bu taleplerin önemli bir bölümü DİB’le ilgiliydi ve grubun kendisini İslâm’ın bir parçası olarak görüp görmemesiyle bağlantılı olarak değişkenlik gösteriyordu.[17] Alevîliği “İslâm-içi” olarak gören kesimler Diyanet’in Alevîlere de hizmet götürecek şekilde yeniden yapılandırılması, örneğin Alevîlerin kurum içerisinde bir dede tarafından temsil edilmesi gereğini savunurken, daha radikal yaklaşımlar bizatihi Diyanet kurumunun varlığını laikliğin ihlâli olarak görmekte ve kurumun lağvedilmesini talep etmektedir. Onlara göre Alevîliğin Diyanet içerisinde temsili, Alevîliğin “devletleştirilmesi” ya da asimilasyonundan öte bir anlam taşımayacaktır.

Alevî taleplerinin ayrıştığı bir başka konu da 1980 darbesinden bu yana uygulanan zorunlu din dersleriyle ilgilidir. Kimi gruplar (örneğin Alevî-Bektaşi Federasyonu, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği) zorunlu din derslerinin laiklikle bağdaşmadığı gerekçesiyle topyekûn kaldırılması gerektiğini ifade ederken, daha “ılımlılar” din derslerinin seçmeli hâle getirilmesi ve bu derslere Alevîlikle ilgili bilgilerin dahil edilmesini talep etmektedir.

Ancak tüm Alevî gruplarının üzerinde hemfikir gözüktüğü konular yok değildir; örneğin eşit yurttaşlık hakkı, cemevlerinin ibadet yerleri olarak yasal statüsünün tanınması, Alevî türbe ve dergâhlarının Alevîlere iade edilmesi, Alevî köylere cami inşaatı ve imam atamalarına son verilmesi, Alevîlerce kutsal sayılan mekânlara baraj, yol vb. yapımının durdurulması…

 

KİMLİK TARTIŞMALARI

 

Bunlar, tümüyle kimliğe ilişkin taleplerdir: Alevî kimliğinin tanınmasına yönelik talepler. Ve aralarındaki çeşitlilik ne olursa olsun, 1980 sonrasında küresel ölçekte tırmanışa geçen neoliberal iktisadî yönelimin toplumsal yaşamda hegemonik kıldığı “yeni” paradigmayla uyumludur. Ne midir bu paradigma?

Kapitalizmin sosyalizmin basıncından kurtulup da özüne dönmüş hâli, neoliberal canavar sermaye hareketleri önündeki her türlü engeli yıkıp devirirken, çapını genişletip derinliğini arttırdığı yoksulluk ve yoksunluğun isyanını iki araçla bastırmayı öngörmüştü: etnik ve dinsel diriliş ile sınır tanımayan bir devlet şiddeti. Havuç işlevi gören etnik ve dinsel diriliş, neoliberal paradigma için birkaç bakımdan işlevseldi: etkisizleştirilen, işlevsizleştirilen ya da tümüyle tasfiye edilen sınıf örgütlerini (sendikalar, sosyalist/devrimci partiler, demokratik kitle örgütleri…) ve de Keynesyen “sosyal politikaları” kimlik siyaset ve söylemiyle ikame etmek… Bu yoldan sınıf mücadelesinin yerine “yoksulluğu hafifletme stratejisi” olarak etnik dayanışma örüntülerini devreye sokmak, böylelikle de bir yandan devletin sosyal işlevlerini cemaatlere yükleyerek emeğin maliyetini düşürmek, bir yandan da etnik rekabeti harekete geçirerek piyasaları dinamize etmek…

Umberto Eco’nun neoliberal cehennemi “yeni ortaçağ” olarak tanımlaması boşuna değildir: tepede çokuluslu şirketlerin yer aldığı, en altta cemaatlerin kendi üyelerinin iktisadî ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştığı, ama aynı zamanda onları “hizada” tuttuğu, cemaatler arası rekabetin işgücü ücretlerinin daha da aşağıya çekilmesinden küresel piyasanın etnik ürünlerle çeşitlenmesine, kimi zaman da etnik boğazlaşmalara yol açtığı bir distopya… Küresel sistemin muktedirleri yeryüzü kaynaklarını yeniden ve yeniden paylaşırken mikro-milliyetçilikler hâlinde parçalanan bir dünya… Ve Güney’in yoksulları, etnik boğazlaşma kurbanları can havliyle kendilerini Kuzey’deki güvenli topraklara attıkça zengin ve mamur coğrafyalarda yükselen ırkçılık…

Sınıfsal taleplerin kimlik politikalarıyla ikamesinin yoksullara, ezilenlere, sömürülenlere fazla bir getirisi olmadığı, olamayacağı kısa sürede ortaya çıkacaktı. Tersine, kültürel gruplara irca olan (çoğunlukla savunmasız) ezilen azınlıklar, işsizlik tehdidi, işsizlik, toplumsal konumunu yitirme, yoksullaşma basıncı altındaki çoğunluk ırkçılığının boy hedefi hâline geldiler. Bir zamanlar sihirli formül olarak sunulan neoliberal “çokkültürcülük” umdesi, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının kol gezdiği “Yeni Dünya Düzeni” sahnesinde birbirine kapalı ve birbirlerine karşı kuşku ve nefret besleyen kültürel grupların her an birbirlerini boğazlayabileceği bir trajediye dönüştü.

Bu böyledir, ama bu durumda yapılması gereken, “ulusal sol”un va’zettiği üzere hâkim ulus milliyetçiliğinden gayrısını “gayrımeşru” ilan edip ihanetle suçlamak değildir, kuşkusuz. Ya da dar bir sınıfçılığa teslim olup kimliğe ilişkin her türlü talebi “bölücülük” ilan etmek hiç değil…

Aslına bakarsanız, son onyılların deneyimi, kimliğe ilişkin taleplerin sınıflar arası mücadeleden tümüyle kopuk olmadığını, tersine, örtük sınıfsal temele sahip olduğunu açığa çıkarmakta. Bir etnik, dinsel vb. grubun çoğunluk mensupları ya da çoğunluğa dayalı iktidar güçleri tarafından dışlanması, tahakküm altında tutulması ya da kovuşturmaya uğratılması, nihayetinde iktisadî kaynakların dağılımıyla ilgili bir sorundur – hem ulusal hem de uluslararası sahnede. Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında gayrımüslimlerin maruz kaldığı soykırım ve tehcirlerin “sermayenin millîleştirilmesi”yle ilgili olmadığını kim öne sürebilir? “Kürt sorunu” olarak tescillenen girift sorunlar yumağı, nihayetinde T.C.’nin hâkimiyeti altındaki topraklardan bir bölümünü yitirme kaygısından kaynaklanmıyor mu?

Ya da Alevîler üzerinde Osmanlı’dan günümüze dek uzanan Sünnî mezalimin sınıfsal temelden yoksun olduğu, salt kültürel ve/veya dinsel nedenlerden kaynaklandığı ileri sürülebilir mi? Selçuklu’nun son demlerinden itibaren, özellikle de Osmanlı’da Saray ve çevresi, Anadolu’nun fethi sırasında destekledikleri göçer-köylü Kızılbaşları denetim altına alıp kırsala çeki-düzen verme uğraşına girmemişler midir? Ve tüm bir Osmanlı tarihi boyunca, Osmanlı zulmüne, boyunduruğuna ve sömürüsüne karşı isyanın adı Kızılbaş olmamış mıdır? Bir başka deyişle, Kızılbaşlık, Osmanlı boyunca sömürücü sınıflara karşı sınıf mücadelelerinin büründüğü kisve olagelmiş değil midir?

Şu hâlde vurgulamalı: Sınıf mücadeleleri, her zaman işçilerin fabrikaları işgal edip sokaklara döküldüğü “çıplak” biçiminde tezahür etmez. Kimi zaman, hatta çoğunlukla örtülü biçimlere bürünür: Kimlik savları, iktisadî-siyasal kaynakların toplum içinde ya da uluslararası düzlemde paylaşımı ve/veya yeniden paylaşımı sürecinde yükselirken, egemenlerin ezilenler arasında çoğunluğun desteğini devşireceği ideolojik söylemlerdir. Ve yine kimlik, ezilenlerin iç dayanışmalarını konsolide, direnişlerini motive edecekleri unsurları sağlamakla, “güçsüzlerin silahı”na da dönüşebilmektedir.

Söylediklerimi günümüzde yaşadıklarımızla somutlayarak tamamlayayım: AKP siyaset sahnesine, küresel neoliberal rüzgârı arkasına alarak hem ulusal hem de uluslararası düzlemde pastadan payını arttırmaya istekli bir kesimin, Anadolu burjuvazisinin sözcüsü olarak çıktı. Bu kesim, yüzü Batı’ya dönük selefinin tersine, hem Türkiye’nin batılılaşma girişimi karşısında tepkili, hem de bölgesel serüvenlere girişme konusunda daha gözükara idi. Hareket alanını genişletebilmek, taban desteği sağlayabilmek için ise, bu coğrafyada en kaba asgarî müşterekleri harekete geçirebilme yetisine başvurmak zorundaydı: Şovenizm, dinsel taassup, kadın düşmanlığı, homofobi…

Bu topraklardaki Osmanlı bakiyesi Alevî düşmanlığının bugün kaşınmasının “ekonomi-politiği”, hiç kuşku yok ki, toplumsal tabanıyla ilişkilenmeyi Kemalist Cumhuriyet’in Batıcı ve laik yönelişiyle hesaplaşmaya endeksleyen bu kesimin tırmanışıyla bağlantılıdır. Hem içeride “suyun başını tuttuğu”na inandıkları Alevîlerin tasfiyesiyle elinin genişleyeceğine inanan hatırı sayılır bir Sünnî nüfusun varlığından ötürü, hem de Alevî düşmanlığı, iktidar partisinin Ortadoğu’da oluşturulacak bir Sünnî eksenin lideri olma hesabıyla örtüştüğü için…

Alevî derneklerini “devlete destek olmaya” çağıran Türkmen Alevî-Bektaşi Derneği Başkanı Özdemir Özdemir’in, “O yalıda oturan Alevî vakıf başkanlarına sesleniyorum. O yalıları başınıza yıkarlar, orada oturamazsınız. O paralarınızı elinizden alırlar, sizi bu Türkiye’de öldürürler,”[18] tehdidi boş laf değildir…

* * *

Bu durumda, Alevîlerin kendilerini salt “tanınma”yla, devletin kendilerini kabul etmesi ve dinsel/kültürel inançlarına saygı gösterme talepleriyle sınırlandırması, kendini etkisizleştirmekten başka bir sonuç vermez. Aralarındaki “devletin Alevîsi” olmaya gönüllü simsarların çabası ne olursa olsun, günümüzde büyük bölümünü kent yoksullarının oluşturduğu Alevîler, mücadelelerini “cemevlerinin yasal statüsü”yle, Diyanet’te temsil edilip edilmemeyle sınırlandıramaz, sınırlandırmamalı. Çünkü tüm kültürlerin, tüm inançların ve inançsızlığın birbirlerinden beslenerek, birbirlerini zenginleştirerek bir arada yaşayabileceği tek zemin, Baba İshak’ların, Şeyh Bedreddin’lerin, Börklüce Mustafa’ların, Pir Sultan’ların uğruna ölüme yürüdüğü, “yârin yanağından gayrı her yerde, her şeyde hep beraber” diyebileceğimiz eşitlikçi, ortaklaşmacı bir dünyadır…

Ve bu dünya için mücadele sancağını, günümüzde Ethem’ler, Ahmet Atakan’lar, Ali İsmail’ler, Abdocan’lar devralmıştır…

 

4 Ocak 2017, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 31 Ocak 2017 tarihinde Mamak AKA-DER’de yapılan konuşma…

[2] Pir Sultan Abdal.

[3] “Kuruluş ve Tarihi Gelişim”, http://www.diyanet.gov.tr/tr/kategori/kurulus-ve-tarihce/28

[4] Bu yasa, bütün tarikatlarla ve türbelerle birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, bir kısmı Alevîlikle doğrudan ilişkili eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerin yapılmasını ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini de yasaklıyordu.

[5] “Paşaların paşası Kenan Paşa ve arkadaşlarının kurduğu ‘Atatürk Yüksek Kurulu’ 20 Haziran 1986’da da Turgut Özal’ın desteğiyle bir toplantı yapmıştı. Toplantıyı Cumhurbaşkanı Kenan Evren yönetmişti. İşte o toplantıda oybirliğiyle kabul edilen rapor: ‘Türk-İslâm Sentezi’ni temel alan bir kültürün tüm ulusa kabul ettirilmesine karar verilmiştir’…” (Hikmet Çetinkaya, “Yeni Senaryolar…”, Cumhuriyet, 6 Mart 2007, s. 5).

[6] Martin van Bruinessen, “1980’den bu yana sergilenen İslâm’a yönelik resmî tavır, Kemalist gelenekten şimdiye kadarki en büyük kopuşu temsil eder,” diyor (M. Van Bruinessen, “Türkiye’de Kürtler, Türkler ve Alevî Uyanışı”, Kürtlük, Türklük, Alevîlik. Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000: 121).

[7] DİB’in 2017 bütçesi, 6.8 milyar TL ile 11 bakanlığın bütçesini aşıyor (“2017 Bütçesi Erdoğan ve Diyanet’e Yaradı”, Birgün, 26 Aralık 2016).

[8] Çeşitli devlet kurumları ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında imzalanan protokollerle, din görevlileri boşanmak isteyen çiftleri barıştırmaktan hastalara telkine, okul “kıran” çocukların ıslahından, trafik kurallarına uyulmasını sağlamaya dek gündelik yaşamın kılcal damarlarına nüfuz etmesinin önü açıldı (Bkz. S. Özbudun, “Diyanet(in) Toplumu mu?”, Esmer, Mart 2012, No: 72, ss. 21-23).

[9] Reha Çamuroğlu, “Türkiye’de Alevî Uyanışı”, Alevî Kimliği, der: T. Ollson, E. Özdalga, C. Raudvere (der.), Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999: 97-98.

[10] Hacettepe Üniversitesi, Nüfus Etütleri Enstitüsü, Türkiye’nin Demografik Dönüşümü, TNSA 2008, http://www.hips.hacettepe.edu.tr/TurkiyeninDemografikDonusumu_220410.pdf, s. 19.

[11] Fuat Bozkurt, “Alevîliğin yeniden yapılanma sürecinde toplum-devlet ilişkisi”, Alevî Kimliği, der: T. Ollson, E. Özdalga, C. Raudvere (der.), Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999: 105.

[12] Kırsal Alevîlik de sanıldığı üzere, türdeş bir bütün değildir. Kürt-Türkmen-Arap Alevîliği gibi etnik bölünmenin yanısıra, yüzlerce yıldır tecrit koşullarda yaşamış olmak, Anadolu (Türkmen) Alevîliğini dahi, birbirlerinden “kız ve tuz” alıp vermeyen gruplara bölmüştü: Birdoğan Şah İsmail yanlısı “asalı” dedeler ile Osmanlı icazetli “pençeli” dedelere bağlı cemaatler arasındaki temassızlığı anlatırken, “Kimi büyük köylerde etnik kökene, tarihsel olaylara göre birkaç tür Alevîlik varsa bunlar yüzyıllardır birbirinden kız ve tuz alıp vermezler,” der (Nejat Birdoğan, “Süre’nin aşındırması ya da kent koşullarında Alevîlik”, Pir Sultan Abdal Kültür Sanat Dergisi, No: 26, Mayıs 1998, s. 8). Göçle birlikte bu ayırımlar kentlerde hızla yok olurken, farklı bölgelerden, farklı köklerden gelen Alevîler, kentlerde birbirleriyle buluşma olanağını buldular.

[13] “Sivas’taki otel yangını, devlet aygıtının -Sivas’taki yerel polis ve yerel idare- toplumsal ayrılıklar üzerinde yer almadığını ve saldırganların tarafını tuttuğunu göstermişti. Merkezî hükümet görevlileri, 1980’lerde aşırı sağcı Sünnî Müslümanlarca doldurulmuş polis teşkilatının en azından bir kısmı üzerinde kontrole sahip değildi…” (M. Van Bruinessen, ““Türkiye’de Kürtler, Türkler ve Alevî Uyanışı”, Kürtlük, Türklük, Alevîlik. Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000: 127).

[14] Nitekim, Devrimci Alevîler Birliği’nin talepleri arasında, “Kürt halkının özerklik hakları Anayasayla güvence altına alınıp, Kürt sorunu barışçıl demokratik bir şekilde çözülmesi” de yer alıyor. Bkz. “Alevîlerin Hak ve Talepleri”, http://alev-i.com/siyaset/Alevîlerin-hak-ve-taleplerin/.

[15] Bkz. Sibel Özbudun, “Cin Şişeden Çıkarken”, Antropoloji Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları, Ankara, Ütopya Yayınları, 2010: 35-41.

[16] Alevîlikle ilgili yayınlar konusunda o dönemde yapılmış bir çalışma için bkz. Karin Vorhoff, “Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşilikle ilgili akademik ve gazetecilik nitelikli yayınlar”, Alevî Kimliği, der: T. Ollson, E. Özdalga, C. Raudvere (der.), Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999: 32-66.

[17] Dr. İştar Gözaydın’ın saptamasıyla, Alevîliği daha geleneksel ve İslâm-içi tanımlayan grupların başını Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği (1992) ile Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi (CEM) Vakfı (1995) gelmektedir. Ehl-i Beyt Vakfı (1994), diğer gruplara oranla İran Şiîliğine daha yakın durur. Buna karşılık, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı (1994) ve Alevî-Bektaşi Federasyonu (2003) çevreleri ise, Alevîliğin İslâm’dan çok daha önce ortaya çıkmış, kendine özgü bir din olduğunu savunmaktadır. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin (1989) başını çektiği eğilim ise Alevîliğin, ‘din dışında’ ve ‘Anadolu halkına özgü bir felsefe ve yaşam biçimi’, ‘demokratikleşme, çağdaşlaşma ve laikleşme mücadelesi ve/veya ‘toplumsal muhalefet ve direniş odağı olduğunu savlamaktadır (İştar Gözaydın, “Dini Doğruluk İddiası ve Çoğulculuk: Türkiye Örneği”, Eugen Biser Foundation, Münih ile Alman Büyükelçiliği tarafından düzenlenen “Dini Doğruluk İddiası ve Çoğulculuk” konulu Konferans’ta sunulan tebliğ; 15 Ekim 2015).

[18] “Alevîleri Tehdit Eden Özdemir TBMM Gündeminde”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2017… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/654892/Alevîleri_tehdit_eden_Ozdemir_TBMM_gundeminde.html

 

Enerji meselesine yaklaşımlar: Kapitalizm ve sosyalizm

İnsan vücudu tükettiği besinler üzernden enerji ihtiyacını karşılayabiliyorken, insanların yarattığı birçok şey (makinalar vs.) daha fazla enerjiye ihtiyaç duyuyor. İşte bu enerjiyi ise doğanın, evrenin bize sunduğu avantajları, enerjileri birbirine dönüştürerek sağlayabiliyoruz.
Fakat kapitalist sistemde, doğadaki ve insan bedeninde üretilen bu enerjilerin nasıl ve nereye harcanacağının kararını -diğer bütün konularda olduğu gibi- sayıları bini geçmeyen büyük şirketler ve onların sahip olduğu birkaç devlet veriyor
Sunacağım verilerin detayına internet üzerinden rahatça ulaşabilirsiniz. Ama burada asıl üzerinde duracağım kısım, meselenin ideolojik yanı. Bu çerçevede enerjinin kullanımı konusunda bir kapitalizm eleştrisi yapacağım, daha sonra ise komünist ideoloji ile enerji, sosyalist bir toplumda nasıl kullanılabilir, kullanılmıştır ve bunun toplumsal etkilerini inceleyeceğim.
Şimdi ilk konumuz olan, kapitalizmin enerji meselesine yaklaşımına bakalım.

1- Kapitalizm ve enerji
Klasik olanla başlayalım: Kapitalizmin iki mutlak yasasından biri artı-değer üretimi, diğeri ise rekabettir. Yani yukarıda bahsettiğimiz büyük şirketler, insanın doğasından gelen bir özellikten dolayı değil, kapitalizmin genel yasalarından dolayı sürekli birbirleriyle rekabet etmek zorundadırlar, aksi hâlde diğerleri tarafından piyasadan silinecektirler.
Enerji sektörü ise en çok gelir getiren alanların başındadır. Fortune dergisinin her yıl yayımladığı dünyanın en zengin 500 şirket listesinde ilk 10’a baktığımızda, bunların 6 tanesinin enerji şirketi olduğunu görebilmekteyiz[1]
Bunlar sadece enerjinin çıkarılması ve dağıtılması ile ilgili şirketler. En zenginler listesine baktığımız yüksek sıralarda gözüken otomotiv, inşaat, sağlık, askeri, medya, banka gibi sektörler ise bu enerjinin harcanması konusunda devreye giren alanlar. Yani neredeyse bütün şirketler, dünyanın doğal enerji kaynaklarının ne kadar ve nasıl kullanılacağı konusunda az çok söz sahibi olmuş oluyor.
Bu enerjinin nasıl kullanıldığına girmeden, şu çelişkiyi önceden söylememiz gerekiyor diye düşünüyorum: “Mars’a seyehatin olanakları konuşulurken, elektriği olmayan, temiz suya ulaşılamayan bölgeler var dünyada. Artık terabaytların bile küçük sayıldığı, saniyede bilmem kaç milyar işlem yapabilen kuantum bilgisayarlardan bahsedilirken, soğuktan donan insanlar var büyük şehirlerde. Zayıflamak için türlü türlü hapların kullanıldığı, en küçük bir hastalıkta sayısız ilacın, vitaminin tüketildiği bir dünyada açlık sınırının altında yaşayan 3 milyar insan ve önlenebilir hastalıklardan ölen milyonlar var.”[2]
Şimdi böyle bir dünyada, bu sektörlerden birkaçını seçip, bu enerjinin nasıl kullanıldığına dair örnekler verelim.
Otomotiv Sanayii Derneği (OSD) Yönetim Kurulu Başkanı Kudret Önen’in açıklamasına göre, “Otomotiv sanayisinde toplam üretim geçen yıl 2014’e kıyasla yüzde 16 artarak 1 milyon 359 bine ulaştı… Böylece otomotiv sanayisinde 2015 yılında üretim rekoru kırıldı.” Bu verileri sunan, Koç Holding’in uzun süredir yöneticiliğini yapan kişi, ulusumuz ne kadar da kalkınıyor şeklinde düşüncelerini ifade ediyordur büyük ihtimal, tabii mesela ülkede ekonomik sıkıntıların halk üzerinde etkisinin biraz daha arttığı 2015 yılında Koç Grubu’nun kârının bir önceki yıla göre yüzde 32 artışla 3.57 milyar liraya ulaştığını gizlemiş oluyordu.
Üretilen araçların bir kısmının yurtdışına gittiğini düşünürsek (ve bazı eski araçların da hurdaya), her halükârda bu rekorun Türkiye trafiğine bir “katkı” yaptığını söylemiş olabiliriz. İstanbul’da yaşayan her çalışan, her işgünü işe giderken ve gelirken bunun ne anlama geldiğini rahatça söyleyebilir fikrindeyim.
Bu meselede bizim makalemizi daha çok ilgilendiren ise enerji tarafı. Genel olarak piyasaları az çok bilen bir kişi bilir ki, metal sanayii pahalı bir sanayidir. Metal madeninin çıkarılmasından arabanın son hâlini almasına kadar yan sanayiler de dahil, toplam araba üretim kapasitesini düşününce, neredeyse dünyada en çok enerji harcanan sektör diyebiliriz. Ve bu araçların hareket etmesi için gerekli petrol enerjisi ve bu petrolü elde etmek için çıkan büyük savaşlarda harcanan enerjiyi de düşününce, uçsuz bucaksız bir enerji sarfiyatını ortaya koyabiliriz düşüncesindeyim.
Buradaki bütün sektörleri düşündüğümüzde, insanların ulaşımını kolaylaştıracak, her yere toplu ulaşımın sağlandığı bir sisteme karşı çıkabilecek güçleri tahmin edebiliriz herhâlde? Ve savaşları düşündüğümüzde, karşı çıkmanın boyutlarını da anlayabiliriz.
İkinci önemli sektör ise inşaat. İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin her yerine çılgın gibi inşaat yapılıyor. Genel olarak Türkiye’nin büyük bir kısmının İstanbul’a göç ettirilerek hem yaşam alanlarından uzaklaştırılması, hem de her geçen gün artan göç nedeniyle İstanbul’un yaşanılmaz bir yer hâline gelmesini bir kenara koyup tekrar enerji alanına yoğunlaşabiliriz.
Konut başta olmak üzere, 2015 yılı itibariyle sadece İstanbul’da 114 AVM bulunması, tüm bu şehirleşmenin getirdiği yolları da düşününce ülke tam bir beton yığınına dönüşmekte. İnşaatlar da kullanılan demirin yanında, asıl malzemesi olan çimentonun kullanılır hâle gelmesi için yine çok büyük enerjiler gerekmektedir. Yine burada da “bu kadar konut, AVM ne için gerekli” sorusunu sorduğumuzda, otomobil için ulaştığımız sonuçların benzerine ulaşabiliriz. Daha inşaat sektörünün yoğunluğunu şu anki gibi arttırmadığı 2007 yılı için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kendi verilerine göre[3], İstanbul’da 308 bin 615 boş ev bulunmaktaydı. Bu sayının bugünlerde sadece İstanbul için 1 milyondan fazla olduğundan bahsedilmektedir.
Bunlara doğayı tahrip etmesine rağmen yapılan, 3. köprü ile otobanlarını, doldurulan denizleri ve bunlara benzer birçok şeyi düşünce, boşa harcanan enerjinin boyutlarını anlayabiliyoruz.
Gözümüzün önünde oluşu ve boyutlarını düşününce bu iki örneği verme gereği duydum, ama kapitalizmin dünyada benzer şekilde harcadığı enerjileri düşünce, “bizim bu kadar enerjiye gerçekten ihtiyacımız var mı” sorularının ortaya çıkıyor olması gerekiyor.
Aslında üretim sektörleri detaylı incelendiğinde, üretilen şeylerin birçoğunun insanlık için gereksiz olduğu anlaşılacaktır. Mesela özel hastanelerin yaptığı testleri ya da üretilen binlerce ilacı düşünün. Medyayı düşünün; basınından televizyonuna, sinemasına; insanları tüketime zorlayan, bilimsel olarak hiçbir şey katmayan ürünlere… Veya savaşlara, birkaç şirket daha fazla kâr etsin diye, hiç kullanılmadan yenileri üretilen silâhları… Birileri yemek bile yiyemezken, dünyada üretilen gıdaların yarısının çöpe atılmasını… Benzer şekilde çoğu israf olan lüks tükettim malzemelerini… Ayrı ayrı bütün ürünlerin paketlenmesini ve sergilenmesini… Elinde birikmiş para var diye, insanları sömürmekten başka işe yaramayan binlerce bankayı ve fınans kuruluşlarını… Ve üretmesi çok basit olduğu hâlde (gıda ürünlerinden tekstile…) “bazı politikalardan dolayı” üretmeyip, dünyanın en uzak köşelerinden getirmek için harcadığımız enerjiyi…
Evet bugünkü koşullarda tüm bu söylenenlere binlerce örnek de verilebilir. Ve bunlarının yapılmasından vazgeçildiğinde de insanların işsiz kalacağı değil, aslında insanların bu teknolojik gelişmişlikte sadece 3-4 saat çalışarak tüm temel ihtiyaçlarına ulaşabileceği anlamı çıkmaktadır.
Tabii bu koşulları şirketler, sermayelerini büyütemeyeceği için kabul etmeyecekler ve sistemin bu şekilde ilerlemesi için medyasından, dininden, askerine, polisine tüm ekonomik, siyasal ve askerî gücünü harcamaktan geri durmayacaklardır.
İşin bir diğer yanı ise, kendi çürümüşlüklerini dünyaya yaymaya devam etmektedirler. Daha fazla petrol için kendi ordularının ötesinde, İslamî çeteler üzerinden hem insanı, hem de insanlığı yok etmektedirler. Veya “bilim” üreten yerler ve medya başta olmak üzere, kapitalizmi kutsal kılmak için tüm insanların akıllarıyla oynamaktadırlar ve toplum insanlıktan çıkarılarak tam bir tüketim “makina”sına çevrilmeye çalışılmaktadır. Bunlarla beraber, doğaya, geri dönüşü olmayan zararlar verilmektedir.
Tüm bu şiddet, isyanları tetiklemektedir.
Peki “ölüm” korkusundan dolayı kapitalizmin tüm kaynaklarıyla karşı propagandasını yaptığı sosyalist bir toplumda enerji meselesi nasıl çözülebilecektir ve üretilen çözümler toplumsal yaşama nasıl etki edecektir?

2- Sosyalizmde enerji ve toplumsal sonuçları
Sosyalizm nedir? Bu kadar karanlığın olduğu bugünlerde, sosyalizmi aydınlık olarak tarif edebiliriz. Gerek 1. ve 2. dünya savaşları sonrasında, gerekse de Sovyetler’in yıkılması sonrasında sosyalizme dair yapılan karalamaların haddi hesabı yok diyebiliriz.
Birçok kişi, gerek Gezi Direnişi süresince, gerekse de son seçimlerden sonra medyanın yalancı yüzünü çok açık bir şekilde görmüş olsa da, maalesef sosyalizme dair kafalarındaki birçok fikrin hâlâ o medyadan geldiğinin farkında değiller.
Hâlâ sosyalizme dair kafalarında soru işareti olan kişilere, Sovyetler’in neden son bulduğuna dair bizim cephemizden yazılmış birçok eleştiri yazısını (ki bunlar, hatalarımızdan ders çıkarmak için yazılan yazılardır] ve sosyalizmi başkalarının ağzından değil de, asıl teorisyenleri olan Marx ve Engels’ten okumalarını tavsiye edebilirim.
Sovyetler’de veya bugünki Küba’da enerji sorununa dair yapılanlar bizim için örnek teşkil etse de, kapitalizmden farklı olarak enerji sorununa yaklaşım konusunda sosyalizmin nasıl bir politika izlemesi gerektiğine dair birkaç noktayı vurgulayalım.
Sosyalizm, komünist bir toplumun alt aşamasıdır. Binlerce yıllık sınıflı toplumun kirlenmişliğini ve sınıf çıkarlarını ortadan kaldırmak için, daha ilk günden itibaren sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya doğru yürüyüştür sosyalizm.
Bu yüzdendir ki burada bahsedeceğimiz bütün öneriler, enerji meselesini salt ekonomik anlamda çözmekle kalamaz, özgür bir dünya isteyen bizler için, bütün adımlarımız aynı zamanda ideolojik olmak zorundadır.
Çöken Sovyetler Birliği, yer yer bu meseleyi bu şekilde işlemiş olsa da, asıl çöküş nedenlerinden biri de emperyalizmin dışardan kuşatmasının ötesinde içerideki ideolojik eksiklikleridir.
Sovyetler’in enerji politikalarına dair yaptığı birçok hamle, hâlen bugünün kapitalistleri tarafından pazara dönüştürülmekte sorun yaşamaktadır. Mesela fabrikaların artık ısılarıyla ısınan evlerin ısıtılması özelleştirilememektedir. Toplu ulaşım kültürü yaygın olan şehirlerde, insanlara araç satmakta zorlanılmakta veya tüketim kültürünün yaygın olmamasından kaynaklı bir eve birden fazla televizyon satabilmek kolay olmamaktadır.
Tüm bu zorluklara rağmen kapitalizmin tüketici etkisini, rakamlar üzerinden Rusya’ya bakarak görebiliriz. 2014’te “Deutsche Bank’ın farklı ülkelerdeki tüketim harcamalarını mercek altına aldığı araştırmasına göre, Rusya’da son 23 yılda halkın tüketim harcamaları dört kattan fazla artış gösterdi… Rusya’da kişi başı düşen tüketim harcaması miktarı da 1990-2013 yılları arasında bin 900 dolardan 7 bin dolara kadar çıktı.[4]” Bu artışa, tüketim kültürünün arttırılmasının dışında, eskiden karne ile dağıtılan gıda ürünleri, süt veya ulaşım gibi birçok temel ihtiyacın özelleştirilmesinin katkısı da vardır.
Kapitalizm tüm meselelerde olduğu gibi, enerji meselesine de kârlılık üzerinden bakmaktadır. Sosyalizm ise, tüm meselelerde yaklaşmak zorunda olduğu gibi, enerji meselesinin de odağına insanı ve benzer bir anlama gelmek üzere doğayı koymak zorundadır.
Mevcut emperyalist ablukalara veya acil ihtiyaçlara karşı geliştirilen taktikler, asla meşrulaştırılmamalıdır. Her zaman komünist ufukla meselelere yaklaşıp, bugünkü toplum çelişkilerini çözecek adımlar atmaldır.
Toplu ulaşım veya toplumun ihtiyacına göre gıda ve diğer tüketim nesnelerini üretmek bile başlı başına boşuna harcanan, çöpe atılan birçok şeyi çözecektir. Benzer şekilde, kapitalizmin yarattığı tüketici insan profili, bir şeyleri almayı yasaklayarak değil, teorik ve ideolojik olarak bitirildiğinde çözüme ulaşacaktır.
Mesela kapitalizmin yarattığı güzellik algısına karşı mücadele etmek; kozmetikten tut, giyim, estetik tıp, lüks tüketim dahil birçok alanda harcanan gereksiz enerjiyi yok edecektir.
Veya bugün binaların ısınmasına dair ayrı ayrı binlerce kombi satmak için insanlar bireysel çözümlere yönlendirilirken, tüm mahalleyi bir yerden ısıtırak 10’larca kat verimli projeler üretilebilir. Fakat yine bugünün enerji tekellerinin gözünden baktığımızda, daha az gaz tüketimi veya cihaz satımı, onların isteyeceği bir iş değildir. Emin olun ki meselelere bu şekilde bakıldığında, en büyük sorunlardan biri olan ısıtma gibi, beslenme gibi birçok sorun daha ilk elden rahatça çözülebilir bir hâl alacaktır.
Tüm bunların yanında, bugünkü insan ilişkileri düşünülerek bakılınca mantıksız gelebilecek birçok değişiklik; hem cihaz üretiminde büyük tasarruflar sağlayabilecekken, hem de kapitalizmin parçaladığı komşuluk ilişkilerini tekrar gün yüzüne çıkarabilecektir.
Örnek vermek gerekirse, evde kullandığınız birçok bireysel alet için şöyle diyebiliriz: Ütüyü, çamaşır makinasını, ocağınızı -ve herkes kendi evi için düşünebilir- birçok cihazı haftada bir kullanmaktadır. Bunların ortak alanda, ortak bir şekilde kullanımı -ki buna yüksek kapasiteli bir buzdolabını da katarak düşünübelirsiniz- tamamen birbiriyle rekabetçi bireyler yaratmaya çalışan, dinsel, ırksal, kültürel birçok konuyu derinleştirerek toplumu bölmeye çalışan bir sistemde zor gibi gözükse de, bunları aşmayı hedefleyen ve adım adım aşacak bir toplumda, bu tür şeylerin toplumsallaştırılması hem komşuluk ilişkilerini -toplumsal ilişkileri demek daha doğru- geliştirecektir, hem de gereksiz yere her eve ayrı ayrı cihazların alınması ihtiyacını ortadan kaldıracaktır.
Rekabetin ideolojik olarak ortadan kaldırılması ve elimizdeki cihazların komşumuza karşı bir statü aracı olarak kullanılmasının aşılması bile her yıl yenilenen birçok cihaz üzerinden büyük tasarruf sağlayacaktır.
Sudan tutun da birçok gıdanın ayrı ayrı paketlenmesi gerekliliği ortadan kaldırılıp, üründen çok paketlenmesine ve saklanmasına harcanan enerji neredeyse yok edilecektir.
Asıl olarak “üretimin toplumsallaştırılması” olan 3. başlığımızın konusuna girecek olsa da yemek yapmanın toplu olarak çözülmesi, enerji alanında büyük faydalar sağlayacaktır. Basit bir şekilde her evde ayrı ayrı yanan ocakların yerine, mahallerde kurulan yemekevlerinde birkaç ocakta pişen yemekler için belki 100’lerce kat daha az enerji harcanacaktır. Bunun yanında, yemek konusunda derinleşmiş kişiler tarafından hazırlanan yemekler sayesinde daha sağlıklı beslenme sağlanacaktır. Bir mahallede ayrı ayrı binlerce kişinin yemek yapması zorunluluğunun önüne geçilecektir, belki her evde ayrı ayrı çöpe giden binlerce yemeğin (mesela ekmeğin, son kullanma tarihi geçen ürünün de dahil) çöpe gitme olasılığı minimuma inecektir.
Toplumsallaşmaya dair verdiğim üstteki örnekler gibi; insan ilişkilerini kapitalizmin dışında komünizm ufkuyla düşünerek, birçok işi toplumsallaştırıp büyük enerji tasarrufları sağlamanın yanında, üretimin ve tüketimin ortaklaşmasıyla toplumsal bir varlık olarak insanın gelişmesi, kapitalizmin bireyciliğinin ötesine geçip özgürleşecektir.
Bütün bu örnekler gerek Sovyetler deneyimi ile, gerekse de tüm kara propagandalara rağmen tıp alanında neredeyse bütün ilaç tekellerinin çöpe gitmesini sağlayan ABD ambargosu altındaki küçük ada Küba’ya bakarak arttırılabilir. Veya farklı alanlarda derinleşmiş ve meselelere bu mantıkla yaklaşan birçok insanın, yanyana gelip kafa yorduğunda neler üretebileceğini bugünden kestirebilmek zordur. Ayrıca ne kadar kapitalizmin karşısında durmaya çalışsak da, dünyanın her yerine sızmış bu sistem, düşünüş tarzımızı da birçok şekilde engellemektedir. Sistemin yıkılmasıyla beraber, birbirini yemekten vazgeçen insanın neler yapabileceğini hayal etmek bile güzel diyebiliriz.
Aslında tüm bu yazılanlarla beraber, zamanla, bugün kullandığımız enerji miktarının çok çok altında bir enerjiyle hayatımızı sürdürebileceğimiz anlamı açıkça çıkmaktadır. Meselelere komünist ideolojiyle bakmak, birçok sorunu zamanla çözecektir. Fakat devrimden sonraki kısa sürede enerji meselesini nasıl çözeceğiz konusu bu makalenin konusu olmasa da kısaca değinmek isterim.
Birinci paylaşım savaşı sonrası, emperyalistlerin büyük destekleriyle beraber Ekim Devrimi’ni boğmak için dört yıl süren bir iç savaş yaşanmıştır ve savaş bizim cephemizden kazanılsa da, zaten yoksullukla boğuşan coğrafya daha da kötü bir pozisyona düşmüştür. Yukarıda da vurguladığım gibi bu durumda, nesnel koşullardan kaynaklı taktiksel olarak yapılan bir manevra, asla meşrulaştırılmamalıdır. Bunun için de komünist akıl sürekli devrime ileriden bakmak zorundadır. Ve yeri geldiği anda taktik olarak atılan hamle geri çekilmelidir.
Yani evet, bugünden bakılınca, devrimden sonra insanların açlıktan veya soğuktan ölmemesi için bazı ülkelerle enerji anlaşmaları yapmak zorunda kalacağız. Bunun için bazı şeylerden ödün vermek zorunda da kalacağız. Ama ekonomik olan bu zoru çözmek için de, anlaşmayı yaptığımız ilk günden itibaren uzun vadeli çözüm planlarını devreye sokmalıyız.
Bir sonraki ve son yazıda ise, sosyalizmde üretimin toplumsallaşmasıyla beraber insanın üretime yabancılaşmasının nasıl kırıldığı ve bunla beraber insan “enerjisi”nin tekrardan niceliksel ve niteliksel olarak nasıl değişeceğini açıklamaya çalışacağım.

devam edecek…

NOTLAR

[1] http://beta.fortune.com/global50Q

[2] Kordemski B. A. Herkese Kafa Lazım 1, Kaldıraç Yayınevi, önsöz

[3] http://www.trthaber.com/haber/ekonoini/otomobil-uretimi-2015te-rekor-kirdi-227836.html
http://www.ibb.gov.tr/sites/ks/tr-TR/0-lstanbul-Tanitim/konum/Pages/Savilarla Istanbul.aspx

[4] http://turkrus.com/64352-rusvada-kisi-basina-tuketim-harcamasinda-rekor-900-doIardan-7- bin-dolara-xh.aspx

 

Turgut Kaşıkçı

Durak Öyküleri – 3

SÖZ VER!
– Orospu Çocuklarıyla Mücadele Derneği abi.
– Ney ney, bir daha söyle!
– Ya Magirus üç defa söylettin, duyduğun gibi işte.
– Öyle dernek mi olur la!
– Biz kurmuştuk işte lisede.
– Lan valilik nasıl izin verdi?
– Yahu, gidip yasal olarak bir şey yapmadık zaten, kendi aramızda adı oydu.
– E, hadi anlat merak ettim.
– …
Ona koyduğum isme gerçekten hakkını veren bir şemali vardı Magirus’un. Saçlar jöleli, arkaya yapışık. Kaşları alnının orta üst kısmında buluşan iki kırık ok. Burnu üst dudağına kadar sarkık ama kesinlikle karadeniz çatalı yok. Ağzıysa ince uzun bir kumaş kesiği. Magirus ambleminin izdüşümü gibi. Magirus-Deutz’a patent davası açsa açar hani. Yılmaz, “duraktakiler arasından sana en zor, en itici geleniyle başla” demişti. Şu tipiyle Magirus Abi’ye merhaba demekten daha itici bir şey yoktu benim için. Tanıştığımızda aynı yaşta olduğumuzu öğrendiğim Orhan, gerçekten çok çirkin bir adamdı. İnsanları dış görünüşlerine göre yargılayıp bundan utanmaktan ayrı bir haz duymuşumdur hep. İki otobüs sohbetinin ardından bir akşam benim davetimle bizim üst sokaktaki kahveye gittik birlikte. Beşiktaş-Galatasaray maçının olduğu akşamdı. Maç da izleriz biraz dedik. Ben tabii ki Beşiktaşlıyım. Bu da Fenerliymiş. Şaşırmadım. O akşam Beşiktaş’ı tutuyordu. Ben olsam tutmazdım. Fener-Cimbom derbisinde ben kimseyi tutmam, Beşiktaş’ın çıkarı olsa da tutmam, bir yolu olsa da, ikisi de 5-0 yenilsin isterim. Hayatta aynı anda olamayan ikili mutluluklardandı bu da. Magirus baya baya Beşiktaşlı oldu o akşam. Yapay bir yoldaşlık yarattı aramızda, habire Cimboma sövdük maç boyunca. Maç bitti. Yine benim davetimle tavlaya oturduk. Tavla, sohbet etmek için elverişli ve geleneksel bir figür diye düşünmüştüm. Az çok bilirim de oynamayı, yazları babamla oynardık eskiden. Magirus, tam bir hayvanmış tavla konusunda. İlk oyunu ben aldım diye hırs yaptı, çat çut vurmaya başladı pulları. Şu abuk sabuk tavla laflarını da ezberlemiş, pencüse, öperler güzeli… filan. İkinci oyunu o aldı. Keyfi yerine geldi hırtın. Her oyun bitiminde ya çay ya oralet söylüyordu. Miğdem büzüştü bir süre sonra. Ben de o esnada Orhan’la muhabbet etmeye çalışıyordum. Ardı ardına, “anan baban n’apıyo, nerelisin, kardeş var mı, oyunu kime verdin, neden ona verdin, sevdiğin var mı, en son ne zaman oldu?” diye boyuna soruyorum. O da aynı soruları, “senin, sen, seninkiler?” diyerek kısa kısa bana geri soruyor, hiç gocunmadan benim sorularımın üstüne konuyordu. Birkaç oyun sonra ben neredeyse Orhan’la ilgili her şeyi öğrenmiştim ama o beni hiç dinlememişti bile. “…Ya abi, işte patron da böyle yamuk yaptı, ben krediyi çekmişim, planımı yapmışım…”, “…bizim duraktan bir kız abi, görmüşsündür, Daphne…” “…neydi o türkü abi, dedem çok severdi, kaşlaaarın…” Ben de nasılsa dinlemiyor diye dibine kadar anlatıyordum, detaya girip saçmalıyordum. Magirus da aralarda “al eline, dola beline”, “arifeyi gösteririm, bayramı göstermem” gibi nadide tavla vecizeleri kurdukça, beni dinlemediğinden emin olup biraz daha anlatıyordum. Sonra sıkıldım, sustum. Artık oyun bitsin de gidelim diye uğraşmaya başlamıştım. Orhan su götürmeyecek derecede benim anlaşamayacağım biriydi. Israr etmeye gerek yoktu.
Ne kadar vermeye çalışsam da, yersiz, zamansız şansım yüzünden iki de bir oyun kazanıyordum. 1-1, 2-1, 2-2, 3-2, 3-3… Selman Kahvesi tarihinin en uzun süren tavla maçını ben ve aslında Fenerli olup da bu gece Beşiktaş’ı tutan bu Magirus yapıyordu. Ben kazandıkça Orhan daha da hırslandı. Pulları öyle vuruyordu ki, tavla her seferinde zıplayıp tekrar yerine iniyordu. Oyun tam Orhan’a giderken üst üste iki kez düşeş attım, iki taşını birden kırdım adamın. Orhan çok sinirlenmişti, ok kaşlarını çattı ve kırdığım taşları toplarken, “birader, götüne bal sürüp de mi geldin bu akşam sen?” dedi. Lisedeyken bütün mecazları, deyimleri gerçekmişcesine kafamda canlandırmak gibi yorucu ve travmatik bir huyum vardı. Orhan’ın bu vecizesini duyunca, iyi ki bu “gerçekmişcesine canlandırma” olayını bırakmışım diye düşündüm. Bunu düşünmemle söylediği vecizeyi gerçekmiş gibi düşünmem arasında saniye bile geçmedi. Allah cezanı versin Orhan.
Oyuna devam ettik. 5-4 yendi beni Magirus. “Yaa, işte öyle arifeyi görürsün, bayramı göremezsin gardaş” dedi. Tüm Selman Kahvesi eşrafını rahatsız edecek bir sesle tavlayı kapattı. Kahvede kimse rahatsız olmadı. Fakat bu rahatsız olmayıştan ben fena rahatsız oldum. Sırf puştluğuna, “o lafı söylemiştin Orhan az önce” dedim. Anlamaz ya da anlamamaya çalışarak yüzüme baktı, “ha evet demişimdir. Tavlanın böyle bambaşka bir dili var işte Efe” dedi. Muhtemelen tavlada yenildiğim için kızdığımı düşünüyordu. Ne yapmaya çalıştığımdan haberi bile yoktu o akşam. “CV’ne de yaz o zaman, ileri düzey tavla dili diye” dedim. Harbiden sevememiştim herifi. Otobüste daha katlanılır biriydi de, birebirde çekilecek tarafı yoktu. Yılmaz ne güzel adamdı. Doğru düzgün konuşurdu, beni dinlerdi, manyak gibi pul çarpmak yerine tatlı tatlı kadeh tokuştururdu. Yılmaz’ı özlediğimi farkettim. Ona söz vermemiş olsaydım tavlayı yarıda bırakır kalkardım muhtemelen. Magirus bu son CV esprimden biraz alınmış gibiydi. Bir süre sağına soluna bakındı. Sonra yapmayı bildiği tek şeyi yapıp iki çay daha söyledi.
– Orhan, hiç söyleme abi kalkalım yavaştan.
– Kalkalım mı, saat daha dokuz buçuk Efe, yarın da Pazar.
– Yoruldum ben Magirus. Hem maç hem tavla derken hâl kalmadı.
– Yahu sohbet edelim diye geldik, konuşmadan kalkıyoruz.
– Konuştuk aslında tavla oynarken ama sen pulları zarları çarparken duymadın pek.
Magirus’a karşı hızlı ve sinsice gelişen bir ergen gıcığı büyütmüştüm içimde. Düzeysizleşerek laf sokasım, ayılığını yüzüne vurasım geliyordu. Benim entellektüel bir amacım vardı bu işe başlarken. Yılmaz’ın dediği gibi; herkesin bir hikâyesi vardı. Ben bu durağın hikâyelerinden mesulüm kardeşim. Ama Magirus işçi sınıfının en balta girmemiş adamı çıkmıştı.
“Tavla oynarken öyle muhabbet mi yapılır kardeşim? Oyuna odaklanacaksın, oyunun bitince yaparsın sohbetini. Sen karı gibi susmadın oyun boyunca.” dedi.
Kesinlikle çok yanlış yerde, çok yanlış kişiyle oturuyordum. Artık emindim. Derhal kalkmak istedim. “Neyse Orhan, başka sefere muhabbet ederiz, ben harbiden yoruldum” deyip ayaklandım. Montu aldım sandalyeden, cebimden cüzdanı çıkardım. Orhan çay ocağında duran kahveciye eliyle yazı yazma hareketi yapıp “benim hesaba yaz” cümlesini sadece dudaklarını oynatarak kurdu. Montunu giydi, kapıya doğru yürüdü. Ben de arkasından gittim. Çıktık. Sessiz sessiz yürüdük. Birbirimize dışarıdan bile fark edilir derecede sinir olmuş, aramızda kıvılcımlanmaya hazır bir sürtüşmeyle yollarımızın ayrılacağı köşe başına doğru ilerledik. Yılmaz daha ilk oturuşumuzda bunun olacağını, böyle bir şey yaşayabileceğimi söylemişti bana.
Yılmaz, Halit yavşağının beni sattığı günün gecesinde, dediği saatte, dediği yere gelmiş, beni birahaneye götürmüştü. Birahaneye girerken kar atıştırmaya başlamıştı, çıktığımızdaysa her yer bembeyazdı. Birahaneye girerken hayatım kararmıştı, çıktığımızdaysa her yer bembeyazdı. Biz otururken Yılmaz’ın bir arkadaşı gelmişti. Hayati Uzun. Sadece adı kalmıştı o gece aklımda. O geldiğinde ben çoktan sarhoşlamıştım. Şeklini şemalini kazıyamadım aklıma bir türlü. Başım dönüyordu, netleyemiyordum adamı. Yılmaz’ın sözünü önemsediği biriydi aklımda kaldığı kadarıyla. Yılmaz’ın ertesi gün, o gece adını duyup unuttuğum bir şehre, inşaat işine gideceğini, Hayati’nin Yılmaz’a, “ulan daha gitmeden özledim seni” deyişinden öğrenmiştim. Acaba bu hayatta beni, daha gitmeden kim özlerdi? Birinin beni özlemesi için aylar geçmesi gerekirdi. Muhtemelen Yılmaz da Hayati’yi gitmeden özlerdi. Birbirlerine öyle bakıyorlardı çünkü. Göz kapaklarım yerinde duramıyordu, kaç bira içtiğimi bilmiyorum o gece. Artık bildiğimse, Yılmaz’ın ertesi sabah başka şehre çalışmaya gittiği. Bunu öğrenmenin bana hissettirdiklerini eksiksiz hatırlıyorum. Her şey bulanıklaşmıştı gözümde. Görüntüler ikiye, üçe bölünüp geri birleşiyor, sonra ters tarafa doğru tekrar ayrılıyordu. Her görüntü aksiyle gondol yapıyor, gondolun en ucundakiler ışık kırılmasıyla uzayıp gidiyordu. Özetle başım dönüyordu işte. İkisi konuşurken bu sefer kıskanarak değil, imrenerek onlara baktım. O an kıskanmadığım için çok sonraları kendimle epey gurur duymuştum. Yılmaz’ı çok özleyeceğimi ve acaba Hayati’nin de Yılmaz gibi bana arkadaşlık edip etmeyeceğini düşündüğümü, tam bunu düşünürken Yılmaz’ın bana, “abi bak, ben gidince Hayati var artık” dediğini ve bunu duyduğuma çok sevindiğimi hatırlıyorum. “Sınıf” öğretmenimin tayini çıkmış, yerine başka bir öğretmen atanmış gibiydi.
O gece daha Hayati gelmeden terfi, zam, konut kredisi gibi konuları bitirdiğimizde, duraktaki herkesin hikâyesini öğrenme planımı tekrar anlatmıştım Yılmaz’a. Bu kısımlarda henüz şuurumu kaybetmediğim için konuştuklarımızı az çok hatırlayabiliyordum. Ama sohbetin neredeyse yarısından fazlası hafızamda yoktu. Ertesi gün gideceğini bilsem o kadar içmez, her saniyesini hatırlayacak şekilde yaşardım o son geceyi. Sabahında işe gidemedim. Daha doğrusu gitmedim. Kırtasiyeden çizgisiz bir defter alıp, en azından hatırladıklarım kalsın diye Yılmaz’la konuştuklarımızı yazdım. Sonrasında, Yılmaz’a yazacağıma söz verdiğim tüm durak öykülerinin de içinde olduğu o defterin ilk sayfasına hüzünlü bir heyecanla yazdıklarımı aynen aktarıyorum şimdi.

– Efe seni rahatlatır mı bilmiyorum ama bizim memlekette 18 yaşını aşmış her on kişiden sekizinin kredi borcu, ev-araba borcu, zırt borcu, bilmem nesi var. Bu yüzden kendini garip hissetme bu kadar.
– Eyvallah abi, sağol. Borç işte bu, bir şekilde ödenir. Elimdeki parayı tümden geri yatırıp yeniden yapılandırayım diye düşündüm, ne dersin? Faizlerde indirim yapıyorlarmış o şekilde, aradım sordum bizim bankacı bir tanıdığa.
– Ben yapmıyorlar diye biliyorum.
– Vallahi mi, hass.r ya!
– Abi o zaman avans isteyeyim ben bizim Halit denen ibneden ya da babamın üstüne mi…
– Efe!
– Efendim abi?
– Sen bilirsin Efe. Bir şekilde hâlledeceksin artık. Hadi geçelim artık bu mevzuyu. Bu arada işinde iyi olmaya çalışmaktan da vazgeçme, öfken güzel, öfken haklı, bunu iyi kullan. Ama serkeş olma, kendini salma.
(Benim bu kadar önemsediğim bir meseleyi önemsiz gören tavrından rahatsız oldum, sonra geçmişti.)
– Öfkemi nasıl iyi kullanayım, Halit Bey’i hortumla dövesim var benim?
– Dövebilirsin tabii dert değil, hatta döv. Ama gerçekten işimize yarayacaksa döv. Senin felsefene hizmet edecekse acıma.
– Yılmaz konu felsefeyse ben yokum kardeşim.
– Ne demek yokum! Varsın. Ayrıca sadece felsefe de değil. Felsefe üç ayaktan biri.
– Sivas halayı mı?
– …
– Pardon abi, devam et sen.
– Bak bu hayatta insanlara en çok yakıştıramadığım şeylerden biri kötü olduğunu bile bile espri yapmalarıdır. Neyse devam ediyorum. Şöyle düşün; bu yaşadığın sıkıntı sana özgü bir problem değil, bir ücret karşılığında çalışan, aldığı ücret bir türlü kendine yetmeyen, yükselmeye, terfi etmeye çalışan, kredi çeken, borç altına giren, sonra bunu ödemek için daha çok çalışan kaç insan vardır dünyada?
– Bilmem.
– Yaklaşık altı milyar.
– Çüş!
– Çüş ama durum böyle, elbet herkes birebir aynı koşullarda değil ama temelde olay aynı. Misal bizim duraktakiler, sen hepsinin hikâyesini merak ettiğini, hepsiyle konuşacağını söylemiştin değil mi?
– Evet, işte senle başlamış oldum.
– Eyvallah ama bence bu hâlinle o işe hiç girişme. Öğreneceğin hikâyelerin hepsinde seni bugün bunalıma sokan aynı konunun laciverti var. Tamam herkesin bir hikâyesi var ama bütün hikâyelerin de zorunlu olarak bir ortak tarafı var. Yani hiç öyle eğlenceli bir işe başlamıyorsun. En kötüsü de bir amacın yok. Hadi bir kişi, iki kişi tanıştın dinledin. Sıkılınca ne olacak? Ne olacak geriye kalan o kadar insanın hikâyesi?
– Sıkılır mıyım ki?
– Sıkılırsın tabii! Şimdi bana söz ver abi. Sıkılsan da bırakmayacaksın bu işi. Daha da önemlisi, bunu neden yaptığının cevabını vereceksin kendine. Söz ver bakayım.
– Söz.
– Bak kafan güzel unutursun, gidince yaz bunu bir yere. Söz mü?
– Tamam yahu söz. Şu hikâyelerdeki ortak taraf dediğin, kader gibi mi?
– Yaşarsan kader gibi, bozarsan değil.
– Anlamadığımı anlamışsındır diye düşünüyorum ve dinliyorum.
– Ha-ha, işte böyle zeki ol! Şöyle söyleyeyim sana; kurulu bir düzen, bir sistem var. Bu düzen bir azınlığın lehine, bir azınlığın da anasını belliyor. Doğru mu?
– …
– Senin Halit bey mesela. Senin yaşadığın sıkıntıyı yaşıyor mu? Yaşamıyor. İşyerindeki diğer elemanlar yaşıyor mu, işte onlar yaşıyor. Yani azınlık dediğim, sermaye sahibi azınlık…
– Ha abi tamam Marx’ın olayı işte. Anladım. Okudum ben onu. Onu diyosun de mi?
(Bunu söyleyince Yılmaz bir süre gözümün içine baktı, sonra kendini tutamadı, güldü, sanırım teorik düzeyime. Not: alındığımı hatırlamıyorum)
– He Efe, onu diyorum he! Marx’ın olayı. Madem biliyorsun, ne anlattırıyorsun bana.
– İlk başta anlamadım, sonradan hatırladım abi. O kadar da bilmiyorum zaten. Delikanlı, mert bir adam Marx. Severdik biz Marx’ı ekipçe.
(Burada da epey güldü)
– Doğru dedin, mert adam. Sizin ekip de kimmiş?
– Bir şey değil abi ya, bizim bir dernek vardı çok eskiden.
– Dernek mi? Ne derneği?

Sanırım bu defteri, en çok da bu ilk sayfası yüzünden seveceğim. Hala Magirus’la yürüdüğümü unutmuştum neredeyse. Köşe başına yaklaşmıştık, elli adım sonra ayrılacaktık. Yılmaz’a o gün bizim derneğin ne derneği olduğunu anlatmıştım. O da, “hah işte abi, muhabbetten sıkılırsan bunu anlat. Komik hikâye. Zemini sen belirle.” demişti. Magirus’la herhangi bir zeminde buluşabileceğimi düşünmesem de, Yılmaz’a söz vermiştim. Girizgâh yapmadan söze girdim.
– …
– …
– Orospu Çocuklarıyla Mücadele Derneği abi.
– Ney ney, bir daha söyle!
– Ya Magirus, üç defa söylettin, duyduğun gibi işte.
– Öyle dernek mi olur la!
– Biz kurmuştuk işte, lisede.
– Lan valilik nasıl izin verdi?
– Yahu gidip yasal olarak bir şey yapmadık zaten. Kendi aramızda adı oydu.
– E, hadi anlat merak ettim.
– Tamam anlatıyorum. İlk başlarda okul çevresinde haraç toplayan ve bizim okulun kızlarına laf atan puştları dövmek üzere kurmuştuk ekibi. Sonralarıysa işleri büyütüp zengin çocuklarını kayıran müdürü, kız öğrencilere asılan beden hocasını, elleri titreyen resimciyle dalga geçen zibidileri, kısacası bize adaletsizlik gibi gelen her türlü neşriyat ve haşeratı düşman bellemiştik kendimize. Güzel işler yapmıştık. Ekip çok hızlı genişlemişti. Sonra biz lise sona geldiğimizde okulda boy göstermeye başlayan solcu bir tayfa çıktı ortaya. Güzel arkadaşlardı aslında hepsi. Çoğunlukla da bizimle aşağı yukarı aynı şeyleri yapıyorlardı okulda. Bir gün içlerinden biri gelip “sizinle bir toplantı yapmak istiyoruz, sadece temsilci arkadaşlar gelirse seviniriz” diyerek bizi derin düşüncelere gark etmişti. Bir kere bizim temsilcimiz yoktu. En iyi kavga edenlerimiz vardı. İlk kafayı onlar gömerdi. Temsilci olarak en iyi dalan üç kişiyi belirledik ekipten. Toplantıda kavga etmemeleri için de sıkıca tembihledik canazorlara. Toplantının yapılacağı çardağa doğru bizim üç izbandut önde, ekibin geri kalanı arkada ilerledik. Solcular üç tane güzel mi güzel, minyon tipli kız göndermişlerdi toplantıya. Hemen temsilcilerimizi değiştirdik. En ufak tefek, en kibar sayılabilecek elemanları seçtik. Bu sefer de kızlara asılmamaları için sıkıca tembihledik. Yapılan ilk toplantıda okul duvarlarına yazdığımız yazıların altına dernek adının sadece baş harflerini yazmamızı, ikinci toplantıda da adımızı değiştirmemizi istediler. Biz onların kullandığı terimlerin yarısını bile anlayamayıp sorularına makul cevaplar veremediğimizden, tartışmalarda hep onlar haklı geliyordu. Toplumsal cinsiyet rolleri, seks işçiliği, cinsiyetçi küfür… Bir konuşmada belli başlı kelimeler bu kadar fazla kullanılınca bizim ayarımız bozuluyor, yarı sapkın zihinlerimiz bir türlü konuya odaklanamıyordu. Her tartışmadan dayak yemiş gibi çıkıyorduk. Nitekim baş edemedik. Bizim temsilciler toplantıdan dönünce, “Abi anlamadık sürekli seks filan konuşuldu ortamda” dediler. Ne istedilerse yaptık. Adımızı da değiştirdik. Fakat bu değişiklik bize pek yaramadı. Yavaş yavaş dağıldık. Biz mezun olunca da ekibin lise birleri solculara katıldı. OÇMD kendi kendine eridi, yok oldu. Böyle işte.
– Vay be, güzel işmiş be Efe. Hayırdır peki, neden anlattın birden bana bunu?
– Hiç öylesine, sohbet edemedik ya ondan herhâlde.
– Ederiz ederiz. Bizim de bir edebiyat topluluğu vardı üniversitede. Necip Fazıl Şiir Kulübü.
Al işte. Magirus’tan da bu beklenirdi. Faşik, reklamcı, Fenerli, balta.
– Sonra devam etmedim ben, habire Kürt dövüyor bizim şairler, baktım olayın şiirle filan alakası yok çıktım.
Anlatacağı şeyler hiç ilgimi çekmemişti. Yılmaz’a verdiğim sözü de tutmuştum zaten. Zorlayabildiğim kadar zorlamıştım bence. Artık ayrılma vakti gelmişti, “hadi abi kaçtım ben, iyi pazarlar” deyip elimi uzattım. O da elimi tuttu.
– Gardaş Dafne mi Defne mi, neydi kızın adı, eğer onunla şansın olsun istiyorsan şu kılığını bi değiştir önce, her sabah darma dağınık geliyosun, tinerci gibi duruyorsun durakta. Kız korkar senin bu hâlinden. Saçlarını düzelt, tıraşını ol, parfüm filan sık.
Ona Daphne’den bahsettiğimi unutmuştum ama asıl şaşırdığım onun beni gerçekten dinlemiş olmasıydı. Ben o tavla gürültüsünden duyduğuna bile ihtimal vermemiştim. Adam, adap bilir kahve insanı çıkmıştı resmen. Hiçbir şey diyemedim. Sadece Magirus’u tekrar görmek istemiştim.
“Bu arada o türkünün adı da “ümmü gız” galiba. Şu dedem çok severdi dediğin var ya. Sanırım o yani. Siz solcular hep kendinize yontuyonuz ama türkülerle aram iyidir. Hadi iyi bak kendine görüşürüz” dedi, döndü gitti. Birkaç saniye sonra kendimi toparlayıp ardından seslendim.
– Abi Fener-Cimbom kupa maçı var haftaya, izleyelim mi gene Selman’da? Tavla da yaparız belki yine.
– Fener’i tutarsan olur!
– Tutarım tabii ayıpsın.
– Tavlada da car car konuşmak yok haa!
– Tamam tamam, konuşmam. G.tüme de bir şey sürmeden gelirim.
Yılmaz böyle şeyler yapmamam gerektiğini söylemişti. Bazen coşkudan çenemi tutamıyorum. Magirus nazikçe kafa salladı son sözlerime. “Hadi eyvallah” dedi gitti.
Ben en sevdiğim kısmı diye türkünün son kıtasından girdim.
“… suya düştü tutamadım kolunu, uzak da gitti bilemedim yolunu, aman da mevlam kısmet etmiş ölümü, akmayasıca çaylar nerelere goydunuz ümmüyü, suna boylumu…”
Ulan Magirus… Benim faşik şair arkadaşım. Daha gitmeden özledim seni.

Efe İnce

“Tekçilik” güzergâhında neyi, nasıl yapmalı?

 

Şimdi, küçük ama seri adımlar atma zamanıdır.

Kitle tanımının daraldığı açık; “Kitle bazen üç kişi, bazen üç yüz kişi, bazen de üç milyon kişidir,” diyen V. İ. Lenin’in uyarsını “es” geçmeden Phoenix ya da Anka Kuşu’nu anımsamalıyız.

Bilindiği gibi küllerinden çoğalır Phoenix ya da Anka Kuşu…

O hâlde azı çoğa sayarak, küllerimizden çoğalacağımız bir mücadeleyle, “umudu çoğaltmak” gerekli şimdi(lerde).

“Umut”, umudu ölü ele geçirmek isteyen korku imparatorluğunda çok önemli bir kaldıraçtır.

Umudu büyütmek için umuda sarılmalı, umudu büyütmeliyiz.

Bu da şimdilerde, küçük ama seri adımlar atan herkesle, “İKİRCİMSİZCE HAYIR” diyenlerin tümüyle totalitarizme karşı birleşmeyi “olmazsa olmaz” kılıyor.

“Demokrasi”, “diyalog”, “açılım”, “mutabakat” gibi sözcüklerin tümüyle anlamı yitirdiği koordinatlarda “İKİRCİMSİZCE HAYIR” diyenlerin birliği müthiş bir öneme sahip.

“Hayır”, diktatörlükle “uzlaşma”yı/“diyalog”u imkânsız kılan bir duruştur.

Öncelikle bu duruşta anlaşarak, “Eşitlik ve özgürlüğü herkes için” talep eden ezilenlerin tarihsel bloğunun emek eksenli devrimci praksisi ile diktatörlüğün karşısına dikilebiliriz.

Böylesi bir karşı duruşun örneklerinden birisi, Goliath karşısındaki Davut ise, öteki de bizim Filistinli Edward Said iken; şimdilerde -yaşadıklarımızla güçlü paralellikler arz eden- Eugène Ionesco’nun ‘Gergedan’ı[2] bir kez daha anımsanmalıdır.

Bir kentte bazı kişilerin gergedanlaşmasının ciddiye alınmamasıyla başlayan Ionesco’nun ‘Gergedan’ı, bütün toplum kesimlerinin süreç içinde gergedanlaşmasını ve olanları izleyen, oyundaki kahramanı Berenger’ın, tek başına direnişini anlatır. “Gergedan” oyunu, insan(lık)ın kendi kişiliğini yitirerek kitleselleşeceğini, tek boyutlu hâle geleceğini, onun bir parçası olacağını anlatır.

Gergedan’ın  o korkunç böğürmesi, iğrenç yeşil rengi ve çirkin zırhı önceleri insanların midesini bulandırırken zamanla gergedanlaşma hastalığı bütün ruhları sarıp; giderek herkesin onun gibi olmak istediği, “ilâhi erdem”ler kazanmasına kadar uzar.

Bu kalın zırhlı, iri cüsseli ve yalnız yaşayan hayvan açık alegorinin (totalitarizm, faşizm, nazizm)  veya gizli alegorinin (tanrısal, şeytani) ötesinde sadece kendi kendinin sembolüne dönüşürken; önüne çıkan her şeyi ezen ve yok eden vahşi ve hızlı bir sürü oluşturur.

‘Gergedan’, insan(lık)ın, kamuoyunun baskısı, konformizmi ve çıkarları için sonunda insanlığını kaybedeceğini gösterirken; bu tehlikeyi insanlığa hatırlatan Berenger da, nasıl karşı konulacağını anlatır.

Gergedanlaşma karşısında Berenger’lere olan ihtiyacı çoğalırken; “Tekçilik”in egemen şiddet ve sürdürülemez kapitalizmin krizinden beslendiği gidişatta, süreci tersine çevirmek için emek hareketiyle/emekçilerle organik ilişki içinde olmak gerekiyor.

Gerçekten de Fathali M. Moghaddam’ın, “Belirsizlik ve tehdit duygusu içindeki insanlar, giderek daha etnik merkezci, farklı görüşlere karşı hoşgörüsüz ve ideolojik saplantılı liderliği destekler bir tutumla tepki göstermeye eğilimli olurlar,”[3] diye betimlediği zeminden beslenen “Tekçilik” güzergâhındaki sürecin tersine çevrilmesi “olmazsa olmaz”ken; dışlayıcı/ötekileştirici “tekçilik” karşısında tek seçenek/tek yol büyütülmesi gereken sokak siyasetidir.

Bunun yolu da; her yerde, her şartta “İKİRCİMSİZCE HAYIR” diyen düşünce ve davranıştır.

Şimdilerde muhalefetin susturulup/yok edilmesi yolunda ileri adımlar atan “Tekçilik”e karşı bir arada olmak; bunun yol, yöntem, araç ve dilini yeniden kurmak ve etkinlikleştirmek kilit önemdedir.

Saldırının hedefi susturup korkutarak, muhalif çıkışları (ve tabanını) daraltarak, totalitarizmin inşasıdır.

İktidarın, karşıt hegemonya alanını topyekûn istila harekâtı olarak tanımlanması gereken hâlde; ilkelerden, hakikatten vazgeçmeden “İKİRCİMSİZCE HAYIR” diyen (büyük, küçük!) ileri adım ve kazanımlar değerli ve önemlidir.

Bu bağlamda her yerde direnmek, militan siyaset yapmak, sokağı terk etmemek, yılmadan eşitlik/özgürlük için mücadele etmek, azı çoğaltmak amacıyla sınıf ve kimlik hatlarını buluşturup/barıştırmak gerekiyor.

Gerçek, aslı olan temsiliyetler üzerinden sınıf mücadelesini öne çıkartırken; emekçilere bir çözüm önerisi getiren programatik bir hat netleştirilmeli; sendikalardaki örgütlenmeleri destekleyip, yüzünü sokağa dönmesi teşvik edilmelidir.

AKP’nin paramiliter güçleri örgütleyip, SADAT türü faktörleri öne çıkarttığı gidişatta Alevîler ile Kürtler -doğal olarak- hedefken; olağanüstü koşullar altında olağanüstü bir siyaset üreten tedbirler alınmalıdır.

Parlamentonun önemsizleştiği tabloda vazgeçilip, askıya alınan tüm militan değerlere sahip çıkılmalı ve özenle altı çizilmeliyken; bu yolda hakiki kanallar oluşturulmalı/geliştirilmeli ve militan görünürlüğünün arttırılması, geniş(letilen) taban çalışması yürütülmeli, emek eksenli duruştan ödün verilmemelidir.

Ekoloji, kadın, kimlik eksenli toplumsal muhalefet emek mücadelesiyle paralelize edilirken; “Tekçilik”in kırılgan(lık) noktalarına yüklenilmeliyken; -farklılıklarımızı ve kuramsal tartışmaları “es” geçmeden- siyasetin toplumsallaştırılmasını önemsemeliyiz.

Özetin özeti: Despotik rejimlerde korku, motoruyken; en büyük korkak, yaşamaktan korkandır. Korkana, korkuyu ve haine ihaneti anlatmak imkânsızdır.

O hâlde korku karşısında, cesaretin de bulaşıcı olduğunu unutmadan, eşitlik, özgürlük siyaseti ödünsüz sürdürmek için bir araya gelmeliyiz.

Kendinize, sokağa güveniniz. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik yolunuza güveniniz. Bu ateş çemberinden güvenle ve saflaşarak çıkılacaktır.

Nihayet, “nasıl ve ne zaman geleceğini bilinmeyen” kurtuluş hep umulmadık/beklenmedik zamanlarda kapımızı çalarken; cüretkâr doğrular/duruşlar, güçlü yürüyüşler içindir.

Farklı “Evet”lerimizi, “Tekçilik”e karşı ortak “İKİRCİMSİZ HAYIR”larımızla birleştiren kurtuluş, -kesinlikle- kimliğin sınıfsallaştırılmasında veya sınıfın kimlikleştirilmesinde değilken; her ikisinin kendi gelişkinlikleri içinde birleştirilmesindedir ve başka yol da yoktur.

 

13 Ocak 2017, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Christian Andersen.

[2] Eugène Ionesco, Toplu Oyunları 4: Gergedanlar-Bavullu Adam-Şu Kahpe Dünya, Mitos Boyut Yay., 2000.

[3] Fathali M. Moghaddam, Diktatörlüğün Psikolojisi, Çev: Hakan Kabasakal, 3P Yay., 2014.

 

“Güç direnişi üretir, direniş de gücün yeni biçimlerini!”[2]

Oysa müfredat, öğretmen ve öğrenciyi sınıf içinde bütünüyle kuşatmıştır ve düzene uygun insan tipi yetiştirmenin en etkin araçlarından biridir.
Müfredat dediğimiz şey, eğitim sürecinin bütünüyle nasıl gerçekleşeceğini belirler. Derslere ait konuların belirlenmesi, bu konuların hangi içerik ve yöntemle verileceği, okutulacak kitaplar, kullanılacak materyaller, sınıf içinde öğretmenlerin sırasıyla ne yapması, neyi söylemesi gerektiği burada belirlenir. Öğrencilerin nasıl yetiştirileceği, neyi ne kadar öğrenmeleri gerektiği, hayatı anlamlandıracak tüm değer sistemlerini oluşturmaları işte bu müfredat üzerinden kurulur.
İnsanlık tarihinde herhâlde ilk müfredatı, yetişkinlerin çocuklarına doğaya karşı hayatta tutacak bilgileri aktarması olarak kabul edebiliriz. Her ne kadar planlı, programlı bir müfredat olmasa da, müfredatın içeriğini belirleyen şey; edinilen bilgi ve becerilerin aktarılması, bu yolla doğaya karşı insanı güçlendirerek, hayatını devam ettirmesiydi. Bugünkü müfredat ise oldukça çeşitlendi, içeriklendi, özü ve amacı tamamen değişti. Artık müfredatın temelinde insanın gereksinimleri bulunmamakta, öğretilen bilgilerin çoğu yaşamsal değil.
Türkiye’deki eğitim tarihine bakıldığında köklü müfredat değişikliklerinin yapıldığı dönemler oldukça dikkat çekicidir. Bu dönemlere baktığımızda yapılan bu değişikliklerin sınıfsal, tarihsel, ekonomik değişimlerle paralellik gösterdiğini görürüz. Bu nedenle eğitimin temel öğesi olan müfredat dediğimiz eğitim programları tamamen ideolojik bir konudur. Burada yapılmak istenen her değişiklik öğrenci, öğretmen ve veli üzerinden topluma yönelik ideolojik bir müdahalenin, yeniden şekillendirmenin etkin bir parçasıdır.
Eğitim tarihinin köşe taşlarından ilki, aydınlanmacı bir anlayışla dönemin cumhurbaşkanı İnönü’nün kontrolünde kurulan köy enstitüleridir. Köy enstitüleri ile yeni bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ihtiyaç duyduğu yeni insan tipini yaratmak amaçlanmış, adeta bir seferberlikle de yürütülmüştür. Bu amaca uygun olarak tarımdan, hayvancılıktan, sağlıktan anlayacak şekilde yetiştirilen öğretmenler köylere dağılarak Latin alfabesine uyumlu okuma yazma seferberliği başlatacak, büyük bir Atatürk sevgisi yaratarak cumhuriyetin ilkelerini topluma benimseteceklerdi. Ayrıca tarım ve hayvancılığa ilişkin bilgilerle köylüleri eğitecek, üretimin artmasına da yardımcı olacaklardı. Dolayısıyla bu müfredatın içinde dönemin ihtiyacı olan insan tipini yetiştirmek için okuma yazmadan tarıma pek çok şey vardı ve hızlıca geniş kitlelere öğretilmesi, benimsetilmesi gerekiyordu. Okullarda hâlen kutlanan kızılay, yeşilay haftası gibi etkinlikler o dönemin ruhunun bir parçasıdır. Geniş öğrenci toplulukları bir alana toplanır, okunan yazılarla, şiirlerle konuya ilişkin bilgilerin en ekonomik yöntemle öğrencilere öğretilmesi hedeflenir.
Bir diğer belirleyici dönem 1960’lı yıllardır. Bu tarihlerde artık köy enstitüleri kapatılmış, köylerden büyük kentlere hızla göç başlamıştır. Köy enstitüsü eğitimi, sermaye açısından işçileşen bu yeni sınıfın ihtiyacını karşılayamamaktadır. Köylüler artık büyük şehirlerde çalışacak işçilere dönüşmüştür, tarımdan, hayvancılıktan ziyade farklı bilgilerle donanması gerekmektedir. Buna uygun olarak hızla meslek liseleri açılmaya başlanmış, hatta mesleki eğitim ortaokula kadar indirilmiş, sermayenin ihtiyaç duyduğu işçi/işgücü yetiştirmeye başlanmıştır. Tüm kalkınma planlarında meslekî eğitim konusu tıpkı bugün olduğu gibi devletin ve sermayenin önemli bir gündemidir. Öyle ki, okul dışı meslek edindirme kursları yine bu dönemde hayata geçirilmiş ve yaygınlaştırılmıştır.
1980’lere geldiğimizde neoliberal politikalar her alanda etkisini hissettirmeye başlamıştır. Bu değişimlere uygun olarak yabancı dil, bilgisayar bilgisine dayalı eğitimler öne çıkarılmış, okullara hazırlık programları konulmuş, anadolu liseleri hızla açılmaya başlanmıştır. Küreselleşme olarak tarif ettikleri bu yeni dünya düzeninde “sınırlar kalkmış ve dünya kocaman bir küresel köye” dönüşmüştür. Bu dönüşümlere uygun olarak eğitimin de uyumlulaşması ve ihtiyaç duyulan yeni insan tipini eğitmesi beklenmektedir. Peki nedir bu yeni insan tipi? Bu büyük pazarda çalışabilecek, pazarın ortak dili olarak belirlenen İngilizce’ye hakim, bilişim teknolojisi bilgisine sahip, girişimciliği yüksek, rekabet koşullarına uyumlu, iş değişikliklerine açık vb. olmasıdır.
Özellikle 1990’lar ve sonrası pek çok ülkede eğitim sistemlerinde, müfredatlarında köklü değişiklikler yapıldığı bir dönemdir. Bu dönemde farklı kesimlerden eğitim sistemine yönelik çokça eleştiriler yapılmıştır. Eğitimin odak noktasının birey olması gerektiği vurgulanır ve bireysellik yüceltilir. Bu dönemde kişisel gelişim kitapları basılır, eğitimler düzenlenir. Hatta basılan bu kitaplar dünyada en çok satanlar listesindedir. Geleneksel eğitimin bireyselliği, girişimciliği, farklılıkları yok ettiğinden şikâyet edilir. Aynı zamanda öğretmen-öğrenci, anne-baba-çocuk ilişkilerinin yeniden tariflendiği, yeni ilişki biçimlerinin tüm dünyada özellikle medya eliyle halklara adeta pompalandığı, dayatıldığı yıllardır. Aynı zamanda bu yıllar, eğitimin daha da paralı hâle geldiği, özel okul sayısının hızla arttığı, devlet okullarında verilen eğitimin niteliğinin hızla düştüğü de yıllardır. Eğitimde sürekli değişiklikler yaşanır, eğitim adeta yaz boz tahtasına dönüşmüştür. Neredeyse her yeni gelen MEB bakanıyla birlikte eğitim sistemi alaşağı edilir.
Bu süreç içerisinde 2005 yılı oldukça kritik bir yıldır. Artık yapılandırmacı eğitim sistemine geçilmiştir, müfredat tamamen piyasacı bir anlayış üzerine oturtulmuştur. Yeni insan tipini yetiştirmek artık daha da sistemleştirilmiş bir müfredat üzerinden kurulacaktır. Bu köklü değişiklik Türkiye’de, AB’ye bağlı, yalnızca bu işi hayata geçirmek için kurulmuş şirketler tarafından yürütülmüş ve AB’ye uyum adı altında dayatılmıştır. Geleneksel eğitim sisteminin başarısız ve ezberci olduğundan dem vurularak bilgiyi edinmesinin yollarının öğrenciye öğretileceği, öğrencileri özgürleştireceği, eğitimin merkezine öğrencilerin konulacağı gibi kulağa oldukça güzel gelen, duyan herkesin de taraf olabileceği kelimelerle anlatılır. Burada amaç, eğitimin niteliğini artırmak, Türkiye’de eğitimde yaşanan sorunları gidermek ya da eğitimde yeni bir anlayış geliştirmek falan değildir. Eğitimin odağına bireyselleşmeyi, rekabeti, kendini göstermeyi, girişimciliği, ekip çalışmasına yatkınlık adı altında lider yetiştirmeyi, eğitimin kolektiflikten çıkarılarak bireysel edinmeye dayalı bir anlayışın yerleştirilmesi, müfredat yoluyla da küçücük yaşlardan itibaren yeni insan ilişki biçimlerinin benimsetilmesidir.
Bugün ilkokulda okutulan herhangi bir ders kitabı ele alındığında görülecektir ki, kardeşlik, dayanışma, sevgi, özgürlük, paylaşım gibi değerler yoktur. Öğrencinin karşılaştığı bir durumda öncelikle kendisinin ne hissettiği ya da hissedeceği, ne yapması, nasıl davranması gerektiği üzerinde durulur. Eğitim, çocuğun tamamen kendisine odaklanmasına yöneliktir. İnsandan, ağaçtan, hayvandan, kardeşleşmeden uzaktır. Kediden bahsederken kediye dokunmaması, dokunursa da hemen elini yıkanması gerektiği anlatılır. İnsan olmanın gerektirdiği, karşılık beklemeden yapılan iyilikler olağanüstüleştirilir, paylaşım nadirleştirilir. Herkes kendi malına sahip çıkmalıdır. Resim dersinde herkes kendi boyasını kullanmak zorundadır. Arkadaşını korumak için kavgaya giren daha çok ceza alır. Milliyetçilik had safhadadır. Farklılıklara saygı, birlikte yaşama vurgusu süreklidir ama sınıfta Alevilerden, Ermenilerden küfürle bahsedilir, kitaplarda bu halkların düşmanlıkları hamasetli öykülerle anlatılır. Kız-erkek çocuklara atfedilen cinsiyet rolleri-değerleri dayatılır. Kitaplar bu rolleri pekiştirecek öyküler, resimlerle doldurulur. Dinsel öğeler hemen hemen her dersin içine özenle yedirilmiştir. Din dersi saatleri seçmeli ve zorunlu dersler olarak artırılmıştır. Değerler eğitimi adı altında; dinsel, milliyetçi, ahlâkçı bir anlayış yerleştirilmeye çalışılmaktadır. İşte bu dönemin/müfredatın yetiştirmeye çalıştığı yeni insan tipi de budur. Her türlü değerin yerle bir edildiği değersizleşme, çürüme.
Tüm bu çürümenin karşısında insanlığın tek yolu devrimin dirilişini inşa etmektir. Ancak böylesi bir inşada çocuklar paylaşarak, birbirlerini severek, özgürleşerek, sorgulayarak, her geçen gün öğrenmeye daha fazla merak duyarak, yeteneklerini geliştirerek, yarışmadan, rekabetten sıyrılarak birlikte öğrenebilir ve büyüyebilirler.

Aylin Belgi

Paranoya ve megalomaninin (“yeni”) rejimi[1]

 

Bilmem fark ettiniz mi? “Yeni Zamanlar”ın “yeni entelektüelleri” ve Kaç-ak Saray’ın “gözde” kalemlerinden İbrahim Karagül, Yeni Şafak’ın 23 Aralık 2016 tarihli nüshasında bir “manifesto”(!) kaleme aldı.

Bugünkü iktidar partisinin gerisindeki iradenin paranoya ve ihtiraslarını olabilecek en açık şekilde gözler önüne seren ve sürüklenmekte olduğumuz “Başkanlık” sisteminin kurucu mantığını açığa çıkartan bir “manifesto”. Karagül, “manifesto”(!)suna şu sözlerle başlıyordu:

Yüzyıl önce dünya yeniden kuruluyordu. Biz o devasa imparatorluğu kaybettik. Küçüldük, Anadolu’ya sağındık. Birbirimize tutunduk, ayakta kalmaya çalıştık. Yüzyıl sonra dünya bir kez daha yeniden kuruluyor. Biz de kendimizi bu yenilenmeye göre yeniden kurmaya çalışıyoruz. Bu sefer küçülmek yerine büyüyerek var olabileceğimizi, küçülmenin ölüm olduğunu, parçalanmak ve yok olmak olduğunu kavradık. Yüzyıl önce çöküş dönemindeydik, dünyanın bu yeniden biçimlenme aşamasında ise yükseliş dönemindeyiz. Öyleyse el ovuşturup yalvarmak, merhamet dilemek, hakkımızda verilecek hükme razı olmak yerine kendi yolumuzu çizmeye, kendi geleceğimizi kurmaya karar verdik. Buna gücümüz de yetiyordu, irademiz de vardı, imkânlarımız da… Bu fırsatı görmüş, değerlendirmeye almış, kararımızı vermiştik. Coğrafyamız yeniden biçimlenirken, haritalar yeniden çizilirken hem coğrafyaya hem küresel ölçekte değişimlere uygun bir şekilde bu tarihi fırsatı kullanıyorduk. Sistemi dönüştürüyor, devleti yeniden kuruyor, 20. yüzyıl artıklarından kurtuluyorduk. Bu arada da kendi coğrafyamıza, havzamıza yoğunlaşıyorduk. Bunu yapmazsak yok olacaktık, Türkiye birkaç parçaya bölünecek, paylaşılacaktı. Bu hâlde ayakta durmamız imkânsızdı. Durmak, var olanı korumak imkânsızdı. Korkunç bir küresel fırtına bölgemizi kasıp kavuruyordu. İşte bütün mesele bu… Savaşın sebebi bu… Türkiye’yi vuran şiddetin sebebi bu. Bütün terör örgütlerinin üzerimiz salınmasının nedeni bu. Geleneksel müttefiklerin bizi tehdit ilan etmesinin, vurmasının altında yatan şey bu… Peki bunun alternatifi ne? Alternatifi küçülmek, parçalanmak, rehin alınmak, rezil olmaktır. Alternatifi 21. yüzyılda bir Türkiye olmamasıdır! Buna razı mıyız? Buna bu ülkede kim razı gelebilir, kim teslim olabilir? Özellikle bazı güçlere, ülkelere, örgütlere çalışanlar dışında, 20. yüzyılın başında olduğu gibi ihanet edenler dışında kim razı olabilir?

Son derece açık, değil mi? Dünya bir yeniden biçimlenme süreci yaşıyor, bu da Türkiye’nin önünde yeni fırsatlar açıyor. Türkiye bu süreçten küçülerek değil, büyüyerek çıkabilir, çıkmalıdır da… Ülkenin düşmanları buna fırsat vermemek için her türlü melaneti yapmaya hazır: “biz”i parçalamak, bölmek, güçten düşürmek için bütün “terör örgütleri”ni seferber ettiler; “dış güçlerin maşası” olan “terör örgütleri” ideolojileri farklı da olsa, elbirliğiyle birliğimize, dirliğimize, huzurumuza saldırıyorlar.

“Bizi bölmek, parçalamak, güçten düşürmek” isteyen “dış güçler” tevatürü yabancımız değil; her T.C. yurttaşı, dozajı kimi zaman artan, kimi zaman azalan ölçülerde “birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz” günlerde bizi mahvetmeye yeminli dış ve onların güdümündeki “iç” düşmanlar korku masalına maruz kalmıştır. Bir başka deyişle, bu paranoyaya aşılıyız.

Ama Karagül’ün, AKP-MHP bloğunun duygu ve düşüncelerine tercüman “manifesto”sunda yeni olan bir şeyler var. T.C.nin tarihini “tashih” etme, onu yeniden kurma, yeniden tanımlamaya niyetlenen bir şeyler. Kemalist devletin “misak-ı milli” ile kifayet eden “varlığını/elde olanı koruma” düsturuna karşı, “fırsat bu fırsat, genişleyelim, yayılalım, yeni nüfuz alanları açalım, enerji kaynakları üzerinde denetim kazanalım, lebensraum’umuzu hatta olanak bulursak topraklarımızı genişletelim,” diyen bir irredentizm, bir alt-emperyal hülya, bir megalomani… En son Enver Paşa’nın kapıldığı, on binlerin kırılmasına yol açan ve Orta Asya çöllerinde darmaduman olan bir sergüzeştperverlik…

Öyle ya, paranoyanın ikizi, megalomanidir…

Karagül, hızını alamayıp aynı solukta devam ediyor:

Türkiye bu hâldeyken, böylesine tarihi bir mücadele verirken, içeriden terörle, dışarıdan çokuluslu ortaklıklarla diz çöktürülmeye çalışılırken çatlak seslerin, içerideki direnç odaklarının her çıkışı, her tepkisi ihanettir. (…) Ülke savunması söz konusuyken, yüzyıllar içinde gördüğümüz olağanüstülüklerden birini daha yaşarken bu büyük seferberlikte yer almayanların, karşı duranların, bunu iç politik çıkar kavgasına dönüştürenlerin, Erdoğan ve AKP hükümetinden intikam alma savaşına dönüştürenlerin bencilliğini, ihanetini kayda geçirmek, tarihe not düşürmek, onlarla her türlü mücadeleye girişmek zorundayız. Çünkü onlar, büyük seferberlikte ülkenin direncini zayıflatan, moralini bozan, mecalsiz bırakan unsurlardır. Onlar gerçek anlamda Türkiye düşmanlarıdır ve ülkemizi vuran terör örgütleriyle aynı cephede savaşmaktadır. Ülkemizi, milletimizi nefessiz bırakanların nefessiz bırakılması, seslerinin kısılması gerekmektedir. (…). Vatan, millet, ülke devlet eksenli bir saflaşma olacak; oluyor. Bunun dışındaki hiçbir şeyin anlamı kalmadı. Türkiye olarak bu büyük hesaplaşmaya kilitlendik. Başka da seçeneğimiz yok. Öyleyse bu savunma, bu hesaplaşma dışındaki her ses bizim için tehdittir. (…). Öyleyse herkes safını net belirlesin. Vatan ekseninde, Türkiye ekseninde duranlar, ayaklarını sabit tutanlar, dizleri titremeyenler, ’acımasız direniş’ için seferber olanlar, son büyük mücadele için hazırlansın.”

Etrafı düşmanlarla çevrili, müzmin bir beka sorunu yaşayan ve etrafındaki tehdidi ancak saldırganlıkla aşabilecek, yok olmamak için büyümeye, genişlemeye, emperyal politikalara yazgılı, üstelik de liderinin çelik iradesi etrafında yekvücut olarak bu olanağı yakalamış bir ulus… Bu durumda yükseltilebilecek her türlü muhalif sesin, her itirazın “ihanet”le damgalanacağı ve itirazcının bekası için yekvücut olmuş güruhun önüne atılacağı, bir vakı’a…

Tarih bu sese, bu hissiyata yabancı değil. Benito Mussolini’nin, Adolf Hitler’in, Franco’nun ağzından dile getirildiklerine pek çok kez tanık oldu.

Bugün dahi,” diyordu örneğin Hitler 10 Nisan 1923 tarihli Münih konuşmasında, “Dünyada en az sevilen halk biziz. Etrafımız düşmanlarla çevrili, Alman bugün de özgür bir asker mi, yoksa beyaz bir köle mi olacağına karar vermelidir. Bir Alman devletinin gelişebilmesinin tek koşulu, Avrupa’daki tüm Almanların birleşmesi, milli bilinç eğitimi ve tüm ulusal gücün istisnasız ulusun hizmetine sunulmasıdır. Kılıç olmaksızın iktisadi politika mümkün değildir, iktidar olmazsa sanayileşme olmaz. (…) kendini koruma içgüdüsü iktisadı inşa edebilir, oysa biz ulusun çıkarlarını, elde kılıç, halkın yaşamı için asli olan ulusun iktisadi yaşamını savunacak yerde dünya barışını korumaya çalıştık…”

27 Nisan 1923 tarihli (yine Münih) konuşmasındaysa, “iç düşman”a (Yahudiler, Masonlar, komünistler ve “entelektüeller”) yüklenmekteydi:

Eğitim sistemimizde değişikliğe ihtiyacımız var. Bugün aşırı kültürden çekiyoruz. Yalnızca bilgiye değer veriliyor. Oysa çokbilmişler eylemin düşmanlarıdır. Bizim içgüdü ve iradeye ihtiyacımız var. Çoğu insan, ‘kültür’den bunları yitirdiler. Evet, çok rafine bir entelektüel sınıfımız var, ama enerjiden yoksunlar. Mekanik bilgiye fazlasıyla düşkünlüğümüz yüzünden kendimizi halkın sağduyusundan bu denli uzaklaştırmasaydık, Yahudi asla aramıza bu kadar sızamazdı. Yahudileri temizleyin! (…)

Ve Alman basınında değişikliğe ihtiyacımız var. İlkece ulus düşmanı olan bir basına Almanya’da hoşgörü gösterilemez. Ulusu inkâr edenin ulus içinde yeri yoktur. (…) Ve nihayet sanat, edebiyat ve tiyatro alanında bir reforma ihtiyacımız var. Hükümet halkın zehirlenmesi için önlem almak zorundadır. Halka zarar veren şeyleri açığa çıkarma hakkı vardır ve halka zarar veren, hâl edilmelidir!”[3]

90 küsur yıllık bir uzaklığa rağmen ne olağanüstü bir rezonans! Faşizmin mantığı gerçekten de hiç değişmiyor…

Karagül niyetlerinde yalnız olsaydı, onu hezeyanlarıyla başbaşa bırakmak mümkündü. Ama hem “dış güçler ve onların güdümündeki iç düşmanlar” tarafından bölünüp parçalanma paranoyası, hem de saldırgan, yayılmacı hayalleri, biliyoruz ki bugün “Başkanlık sistemi”ni dayatmak için çırpınanların büyük çoğunluğunca paylaşılıyor. Ve bunun propagandasında başarılılar; söz konusu paranoya/megalomani, çoktan kahvehane sohbetlerine, berber muhabbetlerine indi… Üstelik, Erdoğan’ın AKP iktidarı boyunca adım adım ördüğü “devlet aygıtı üzerinde tam ve yetkin bir denetim sağlama/rejimi dönüştürme” stratejisinin arkaplanında bu alt-emperyal tasavvurun yattığı, en azından Suriye müdahalesinden bu yana ayan beyan ortada. Ancak iktidara bu neo-Enverist “tasavvur”u hayata geçirme ve içerideki çatlak sesleri bastırma olanağını veren “altın vuruş” hiç kuşku yok ki 15 Temmuz darbe girişimi[4] ve hemen ardından ilan edilen OHAL oldu.

İktidarın OHAL bahanesiyle Meclis’i hemen tümüyle devre dışı bırakıp, yıllardır üzerinde tepindiği hukukun son kırıntılarını da yok ettiği “sır” değil. AKP’nin OHAL’i keyfî tasarruflarını Meclis ve yargı denetiminden azade, uygulamaya koymak üzere kullandığı da… “Terörle mücadele” gerekçesiyle birbiri peşisıra yayınlanan KHK’larla  Milli Eğitim Bakanlığı’nın sözleşmeli öğretmen istihdamından, Sahil Güvenlik Komutanlığı yasasında değişikliklere, şirket ve kooperatif iflas ertelemelerinin durdurulmasından, Milli Savunma Üniversitesi kurulmasına, araç muayene raporlarının nasıl düzenleneceğinden, askeri terfilerde yaş hadlerine, ve nihayet grev yasaklamalarına, OHAL ilanını gerektiren koşullarla uzaktan yakından ilişkisi olmayan ve asli olarak Meclis’in uhdesinde bulunması gereken yüzlerce konuda düzenleme getirildi.

Ve en önemlisi, 30 bin kadarı öğretmen, dört bine yakını da akademisyen olmak üzere yüz bine yakın kamu çalışanı ve asker (2 Aralık 2016 itibariyle 83 bin kişi[5])  görevden uzaklaştırıldı: “FETÖ ile ilişkili oldukları” gerekçesiyle işten atılan öğretmen ve akademisyenler ve diğer kamu emekçileri arasında devrimci/sosyalistler, KESK aktivistleri, Barış Bildirisi imzacıları ve salt yöneticileriyle ters düştükleri, itiraz ettikleri için listelere girenler, önemli bir yer tutuyor, bilindiği üzere…

Bir başka deyişle Gülen çevresinin darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL, darbe girişiminin faillerini tasfiye etmek için uygulamaya sokulan “sınırlı amaçlı ve süreli”, “rutin” bir “olağanüstü” önlemler demeti değildir. OHAL, Erdoğan ve çevresinin ülkedeki rejim değişikliği tasarımlarının nihai adımlarını “pürüzsüzce” hayata geçirmek üzere başvurdukları ve her şey bittiğinde “olağan hâl” olarak baş başa kalacağımız bir “Yeni Türkiye normali”dir.

Dikkat ederseniz, AKP ile MHP’nin üzerinde mutabakata vardıkları Başkanlık sistemi tasarısı, bugün “OHAL” kapsamında kullanılan yetkilerin neredeyse tümünü tek bir kişinin eline vererek “olağanlaştırıyor.” Bir başka deyişle, bir “kötülük”ü (FETÖ, “terör” vb.) önlemeye, gidermeye yönelik geçici bir tedbirler kümesini değil, Başkanlık sistemi “provasını” yaşıyoruz.

Tam da bu nedenledir ki, referanduma OHAL koşullarında gidilecek olması, AKP iktidarını hiç rahatsız etmiyor. Nihayetinde, tasarladıkları ve kotardıkları rejim, emekçiler, Aleviler, Kürtler, devrimciler, sosyalistler, kadınlar, laikler… yani tüm muhalif kesimler için kalıcılaştırılmış bir OHAL’dir. Bir başka deyişle, iktidar indinde “Yeni” Türkiye’nin “normal”i, OHAL’dir. Bir müstebdidin iki dudağı arasından çıkacak her şeyin “kanun hükmünde” sayılacağı ve hiçbir reel denetim mekanizmasına bağlı olmayan sınırsız bir yetke.

Böylesi bir yetkeyle donanmış bir paranoya/megalomaninin gerek ülke içinde gerekse dışında neler yapabileceğini varın siz düşünün!

Bu durumda, AKP iktidarı eliyle kotarılan faşizmin hayatını şu ya da bu biçimde kararttığı herkesin, tüm kesimlerin, “Başkan(cı) sistem”e karşı “ama”sız, “fakat”sız, pazarlıksız bir mücadele yürütmesi gerekiyor. Mücadelenin mekânı, sokaklardır. Meclis ve muhalefet, bu girişimi engellemedeki yetisizliğini gözler önüne sermiştir çünkü.

Ankara Valiliği’nin OHAL’e dayanarak sokak gösterilerini yasaklaması, kolluk kuvvetlerinin yurt çapında -Kadıköy-Karaköy vapurunda şarkı söyleyen gençler dahil- her türlü protesto gösterisini derdest etmesinin nedeni, sokağın önünü kesme telaşıdır.

Çünkü sokak etkisini anonimleştirici etkisinden alır: Sokakta bir araya gelenler, iktidarların kendilerini yalnızlaştırma çabalarını boşa çıkartır, böylelikle de korku duvarlarını aşar. Hiçbir lidere, hiçbir yorumcuya, hiçbir dolayıma, hiçbir aracıya: ne başkana, ne komutana, ne patrona, ne reise ne de imama gereksinim duymadan. Sokak, katılımcılarını görünür kılar, eşitler, benzeştirir, anonimleştirir. Bir bakıma, özgürleştirir de…

Bu nedenledir ki sokak, son yıllarda bu ülkeyi yönetenlerin en çok korktukları yer hâline geldi… 2013 Haziran ve 2014 Kobane eylemlerinde zirve yapan bir korku… AKP iktidarı bu korkuyu üç şekilde dengelemeye çalışıyor: İlki, kolluk marifetiyle  “sokağın kriminalizasyonu”… En küçük sokak eyleminin polis marifetiyle bastırılıp eylemcilerin “terörist” olarak damgalanması: İşini geri almak için iki ayı aşkın süredir Yüksel caddesinde üç kişilik bir eylemi sürdüren akademisyen Nuriye Gülmen ve arkadaşlarının geçtiğimiz günlerde polisler tarafından tekme tokat, yerlerde sürüklenerek gözaltına alınmasında olduğu gibi.

İkinci yol ise sokağın bombalar aracılığıyla “terbiye edilmesi”: AKP iktidarı engelleyemediği, belki de engellemek istemediği bombalı saldırıları, insanları sokağa çıkmaktan men etmek üzere kullanıyor. Nitekim Ankara Valiliği’nin sokak yasağı, “terörist saldırı” ihtimaline dayandırılıyordu.

Ve nihayet, AKP iktidarı sokağı kendi yandaşlarını “sokağa dökerek” temellük etmeye çalışıyor: 15 Temmuz’daki darbe girişimi ertesinde bir ay boyunca, iktidar partisi bütün imkânlarını daha önce yurttaşlara yasakladığı meydanları kendi yandaşlarıyla doldurmak için seferber etmedi mi? Ve daha vahimi, AKP tabanının silahlandırıldığına ilişkin medyada son zamanlarda sıkça rastladığımız haberler[6] iktidarın olası sokak eylemlerini karşı (ve korkarım ki silahlı) eylemlerle bastırmaya hazırlandığını düşündürmüyor mu?

Demokrasinin, meşruiyetini şaibeli bir çoğunluk oyları söylemine dayayan bir totalitaryanizme dönüştüğü durumda, sokak, gerçekten de muhaliflerin itirazlarını dile getirebilecekleri tek mekân hâline geldi. Ancak, imkânları olduğu kadar riskleri de içeren bir mekân.

Muhalif güçler, ezilenler, sömürülenler, yani işçiler, Kürtler, Alevîler, laikler, kadınlar, çevreciler… kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ikinci plana itip sokakta kitleselleşmeyi başarabildikleri ölçüde “risk”leri bertaraf edip iktidar partisi tarafından dayatılan “başkanlık sistemi” ucubesini engelleyerek bu ülkede demokratikleşmenin önünü açma “imkânı”nı hayata geçirebilirler…

 

25 Ocak 2017, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 28 Ocak 2017 tarihinde Ankara’da düzenlenen “OHAL, Saldırılar ve Direniş” başlıklı ‘Elmas Yalçın Kurultayı’nda yapılan konuşma.

[2] M. Foucault.

[3] Adolf Hitler, Collection of Speeches (1922-1945) https://archive.org/details/AdolfHitlerCollectionOfSpeeches19221945.

[4] Erişimi engellenen ‘Haberdar’ sitesinde yer alan bir habere göre, İngiliz ‘The Guardian’ gazetesinde (22 Ocak 2017) Erdoğan’ın darbe girişiminden haberdar olduğu, ancak engellemeyerek sonuçlarından muhaliflerini ezmek için yararlandığı şeklinde bir yorum yayınlandı: http://avrupaforum.org/the-guardian-erdogan-darbeyi-biliyordu-bunu-muhalifleri-ezebilmek-icin-kullandi/ Sözkonusu haber için bkz: The Guardian, 23 Ocak 2017 tarihli nüsha: https://www.theguardian.com/world/2017/jan/22/uk-arms-sales-turkey-rights-abuse

[5] http://t24.com.tr/haber/tam-liste-15-temmuzdan-sonra-kac-khk-cikarildi-kac-kurum-kapatildi-hangi-kurumdan-toplam-kac-kisi-ihrac-edildi,374482

[6] Ekim 2016’da twitter’da “AkSilahlanma” hashtag’iyle bir kampanya başlatılmış, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ve Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’ın yanısıra “Osmanlı Ocakları” gibi ne idüğü belirsiz örgütler de kampanyayı desteklediklerini açıklamışlardı (“AkSilahlanma provokasyonu”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2016).

 

Perspektif

Direniş hattı, Birleşik Emek Cephesi

Saray Rejimi, onlarca yıldır, her hak arama eylemine, toplumun her nefes alma girişimine, kadınların, gençlerin, işçilerin her türlü eylemine azgınca saldırmaktadır. Tüm güçlerini seferber...