Ana Sayfa Blog Sayfa 148

Paranoya ve megalomaninin (“yeni”) rejimi[1]

 

Bilmem fark ettiniz mi? “Yeni Zamanlar”ın “yeni entelektüelleri” ve Kaç-ak Saray’ın “gözde” kalemlerinden İbrahim Karagül, Yeni Şafak’ın 23 Aralık 2016 tarihli nüshasında bir “manifesto”(!) kaleme aldı.

Bugünkü iktidar partisinin gerisindeki iradenin paranoya ve ihtiraslarını olabilecek en açık şekilde gözler önüne seren ve sürüklenmekte olduğumuz “Başkanlık” sisteminin kurucu mantığını açığa çıkartan bir “manifesto”. Karagül, “manifesto”(!)suna şu sözlerle başlıyordu:

Yüzyıl önce dünya yeniden kuruluyordu. Biz o devasa imparatorluğu kaybettik. Küçüldük, Anadolu’ya sağındık. Birbirimize tutunduk, ayakta kalmaya çalıştık. Yüzyıl sonra dünya bir kez daha yeniden kuruluyor. Biz de kendimizi bu yenilenmeye göre yeniden kurmaya çalışıyoruz. Bu sefer küçülmek yerine büyüyerek var olabileceğimizi, küçülmenin ölüm olduğunu, parçalanmak ve yok olmak olduğunu kavradık. Yüzyıl önce çöküş dönemindeydik, dünyanın bu yeniden biçimlenme aşamasında ise yükseliş dönemindeyiz. Öyleyse el ovuşturup yalvarmak, merhamet dilemek, hakkımızda verilecek hükme razı olmak yerine kendi yolumuzu çizmeye, kendi geleceğimizi kurmaya karar verdik. Buna gücümüz de yetiyordu, irademiz de vardı, imkânlarımız da… Bu fırsatı görmüş, değerlendirmeye almış, kararımızı vermiştik. Coğrafyamız yeniden biçimlenirken, haritalar yeniden çizilirken hem coğrafyaya hem küresel ölçekte değişimlere uygun bir şekilde bu tarihi fırsatı kullanıyorduk. Sistemi dönüştürüyor, devleti yeniden kuruyor, 20. yüzyıl artıklarından kurtuluyorduk. Bu arada da kendi coğrafyamıza, havzamıza yoğunlaşıyorduk. Bunu yapmazsak yok olacaktık, Türkiye birkaç parçaya bölünecek, paylaşılacaktı. Bu hâlde ayakta durmamız imkânsızdı. Durmak, var olanı korumak imkânsızdı. Korkunç bir küresel fırtına bölgemizi kasıp kavuruyordu. İşte bütün mesele bu… Savaşın sebebi bu… Türkiye’yi vuran şiddetin sebebi bu. Bütün terör örgütlerinin üzerimiz salınmasının nedeni bu. Geleneksel müttefiklerin bizi tehdit ilan etmesinin, vurmasının altında yatan şey bu… Peki bunun alternatifi ne? Alternatifi küçülmek, parçalanmak, rehin alınmak, rezil olmaktır. Alternatifi 21. yüzyılda bir Türkiye olmamasıdır! Buna razı mıyız? Buna bu ülkede kim razı gelebilir, kim teslim olabilir? Özellikle bazı güçlere, ülkelere, örgütlere çalışanlar dışında, 20. yüzyılın başında olduğu gibi ihanet edenler dışında kim razı olabilir?

Son derece açık, değil mi? Dünya bir yeniden biçimlenme süreci yaşıyor, bu da Türkiye’nin önünde yeni fırsatlar açıyor. Türkiye bu süreçten küçülerek değil, büyüyerek çıkabilir, çıkmalıdır da… Ülkenin düşmanları buna fırsat vermemek için her türlü melaneti yapmaya hazır: “biz”i parçalamak, bölmek, güçten düşürmek için bütün “terör örgütleri”ni seferber ettiler; “dış güçlerin maşası” olan “terör örgütleri” ideolojileri farklı da olsa, elbirliğiyle birliğimize, dirliğimize, huzurumuza saldırıyorlar.

“Bizi bölmek, parçalamak, güçten düşürmek” isteyen “dış güçler” tevatürü yabancımız değil; her T.C. yurttaşı, dozajı kimi zaman artan, kimi zaman azalan ölçülerde “birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz” günlerde bizi mahvetmeye yeminli dış ve onların güdümündeki “iç” düşmanlar korku masalına maruz kalmıştır. Bir başka deyişle, bu paranoyaya aşılıyız.

Ama Karagül’ün, AKP-MHP bloğunun duygu ve düşüncelerine tercüman “manifesto”sunda yeni olan bir şeyler var. T.C.nin tarihini “tashih” etme, onu yeniden kurma, yeniden tanımlamaya niyetlenen bir şeyler. Kemalist devletin “misak-ı milli” ile kifayet eden “varlığını/elde olanı koruma” düsturuna karşı, “fırsat bu fırsat, genişleyelim, yayılalım, yeni nüfuz alanları açalım, enerji kaynakları üzerinde denetim kazanalım, lebensraum’umuzu hatta olanak bulursak topraklarımızı genişletelim,” diyen bir irredentizm, bir alt-emperyal hülya, bir megalomani… En son Enver Paşa’nın kapıldığı, on binlerin kırılmasına yol açan ve Orta Asya çöllerinde darmaduman olan bir sergüzeştperverlik…

Öyle ya, paranoyanın ikizi, megalomanidir…

Karagül, hızını alamayıp aynı solukta devam ediyor:

Türkiye bu hâldeyken, böylesine tarihi bir mücadele verirken, içeriden terörle, dışarıdan çokuluslu ortaklıklarla diz çöktürülmeye çalışılırken çatlak seslerin, içerideki direnç odaklarının her çıkışı, her tepkisi ihanettir. (…) Ülke savunması söz konusuyken, yüzyıllar içinde gördüğümüz olağanüstülüklerden birini daha yaşarken bu büyük seferberlikte yer almayanların, karşı duranların, bunu iç politik çıkar kavgasına dönüştürenlerin, Erdoğan ve AKP hükümetinden intikam alma savaşına dönüştürenlerin bencilliğini, ihanetini kayda geçirmek, tarihe not düşürmek, onlarla her türlü mücadeleye girişmek zorundayız. Çünkü onlar, büyük seferberlikte ülkenin direncini zayıflatan, moralini bozan, mecalsiz bırakan unsurlardır. Onlar gerçek anlamda Türkiye düşmanlarıdır ve ülkemizi vuran terör örgütleriyle aynı cephede savaşmaktadır. Ülkemizi, milletimizi nefessiz bırakanların nefessiz bırakılması, seslerinin kısılması gerekmektedir. (…). Vatan, millet, ülke devlet eksenli bir saflaşma olacak; oluyor. Bunun dışındaki hiçbir şeyin anlamı kalmadı. Türkiye olarak bu büyük hesaplaşmaya kilitlendik. Başka da seçeneğimiz yok. Öyleyse bu savunma, bu hesaplaşma dışındaki her ses bizim için tehdittir. (…). Öyleyse herkes safını net belirlesin. Vatan ekseninde, Türkiye ekseninde duranlar, ayaklarını sabit tutanlar, dizleri titremeyenler, ’acımasız direniş’ için seferber olanlar, son büyük mücadele için hazırlansın.”

Etrafı düşmanlarla çevrili, müzmin bir beka sorunu yaşayan ve etrafındaki tehdidi ancak saldırganlıkla aşabilecek, yok olmamak için büyümeye, genişlemeye, emperyal politikalara yazgılı, üstelik de liderinin çelik iradesi etrafında yekvücut olarak bu olanağı yakalamış bir ulus… Bu durumda yükseltilebilecek her türlü muhalif sesin, her itirazın “ihanet”le damgalanacağı ve itirazcının bekası için yekvücut olmuş güruhun önüne atılacağı, bir vakı’a…

Tarih bu sese, bu hissiyata yabancı değil. Benito Mussolini’nin, Adolf Hitler’in, Franco’nun ağzından dile getirildiklerine pek çok kez tanık oldu.

Bugün dahi,” diyordu örneğin Hitler 10 Nisan 1923 tarihli Münih konuşmasında, “Dünyada en az sevilen halk biziz. Etrafımız düşmanlarla çevrili, Alman bugün de özgür bir asker mi, yoksa beyaz bir köle mi olacağına karar vermelidir. Bir Alman devletinin gelişebilmesinin tek koşulu, Avrupa’daki tüm Almanların birleşmesi, milli bilinç eğitimi ve tüm ulusal gücün istisnasız ulusun hizmetine sunulmasıdır. Kılıç olmaksızın iktisadi politika mümkün değildir, iktidar olmazsa sanayileşme olmaz. (…) kendini koruma içgüdüsü iktisadı inşa edebilir, oysa biz ulusun çıkarlarını, elde kılıç, halkın yaşamı için asli olan ulusun iktisadi yaşamını savunacak yerde dünya barışını korumaya çalıştık…”

27 Nisan 1923 tarihli (yine Münih) konuşmasındaysa, “iç düşman”a (Yahudiler, Masonlar, komünistler ve “entelektüeller”) yüklenmekteydi:

Eğitim sistemimizde değişikliğe ihtiyacımız var. Bugün aşırı kültürden çekiyoruz. Yalnızca bilgiye değer veriliyor. Oysa çokbilmişler eylemin düşmanlarıdır. Bizim içgüdü ve iradeye ihtiyacımız var. Çoğu insan, ‘kültür’den bunları yitirdiler. Evet, çok rafine bir entelektüel sınıfımız var, ama enerjiden yoksunlar. Mekanik bilgiye fazlasıyla düşkünlüğümüz yüzünden kendimizi halkın sağduyusundan bu denli uzaklaştırmasaydık, Yahudi asla aramıza bu kadar sızamazdı. Yahudileri temizleyin! (…)

Ve Alman basınında değişikliğe ihtiyacımız var. İlkece ulus düşmanı olan bir basına Almanya’da hoşgörü gösterilemez. Ulusu inkâr edenin ulus içinde yeri yoktur. (…) Ve nihayet sanat, edebiyat ve tiyatro alanında bir reforma ihtiyacımız var. Hükümet halkın zehirlenmesi için önlem almak zorundadır. Halka zarar veren şeyleri açığa çıkarma hakkı vardır ve halka zarar veren, hâl edilmelidir!”[3]

90 küsur yıllık bir uzaklığa rağmen ne olağanüstü bir rezonans! Faşizmin mantığı gerçekten de hiç değişmiyor…

Karagül niyetlerinde yalnız olsaydı, onu hezeyanlarıyla başbaşa bırakmak mümkündü. Ama hem “dış güçler ve onların güdümündeki iç düşmanlar” tarafından bölünüp parçalanma paranoyası, hem de saldırgan, yayılmacı hayalleri, biliyoruz ki bugün “Başkanlık sistemi”ni dayatmak için çırpınanların büyük çoğunluğunca paylaşılıyor. Ve bunun propagandasında başarılılar; söz konusu paranoya/megalomani, çoktan kahvehane sohbetlerine, berber muhabbetlerine indi… Üstelik, Erdoğan’ın AKP iktidarı boyunca adım adım ördüğü “devlet aygıtı üzerinde tam ve yetkin bir denetim sağlama/rejimi dönüştürme” stratejisinin arkaplanında bu alt-emperyal tasavvurun yattığı, en azından Suriye müdahalesinden bu yana ayan beyan ortada. Ancak iktidara bu neo-Enverist “tasavvur”u hayata geçirme ve içerideki çatlak sesleri bastırma olanağını veren “altın vuruş” hiç kuşku yok ki 15 Temmuz darbe girişimi[4] ve hemen ardından ilan edilen OHAL oldu.

İktidarın OHAL bahanesiyle Meclis’i hemen tümüyle devre dışı bırakıp, yıllardır üzerinde tepindiği hukukun son kırıntılarını da yok ettiği “sır” değil. AKP’nin OHAL’i keyfî tasarruflarını Meclis ve yargı denetiminden azade, uygulamaya koymak üzere kullandığı da… “Terörle mücadele” gerekçesiyle birbiri peşisıra yayınlanan KHK’larla  Milli Eğitim Bakanlığı’nın sözleşmeli öğretmen istihdamından, Sahil Güvenlik Komutanlığı yasasında değişikliklere, şirket ve kooperatif iflas ertelemelerinin durdurulmasından, Milli Savunma Üniversitesi kurulmasına, araç muayene raporlarının nasıl düzenleneceğinden, askeri terfilerde yaş hadlerine, ve nihayet grev yasaklamalarına, OHAL ilanını gerektiren koşullarla uzaktan yakından ilişkisi olmayan ve asli olarak Meclis’in uhdesinde bulunması gereken yüzlerce konuda düzenleme getirildi.

Ve en önemlisi, 30 bin kadarı öğretmen, dört bine yakını da akademisyen olmak üzere yüz bine yakın kamu çalışanı ve asker (2 Aralık 2016 itibariyle 83 bin kişi[5])  görevden uzaklaştırıldı: “FETÖ ile ilişkili oldukları” gerekçesiyle işten atılan öğretmen ve akademisyenler ve diğer kamu emekçileri arasında devrimci/sosyalistler, KESK aktivistleri, Barış Bildirisi imzacıları ve salt yöneticileriyle ters düştükleri, itiraz ettikleri için listelere girenler, önemli bir yer tutuyor, bilindiği üzere…

Bir başka deyişle Gülen çevresinin darbe girişiminden sonra ilan edilen OHAL, darbe girişiminin faillerini tasfiye etmek için uygulamaya sokulan “sınırlı amaçlı ve süreli”, “rutin” bir “olağanüstü” önlemler demeti değildir. OHAL, Erdoğan ve çevresinin ülkedeki rejim değişikliği tasarımlarının nihai adımlarını “pürüzsüzce” hayata geçirmek üzere başvurdukları ve her şey bittiğinde “olağan hâl” olarak baş başa kalacağımız bir “Yeni Türkiye normali”dir.

Dikkat ederseniz, AKP ile MHP’nin üzerinde mutabakata vardıkları Başkanlık sistemi tasarısı, bugün “OHAL” kapsamında kullanılan yetkilerin neredeyse tümünü tek bir kişinin eline vererek “olağanlaştırıyor.” Bir başka deyişle, bir “kötülük”ü (FETÖ, “terör” vb.) önlemeye, gidermeye yönelik geçici bir tedbirler kümesini değil, Başkanlık sistemi “provasını” yaşıyoruz.

Tam da bu nedenledir ki, referanduma OHAL koşullarında gidilecek olması, AKP iktidarını hiç rahatsız etmiyor. Nihayetinde, tasarladıkları ve kotardıkları rejim, emekçiler, Aleviler, Kürtler, devrimciler, sosyalistler, kadınlar, laikler… yani tüm muhalif kesimler için kalıcılaştırılmış bir OHAL’dir. Bir başka deyişle, iktidar indinde “Yeni” Türkiye’nin “normal”i, OHAL’dir. Bir müstebdidin iki dudağı arasından çıkacak her şeyin “kanun hükmünde” sayılacağı ve hiçbir reel denetim mekanizmasına bağlı olmayan sınırsız bir yetke.

Böylesi bir yetkeyle donanmış bir paranoya/megalomaninin gerek ülke içinde gerekse dışında neler yapabileceğini varın siz düşünün!

Bu durumda, AKP iktidarı eliyle kotarılan faşizmin hayatını şu ya da bu biçimde kararttığı herkesin, tüm kesimlerin, “Başkan(cı) sistem”e karşı “ama”sız, “fakat”sız, pazarlıksız bir mücadele yürütmesi gerekiyor. Mücadelenin mekânı, sokaklardır. Meclis ve muhalefet, bu girişimi engellemedeki yetisizliğini gözler önüne sermiştir çünkü.

Ankara Valiliği’nin OHAL’e dayanarak sokak gösterilerini yasaklaması, kolluk kuvvetlerinin yurt çapında -Kadıköy-Karaköy vapurunda şarkı söyleyen gençler dahil- her türlü protesto gösterisini derdest etmesinin nedeni, sokağın önünü kesme telaşıdır.

Çünkü sokak etkisini anonimleştirici etkisinden alır: Sokakta bir araya gelenler, iktidarların kendilerini yalnızlaştırma çabalarını boşa çıkartır, böylelikle de korku duvarlarını aşar. Hiçbir lidere, hiçbir yorumcuya, hiçbir dolayıma, hiçbir aracıya: ne başkana, ne komutana, ne patrona, ne reise ne de imama gereksinim duymadan. Sokak, katılımcılarını görünür kılar, eşitler, benzeştirir, anonimleştirir. Bir bakıma, özgürleştirir de…

Bu nedenledir ki sokak, son yıllarda bu ülkeyi yönetenlerin en çok korktukları yer hâline geldi… 2013 Haziran ve 2014 Kobane eylemlerinde zirve yapan bir korku… AKP iktidarı bu korkuyu üç şekilde dengelemeye çalışıyor: İlki, kolluk marifetiyle  “sokağın kriminalizasyonu”… En küçük sokak eyleminin polis marifetiyle bastırılıp eylemcilerin “terörist” olarak damgalanması: İşini geri almak için iki ayı aşkın süredir Yüksel caddesinde üç kişilik bir eylemi sürdüren akademisyen Nuriye Gülmen ve arkadaşlarının geçtiğimiz günlerde polisler tarafından tekme tokat, yerlerde sürüklenerek gözaltına alınmasında olduğu gibi.

İkinci yol ise sokağın bombalar aracılığıyla “terbiye edilmesi”: AKP iktidarı engelleyemediği, belki de engellemek istemediği bombalı saldırıları, insanları sokağa çıkmaktan men etmek üzere kullanıyor. Nitekim Ankara Valiliği’nin sokak yasağı, “terörist saldırı” ihtimaline dayandırılıyordu.

Ve nihayet, AKP iktidarı sokağı kendi yandaşlarını “sokağa dökerek” temellük etmeye çalışıyor: 15 Temmuz’daki darbe girişimi ertesinde bir ay boyunca, iktidar partisi bütün imkânlarını daha önce yurttaşlara yasakladığı meydanları kendi yandaşlarıyla doldurmak için seferber etmedi mi? Ve daha vahimi, AKP tabanının silahlandırıldığına ilişkin medyada son zamanlarda sıkça rastladığımız haberler[6] iktidarın olası sokak eylemlerini karşı (ve korkarım ki silahlı) eylemlerle bastırmaya hazırlandığını düşündürmüyor mu?

Demokrasinin, meşruiyetini şaibeli bir çoğunluk oyları söylemine dayayan bir totalitaryanizme dönüştüğü durumda, sokak, gerçekten de muhaliflerin itirazlarını dile getirebilecekleri tek mekân hâline geldi. Ancak, imkânları olduğu kadar riskleri de içeren bir mekân.

Muhalif güçler, ezilenler, sömürülenler, yani işçiler, Kürtler, Alevîler, laikler, kadınlar, çevreciler… kendi aralarındaki anlaşmazlıkları ikinci plana itip sokakta kitleselleşmeyi başarabildikleri ölçüde “risk”leri bertaraf edip iktidar partisi tarafından dayatılan “başkanlık sistemi” ucubesini engelleyerek bu ülkede demokratikleşmenin önünü açma “imkânı”nı hayata geçirebilirler…

 

25 Ocak 2017, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 28 Ocak 2017 tarihinde Ankara’da düzenlenen “OHAL, Saldırılar ve Direniş” başlıklı ‘Elmas Yalçın Kurultayı’nda yapılan konuşma.

[2] M. Foucault.

[3] Adolf Hitler, Collection of Speeches (1922-1945) https://archive.org/details/AdolfHitlerCollectionOfSpeeches19221945.

[4] Erişimi engellenen ‘Haberdar’ sitesinde yer alan bir habere göre, İngiliz ‘The Guardian’ gazetesinde (22 Ocak 2017) Erdoğan’ın darbe girişiminden haberdar olduğu, ancak engellemeyerek sonuçlarından muhaliflerini ezmek için yararlandığı şeklinde bir yorum yayınlandı: http://avrupaforum.org/the-guardian-erdogan-darbeyi-biliyordu-bunu-muhalifleri-ezebilmek-icin-kullandi/ Sözkonusu haber için bkz: The Guardian, 23 Ocak 2017 tarihli nüsha: https://www.theguardian.com/world/2017/jan/22/uk-arms-sales-turkey-rights-abuse

[5] http://t24.com.tr/haber/tam-liste-15-temmuzdan-sonra-kac-khk-cikarildi-kac-kurum-kapatildi-hangi-kurumdan-toplam-kac-kisi-ihrac-edildi,374482

[6] Ekim 2016’da twitter’da “AkSilahlanma” hashtag’iyle bir kampanya başlatılmış, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ve Vakit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’ın yanısıra “Osmanlı Ocakları” gibi ne idüğü belirsiz örgütler de kampanyayı desteklediklerini açıklamışlardı (“AkSilahlanma provokasyonu”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2016).

 

Küba Devrimi’nin öyküsü; zafere kadar daima! I- Devrime doğru

Geçtiğimiz Ocak ayında 57. yılını kutlayan Küba Devrimi, “Devrimcinin görevi, devrimi yapmaktır” diyen Kübalı sosyalistlerin kararlılığı, azmi ve Fidel, Che, Camilo gibi önderlerinin kişiliğinde de somutlanan yeni insanın yaratılması yolundaki adımlarıyla dünyanın tüm devrimcilerine umut olmaktadır. Dünüyle, bugünüyle ve dahi yarınıyla bize yol göstermeye devam edecektir…

Keşfedilmemiş’ topraklardan şeker şatolarına
3 Ağustos 1492’de İspanya sahillerinden yola çıkan Christoph Colomb’un 27 Ekim’de Küba’yı da ‘keşfetmesiyle’ İspanya’nın adayı fetih süreci başladı ve ada yerlileri topyekûn kırılıp yok edildi. Öncesinde 80-100 bin civarında olan yerli nüfus 5 bine kadar düştü. Bir yandan kıyım ve talan devam ederken, bir yandan da Afrika’dan gemiler dolusu köle Küba’ya getirilmeye başlandı. 18. yüzyıl başlarında nüfus 50 bine ulaştı.
1762 yılında İngilizler Havana’yı ele geçirdi. Bu sırada Küba ekonomisi küçük tütün plantasyonları ve hayvancılık üzerine kuruluydu. Ancak bu tarihten itibaren Küba ekonomisi şeker talebine tabi kılındı. Tersane ve dökümhane işçileri ve zanaatkârlar, rafinerilerde çalışmaya başladı. Tütün ve meyve yetiştiren köylüler de zorunlu olarak şeker üretimine hizmet etmeye başladı. Tütün tarlaları, ormanlar ve otlaklar yakılıyor, rafineri sayısı ve köle ithali gün geçtikçe artıyordu. Şeker üretiminde çalışan köleler günde aralıksız yirmi saat çalıştırılıyordu.
Latin Amerika; toprak, orman, petrol, maden ve kimyasal maddeler açısından zengin, insanın yaşaması için gerekli her şeye sahip topraklardır. Ve bu topraklarda dünyanın en çok sömürülmüş halkları yaşamaktadır. Latin Amerika ülkelerinin çoğu 18. yüzyıldan itibaren tek ürüne dayalı ekonomilere sahip hale getirilmiştir. Eduardo Galeano da “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”nda devrim öncesi Küba’daki bu “şeker imparatorluğu”nu şöyle anlatır: “1959’a dek, fabrika değil, şeker şatoları inşa edildi. Şeker, diktatörlükler kurdu, diktatörlükler yıktı. İşçilerin işe alınıp işten alınmasına karar verdi. Milyonlarca insanın hayatını yönetti.”

Mambi’lerin başlattığı isyan ateşi
1791’de Haiti’de Fransız işgaline karşı gelişen başkaldırıyla birlikte Haiti’deki pek çok Fransız yerleşimci, köleleriyle birlikte Küba’nın Oriente bölgesine taşındı. Küba’nın sömürgeleşme sürecinde de, bu Saint-Domingue yerlisi göçmenler o bölgede bir direniş örgütledi. Bu direnişin önderlerinden Hatuey, Küba’nın ilk direnişçilerinden biridir.
1810 ile 1826 yılları arasında Latin Amerika’daki birçok ülkenin bağımsızlığını ilan etmesinin ardından 1860’larda İspanya’nın elinde sadece Küba ve Porto Riko kalmıştı. Bu dönemde Latin Amerika’da başlayan bağımsızlık savaşlarında İspanyol sömürgeleri İspanya’ya değil, aslında İspanya’ya dayatılan Napolyoncu monarşiye başkaldırmışlardı. Buna bağlı olarak da hem Güney Amerika’da hem de batıdaki diğer İspanyol sömürgelerinde yurtsever birlikler kurulmuştu. Ancak bu birliklerde bağımsızlık yanlısı olanlar da vardı. Bunlardan biri de Venezuela’da Simón Bolívar’dı.
Küba’da ilk bağımsızlık savaşının başladığı bu dönemde 300.000 civarı köle yaşıyordu. Dünya piyasasının 1857 buhranıyla birlikte şeker ve kahve fiyatları düştü. Gücünü yitiren köle sahibi İspanyolların adadaki egemenliği de tartışılır hale geldi. Bu durum, Küba’daki egemen gruplarla İspanyol yönetimi arasındaki çelişki ve çatışmaları artırdı. 1858’de toprak sahiplerinin İspanyol yönetimine karşı ayaklanmasıyla Küba’da ilk bağımsızlık savaşı başladı. “Yara Çağrısı” adı verilen bu isyanı başlatan Carlos Manuel de Céspedes’ti. 10 Ekim’de Oriente’de kendisine ait şekerkamışı işletmesinde isyanı başlattı ve kendi kölelerini azat etti. Kölelerin azat edilmesi Latin Amerika’daki bağımsızlık savaşlarında pek görülmüş bir şey değildi. Céspedes’le birlikte bu yasa tüm Camagüey bölgesinde uygulandı. Azat edilen kölelerin pek çoğu yurtseverlere katıldı. Savaş on yıl sürdü. Dominikli lider Máximo Gómez ve zenci lider Antonio Maceo da bu bağımsızlık savaşının öncülerindendi.
Küba’nın batı bölgesindeki çoğu köle sahibi Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyiyle birleşmeyi arzuluyordu. İlhakçı bir görüş gelişti, batı bölgelerine egemen oldu; doğuya fazla yayılmadı. Bağımsızlık savaşı da bu sebeple doğu bölgelerinde başladı, tek istisna köleliğin güçlü bir şekilde hüküm sürdüğü Guantanamo’ydu. Gómez önder olarak kabul edildikten sonra, yavaş yavaş öne çıkan Maceo, Guantanamo’yu istila etti ve köleleri azat etmek için kahve plantasyonlarındaki İspanyol güçlerine karşı kanlı bir savaş verdi. Fidel, Küba Devrimi’nin başlangıcını bu ilk bağımsızlık savaşına dayandırır ve şöyle der:
“Biz, devrimin o anda başladığını söylüyoruz. Bize göre mücadele orada başladı, çok uzun sürdü: On yıl! İspanyollara karşı gösterilen direniş inanılmaz düzeydeydi. İspanyollar güçlü ve inatçıydı; bir de bağımsızlık karşıtı olan crillo’lar ve plantasyon sahipleri vardı. Dolayısıyla ABD’de köleler 1864’te azat edildiği halde, burada kölelik 1868’e kadar devam etti. Ama adanın doğu yarısında, hatta yarısından daha ötede, Matanzas yakınlarında, yurtsever birliklerin girdiği her yerde köleler bağımsızlık savaşına katılıyorlar, genellikle daha hazırlıklı ve daha kültürlü insanlar tarafından yönetiliyorlardı. Liderler arasında pek çok zenci asıllı subay da vardı.”

Jose Marti ve bağımsızlık savaşının yeni karakteri
İkinci bağımsızlık savaşı 1895’te başladı. Bu savaşın en önemli liderlerinden biri Küba’nın ulusal önderi José Martí’ydi. Martí, On Yıl Savaşı bittiğinde 25 yaşındaydı ve savaşa katılanları bir araya getirmeye çalıştı. Kendisi daha önce savaşa katılmamış olmasına rağmen ünlü generalleri bir araya getirip yönetebilmiştir. Kübalı göçmenleri Küba Özgürlük Partisi çatısı altında toplamıştır. Bolívar’ın, Juarez’in ve Latin Amerika halkları için mücadele eden tüm bağımsız savaşçıların büyük hayranıdır. Máximo Gómez ve Maceo ile de bir araya gelerek savaşı, şekerkamışı plantasyonlarının ve çok sayıda kölenin bulunduğu Matanzas bölgesi ile başkaldırı geleneğinin hala devam ettiği doğu bölgelerinden başlatır. Santo Domingo’ya gider ve “Montecristi Manifestosu” olarak anılan ve bağımsızlık devriminin programına şekil veren bir bildiri hazırlar.
1895-1898 savaşında Kübalıların karşısında askerler ve crillo[3]’lardan oluşan 300.000’den fazla İspanyol savaşçısı vardı. Düzensiz bir savaş sürmek durumundaydılar. O döneme ait bir yaklaşımla, batının zengin yörelerini ele geçirme isteğiyle, her şeyi; şekerkamışı plantasyonlarını ve fabrikaları yakıyorlardı. Savaşı finanse eden para İspanyollara şekerden geliyordu, savaşçılar bu gelirin kökünü kurutmak isteğindeydi. Martí, Küba’yla birlikte Porto Riko’nun da bağımsızlığını amaçlamıştır ve bağımsızlık hareketi içinde ırksal eşitlik ve bu hareketin demokratik ve halkçı karakteri üzerinde ısrar etmiştir. ABD emperyalizmini ise en büyük tehdit olarak görmüştür. 18 Mayıs 1895’te bir çatışmada ölmüş ve kafası İspanyol askerleri tarafından kesilerek halk arasında dolaştırılmıştır. Ancak Martí, Küba Devrimi’nin liderleri ve tüm Küba halkı üzerinde müthiş bir etki bırakmış, ölümsüzleşmiştir.
1898’in Mayıs ayında, Maine zırhlısının Havana limanında ‘esrarengiz’ bir biçimde batmasından yararlanan ABD, İspanya güçlerini hızla bozguna uğratarak, Küba, Porto Riko, Filipinler ve Pasifik’teki Guam Adası’nı işgal etti ve müdahale öncesinde zafere yaklaşmış olan mambi’lere danışmaksızın İspanyollarla Paris’te barış masasına oturarak barış koşullarını müzakere etti. ABD işgali, 1902’de ada resmen bağımsızlığını kazanana kadar sürdü. Ancak adadan çekilinmesinin bir koşulu olarak yapılan Platt Anlaşması’na göre; ‘hayatın, özgürlüğün ve özel mülkiyetin korunması’ için ABD, uygun göreceği herhangi bir zamanda adaya müdahale etme, adada deniz üsleri kurma ve çeşitli ticari ayrılacaklıklardan yararlanma hakkına sahip oldu. Bu anlaşma 1933’te yürürlükten kaldırıldı ancak ABD emperyalizmi adada 1959’a kadar hüküm sürdü.

Machado dönemi ve Batista darbesi
1906’da liberallerin ayaklanmasına karşı adayı tekrar işgal eden ABD, işgalin yarattığı rahatsızlıktan çıkışı; ABD’li danışmanlar tarafından yetiştirilen bir Küba Ordusu kurmakta buldu. Yeni kurulan ordunun başına eski bir at hırsızı olan General Gerardo Machado getirildi. Machado, kısa sürede zengin bir iş adamı haline geldi ve 1925’te cumhurbaşkanı seçildi. 1902’deki bağımsızlık ilanından sonra mambi’lerin değerleri bir süreliğine unutulmuş gibi görünse de, 1922’den itibaren Julio Antonio Mella önderliğinde FEU’nun (Üniversite Öğrencileri Federasyonu) kurulmasıyla yeni bir radikal bilinç doğdu. Daha sonraları Mella, 1924’te Anti-dinci ve Anti-emperyalist Birlik’in, 1925’te Küba Komünist Partisi’nin kurucularından biri oldu. FEU ise Machado’nun baskısıyla dağıldı ve liderleri tarafından, 1930’dan itibaren silahlı mücadele stratejisini benimseyen Directerio Estudiantil (Devrimci Öğrenci Yönetimi) kuruldu. Bu süreçte işçi hareketi de bir güç haline gelmeye başlamıştı.
1921’de şeker fiyatının ABD pazarındaki düşüşüyle çok sayıda şeker fabrikası iflasa sürüklendi ve Amerikan tröstleri tarafından satın alındı. Ardından Merkez Bankası da dâhil olmak üzere tüm Küba ve İspanyol bankaları iflas etti. Bu çöküşten çıkmak için ABD’den elli milyon dolar kredi alındı ve fonun kullanımını denetlemek bahanesiyle General Crowder ülkeye geldi; asıl amaç ülkeyi yönetmekti ve 1924’te Machado’yu iktidara getiren de Crowder’in desteğiydi. Machado 1933’e kadar sürdürdüğü -tıpkı Galeano’nun dediği gibi şekerin kurdurduğu- klasik Latin Amerika diktatörlüğü boyunca büyük yolsuzluklar yapmış ve işçi muhalefetine önderlik edenleri katletmişti. 1929’da dünya çapında yaşanan ekonomik krizin de etkisiyle toplumsal hareket yükselmişti. Uzun vadeli işsizlik oranı %50’nin üzerine çıktı. 1930-1932 yılları arasında sol sendikalar büyük bir grev dalgası başlatmıştı. Bu grevler hep kanla bastırıldı. 1933’ün Mayıs ve Haziran ayları arasında bir dizi grev, gösteri, bombalama ve suikast gerçekleştirilirken, Ordu Yüksek Komutanlığı’nın ültimatomuyla Machado ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bu süreçte sendikaların eylemleri de arttı ve şeker üretim merkezlerinin işgali, işçi konseylerinin kurulmasına kadar vardı. Ekim Devrimi’nin etkisiyle Bolşevik sloganlar da dile getirilmeye başlandı; sokaklarda “Tüm iktidar işçi ve köylüye!” sloganları duyuluyordu.
Machado’nun devrilmesinin ardından ordu içinde çavuşların rütbelilere karşı başlattığı bir ayaklanma gerçekleşti ve fiili iktidarı Çavuş Fulgencio Batista aldı. Ancak isyancı çavuşların hükümeti kuramamasıyla birlikte açığa çıkan iktidar boşluğu Directorio Estudiantil tarafından dolduruldu. Öğrenci ve aydınlardan “Beşli Yönetim” atanarak oluşturulan Geçiçi Hükümet; halkçı, demokratik ve anti-emperyalist bir hareketi temsil etse de, arkasında herhangi bir siyasi parti ya da örgütlü gücün desteği yoktu. Komünist Parti de bu harekete karşı güçlü bir muhalefet sürdürüyordu. Yaklaşık 3 ay dayanan Antonio Guiteras öncülüğündeki hareketin “Yüz Gün Hükümeti” Batista tarafından gerçekleştirilen askeri darbeyle devrildi ve Guiteras 1935’te öldürüldü.
Batista 1940 yılında, başkanlığa seçildiği döneme kadar ordunun komutanıydı ve 7 yıl içerisinde kendi seçtiği devlet başkanlarıyla kukla yönetimler oluşturdu. 1938 yılında Komünist Parti liderleriyle görüşmelere başladı, sağladığı destekle 1940 yılında kurucu bir meclis topladı ve kendisini başkanlığa seçtirdi. ‘İlerici’ taleplerden oluşan bir anayasa oluşturuldu; ancak bunlar hayata geçmedi. 1942 yılında hükümetine Komünist Parti’den iki kişiyi bakan olarak aldı. 1944 seçimlerineyse katılmadı. 1944’de seçilen Grau ve 1948’de seçilen Carlos Prio Socarras gibi 1933 mirasçısı gibi gösterilen başkanların hak gaspları ve yolsuzluk bataklığına sürüklenmesi, 10 Mart 1952’de gerçekleşen ikinci Batista darbesinin yolunu açtı. Ekonomik sıkıntıların arttığı bu süreçte Eduardo Chibas, yolsuzluğa, çeteciliğe karşı söylemleriyle dikkat çekmişti. Chibas yıllarca sürdürdüğü radyo programında yolsuzlukları açığa çıkarıyordu. Fidel, bunun, Küba’da radyonun ilk siyasi yaratısı olduğunu söyler. Fidel’in de siyasi yaşamına başladığı, Chibas’ın partisi “Ortodoks Parti”nin (Küba Halk Partisi) yıldızı parlamıştı ve 1952 seçimlerini kazanacağı neredeyse kesinleşmişti. Batista darbe yaparak bunun da önüne geçmek istemişti. Darbe halk tarafından nefretle karşılandı. Fidel, darbeden sonra birçok kişinin bir formül arayışı içerisinde Lenin’in “Ne Yapmalı?” makalesini okuduğunu anlatır.

26 Temmuz Hareketi’nin oluşumu
Bu süreçten sonra silahlı mücadeleyi başlatmak için bir dizi girişim oldu. Bir felsefe profesörü olan Rafael Garcia Barcena’nın kurduğu MNR (Ulusal Devrimci Hareketi) ve Frank Pais önderliğindeki bir grup öğrencinin kurduğu ARO (Oriente Devrimci Hareketi) bunlar içerisindeydi. Batista darbesiyle Ortodoks Parti de çözülme süreci içine girmişti ve Fidel darbeyle birlikte legal olanakların ortadan kaldırıldığını, iktidarın alınması için zora başvurulması gerektiğini savunuyordu. Kendi sözleriyle, “O andan itibaren geleceğe yönelik bir strateji geliştirdiğini” anlatır; “devrimci bir program oluşturup bir halk ayaklanması başlatmak.” Ve Fidel önderliğinde genç Ortodokslar grubu Moncada Kışlası’na saldırı hazırlığına başladı. Fidel, Bogota’daki kent ayaklanmalarında Bogotazo’ya katıldığı zaman askeri eğitim almıştı ve çocukluğunda da iyi bir nişancıydı. Büyük çoğunluğu Ortodoks Parti’nin gençlik kollarından olan 1200 genç Havana Üniversitesi’nde baskın için eğitimlere başladı. 26 Temmuz 1953’te, Batista ordusu üniformalı, çavuş rütbeli ve tamamı silahlı 160 kişiyle Moncada ve Bayamo kışlalarına saldırı düzenlendi. Batista üniformalarıyla çavuşlar darbesini taklit etmek istiyorlardı. Deneyim eksiklikleri ve bir takım aksilikler nedeniyle içeride yapılması gereken çatışma dışarıda yapılmak zorunda kaldı ve saldırı başarısızlıkla sonuçlandı. Çarpışma sırasında 5 kişi öldü, 56 kişi de işkencelerde katledildi. Fidel Castro, Raul Castro, Haydee Santamaria, Melba Hernandez’in de aralarında olduğu 28 kişi de yakalanıp tutuklandı. Moncada Kışla saldırısı harekete 26 Temmuz Hareketi (M-26-7) adını kazandırdı. Fidel’in gizli celseyle yapılan mahkemesinde yaptığı ve “Tarih beni aklayacaktır” sözleriyle bitirdiği meşhur savunması, 26 Temmuz Hareketi’nin programı oldu. Bu program, Fidel henüz hapishanedeyken hareketin diğer üyeleri tarafından çoğaltılıp dağıtılmaya başlandı, tutuklular için yapılan geniş bir sivil hareketin seferber edilmesini sağladı ve sonunda 1955 Mayıs ayında tutuklular için bir af çıkarıldı. Daha sonraki yıllarda Fidel bu program için “Sosyalist bir program değildi. Ama o sırada halkımızın hedefleyebileceği en iyi toplumsal ve devrimci programdır” demiştir.

İsyan Ordusu’nun kuruluşu
Moncada Kışla Saldırısı’nın ardından devrimciler arasında fikir ayrılıkları ve anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştı. Bu arada hapishaneden çıkan Fidel ve Raul, Küba’da can güvenlikleri olmadığı için Meksika’ya sürgüne gitti. İki kardeş orada enternasyonalist devrimci, Arjantinli doktor Ernesto Che Guevara’yla tanıştı. Burada devrimci Alberto Bayo tarafından 17 ay boyunca askeri eğitim gören 82 kişi “1956 yılında ya özgür olacağız ya şehit!” diyerek her tarafından su sızdıran Granma yatıyla Meksika Körfezi geçilerek, Santiago’da Frank Pais ve 26 Temmuz Hareketi tarafından örgütlenen, 30 Kasım 1956 günü gerçekleşen ayaklanmaya katılmak amacıyla yola çıktı. Ayaklanma kısa sürede bastırıldı ve Granma aksilikler sebebiyle iki gün gecikmeyle 2 Aralık günü ancak Küba’ya varabildi. Fakat çıkarma farkedildi ve uçaklarla saldırı başladı. İçerilere doğru ilerleyen birlik 3 gün sonra Alegria de Pio’da bozguna uğradı ve bu saldırıda, 82 kişiden yalnızca Che, Fidel, Raul, Camilo Cienfuegos ve Juan Almeida’nın da aralarında bulunduğu 12 kişi sağ kurtulmayı başardı.
Başlangıçta Batista, gerillanın varlığını önemsemedi ve küçümser bir tavır takındı. Hatta New York Times özel muhabiri Herbert Mathews’in Fidel’le Sierra’da bir görüşme yapmasına kayıtsız kaldı. Oysa bu röportaj başarılı bir propagandaya dönüşmüştü. Bu sırada İsyan Ordusu Maestra bölgesini kontrol altına almış, köylülerin de katılımıyla ordu daha da büyümeye başlamıştı. Gerilla sadece köylülerin desteği ve gönüllülerin yardımlarıyla değil, 26 Temmuz Harketi’nin şehir kanadının (Llano) ve Oriente Devrimci Hareketi’nin gönderdiği güçlerle de takviye edildi. Ocak 1957’de, İsyan Ordusu Fidel’in önderliğinde 22 kişiyle, La Plata’daki Deniz Kuvvetleri’ne ait bir kışlaya başarılı bir saldırı düzenledi ve devrimin ilk muharebesi kazanıldı.
13 Mart 1957’de, Directorio Revolucion Estudiantil, Havana’daki Başkanlık Sarayı’na Batista’yı öldürmek amaçlı bir saldırı girişiminde bulundu; ancak başarısızlığa uğradı. Escambray’da bir kısmı 26 Temmuz Hareketi, bir kısmı DRE tarafından yönetilen savaşçı gruplar kuruldu. Bunların bir kısmı Escambray’da gerilla birlikleriyle yeni bir cephe oluşturdu. Fidel, daha sonra bu cepheye William Morgan ve Che Guevara’yı göndermiştir.
1957 yılının Mart ve Nisan ayları yeniden kuruluş ve yetişme aylarıydı. Ordunun mevcudu 80’e yükselmişti. Öncü grubu Camilo tarafından yönetilen 4 kişiydi. Bunu izleyen takımın başında Raul ve üç teğmen bulunmaktaydı. Teğmenler Julio Diaz, Ramiro Valdes ve Nano Diaz’dı. Bu teğmenlerin her biri bir mangayı kontrol ediyordu. Bunları Genelkurmay ya da “Comandancia” izlemekteydi. Genelkurmayda Başkomutan Fidel Castro, Ciro Redondo, Manuel Fajardo, Crespo, Universo Sanchez ve doktor olarak da Che bulunuyordu. Genellikle en arkadan gelen takım Almeida’nın komutasındaydı. Almeida’nın teğmenleri Hermo, Guillermo Dominguez ve Pena’ydı.
Sierra Maestra’daki gerilla kuvvetlerine karşı yürütülen hareketin başına Albay Barrera getirilmişti. Ordu tayin bedellerini çalmakla ün yapmış olan Barrera, daha sonraları askeri ateşe olarak gönderildiği Venezuela’nın Caracas şehrinde Batista kuvvetlerinin yok edilişini kılını kıpırdatmadan izlemiştir. 1957 Nisan’ına kadar İsyan Ordusu, istihbaratı ancak köylülerden ve şehirdeki yoldaşlarının ziyaretlerinden edinebiliyorken, bu dönemde, Fidel’in bir köylüden aldığı radyoyla artık bilgileri doğrudan Havana’dan almaya başlamışlardı. Öte yandan Batista, Sierra Maestra’da gerilla güçleri kalmadığına halkı inandırmaya çalışıyordu ve bu sebeple bazı gazeteciler için uçuş gezileri düzenlemişti. Ancak bu garip gezi, halktan kimseyi tatmin etmemiş ve hatta hükümetin yalanları deşifre olmuştu. 23 Nisan 1957’de, Sierra’da, Fidel’le Amerikalı gazeteci Bob Taber arasında, Celia Sanchez’in ayarladığı meşhur görüşme gerçekleştirildi. Bu röportajın ve kısa bir süre içinde çekilen filmin yankıları sürdü. O dönem, İsyan Ordusu, zamanlarını Estrada Palma bölgesindeki köylülerle temas kurmaya ayırmıştı. Bu köylüler, günden güne genişleyen hareket bölgesinin tamamında temaslar kurulabilmesi için gerilla birliklerine kamp yerleri hazırlıyor, bütün ilişkilerinde ara kademe görevleri görüyorlardı.
28 Mayıs 1957’de, 26 Temmuz Hareketi’ne bağlı devrimciler ve hareketin Santiago de Cuba’daki kent ayağının sorumlusu Frank Pais yönetimindeki milisler gündüz vakti El Uvero kışlasına başarılı bir saldırı düzenledi. Bu saldırı hem gerillanın moralini yükseltti hem de silah ve mühimmat açısından devrimcilerin elini kuvvetlendirdi.
İsyan Ordusu 200 kişiyi bulmuştu. O sıralar Fidel, programlarını daha keskinleştirmek ve daha önce karar altına alınmış ilkelerden asla taviz verilmeyeceğini vurgulamak üzere yeni bir bildiri kaleme alınması gerektiğini düşünüyordu. Hazırlanan yeni bildiride öne çıkan noktalardan biri “tüm muhalefet partilerini, sivil kurumları ve devrimci güçleri içine alan geniş bir devrimci cephenin yaratılması”ydı ve bunun için “ortak bir mücadele için devrimci bir sivil hükümetin kurulması”, “geçici hükümete başkanlık etmek üzere birisinin tayin edilmesi” öneriliyor ve “ne biçimde olursa olsun, hiçbir askeri cuntanın cumhuriyetin geçici hükümeti olarak kabul edilemeyeceği” belirtiliyordu. Dolayısıyla alınan karar orduyu siyaset dışı tutmaktı; fakat ortak cephe orduya bütünlüğünü koruyacağı konusunda tam bir teminat veriyordu. Seçimler bir yıl sonra yapılacaktı. Bildiride geçici hükümetin bağlı kalacağı uygulamalara dair; siyasi tutsakların serbest bırakılması, basın özgürlüğü, bireysel, sosyal hakların korunması, geçici belediye başkanları tayin edilmesi, karaborsanın kökünün kurutulması, sendikalarda demokratik ilkelerin yürürlüğe konulması, okuma-yazma kampanyalarının yapılması, toprak reformu gibi hususlara değiniliyordu. Sierra’ya ilişkinse “Sierra konusunda hükümetin yaptığı menfi propagandaya kimse aldanmamalıdır. Sierra Maestra çoktan beri özgürlüğün yıkılmaz bir kalesi olup, halkın kalbinde yer etmiştir. Halkın bize gösterdiği inanç ve güveni Sierra’da nasıl ödememiz gerektiğini çok iyi biliyoruz.” deniliyordu. Bildirinin tarihi 12 Temmuz 1957’ydi ve gazetelerde yayınlanmıştı. Ve İsyan Ordusu, Batista ordusunu savaş alanında yenmek olan temel görevine devam etti.

Köylülerin İsyan Ordusu’na desteği ve azmi
İsyan Ordusu’nun La Plata ve Palma Mocha zaferlerinden sonra, Batista, gerillaya desteğini artıran köylülere dönük saldırılara başladı. Köylüler, yığınlar halinde öldürüldü ve baskı iyice arttı. Kısa bir süre için köylüler gerillaya desteklerini çektiyse de yavaş yavaş mücadeleye karşı inançlarını tekrar kazandılar. Buna karşı Batista, binlerce aileyi Sierra’dan kentlere göçmeye zorladı. Halk, kervanlarla doğup büyüdükleri yerleri bırakıp llano[4]‘ya iniyor, kentin dış kısımlarında onlarca yeni ev kuruluyordu. Çoğunluğu gençlerden oluşan bir grup, İsyan Ordusu’na katıldı. Küba halkının öfkeli protestoları, hükümete dair patlak veren uluslararası skandal ve Batista’nın gerilla ordusunu yenememesi karşısında, köylü ailelerin Sierra Maestra’dan uzaklaştırılmasına son vermek zorunda kalındı. Köylülerin bir kısmı topraklarına perişan halde döndü, çoğunluğuysa ölmüştü. Dönen köylüler artık kurtuluşu devrimde arıyordu ve korkuları kalmamıştı ve özgürlüğe kavuşmuş bölgelerde mutluluğu yeniden buldular. Che, “Savaş Anıları”nda köylünün bu değişimini ve kararlılığını şu şekilde anlatmıştır:
“Terk ettikleri topraklarına döndüler. Hayvanlarını daha kötü günlere saklamak amacıyla kesimi durdurdular. Makineli tüfeklerin yırtıcı sesine alıştılar. Her aile kendi sığınağını kurdu. Aileleri, davarları, ev eşyalarıyla birlikte geçici süreler için savaş bölgelerinden kaçmaya alıştırdılar kendilerini. Geride sadece bohio’larını bırakıyorlar, düşman da bunları yakıp yerle bir ederek öfkesini çıkarıyordu. Eski evlerinin dumanlar tüten yıkıntıları üzerinde yeniden ev kurmaya alıştırdılar kendilerini. Ağızlarından bir tek yakınma sözü duyulmuyor; ama kinleri gittikçe yoğunlaşıyor, zafere ulaşma azimleri gittikçe bileniyordu.”

Sierra ve Llano
Ordunun et ihtiyacı muhbirlerin ve latifundista[5]‘ların hayvanlarına el konularak karşılanıyor ve köylülerle bölüşülüyordu. Tiryakiler için bir sigara imalathanesi bile kurulmuştu. Llano’dan getirilen bir teksir makinesinde El Cubana Libre isimli bir gazete çıkarmaya başladılar. Ve bir başka propaganda aracı olarak, kurdukları bir verici istasyonunu kullanmaya başladılar. Radyo Rebelde’nin ilk sürekli yayınları 1958’in Şubat’ında başladı. Bu yayınlarla birlikte İsyan Ordusu’nun varlığı ve azmi tüm ülkede duyulmaya başlandı. Bağlantılar yayılıp gelişmeye başladı. Batista ordusu içinde huzursuzluklar arttı. Sierra Maestra’da orduyu bozgundan bozguna uğratarak, yaylaları ele geçiren Camilo Cienfuegos bütün kamuoyunun ilgisini çekiyordu ve Oriente bölgesine ait dağlık Sierra Cristal’de Raúl Castro’nun yönetiminde ikinci bir cephe açılmıştı.
Bu süreçte 26 Temmuz Hareketi’nin Sierra’daki gerilla güçleri ile Llano’daki kent milisleri arasında fikir ayrılıkları açığa çıktı. Kentsel liderlik, Batista’yı devirecek bir genel grev düzenlemek istiyordu. Ulusal İşçi Cephesi isimli bir örgüt kurulmuştu; ancak işçiler açıkça 26 Temmuz Hareketi tarafından kurulan bu örgüte karşı kayıtsız kaldı. Örgütün kuruluş amaçları, o günün koşulları içinde onlara radikal gelmişti. Fidel ve Sierra ise kuşkuları olmakla birlikte öneriyi kabul etmişlerdi. Genel grev, 9 Nisan 1958 günü gerçekleştirildi ve sonucunda bir çok kişi yaşamını yitirdi, kentteki yeraltı faaliyetleri önemli ölçüde kesintiye uğradı. Bunun ardından 3 Mayıs’ta gerçekleştirilen toplantıda uzun tartışmaların ve yapılan özeleştirinin (Halkçı Sosyalist Parti’nin işçiler arasındaki örgütlülüğüne yeterince önem vermemek ve kentte silahlı çatışmanın güçlüklerini değerlendirememek) ardından Sierra ve Llano komuta yapılarının İsyancı Ordusu’nun Başkomutanı Fidel’e bağlanması kararlaştırıldı.
Nisan genel grevinin başarısızlığından sonra Batista ordusu tanklar ve uçaklar kullanarak 10.000 askerle İsyan Ordusu’na karşı saldırıda bulundu; ancak Ağustos sonunda saldırı başarısızlıkla sonuçlandı ve Batista’nın günlerinin sayılı hale geldiği herkes tarafından anlaşıldı.
29 Temmuz’da General Cantillo’nun tuzağına düşen birlikler yaklaşık 70 kişiyi yitirdi. Fidel 1 Ağustos’ta geçici ateşkes önerdi ve Cantillo kabul etti. Pazarlıklar sürerken Castro savaşçılarını tekrar dağlara taşıdı ve operasyonu en az kayıpla bitirdi. Verano Operasyonu Batista hükümeti için başarısızlıkla sonuçlandı.

Zafere doğru
1958’de Kübanın nüfusu 6,5 milyondu. Kişi başına düşen yıllık gelir 350 dolardı. Nüfusun dörtte biri işsizlerden oluşuyordu. Temel gıdaların ithalatında dahi ciddi bir artış vardı. Dış ticaret dengesi 600 milyon dolar açık vermişti. Basında müthiş bir sansür vardı. Eğitim kurumları çürümüşlüğe hizmet eder hale gelmişti. Batista rejiminin baskısı iyice artmıştı ve yüzünü devrimcilerden yana dönen halka öfke saçıyordu. O dönemlerde, Batista’nın 20.000’e yakın insanı katlettiği söyleniyor. Sözde huzuru ve düzeni sağlamak üzere darbe yapan Batista, eskisinden daha da büyük bir kaos ortamı yaratmıştı. Halkın tepkisi iyice artıyor, Batista’nın askerleri bile cepheye gitmekten kaçınıyorlardı. Batista, bu açmazdan kurtulmak için muhalefetle birleşmek gibi isteklerde bile bulunduysa da, bu manevraları başarısızlıkla sonuçlandı ve güçsüzlüğünü daha da açık bir şekilde ortaya koymaktan başka işe yaramadı.
3 Kasım 1958’deki başkanlık seçimleri Fidel’in çağrısıyla halk tarafından boykot edildi. 30 Kasım 1958’de başarısız Verano Operasyonu sonrasında karşı saldırıya geçen İsyan Ordusu, Oriente eyaletini ele geçirdi. 28 Aralık’ta Santa Clara’ya halkın coşkulu karşılamalarıyla ulaşan Che’nin komutasındaki birlikler, şehirde bulunan Albay Casillas’a yardım amacıyla gönderilen zırhlı trene saldırdı. Tarım fakültesinden alınan iş makinalarıyla rayları bozan gerillalar, hareketsiz bıraktıkları zırhlı treni ele geçirerek içerideki 350 subay ve askeri esir aldı. Trendeki çok miktarda cephane de gerillanın eline geçti. Kazanılan zafer Radio Rebelde aracılığıyla tüm ülkeye duyuruldu ve Batista’nın kaçış süreci başladı. 30 Aralık’ta Camilo Cienfuegos komutasındaki birlikler Yaguajay’ı ele geçirdi. Devrimciler şehirde direnen Batista ordusuna bağlı birlikleri, kendi ürettikleri tank ile alt etti ve bu savaş sonrasında Camilo, “Yaguajay Kahramanı” olarak anılmaya başlandı.
1 Ocak günü -Moncada Kışlası saldırısından tam 5 yıl, 5 ay, 5 gün sonra- devrimi bastıramayacağı ve sonunun geldiği belli olmuş olan Batista ailesiyle birlikte Dominik Cumhuriyeti’ne kaçtı. Batista’nın komutanları bile savaşmak yerine Fidel’le anlaşmaya çalışıyorlardı. Batista’nın kaçtığı duyulur duyulmaz Radyo Rebelde’den “Devrimci genel grev!” çağrısı yapıldı ve toplamı 3000’i ancak bulan İsyan Ordusu’nun tüm birliklerine ilerleme ve çarpışma emri verildi. Herkes, radyo ve televizyonlarda çalışanlar bile bu radyo istasyonuna bağlanarak, Fidel’in ülkenin tüm radyo ve televizyonlarında zincirleme konuşması sağlandı. Genel grev başladı. Her yerde ayaklanmalar oluyordu.
2 Ocak’ta Che Guevara ve Camilo Cienfuegos’a bağlı kollar Havana’ya girdi. Kimse direnmedi bile, tek bir kurşun dahi sıkmalarına gerek kalmamıştı.
8 Ocak günü Fidel Havana’ya ulaştı. 9 Ocak gününün şafağında yaptığı ilk büyük konuşmasıyla İsyan Ordusu zaferini ilan etti ve Havana’ya ve hatta tüm dünyaya yeni bir yaşamın umudu taşındı:
“Bu gece burada konuşurken, 30 Kasım 1956’da Santiago’da başlayan mücadelemizin en zorlu görevlerinden biriyle karşı karşıyayım. Halk beni dinliyor, devrimciler beni dinliyor, hatta kaderi başkalarının elinde olan askerler de beni dinliyor. Bu tarihimiz için çok belirleyici bir an. Tiranlık devrildi ama daha yapılması gereken çok şey var. Kendimizi geleceğin daha kolay olacağıyla kandırmayalım. Aksine belki de gelecekte herşey daha da zor olacak…”
devam edecek…

İdil Özkurşun

 

[1]Küba’nın 19. yüzyıl bağımsızlık mücadelelerinde İspanya’ya karşı savaşan Kübalı savaşçılara verilen ad

[2]26 Temmuz Hareketi’nden doğan, Sierra Maestra’da gerilla savaşı yürüten İsyan Ordusu’ndaki devrimcilere uzun sakallarından ötürü halkın verdiği ad

[3]Küba’daki İspanyol yerleşimcilere verilen ad

[4]Ovalık bölgeye verilen ad

[5]Toprak ağalarına verilen ad

 

Kaynaklar:
1. Fidel Castro – İki Ses Bir Biyografi, Ignacio Ramonet, Doğan Kitap
2. Savaş Anıları, Ernesto Che Guevara, Ant Yayınları
3. Demokrasi ve Devrim – Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm, D. L. Raby, Yordam Kitap
4. Latin Amerika: İsyan Hep Vardı!, Derleyen: Sibel Özbudun, Kaldıraç Yayınevi
5. Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Galeano, Sel Yayıncılık
6. Ekonomik Yazılar, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
7. Dinle Yankee, Wright Mills, Ant Yayınları
8. Fidel Castro Konuşuyor, Lee Lockwood, F.R. Alleman, Yar Yayınları
9. Che’de Sosyalist Bilinç ve Geçiş Dönemi Ekonomisi, Carlos Tablada, Çözüm Yayıncılık
10. Sosyalizme Doğru, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
11. Sosyalizm ve İnsan, Ernesto Che Guevara, Yar Yayınları
12. Vamos Bien – İyi Gidiyoruz, Fidel Castro, Nazım Kitaplığı
13. kubadostluk.org
14. Lanic.utexas.edu (Latin American Network Information Center)

 

 

Amerika’da kırılma

Evet seçim sonuçlarını tanıdılar ama, biraz da zorlandıkları ortadadır.
Artık, ABD egemen sınıfları içinde bir çatlama olduğunu, birden fazla eğilimin olmasını değil, yol ayrımları anlamında çatlama olduğunu görmek mümkündür. Bu egemen sınıf içindeki çatlama, toplumdaki derinden gelen kırılmaya eşlik etmektedir. Amerika’da kırılma yaşanmaktadır. Her kırılma eninde sonunda, kendini bir depremle yukarıya hissettirir. Şiddeti ayrı bir tartışma konusu olsa da, bunun da gerçekleşeceği bir sürecin arifesindeyiz.
Trump’ın başkanlığı, ilginç bir tartışmayı da beraberinde getirdi. CIA ve belki de başkaları da, seçimlere Rusya’nın müdahalesinden söz etmeye başladı. Olay öylesine bir boyut aldı ki, bu müdahalenin nereye kadar vardığı konusunda tartışmamak mümkün değil. Dışarıdan izleyen bizler için, sanki, wikileaks’in açıkladığı belgelerin ötesinde bir şeylerden de söz ediliyor. Bunu bilemesek de, böyle bir hisse kapılıyoruz.
Doğrudan doğruya, Rusya’nın seçimlere müdahil olduğu, bu nedenle seçimlerin iptal edilmesi gerektiği söylenmektedir. Amerika’nın, “ağır” ve “oturaklı” kurumları, bu iddiaların sahibi konumundadır.
Anlaşılan o ki, bu iddialar, Trump’ın Rusya’nın adamı olduğu fikrini yayıyor. Bir yeni ABD başkanının Rusya’nın adamı olduğu fikri, sonunda dile de getiriliyor. Bunlar bizim kurgularımız değil, kurgu ise, Amerikan devletinin, az önce ağır diye nitelendirdiğimiz kurumlarına aittir.
Trump, acaba bir KGB ajanı mıdır? Hayır, henüz iddialar o boyutta değildir. İddialar, daha farklı duruyor. Bir yandan Trump’ın Rus sevgisinden söz ediliyor. Ve bu propaganda sonuç vermiş olmalı ki, Trump, son günlerde, Rusya karşısında direneceğini söylemektedir. Ama esas iddia, İngiliz kaynaklı olarak CIA üzerinden taşınıyor. ABD’nin arka plandaki akıl hocası rolünü oynamayı çok seven İngiltere kaynaklı habere göre, 2013 yılında Trump Rusya’ya gitmiş ve bu ziyaretinden, nurtopu gibi bir kaseti oluşmuş. Bu kaset, muhtemelen bir seks kasetidir ve bunun Rusya’nın elinde Trump’a karşı bir koz olarak kullanılarak, Rusya tarafından Trump’ın Başkan olarak seçilmesi sağlandığı iddia edilmektedir.
Biraz saçma durmaktadır. Diyelim ki, bu kaset var, öyle ise, zaten oldukça belden aşağı yürüyen seçim kampanyası süresince, İngiliz istihbaratı bu “iyiliği” niye yapmamıştır? İngilizler bu kaseti CIA’ya daha sonra mı vermişler? Neden? Beklenen, bu kasetin seçim sırasında patlatılması olurdu ki, bari seçilmesin. Şu anda bu iddialar, seçilmiş bir ABD başkanına karşı dile getirilmektedir.
İddialar bunlar. Bunların ne kadarı gerçek, ne kadarı kendi içlerindeki savaşın şiddetine uygun uydurulmuş şeyler bilemiyoruz. Ama bu bize, Amerikan egemenleri içindeki çatlamayı, şiddetli yol ayrımını göstermektedir.
Dünyanın her yanında kirli operasyonlar organize etmiş CIA, bugünlerde, Halep’in Suriye ordusu tarafından geri alınması ile kesinleşen Suriye başarısızlığı nedeni ile, bir hesap vermek zorunda kalacak gibidir.
Ortalığa saçılan belgelerde, CIA’nın, Clinton’un vb. IŞİD ile ilişkilerinin derinliği görülmektedir. Öyle ki, bu belgelerde Erdoğan’ın ve enerji bakanı damadın adı da geçmektedir. Ve ABD içinde, bu kirli ilişkiler içindeki olanların, en azından bir bölümünün yargılanması eğilimi de vardır. CIA’nın, IŞİD’i kurduğu vb. tartışılmaktadır.
Öte yandan bu tartışmalar sürerken, CIA’nın, Suriye savaşı boyunca işbirliği yaptığı, suç arkadaşlığı yaptığı bazı dostlarını koruması da oldukça güçleşecektir. Bu sonuca varmak için kâhin olmaya gerek yok.
İşte bu tartışmalar altında, Trump, 45. ABD başkanı olarak, yemini yaptı ve başkanlık koltuğuna oturdu. Bu da önemli bir gelişme, zira, bazı yorumlarda, 20 Ocak 2017’deki bu törenin gerçekleşmeyebileceği gibi uç sonuçlar da yer almaktaydı.
Trump, çeşitli protestolar eşiğinde başkanlık koltuğuna oturdu. Sadece senatörlerin veya bazı yetkililerin başkanlık törenini protesto etmesinden söz etmiyoruz. Protestolar, epey zamandır var, günlerce demekten aylarca demeye uzanacak kadar. Ve nihayet protestolar, geriye doğru gitmiyor, başkanlık töreninin olduğu gün ve ertesi günlerde Washington sokaklarına yayılıyor.
Göstericiler, CIA’nın iddiaları ile yürümüyor.
Göstericiler, insan hakları düşmanlığı, kadın düşmanlığı, sağlık sigortasının iptal edilmesi gibi emekçilere dönük saldırıları vb. açılardan bir protesto yapmaya başlamıştır. Yani, gösteriler ile, CIA etrafında şekillenen iddialar arasında tam bir bağ yok.
Trump ise, Amerikan rüyasından söz ediyor. “America first” diyor. Özeti budur. Birçok şirkete, yatırımlarınızı ülke dışına değil, ülke içine yapın, diyor. Bu aslında artık neredeyse hiçbir şey üretmez hâle gelen Amerikan ekonomisinin gelişimi için bir “içe dönme” hamlesi. Ama iş bununla sınırlı kalmıyor. Şimdiden bir çok dev şirket, bu konuda Trump’ın isteklerine uygun adımlar atmaya başlamış bile. Ama bu arada, Amerika’nın yeryüzünü şekillendirme, yönetme isteği meselesi var. Yani, bu adımlar bir içe kapanmaya neden olacak mı, sorusu var.
Meksika’da birçok yeni yatırımın durdurulması, bunların ABD’ye taşınması, hatta, Meksika sınırına bir duvar örülmesi isteği var. Bu durum, Meksika’da şimdiden bir ekonomik kırılmaya neden oldu bile.
Bu süreç içinde, Türkiye’deki ekonomik bunalımın, Meksika’dakinden bile daha büyük bir hıza sahip olması ayrı bir tartışma konusu olmalıdır. Trump, Meksika’ya karşı önlemlerden söz ettiğinden, onların para birimindeki aşırı kayıplar anlaşılabilirdir. Ama TL’nin dolar karşısındaki kaybı, çok çok daha büyüktür.
Trump’ın başkanlığı, bu protestolar altında başlıyor.
Trump, bir yandan yatırımları içe çekerek, işsizlik meselesine bir çözüm bulacağını söylemektedir. Ama öte yandan, dünya çapında Amerikan saldırganlığının azalacağını söylemek için çok iyimser olmak gerekir.
Hatta Trump, ilk konuşmasında, iktidarın Washington DC’den halka taşınacağını söylemektedir. Umudumuz o ki, Amerikan işçi sınıfı bunu duymuş, anlamış olsun. Çünkü, gerçekten olması gereken şey budur: İktidarın proletarya tarafından alınmasıdır. Bu açıdan Trump, gerçeğin hiç değilse bir parçasını dile getirmektedir. Washington DC Amerikan proletaryası tarafından alınana kadar, iktidar halka geçmiş olmaz. Trump, bunun bir savaşçısı, bir devrim savaşçısı olacak değil elbette.
Bu söylemler, Amerika’da bir kırılmanın, bir toplumsal arayış sürecinin çoktan başlamış olduğunu göstermektedir. Obama, sokaklarda tepkileri azaltmak, Amerika’nın dünya ile barışmasını sağlamak söylemleri ile gelmişti. Ama olmadı. Obama, dünya çapında saldırgan operasyonlar örgütledi. Dünya barışını değil, savaşı körükledi. Amerika’da sokak savaşları diyeceğimiz bir dönemi yaşattı. Polisin sırf derisi nedeni ile, Afrika kökenli olanlara karşı tutumu, bizzat kendisi de Afrika kökenli olan Obama döneminde akıl almaz ırkçılık boyutlarına yükselmiştir. Oysa Obama, dünya barışı, içeride insan hakları vb. için iktidarını kullanacaktı. Daha iktidarı aldığı gün, Nobel Barış Ödülü’nü kendine verdiler. Bu peşin ödeme, onu barışı koruma heveslisi yapmadı, tersine, dünya barışına ihanet çizgisine götürdü. Suriye’de ölen insanların, çocukların kanları Obama’nın ellerine yapışıktır.
Obama, Amerikan egemenlerince, bu koltuğa, kırılmayı önlemek üzere getirildi. Ama buna rağmen, Bush politikalarına içeride ve dışarıda devam edildi. Ve bu kırılma bugün bir gerçekliktir.
Obama, dünya çapında ABD’nin savaş için yeni pozisyonlar alması isteğinin ifadesi idi. ABD savaşçı güçleri, bir molaya, bir nefes almaya ihtiyaç duyuyordu ve Obama, bu şansı onlara verdi. Ama ABD’nin dünyadaki durumu olumluya gitmedi. Bugün, Suriye savaşının yenilgisi ABD’nin en önemli konusudur.
Trump ise, ABD’nin içe dönme eğilimi, içeride kırılmayı tamir etme eğilimi olarak görünmektedir. Trump ile egemen sınıflar, Amerikan devletini halka yeniden sevdirmek isteğindedirler.
Trump, bunun adamı olamaz. Trump, iktidarı Washington DC’den halka taşıyamaz. Amerikan devletinin, tüm pislikleri ile, tüm suçları ile yüzleşmesi yaşanmadan, normalleşme olamaz.
Amerika’nın dünya üzerinde yükselişi ve saygı değer bir yere gelmesinden söz etmek isteyen, bunun tek yolu olarak, Amerikan proletaryasınınsosyalist devrimi gerçekleştirmesi olduğunu görmek zorundadır.

15’lere dair: Geçm(em)iş bugünümüzün önsözüdür![1]

Biz; “kazıdık onbeşlerin ismini, kanlı kızıl bir mermere!/ bir çelik aynadır gözlerimiz, onbeşlerin resmini görmek isteyenlere!” diye anılan Mustafa Suphi’nin yoldaşlarıyız.[3]

Bizler için coğrafyamızın devlet geleneği bir “sır” değil… Katliamcılık, Osmanlı’dan T.’C’ye uzanan devletin mayasında mevcut; bu geleneğin öteki ilan ettiklerine karşı tutumu ise, yok edip, unutturmadır!

T.“C”nin komünistlere, devrimcilere, Kürtlere, Alevîlere, Hıristiyanlara karşıt tutumu ya da 19 Aralık Katliamı minvali “icraatlar”ı 1915 zihniyetiyle malûldür.

Herkesin malumu: Osmanlı’dan T.“C”ye uzanan gelenekleriyle devlet, kendisini daha cumhuriyet ilan etmeden önce, -sinsi ve aşağılık yöntemlerle- elini komünistlerin kanına buladı; Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP ) önder kadrolarını hunharca katletti.

Kolay mı? “Türk âleminin en büyük düşmanı komünistliktir, her göründüğü yerde ezilmeli,” mantık(sızlı)ğı üzerine inşa edilen T.“C”nin, bu cümleden olmak üzere, 28/29 Ocak 1921’de Mustafa Suphi ile yoldaşlarını Sürmene açıklarında katlederek denize atması, gelecekte ne yapılacağının bir işaretidir!

Bu devlet terörü, ne tek parti döneminde ne de Demokrat Parti döneminde komünistlere göz açtırmıştı!

Nâzım Hikmet’e 1938’de verilen 28 yıllık hapis cezası bitimsiz baskı geleneğinde bir kilometre taşıdır!

Komünistlerin, daha sonraki yıllardaki hâlini varın siz tahayyül edin!

“Türk âleminin en büyük düşmanı toplumculuktur,” fetvalarının hâlâ verildiği 1960’lı yılların sonlarında bile bu hâl değişmiş değildi.

Kim ne derse desin: Coğrafyamızda tutarlı bir muhalif, solcu, sosyalist, komünist iseniz; bunda ısrarlıysanız; vazgeçmiyorsanız; sizi bekleyen sadece katliamdır, ölüm’dür!

“Nasıl” mı? Gayet basit!

Gün gelir Mustafa Suphi ve yoldaşlarıyla Karadeniz’de boğulursunuz…

Şefik Hüsnü ile yıllarca hapislerde çürütülüp, sürgünde sokak çocuklarına taşlatılarak kalp krizi sonucu öldürülürsünüz…

Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile Reşat Fuat Baraner’in acılarına taraf kılınırsınız…

Sansaryan Han’ın tabutluklarında ya da Ankara DAL’ın veya Türkiye’nin dört yanındaki işkence tezgâhlarında canınız alınıp, “intihar etti” diye kayıtlara geçirilir…

Bir gece vakti kaybedilirsiniz; faili meçhullere karışırsınız…

Nurhak’ta, Kızıldere’de, Şişli, Beyazıt, Taksim Meydanları’nda katledilirsiniz.

Erdal Eren[4] gibi yaşınız büyütülerek darağaçlarına çıkarılır, asılırsınız.

Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’da katledilirsiniz…

Madımak’ta yakılırsınız…

Daha neler neler!

Coğrafyamızda tutarlı muhalif, solcu, sosyalist, komünist olmak zordur, meşakkatlidir; bedeli büyüktür ve çoğunlukla hayatımızdır…

Bu mantık(sızlık) sinsilesinde Mustafa Suphi ile yoldaşlarının katli, T.“C” siyasal tarihinin en vahşi cinayetlerinden birisiyken; “Resmi tarih anlayışımız hiçbir zaman geçmişi gerçek yüzüyle görmedi ve göstermedi. Bilmenin, öğrenmenin önüne konulan engeller, yıllar boyu ‘gerçeği’ bilinmezliğin yoğun sisinin içinde bıraktı. Unutulsun, tanıkları yok olsun, kaybolsun diye… Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi modern Türkiye’nin ilk ve en büyük faili meçhul cinayeti. İlk politik toplu kırımıdır,”[5] diye ekleyen Hamit Erdem sonuna kadar haklıdır.

 

YAŞAMI

 

Mustafa Suphi, tam adı Mevlevizade Mustafa Suphi, Giresun’da 1883 yılında doğdu.

Mevlevi Şeyhi Mustafa Efendi’nin oğludur. Dolayısıyla Mustafa Suphi Mevlevi dedesinin adını taşımıştır.

İlköğrenimi babasının görevi nedeniyle Kudüs ve Şam’da, ortaöğrenimini Erzurum’da gördü.

İstanbul Hukuk Mektebi’ni bitirdikten sonra Fransa’ya gitti. Paris’te Siyasal Bilgiler Yüksekokulu’nda öğrenim gördü (1910). Ahmed Ferit (Tek) tarafından çıkarılan ve ‘Milli Meşrutiyet Fırkası’nın sözcülüğünü yapan ‘İfham’ gazetesinde, yazı işleri müdürü olarak çalıştı. İstanbul’daki ilk yıllarında İttihat ve Terakki yanlısıyken, baskıcı uygulamaları nedeniyle, sonradan bu örgüte muhalif bir çizgi izlemeye başladı. Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra Sinop’a sürüldü.

Sinop’a sürgüne gönderilen Mustafa Suphi, bir ara yeniden İstanbul’a döndü. Ancak yeniden Sinop’a sürülmesi üzerine kendisi gibi sürgünde bulunan 7-8 arkadaşıyla birlikte bir kayıkla denize açıldılar. Daha sonra silah zoruyla ele geçirdikleri bir yelkenli ile Sivastopol yakınlarına, Haziran 1914’te ulaşmayı başardılar.

Böylece Mustafa Suphi için, hayatının çok önemli bir diğer safhası başlamış oluyordu. Çünkü Rusya’ya siyasi mülteci olarak sığınmış ve bir süre sonra da Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine “Düvel-i Muhasıma Teb’ası” olduğu için Kaluga kentine sürülmüştür. Harp sırasında burada, Türkiyeli çeşitli solcularla temaslarda bulunmuş ve esir düşen Türk askerleri arasında da faaliyette bulunmuştur. Mustafa Suphi’nin “Bolşevik” fikirlerini kabul ederek onlarla işbirliği yapmaya başlaması bu sıralarda olmuştur.

Ekim 1917’deki Sovyet Devrimi’nden sonra Moskova’ya gitti. Tatar-Başkırt devrimcileriyle birlikte ‘Yeni Dünya’ gazetesini çıkardı. Mustafa Suphi, Moskova’da ‘I. Türk Sol Sosyalistleri Kongresi’nin (25 Temmuz 1918) toplanmasına önderlik etti. Moskova, Kazan, Samarra, Saratov, Rezan, Astrahan gibi merkezlerde komünist teşkilâtları kurulmasına yardım etti. Kasım 1918’de Moskova’da düzenlenen ‘Müslüman Komünistler Birinci Kongresi’ne katıldı ve ‘Milliyetler Halk Komiserliği’ne bağlı olarak kurulan ‘Doğu Hakları Merkezi’ bürosunun Türk seksiyonu başkanı oldu. Bundan sonra 1918 Aralık ayında Petrograd’da yapılan milletlerarası devrimciler toplantısına ve 1919 Mart’ında yine Moskova’da toplanan III. Enternasyonal’in ilk kongresine Türkiye delegesi olarak katıldı.

Mustafa Suphi, Rus Komünist Partisi’nin Müslüman teşkilâtları merkez bürosuna seçilmesi ardından doğunun kapitalist sistemin; “Aşil’in topuğu” olduğu tezini işlemeye başladı. Suphi’nin kanaatine göre, “Doğu, sömürgesi efendilerine karşı ayaklanıp başkaldırmakla, batıdaki sınai ülkeleri hammaddeden yoksun kalacak ve dolayısıyla, kapitalist sistem kendiliğinden alaşağı edilecekti”. Bu itibarla Mustafa Suphi’ye göre, doğu’da ihtilâl “Yalnız doğunun Avrupa emperyalizminden kurtarılması için değil, Rus ihtilâli’nin desteklenmesi için de gerekiyordu.”[6]

Rusya’daki Müslüman komünistler ile yakın temasları Mustafa Suphi’yi Anadolu’ya geçip orada sol faaliyetleri teşkilâtlandırmaya yöneltiyordu. Bunun için 1919 yılında Kırım’a geçti ve burada millî fırka ile yeraltı faaliyetlerine girişti. Kırım İslâm bürosunu kurup, Türkçe olarak, ‘Yeni Dünya’ gazetesini yayınlamaya devam etti. Fakat bundan kısa bir süre sonra, Denikin kuvvetleri 1919 baharında Kırım’ı tekrar ele geçirince, Suphi ile yoldaşları önce Odesa’ya ve oradan da Türkistan’a geçtiler. Burada, ‘Beynelmilel Şark Tebligat Şura’sını kurdular. Komünist örgütleri esaslı bir şekilde yeniden düzenledikten sonra, Suphi burada bir Türk Kızıl Ordusu da meydana getirdi.

Türkistan’da bu işlerle uğraşırken Azerbaycan’da Sovyet Devrimi yapılması üzerine Suphi ve çevresi Bakû’ye taşındı (27 Mayıs 1920).

Mustafa Suphi Bakû’de teşkilâtını kurduktan sonra TBMM hükümetiyle, özellikle, Türkiye’ye gönderdiği elçiler vasıtası ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır.

Moskova büyükelçisi atanan Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Suphi ile görüşmüş ve intibalarını şöyle belirtmişti: “Mustafa Suphi şöhret ve ihtiras peşinde koşan zeki, kurnaz ve azim sahibi” bir insandır. “Birgün gelip Türkiye’nin Lenin veyahut Stalin’i olması ihtimalini hatırından geçirdiği muhakkaktır. Hariçteki ittihatçıların memlekete girmemeleri ve dahilde İttihat ve Terakki Fırkası’nın her ne surette olursa olsun ihya edilmemesi hakkındaki Mustafa Kemal paşanın nokta-i nazarına tamamiyle iştirak ediyordu… Memleketimize III. Enternasyonal’in hakiki bir komünist elçisi gibi girmek istediği ilk nazarda anlaşılıyordu.”[7]

Mustafa Suphi’nin Ali Fuat Cebesoy’la Kars’ta görüştüğü bu sıralarda onun Ankara’ya gelmemesi hükümetçe kararlaştırılmış bulunuyordu. Bu karar hemen Kazım Karabekir Paşaya bildirilmişti.[8]

Ancak 10 Eylül 1920’de Bakû’de toplanan TKP I. Kongresi’nde,[9] sosyalistlerin birliğini sağlamaya yönelik etkin girişimler, çalışmalarının ağırlığını Anadolu’ya kaydırmayı kararlaştırdı.

TKP’nin Türkiye’deki etkinliklerini ve örgütlenmesini düzenlemek üzere, bir grup komünist 28 Aralık 1920’de Bakû’den Kars’a geçti. Kars’tan Erzurum’a doğru yola çıkan grup, protesto gösterileriyle karşılaştı ve kente sokulmadı.

Mustafa Suphi yoldaşlarıyla birlikte Trabzon’a geçti. Motorla Trabzon’dan İnebolu’ya gönderileceklerini, oradan Ankara’ya ulaşacaklarını sanan grup, bir motorla Karadeniz’e açıldı.

1921’de 28 Ocak’ı 29 Ocak’a bağlayan gece Karadeniz’e açılan motordakiler, Nâzım Hikmet’in, “Trabzon’da bir motor açılıyor/ sahilde kalabalık/ motoru taslıyorlar/ son perdeye başlıyorlar/ burjuva kemalin omzuna binmiş/ kemal kumandanın kordonuna/ kumandan kâhyanın cebine inmiş/ kâhya adamlarının donuna/ uluyorlar: hav… hav… hak tu!” dizelerindeki üzere, Trabzon kayıkçılar Kâhyası Yahya ile katillerinin saldırılarına maruz kalırlar; öldürülüp, cesetleri denize atılır.

 

KANITLARI İLE KEMAL’İN TEZGÂHI

 

Mustafa Kemal’in çağrısı ile ‘Türkiye Komünist Fırkası’nın (TKF) kurulmasının ardından ülkeye giriş yapan ve Karadeniz sularında yoldaşları ile birlikte öldürülen devrimci…

1920 senesinde TBMM’nin aldığı kararlar, bu konuda, şöyle idi:

“Bolşevikler, hemen Anadolu’ da bir komünist devrimi yapmayı bir çare sayacaklar fakat bunda başarılı olamadıkları zaman bizim koşullarımızla bizimle dost olacaklar..” Mustafa Kemal önderliğindeki 1920 senesi TBMM kararlarından birisi böyle. Bu kararın ardından zaten, zorunlu olarak TKF’nın kurulması kararlaştırılıyor.

Öldüreni biliyoruz; Trabzon kayıkçılar kâhyası Yahya… Ancak öldürten tartışmalı ve olasılıklar şöyle sıralanıyor:

Mustafa Suphilerle ilgili karar Ankara, Kars, Erzurum üçgeninde alınıyor. Ankara’da Mustafa Kemal, Kars’ta Kazım Karabekir ve Erzurum’da Vali Hamit Bey… Artık sır değil, yazışmalar var. Aralarında haberleşiyorlar. Yazışmalardan, Trabzon’da, iskelede buluştukları anlaşılıyor. Cinayeti izlemek üzere bir araya geliyorlar. Kemalcilerle, Enverciler arasındaki çekişmeyi abartmamak gerekiyor. Kadrolarının temsil ettiği zihniyet bir ve aynı. Sadeleştiriyoruz, “sınıf” diyoruz. Burjuvazi hazırladığı cinayeti iskeleden izliyor! Hepsi orada!

Daha nasıl olsun. Mustafa Kemal Kâzım Karabekir’e, Ankara’da kendi istekleri dışında gelişen komünist cereyanları şikâyet ederek, bu cereyanları körükleyeceğini düşündüğü Mustafa Suphi’nin Ankara’ya sokulmaması yolunda talimat veriyor. Bunun üzerine Kemalci Kâzım Karabekir, Erzurum Valisi Enverci Halit Bey’i bilgilendirip uyarıyor. Halit Bey, “Mustafa Suphi ve arkadaşlarının çalışmalarına engel olunmak gerektiğini, ancak yapılacak karşı hareketlerin Kars’ta Rus elçilik heyetinin gözleri önünde yapılmasının mahzurlu olduğunu, işin Erzurum’da kendisine bırakılmasını” Karabekir’e cevaben bildiriyor. Karabekir, Halit’in fikrine katılmakla birlikte Mustafa Suphi ve arkadaşlarının şiddetli şekilde protesto edilerek Erzurum’dan Trabzon’a ve oradan da sınır dışına yollanmalarının münasip olacağını ikinci bir mektupla iletiyor. Mustafa Suphi ve arkadaşları iki eksikle, Süleyman Sami ve Mehmet Emin, şiddetli protestolar ve hakaretlere uğrayarak Erzurum’dan ayrılıyor.

Ve kayıkçılar Kâhyası Yahya’nın sırası geliyor.

Hangisi daha gaddar?

Kayıkçılar Kâhyası Yahya, Topal Osman, İsmail Hakkı Tekçe…

Yöntemleri farklı; Kâhya Yahya suda boğuyor, Topal Osman gemisini yüzdürmek için Rum tutsakları diri diri ateş kazanına atıyor, İsmail Hakkı kelle kesiyor… Son ikisi Mustafa Kemal Paşa’nın özel muhafızı… Üçünün de yolu Trabzon’da kesişiyor.

Mahmut Goloğlu yazıyor:

“Trabzon’un Maçka ilçesine varan heyet burada da bir eksikliğe uğradı. Heyette bulunanlardan Trabzonlu veteriner yüzbaşı Abdülkadir, Kars’tan çektiği bir telgrafla, Trabzon’a gelmekte olduklarını sevinç içinde kardeşi Mehmet Efendi’ye bildirmişti.

Mahmut Goloğlu devam ediyor:

“Yahya Kâhya; Mustafa Suphi ve arkadaşları hakkında emir aldığını Mehmet Efendi’ye bildirmiş, kardeşini kurtarmak istiyorsa, şehre girmesine engel olmasını, yola çıkıp bir yerde kardeşini heyetten ayırıp kaçırmasını tembihlemişti…”[10]

Abdülkadir, kardeşinin uyarısıyla heyetten ayrılıyor.

Şimdi 28 Kanunusani’yi 29’a bağlayan gecedir.

Kaynaklarda adı belli değil. Semiramis, Mariya, Meryem olarak geçiyor: Mustafa Suphi’nin karısı… Trabzon’da alıkonuluyor. Kalan 15 kişi karanlık bir gecede 28 Kanunusani’yi 29’a bağlayan gecede iskeleden motora bindiriliyorlar ite kaka.

Motorun hırçın ve karanlık ve sulara açılmasından kısa bir süre sonra kayıkçılar Kâhyası yahya daha süratli bir motorla takibe alıyor Suphi ve yoldaşlarını… sonu biliniyor.

Ebubekir Hazım Tepeyran, 1922 yılında Trabzon valisidir. Hatıralarını yazdı:

“Sivas bidayet mahkemesince hayrete mucip bir kararla beraat ettikten sonra Trabzon’a dönen kayıkçılar kâhyası Yahya Efendi 3 Temmuz 1922 günü güneş batacağı sıralarda otomobille Soğuksu mevkiindeki yazlık köşküne giderken yolun nispeten tenha bir yerinde pusu kurmuş olan meçhul bir kişi tarafından atılan kurşunlarla katledilmiştir.”

Cinayet soruşturulurken Tepeyran devam ediyor: “Tahkikat ilerledikçe tanıkların ifadelerine göre, dillerinin şivesi ile kıyafetlerinden Giresun taraflarından geldikleri, yani, Topal Osman tarafından gönderildikleri zannı kuvvetleniyordu.”[11]

Topal Osman dediğin Mustafa Kemal’in yakın koruması.

Bir yıl geçmeden Ankara başka bir cinayetle sarsılıyor. Nisan 1923 başında Mustafa Kemal ile sürekli çekişme hâlinde olan Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in cesedi Çankaya köşkü civarında bulunuyor. Meclis ayağa kalkıyor. Cinayeti Mustafa Kemal aleyhine ileri geri konuşmasına sinirlenen Topal Osman’ın işlediği anlaşılıyor. Topal Osman çatışmada yaralı olarak ele geçiriliyor. Ancak kendisinin Mustafa Kemal Paşa tarafından aldatıldığını ileri sürerek ona ağza alınmayacak küfürler savuran Osman’ın daha fazla konuşmasına izin verilmeden kellesi gövdesinden ayrılıyor.

Topal Osman’ı öldüren ve öldürdükten sonra kellesini kesen Mustafa Kemal’in muhafız alayı komutanı İsmail Hakkı Tekçe’dir.

İsmail Hakkı Tekçe yıllar sonra 1977’de emekli generaldir, ‘Milliyet Gazetesi’ne hatıralarını anlatıyor: Kayıkçılar Kâhyası Yahya’yı bizzat kendisinin öldürdüğünü itiraf ediyor. Vaktiyle kellesini aldığı Topal Osman’ı aklarken cinayeti itiraf ediyor.

Bu kadarla bitmiyor. Mete Tuncay, “Türkiye’de Sol Akımlar” kitabında Kayıkçı Kâhyası Yahya’nın oğlundan gelen bir mektuptan söz ederek şöyle bir not düşüyor:

“Kitabımızın yayımlanmasından kısa bir süre sonra, Yahya Kâhya Bey’in oğlu sayın Osman Kâhya’dan 15 Aralık 1967 tarihli bir mektup aldık. Bu mektupta ‘Yahya Bey’in o zamanki faktörlere göre vatani vazifesini’ yaptığını belirtiyor ve ‘Asıl katilin bugün tapılan biri olduğunu zaman gösterecektir,’ deniliyordu…”[12]

Seri cinayetler tezgâhının işaret ettikleri; TRT’deki ‘Zamanda Yolculuk’ programındaki ifadesiyle Attilâ İlhan’a göre, “Katil cumhuriyeti kuranlar değil, ittihatçılardır,” zırvasının rağmen açık değil mi?

 

CİNAYETİN DETAYLARI

 

Cinayetin detaylarına gelince…

III. Enternasyonal’in 21 Temmuz-6 Ağustos 1920’de toplanan ikinci kongresinde kabul edilen V. İ. Lenin’in ‘Sömürgeler ve Geri Kalmış Ülkelerle İlgili Tezleri’nden 11. tezin beşinci fıkrasıyla 12. teze göre Mustafa Kemal’in başkanlık ettiği kurtuluş hareketi, bir burjuva demokrat hareketi olduğundan, ona komünist rengi verilmesine çalışılmamalı, ama Batılı devletlerle savaşında yardım edilmeliydi. Bunun karşılığında tek şart, Komintern’e bağlı bir komünist parti kurulmasına izin verilmesiydi.

Temmuz 1920’den itibaren Balıkesir ve Bursa Yunanlıların eline geçtiğinden Mustafa Kemal’in bu teklifi kabul etmekten başka çaresi yoktu. Ağustos ayında Bolşeviklerin altın yardımı gelmeye başladı. 1-7 Eylül 1920 tarihlerinde Bakû’de toplanan Doğu Halklarının Birinci Kurultayı’nın hemen ardından TKP kuruldu. 28 Ekim 1920’de Mustafa Kemal ‘Resmî’ TKF’nı kurdu.[13] 10 Ocak 1921’de Birinci İnönü Muharebesi’nin kazanılmasıyla Kemalist hükümetin Sovyet politikaları değişmeye başladı. Büyük Devletler Ankara hükümetinin temsilcisini Londra’da yapılacak toplantıya çağırınca Kemalistler Moskova altınlarının diyeti olan TKP konusundaki sözlerinden dönmekte beis görmediler.

Somut durumun yanlış tahlili ve buna denk düşen hatalı politik taktik, kimi zaman bu taktiği belirleyenin siyasi (veya biyolojik) yaşamını sona erdirebilir. Mustafa Suphi’nin payına düşen buydu.

1920’lerde Bolşevizmin saygınlığı bütün dünyada olduğu gibi, Anadolu’da da çok yüksekti. Mustafa Kemal kendi sınıfsal konumundan doğru bakarak bu durumu tehlikeli görüyor. Mustafa Suphi’nin partisine karşılık resmi TKF’nı kurmak zorunda kalıyor.

Kolay mı? 1920 yılının soğuk kış günlerinde hemen herkes Bolşeviklerden ve onların getirmeye çalıştığı yeni düzenin iyiliklerinden bahsediyor, tek kurtuluş yolunu Bolşevik olmakta görüyordu. ‘Yeşil Ordu’ söylentisi doğuda bir efsaneye dönüşmüş. Bakû’de kurulan TKP’nin komünist birliklerinin Anadolu’nun sınırlarında beklemekte olduğu söylentisi yayılmıştı. Bu yakın ilgi sonucu Resmi Komünist Partisi ve Yeşilordu Cemiyeti, Bakû’deki TKP ve Türkiye Halk İştirakiyûn Fırkası kuruldu.

Gelin görün ki bunca Bolşevik edebiyatının yanında Rusya’daki ihtilalin ve kurulmakta olan yeni düzenin niteliği hakkında Anadolu’da ciddi bir bilgi birikimi yoktu. Bolşeviklik demek, yalnızca “Her ulusun isterse bağımsız olacağı inancının hâkim olması” demekti. Anadolu’daki Bolşevik hareketlerin liderleri o kadar farklı kimliklerle karşımıza çıkıyordu. Gerçek kimliklerini kestirmek güçtü, örneğin TKP Genel Sekreteri Hakkı Behiç Bey İttihatçı ve Hilafetçiydi. Yeşilordu Cemiyeti’nin yönetim kadrosundan Yunus Nâdi İttihatçıydı. Şeyh Servet, Eyüp Sabri. Hüsrev Sami gibi hemen hepsi İttihatçı olan mebusların idare heyetinde olduğu Yeşilordu Cemiyeti ile Resmi Komünist Fırkası bizzat Mustafa Kemal’in emriyle kurulmuştu. Peki Mustafa Kemal Bolşevizm konusunda ne kadar samimiydi? Bu soruya cevap olarak, amacının (sonraları bir valiye atfedilen) “Eğer komünist olmak gerekiyorsa onu da biz yaparız” düşüncesinin bir yansıması olduğunu söyleyebiliriz.

Bu tabloda 13 Eylül 1920’de Mustafa Kemal, Mustafa Suphi’ye bir mektup yazıp, şöyle der:

“Aynı hedefe yürüyen Türkiye İştirakiyun Teşkilâtı’yla tamamen işbirliği edebilmek için Büyük Millet Meclisi’ne tam yetkiye sahip bir temsilci göndermenizi rica eder ve bu vesile ile samimi hürmet ve selamlarımı sunarım.”

Aradan üç gün geçtikten sonra, bu sefer özel ibareli başka bir mektup Ali Fuat Paşa’ya yollanır. Bu mektupta Mustafa Kemal, Bolşevik faaliyetlerden ve TKP’nin varlığından duyduğu rahatsızlığı dile getirir. Mektubunda aynen şu cümleyi kullanır: “Gizli komünizm teşkilâtını her surette durdurmak ve uzaklaştırmak zorundayız.”

Uzaklaştırmak için önce Mustafa Suphi ve yoldaşlarını çağırmak gerekiyordu, çağırıyorlar da! Şerif Manatof Bakû’de Mustafa Suphi’yi uyarır. Mustafa Kemal’e güvenmemesi gerektiğini söyler.

Mustafa Suphi buna rağmen yola düşer. İlk durak Kars oluyor. Resmi bir törenle ve normal denilebilecek bir şekilde karşılanıyor Mustafa Suphi ve yoldaşları. Onlar Kars’tayken Mustafa Kemal’den bir telgraf geliyor. Mustafa Suphi’nin Ankara’ya gelmesini istemiyor Mustafa Kemal, vazgeçiyor. Sebep olarak bunun Ankara’da çeşitli tepkilere yol açabileceğini gösteriyor. Kazım Karabekir bunun üzerine Suphi ve yoldaşlarını Erzurum’a gönderiyor. Burada neler olacağını bilerek gönderiyorlar. Çok planlı hareket ediliyor. Buradaki saldırılar yüzünden Erzurum’dan hemen Trabzon’a gönderiliyorlar.

O tarihlerde TKP’nin merkez komitesi harici büro azası sıfatını taşıyan Ahmed Cevad (Emre), yoldaş Pavloviç’e yazdığı mektupta[14] grubun uğradığı saldırıları şöyle anlatmaktadır:

“Ta Erzurum’dan itibaren bizim yoldaşlarımız aleyhinde gösteriler başlamıştı. Halka diyorlar ki: ‘Rusya’dan gelmiş olan komünistler Bolşeviklerdir. Onlar mağazaları kapamak için geldiler. Kimsenin almak ve satmak yetkisi olmayacaktır. Sonra araştırma başlayacak; herkesin eşyasına ve parasına el konacaktır. Komünistler dinsizdir. Allaha inananları hapse atacaklardır. Din, ticaret ve özel mülkiyet Bolşevikler tarafından yasaklanmıştır.”

Devamında Ahmet Cevad şunları der:

“Göstericiler arasında burjuvazi tarafından para ile elde edilmiş ve polis teşkilâtı tarafından komünistler aleyhine yöneltilmiş cahil kişiler çoktu. Bunlar bizim yoldaşlara saldırarak taşlamışlar ve parça parça etmeye kalkışmışlardır. Yolda bizim yoldaşlara kimse ekmek ve atları için yem satmıyor. Hükümet ise Bolşevikleri koruyucu rol takındığını göstermek istiyordu. Komünistleri savunmak için hükümetin tedbir aldığı yalandı. Bizim belgelenmiş kaynaklardan aldığımız haberlere göre polisler halkı dükkânları kapamaya teşvik ettikleri gibi, savunmasız kalmış olan yoldaşlarımızı taşlamak için halkı tahrik etmişlerdir. Bu gibi saldırılarla yoldaşlarımız dört ya da beş şehir ve kasabada karşı karşıya kalmışlardır. Fakat bu yoldaşlar en vahşi hücuma Trabzon’da uğramışlardır. Bunlar Trabzon’a gelir gelmez halk bağırıp çağırmış ve tahrikler altında limana yöneltmiştir.”

İşin ilginç yanı, Mustafa Suphi ve yoldaşlarına Trabzon’da bir resmi karşılama töreni hazırlanmış olmasıdır. O günlerde Trabzon Lisesi öğrencisi olan eski bakanlardan Prof. Tahsin Bekir Balta, “Mustafa Suphi ile arkadaşlarının resmi merasimle karşılanmaları emredilmiş olacak ki, bizi yani lise öğrencilerini tabur hâlinde karşılamaya çıkardılar. Erzrurum’dan gelen yolun şehre girdiği Ayafilbo Caddesi’ne gidip yol kenarında yer aldık. Bizden başka daha başka karşılayıcılar da vardı. Hatta Rus konsolosunun da oraya gelip karşılamak üzere Mustafa Suphi ile arkadaşlarını beklediğini söylemişlerdi,” diyor.

Eski milletvekili ve eğitimcilerden Hıfzırrahman Raşit Öymen (o sırada Trabzon öğretmen okulu öğrencilerinden) ise şunları anlatıyor:

“İskele Kâhyası Yahya, Mustafa Suphilerin yolunu şehrin dışındaki Değirmendere’de kesti ve şehre sokmayarak çömlekçi mahallesinin alt yolundan doğruca iskeleye (Buhti’ye) getirdi. Burada Mustafa Suphi ve arkadaşlarına çok ağır hakaretlerde bulunuldu, küfürler edildi. Heyet, hazırlanmış olan bir motora bindirilerek yola çıkarıldı. Hemen arkalarından, Kâhya’nın silahlı adamlarını taşıyan bir motor daha kalktı. Hava kararmak üzereydi. Mustafa Suphi ve arkadaşlarına hakaret edenler arasında genel meclis üyesi Molla Bey ile o günlerin Trabzon kabadayılarından Faik de vardı. Faik ikinci motordaki çetecilerle beraber birinci motorun peşinden gitti.”

28 Ocak 1921 gecesi Mustafa Suphi ve arkadaşları, hava kararırken, üzerlerinde bulunan birkaç tabanca alınıp motora bindirildiler. İnebolu’ya götürüleceklerini sanıyor olmalıydılar. Motorun ters yönde ilerlediğini, İnebolu’ya doğru değil Rusya’ya doğru gittiğini farkettiler. O sırada, karanlıklar içinde ilerleyen ve Yahya Kâhya’nın adamlarını taşıyan ikinci motor yaklaştı. Katiller, öndeki motora atlayıp üzerlerine saldırdılar. Boğuşma oldu. Sonunda Mustafa Suphi ile yoldaşları, ölü ya da canlı olarak denize atıldı.[15]

Vurucu tim Faik Kaptan, Gavur İmam Rahmi, Hocanın Hasan, Servet Reis, Kâhya’nın kardeşi Hüsnü. Şevki Dayı ve Kamış Osman’dan müteşekkildi. Katillerin başı Yahya Kâhya olarak biliniyor. Mustafa Kemal bu siyasi cinayetin işlendiği gün Yahya Kâhya’ya “vatanperverane hissiyat ve temennilerinize teşekkür ederim” diye kısa bir telgraf yolluyor.

Bir şey daha: 22 Ocak 1921’de, yani TKP’lilerin katlinden bir hafta önce Mustafa Kemal’in BMM’de yaptığı konuşma ise, son derece manidardır: “İşte bu serseriler, Türkiye Komünist Fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova’daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır…”

 

15’LER KATLİAMI

 

Özetle inandıkları için her şeyi göze almış devrimci insanlar hunharca katledildi. Mustafa Suphi’nin yaşamı ve ölümü, çağının çalkantılı niteliğine uygun olurken; katil(ler) ile cinayetin arka planı belliydi!

Bilindiği gibi, Anadolu’nun düşman işgaline uğramasıyla 1919’da başlayan direniş sürecinde devrimci Rusya’ya büyük bir sempati besleyen geniş kesimler vardı. Gerçekten de Rus devriminin tüm dünyada yarattığı dalgalar elbette yanı başındaki Anadolu’nun savaştan bıkmış yoksul kitlelerini de etkilemişti. Esasen bir burjuva devrimi niteliği taşıyan Anadolu’daki bu süreç, başlangıçta halk tipi, aşağıdan bir devrim süreci olma eğilimindeyken, daha sonra Mustafa Kemal önderliğindeki burjuva klik, halkçı, plebyen unsurları zor yoluyla tasfiye etti.

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının burjuva klik tarafından katli de bu dönüşüm sürecinin en kritik dönemecini oluşturan 1921 başlarında gerçekleşti. 1921 Ocak’ında sadece Suphiler katledilmedi. Şubat ayında İngilizler ile yapılacak olan Londra Konferansı arifesine isabet eden günlerde çok kapsamlı bir operasyon yürütülerek, Kemalist burjuva liderliğin denetimindeki düzenli ordu, emperyalist işgalcilere karşı gerilla savaşı yürüten Yeşil Ordu birliklerinin üzerine gönderildi ve Yeşil Ordu yok edildi. Hemen birkaç gün içerisinde de Ankara’daki mecliste Halk Zümresi grubu dağıtıldı ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası yöneticileri tutuklandı.

Hatırlanacağı üzere Mustafa Kemal’i anlatan Lord Kinross’un yapıtında, Mustafa Suphi’nin bir Rus ajanı olduğundan ve kendisi ile yoldaşlarını da Mustafa Kemal’in öldürttüğünden bahsedilirken; Cemal Kutay ise, cinayet emrini verenin Mustafa Kemal olduğunu söyleyip, Yahya Kâhya’yı yere göğe sığdıramamaktadır.

Yine tarihçi Cemal Kutay’ın sözleriyle, “Onları Ankara’ya sokmamak, Yunan’ı denize dökmek kadar önemliydi,” kaygısıyla devreye sokulan devlet katliamına ilişkin olarak TKP Harici Bürosu, haberin alınması ardından, “Doğu Halkları Propaganda ve Faaliyet Kurulu Başkanlığı”na gönderdiği mektupta, isim belirtmeksizin 16 kişinin öldürüldüğünü yazmıştı. Aynı organ adına Ahmet Cevat’ın (Emre) 2 Nisan 1921 tarihli mektubunda ise, “Mustafa Suphi, dört Merkez Komite üyesi ve on iki diğer yoldaşlarımız,” denmektedir ki, burada verilen rakamlarla öldürülenlerin toplam sayısı 17’ye ulaşmaktadır.

Mete Tunçay’a göre motorda öldürülenlerin sayısı, Mustafa Suphi ile birlikte 14’dür. Tunçay’a göre katledilenlerin listesi şuydu: l 1) Samsun’un Hançerli Mahallesinden Mustafa Suphi; 2) Üsküdar’ın Ahmet Çelebi Mahallesinden Ethem Nejat (İzmir Maarif Müdir-i Sabıkı); 3) Erzincanlı Aşçıoğlu Bahaeddin (Muallim); 4) Uşak’ın Hacı Hüseyin Mahallesinden Kazım Hulusi; 5) Sürmene’nin Asu Karyesinden Kıralioğlu Maksut; 6) Cihangirli Hilmioğlu (İsmail) Hakkı (Doktor); 7) Van’ın Erciş Kazasından Ahmetoğlu Hayrettin (Nefer); 8) Bandırma’nın Manyas Nahiyesinden Mehmet Ali Bin Hakkı (Topçu Yüzbaşısı); 9) İstanbullu Emin Şafak (Mühendis); 10) Kadıköylü Tevfik Bin Ahmet (Tayyare Yüzbaşısı); 11) Manisalı Kazım Bin Ali (İhtiyat Zabiti); 12) Erzincan’ın Akdağ Karyesinden Hatipoğlu Mehmet; 13) İzmir’in Tilkilik Mahallesinden Hacı Mustafaoğlu Mehmet; 14) Kandıralı Cemil Nazmi Bin İbrahim (Elmalı Kaymakam-ı Sabıkı); 15) Meryem/ Maria (Mustafa Suphi’nin eşi.)

Burada bir parantez açmak gerek: TKP kayıtlarında adı “Meryem” olarak geçen Maria; Mustafa Suphi’nin Rus uyruklu eşi, yoldaşıdır.

Bakû’den Ankara’ya gitmek isteyen TKP’li grubun içerisinde o da var. Trabzon’da takaya o da bindiriliyor. Diğer herkes öldürülürken, Maria, sağ olarak geri getiriliyor.

Yahya Kaptan, Maria’yı kapatıyor. Bir süre sonra Maria’yı, Nemlizade Ragıp Bey’e veriyor.

Daha sonra o yüce vatansever çete reisi Yahya Kaptan, Maria’yı Rizeli kabadayılara “hediye” ediyor.

Maria orada öldürülüyor!

Mustafa Suphi ve arkadaşları bir kez ölürken Maria, yüzlerce kez ölüyor!

Mete Tuncay, Yahya Kâhya’nın Mustafa Suphi’nin karısını kendisine kapatma yaptığının ve heyetin elinden gasp ettiği kıymetli mücevherleri de hükümete vermeyip alıkoyduğunun halk arasında dilden dile dolaştığını söylerken; Hamit Erdem de ekliyor:

“Kadının hangi evde olduğunu haber almak üzere uğraştım. Fakat hiçbir taraftan malumat alamadım. Önce Kâhya’nın (Suphilerin katlinde birinci derecede görev alan Trabzon Müdafaa-i Milliye reisinin sağkolu Kayıkçılar Kâhyası Yahya) evinde olduğunu, sonra Nemlizade Ragıp Bey’in evinde olduğunu söylediler. Bazı üç dört defa olmak üzere evlerinin kapılarından geçiyordum. İhtimal rast getirir veya pencereden bakarken görüp nerede olduğunu haber alırım diye uğraştım. Fakat hiçbir taraftan haber almadım. Bilahare epey zaman geçtikten sonra kadının Kâhya tarafından Rizelilere hediye edildiğini ve orada bir zevk arasında öldürdüklerini haber aldım.”[16]

 

“SONUÇ YERİNE”

 

Karl Marx’ın, ‘Komün Üzerine’ başlıklı yazısındaki ifadesindeki üzere, “Kahramanların anısı, işçi sınıfının soylu yüreğinde yaşayacaktır. Cellatlarınıysa tarih, daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çiviledi ve din adamlarının tüm duaları, günahlarını bağışlatamayacaktır.”

Tam da bunun için kuşku yok: “yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz,/ alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz./ dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını!”

O hâlde bize düşen, (Paramaz (Madteos Sarkisyan) ile 20’leri de unutmadan![17]) 15’ler için yas tutmak yerine, Onların mücadele sancaklarını yükseltip, Onlardan öğrenerek, ders(ler) çıkartmaktır.

Kolay mı? Geçmiş bugünün önsözüdür; bu nedenledir ki kon geçmişi araştırmalı, öğrenmeli, yeni yanlışlara düşmemeliyiz.

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katliamından, çıkarılması gereken dersler neler midir?

Tarihin efsanelerin arkasında gizlenmeden tartışılarak, soğukkanlı biçimde irdelenmesi “olmazsa olmaz”ken; Mustafa Suphi ile yoldaşlarının katli, temeli olmayan strateji, taktik ve ittifakların trajediyle sonuçlanacağının örneğidir.

TKP’nin, Anadolu Hareketini yanlış tahlil edip, Kemalistlerin İttihatçı geçmişini unuttuğu bir “sır” değildir; trajik “son”, zaafların üstünün örtülmesine, yetersizlik ve zaafların tartışılmamasına yol açmamalıdır.

TKP’nin dayanak noktalarından olan Komintern II. Kongresi’nde belirlenen ve TKP Kuruluş Kongresi’nde yinelenen; “Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, burjuva karakterli hiçbir hareketin, burjuva demokratik içerikli köklü reformları gerçekleştirme gücü gösteremeyeceği” vurgusu ile; burjuva reformcu hareket ve ulusal devrimci hareket arasındaki farka dikkat çekilmesi; ikisinin ayrıştırılması ve ulusal devrimci harekete desteğin de “Ancak devrimci bir ruhla eğitilip örgütlenmeye engel olmadıkları ölçüde desteklenmelidir,” kaydına bağlanmasına karşın; -Kemal ile anlaşarak ve onun verdiği söze güvenerek!- Türkiye’ye gelen Mustafa Suphi ile TKP yöneticileri yanlış pratik-politik tutumun bedelini, hayatlarıyla ödediler.

Evet, Mustafa Suphi ile yoldaşlarının katledilmesi, komünistler için yalnız acı bir anı değildir. Aynı zamanda bizim için çok öğretici derslerle doludur. Söz konusu katliam, aynı dönemde ve ardından gelen süreçte Avrupa’nın ve dünyanın çeşitli yerlerinde tanık olduğumuz devrimlerin kanla boğulması ve komünistlerin katledilmesinden ayrı düşünülemez.

Bu katliamlardan çıkaracağımız ders, komünistlerin hangi koşullarda olursa olsun, kesinlikle burjuvaziye güvenmemesi gerektiğidir. Bu burjuvazinin hangi partisi olursa olsun sözde ilerici kanadına, hangi boş ve sahte ümitlerle yanaşılırsa yanaşılsın yaşanan nice olayla kanıtlanmış bir derstir.

Söz konusu katliamdan yıllar önce Karl Marx ile Friedrich Engels’in, ‘Komünist Manifesto’da belirttiği uyarı asla unutulmamalıdır: “Kapitalizm ayakları üzerine dikildiği andan itibaren gericileşmeye başlar.”[18]

Kapitalizm egemen hâle gelince, yani burjuvazi iktidarı ele aldığı andan başlayarak gericileşmiştir; onun ilericiliği geçmişte kalmıştır. İktidara geldikten sonra burjuvazinin ilericiliği kalmaz. Komünistlerin kolektif bilincinden çıkmaması gereken ders budur.

Kaldı ki Türk(iye) burjuvazisi, tarihin hiçbir döneminde ilerici, demokrat olmadı. Her zaman yayılmacı ve her zaman karşı devrimci oldu. Bu umutlarla yer aldığı I. Paylaşım Savaşı’ndan yenilerek çıktıktan sonra da, bu özelliği değişmedi. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli de bunun en sağlam örneklerinden biridir. Söz konusu katliam, komünistlerin burjuvaziye karşı tutumu için çok önemli bir ders içermektedir: Burjuvaziye ilerici, anti-emperyalist, demokrat, vb., özellikler atfetmek affedilmesi mümkün olmayan bir yanılgıdır.

Bunlara eklenmesi gereken bir şey daha var: Ankara Hükümeti olayı deniz kazası olarak göstererek sorumluluk almaktan kaçınırken; o yıllarda Anadolu’da süren mücadeleye silah ve para yardımı yapan Sovyetler Birliği’nin bu katliam karşısındaki tutumu, ayrıca değerlendirilmeye muhtaçtır.

Mustafa Suphi ve arkadaşlarından haber alamayan Trabzon’daki Sovyet Hükümeti Konsolosu Ali Oruç Bagirov, Mustafa Suphi’lere yapılan vahşice saldırıların nedenini ve şimdi nerede olduklarını resmi yazıyla Trabzon Vali Vekili İsmail Sabri Bey’e sorar. Aslında vali, Kazım Karabekir ve Hamit Bey’lerin düzenlediği komplonun içinde olmadığından ve biraz safça, ama belki ayrıntılardan habersiz, durumu kurtarmaya çalışan bir devlet adamı edasıyla, Mustafa Suphilerin halkın tepkisi karşısında Rusya’ya geri gönderildiğini ve sonrasından haberinin olmadığı yollu bir yanıt verir. SSCB, ikili ilişkilerin geleceği açısından bu hiç de doyurucu olmayan açıklamayı yeterli bulur ve Mustafa Suphi olayının üstünde nedense pek durmaz.

“Ne hapis, ne zindan, ne kan, ne ateş halkı durduramaz,” diyen Mustafa Suphi geleneği bu ve benzeri zaaflardan tarihimizde çokça çekmiştir!

 

23 Ocak 2017 14:15:33, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 28 Ocak 2017 tarihinde Kızılay AKA-DER’in düzenlediği “15’ler Anması”nda yapılan konuşma…

[2] Thomas Stearns Eliot.

[3] TKP’nin tüzük ve programı Ekim Devrimi’nin ve Komünist Enternasyonal’in devrimci ruhunun damgasını taşıyordu. TKP’nin ilk programındaki şu satırlar bu konuda bir fikir verebilir: “İçtimai (=toplumsal) inkılabın ibtidar ve intişarında (=yayılmasında), milletlerin geçirmekte oldukları iktisadi tekamüllerle (=evrimlerle) tarihi ve siyasi şartların büyük alaka ve hisseleri olmakla beraber, inkılap başladıktan sonra millet, memleket ve ülkeleri birbirinden layezal kararlarla ayırmak doğru değildir. Bugün proletarya devr-i hâkimiyetine ayak basmış olan Rusya’da komünizm icraat ve tatbikatının muvaffakiyeti iktisadiyatça müterakki (=gelişmiş) diğer garp (=Batı) memleketlerindeki içtimai (=toplumsal) inkılabın zuhuruna bağlı olduğu kadar, bütün garpta intişar edecek (=yayılacak) komünizm tatbikatının da, iktisadiyatça daha muhtelik (=karma) safhalar arz eden şarktaki inkılapçı hareket ile alakası pek mühim ve hayatidir.” “Fırka, halkçılığın en yüksek bir şekli olan amele ve rençber şuralar cumhuriyetinin tesisi yolunda yorulmaksızın çalışmak ve bunun için evvel emirde tebligat ve neşriyatı ile mağdur sınıfların hâkimiyetlerini temsil eden bu şekl-i hükümeti kendilerine sevdirmeği vazife bilir.”

[4] “Çok büyük bir ihtimalle bu işin ölümle sonuçlanacağını çok iyi biliyorum. Buna rağmen korkuya, yılgınlığa, karamsarlığa kapılmıyorum ve devrimci olduğum, mücadeleye katıldığım için onur duyuyorum. Böyle düşünmem, böyle davranmam, halka ve devrime olan inancımdan gelmektedir… Şunu bilmenizi ve kabul etmenizi isterim ki, sizin binlerce evladınız var. Bunlardan daha niceleri katledilecek, yaşamlarını yitirecek, ama yok olmayacaklar. Mücadele devam edecek ve mücadele alanlarında yaşayacaklar.” (Erdal Eren, 13 Aralık 1980.)

[5] Hamit Erdem, Mustafa Suphi: Bir Yaşam Bir Ölüm, Sel Yay., 2005.

[6] Georges S. Harris, Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, Çev: Enis Yedek, Boğaziçi Yayınevi., 1976, s.76.

[7] Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hatıraları Milli Mücadele ve Bolşevik Rusya, Derleyen: Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yay., 2002., s.51.

[8] Yusuf Hikmet Bayur, Türkiye Devleti’nin Dış Siyasası, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, 1973, s.642.

[9] TKP’nin Kuruluş Kongresi 10 Eylül 1920’de Bakû’de yapıldı. Mustafa Suphi’nin genel başkanlığa, Ethem Nejat’ın genel sekreterliğe seçildiği kongrede partinin amacı, “Amele ve Rençber Şuralar Cumhuriyeti’ni kurmak” olarak belirleyip şunları diyordu:

“Memleketimizde her türlü derece ve sınıf ahit ve yalanlarının yerinden oynadığı böyle bir devirde, böyle bir devr-i buhranda, işçi halkın mukadderatını kendi eline alarak iş görmesi bir zaruret hâline giriyor. Bu işte doğru yolu göstermek vazifesi Komünist Fırkası’nın uhdesine düşmektedir.

Komünist Fırkası için memlekete musallat olan harici düşmanları kovmak nasıl bir vazife ise, dahilde halkın sırtından geçinen yağmacı tufeyli sınıflarını da hazır yiyicilik hâlinden çıkarıp yumruk altında işletmek de, o derece esaslı bir vazifedir. Bu iki cihetin temini iledir ki, Komünist Fırkası mazlum amele ve rençber halka karşı hizmetini ifa etmiş ve ortadan sınıflar farkı kalkarak heyet-i içtimaiye, adalet-i hakikiyeye nail olmuş olacaktır. Onun için son söz olarak diyelim ki: Yaşasın Türkiye Komünist Fırkası!” (“Mustafa Suphi: ‘Halkın Mukadderatını Kendi Eline Alması İçin’…”, İleri Haber, 10 Eylül 2016… http://ilerihaber.org/icerik/mustafa-suphi-halkin-mukadderatini-kendi-eline-almasi-icin-59753.html)

[10] Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru/ Milli Mücadele Tarihi-IV (1921-1922), İş Bankası Yay., 2010, s. 45-46.

[11] Ebubekir Hazım Tepeyran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, Çağdaş Yay., 1982, s.124-126.

[12] Mete Tuncay, Türkiye’de Sol Akımlar 1908-1925, Cilt:1, İletişim Yay., 2009, s.240.

[13] Mustafa Kemal TKP’ye karşı olarak, Ankara’da kurdurduğu kendi TKF’nın Kurucular arasında Yunus Nadi, Celal Bayar, Refik Koraltan gibi Mustafa Kemal’e bağlı eski İttihatçılar vardır. Celal Bayar, 1914-1918 döneminde Ege Bölgesi Teşkilat- Mahsusa Katib-i Umumisi idi. Ege Bölgesindeki 400 bin kadar Rum vatandaşını korkutulmasından, katlinden, zorla kovulmasından sorumluydu. Daha sonraki yıllarda azılı bir komünist düşmanı oldu.

[14] Tarih Dünyası, No:2, Ocak 1965.

[15] Alpay Kabacalı , Bilinmeyen Yönleriyle Cumhuriyet Tarihi, Denizbank Yay., 2008.

[16] Hamit Erdem, Mustafa Suphi: Bir Yaşam Bir Ölüm, Sel Yay., 2005, s.229.

[17] Türkiye Komünist Hareketinin birliğinin gerçekleştiği 1920 Bakû Kongresine kadar, sosyalist hareketin farklı kanallardan akarak geliştiğini biliyoruz. Türkiye sosyalizminin yalnızca ilk dönemini değil tüm tarihsel dönemini anlamak bakımından da, özellikle gayrimüslim unsurların egemenliğinde gelişen ilk dönem sosyalizmi hakkında bilgi sahibi olmak önemlidir.

Sosyalist hareketin Osmanlı topraklarındaki macerasının ilk dönemine baktığımızda, bu akımın daha çok gayrimüslim azınlıklar içinde etkili olduğunu görürüz. Bunun böyle olması, bir açıdan şaşılacak bir durum da değildir. Zira azınlıkların yoğun olarak yaşadığı bölgeler, Osmanlı topraklarının kapitalizmin nispeten en fazla geliştiği yerleri olduğu için, sosyalist akım açısından da daha verimli topraklardı. Azınlık nüfus içinde sosyalizme temel oluşturabilecek asgari bir işçileşme yaşandığı gibi, bu aynı süreçte, sosyalizmin taşıyıcılığını yapabilecek küçümsenemez bir modern aydın birikimi de oluşmuştu. Osmanlı sınırları içinde sosyalizmin öncelikle ve daha yoğun olarak bu kesimler içinde güç ve etkinlik bulmasını açıklayan bir başka faktör de, bu kesimlerin Avrupa ile daha yoğun bir ilişki içinde olmalarından dolayı yaşlı kıtadaki fikir akımlarının azınlıklar arasında çok daha hızlı yankı bulmasıdır.

Osmanlı sınırları içerisinde faaliyete geçen ilk sosyalist örgütlenmeler arasında yer alan Makedonya-Edirne Devrim Komitesi, Hınçak, Taşnaksutyun, Selanik Sosyalist İşçiler Birliği, Sosyal Bilimler Öğrenci Derneği gibi örgütlenmeler ya tümüyle ya da önemli ölçüde azınlıklardan oluşuyordu.

1914 yılının Haziran ayında Sosyal Demokrat Hınçak Partisi (SDHP) üyesi 20 kişi, İttihat ve Terakki yöneticilerinden Talat Paşa’ya suikast yapılacağı ihbarı ve siyasi şubede çalışan bir muhbire suikast teşebbüsünde bulundukları suçlamasıyla gözaltına alındı.

Papaz Kalust Bogosyan’ın anılarından: Ölüm emrinin okunmasından sonra Paramaz arkadaşlarına dönerek, “Yoldaşlar, yiğitçe, başımız dik gideceğiz ölüme” diye onlarla son sözlerini paylaşmaya teşebbüs ederken, ona engel olmaya çalışanlara aldırmaksızın “bize yakışan şekilde…” diye devam ettiği anda Doktor Benne cellatların yüzüne: “Biz, 20’leri asıyorsunuz, ama arkamızdan yirmi binler gelecek !” diye haykırıyordu.

İlk, Paramaz’ı darağacına çıkardılar. İdam sehpasında “Siz, sadece bizim vücudumuzu yok edebilirsiniz, fakat inandığımız fikirleri asla… Yarın Ermenilik, ülkenin Doğu’sunda özgür ve sosyalist Ermenistan’ı selamlayacaktır !” diye var gücüyle haykırdı.

Paramaz, ilmiğin boğazını sıktığı hâlde son bir gayret ve nefesle, boğuk ve ancak duyulabilen bir sesle: “Yaşasın Sosyalizm, Yaşasın Ermenistan!” sözlerini haykırarak can verdi. (Erol Yeşilyurt, “15 Haziran 1915 Paramaz ve Yoldaşlarının Asılması”, Mesele Dergisi, Mayıs 2014.)

[18] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1976.

 

Parlamentonun Türk usulü intiharı

1 Kasım seçimleri ile parlamento oluştu ama, artık, bu parlamentonun işlevsizleşmesi daha kolay idi. Daha önce hiçbir direniş göstermemiş bir parlamentonun işlevsizleşmesi daha kolay olurdu. Öyle oldu. 15 Temmuz darbe girişimi ile parlamento bombalandı. Normalde, böylesi bir bombalama, parlamentonun prestijini yükseltmeye yaramalı idi. Öyle olmadı. Hitler’in Reichstag yangını gibi parlamentonun bombalanması, Saray’ın işlerini daha da kolaylaştırdı.
Ne de olsa, “allahın lütfu” idi.
Bu süreç boyunca, 7 Haziran 2015’ten bu yana, her gün parlamenter sistemin daha da budanması sürecini yaşadık. Aslında Erdoğan için, Saray için neresi engel, belli değil. Zaten her istediğini yapıyordu. Ama galiba bir kadın AK Parti milletvekili, duruma açıklık getirdi. Parlamentodan anayasa değişikliği maddeleri geçince, AK Partili milletvekili, 100 yıllık boyunduruğumuz sona eriyor, dedi. Küçümsenir bir söz değildir ve Erdoğan’ın tüm yetkiyi elinde toplaması (zaten fiili olarak elinde idi), 100 yıllık boyunduruktan kurtulma olarak adlandırılmaktadır.
En azından ‘allahın lütfu’ kadar ciddi bir söze benzemektedir.
Parlamento, bu anayasa değişikliği oylaması ile, Türk usulü bir intihar sahnelemiştir. Parlamento, zaten işlevsiz olan kendi yasal konumuna, kendi elleri ile tamamen son vermiştir. Bundan böyle kanunlar, eğer değişiklik halk oylamasından geçerse, Erdoğan tarafından yapılacaktır. Kanun koyucu artık Erdoğan’dır.
Nasıl kanunlar mı geçecek?
Her açıdan bellidir. SADAT AŞ’nin kuruluş tüzüğüne bakın. Bu artık bir mahkemeden geri dönmeyecek.
Mesela HES’lere bakın, artık hiçbir hakim HES’lerle ilgili durdurma kararı vermeyecek. Verirse, hemen o akşam Cumhurbaşkanı bir yeni kanun yapacak ve sorun çözülecek.
Mesela yerli tohum üretimi için karar mı gerekiyor? Cumhurbaşkanı verecek ve bu gerçekleşecek.
Erdoğan’ın neleri istediği artık sır değildir. Ve ne istiyorsa, bunlar kanun hükmünde olacak. Bunun önünde bir engel olmayacak.
***
Parlamento kendi yetkilerini, kendi elleri ile yok etmeye karar vermiştir.
Peki nasıl?
Yasal olarak oylamalar gizli olmak zorundadır. Bu yasa. Bir yasayı, işçiler çiğnese, kıyamet kopmaktadır. Ama devletin hiçbir kurumu, hiçbir kişi artık yasalara uyma zorunluluğunda hissetmemektedir.
Bir çocuk baklava çalarsa 36 yıl, ekmek çalarsa 36 yıl ceza yiyecektir. Ama bir bakan, bir büyük baş, devleti soyarsa, ödül olarak, biraz daha fazlasını da almaktadır.
Parlamento, kendi kurallarını çiğneyerek bir oylama yapmıştır.
Büyük rezilliktir bu.
Bir milletvekili, kendisinin oyunun “evet” olduğunu kameralara göstererek, kendisinin FETÖ’cü olmadığını ispat etmek zorundadır. Bu utanılası bir boyun kemendidir. Parlamento burjuvazinin ahırıdır. Ama, bugüne kadar bu kementlerin bu kadar açık vurulduğu gösterilmemişti. Milletvekilleri, korkularından, biat ettiklerini göstermek için, oylarını açık, göstererek kullanmışlardır.
Biz, sürekli olarak, aslında parlamentodaki vekillerin halkın vekili olmadıklarını, HDP vekilleri hariç diğerlerinin halkla bir ilişkilerinin bile olmadığını, büyük çoğunlukla milletvekili adaylarının parti başkanlarınca belirlendiğini, bu nedenle de gerçek vekil olmamak bir yana, iradelerinin de olmadığını söylüyorduk. İşte parlamento, bu oylamalar sürecinde, kendisinin bir iradesi olmadığını, yasal konumunun da bir anlamı olmadığını ortaya koymuştur. Kendi iradesi olmayan vekillerin, vekillikten ve TBMM üyeliğinden gelen hak ve yetkilerini kullanmaları da mümkün değildir.
TBMM, Erdoğan’ın çobanlık sistemine uygun tutumlara sahne olmuştur. Çoban, kendisine bağlı hizmetlilerle hareket etmiştir. Hizmetlilerin iradesi diye bir şey yoktur, olmadığı da ortaya konulmuştur.
Böylece, bir anlamda, tiyatro sona ermiştir. Bundan böyle, parlamento işe yarıyormuş gibi davranmak, herhâlde olanaklı olmayacaktır. Sahnenin arkası öne çıkmaktadır.
***
Akla takılan bir bilgi eksiği var. Normalde anayasa değişiklikleri, bir komisyon tarafından yazılır. Hatta bu komisyon, metni yazarken, çeşitli biçimlerde tartışmalarla kamuoyu önüne çıkar. Çıkar ya da çıkmaz, ama bir komisyonca yazılır. İşi anayasa hukuku olan profesörler vb. bu konularda olumlu, olumsuz sözler söyler, tartışmalar açarlar. Bu sefer böyle olmadı.
Üstelik ortaya, hukukî açıdan son derece problemli bir metin çıktı. Mesela, bir devletin, kanun yapma yetkisini Cumhurbaşkanı’na devretmesi durumunda, parlamentoya neden ihtiyacı var? Kanun yapma yetkisi, Cumhurbaşkanı’na, Çoban’a devredilirse, bu durumda Çoban’ın yaptığı kanunların incelenmesi için hukuk diye bir şeye gerek var mı?
Özetle, hukuk fakülteleri derhal kapatılmalıdır. Zira, artık, hukuk fakültelerine, usul ve esaslara, yasaların tarihsel seyrine vb. gerek ve ihtiyaç yoktur. Zaten, allahın sözünün üstünde söz olmaz ve Erdoğan, onun en sevgili kuludur. Hukuk fakülteleri, olur da kapatılmazsa, bu, fitne çıkmasına neden olacaktır.
Parlamentoya neden ihtiyaç var dedik ve hukuk fakültelerine kadar uzandık. Yani, ciddi bir anayasa değişikliği gündemdedir. Bu durumda, bu değişiklik metnini yazarak, tarihe geçecek kişi ya da kişiler kimlerdir?
Bunu neden bilmiyoruz?
Tarihî bir anayasa değişikliğine imza atılacak iken, bunu yazmaktan gurur duyanlar, ne kadar da utangaçtır ki, ortaya çıkmamaktadırlar.
Oysa bunu bilmeye hakkımız vardır. Tıpkı, meclisi bombalayan uçağın nereden kalktığını, içinde “düşman görme” standardı olan F-16’ların nasıl kendi topraklarına bomba atabildiklerini öğrenmeye hakkımız olduğu gibi.
***
Anayasa metni, en büyük değişiklik olarak, kanun yapma yetkisini Cumhurbaşkanı’na vermektedir. Buna sürekli OHAL diyebiliriz. Bu durumda parlamento, 600 kişi ile, mesela medenî kanun gibi kanunlarla mı meşgul olacak? Yani, TBMM’ye niye ihtiyaç var ve bu görev ayrımı nasıl yapılacak?
Diyelim ki, Saray, bir KHK çıkardı, bu da anayasaya aykırı olsun, bu duruma kim karar verecek, KHK’ların anayasaya, yasalara aykırılığı nasıl kontrol edilecek?
Peki, diyelim ki, edilmeyecek, bu zahmetlere ne gerek var? Daha kısa ve daha öz bir anayasa yapılabilir: Reisin dediği olur. Her dediği kanundur. Dedikleri arasında bir çelişki varsa, yeniden reisin dediği olur.
Referanduma gideceği anlaşılan bu anayasa değişikliği, kabul edilsin veya reddedilsin, son anayasa değişikliği olmayacaktır. Kabul edilirse, Erdoğan, pek çok yeni anayasa değişikliği yapacaktır. Her gün anayasanın değişeceği kesin.
***
Fiilî durumu yasallaştırma, artık hukukta yeni bir durumdur. Demek, önce fiilî durum yaratmak gerekir. Bu, doğrudan, işçi sınıfına bir mesajdır da. Demek işçiler, fabrikalara yaygın tarzda el koyarlarsa, bu duruma uygun, bir kanun gelir.
Demek, bundan böyle, işçi sınıfının örgütlülüğü, daha da büyük öneme sahip olacaktır. Çünkü artık, her şey, “fiilî duruma” bağlı olarak şekillenecektir.

Ekonomik kriz mi?

Bir hayli derecede “linç edilmek”ten korktuklarını, “troller”den korktuklarını, kısacası, Erdoğan’ın hışmından korktuklarını da biliyoruz. Bu nedenle, ekonomik durum, kriz vb. üzerine tek satır bir ciddi yazı bulmanız mümkün olmuyor desek yeridir.
Mevcut koşullar nedeni ile TÜSİAD’a önerimiz, ekonomik durumu, krizi vb. anlatan bir “illegal” yayın çıkarmalarıdır. Öyle ya “telefon dinleniyor mu”, “söylediklerim Reis’in kulağına gider mi”, “acaba MİT beni mi izliyor”, “bir anda FETÖ’cü damgası yersem ne yaparım” diye düşünmeye gerek yok. Adam gibi, bir illegal yayın çıkarın olsun bitsin. Burada da bir sorun var elbette, mesela bu illegal yayında kim yazacak, örnek olsun Rahmi Koç, bizzat kendisi mi yazacak? Eczacıbaşı ailesi, buraya aileden birini mi verecek? Ya Sabancılar, onlar ne yapacak? Amerika’da hükümet politikalarını desteklemek için sergiler açan Koç-Sabancı aileleri, acaba bu illegal yayını nasıl desteklemeli? Aydın Doğan için, bu fikir (merak etmeyin telif hakkı istemiyoruz, bila ücret bu önerileri geliştirdik), çok da yerinde olur. Hürriyet’i kapatır, böylece, kendi “onuru” ile kapatmış gibi olur. Böylece Ertuğrul Özkök için yeni bir sayfa açılmış olur ve Özkök, illegal derginin “Dönme Derviş” ismi ile yayın yönetmeni olur. Toplam kaç aileler, 400-500 mü? Her biri artık işin bir ucundan tutar. Ne var, siz ülkenin tekelleri, sizin de haklarınız yok mu, buyurun, sansürsüz yazın. Ama illegal derginizi sakın yakalatmayın, zira OHAL olsun olmasın, yayın yönetmeninin, yazarlarının işkenceden geçme durumu vardır.
Elbette, bir-iki ekonomik yorum yazan var. İsim vermeye gerek yok, zira çoğu, Jöleli’nin taklidini yapmayı sever. Çıkar konuşurlar ve mevcut durumun en iyi durum olduğunun, bu çiftliğin kralının Erdoğan olduğunun altını çizerler. Reisin lafının üzerine laf olur mu? Bu yazarların, yazıp ya da konuşup bitirdikten sonra, evlerine dönünce, çocuklarına, “allah canımı alsa da ekonomi okumamış olsaydım” dedikleri söyleniyor. Çocuklarının da bunlara, “babacığım, anacığım, sorun ekonomi okumanda değil, sorun aklında ve yüreğinde” diye yanıt verdikleri söylenenler arasında.
Mesela dolar mı yükseliyor; “efendim tüm dünyada yükseliyor.” Peki ya euro yükselişi; “efendim bize operasyon çekiyorlar.” Bu iki cümleyi ardarda söyleyen bir kişinin zekâ düzeyini tespite ihtiyaç olduğu açıktır. Ama durum da böyledir.
Ekonomistler, onların yazdığı gazeteler, sistematik olarak yalanlar yazmaktadır. Ülkede istatistik yolu ile yalan söylemek için milli gelir hesaplama yöntemleri değiştirilmekte, ama bu, haber bile olmamaktadır.
İşte bu nedenle, biraz olsun, ekonomik durum üzerine tartışmak faydalı olacak kanısındayız.
Neden çok yol ve neden inşaat?
Önce bu sorudan başlayalım. Zira diyorlar ki, bu kadar yol yaptık, bu kadar otoyol yaptık, köprü yaptık, denizin altından tünel yaptık. Bundan başka sayacakları bir şey olsa idi, bunu mutlaka bir solo, 100 koro şeklinde söylerlerdi. Başka bir şey yoktur.
İnşaat, ihaleler yolu ile devlete bağlıdır. Devlet olanakları, aynı zamanda müteahhitlerin büyük oranda Bilal Erdoğan’a bağlanmalarına olanak vermektedir. Arsalar, büyük oranda hazinenindir ve TOKİ, projelere ortaktır. Belediyeyi de devlet çarkı içinde değerlendirmek gerekir. Zaten, belediyelerden sorun çıkacağı, işin bitirilemeyeceği düşüncesi var ise, iş hemen Çevre Bakanlığı’na devredilmektedir. Eski Çevre Bakanı, o meşhur saatinin sorun olduğu günlerde, açıkça, Erdoğan ne dedi ise ben onu yaptım, demişti. Ki muhtemelen doğrudur. TOKİ, yüzde diyelim ki elli ile ihaleyi, diyelim ki Ağaoğlu’na vermiş olsun, Ağaoğlu, gerçekte bu projede yüzdecidir. Sonunda yüzde on alır, kâr Bilal üzerinden kurulu çarka gider, yani Reis’in kasasına gider. TOKİ üzerinden elde ettikleri de cabasıdır.
Böylece, inşaat-ihale süreci, büyük ölçekli rant alanları demektir ve bu nedenle, bu alana bilinçli yönelmişlerdir. Bu yolla, kısa sürede zenginler yaratmak, büyük rant vurgunları vurmak mümkündür. Bu yüksek rant, aynı zamanda yeni zengin bir kesim yaratmak da demektir. Reis, Erdoğan, bu sonradan görme Mehmet Cengiz tarzı zenginlerle, Ağaoğlu tarzı zenginlerle rahatlıkla anlaşabilmektedir. Zira konu açıktır, biat edeceksin, yüzdeni alacaksın, işi de yapmış olacaksın.
Bu tarz inşaatın bir sonu var elbette. Konutların banka kredileri ile satılması gerekiyor. Erdoğan bizzat bankalara baskı yaparak, kredi faizlerini düşürttürüyor. Böylece çarktaki teklemeler aşılmak isteniyor. Ama yine de bir sonu var. Son üç yıldır, ne kadar tersini söyleseler de, konut satışları, konut üretiminin altındadır ve fiyatların düşmemesi büyük ölçüde Erdoğan ve ailesinin baskılarına bağlıdır. 2016 yılının mesela Ekim ayında, dairesine 1,5 milyon TL isteyen bir müteahhite, banka olmadan 800 bin öneren kişiler evlerini bu fiyattan alabilmekteydi. Bugün bu daha da fazla geçerlidir.
Öte yandan, kredilerde meydana gelecek bir ödeme sıkıntısı, bir çarpan şeklinde yayılırsa, bankalar, ellerinde ipotekli konutlar ile kalacaklardır. Bugün, Aralık 2016’da, bazı bankaların, parası olduğunu düşündükleri müşterilerine, sanki bir yakınlarının konutunu zorunlu satma durumu varmış gibi bir hava yaratıp, konut satmaya çalıştıkları biliniyor. Yakında, bankalar, ellerinde bir sürü konut ile kalakalacaklardır. Bu konutların satılması asla eski fiyatlardan olmayacaktır. Bizim tahminimiz, 3’te birine düşeceğidir. Yani 900 bin liraya satılan bir konutun, 300 bin TL’ye düşeceğinden söz ediyoruz. Özellikle konut fiyatlarının aşırı değerlenmiş olduğu semtlerde bu düşüş daha büyük olacaktır. Konut sektörünün bu şişme balon gibi “büyümesi”, gerçekliğe dayanmamaktadır. Bu, sadece bir rant paylaşımına aracılık eden bir yoldur.
İnşaat sektörünün, yeni zenginler yaratmaya, Mehmet Cengiz’ler oluşturmaya en yatkın yönü, otoyollar, köprüler, havalimanı projeleridir. Mehmet Cengiz’ler ya da onun gibi müteahhit kesiminin ayırt edici özelliği, devlet ihaleleri ile beslenmeleri ve Erdoğan’a kişisel biatlarıdır. Bu olmadan, bu devlet ihalelerinin Saray tarafından kontrolü de gerçekleştirilmiş olmaz. Saray, ihale kanunları ile, her düzeyde ve her şekilde oynayarak, tüm sistemi kendine bağlamıştır. Bilal’in başında olduğu vakıf, bu yolla gelen “bağışlar” üzerinden devasa bir şirkete dönüşmüştür.
Otoyollar ve köprüler ya da “dev” projeler, her açıdan bir kaymak gibidir. Sadece yolun ya da projenin yapımından para kazanılmamaktadır, aynı zamanda projenin finansmanından da büyük paralar kazanılmaktadır, aynı zamanda yap-işlet-devret yolu ile de büyük paralar kazanılmaktadır.
Bu projelerin, örneğin Üçüncü Köprü, Avrasya Tüneli, Üçüncü Havaalanı projeleri, bunun gibi belki daha başkaları da, hazine garantisi ile kredilendirilmektedir. Örneğin, Avrasya Tüneli, gerçek anlamda açılmasından 45 gün önce açılmıştır. Bir yandan içeride çalışmalar hâlâ sürmekte iken, bir yandan da tünel açılmıştır. Bu açılış, yapımcı firmaya ne avantaj sağlamaktadır? Birincisi, firma, devlet garantisi ile almış olduğu krediyi ödemeye başlamak durumundadır. Bu kredi ödemesi, tünelden gelecek gelire endekslidir. Kredinin ödenmesi için, tünelden geçecek minimum günlük araç sayısı (mesela 68 bin araç) belirlenmiş ve bu araç sayısının altında araç geçerse, devlet, hedeflenen araç geçmiş gibi firmaya ödeme yapmaktadır. Yani, ister kar yağsın trafik bomboş olsun, ister bir afet nedeni ile giden gelen olmasın, her gün bu ücret, hazineden aktarılmaktadır. Kredi alırken, bir firmaya devlet garantisi sağlanmasının avantajlarını tartışmaya bile gerek yoktur. Demek ki, her açıdan bal ile yağ denilecek bir rant kapısıdır bu projeler. Aynı şey, Gebze-Yalova arasındaki köprü için, aynı şey Üçüncü Köprü için, aynı şey Üçüncü Havaalanı için geçerlidir.
Bu projelerin içinde olan firmalar, Erdoğan ailesine biat etmekte, bu yolla, kendi gelecekleri garanti altına alınmaktadır.
Kuşku yok ki, böylesi büyük rant organizasyonları, kendi gelecekleri için, çeteler, silâhlı gruplar da örgütlerler. Başka türlü, yarınlarından emin olamazlar. Bu firmaların tümü, bir yandan tatlı rantın tadını çıkarmakta, diğer yandan ise, pastanın büyüğünü reise vermeleri nedeni ile kin beslemektedirler. Kasetlere yansıyan küfürlerin, daha yansımayan bölümleri de olduğu sır olmasa gerek.
İnşaat alanından gelen bu ikinci grup rant, yani otoyollar, köprüler vb.den gelen rant, hazinenin de yağmalanması demektir. Bu durumun devam edebilmesi, herhangi bir iktidar değişikliği olmamasını da gerektirmektedir. Bu nedenle bu firmalar, ellerindeki çetelerle birlikte Erdoğan’ın arkasındadır, bir yandan kendisine küfürler savurmaktalar, diğer yandan ise varlığını devam ettirmesinden yana hareket etmektedirler. Bugün, devlet ile bu inşaat firmalarının birçok noktada iç içe geçtiğini söylemek abartılı olmaz. Bu inşaat firmaları ve diğerleri, devleti tamamen hortumlamakta oldukları için, ekonomi yönetiminde özel bir yere de sahiptirler.
Bu süreç, tek başına devletin kasasını boşaltmaya yeterlidir. Ama dahası var elbette.
Neden savaşı, bu denli seviyor Saray ve TC devleti?
Savaş, hem içeride, hem de dışarıda büyük maliyetler demektir. IŞİD’den elde edilen ve son bir senedir artık edilemeyen petrol geliri, bu savaş harcamalarına kullanılmış değildir. Savaş nedeni ile, bir büyük rant kapısı açılmış, bu kapıyı da doğrudan Albayrak ve Erdoğan aileleri yönetmiştir. Anlaşılan o ki, Koç ve Doğan aileleri de buradan bir pay almışlar. Tüm tekeller, savaş nedeni ile oluşan ranta göbekleme dalmak istemişlerdir. Ama Erdoğan’ın eskisi gibi 500 aileyi düşünmekten öncelikli işleri vardır. Bir kere kendisi bizzat bunların arasına girmek istemektedir.
Suriye savaşı nedeni ile doğan rant, ilkin, IŞİD petrollerinin satışı demektir. Bunun son bir yıldır artık işe yaramadığı, Rusya’nın savaşa dahil olması sonrasında bu petrol sevkiyatı ve satışının eskisi gibi sürmediği biliniyor. Tüm rant bu demek değildir. İkincisi silâhtır. Türkiye bu silâh satışında ünlü MİT tırları davalarında da görüldüğü gibi büyük rol almıştır. Söylenenler, giden tır sayısının 30 binin üzerinde olduğu yönündedir. Elbette insan kaçakçılığı, ilaç ve eroin ticareti vb. gibi daha birçok rant alanı vardır. Mesela en son, Albayrak ailesine İHA siparişi verilmiş ve adet başına 36 milyon TL ödeme yapıldığı anlaşılmıştır. Bu İHA’ların maliyetlerinin ne kadar olduğu, mesela bunu neden Aselsan’ın yapmadığı, hatta bu ihalenin nasıl Erdoğan’ın damadına verilmiş olduğu acaba açık mıdır?
Bu rant geliri, elbette firmalara, kişilere, tekellere sağlanmaktadır. Ama işin maliyetine gelince, maliyeti, devlet hazinesinden, bütçesinden ödenmektedir.
Acaba, yıllar itibarı ile, özelleştirmeden elde edilen gelirlerin miktarı bir sır mıdır? Elbette ki değildir. 62,5 milyar dolar olduğu yazılıp çizilmektedir. Peki, acaba, 2011’den bu yana ya da Suriye savaşını baz alalım, kesin tarih olsun, bu savaştan bu yana, örtülü ödenekten yapılan harcamaların tutarı nedir? Bu 62,5 milyar doları çoktan geçmiş midir? Örtülü ödenek harcamaları, acaba SADAT AŞ gibi organizasyonlara mı gitmektedir? Örtülü ödenek, Kürt halkı başta olmak üzere halklara karşı yürütülen savaşın finansmanında da devrededir. Saray ve devlet, yeni bir kontr-gerilla, yeni bir gladio organizasyonu için devrededir.
Demek ki, sadece doğanın, sadece çevrenin yağmalanmasından değil, aynı zamanda hazinenin yağmalanmasından da söz ediyoruz demektir.
Hazinenin yağmalanmasında uygulanan bir başka metot da, seçim vb. çalışmaların, Erdoğan lehine olacak şekilde finansmanıdır. Bu, birçok kere kömür dağıtımı, maaş bağlanması vb. ile gündeme gelmiştir. Bir tür rüşvet uygulaması ile, kendilerine bir geniş çevre kazanma peşindedirler. Ama bu gruba giren harcamalar, Saray’ın elektrik masrafları ile bile kıyaslanamazdır.
Bu her iki alanda da yolun sonuna geldiklerini, hepsi birlikte görmektedirler. Hem projeler açısından, hem de konut açısından inşaat sektörü geleceği yere gelmiş, artık sıkıntı su üstüne vurmaya başlamıştır. Devlet kasasından bu şirketlere öncelik verildiği noktada, başkalarının ödemeleri yapılamamaktadır.
Peki ülke ekonomisi denilince sadece bunlar mı ele alınacak? Elbette hayır? Mesela tarıma bakalım.
Pamuk üretimi, tütün üretimi ne durumdadır? Acaba bu alanlarda devletin desteği var mıdır? Elbette yoktur ve tam tersine bu alanlar bitirilmektedir.
Son dönemde çıkan KHK’lardan biri ile, pancar üretiminin yasaklanması, sınırlandırılması söz konusudur Pancar üretiminin, ABD’den ithal edilen şeker şurubu veya benzer adlarla çağrılan ürünün satışının artırılması için yasaklandığı açıktır. Üstelik bu şeker şurubu denilen şey, kanserojen ve sağlığa zararlı olarak ün yapmıştır. Avrupa ülkelerinin çikolata üretimlerinde bile bu ürünün %1’in üzerinde kullanılması yasaktır. Ülkemizde, çikolata fabrikalarında %16 oranında kullanıldığı söylenmektedir. Demek oluyor ki, pamuk, tütün, pancar artık yok. Bu ürünleri öncelikle niye sayıyoruz? Çünkü bunlar, tarımsal bir sanayi de gerektirir. Ve tarımsal sanayi, planlı olarak, 20 yıldır bitirilmektedir. Bu süreç AK Parti döneminde çok daha hızlanmıştır. Şeker fabrikalarının, Tekel’e bağlı fabrikaların başına gelenler bilinmektedir. Aynı şey kâğıt fabrikalarında da geçerlidir.
Hayvancılık için konuşacak olsak, durum acaba nedir? Diyelim ki, 30 yıl önce hayvancılık açısından kendine yeterli bir ülke iken Türkiye, şimdi etin dünyada en pahalıya tüketildiği, tüketilemediği bir ülkedir.
Bugün, belli bir anlamlılıkta devam eden otomotiv sanayiidir, ki buradaki fabrikaların çoğu, yabancı ortaklıdır. Otomotiv sanayiinin ihracatı diye gösterilen rakamlar, gerçekte bu firmaların, Avrupa veya ABD’deki merkezlerine yapılan satışlardır.
Tekstil sanayiinin, her geçen yıl küçüldüğü biliniyor.
Tüm bunlar yıllar içinde yok edilirken, ülkede en çok öne çıkan turizm sektörü olmuştur. Turizm, aslında aynı zamanda üretimden kopmanın da yollarından biridir. İnşaat ve turizm sektörü, üretim alanın terkedilmesinin de işaretidir. Turizm alanında 2016 yılının çok da iyi geçmediği bilinmektedir. Saray, kendi çıkarlarının peşinde o kadar fokuslanmış ki, Suriye savaşının Türkiye turizmini etkileyeceğini görememiştir ve ne yazık devletin hiçbir kurumunda da böylesi bir öngörü yoktur. 2016 yılı, 2017 yılının yanında, parlak bir yıl olarak kalacağa benzemektedir. Zira, dünya çapında rezervasyonların daha çok kış aylarında, mesela Ocak ayında, mesela Aralık ayında yapıldığı bilinmektedir. Antalya, turizmin simge şehri olduğu için Antalya diyoruz, önümüzdeki süreçte en büyük iflasların yaşanacağı il olacaktır.
Ülkenin en canlı sektörü, eroin sektörüdür. Öyle olduğunu tahmin ediyoruz. Sürekli olarak uyuşturucu kullanma yaşının 12 yaşlara indiğinden söz edilmektedir. Anayasa değişikliği ile, fiilî durumu hukukî hâle getirelim, Erdoğan’ın sürekli hukuk dışına çıkmasını önleyelim diyenlere duyurulur, fiilî durum şöyledir, ülkede uyuşturucu kullanımı çok yaygınlaşmıştır, özellikle İslamî çevrelerde bu oran hızla yükselmektedir. Lise çocukları uyuşturucu kullanmakta, dahası bu okulların içlerinde satılmaktadır. Bu çocukların, sürekli hukuk dışına çıkmasına son verin de gelin uyuşturucu kullanımını, Bahçeli’nin aktif desteği ile, hukukî hâle getirin.
Tüm bunlardan sonra, son aylarda doların ve euro’nun hızlı artışını ele almak mümkündür.
İlkin, doların ve euro’nun artması diye bir durum yoktur. Durumun doğru adı, TL’nin değer kaybetmesidir. TL, sadece dolar, sadece euro karşısında değer kaybetmiyor, mesela yuen karşısında da, mesela yen karşısında da, mesela ruble karşısında da, mesela pound karşısında da değer kaybediyor. TL’nin değer kaybetmediği para birimi var mıdır? Öyle ise işin adı doların yükselmesi değildir.
İkincisi, bu değer kaybının kaynağı, bir ekonomik operasyon değildir. Tersine, TC’nin ekonomik dengelerinin bozuk olmasıdır, cari açığının fazla olması, borçlarının oldukça fazla olması, tüm ekonominin dolar ve euroya endekslenmiş olmasıdır. Bir ülkenin cumhurbaşkanının 200 bin dolar bozdurup, bunun makbuzunun mecliste gösterilmesi, hukuken suç değilse de ahlâken rezillik olmalıdır. Bu yolla açılacak kampanyalarla işlerin değişmesi mümkün görünmemektedir. TC devletinin hazinesi, 29 Kasım 2016’da maaşları ödeyecek durumda değil idi. Vergi affı yolu ile gelen paralar sayesinde hazineye bir miktar para girişi olmuştur. Bunun ne kadar işe yarayacağı da tartışma konusudur. Devlet, kendi kullanımı dışında olan fonları da kanundışı bir tarzda, korsanca kullanmaktadır. İşsizlik fonu böyle kullanılmaktadır. Devlet, hâlâ, sürekli toplanabilir olan vergileri artırarak, harçları vb. artırarak kasasını doldurmak istemektedir. Bunun dışında yol kalmamış gibidir.
Bu durumun kendisi, Suriye’deki savaş, Kürt halkına karşı savaş ve OHAL uygulamaları, ekonomik yağma, rant üzerine kurulu sistem nedeni ile, gelecek beklentileri yok etmektedir. Yani, mevcut durum TL’nin değer kaybına neden olmaktadır.
TL’nin değer kaybı, öyle son aylarda gerçekleşen kadar değildir. Daha da fazladır. Geçen yıl, 2016’da toplam %15-20 arasında bir kayıp meydana gelmiştir, ama 2015’te kayıp %20’leri geçmiştir. Bu üst üste, en azından iki hükümet devirecek ölçüde devalüasyon demektir. Hükümetin 2018 yılı sonunda öngördüğü dolar kuru, 1,87 TL’dir. Dolar, bunun iki katına doğru gitmektedir. Ve daha 2018’e epey zaman vardır.
Bu ekonomik kriz, en başta, ülke içinde uygulanan ekonomik politikalara, daha doğrusu yağmaya, ülke içinde yürütülen savaş uygulamalarına ve dışarıda savaş politikalarına bağlı olarak gündeme gelmiştir. Öyle geçici bir dalga da değildir. Daha derin ve daha şiddetlidir.
Bugünden, 2016 yılının sonunda, birçok firma eleman çıkarmaktadır. Örneğin ilaç firmaları, krizden en az etkilenenler olarak daha geç eleman çıkarırlar. Bugün ilaç firmaları işçi çıkarma hazırlığındadırlar.
Krize karşı önlem olarak ortaya konan uygulamalar, aslında krizi halkın, milyonların üzerine yıkma uygulamalarıdır. Hem işsizlik, hem de bu uygulamalar, işçi sınıfının, emekçilerin hayatlarını daha da çekilmez hâle getirecektir. Asgarî ücreti artırmama tartışmalarına bakarsanız, asgarî ücretin çok küçük bir miktarda artacağını anlamak mümkündür. Tüm bunlar, halk için yaşamın daha da çekilmez hâle gelmesi demektir.

İşçi sınıfının esaretine son vermek için

İşçi sınıfı, yaşamı üreten sınıftır. Doğa dışında tüm değerlerin kaynağı, insan emeğidir. Bizzat emek gücü ile çalışan emekçi, yaşamı ürettiği hâlde, kendisi insanlık dışı koşullarda yaşamaktadır, sadakaya muhtaç hâldedir. Yaşamı ürettiği hâlde, “yaşam”ın dışındadır, sürekli boynu bükük, sürekli başı eğik yaşamaya itilmektedir.
Hayatı üretenlerin sırtında, işçi ve emekçilerin sırtında, dünyanın tüm zenginlikleri, adeta cennetteki gibi, zenginlere, hiçbir şey üretmeyen asalaklara sunuluyor. Kapitalizm, bunu sağlayan sistemdir, burjuva devlet, bunu sağlamak için, işçi ve emekçilere şiddet ve baskı uygulayan burjuva örgüttür.
Bugün, 2017 başında, işçi sınıfının durumunu, şöyle özetleyebiliriz:
1- İşçi sınıfı, sendikal alanda büyük ölçüde örgütsüzdür. Sendikalı işçi oranı, %5’in altındadır. Toplu sözleşmelerden yararlanan işçi sayısı da %5 civarındadır. Bu, ciddi bir örgütlenme eksikliğidir ve eğer işçi sınıfı örgütlü değil ise, toplumsal mücadele sahnesinde yeri eksiktir.
2- İşçi sınıfının yaşam standartları çok kötüdür ve giderek kötüleşmektedir. 1980 öncesinde, özellikle DİSK’e bağlı işyerlerinde elde edilen ücret düzeyi, artık tarih olmuştur. İşçilerin 12 Eylül’den önceki çalışma koşulları yok olmuş, her gün daha da kötüleşmiştir. İşçilerin elde etmiş olduğu tüm sosyal haklar, bir bir yok edilmiştir.
İşçi sınıfına, devrimden, komünizmden uzak dur, daha iyi kazanırsın, denmiştir. İşçi sınıfı, bu burjuva politikacıların peşine takıldıkça, vatan-millet-sakarya nidaları ile, işini, aşını, ekmeğini, can güvenliğini, sosyal haklarını bir bir kaybetmiştir. Milliyetçilik ve din propagandası arttıkça, işçilerin ceplerine ulaşan patron elleri daha fazlasını götürmüştür. Din ve milliyetçilik arttıkça, mücadele etme suç sayılmış, hak arama eylemleri acımasızca bastırılmıştır. Yaşam ve çalışma koşulları her gün kötüleşmiştir. Ülkemizde her yıl, 2000 işçi, iş cinayetlerine kurban gitmekte ve hiçbiri şehit statüsünden ailelerine bir gelir bırakamamaktadır. 2000 işçinin her yıl iş cinayetlerinde öldüğü bir ülkede, diyanet işleri başkanlığı, “çok fazla iş güvenliği önlemi almanın allaha şirk koşmak” olduğunu söyleyebilmekte, bu yollu cuma hutbeleri vermektedir. Soma’da 301 kişinin ölümünü ve bu ölüm ardından, Erdoğan’dan başlayarak tüm devlet yönetiminin tavrını hatırlamak yeter.
3- Sendikaların birçoğu, sendika mafyası dediğimiz, asalak, patrona bağlı, yobaz çetelerce ele geçirilmiştir. Polis-devlet, patronlar, işçilerin arasından adam satın alarak, bu mafyanın emrine vermiş ve işçi sendikaları, artık işçi sendikaları olmaktan çıkarılmıştır. İşçilerin aidat verdikleri, ama işçi düşmanlarınca ele geçirilmiş örgütler hâline gelmişlerdir. En son, Türk-İş içinde, Petrol-İş ve Hava-İş, işçilerin temsilcilerinden alınmış, devlete yakın, dinci-mafya çetelerinin eline verilmiştir. İşçiler, bu iki sendikayı kaybettikten sonra, Türk-İş tamamen mücadeleden geri çekilmiştir.
Bugün sendikalar, Saray’a, devlete yaranmanın, onların adına işçileri kontrol etmenin araçlarına dönüşmüştür.
Sendikacılık, Hak-İş örneğinde olduğu gibi, allah çalışanın rızkını verir, moduna indirilmiştir. İşçi rızkını allahtan bekleyecekse, mücadele etmenin hiçbir anlamı kalmamaktadır. Bu, dinin acımasızca kullanılması, patronların çıkarlarına sömürülmesidir de. Ülkemizde 4,5 milyon çocuk işçi var, ülkemizde 10 milyon işsiz var, ülkemizde 8 milyon sigortasız çalışan işçi var. Tüm bunlar, onların rızkını verenin mi suçudur?
Sendikalar, hak arama mücadelesini bırakıp, işçinin rızkını allaha, akşam eve sağ dönmesini takdir-i ilahiye bırakırlar ama kendi cukkalarını doldurma işini, allaha bırakmazlar. Hak-İş yöneticilerinin mal varlığını merak ediyoruz.
Sendikalar, rızk meselesini yaratana devrettikçe, sendikacılık yapmaz, onun yerine, Saray’a uşaklık yapar, işçinin sırtına asalak olurlar ve işçileri “sadakaya” muhtaç hâle getirirler. Durum da budur.
4- Esaret koşullarını artıran bir başka şey, taşeronlaştırmadır. 2 milyon 500 bin civarındaki taşeronlaşma oranı, oldukça yüksektir. Zaten çoğu kontrol altına alınmış sendikaların, kalanının da gücünü kırmak içindir. Taşeron çalışma sistemi, vahşi, insanlık dışı bir sistem hâlinde devrededir.
5- İşçi sınıfının üyesi tek tek aileler, sürekli borçlandırılmaktadır. Bu durum, onların mücadele gücünü de kırmakta, yok pahasına çalışma koşullarını kabul etmelerine olanak sağlamaktadır. İşsizlik, taşeronlaştırma, borçlandırma, ücretleri sürekli aşağıya çeken bir işlev görmektedir.
Ama bu, tablonun kendisidir.
Nesnel durum budur: İşçiler esirdir.
Ama bu değiştirilmez değildir. Yıkılmayacak egemenlik, son bulmayacak zulüm, değiştirilemeyecek gerçek yoktur.
Bizim önerimiz, izlenmesi gereken yol şöyledir. Biz Kaldıraç ve İşçi Gazetesi olarak, bu yolu öneriyoruz.
1- İşin temeli örgütlenmedir. İşçi sınıfı, kapitalist sistemde, varlığı başka sınıflara bağlı olmayan tek sınıftır ve bu nedenle de, kapitalizmi yıkma, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesinin öncüsüdür.
İşçi sınıfı örgütlü değil ise, hiçbir şeydir. Eğer örgütlü ise, işte o zaman da her şeydir.
Bu örgütlü mücadele için, öncü işçileri, saflarımıza bir kere daha çağırıyoruz.
2- İşçi sınıfının örgütlenmesinin bir yönü de sendikal örgütlenmedir. Bu sendikal örgütlenme, bugün, ülkemizde oldukça geridir. %5’in altında bir sendikalaşma oranı vardır. Bunu yıkmak için;
a- Mevcut işçi sendikaları, sendikalaşma çalışmalarına, bu yönde işçilerin bilinçlendirilmesine özel bir önem vermelidir. İşçi sınıfını, hem ülkemizdeki hem de dünyadaki tarihi, tüm ezilen halkların tarihi, bu açıdan öğretici deneyimlerle doludur.
b- İşçi sendikası olmaktan çıkmış olan, sendika mafyasının denetiminde devletin bir parçası, mafya çetelerinin bir organizasyonu, patronların uzantısı hâline gelmiş sendikaların, işçiler tarafından devralınması, ele geçirilmesi gereklidir. Ne kadar gerici olursa olsun, her sendikayı, işçilerin sendikası hâline getirmeliyiz. Bu, elbette açık bir örgütlenme ile mümkün değildir. Sendikalar, işçileri şikâyet etmekte, gammazlamaktadır. Bu nedenle, bu iş, sessiz ve uzun süreli bir çalışma ile yerine getirilmelidir. Ve bu konuda bir reçete, her duruma uygun bir davranış şekli bulamayız. Her işçi, kendi sendikasını gerçek bir sendika hâline getirmek için neler yapması gerektiğini, arkadaşları ile bulmalıdır.
c- İster sendika, gerçek bir işçi sendikası olsun, isterse gerici bir sendika, hatta bir çete olsun, sendikal örgütlenmeyi işyerlerinde de örgütlemeliyiz. Her işyerinde, her fabrikada, işçilerin seçtiği temsilciler, görevden alabilecekleri ve yeniden seçebilecekleri temsilciler, komiteler olmalıdır.
3- Biz biliyoruz ki, sendikal mücadele, sömürüyü ortadan kaldırmaz, onu sınırlandırır. Ama sendikal mücadele sosyalizmin okuludur. İşçiler, bu mücadele içinde, adım ve adım, nasıl mücadele etmeleri gerektiğini, toplu sözleşmenin ne olduğunu, sosyal hakların ne demek olduğunu, işyerinde çalışma koşullarını nasıl düzeltebileceklerini, ücretlerin nasıl hesaplandığını vb. öğrenirler. İşçiler bu mücadele süresince haklarını öğrenirler. İşçiler bu mücadele boyunca, kendilerine vurulmak istenen prangaları görür ve ona karşı önlemler düşünebilirler. İşçiler bu mücadele boyunca, örneğin grev silâhını kullanmasını öğrenirler.
a- İlk işlerden biri, grev silâhını, işçilerin silâhı olarak örgütlemektir. İşçiler, patron istediği zaman grev yapar hâle gelmişlerdir. Sendikalar işçileri satmanın, bu yolda hile ve üçkâğıdın her yolunu bulmuş bulunuyorlar. İşçiler, öncelikle bu hileleri deşifre edecekler. Kendi haklarını arayacak bir sistemi, fabrikalar bazında geliştirecekler.
İşçiler, çalıştıkları fabrikayı, içinde bulundukları sektörü, işkolunu iyi tanımak zorundadır. Buna göre, ne zaman, nasıl grev yapılması gerektiğini de öğreneceklerdir. Grev, eğer işçilerin bir mücadele silâhı olacaksa, bunun yolu, öncesinde, bulunulan işkoluna ilişkin her şeyi bilmekten geçmektedir.
b- Sendikalar mücadele etmek içindir. Başka türlü sendikanın bir anlamı yoktur. Sendika, işçilerin haklarını savunacaksa, bu sendikanın patronlara karşı olacağı kendiliğinden açığa çıkar. Taraflar bellidir. İşçiler bir taraftır ve karşılarında işveren, patron vardır. Ve ne zaman bir sorun çıkarsa, devlet, işçilere karşı patronu korumak için devreye girer. Hayatın gerçeği budur. Bu nedenle sendikalar, mücadele için vardır sözünü tekrarlıyoruz. Devlete ve patrona bağlı sendika var ise, bu sendika işçinin hakları için mücadele etmez, bunun için mücadele eden işçilerin yanında olmaz.
c- İşçiler olarak biz biliyoruz ki, işçi sınıfı bir bütündür. Büyük bir toplumsal sınıftır. Toplumun en kalabalık ama aynı zamanda en güçlü kesimidir. Üretim yapma gücü onlardadır. Ama işçiler, bir bütünlük içinde davranmayı, ancak mücadele içinde öğrenirler. Zaten örgütlülük da bunun için gereklidir.
İşçiler, sadece kendi fabrikalarında grev vb. durumu varsa harekete geçmekle yetinemezler. Kendi fabrikalarında işler yolunda iken, başka fabrikalarda başlayan grevlere, eylemlere destek olmalıdırlar. Sınıf kardeşliği budur. Bugün, örneğin metal işçilerinin Gezi Direnişi sonrası eylemlerine destek vermeyen bir tekstil işçisi, yarın kendisi greve başladığında, kendi haksızlığa uğradığında, metal işçilerinin yardımını nasıl isteyecek?
Kapitalistler, bir bütün olarak davranmaktadır. Mesela yeri geldiğinde MESS birlikte hareket etmektedir. Dahası, kapitalistlerin en rafine örgütü devlettir. Bugüne kadar, karşısında devleti, polisi, jandarmayı, yargıyı bulmayan bir tek grev var mıdır?
İşçiler de, kendi kardeşlerinin eylemlerine duyarlı olmalı, onlarla dayanışma göstermelidir. Dayanışma eylemleri, işçi sınıfının sınıf bilincinin gelişimi için büyük değerdedir. Bu dayanışmanın boyutları ayrı bir konudur. Her işçi önderi, bu konuda doğru kararlar vermek için, kendini eğitmek zorundadır. Bu mücadele, işçi sınıfının tüm yeteneklerini, tüm birikimini örgütlemesi gereken bir mücadeledir.
d- Bu son dönemde, değişik adlarla sendikacılıktan söz edenler vardır. Mesela “salt ücret sendikacılığı” da olabilir mi ya da “grev şart mıdır” vb. gibi. Biz, devrimci işçiler, bu tartışmaları, kafa bulandırmak için atılmış adımlar olarak görüyoruz.
Ülkemizde sendikacılık, neredeyse işçi sendikacılığı olmaktan çıkmıştır. Türk-İş, son Petrol-İş ve Hava-İş operasyonları ile, büyük ölçüde yara almıştır. Türk-İş’in içinde var olan işçi sendikalarının da gücü ve cesareti kırılmıştır. Zaten büyük bir çoğunluğu da sarı sendika olduğuna göre, devlet sendikası olduğuna göre, Türk-İş büyük yara almıştır demek abartı olmaz. Hak-İş, tümü ile din ve milliyetçiliği Saray’a göre ayarlayıp, bir AK Parti sendikacılığına dönüşmüştür. Yeşil dolarlar karşılığında işçileri satmışlardır ve bugün, bu işçileri, denetim altında tutmak için uğraşmaktadır. Sendikacılık ile, işçi sınıfı ile, işçilerin hakları ile vb. hiçbir bağı kalmamıştır. DİSK içinde de durum çok parlak değildir.
Tüm bu durum, sendikal örgütlenmenin çok da iyi olmadığının göstergesidir. Bu koşullar altında, grev şart mıdır, grevsiz sendikacılık, sosyal barış için sendikacılık, salt ücret sendikacılığı vb. tartışmaları, hayatın gerçekliğinden kopmaktır.
Sorun açıktır: İşçiler, hem sendikalarını tekrar işçi sendikaları olarak örgütlemeli, hem de yeniden sendikala örgütlenmeyi güçlendirmelidir. Bu soruna yanıt verecek tartışmalar önemlidir.
Önemli bir tartışma konusu da, işçilerin, siyasal olarak devrimcilere yakın olmasının, sendikal mücadeleyi bozduğu tartışmasıdır. Bu tümü ile yalandır. 12 Eylül’e kadar işçilerin sendikal mücadele ile elde ettiği kazanımlara bakın, sonrasına bakın. 12 Eylül, ilk iş olarak sendikaları, devrimcilerden yalıtmaya çalışmıştır. Kapatılan sendikalar, tutuklanan sendikacılar hatırlardadır. Ve bugün, işçi sınıfı 30 yılda 3-4 kat büyüdüğü hâlde, sendikalı işçi sayısı yarı yarıya gerilemiştir. Bu, işçi sınıfının devrimci politikaya yakın olmasının değil, uzak olmasının bedelidir.
İşçi sınıfının ana sorunu örgütlenmedir. Toplumsal mücadele sahnesine ağırlığını koymasının yolu budur. İşçiler, toplumun çok büyük bir kesimini oluşturmaktadır. İşsizler, köylüler, yoksullar vb. ezilen sınıfların öncüsü, temsilcisi işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, bu öncülüğünü, ancak örgütlü ise yerine getirebilir.
Örgütlenme, tüm toplumsal kesimler için önemlidir. Ama işçiler için vazgeçilmezdir. İşçi sınıfı örgütlü değil ise, hiçbir şeydir. Tıpkı bugünkü gibi. Ve bu esaret durumunu yıkmanın, esaret zincirlerini parçalamanın, işçilerin akıllarını özgürleştirmenin yolu, örgütlenmeden geçmektedir.
Elbette, mevcut yasalar içinde yapılacak çok şey vardır.
Ve elbette, yasalar, işçilerin örgütlenmesinin önünde engel ise, bu engelleri aşmak da işçilerin görevidir. İşçiler, kendi hak ve hukuklarını savunmak için, neye ihtiyaç duyuyorlarsa, bunu geliştireceklerdir.
Hukukun ayaklar altına alındığı, her devlet yetkilisinin hukuku çiğnemeyi özel bir zevk hâline getirmiş olduğuna bakılırsa, işçilerin kendi haklarını kullanmaları için hukuk bir gerçek engel olmayacaktır.
İşçi sınıfı, bugün, her alanda örgütlenmelidir.
Bunun için, öncü işçilere, işçi önderlerine büyük görev düşmektedir.

Fiilî durumunuza da, çobanlık sisteminize de, geçmişinize de, geleceğinize de; hayır

Zaten, dün de cumhurbaşkanı vardı. Ama olsun, burada, artık cumhurbaşkanı, siyasi parti başkanı da olacak, başbakan da olacak, meclis de olacak. Adına başkanlık sistemi demekten niçin kaçındılar, anlamak mümkün değil. Ama artık karşımızda, eşine rastlanmaz bir yeni anayasa metni var.
Her devlet, sınıfların varlığının açık itirafıdır. Her devlet, bir sınıfın, diğer sınıflar üzerindeki diktatörlüğüdür. Bunlar doğrudur. Burjuva devlet, ister Amerika’da olsun ister İsveç’te, ister Almanya’da olsun ister İngiltere’de, bir burjuva diktatörlüktür. Bu burjuva diktatörlük, sınıf savaşımının tarihi içinde şekillenir. Bugün, dünyanın neresinde olursa olsun burjuva devletler, devrime karşı geliştirilen faşizmin tüm dişlilerini içinde barındırmaktadırlar. Biz bu devletlere “tekelci polis devleti” diyoruz. Günümüz burjuva “demokrasisi”ni biz böyle adlandırıyoruz.
Elbette, TC devleti, tarihi boyunca, hem işçi ve emekçilere karşı saldırgan olmuştur. İşçi sınıfının varlığının her siyasal göstergesine, büyük katliamlarla yanıt vermiştir. TC devleti, halkların imhası ve inkârı üzerine kuruludur. “Sınıfsız imtiyazsız toplum” teraneleri, devletin işçi sınıfının her türlü varlığına karşı hassaslığının açık kanıtıdır. Sovyetler Birliği’nin karnının altında, Ekim Devrimi’ni durdurmak için kurulmuş bir devletin bu anti-komünist şekillenmesi anlaşılırdır.
Artık biliyoruz ki, bu ülkede katliamlar, bu ülkede işçi ve emekçilere karşı azgınca saldırılar, istisna değil, işin akışına uygun, devletin ve egemen sınıfların karakterine uygun olandır.
Ama yine de, 2017 Ocak ayında, OHAL koşullarında yapılmak üzere referandum için meclise sunulan anayasa değişikliği, bugüne kadar görülmüş olanların ötesindedir.
Burjuva devlet, tekelci polis devleti, ne kadar baskıcı, ne kadar polis devleti niteliğinde olsa da, ne kadar kendileri için “hukuku” ayaklar altına alsalar da, hep buna bir kılıf uydurur, hep sanki “adalet” varmış gibi davranır, hep yaptıkları hukuksuzlukları örter. Ama bugün, artık örtülebilir değildir.
TC devleti, hiçbir zaman işçi sınıfı için, geniş halk yığınları için bir “adalet” sağlamamıştır, bir “hukuk” devleti olmamıştır.
Ama bugün, bu “hukuksuzluk” kendi hukuklarını ayaklar altına alma süreci, gerçekte, artık üstü örtülemez bir çözülüş süreci yaşamalarından ileri gelmektedir. TC devleti, tüm organları ile çürümektedir.
İşte bunun bir kanıtı olarak, tuhaf anayasa değişikliği, cumhurbaşkanlığı sistemi denilen bu tuhaf uygulama meclisten geçiyor ve halkın oyuna sunulmak üzere hazırlanıyor.
Yeni anayasa değişikliği, “Türk tipi başkanlık” sistemi olarak tartışılmaya başlandı. Olmadı. Kuvvetler ayrılığı olacak diye, Burhan Kuzu tarafından, ciddiyetsiz, korkakça, yalana dayalı bir tarzda sunuldu, olmadı.
Nihayet, 7 Haziran seçimlerinde siyasal alanda çoğunluğu kaybeden AK Parti, hükümet kuramaz hâle gelince, cumhurbaşkanınca seçimler iptal edildi (buna darbe deseniz abartılı olmaz) ve Kasım ayına kadar 5 ay, devlet terörü akıl almaz boyutlarda organize edildi. Kürt illeri yakıldı, yıkıldı. Katliamlar organize edildi. Açıkça, ver 400 milletvekilini, bu katliamlar bitsin dendi. Ve sonunda 1 Kasım’da, nasıl olduğu karanlık bir yolla, seçimlerden AK Parti, tek başına iktidar çıktı. 400 milletvekilini alamadılar, ama yine de iktidarı paylaşmak zorunda kalmadılar.
Yetmedi, ardından, darbe sürecine uygun tarzda, parlamento devre dışına itildi. Zaten AK Parti’nin ağırlığı ile işlemeyen parlamento, tamamen devredışı kaldı. AK Parti, bir parti olmaktan çıktı, MHP bir parti olmaktan çıktı, CHP bir parti olmaktan çıkma yoluna girdi. Partisiz, parlamentosuz bir hukuk devreye sokuldu. 15 Temmuz darbesi ardından, Erdoğan için işler daha da kolayladı. “Allahın lütfudur”, OHAL ilan edildi. OHAL ile, bir yandan, büyük çaplı bir sermaye transferi gerçekleşiyor, diğer yandan, gizli pek çok uygulama devreye sokuluyor (yerli tohum üretilmesinin yasaklanması, şeker pancarı üretiminin yasaklanması vb.) ve nihayet şiddet ve baskı, büyük boyutlarda artırılıyor. Artan devlet terörü, şiddet ve baskı, tüm toplumu yeniden bastırmanın aracı olarak düşünülüyor. Kürt devrimini boğmak, Gezi Direnişi ile başlayan uyanışı durdurmak istiyorlar.
İşte bu koşullarda, MHP, “Cumhurbaşkanı zaten fiilî olarak bir başkan gibi davranıyor, hukuku çiğniyor. Gelin hukuku fiilî duruma uyduralım” diyerek, anayasa değişikliği için kapıları açtı. AK Parti ve Erdoğan, Meral Akşener ve diğer muhaliflere karşı Bahçeli’yi cansiperane savunurken, öyle anlaşılıyor ki, Bahçeli ile ilgili, ağır dosyalara da sahiptirler.
Bir tek basın mensubu, çıkıp, fiilî durumu hukukî hâle getirelim diyenlere, sorular sormadı.
Mesela ülkemizde eroin-esrar 12 yaşındaki çocuklar tarafından dahi kullanılmaktadır. Bu bir fiilî durumdur. Öyle ise, bunu hukukî hâle getirelim niye demiyorsunuz? Birçok işyerinde işçilerin maaşları verilmiyor, sigortaları ödenmiyor. Bu fiilî durumu, hukukî hâle getirin, bundan böyle “işçiler maaş almadan, zorunlu-bedava çalışacak” yasası çıkarın, niye duruyorsunuz?
Ülkede yapılan inşaatların çoğu kaçaktır, öyle ise bu fiilî durum için bir yasa çıkarın, inşaat alanı olarak müteahhit ne kadar yapıyor, neyi uygun görüyorsa “yasal”dır niye demiyorsunuz?
Ülkenin her alanında, devletin her kurumunda rüşvet yaygındır. Öyle ise, neden bir kanun çıkarmıyorsunuz ve “bundan böyle rüşvet yasal ve zorunludur, içinde %90 cumhurbaşkanının payı olacaktır” demiyorsunuz?
Bu fiilî durumu unutmayın.
Biz, fabrikaları işgal edeceğimiz zaman, bu fiilî durumlar için yasalarımızı yapacağız. Biz, devlet kurumlarını işgal ettiğimiz zaman, “bundan böyle bu kurumlar halk tarafından yönetilir” yasalarını çıkaracağız.
Tabii ki, amacımız, hukuku fiilî duruma uydurmak olacaktır.
Ne garip, tüm bunları, burjuvalar adına, tekeller adına soran bir tek basın mensubu çıkmadı. Doğan medya grubuna Erdoğan’ın temsilcileri, yönetim kurulu üyeleri olarak alındılar. Burjuva basın, tümü ile, “havuz medyası” kılıklı hâle gelmiştir.
Anaya değişiklik tartışmaları, hiçbir ciddiyet içermemektedir.
CHP, meclisten çekilmeyerek, mecliste anayasa tiyatrosuna ortak olmuş ve Yenikapı mitinginde parti olarak intihar etmiş iken, bu anayasa oylamaları ile de ruhunu tamamen teslim etmiştir. Ruhuna fatiha.
Anayasa değişiklik tartışmaları, halkın, işçilerin, öğrencilerin, köylülerin bilinçleri ile dalga geçerek yapılmaktadır. Bu kadar ciddiyetsiz, bu kadar seviyesiz, bu kadar maskaraca yapılan tartışmalar ile, TC devleti, kendine gelecek oluşturabileceğini mi sanmaktadır?
Erdoğan’ın yüksek ihtirasları, kendisini ve ailesini koruma gereksinimi, bu anayasa değişikliğinin temelindedir. Öyle anlaşılıyor, ABD ve AB, bu durumu kullanmak niyetindedir. Parlamentodan, bu denli saçma sapan bir yasanın çıkması, ABD ve AB tarafından, desteklenmiştir.
Parlamentoda ne kadar FETÖ’cü milletvekili olduğu konusunda söylenenler doğru mu bilmiyoruz. Ama biliyoruz ki, İngiliz, Alman, Fransız ve Amerikan yanlıları vardır ve bunlara verilecek emirleri yerine getirecekleri sır değildir. FETÖ’cüler “hayır” demek istedi ama korktu deniyor. Peki, ya Amerikancılar, Almancılar, Fransızcılar, İsrailliler, İngilizciler, onlar da mı korkudan hayır dedi? ABD ve AB, bugüne kadar bu planları desteklemişlerdir.
TBMM, kendi varlığına bir harakiri yolu ile son vermiştir. Yeni yasanın en kritik yönü, yasama yetkisinin Cumhurbaşkanı’na, Çoban’a verilmesidir. Bu yasa ile, bugün varolan OHAL, sürekli hâle getiriliyor. Cumhurbaşkanı, ne zaman KHK çıkaracaksa, çıkarabiliyor. TBMM’nin artık bir anlamı kalmamıştır. Buna rağmen, milletvekili sayısı 600’e çıkarılıyor. 600 kişiye boşuna maaş vermek üzerine kurulu bir sistemdir bu.
Bu durumda seçimlerin de kaldırılması gerekir.
Çoban’a verilen yetkiler, seçimleri de formalite düzeyine indirmektedir. Erdoğan, bu yolla, hilafetini ilan etmekte tereddüt etmemelidir.
İstanbul’da geçen haftalar, ağır kış koşulları ortaya çıktı ve okullar tatil edildi. Vali kimdir ki, okulları tatil edecek, bundan böyle tatil olup olmama kararını Cumhurbaşkanı versin. Böylece, her alana müdahale edebilen bir Cumhurbaşkanı olmuş olur.
Başbakan ortadan kalkınca, Cumhurbaşkanı’nın konuşmak için, seri hâlde muhtarlar toplantılarına da ihtiyacı kalmaz.
Şimdi, bu yeni anayasa değişiklik paketi, referanduma sunulacaktır.
Referandum tarihi, çok önceden 2 Nisan 2017 olarak belirtilmiş olduğu için, OHAL koşullarında referandum olacaktır.
Peki ne olacak?
– Eğer referandumdan evet çıkarsa, OHAL sürekli hâle gelecek, ayrıca bir OHAL’e gerek kalmayacak. Zaten zat-ı muhteremleri istediği gibi kararnameler çıkarabilecektir. Yok, eğer referandumdan “hayır” çıkarsa, anayasa değişikliği kabul edilmezse, bu sefer Cumhurbaşkanı, OHAL’i tekrar uzatacak.
– Yapılan anketler, referandumdan “hayır” çıkacağı yönündedir. Yani, normal bir oylama olsa, yani sandıkları biz saysak, “hayır” çıkacaktır. Ama sandıkları Erdoğan sayacaktır ve hatta şimdiden saymıştır, sonuç evet çıkacaktır.
– Sonucun evet çıkması için, Erdoğan, tüm gücü ile şiddeti artıracaktır. SADAT AŞ, yeni Reina saldırılarına yönelecek, Kürt halkına karşı katliam politikaları devreye sokulacak, Kürtlere karşı bir sınırötesi operasyon ile milliyetçilik coşturulmaya çalışılacaktır. Erdoğan, daha fazla şiddet, daha fazla yalan ile yüklenecektir. Tüm basın açıkça destek verecek hâle getirilecektir. Olası problemli “yol arkadaşlarını” hemen tırpanlayacaktır.
– Sonucun hayır çıkması için, CHP’nin yapacağı hiçbir şeye güven duyulamaz. Sonucun hayır çıkması için, işçi sınıfının, tüm halkların göstereceği duyarlılık önemlidir.
Biz, elbette hayır oyu kullanacağız.
Böylesi bir anayasa değişikliği boykot edilemez. Bu hiçbir açıdan doğru bir tutum olmaz. Ayrıca, bu halk oylamasında, bizim esas derdimiz, işçi sınıfının, kitlelerin örgütlenmesidir. Örgütlenmeye doğru atılacak her adım, büyük değerdedir.
Çok büyük bir çoğunlukla hayır çıkması, ancak seçime hile karışmaması durumunda mümkündür. Hile olmaması durumu ise, imkânsızdır. Tüm hile çalışmalarına rağmen, hayır çalışması çok ama çok kıymetlidir.
Biz hayır diyeceğiz ve işçileri hayır demeye çağıracağız. Bunun nedeni, şu an varolan anayasanın iyi olması değildir. Gelecek olan daha da kötüdür. Ve biz, ne fiilî durumunuzu kabul ediyoruz, ne yeni anayasanızı, ne sisteminizin geçmişini, ne de geleceğini onaylıyoruz. Hiçbirini, hiçbir döneminizi onaylamıyoruz. Ne hırsızlıklarınızı, ne yağmanızı, ne talanınızı, ne bölge ülkelerine dönük saldırgan tutumunuzu, ne işçi düşmanı hâlinizi, ne Kürtlere karşı savaşınızı, ne asgarî ücretinizi, ne vatan-millet naralarınızı, hiçbir şeyinizi onaylamıyoruz.
Hayır çalışması, bir eylemlilik hâli, bir örgütlenme çalışması demektir. Hayır çalışmasına en çok bu yönü ile değer veriyoruz.
Ülkemizde burjuva egemenlik çatırdamaktadır. Bu “çılgınlık” hâli, onları kurtarmayacaktır. Erdoğan-Saray devletinin uygulamaları, hiçbir dertlerine çözüm olmayacaktır. Dışarıda yürütülen savaş, artık bir yenilgi olarak karşılarına çıkmıştır. İçeride yürüttükleri savaş, hiçbir dertlerine çare olmayacaktır.
Bu nedenle, işçi sınıfının önderliğinde, halkların devrimci mücadelesi dışında bu topraklarda barışın, bu topraklarda özgürlüğün, bu topraklarda ekmeğini onurunla kazanmanın, bu topraklarda adaletin başka yolu yoktur.
Tüm devrimci arkadaşlarımızı, kardeşlerimizi, aktif bir hayır kampanyası yürütmeye çağırıyoruz. Bu kampanyanın başarısı, çıkan hayır oylarından çok, örgütlenme çalışmalarında elde edilen küçük ilerlemelerle ölçülecektir.
Öyle anlaşılıyor ki, burjuva egemenler, daha çok anayasa yapacaklar. 12 Eylül Anayasası’nı baştan aşağıya ele alabilecek bir cesaret ve yeteneğe sahip değiller. Onları, korkuları şekillendiriyor.
Bu nedenle, işçi sınıfının örgütlenmesi, halkın örgütlenmesi çok önemlidir. Sıra, işçi sınıfının öncülüğünde halkların ortak anayasasını hazırlamaktadır. Sıra devrimdedir. Ne dünkü anayasaları, ne fiilî durumları, ne yeni anayasaları, ne geçmişleri, ne gelecekleri, bir tek güzellik içermez. Kan ve katliam, savaş ve sömürü üzerine kurulu politikalarını yerin dibine gömmek için, işçi sınıfının devrimci iktidarı, tek çıkıştır. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin, halkların özgürlük mücadelesinin bir parçası olarak, “hayır” kampanyası yürüteceğiz.

Hayır, ama yetmez!

Güvendikleri şeyler şunlardır:
1- Medya ellerindedir. İstedikleri yalanı söyleme, istedikleri haberi yayınlamama, istedikleri yönlendirmeleri yapma, siyahı beyaz gösterme, her türlü manipülasyonu yapma olanakları vardır. Üstelik artık tüm yalanları açığa çıkmış olsa da, başka çareleri yoktur. Bu tuhaf başkanlık yasasını, hukuk belgesi olarak halka sunmaları, bu çaresizliğin ürünüdür. Bu nedenle, her türlü yalana başvurmaktan çekinmeyecekler.
2- Devlet terörü ile sürekli müdahale etme yetenekleri vardır. Yeri geldiğinde Kürt kentlerini yıkmayı göze alıyorlar, yeri geldiğinde IŞİD’i davet edip bombalar patlatmalarına olanaklar sağlıyorlar. Ve bugünlerde katliam planlarından söz ediyorlar. Tüm bunlarla, dün 400 milletvekilini verin, memlekete huzur gelsin diyorlardı. Bugün, referandumda eveti verin, sükûn hakim olsun diyecekler. Evet ellerinde böylesi bir güç vardır.
3- Erdoğan, hem ABD ile, hem de AB ile birçok gizli işe imza atmış olduğu için, aslında onların, bu değişikliğe “evet” denmesine çok da ses çıkarmayacaklarını düşünüyor. Öyle ya, Amerika’sı, Almanya’sı, İngiltere’si, İsrail’i, Fransa’sı, kendilerine bağlı vekillere “hayır” oyu atın demiş değillerdir.
4- Ama bir dördüncü etken daha var. Erdoğan ve Saray, “sandığı kim sayacak” sorusunun yanıtını biliyor. Sandığa ne oy atılırsa atılsın, sandıktan çıkacak oyu kimin saydığı önemlidir. Oyları da elbette kendileri sayacaklar.
İşte onların güvendikleri şeyler bunlardır. Yalan, manipülasyon, hile, şiddet, baskı, katliam ve efendilerinin izin verip vermemesi.
Diyelim ki, sandıktan evet çıktı ne demektir?
Bu anayasa onaylanırsa, sandıktan evet çıkarsa, bu hile ve baskıya bağlı olacaktır. Bunda kuşku yoktur. Adil bir referandum olmayacaktır. OHAL koşullarında referandum istemelerinin ana nedeni de budur.
Ama sandıktan evet çıkınca, ülkemizdeki devletin, burjuva egemenlerin, hangi sorunları çözüme ulaşacaktır? Mesela Suriye savaşında yaşadıkları yenilgi, içine girdikleri çıkmaz sokak mı değişecektir? Kürt halkına karşı yürüttükleri katliam politikaları mı sona erecektir? Ekonomileri mi düzlüğe çıkacak, fabrikalarda üretim mi yapılacaktır? Ülkeye turist mi gelecek, özelleştirilerek arsa hâline getirilmiş olan endüstriyel tesisler yeniden geri mi alınacak?
Evet oyu çıkarsa, burjuva egemenlerin yeni bir anayasası olacak. TC devletinin bu yeni nur topu gibi anayasası, en başta kendi başına işler açacaktır. TC devleti, bu yolla çözülüşünü mü durduracak? Asla.
Bu referandumdan evet oyu çıkartılırsa, ki bunu hedefliyorlar, bu durumda sürekli OHAL dönemine geçmiş olacağız. OHAL kalkacak, çünkü artık anlamı yoktur. Zaten Cumhurbaşkanı OHAL yetkilerine sahiptir.
Peki, tüm bunlara rağmen, sandıktan hayır çıkması için neden mücadele edeceğiz?
Hayır çalışması, işçi sınıfını, halkları örgütleme çalışmasının bir parçası olarak ele alınmalıdır.
Hayır demek yetmez.
Hayır denildi ve sandıktan hayır çıktı mı, bir zafer elde edilmiş olmaz. Belki, çeyrek bir zafer elde edilmiş olur. Hayır çıkarsa, Erdoğan ve ekibi, her istediklerini yapamayacaklarını göreceklerdir. Hayır çıkması demek, evet oylarının %10’larda kalması demektir. Yani, hayır çıkması demek, yapılan tüm hilelere rağmen evet oylarının istenilen orana gelmemesi demektir. Ama bu çeyrek zafer, biz işçi ve emekçilerin elde etmesi gereken tek şey değildir. Onun için, hayır ama yetmez, diyoruz. Biz, hem hayır diyeceğiz, hem de bu hayırı demekle, bir kurtuluşun gerçekleşmeyeceğini bileceğiz. Bu nedenle, bu hayır kampanyasından, tüm çalışmadan çıkacak en kıymetli sonuç, işçi ve emekçilerin örgütlenmesi, devrimin örgütlenmesi doğrultusunda gerçekleştirilecek ilerlemelerdir.
Devrimin gelişimi, kitlelerin bilinçlenmesi, işçi sınıfının örgütlenmesinin gelişmesi yönünde sandıktan “hayır” çıkması, faydalı olacaktır. Ama sandıktan önce, işçi sınıfının örgütlenmesi doğrultusunda gerçekleşecek her ilerleme, bizim için bir başarı olacaktır.
Bu garip anayasa belgesini parlamentodan geçirip halkın oyuna sunmaları, sistemin, TC devletinin ne kadar çaresiz, ne kadar gözü kara, ne kadar korku içinde olduğunu göstermektedir. Bu kadar işlevsiz, bu kadar hukuk dışı bir metni anayasa metni olarak halka sunmak, büyük bir çapsızlığın, büyük bir çaresizliğin işaretidir.
Elbette, bu aynı zamanda Erdoğan’ın kendisini kurtarma operasyonudur da. Ama TC devletinin tüm varlığını Erdoğan’a ipotek etmiş olması, çaresizliğin en açık kanıtıdır.
Bu nedenle bu kadar saldırganlar.
Korkuyorlar ve korktukça, halkı da korkutmak için saldırıyorlar.
Suriye savaşında, efendileri ABD ile birlikte yenilmişlerdir. Şimdi bu yenilginin maliyeti üzerinde tartışıyorlar. İçeriyi kana buladılar, Kürt kentlerini yok ettiler, 7 Haziran’dan bu yana 7 bin ölü olduğu söylenmektedir. Ve şimdi, kendi iktidarlarını güvence altına almak için, anayasa değişikliği yapıyorlar.
Fiilî durumu yasal hâle getiriyoruz, diyorlar.
OHAL yasaları ile, ülkenin tarımını yok ediyorlar, işçilerin tüm sosyal haklarını tırpanlıyorlar. Ve bu yeni anayasa ile, sürekli OHAL koşullarını yaşayacaklar.
Ve tüm bunlar, işçi sınıfını daha fazla sömürmek içindir. Tüm bunlar, işçilerin cehennem gibi yaşam koşulları üzerinde yükselen kendi cennetlerini ebedî kılmak içindir.
Öyle ise, bu hayır kampanyası bir araç olmalıdır. Bu vesile ile, işçi sınıfının örgütlenmesi yönünde adımlar atmalıyız.
Çıkış, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesindedir. Çıkış, üretimi elinde tutanların, yönetimi eline almaya karar vermelerindedir.
Hayır diyoruz.
Yetmeyeceğini biliyoruz.
Onun için, işçi sınıfının devrimci örgütlenmesinin gelişmesine gözümüzü dikiyoruz.
Sıra işçi sınıfının önderliğinde, halkların gerçek anayasasını; kardeşlik, barış, emek, özgürlük anayasasını yapmaktadır. Sıra buna gelmiştir. Bunun için örgütlenme zamanıdır.

HDP saldırı altında

     30 Kasım: Gece 12:00’de İskenderun HDP İlçe örgütüne silahlı saldırı gerçekleştirildi.

  11 Aralık: HDP İskenderun’daki Gültepe Mahalle Temsilciliği’ne molotof kokteyli atıldı, Temsilcilik binası kullanılamaz hale geldi.

    12 Aralık: Beşiktaş bombalamasının ardından, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “İntikamını alacağız” diyerek talimatını verdiği operasyonlarda ülke genelinde HDP binaları basıldı, HDP üyeleri gözaltına alındı. İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, İzmir, Manisa, Urfa, Hakkari ve Antep’te yapılan operasyonlarda toplam 235 kişi gözaltına alınırken, İstanbul İl binası şafak baskını ile talan edilerek duvara; “Geldik yoktunuz” yazıldı.
Balıkesir’de HDP İl binasına bir saldırgan pompalı tüfekle iki el ateş etti. Ardından polise teslim oldu.

   13 Aralık: HDP Grup Başkanvekili ve Diyarbakır Milletvekili Çağlar Demirel ile Siirt Milletvekili Besime Konca TBMM’den çıktıkları sırada gözaltına alındı. Demirel “yurtdışına kaçacağı” istihbaratı gerekçe gösterilerek tutuklandı. Aynı gün HDP binalarına baskın ve gözaltılar devam etti, toplam gözaltı sayısı 325’e yükseldi.
Konya’da yaklaşık 300 kişilik bir grup HDP İl Başkanlığı’na saldırdı. Camları kırıp, eşyaları dağıtan saldırganlar binayı ateşe vermek istedi, duvara “Geldik yoktunuz, NEÜ teşkilat” yazdı.
İşkence gördüm
Gözaltına alınan Siirt Milletvekili Besime Konca, adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Yaptığı açıklamada işkence gördüğünü belirten Konca, savcılık itirazıyla yeniden gözaltına alınarak tutuklandı. HDP’nin tutuklu milletvekili sayısı 12’ye yükseldi.

  14 Aralık: HDP Genel Merkez binasına silahlı saldırı gerçekleştirildi. 4 el ateş eden saldırgan gözaltına alındı. Binaya çıkan sokağın giriş ve çıkışlarında ve bina girişinde 24 saat nöbet tutan polis saldırının gerçekleşmesini engelleyemedi(!). HDP konuya ilişkin “İl-ilçe binalarımıza, Genel Merkezimize dönük saldırıların azmettiricisi, intikam yemini eden ve seferberlik çağrıları yapan yetkililerdir” dedi.
Demirtaş’ın CPT mektubuna el konuldu, Türk’e kelepçeli muayene dayatıldı
İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi (İHD), tutuklu HDP milletvekilleri ve DBP’li belediye eşbaşkanlarının cezaevi koşulları ve durumlarının tespiti için yaptığı gözlem ve değerlendirmeleri içeren raporunu 15 Aralık günü Genel Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısıyla duyurdu.
Demirtaş’ın CPT’ye (Avrupa Konseyi İşkence ve Kötü Muameleyi Önleme Komitesi’ne) Edirne F Tipi Cezaevinde karşılaştığı hak ihlallerini yazdığı mektubuna el konulduğunu ifade eden İHD heyeti, kalp pili taşıyan ve sağlığı tehlike altında olan Ahmet Türk’ün ise kelepçeli muayene dayatmasını kabul etmediği için gereken sağlık kontrolünün halen yapılmadığını belirtti.
Raporda, HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, milletvekilleri Gülser Yıldırım ile Kandıra 1 Nolu Cezaevinde yapılan görüşmenin görüntülü ve sesli yapıldığı, aynı zamanda görüşme esnasında bir infaz koruma memurunun da hazır bulunduğuna ve bu durumun avukat-müvekkil görüşmesinin gizli olmasına dair temel kuralın ihlali anlamına geldiğine yer verildi.
Görüşülen tutukluların tamamının tecrit koşullarında tutulduğu aktarılan raporda, tutukluların 3 kişilik hücrelerde tek başlarına tutuldukları vurgulandı.

     17 Aralık: Aydın Didim’de 9 HDP üyesine ev baskını yapıldı.
Kayseri’deki özel eğitimli komandolara yönelik bombalı saldırının ardından, pek çok yerde HDP binalarına saldırılar oldu. Bir güruh Kayseri HDP İl binasını bastı. Bina önce polis gözetiminde taşlandı, ardından basılıp içerisindeki eşyalar camlardan atıldı ve bina yakılmaya çalışıldı, üç hilalli bayrak asıldı. Sonrasında polis grubu binadan çıkartırken, gelen itfaiye ve polis HDP Kayseri İl Örgütü tabelasını söktü.
İstanbul Bağcılar’da saldırgan bir grup, HDP binasının önünde tekbir getirerek, binaya havai fişek fırlattı, binanın kapısını kırmaya çalıştı.
Üsküdar’da ise bir grup boş olan HDP binasının önüne gelerek ırkçı sloganlar attı.
Kocaeli Darıca’da İlçe binasına ateş açıldı. Mermiler camlara isabet etti.
Saldırganlar değil savunanlar gözaltına alındı
Çanakkale’de 4 kişilik bir grup HDP binasına saldırdı. Saldırıyı engellemeye çalışan HDP’liler gözaltına alındı.

    18 Aralık: HDP Şişli binasına ırkçı bir grup saldırdı. Ellerinde “rehber Kur-ân hedef turan” yazan bayraklarla gelen saldırganlar, sokağa asılı HDP bayraklarını yaktı.
CNN Türk: HDP binalarına saldırılar terörle mücadelede önemli rol oynuyor
Aynı gün CNN Türk kanalı, HDP binalarına yapılan saldırıların haberini; üst bantta ‘HDP binalarına saldırılar’, alt bantta ‘terörle mücadelede önemli rol oynuyor’ olarak verdi. Olaya ilişkin HDP Genel Merkez, konuya ilişkin açıklama beklediğini belirtti. CNN Türk; “Bu vahim hatadan dolayı özür dileriz” diyerek, alt bandın önceki haberden kaldığını savundu.
HDP Ümraniye İlçe’sine ırkçı bir grup saldırdı. Saldırı esnasında bir polis binadan düşerek hayatını kaybetti. ANF’nin haberine göre polisin HDP tabelasını indirmeye çalışırken, yerel kaynaklara göre ise bayrak asmaya çalışırken düştüğü bildirildi.

  20-24 Aralık: Eskişehir, Adana, Mersin, Ankara, Aydın, Kars ve Şırnak’ta HDP’ye yönelik operasyonlar sürdü. Mahkemelerin tutuklama kararlarından biri; “Ev baskınlarında toplanan delillerin henüz incelenmemiş olması, suçun zincirleme bir şekilde işlenmesi, propagandası yapılan örgütün iki ayrı bomba patlatması ve bu durumun halk üzerinde korku ve endişe yaratması” şeklinde kayda geçti.

  26 Aralık: Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ile ilgili yürüttüğü soruşturma kapsamında, aralarında HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk ve DBP Eş Genel Başkan Yardımcısını Seydi Fırat’ın bulunduğu 6 kişi gözaltına alındı.

                                                                                                                                               Kaynak. Direnişteyiz, 26 Aralık 2016