Ana Sayfa Blog Sayfa 149

Şeyh Bedreddin: “Sözü, bakışı, soluğu aramızdan çıkıp gelecektir”*

 

“ben sabahlara güneş olmaya gidiyorum,
kimse karanlığa uyanmasın diye…”

Şeyh Bedreddin başkaldırısı, Osmanlı düzenine karşı eşitlikçi bir isyandır ve devrimci mücadele tarihinin bugüne taşıdıkları açısından çok önemlidir.
Çünkü! “Tarih kazananların propagandasıdır,” diyen Ernst Toller’in altını çizdiği saptama karşısında; hepimizin/tüm ezilenlerin, “Tarihin kendisi, amaçları uğruna yaşayan insanların yaptıklarından ibarettir,” vurgusuyla, “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker,” diyen Karl Marx’ın uyarısının “es” geçilmemesi gerek…
Evet tarihin bize, “geçmişin bilgisi”ni veya geçmiş olayların “hakikât”ini sunduğunu, bugünü anlamak için bir “hazine” değeri taşıyan geçmişin kapısını açar. Bu geçmişten gelecek için dersler çıkarmamız imkânını sunar. Bunun otomatik olarak gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir.
Kolay mı? Her sınıfın tarihi kendisinedir. Geçmişi algılama, kabullenme, yönlendirme niyetleri sınıfsaldır ve değişir. Her bir sınıf kendi ilgi ve kaygısı doğrultusunda, yetenek ve gücünün elverdiği kadarıyla geçmişi tarif eder. Tarih sınıfsal oluşum/ve yorumlanma sürecinden kaçamaz. Bu nedenle her zaman sınıflar için yeniden yazılır.
O hâlde Şeyh Bedreddin (ile Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal) İsyanı’ndan söz ederken çelişkili değerlendirme ve karşıtlıkları asla yadırgamamız gerekiyor… Mesela “Şeyh Bedreddin’in hayatı boyunca hiçbir isyana karışmadığı, hatta kurulu düzenin temellerini sağlamlaştırmak için hukuk kitapları yazdığı”nı belirten Prof. Dr. Durali Yılmaz’a göre, “Marksistlerin Şeyhi yanlış tanımladılar… Solcular, Şeyhe sahip çıktıkça sağ kesim bu büyük âlimden uzaklaştı,” sözlerindeki üzere…
Bu bağlamda konuya ilişkin olarak -Esat Korkmaz’ın ‘Varidât’ tefsirinden- bir şeyi daha aktarmadan geçmeyelim:
“Tarih üzerine düşünmek, ölmüş-gitmiş olanlarımızı yeniden aramıza taşıma işidir. Bu yolla tarihe sahip çıkma girişimidir. Bunu sağlıklı yapamazsak ölmüş-gitmiş kimi alçakların ‘oyuncağı’ olabiliriz; çünkü tarih, yalnızca dürüstlerin değil, alçakların da tarihidir, ortak tarihtir ya da tarih içinde tarihtir. Eksikliği yaşam ‘bağışlamaz’, ‘boşluk’ da tanımaz; ne olup ne bitiyor demeye fırsat bulamadan tarih ‘egemenin hizmeti’ne girer ya da bizler bu tarihin ‘hizmetçisi’ oluruz. Böylesi bir son yakalandığında, ‘ölüler yaşayanları bir bir gömmeye’ başlar. Yaşamın geleceğine egemen olmak istiyorsak ‘zamanı yutmak’, kendimize egemen olmak istiyorsak ‘yutulan zamanı gözlemek durumundayız.
Geçmiş olayların tarihsel özelliği, ancak ‘geleceğe’ katkıları ortaya çıktığında tam olarak anlaşılabilir: Aradan altıyüz yıla yakın süre geçti, tam anlamıyla ‘gelecek zaman’da sayılırız; bilmek için ‘yeterli zaman’ geçmiştir. Kaynaklar, boş bir evde duran ‘hayaletler’ gibidir; tarihle sulanabilirse sulanıp canlandırılabilirse ‘hayalet’ olmaktan çıkıp aramıza katılabilirler. Hayaletlerin aramıza katılması ‘geçmişimizle çiftleşmek’ anlamına gelir ki ‘doğum’ kaçınılmazdır.
Bizler Onu Nâzım Hikmet’in ‘Şeyh Bedreddin Destanı’ndan öğrendik: Nâzım Hikmet, isyanın geçtiği tarih kesitine, koğuşun demir parmaklıklarına yanaşan ve tornacı Şefik’in gömleğini giyen Börklüce Mustafa’nın dervişlerinden birinin ‘ruhu’ ile yolculuk etmişti. Biz ise Bedreddin’in kavga düşünce dünyasına, ‘yaşamın sonuncu kaynağı olduğuna inanılan ve canı taşıdığı kabul edilen’, ondan bize ulaşan tek ‘kanıt’ durumunda bulunan ‘kemikleri’ ile seyahat edeceğiz. Kemiklerden oluşan ‘iskelet’, geriye taşındığında ‘bin bir can edinir, bin bir dona bürünür’; geçmişin orasında-burasında ‘bedensiz dolaşan ve beden beden’ diye çığrışan Bedreddin müridlerini ‘uçurup’ aramıza taşıyıverir. Bu aslında ‘söze gelmek sözle gelmek’, yeni bedenlerde ‘yorumlanmak’, yani ‘davranışa dönüşmek’, bu yolla geleceğe taşınıp ‘ölümsüzleşmek ölmeden evvel ölmek ya da yaşarken dirilmek’ demektir.”

ŞEYH BEDREDDİN İSYAN(LAR)I NEDİR?
Şeyh Bedreddin İsyan(lar)ı, Osmanlı zulmüne karşı direnen, bir özgürlük ve ortakçılık hareketidir.
Kardeşlik ve dayanışma ülkülerini öne çıkartan eşitlikçi bir toplum hayalinin mimarıydı. Annesi Rum, eşi Habeş (eski bir köle), gelini Ermeni olan XV. yüzyıl mutasavvıfı, hukuk âlimi ve isyancısıydı; Sakız Adası rahipleri, Torlaklar, Kalenderiler ve Ege Köylüleri onun peşinden gitmişti.
Şeyh Bedreddin hareketi, İslâmın Ortodoks Sünnî çizgisine itiraz eden bir heteredoksiden malûldü. Onu önemli kılan, hiç kuşkusuz, adı ile anılan isyandı. Bu isyanın taşıdığı motifler ve unsurlar özellikle siyasal-ideolojik konumları itibariyle “sol”daki çevrelerin ilgisini çekmişti. Çünkü “sol” başlığı altında savunulan görüş ve düşüncelerin bu topraklarda derinlere giden kökleri bulunduğu gibi heyecan verici bir sava haklılık kazanan bir membaydı.
Ahirete, kıyamete dolayısıyla ölümden sonra yaşama inanmaz, yeryüzündeki her şeyin tanrıdan bir parça olduğunu söyleyerek, Hallac-ı Mansur’un “Enel hak” kavramını hatırlatıp, talep ettiği sosyal düzenle ortaklaşmacılığı çağrıştırırdı.
İdris Küçükömer’in, isyandan önce bazı papazlarla ve Avrupa’nın ünlü köylü ayaklanmalarının öncüsü Jan Hus ile görüştüğünü ve ondan etkilendiğini kaydettiği Şeyh Bedreddin başkaldırısı, toplumun değişik kesimleri tarafından farklı yorumlamalara konu olmuş bir realitedir.
Hikmet Kıvılcımlı’nın, “Türkiye devrim tarihinin, gerekse bütün insanlığın sosyal devrim tarihinin en ilgi çekici, en büyük kahramanlarından biridir… Şeyh Bedreddin ve müritleri; halkın arasına karışıyor, toprakların onu işleyen, ona alın terini karıştıranların olduğunu, insanların kardeşliğini öğütlüyorlardı. Şeyh Bedreddin bir ortaçağ köylü sosyalizmini ortaya koymuştu. Bu konudaki görüşleriyle, kendinden iki asır sonra gelecek olan ütopik (hayalî) sosyalizmin kurucusu Thomas Moore’dan daha ileri görüşlü ve gerçekçiydi,” notunu düştüğü ve isyan kelimesiyle özdeşleşmiş Anadolu’nun yetiştirdiği ayaklanmacı ve panteist materyalizmin ilk temsilcilerindendir o.
“Dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır,” diyen “ortaklaşmacı” özellikleriyle, çağının ilerisinde düşüncelere sahipti Şeyh Bedreddin. Ve denilebilir ki, İslâm dünyasının turnusolüydü. Ortaçağ’da Hıristiyan engizisyonunu kötüleyip İslâm’ın “hoşgörü”sünü yücelten dinciler(imiz) Şeyh Bedreddin konusunda çuvallarlar.

O DER Kİ
“Seni sende ara, yetesin aşk ile. Senin ilacın sendedir,” vurgusuyla “Ben şu topraklar üstünde bir insanın iki ayağı üstünde dikeldiği günü düşünürüm. Başının üstünde gökyüzü… Ayağının altında kara toprak… mal var mıydı? Mülk var mıydı? İncirler ağaçlarında ballanır, asmalarında sallanırdı… Her nimet, onu dileyenindi. Kimse de ihtiyacından çoğunu dilemezdi. Derken bir gün biri ihtiyacından bir fazlasını aldı, öteki bunu gördü, daha çoğunu aldı. Üçüncü bunu gördü, kavga çıkardı ve dahi ilk işi en çoğunu kendine ayırmak oldu. İncirler sepetlerde sandıklarda çürür oldular ve dahi incir bulamayanlar kötü yollara düştüler… Mal mülk icat olundu, dünyanın tadı kaçtı,” diyen Şeyh Bedreddin’in önemli saptamalarından birkaçı şöyledir:
“Hayatı ve dünyayı kendi küçük dünyaları ile sınırlı tutanlar bizi anlamazlar”…
“Yârin yanağından başka her şey ortaktır, ektiğin toprak senindir, diktiğin ağaç senindir”…
“Her şey Allahın adaletine kalıyorsa, mülkün adaleti ne işe yarıyor”…
“Toprak işleyenin, su kullananındır”…
“Ay ve güneş herkesin lambasıdır, hava herkesin havasıdır, su herkesin suyudur. Ekmek neden herkesin ekmeği değildir?”
“Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Demek ki; dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır”…
“Kötü ve çirkin işlerle uğraşan insanlar Hak’tan uzaklaşmışlardır. Cehennem işte budur. Cennetle cehennemi başka yerde aramak saçmalıktır”…
“İnsanlar eylemleriyle, düşünce ve fikirleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda Hak’la kavuşmuşlardır”…
“Ölmezden önce ölmek, dünyanın zevklerinden ve hayvani hırs ve şehvetlerinden sakınmaktır. Onu yapabilen insan, şüphesiz ki; hakiki varlık ile birleşir. Ve sonsuz hayat ile diri olur. Ancak insanlar dünyanın bin bir türlü çekici ve aldatıcı zevkinden, çeşit çeşit yakıcı hırslarından ayrılmadıkları için buna gönül vermezler”…
“Öfken ve nefsin bir olup, aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın”…
“Hakikât bize insanları varlıklarına, dinlerine, dillerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur”…
“Unutma ki! Yüksekte yer tutanlar aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğunda mücadeleden korkma. Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler”…
“Gerçek iktidar, insanlar üzerinde değil, yürekler üzerinde kurulur”…
“Oğul, insanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler”…
“Beni kara toprakta değil, hakikâtı anlamış insanların yüreklerinde arayın! Ben de hâlimce Bedreddinem”…
“Tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık için vuruşanları hiç unutmaz”…

YAŞAMI, MÜCADELESİ
Asıl adı Mahmut’tur, “Bedreddin” bir isim değil, unvandır. Hatta “Şeyh Bedreddin Mahmut Rûmi” diye anılır bazı kaynaklarda.
Kesin olmayan tarihlere göre Şeyh Bedreddin 1365 (veya 1359?) yılında Edirne’nin kuzeyinde Eskizagna-Kızanlık yolu üzerinde Simavna kasabasında doğmuştur. Bir Selçuklu soylusu olan babası, Simavna kalesini Bizanslılardan alan birliğin komutanı olup, bu nedenle de Simavna gazisi olarak nitelenen İsrail’dir. İsrail, kalesini fethettiği Bizans tekfurunun kızını önce ganimet olarak alır, sonra evlenir; Rum kızı Müslüman olur ve Melek adını alır. Melek, Bedreddin’in annesidir.
Eğitimine de Edirne’de başlamıştır. Buradan Bursa ve Konya’ya geçerek fıkıh, hadis, kelam, belagat, tefsir gibi eğitimlerini tamamlar. Daha sonra hayatını değiştirecek yer olan Mısır’a doğru hareket eder. Mısır’da Muhammed Bin Ekmeleddin, sonradan ünlü bir tıp bilgini olan Hacı Paşa, ozan Ahmedi, Şemsettin Fenari gibi İslâm düşüncesinin o çağda önemli aydınları arasında yer alıp ilk tasavvuf eğitimini alır. Şeyh Hüseyin Ahlati de bu bilginlerden birisidir. Şeyh Ahlati Alevîdir. Şeyh Bedreddin ise, aldığı eğitim çerçevesinde Sünnîdir. Ancak aradan geçen zaman Şeyh Bedreddin’i Alevî anlayışa doğru sürüklemiştir. Şeyh Hüseyin Ahlati öldükten sonra onun yerine geçer. Bu görevi fazla uzun sürmez. Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğrar ve 1406 yılında Edirne’ye gelir.
Bu zamanlarda Osmanlı’da taht kavgaları yaşanmaktadır. Musa Çelebi bu kavgadan “galip” çıkarak Edirne’yi ele geçirir. Şeyh Bedreddin kazaskerdir artık. 1413 yılında bu görevi son bulur. Musa Çelebi’nin kardeşi Çelebi Mehmet tahtı ele geçirir ve Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir. Şeyh Bedreddin burada örgütlenme faaliyetlerini artırır. İnsanlar, taht kavgalarından dolayı huzursuzdur. Bu huzursuzluğunun yanında Osmanlının baskıları da eklenince bıkkınlık artar.
Bedreddin’in insanlara vaat ettiği düşünceler sevgiyi, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesini amaçlar. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar. Bu anlamıyla döneminin ortaklaşmacı önderlerindendir. Bu önderlik Anadolu topraklarında bir kesişme noktası olmuştur.
Bedreddin cenneti dünyada arayanlardandır. ‘Varidât’ başlıklı yapıtında tanrıyı “Bütün işlerin kendi özünden doğması, olgunluk nitelikleriyle nitelenmiş olması yüzünden salt varlık” olarak açıklarken, “salt varlığa” yüklenen “yalnız kendisiyle, kendi özü ile varolan, başka bir nesnenin varlığını gerektirmeyen varlık” anlamıyla, hem yaratılmanın hem de yoktan varolmanın reddiyle, her insanın Tanrı’nın dünya üzerindeki görünümü olduğu biçimde açıklar. Bu anlayış İslâma, şeriat ilkelerine tamamen aykırıdır. Biraz daha açarsak Şeyh Bedreddin, yeniden dirilişi “bir gövde ile ayrıntıları, dağılıp yokolduktan sonra yeniden eski biçimine dönmez, yeniden birleşip bütünleşemez, var olamaz” diyerek ret eder.
Bu görüşler Anadolu’ya yayılır. Bunda en önemli rol de Şeyh Bedreddin’in müritlerinden özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Anadolu’nun değişik kentlerinde örgütlenme çalışmaları yapan bu insanlar Şeyh Bedreddin’e oldukça insan kazandırmıştır. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise, Manisa’da Osmanlı ordusuna karşı direnişler gerçekleştirmektedir.
Bu direnişler Osmanlı tahtı için tehlikeli görülür. Çelebi Mehmet direnişi bastırmak için askerî gücünü seferber eder. Karaburun’da Börklüce Mustafa işkence edilerek öldürülür. Bu direnişlerde Osmanlı ordusu kayıplar vermektedir. Fakat, direniş bastırılır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal işkencelerden geçirilir. Bu işkencelere karşı kahramanca direnilir, teslim olunmaz. Bu yenilgiden sonra Şeyh Bedreddin, Rumeli’de önce Eflak, oradan da kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman’a gider. Burada Osmanlı ordusuna esir düşer ve Serez Çarşısı’nda, 1420’de idam edilir.
Şeyh Bedreddin’in müritlerinden Börklüce Mustafa, bazı kaynaklara göre, Sakız Adası yörelerinde Hıristiyanlar ve keşişlerle ilişki kurup, onlara Şeyhin görüşlerini açıklamış, böylece belki de o güne kadar dinî farklılıkların üstünü örttüğü “hak edilmiş bir ortak yaşantı” kurmak amacıyla ortak davranma yollarını araştırmıştı.
Şeyh Bedreddin’i diğer ayaklanmalardan ayıran fark kolektif emeği savunması ve emeğe verdiği değerdir. Sömürünün ortadan kalkması talebidir. Eşit, ezilen-ezen çelişkisinin yaşanmadığı bir dünya özlemidir. Ona göre, dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Şeyh Bedreddin bu bağlamda der ki, “Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.” Ayrıca bir farkı da XIII. yüzyıl boyunca Anadolu’daki ayaklanmaların öncüsü, esin kaynağı olmasıdır. Devlet düzenini zora dayanarak sarsmasıdır. Devletle çatışarak yaşamını kaybetmesidir.
Mısır’da aldığı eğitimin bunda oldukça etkisi olmuştur. Bu süreç, Şeyh Bedreddin’i uğrunda canını kaybettiği eşitlikçi-devrimci düşüncelere yöneltmiş, tanrısal gerçeklere varmanın yolunu ancak Tanrı ile kurulacak yakınlık sonucu Tanrı ışığının içe doğuşundan geçtiği, insanın Tanrı ile özdeşleştiği ve cennetin ancak bu dünyada kurulabileceği fikrine ulaştırmıştır. Bu da Şeyh Bedreddin’le, aynı kanıları paylaşmayanlarca, dinsiz, sapkın ve asi ilan edilmesini sağlamıştır. Aynı zamanda yeryüzünde olduğunu iddia ettiği cennete erişmek isteyen, çünkü cehennemi yeryüzünde bulmuş olan ezilenlere yol gösterdiği için, egemenler tarafından bir kargaşalık kaynağı olarak algılanmasının gerekçelerini yaratmış, egemenler katında kargaşalığın kaynağı olarak gösterilmesine yetmiştir.
Ayrıca İslâm dininde Tanrı ile kul arasında kurulan ilişkilerin başında gelen ibadet, İslâm geleneğinde Tanrı’ya bağlanmak, kulluk etmek biçiminde geçerken, onda farklı bir içerik kazanır. Şeyh Bedreddin’e ibadetin esas anlamı, namaz, oruç, zekât vb. biçimleri altında yapılırken, insanın bütün kötülüklerden arınması, Tanrı’ya kavuşmasıdır. İbadet ancak bütün kötülüklerden ve özellikle bütün çıkarlardan arınmış bir gönülle yapılması gereken ahlâki bir sorundur.
Onun cennet hakkındaki görüşlerini biraz daha açarsak, “Birtakım insanlar, birtakım insanlara taparlar, kimi altın ve gümüş paralara, kimi yenilecek, içilecek nesnelere tapar da Tanrı’ya taptığını sanır” derken, ibadetin dışa dönük bir görevin yerine getirilmesi, bir çıkarın sağlanması, cennete gidilmesi amaçlarıyla yapılmasını açık bir dille ret eder. Şeyh Bedreddin’e göre Tanrı’ya ya da başka bir deyişle Tanrı’nın bir görünüşü niteliğine kavuşma çabasındaki insana yakışan, mülk ortaklığının olduğu bir toplum düzenidir.
Özetle Şeyh Bedreddin İsyan(lar)ından bugüne “Osmanlı egemenlerine karşı halk kitlelerinin tepkisini isyana yönelten şahsiyetler”in gerçeği kalmıştır. Dönemin kroniklerinde (özellikle Dukas Tarihi’nde) Börklüce’nin isyanına ilişkin olarak belirtilen, “kadınlar hariç mal-mülk her şeyde ortaklığın” isyanın şiarı olduğu bilgisinin bugüne değin olarak yorumlanmasının sonucunda durum, “değersel” bir boyut da kazanır. Bu değersellik iki yönlüdür. Bir yandan “olumlu/yüceltici” bir vurguyla, mülkiyetin kaldırıldığı “ortaklaşmacı” bir düzen isteğinin ve savunuculuğunun bu topraklarda ta XV. yüzyıla kadar geriye götürülebileceği görüşlerine temel oluşturur. Nâzım’ın destan şiirinin ağızlarda nakarat olan “Yârin yanağından gayrı/ her şeyde her yerde/ hep beraber diyebilmek için…” dizeleri bu heyecana tercüman olur.
Şeyh Bedreddin ayaklanmasını ilkel komünist toplum özlemi olarak da niteleyebiliriz. Ne var ki sosyalizmin ilk belirtilerini de içinde taşıyan, çağlardır süregelen ezen-ezilen çatışmasına halkçı niteliği kazandıran bir harekettir bu. Geriye olduğu kadar ileriye, geleceğe de dönüktür.
Özetin özeti: Şeyh Bedreddin dönemin eşitlikçi ortaklaşmacı önderidir. Topluma gerçeği gösteren bir ışıktır. Ve o ışık hiç sönmemiştir. O ışığı taşıyanlar zalimlerce katledilmiştir.

DÖNEMİN KOŞULLARI
Şeyh Bedreddin esas olarak bir din adamı (âlim), bir parça mutasavvıf ve devlet adamıdır (kadıasker). Ama bunların hepsinden öte, tarihe bir isyancı, siyasal iktidara karşı halk kitlelerinin tepkilerine tercüman olmuş bir halk önderi olarak geçmiştir. Osmanlı devletinin kuruluş sancılarının son bulmadığı, hayli kritik bir dönemde, koşullarda etkinlik gösterir. Dönem Yıldırım Bayezıd’ın Timur karşısında 1402’deki Ankara Savaşı’nda bozguna uğramasından sonra Bayezıd’ın dört oğlu arasında zuhur eden kardeş kavgasının hüküm sürdüğü Fetret Devri’dir (1402-1413). Dolayısıyla büyük bir siyasal bunalım ve buna bağlı toplumsal çalkantı ve kargaşa havaya hâkimdir.
Yirmili yaşlarının başından itibaren Bedreddin, Edirne’de başlamış olduğu İslâmi ilimler tahsilini sürdürmek üzere o zamanki İslâm coğrafyasını karış karış dolaşmaya başlar. Önce Bursa ve Konya’da, daha sonra da Kahire’de eğitimini sürdürür. Bu arada Şam ve Kudüs’e, oradan da Mekke’ye hacca gider. Mısır’a dönüşünden sonra Sultan Berkuk oğlunun eğitimini Bedreddin’e verir. Ardından Mısır’da bir Sufî şeyhinin etkisinde tasavvufa yönelir. Sultan tarafından kendisine verilen Habeş cariye ile evlenir ve ondan oğlu İsmail doğar. Sonra Doğu Anadolu’ya ve Tebriz’e geçer, burada Timur’la tanışır. Memleketine dönmeye karar verir; Şam ve Halep yoluyla Anadolu’ya geçer, önce Konya’da, sonra Alevî Türkmenlerle tanıştığı Tire, Aydın, Kütahya gibi yerlerde bulunur. İzmir’den Sakız adasına geçer, Rum Tekfuru tarafından kabul görür, adadaki rahiplerle dostluk geliştirir. Tekrar Türkmenlerle meskûn Kütahya’ya ve Bursa üzerinden de Edirne’ye döner. 1380 başlarından 1406’ya kadar yaklaşık 25 yıllık bir dönemdir bu.
Dönüşünden bir süre sonra Fetret Devri’nin sonlarına doğru Rumeli’nde hüküm süren (1411-1413) Musa Çelebi’nin kazaskeri olur. Düşüncelerinin Musa Çelebi üzerinde etkili olduğu ve onun siyasal tutum alışlarına yön verdiği söylenir. Kaynaklarda belirtildiği kadarıyla bu düşünceler siyasal-ekonomik anlamda eşitlikçi, dinsel anlamda panteist (İbn-i Arabî etkisinde bir “vahdet-i vücut”çuluk) ve toplumsal-kültürel anlamda da bağdaştırmacı, yani senkretiktir.
Bu senkretizm Osmanlı fütuhatının halka halka genişlediği bir dönemde farklı dinsel kimliklerin, özellikle Müslüman Türkmen ve Hıristiyan Rum unsurların kâh yan yana, kâh karşı karşıya, kâh iç içe bir görüntü sergiledikleri son derece dinamik bir etkileşim ortamının söz konusu olduğu hatırlandığında anlam kazanacak bir stratejidir ve Celalî İsyanlarını da doğrudan etkilemiştir.

CELALÎ İSYANLARI
Celalî İsyanları, Anadolu’daki köylü ayaklanmalarıdır. XVI. ve XVII. yüzyıllarda, Osmanlı yönetimindeki Anadolu’da Yavuz Sultan Selim döneminde başlayan ve IV. Mehmed dönemine kadar devam eden zaman zarfında devlete karşı, ekonomik, sosyal, askerî ve siyasi nedenlerle ayaklananlara verilen addır. Anadolu’daki yoksul halkın isyanlarıdır. Uzun bir birikimin sonucu olup tek kaynaklı değildir. Dinî öğeler de taşıyan bu isyanların temeli ekonomiktir.
Cemal Süreya’nın, “şelaleye düşmüştür/ zeytinin dali/ Celalîyim/ Celalîsin/ Celalî,” dizeleriyle betimlediği Celalî İsyanları, XVI. ve XVII. yüzyıllarda, Anadolu’da toplumsal ve ekonomik yapıya karşı ayaklanmalara verilen addır. Ayaklanmaların adı, söz konusu başkaldırıların ilkinin önderi Bozoklu (Yozgatlı) Şeyh Celal’den gelir. 1519’da Osmanlı yönetimine başkaldıran (Tokat yöresinde başlayan) Şeyh Celal ayaklanması, Anadolu Alevîleri ve göçebe yaşayan diğer gruplar arasında destek buldu ve devletin ağır vergi yükü altında ezilen binlerce çiftçinin de katılmasıyla hızla yayıldı. Ayaklanma aynı yıl kanlı bir biçimde bastırıldı.
Anadolu’da ilk büyük Celalî hareketleri, medrese öğrencilerinin (suhte ya da softa) hareketi olarak ortaya çıktı. Medrese öğrencileri ve medrese bitirip iş bulamayanlar Yozgat, Amasya, Adıyaman, Sivas ve Malatya yörelerinde büyük ayaklanmalar başlattılar. Bu ayaklanmalar tarihe suhte ayaklanmaları olarak geçti. Daha sonra, asker sınıfından levent ve sekbanlar ayaklandılar. Bu arada Osmanlı Devleti’nin yerel yöneticileri, güç kullanarak halktan vergi toplamaya başladılar. Yerel yöneticilerin zulmü merkezî hükümet tarafından önü alınamaz duruma gelince, III. Murat (1574-1595), III. Mehmet (1595-1603) ve I. Ahmet (1603-1617) soygunlara, yöneticilere ve memurlara karşı köylülerin silahla mücadele etmesini isteyen fermanlar çıkardılar.
Anadolu’da meydana gelen Celalî İsyanlarına sadece çiftçiler ve işsizler destek vermemiştir. Osmanlı devletinin teokratik olmasına karşı çıkan Alevîler Celalî İsyanına destek vermişlerdir.
Celalî önderlerinden biri Bolu ve Gerede yöresinde 1581’de ortaya çıkan Köroğlu Ruşen’di. Köroğlu, soyguncu devlet yöneticilerine ve beylere karşı mücadele etti. Yaşamı ve serüvenleri, halk arasında derin izler bıraktı ve Köroğlu destanına konu oldu.
XVI. yüzyılın sonlarına değin Celalî ayaklanmaları, daha çok yöresel bir özellik taşıyordu. 1598’de Sivas ve Maraş bölgesinde çıkan Karayazıcı ayaklanması, Celalî hareketlerinin niteliğini değiştirdi. Sekban askerlerinin komutanıyken ayaklanan Karayazıcı’ya, dirlikleri ellerinden alınan sipahiler, topraklarını terk eden köylüler, işsiz kalan sekbanlar, yönetimden hoşnut olmayan beyler ve paşalar da katıldı. 20 bin kişilik bir ayaklanmacı ordusunu yöneten Karayazıcı, büyük kentlere bile baskınlar düzenleyip çekiliyordu. Karayazıcı, üzerine gönderilen Osmanlı ordusu karşısında Tokat’a çekildi ve 1601’de öldü.
Karayazıcı’nın ölümünden sonra ayaklanmacıların başına kardeşi Deli Hasan geçti. Osmanlı devleti, orta Anadolu’ya egemen olan Deli Hasan kuvvetlerini bastıramayınca, onunla anlaşma yolunu seçti. Deli Hasan’ı paşa unvanıyla Bosna beylerbeyliğine atadı. Ancak devletin bu tavrı öbür Celalî önderlerini cesaretlendirdi. 1603-1607 arasında Celalî ayaklanmaları bütün Anadolu’ya yayıldı. Tavil Ahmed, Canbulatoğlu ve Kalenderoğlu gibi…
Ardından sadrazam Kuyucu Murat Paşa büyük bir orduyla 1606’da Anadolu’ya geçti. 1610 yılına kadar giriştiği savaşlarda Celalîleri ve halkı acımasızca katlederek cesetlerini açtırdığı kuyulara doldurttu. Bu dönemde öldürttüğü insan sayısının 65 bin civarında olduğu rivayet edilir.
Erzurum beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa 1622’de yeni bir ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma ancak 1627’de bastırılabildi. Sultan I. İbrahim döneminde (1640-1648) Sivas valisi Vardar Ali Paşa ve İsparta yöresinde Kara Haydaroğlu ile Katırcıoğlu ayaklanmaları çıktı. Ama Osmanlı devleti, ayaklanmacılara karşı siyasetini belli ölçülerde değiştirdi. Onları denetim altına alma yolunu kullandı. Katırcıoğlu, Karaman beylerbeyliğiyle ödüllendirilerek etkisiz hâle getirildi. 1658’de ayaklanan Abaza Hasan Paşa’ya da devlet görevi verildi.

ÖZELLİĞİ/ÖNEMİ
Nedim Gürsel’in, “Tarihsel maddecilik açısından ele alındığında, Şeyh Bedreddin ayaklanmasının dinsel-ideolojik niteliği sınıf savaşımının özgül biçimlerinden biri olarak yorumlanmalıdır. Belli bir tarihsel dönemdeki ekonomik ve toplumsal koşulların doğal sonucudur bu,” biçiminde yorumladığı Şeyh Bedreddin İsyanı, Anadolu’daki toplumsal hareketlerin ve ayaklanmaların sadece bir tanesidir; bölgesel ya da dinsel bir özelliğe bağlı olmadan ortaya çıkmıştır. Şeyh Bedreddin’in önderlik ettiği bu toplumsal hareket sosyal eşitlik düşüncesine dayanıyordu.
Şeyh Bedreddin, yoldaşları Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’i halkı örgütlemeleri için Aydın ve Manisa dolaylarına yolladı… Aydın’a, oradan Karaburun dolaylarına giden Börklüce Mustafa, köylülerle ilişki kurdu ve görüşlerini kabul ettirdi. Bölgedeki Hıristiyan halkla da dostluk kurdu. Ve ele geçirdikleri yerlerde ağaları beyleri kovarak, toprağı hep beraber işlemeye, sosyal adaleti uygulamaya, komünistçe yaşamaya başladılar. Durumdan endişelenen Sultan Mehmet (I. Mehmet Çelebi veya I. Mehmed), Saruhan valisini üzerlerine gönderdi. Silahlanmış örgütlü köylüler devlet kuvvetlerini Karaburun’un dar geçitlerinde yendiler.
Ama sonuçta Şeyh Bedreddin ve yoldaşları Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ayaklandılar, direndiler, savaştılar ve kaybettiler. Yakalandıklarında ağır işkenceler gören Bedreddin’in yoldaşları yollarından ve sözlerinden dönmediler, “Dede Sultan iriş” diyerek ölümü kucakladılar… Şeyh Bedreddin de müritleri arasına karışan devlet ajanları tarafından esir alınıp Serez’de idam edildi. Ama sevenleri onun bir gün geri döneceğine olan inançlarıyla ölümsüzleştirirler onu…
Şeyh Bedreddin ile yoldaşlarını araştıran Ernst Werner’e göre, “O, geniş çaplı hoşgörü düşüncesiyle, Türkler ve yerli halk arasında bir kaynaşma sağlamak istiyordu. Dinlerin eşitliği ilkesini bu amaçla yayıyordu. Ama burada, sadece dinsel alandaki ayrımcılığın değil, siyasal alandaki ayrımcılığın da terk edilmesi söz konusuydu. Yenenler ve yenilenler yeni bir devlet sistemi içinde kaynaşmış bir toplum oluşturmalıydılar ve bu toplum, Katolik Avrupa’ya direnecek istem ve güçte olacaktı. Ortodoks Grekler ve Slavlar bir İslâm Hıristiyan devleti içinde Batı kilisesine karşı cephe alarak birleşmeliydiler. Şeyh, bir Latin-Grek kiliseler birliği düşüncesine karşı bir İslâm-Hıristiyan toplumları senteziyle çıkıyordu, böyle bir toplumda dinsel ve etnik sınırlar kalmayacaktı. Yöneten ve yönetilenleri bağlayan ortak çerçeve hoşgörüydü, hümanizm düşüncesiydi. Sınıfsal egemenliğin kaldırılmasını düşündüğü yoktu. Ütopik planları ve pratikleri bir yana bırakıyordu.”
Ernst Werner Börklüce Mustafa’nın düşüncesinin Şeyh Bedreddin’inkinden farklı olduğunu vurgulayarak şöyle diyor; “Buna karşılık Mustafa radikal devrim yolunu seçiyordu. Mustafa’daki hoşgörü düşüncesi yüksek İslâm çevrelerine özgü faydacı tutumdan kaynaklanıyordu. Köylü ve göçer grupların militan (savaşçı) ideolojisi hâline geldi. Mustafacılarda din eşitliği istemi sosyal eşitlik istemine dönüştü. Eski düzeni devirmeden eşitliği gerçekleştirmek imkânsız olduğundan sınıf mücadelesi ile hoşgörü yan yana yürüyordu. Eşitlik düşüncesi, peygambercilik akımları mesih (mehdi) rolünü nasıl benimsiyorsa mehdiliğe de aynen o şekilde soyunuyordu, çünkü eşitliğe giden kurtuluş yolunu ancak tanrının koruduğu bir önder ya da mehdi açabilirdi. Kurtuluşa doğru yükselen ilk safhayı bir ölçüde Mustafacılar üstlendiler, Mehdi’yi böylece duruma müdahale etmeye zorladılar. Mustafacılar, yenilgiye uğradıktan sonra, kurtarıcıları olan Mustafa’nın Samos adasına geçtiğini sanıyorlardı. Çünkü o ölümsüz yaşamını orada sürdürebilir, olaylara her zaman yeniden müdahale edebilirdi.”
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya göre de, “Büyük devrimcidir. O bakımdan, sosyal devrimler çağı demek olan modern çağın ilk en önemli müjdecisidir.”
Şeyh Bedreddin çokkültürlü bir eşitlikçilik anlayışla egemenlere başkaldırdı. Onun devrimci özü bu topraklardaki isyancılar için öğretici bir miras olarak -yer yer de anakronik benzetmelerle- nesilden nesile aktarıldı.
Örneğin Şeyh Bedreddin üzerine inceleme yapan veya onun hakkında fikir beyan edenlerin hemen hepsinde gözlenen bir diğer karakteristik, onu hem kendisinden önce ve sonra yaşamış başka tarihsel şahsiyetlerle fikri bir benzerlik içinde, hem de kendi yaşam dönemi dışında belirmiş ve klasik biçimlenmelerini kazanmış bir takım düşünce akımlarının temsilcisi olarak sunma girişimleridir. Bu noktada muazzam bir anakronizm batağına saplanıldığı görülür.
‘Varidât’ analizinden yola çıkan H. Ziya Ülken önce Leibniz, sonra Spinoza ile benzerlik bulmakta; Tanzimat dönemi aydınlarından Mizancı Murat onu dinsel bir reformcu olması itibariyle Luther’leştirmekte; buna karşı çıkan Cerrahoğlu ve daha sonra Nedim Gürsel özdeşlik için doğru ismin Thomas Münzer olduğu kanısını dile getirmekte; Alman tarihçi Hammer, Bedreddin’in dinsel renkteki düşünce ve eyleminin, İran’da V. yüzyılda patlayan Zerdüşt isyanının başını çeken Mazdek’inki ile benzerliğini vurgulamakta; Semaheddin Cem, “İslâm-dışı” saydığı Bedreddin’i Auguste Comte ile aynı kefeye koymakta; Baldemir, felsefî olarak idealizm ile materyalizm arasında gidip geldiğini belirterek ondan “feodal dönemin Kant’ı” diye söz etmekte; Z. F. Fındıkoğlu onu “Şark’ın Campanella’sı ve Thomas More’u” saymakta; Orhan Hançerlioğlu da onu More’un düşüncelerinin doğudaki temsilcisi olarak nitelemektedir. Liste bu şekilde uzayıp gider.
Söz konusu benzetmelerde, karşımıza en çok çıkacak nitelemen “sosyalist”lik/”komünist”liktir. Örneğin Orhan Hançerlioğlu’nun olumlu vurgusuyla Bedreddin büyük bir Türk “toplumcu”sudur; Prof. Fındıkoğlu için “Türkiye’de XIX. yüzyıl sonlarında başlatılabilecek sosyalist hareketin hazırlayıcısı”dır; Wittek’e göre “Bir nevi komünizmi… telkin eden içtimai ve dini hareketin başı”dır; Vryonis’e göre ise mülkiyet ortaklığı öneren komünist doktrini vaz’ederek toplumsal durumdan hoşnutsuz olanları çevresine toplayan biridir.
O hâlde Şeyh Bedreddin İsyanını (ve hareketini) betimleyen temel unsur ortaklaşmacı eşitliktir.
Bu nedenle onun, günümüze kadar devam eden bir ötekileştirilmiş şahsiyet özelliğine büründürülmesi ve Marksist ve sosyalist tabanlı tarih kurgusunun objesi hâline gelmesinde şaşırtıcı bir yan yoktur.
Tam da bunun için tarihçi Mizancı Mehmed Murad’ın, “Tanrı dünyayı yaratmış, insanlara bahşetmiştir. Erzak, giyecekler, hayvanlar, toprak ve bütün mahsulleri umumun müşterek hakkıdır. İnsanlar tabiat ve yaradılış itibariyle eşittir. Birinin servet toplayıp biriktirmesiyle, diğerlerinin ekmeğe bile muhtaç kalması İlahi maksada muhaliftir. Nikâhlı kadınlar ortaklıktan müstesnadır. Bu birlik haricinde kalan her şey insanların müşterek malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim. Sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Emlakimize karşılıklı tasarruf edebilmeliyiz. Gerek Müslümanlıkta gerek Hıristiyanlıkta ulemanın ve papazların hataları ile nice bid’atlar ihdas olunmuştur. Bunlar kaldırılırsa din bir olur,” satırlarındaki üzere Şeyh Bedreddin, edebiyat (roman, şiir) ve sanat (tiyatro, müzik) alanındaki eserlere de konu olmuş ve Nâzım Hikmet’in ‘Şeyh Bedreddin Destanı’ ve Erol Toy’un ‘Azap Ortakları’nda isyancı özelliği dile getirilmiştir.

DÜŞÜNCELERİ/GÖRÜŞLERİ
Şeyh Bedreddin’in düşüncelerini -önceleri Hıristiyan olup, sonradan Müslümanlığı seçen annesinden etkilendiğine dair görüşler söz konusuyken; burada önemli olan Şeyh Bedreddin’in annesi Melek Hatun’un, Edirne’den Selanik’e uzanan ve Dimetoka’yı da içine alan bölgedeki Zelotların öğretileriyle tanışık olmasıdır.
Melek Hatun’un yetiştiği ortam, Zelotların hâkim olduğu Selanik bölgesidir. “Manastırlara ait olan büyük servetlerin bir bölümünü alıp yoksullara dağıtmak, papazlara vermek ve kiliseleri süslemek için kullanırsak, ne sakıncası olur ki?” diye soran Zelotlar, kilisenin-manastırların mallarının yoksul insanlara paylaştırılması görüşünü savunup, mülkiyetin eşit biçimde dağıtılmasını destekleyen bir zümre idi.
“Zelotların isyanı Edirne’den başlayarak Aristokratlar ve Kantakuzenos taraftarlarını her yerde öldürerek Selanik’e ulaştı… Zelotlar, 1342’de tam yönetimi ele geçirip, Kantakuzenos taraftarlarını kovarak kendilerine özgü rejimlerini kurdular… Bütün aristokratların mallarına el koydular. Zelotlar sosyal ihtilalcilik ile kendine özgü meşruiyetçiliği birleştirmişler; meşru İmparator İoannes Paleologos’u tanıyorlar ve onun İstanbul’dan gönderdiği vali ile Zelotlar partisi başkanı yönetimi paylaşıyordu. Ama asıl yetki ve egemenlik hakkı Zelotlardaydı. Selanik 1350’lere kadar bağımsız olarak yönetildi.”
“Dünyada kutsallık olmaz, kutsallık sadece Tanrı’dadır (Bu görüşten kilise, manastır, cami ve tekke gibi tapınakların ve papa, kardinal, şeyh gibi din adamlarının kutsal mekân veya insan olamayacağı fikri ortaya çıkar). Yaratılmış her şey ve her nimet insan içindir. Toprağın tek sahibi tanrıdır,” haykırışıyla tarihte ve bölgede derin etkiler bırakan bu hareketin düşüncelerinin, annesi tarafından Şeyh Bedreddin’e aktarıldığını ciddiye almak gerekir.
Özellikle Rumeli’ndeki Bizans topraklarının, kentlerin 1360’lardan sonra Osmanlı’nın eline geçmesiyle, George Ostrogorsky’nin değindiği yoksulluk koşullarında bir değişiklik olmadı. Bu ortamda, Zelotların “Zenginlerin mallarını ellerinden alıp, yoksullara dağıtmayı” kutsal kitaplarda anlatılan olaylardan hareketle savunduğu gibi, Şeyh Bedreddin de Kur’an’ın ‘Nisa (131, 132)’ suresindeki, “Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır, Allah zengindir…” ayetini yorumlayarak beylerin, hükümranların mallarına el konulması gerektiğini vurguluyordu.
Bu çerçevede Şeyh Bedreddin’in düşüncelerinde Muhyiddin Arabî’nin etkilerini görebiliriz. O da, Vahdet-i Vücut (varlığın birliği) düşüncesinin yerine Vahdet-i Mevcut (varolanların birliği) düşüncesini savunmuştur. Doğa ve tanrı ona göre aynı şeydir. İbadetin yapılış şekilleri üzerinde durmak gereksizdir, çünkü ahret yönünden hepsi aynı yola çıkar görüşünü savunur. Ona göre, insan mazhar-ı kâmildir, yani mutlak varlık, en tam ve en mükemmel tecellisini insanda bulur.
Mutasavvıf Şeyh Bedreddin, daha çok vahdet-i mevcud (panteist) bir anlayışın hâkim olduğu bir yönüyle (Başta Nâzım Hikmet olmak üzere birçok kişi, onun felsefesini Spinoza’nın panteist fikirleri ile karşılaştırırlar) öne çıkar. Bu meyanda, Mevlana’dan ziyade Muhyiddin Arabi’nin fikirlerini benimsemiştir.
Şeyh Bedreddin’in isyanına kaynaklık eden alanlar Bogomilizm ve Katharizm’in yaygın olduğu bölgelerdir ki, mesiyanik karakterli heterodoks bir Hıristiyanlığı temsil eden akımlardır.
Mizancı Mehmed Murad Bey de, Şeyh Bedreddin’in -Börklüce Mustafa aracılığıyla- şu görüşleri yaydığını belirtir: “Allah dünyayı yaratmış, insanlara bahşetmiştir. Servet ve tarım ürünleri cümlenin müşterek hakkıdır. İnsanlar müsavidir. Birinin servet toplamalarıyla diğerlerinin ekmeğe bile muhtaç kalmaları ilahi maksada aykırıdır. Yalnız, nikâhlı kadınlardan başka dünyada her şey müşterek olmalı. Tanrı, kanunlar vazetmiş. Anlardan istifade için de akıl ve izan vermiştir. Kendi aklının muhiti dairesinde herkes ilahi emirleri kabul eder. Birinin muhiti, i’tikadı diğerininkine benzememek iddiasıyla üzerinde cebir kullanılması, ilahi emirlere ve maksatlarına aykırıdır. Çünkü fikir ve vicdan bir ahenk-i tabiat mahsulüdür. Cebrin tesirinden masundur. Bunu için İslâm, Hıristiyan, Musevi, Mecusi hep Tanrı kuludur, birdir, kardeştir. Aralarında muhabbet ve uhuvvet şarttır. İhtilat ve muhabbetleri sayesinde hak, batıla galebe eder. Hükümet ise zülüm ve tagallüb mahsulüdür. Anın tecavüzlerini hoş görmek, tanrının maksadına uygun olmayan emirlerine itaat etmek caiz değildir. İdari heyet, zaman-ı saadet’te olduğu gibi millet tarafından seçilmelidir. Saray, saltanat, muharebe, asker hep zulümdür. Tekkeler, dervişler, ulema O’nlar da zulmü ve tagallüb eserleridir. Herkes hürriyet-i tamme üzre fikir ve meslek-i zatide bulunmalı. Komşusunun meslek ve mezhebine hürmet etmeli…”
Şeyh Bedreddin’in görüşlerine göre:
i) Tanrının özüyle (zat) yaratılanlar (mahlûkat) birdir. Ruh ile madde aynıdır.
ii) Evren âlem yaratılmamıştır, kadimdir (Bu düşünce ile Charles Darwin ile materyalist görüşlerin evrenin evvelsizlik varsayımı arasında bir paralellik söz konusudur).
iii) Tanrı gerçek iradesi bir varlığın özünde olanı, tanrının istemesinden başka bir şey değildir. Tanrının iradesi varlığın özünde oluş gücüyle sınırlıdır. Bir varlığın özünde olmayanı tanrı da istemez. İstese de yaratamaz.
iv) Varlık âlemi bir tanedir. Dünya ahiret iki ayrı varlık değildir. Haşir yoktur. Diriliş yoktur. Dünyanın dışında başka bir âlem yoktur. Cennet ve cehennem bir kavram olmaktan öteye geçemez. Her ikisi de insanın mutluluğu ve mutsuzluğu ile ilgili kavramlardır. Dünyada mutlu olan cennette, mutsuz olan cehennemde yaşıyor demektir. Esas olan bu dünya da mutluluktur
v) Kur’an’da geçen bütün kavramlar örnektir. Gerçek amaç doğruyu ayrı ayrı niteliklerde anlatmaktır. Bütün dünya insanların ortaklaşa yararlanması içindir. Yeryüzünde toprak parçalarıyla ayrılan senin benim diye ayrılan toprak parçaları yoktur.
vi) Gerçek olan insandır. İnsan doğar, büyür ve ölür. Ruh ve beden ayrı değillerdir. Bütün manevi varlıklar insan düşüncesinin özünden doğmuştur. Melekler yoktur.
vii) Saadet ve servet ve dünyevi metalar (malk-mülk zenginlik) yaradılışta eşit olan insanlara, eşit olarak verilmelidir. Yârin yanağından başka her şey ortaktır. Mülk insanların değil insanlığındır. Hava, su nasıl ortaksa, yaratılan her şey yaratılmışların ortak malıdır.
viii) Bütün insanlar kardeştir. Müslüman, Mecusi, Hıristiyan ve Musevi yoktur. İnançlara baskı yapan ve insanlara zulüm eden hükümet ve idari heyet, ‘zaman-ı saadet’te olduğu gibi millet tarafından seçilmelidir. Saray, saltanat, muharebe, asker zulümdür. Herkes herkesin mezhebine, mesleğine ve dinine hürmet etmelidir. Fikir ve vicdan tabiatın ahengini sağlar. Cebrin tesirinden masundur. Bunun için İslâm, Hıristiyan, Musevi, Mecusi hep Tanrı kuludur, birdir.
Şeyh Bedreddin, ruh ve maddeyi eş düzeyde görmesiyle diğer mutasavvıflardan ayrılırken; mülkiyette ortaklığı savunmuş, ‘Varidât’ başlıklı yapıtında, tek tanrılı dinlerin asıl kaynağının bir olduğunu ve ahiret yönünden tümünün aynı yola çıktığını söylemiştir. Kıyamet belirtileri olarak deccal’in ya da mehdi’nin gelmeyeceğini ve kıyametin olmayacağını, cennet ve cehennem’in dünyaya ilişkin simgeler olduğunu söylemiştir.
Örneğin Şeyh Bedreddin’le birebir görüşmüş bir Bizans elçisi, onun sadece tüketim nesnelerinin eşit paylaşımını değil, aynı zamanda üretim araçları ve doğal kaynakların da ortaklığını savunduğunu notlarında şaşkınlıkla belirtirken; bilimsel sosyalizmle pek alâkâsı olmayan Şeyh Bedreddin’in görüşleri, ütopik sosyalizmin güzel bir örneğidir. İdeolojisi teolojiye dayanıyor gibi gözükse de; materyalist anlayışına paralel özellikler taşır.
Bu konuda şöyle yazar Şeyh Bedreddin: “Tanrı özüyle yaratılanlardan biridir, arada varlık ve oluş bakımından bir ayrılık yoktur. Evren yaratılmamıştır ve yok olmayacaktır. İlahi irade yanlış yorumlanmıştır. Çünkü gerçek tanrı iradesi bir varlığın özünde olan oluş gücüyle sınırlıdır. Ölümden sonra dirilme olmadığı gibi, cennet ve cehennem bir kavram olmaktan öteye geçmez.”
Günümüzün öznel idealistleri ile materyalistleri arasında yer alan bir felsefî görüşlere sahiptir. Ruhun yalnızca insanla var olabileceğini ve ölümle yok olacağını belirtir. Buradan hareketle her bireyin özünde eşit olduğunu ve toprağın eşit bir biçimde dağıtılmasını gerektiğini savunur.
Bu arada Alevî soyundan gelmeyen Şeyh Bedreddin’in tasavvuf öğretisi, hayat görüşü onu Alevî ve devrimci kesim tarafından sahip çıkılan bir insan yapmıştır.

‘VÂRİDAT’ PARANTEZİ
Osmanlı İmparatorluğu’nda resmî ideolojiye aykırı düşmüş çok az insan vardır. Onlardan biri, belki de en etkilisi Şeyh Bedreddin’dir.
Onun felsefesi Yunan, Ortadoğu, Mezopotamya ve Anadolu halkları felsefelerinin onun zamanına kadar sentezlenmiş hâlidir. Fikirlerini büyük çoğunlukla 1407’de dolaşıma giren ‘Varidât’ başlıklı yapıtından öğreniyoruz.
‘Varidât’, Şeyh Bedreddin’in tasavvuf derslerinin talebeleri tarafından kaleme alınmış hâlidir. “Zındık” ve “Mülhid” olarak suçlanmasına sebep olan da bu eserdeki ifadelerdir.
Bu bağlamda Şeyh Bedreddin’e kaynaklanan tepkinin ulemâ fetvalarına da yansıdığı görülür. Nitekim ‘Varidât’ başlıklı eseri üzerinde bulunduranların necis oldukları ve gusletmeleri gerektiğine dair fetvalar verilmiştir.
Osmanlı Şeyhülislâmı Ebussuûd Efendi, Semâvenli taifesi diye adlandırdığı Bedreddiniyye mensuplarını, haklarında verdiği fetvalarla tekfir etmiştir. Yine Şeyhülislâm Arif Hikmet Bey de ‘Varidât’ nüshalarını ucuz veya pahalı demeden satın alarak yakmıştır.
Kelime anlamı “Tanrı’dan esintiler” olan ‘Varidât’ın temel konusu varlık üzerinedir. Onun temelde mutlak varlık ve görünen varlık üzerine görüşleri panteizmle paralellik gösterir. Yani Mutlak varlık olan Tanrı aslında görünen varlığın içindedir. Her varlık, mutlak varlığı içinde barındırır. Görünen her şey mutlak varlığın suretidir. Allah her şeydir. Her şey de Allah. Bu aynı zamanda evrendeki her şeyin Allahın bir parçası olması demektir.
Bu durumda Şeyh Bedreddin’e göre birinin “Ben Allah’ım” demesi, onun aslında, Allah’ın bir parçasıyım demesi anlamına gelir. Ona göre dinlerin dayattığı gibi somutlaştıran ve her şeyin yaratıcısı bir Allah kavramı yoktur. Evreni’nin bir başı sonu da yoktur. Her şey Allah’ın bir parçası olunca her şey eşitlenmiş olur. İşte Şeyh Bedretin’in bütün insanların eşitliği fikrinin temelini bu düşünce oluşturur.
Söz konusu düşünce İslâm’ın tasavvuf felsefesinde kendini ifade eder. Daha Platon ve Aristoteles’ten beri varlık ve mutlak varlık ilişkisi sorgulanır durumdadır. Platon da her şeyin özünü idealara bağlar. Her şeyin özü idealardır. Ruhun madde ile olan ilişkisi ona göre madde temellidir. Madde yoksa ruh da yoktur. Bu düşünce Marksist, materyalist düşünceyle paralellik gösterir.
Bu durumda da dinlerin öngördüğü bir diriliş mümkün değildir. O dinlerin ortaya attığı, öldükten sonra yaşam ve cennet-cehennem gibi kavramlarında safsata olduğunu söyler. Düşüncenin düşünce olarak kalmaması, eyleme dönüşmesi gerektiğini anlatır müridlerine. O yüzden aynı zamanda bir eylem adamıdır. Onun yaşadığı dönem göz önüne alındığında, hem dine yönelik eleştirel bakışı hem de toplum düzeni üzerine eşitlikçi fikirleri, günümüzde bile birçoklarını aşan düşüncelerdir.

‘VARİDAT’TAN ÖRNEKLER
“Var olmak ve yok olmak, bir suretin bir maddeden gitmesi ve yerine bir diğerinin gelmesinden ibarettir. Bu da öncesiz ve sonrasızdır. Ondan dolayı dünya ve ahiret itibari bir şeydir. Görülen suretler fani sayılan dünya; görünmeyenler için baki telakki edilen ahirettir. Hakikâtte bunların her ikisi için de tükenme yoktur. Fakat itibar galibe olduğundan dünyaya tüken, ahirete de kalım denilmiştir”…
“Dünya ve ahiret birbirlerinin mukabilidir. Her şeyin başlangıcına Dünya, sonuna da Ahiret denilir. Mesela zina, rakı ve şarap gibi şeylerle ilk önce tatlı bir lezzet hâsıl olur. Fakat bu sevincin ardından insana bir rezalet ve pişmanlık gelir. İşte bu lezzete Dünya, o pişmanlığa da Ahiret ismi verilir. Hâlbuki bunların her ikisi de bu dünyada vaki olmaktadır. Bütün işleri ve onları takip eden neticeleri buna kıyas edebilirsin”…
“Kur’an’da bahsi geçen huriler, köşkler, ırmaklar, ağaçlar ve benzeri şeylerin kaffesi (hepsi) cisim âleminde değil, hayal âleminde gerçeklenir”…
“Çirkin ve iğrenç her şeye Cehennem ve ateş denildiği gibi, yüksek ve şerefli her mertebeye de Cennet ismi verilir”…
“Bizim bildiğimize göre, kıyamet zatın, zuhuru ve sıfat saltanatının sönmesidir. Eğer sen dilersen ölen herhangi birisi için ‘kıyamet koptu’ diyebilirsin. Haşir de, ölünün benzerini dünyaya getirmektir”…
“Halkın zanneylediği üzere cesetlerin haşri, yani gövdelerin tekrar dirilip mahşere çıkması olanaksızdır. Meğer ki zaman gelsin de dünyada insan cinsinden kimse kalmasın. Ondan sonra anasız babasız topraktan bir insan doğsun ve yine tenasül (cinsiyet) başlasın”…
“Bütün âlem kendisini örgütleyen cüzleriyle (parçalarıyla) birlikte sapasağlam bir insan gibidir. Ucu bucağı bulunmayan bu boşluk içindeki büyük ve küçük herhangi bir şeyin diğerlerine çok kuvvetli bir bağlantısı ve hafifsenemeyecek birçok tesirleri vardır. Bu âlemin düzenine sebep olan şey, onun bu rabıtalı hâl üzere kurulmuş olmasıdır”…
“Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Demek ki; dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır”…
“Ölmezden önce ölmek, dünyanın zevklerinden ve hayvani hırs ve şehvetlerinden sakınmaktır. Onu yapabilen insan, şüphesiz ki; hakiki varlık ile birleşir. Ve sonsuz hayat ile diri olur. Ancak insanlar dünyanın bin bir türlü çekici ve aldatıcı zevkinden, çeşit çeşit yakıcı hırslarından ayrılmadıkları için buna gönül vermezler”…
Özetle “Kâinatın başlangıçsız olduğunu, kainatın Allah ile aynı şeyler olduğu için yaratılmadığını, ezeli ve ebedi ollduğunu ve bundan dolayı kıyametin kopmayacağını” söyler Şeyh Bedreddin…
Ona göre ölümden sonra dirilme yoktur. Cennet ve cehennem insanın dünyadaki iyi ve yahut kötü durumlarından ibaret olan şeylerdir. Yani “Kişi kendi cennet veya cehennemi” demeye getirir. Allah’ın gücünün her şeyi yapabileceğine inanmıyor.
Onun gücünün ancak eşyanın tabiatında olanı yapmak ve istemekle sınırlı olduğunu iddia ediyor. Yani ona göre mesela ateş, Allah istemiş olsa bile bir kimseyi ıslatamaz, ancak yakabilir.
Bu kapsamda onun, Eflatun (Platon)’un düşüncelerinden çok etkilendiğini ‘Varidât’ında rahatlıkla görebiliriz.

ETKİLEDİKLERİ
Şeyh Bedreddin’in düşüncelerinin batı dünyasında da yankı bulduğuna dair çok sayıda belirtiler vardır.
Georgios Gemistos Plethon isimli Bizanslı düşünür ile Şeyh Bedreddin’in aynı bölgede doğduğu, ikisinin de Osmanlı sarayında büyüdüğü, ikisinin de annelerinin Yunan olması, Plethon’ın fikirlerinin Şeyh Bedreddin’in fikirlerine çok benzemesi, ‘Menakıbname’de anlatılan Şeyh Bedreddin’in Ege adalarındaki keşişlerle tartışma öyküleri ve gerekse Dukas’ın tarihinde sözü edilen, Börklüce Mustafa’nın sık sık Khios adasına gidip Giritli keşişle buluşmaları, Georgios Gemistos Plethon’un yapıtındaki benzer düşünceleri Şeyh’ten aldığına dair kanıyı güçlendirmektedir.
1525 yılındaki Almanya köylü isyanlarının ideolojisini oluşturan Papaz Thomas Münzer’in fikirleri ile Şeyh’in düşünceleri birbirlerine çok çok benzemektedir.
Thomas Münzer zaman zaman tanrıtanımazcılığa yaklaşan bir panteizm öğretiyordu. “Bizim dışımızda bir kutsal-ruh yoktur, kutsal ruh özellikle akıldır. İman da, aklın insan içinde ortaya çıkmasından başka bir şey değildir ve bu yüzden Hıristiyan olmayanlar da iman sahibi olabilir,” diyordu.
Anadolu’da yaşanan Fetret Devri’nin Şeyh Bedreddin’in Bâtıni düşüncelerinin taraftar bulmasına elverişli olduğunun da altı çizilmelidir.
Şeyh Bedreddin ve taraftarlarının “Yârin al yanağından başka her şey insanlar tarafından eşit ve ortak olarak kullanılmalı” vurgusuyla, “Mülkün de sahibi yoktur” diyen duruşları geniş yoksul kitleleri derinden etkilemiştir.
Bu bağlamda Şeyh Bedreddin düşüncelerinin, sosyalist düşünceye yakınlığı üzerinde kaleme alınan pek çok yazı varken; Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın şu yorumu bu konudaki örneklerdendir:
“Jean Huss: ilk din reformcusu Çek papaz (1369-1415) yalnız Hıristiyanlar için İsa dininde reformu öngörmekle yetindi. İbnî Haldun toplum ve tarih kanunlarını Marks-Engels’lere müjdeci olurca izlemiştir. Şeyh Bedreddin, teori ile pratiği en canlı, en insancıl yükseklikte sosyal sentezine ulaştırmıştır. Şeyh; Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ayırdı yapmadı, bütün din ve ulus sınırlarının izafiliğini göstererek, her türlü insan ayrılıklarını ‘iptal’ etti. Şeyh Bedreddin ve müritleri; halkın arasına karışıyor, toprakların onu işleyen, ona alın terini karıştıranların olduğunu, insanların kardeşliğini öğütlüyorlardı. Şeyh Bedreddin bir ortaçağ köylü sosyalizmini ortaya koymuştu. Bu konudaki görüşleriyle, kendinden iki asır sonra gelecek olan hayalî (hayalî) sosyalizmin kurucusu Thomas Moore’dan daha ileri görüşlü ve gerçekçiydi.”
Evet Şeyh Bedreddin’in üç dinden insanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya yönelik düşünceleri önemli sayıda taraftar bulması yanında, Batı ülkelerine de sıçramış ve Almanya’da ortaya çıkan köylü isyanlarının düşünsel zeminini etkilemiştir.
Şeyh Bedreddin’in düşünceleriyle Alman köylü isyanı önderi Thomas Münzer’in, Marksizm’in temellerini oluşturan düşünceler arasındaki paralellikler ortadadır.
Almanya’da reformlar için Martin Luther ile birlikte hareketi başlatan Thomas Münzer, Leipzig ve Frankfurt Üniversitesi’nde öğrenim görmüştü.
Thomas Münzer’in savunduğu eşitlikçi toplum anlayışı, erken dönem “sınıf mücadelesi”nin sembolü olarak sosyalistler tarafından sahiplenildi.
Münzer hareketiyle köylülerin isyanı Friedrich Engels’in tarihsel materyalizmin klasik yapıtlarından ‘Almanya’da Köylü Savaşı’nın başlığını da oluşturdu.
Süreç içinde eylem birliğinde olduğu Thomas Münzer ile Martin Luther’in yolları ayırıp, birbirlerine ters düşmeleri devrimci/reformcu ayrışmasının da önemli verilerindendir.
Thomas Münzer’in devrimci düşüncelerini sosyalizme tercüme eden Friedrich Engels de dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in düşüncelerinden de hareket etmiş demektir.
Şeyh Bedreddin’in düşüncelerinin Thomas Münzer’e nasıl ulaştığı sorusunun yanıtına gelince: Dönemi yansıtan Bizanslı papaz Georgios Gemistos Plethon’un yapıtlarıyla, Thomas Münzer’in Yunanca, İbranice ve Latin dilleri bilmesi etkindir.
Şeyh Bedreddin’in düşüncelerini Thomas Münzer’e taşıyan bir diğer etmen de Bedreddin isyanına çok sayıda Yahudi ve Hıristiyan’ın katılımıdır. Fransız yazar Alphonse de Lamartine de, ‘Osmanlı Tarihi’ başlıklı yapıtında aynı kanıdadır.

BEDREDDİNİLER İSYANI
Şeyh Bedreddin İsyanı, Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal demektir.
Kazaskerliği sırasında kethüda olarak yanına aldığı Börklüce Mustafa, Şeyh Bedreddin’in sürgüne gitmesiyle beraber Aydın’a döner. Burada Osmanlı idaresinden memnun olmayan köylüleri ve yoksul dervişleri etrafına toplayarak isyan eder. İsyanın merkezi Karaburun Yarımadası’dır. İsyancıların sayısını Bizanslı tarihçi Dukas 6.000, Osmanlı tarihçilerinden Şükrullah bin Şehabettin 4.000, İdris-i Bitlisî ise 10.000 olarak verir.
Şeyh Bedreddin, İzmir Karaburun’da 10.000 isyancı ile bekleyen Börklüce Mustafa’ya isyanı başlatmasını bildirdi. Börklüce Mustafa’nın üzerine gönderilen İzmir sancakbeyi ile Bulgar prensi Aleksander’in kuvvetlerini yenmesi Şeyh Bedreddin’in taraftar sayısını daha da arttırdı. Börklüce, İzmir sancakbeyinin ardından Saruhan sancakbeyi Ali Paşa’yı da yenince sorunun büyüklüğü anlaşılmıştı.
Çelebi Mehmed, Börklüce’nin üzerine sadrazam Bayezıd Paşa ve henüz 12 yaşındaki oğlu veliaht Murad’ı yolladı. Osmanlı kuvvetleri güçlükle de olsa Börklüce Mustafa’nın yendi.
Nâzım Hikmet dizelerinde, “Hep bir ağızdan türkü söyleyip/ Hep beraber sulardan çekmek için/ Demiri oya gibi işleyip hep beraber/ Hep beraber sürebilmek toprağı/ Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek/ Yarin yanağından gayri her şeyde/ Her yerde hep beraber diyebilmek için/ Onbinler verdi sekiz binini,” derken; idam edilen isyancılar darağacında “Yetiş dede sultan” diye haykırıyorlardı. Börklüce Mustafa ise ellerinden çivilenmiş hâlde bütün şehirde gezdirildikten sonra halkın gözü önünde katledildi.
Börklüce isyanıyla aynı zamanlarda, Manisa civarında Torlak Kemal liderliğinde bir isyan daha patlar. Daha küçük olan bu isyan da şiddetle bastırılır ve isyancılar öldürülür.
Bedreddin gizlice Sinop limanından Rumeli’ye kaçar ve Deliorman bölgesinde Alevî Türkmenlerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki propaganda faaliyetleri yürütür. Üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetleri isyanı bastırır ve Şeyh Bedreddin yakalanarak Serez’e Padişah I. Mehmed’in huzuruna getirilir. I. Mehmed, Şeyh Bedreddin’in idamını infaz etmeden önce ulemaya danışır ve fetva ister. Şeyhülislâm ve beraberindekilerin kararı idam olmuştur. Şeyh Bedreddin 1420’de Serez çarşısında idam edilmiştir.
Davanın görüleceği gün, Divan-ı Hümayun alışılagelmiş usulüyle toplandı. Divanda görevli memurlar yavaş yavaş yerlerini aldılar, hizmetliler çevreyi usulüne uygun bir şekilde düzenlerken herkes rütbelerine uygun yerlere yerleşti. Herkes usulüne uygun selamlaştıktan sonra yerlerine oturuyor ve vezir-i azamın gelmesini bekliyorlardı. Az sonra bütün azamet ve görkemiyle vezir-i azam divana teşrif etti. Herkes mutlak saygı ve sessizlik içinde sultanı beklemeye başladılar. Sultan divana ihtişamla girdi. Veziri-i Azam ve Beylerbeyi Bayezıd Paşa sultanın sağında, ikinci vezir Çandarlı İbrahim Paşa ile Vezir Hacı İvaz Paşa, onun solunda oturmuşlardı. Sultan, izin verince duacı Fetih Suresini ve duasını okuduktan sonra sultan, yargılamanın başlamasını emretti. Bostancı ve aseslerin arasında Şeyh Bedreddin Divan-ı Hümayun’a getirildi. Bu sırada Sultan ile Şeyh Bedreddin arasında şu konuşma geçer:
Sultan: Neden benzin sararmış, yoksa hummaya mı tutuldun?
Şeyh Bedreddin: Güneş batarken sararır…
Daha sonra aralarında şu konuşma geçer:
Sultan: Neden buyruk ıssı olanların buyruklarına karşı geldin, aykırı iş yaptın?
Şeyh Bedreddin: Ya sen niçin Tanrı’ya muhalefette bulundun?
Bunun ardından önce Bedreddin’in dinî görüşlerinin suç olduğu açıklandı, sonra sanığın devlete karşı ayaklandığını ve düzeni ortadan kaldırmak istediğini ve sonunda da Osmanlı Devleti yerine yeni bir devlet kuracağını, padişah olmak istediğini söyleyerek ayaklanmanın başlaması, gelişmesi ve bastırılmasını özet olarak anlattı. Tezkireciye göre her iki suçun cezası da idamdı.
Şeyh Bedreddin kendisine isnat edilen suçları reddetti. Kendisi dine karşı değildi düşünceleri İslâmiyet’e aykırı olmayıp içtihat etmişti. Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerime ve Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’in gösterdiği yola inanıyor ve onların kutsallığını kabul ediyordu.
Tarihçi İbn Arabşah’a göre, Şeyh Bedreddin, hakkında yazılan bu fetvayı kendisi mühürlerken, “Hakikât bize insanları varlıklarına, dinlerine, dillerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur. Ama madem ki biz yenildik, şimdi artık bütün bu konuşmalar boşadır. Yeryüzü sultanına başkaldırmış birinin katli vacip değil midir? Vaciptir! Öyle ise verin şu fetvanızı!” deyip, fetvanın altına mührü kendisi basar.

BÖRKLÜCE MUSTAFA İLE TORLAK KEMAL PARANTEZİ
Şeyh Bedreddin Karl Marx ise Börklüce Mustafa V. İ. Lenin’dir.
Onun önemli iki müridinden biriydi Börklüce Mustafa… Manisa çevresine gelip halkı örgütlemiş ve eşitliğe dayanan bir yönetim kurmuşlardır.
Şeyh Bedreddin’in başlıca müridi ve Türkmen Alevî halk önderi olan Börklüce Mustafa, hakkın hukukun adaletin yerli yerinde olması için mücadele etmiş, yapılan haksızlıklara, alınan fahiş vergilere bir başkaldırının önderliğini yapmış, başlangıcı Karaburun yarım adası olan bir isyan başlatmıştı.
Onun kâhyalığını (bugünün kişisel asistanı oluyor bu) yapmış Börklüce Mustafa, yine Şeyh Bedreddin’in ricasıyla Karaburun’a gider, örgütlenir.
Ernst Werner’e göre, Şeyh Bedreddin dinde reform yapmak isteyen bir devlet erkanıyken Börklüce Mustafa daha alt tabakalardan gelme bir köylü-devrimcisiydi. Bizanslı tarihçi Dukas’ın, “Adamlarına başı zer denilen bir külahla örtme, tek bir elbise giyinme, bir çileci gibi yaşam sürme emrini verdi,” dediği Börklüce Mustafa -dini görüşlerinden etkilendiği Şeyh Bedreddin’den daha- radikal bir stratejiyi hayata geçirir.
Börklüce Mustafa, Karaburun’da bir kardeşlik ortaklığı kurar. Halka zulmeden kale komutanını ve bilcümle ortaklarını “dara çekince” vergiler, adaletsizlik ve keyfiyetle perişan edilen halk üzerinde Bedreddinci propagandanın etkisi daha da artmıştı.
Börklüce’nin kurduğu paylaşımcı kardeşlik düzeni çevrede yaşayan yoksul, mülksüz köylülerin birer ikişer göçünü başlatmış, Osmanlı ordusuna karşı kazanılan ilk zaferden sonra daha da hızlanmıştı. Dede Sultan (Börklüce) müritlerinin benimsedikleri toplumsal düzen sadece her şeyin bölüşülmesi ilkesine değil, onun kadar hatta daha çok vurgulanmış olarak yoksulluk ilkesine dayanıyordu. Bu yüzden Börklüce Mustafa, başka dervişlerin tersine hep başı açık ve ayağı çıplak geziyordu. Komünde sadece Müslümanlar değil Hıristiyanlar ve Yahudiler de bulunuyor, kardeşliği vadeden hakka tevekkül ediliyordu.
Börklüce Mustafa’nın Karaburun’da göndere çektiği kızıl sancakta şunlar kayıtlıydı: “Kalksın kement, zencir, halka/ Geliyoruz dalga dalga/ Malın mülkün hepsi halk’a/ Kızıl sancak kalktı hey hey!/ Ne saltanat ne padişah/ Tevekkül tü teal Allah.”
Şeyh Bedreddin ile Börklüce Mustafa arasında önemli farklılıkların da bulunduğu iddia ediliyor. Bunlardan birisi de şu: Son savaşta yenilgi üzerine düşülen tutsaklıkta, Börklüce Mustafa ile müritlerine “İslâm’a dönmeleri için” korkunç işkenceler yapılmış iken onlar, kendi inançlarına bağlı kalmış, işkenceye katlanmış, İslâm’a dönme çağrısına uymamışlardı.
Bilge Umar’a göre Şeyh Bedreddin’in İslâmlık dışı bir dinsel inanca bağlanmışlığı kabul etmesi gibi bir hâl asla olmadı. Hatta böyle bir suçlama ile karşılaşmadı. Tersine o İslâm’ın kurallarına karşı geldiği suçlamasını kabul etti ve ortadaki durumun Kur’an hükümlerine dayanılarak değerlendirilmesini doğru buldu. O değerlendirme sonucunda Kur’an’a göre kendisinin katli gerektiğini kabullendi.
Derin Bektaşi felsefesinden esinlenmiş Börklüce Mustafa öğretisinde Tanrı evrenin bütününden oluşur. İnsan da onun bir parçası olduğu gibi Dede Sultan onun en seçkin unsurudur. Yine Bilge Umar’a göre, Börklüce Mustafa öğretisinde insan soyunu temsilen Dede Sultan Tanrı’ya eşittir. Osmanlı ordusunu ve başındaki Bayezıd Paşa’yı karşılayan Börklüce Mustafa yiğitleri yüzlerce ağızdan; “Düm tek, düm tek, dem dem dem/ Resûlullah Sultan Dedem” diyordu.
Özetle “Bana Dede Sultan derler; derviş olmadan, kemal yoluna girmeden önce adım Börklüce Mustafa idi. Bu gördüklerin, benim yoldaşlarımdan sağ kalanlardır. Biz Karaburun taraflarındaki memleketi kendimize mülk edindik. Mülk sahibi olmakta hepimiz ortak idik. Kadınlarımız dışında her şeyimizde anca beraber kanca beraber idik. Bizde tımar sahibi yoktu, sahib-i arz yoktu, vüzera yoktu, ümera yoktu. Hepimiz malı ortak, mülkü ortak, keyfi ortak, tasası ortak, kararları ortak bir kardaşlar cemaati idik. Bizim gibi olanlar, yahut olmak isteyip de buna gücü yetmeyenler, hüda’nın eseri ya da insan emeğinin eseri malı mülkü kendi uhdelerinde yığın etmiş ve bu yığını kendine hasretmiş mahlukatı sevmez, onları gerçek insan neslinden saymaz. Öyleleri de insan neslinden hiç kimseyi sevmez. Hele bizim gibilerin güçlenmesinden ödleri patlar, bizi yok etmek isterler; çünkü bilirler ki biz yeterince güçlenince onları zemin-i arz’dan yok ederiz ve elbette bir gün hepsini yok edeceğiz. İşte anın’çün üstümüze ordu göndermişlerdir,” diyen o; Şeyh Bedreddin’in askerî işlerinden sorumlu savaşçı önderdi. Aynı tanrıya inanan insanların işbirliğini sağlamaya çalıştığı için Hıristiyanlarla işbirliği yaptığı iddiasıyla, çarmıha gerilerek, eski adı Ayasuluk olan Selçuk’ta öldürülmüştür.
Çarmıha gerilmiş hâlde, yoldaşlarının kellelerinin birer birer kesildiğini izlerken -kendisinin değil!-, yoldaşlarının “iriş dede sultanım iriş!” dediği kişi; bizzat Börklüce Mustafa’dır…
Bizanslı tarihçi Dukas’ın ifadesiyle, “Türkmenlere vaaz ve öğütlerinde; kadınlar müstesne, erzak, giyim kuşam, ehli hayvan, arazi gibi şeylerin hepsi, herkesin müşterek malıdır diyen Börklüce, ben senin emlakine tasarruf edebildiğim gibi sen de benim emlakime aynı surette tasarruf edebilirsin, iddiasındaydı. Bu nevi sözleriyle köylüyü ve avam-ı kendi tarafına celb ve cezbettikten sonra Hıristiyanlar ile de dostluk tesisine çalıştı. Börklüce’ye göre, Hıristiyanların Allah’a inandığını inkâr eden bir Türkmen, dinsiz demekti. Onun bütün fikir arkadaşları da tesadüf ettikleri Hıristiyanlara dostane muamelelerde bulunuyor ve cenab-ı hak tarafından gönderilmiş gibi hürmet gösteriyorlardı. Her gün sakız adası hükümeti ile ruhani reislerine adamlar göndererek onlara; Hıristiyan akideleriyle uyuşmayan kimselerin kati surette kurtulamayacağına inandığını bildiriyordu. Çelebi Mehmed Saruhan valisi ve daha sonra Saruhan Beyi ve Aydın Beyi kuvvetlerini gönderdi Börklüce üzerine. Bu ordu, sarp geçitleri zapt ederek daha ileri boğazlara doğru yürüdüğü sırada, köylüler tarafından o suretle perişan edildi…
Çelebi Mehmed durumdan haberdar olunca, 12 yaşındaki oğlu Murad’ı ve Bayezıd Paşa’yı Rumeli ordusu ile Börklüce’nin üzerine yolladı. Bayezıd Paşa, geçilmesi zor derbentlerden geçerken ihtiyar, genç, erkek ve kadın her kime tesadüf edildiyse katlettirip dervişler tarafından tahkim edilen dağa kadar ilerlendi. Pek kanlı bir mücadele oldu. Börklüce ve dervişleri, sahte keşişler tarafından tutsak edilip Ayasluğ a getirildiler. Börklüce ye tatbik olunan müdhiş işkenceler, onun fikr-i sabitinden çevirmedi. Kollarından ayaklarından çarmıha çivilenerek bir devenin sırtında şehirde gezdirildi. Kendisine sadık dervişleri Mustafa’nın gözü önünde katledildi. Bunlar, ‘İriş dede sultan’ nidalarıyla teslim i can ettiler.”
Ayrıca Yahudilikten Müslümanlığa geçen Şeyh Bedreddin’inin önemli müritlerinden, Tireli Torlak Kemal, Yıldırım Bayezıd döneminde Şeyh Bedreddin ayaklanmasında önemli rol oynamıştı.
Manisalı Samuel isminde bir Yahudiyken İslâm’ı seçen, sonrasında girdiği yeniçeri ocağında Şeyh Bedreddin ile tanışıp, onun fikirlerini benimseyen Kemal, yeniçeri ocağında aday askerlere verilen “Torlak” sıfatını da burada kazanmıştır.
‘Torlak’ kelimesinin Türkçe anlamı; “Genç”, “Toy”, “Henüz evcilleşmemiş”, “Alışmamış”ken; Simavnalı Şeyh Bedreddin’in ayaklanmacı müridi olan o; Şeyh Bedreddin adına Börklüce Mustafa ile birlikte eşit ve özgür bir dünya için ayaklanmaya öncülük etmiş ve katledilmişti.

SONRASINDA BEDREDDİNİLER
Diyeceklerimizi toparlayacak olursak; Attilâ İlhan’ın dizelerindeki ifadeyle:
“varsa devran içinde devran/ bu devranın devranıyız biz/ o canlar ki cananından taşra düşmüştür/ cananıyız biz/ gönül mahzun/ ay karanlık/ yıldızlar gözden nihan olsa da/ arşı ferşi ışıktan titretecek/ bir aydınlık imkânıyız biz//
Şeyh Bedreddin-i Simavi’nin/ elhak/devamıyız biz//
tohum ağaç ve orman/ ölümün içerdiği hayat/ buhara inkılap eden su/ -iriş dede sultanım iriş-/ gün bu gün saat bu saat/ diyalektiğin fermanıyız biz.”
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere: Şeyh Bedreddin’in idamı, onun düşüncelerinin yayılmasını engelleyememiştir. Düşünceleri, yapıtları ve müritleri ile günümüze kadar taşınmıştır.
Çünkü hâlâ terennüm edilen bir söylencedeki üzeredir her şey: “Bedreddin’in ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte… Biz Bedreddin’in kuluyuz, ahirete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz…”
8 Aralık 2016, Ankara.

DİPNOTLAR:

* 17 Aralık 2017 tarihinde AKA-DER Kadıköy’deki (İstanbul) anma etkinliğinde yapılan konuşma… 10 Aralık 2017 tarihinde Okuma Grubu’nun Edirne’de düzenlediği Şeyh Bedreddin Anması’nda yapılan konuşma…
1.İlhan Berk.

2.Bkz: Temel Demirer, “Şeyh Bedreddin”, Esmer Dergisi, No: 41, Temmuz 2008…

3.Karl Marx, Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1966.

4. Durali Yılmaz, “Şeyh Bedreddin’in Sol ile İlgisi Yok”, Vakit, 8 Kasım 2002… http://www.davetci.com/d-soylesi/rop-dyilmaz.htm

5.Esat Korkmaz, Şeyh Bedreddin ve Varidat, Anahtar Yay., 3. Baskı, 2011.

6.Meydan Larousse, Cilt: 11.

7.Bedreddin’e ilişkin bu kısa biyografi ağırlıklı olarak şu kaynaklardan derlenmiştir: B. N. Kaygusuz, Şeyh Bedreddin Simaveni, İzmir. 1957; C. Yener, Şeyh Bedreddin Varidat, İstanbul. 1970; N. Kurdakul, Bütün Yönleriyle Bedreddin, İstanbul. 1977.

8.Nâzım Hikmet, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı, Dost Yay., 1966.

9.Nedim Gürsel, “Thomas Müntzer, Şeyh Bedreddin, Nâzım Hikmet”, Toplum ve Bilim, Sayı: 4,1978, s. 8.

10.Barış Çoban, Tarih-Ütopya-İsyan/ Şeyh Bedreddin, Su Yay., 2007.

11.H. Z. Ülken, Türk Feylesofları Antolojisi, İstanbul, 1935, ss. 118, 121.

12.Aktaran, A. Cerrahoğlu, Şeyh Bedreddin Meselesi, Çığ Yay., 1966, s. 30.

13.Nedim Gürsel, “Thomas Müntzer, Şeyh Bedreddin, Nâzım Hikmet”, Toplum ve Bilim, Sayı: 4,1978.

14.J. V. Hammer Purgstall, Osmanlı Devleti Tarihi, Cilt: II, Üçdal Neşriyat, 1983, s. 424.

15.Cem Semaheddin İslâm İlahiyatında Şeyh Bedreddin, Üçdal Neşiriyat, 1966, s. 28.

16.Hamit Baldemir, Şeyh Bedreddin’in Toplumsal Düzeni, Nam Yay., 1995, s. 142.

17.Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Sosyalizm 1 (Şeyh Bedreddin), Fakülteler Matbaası, 1976, ss. 94, 149.

18.Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, 17. Baskı, 2011, ss. 166-169.

19.Paul Wittek, “Ankara Bozgunundan İstanbul’un Fethine”, Çev: Halil İnalcık, Belleten, Sayı: 27, 1943, s. 576

20.Speros Vryonis, The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor and the Process of Islamization from the Eleventh through the Fifteenth Century, Londra, 1971, s. 358.

21.Tayfun Atay, “Çözümlenememiş Bir Tarih Sorunu: Şeyh Bedreddin”, insanbilimi.com

22. “Zelotai/Zelotai”, Yunanca da “Kızgınlar, hırslılar, talebedenler” gibi anlamlara gelmektedir.

23.Ernest Barker, Bizans’ta Toplumsal ve Siyasal Düşünce, çev: Mete Tuncay, İmge Yay., 2. baskı, 1995, s. 228.

24.George Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çeviren: Fikret Işıltan, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1981, s. 471, 478-480.

25.Hilmi Ziya Ülken, İslâm Düşüncesi, Rıza Coşkun Mat., İst., 1946, s. 146.

26.Mizancı Murat’tan aktaran: Necdet Kurdakul, Bütün Yönleri ile Şeyh Bedrettin, Döler Reklam Yayını, 1971, s. 99-100.

27. Serol Aksel, “İlk Türk Sosyalist: Şeyh Bedreddin”, Radikal, 21 Mart 2014… http://blog.radikal.com.tr/politika/ilk-turk-sosyalist-seyh-bedrettin-53953

28. Bezmi Nusret Kaygusuz, Şeyh Bedreddin Simaveni, İhasan Gümüşayak Matbaası, 1957, s. 146-166-122-151-153-129-167-124-125.

29. ‘Bâtıniyye’, Kur’an’ın apaçık manalarına itibar etmeyip gizli manalar bulduklarına inanan anlayışken; ‘Bâtıniyyûn’ de, Kur’an’ın açık manalarını bir yana bırakıp gizli manalar bulduklarına inanan kimsedir…

30.Dr. Hikmet Kıvılcım, Kadı İsrailoğlu Simavnalı, Şeyh Bedreddin… onergurcan.org/hikmetyüzde 20kivilcimli/bedreddin

31.O, Roma’yı gördükten sonra Roma için dünyadaki en büyük sirk demiş; 95 maddelik tezi ile Hıristiyanlık tarihini değiştiren Protestan reformunu başlatmış önderdir.
Martin Luther o zamanlar yeni doğmakta olan Alman burjuvazisinin ideologluğunu yapıyordu. Ancak bunu yaparken inişli çıkışlı bir tutum izledi. Örneğin burjuvazinin asıl taleplerinden biri olan serbest ticaret ilkelerini şiddetle eleştirdi. 1525 köylü savaşlarında Protestan köylülere karşı çıktı, feodallerle işbirliği yaptı. Alman Protestan köylüleri bu başkaldırmalarında 130 bin ölü verdiler.
Martin Luther, Protestan reformasyonunun bilinen en önemli isimlerindendir. Asıl amacı, devlet ve kilise düzenini birbirinden ayırmaktır. Ona göre her insanın içinde din’i kendi kendine anlama duygusu vardır bu yüzden kilise gibi bir din öğreticisine ihtiyaç yoktur insan ve tanrı arasında. Bu yüzden kiliseyi reddeder. Luther, İncil’i Almanca’ya çevirir, amacı herkesin İncil’i anlayabileceğini göstermektir. Luther, kilisenin yapısına ve uygulamalarına karşı duruş olarak kilise duvarına 95 yazı çakmıştır.
Luther, insanların özgürlüğüne inanır. Kendisi aslında devlet gücü ile ilgilenmiyor ama çiftçilerin ayaklanmalarından korktuğu için Alman prensiyle işbirliği içine giriyor. Bu durum kilisenin güçlenmesi açısından önemli bir adımdır çünkü Luther, kilisenin karşısında devletin yanında duruyor.
1483-1546 yılları arasında yaşayan Martin Luther, Protestanlık mezhebinin kurucusu olup, reformist bir papazdır. O, kiliseyi yıkmak değil, İncil’den çıkarılacak ilkeler üzerinde revize edip, yeni bir kilise kurmak istiyor ve her Hıristiyan’ın İncil’i kendi vicdanına göre yorumlayabileceğini düşünüyordu.
Tarihteki en tartışmalı kişilerden birisi şüphesiz Martin Luther’in görüşleri aslında okudukça insanın kanı donduran cinsten barbarca şeyler içerir. Yahudilere yönelik şiddet çağrısı mesela!
‘Yahudiler ve Yalanları’ adlı ırkçı bir kitabı vardır. Kitapta, Yahudilerin ırkı ve inancı hakkında bir kısmı ağza dahi alınmayacak kadar ileri giden çok sayıda çirkin şey söyler. Bu ifadeler anti-Semitizmin temellerindendir. Yahudilerin evlerinin yok edilmesi, mülklerine el konulması, zorla çalıştırılmaları, sinagoglarının yakılması ve özgürlüklerinin ellerinden alınmasını buyurduğu yetmezmiş gibi bir de kendisinin çalışmanın ve refahın kutsallığı öğretisinden hareket ederek isyan eden köylülere sırtını dönmüş ve de köylülerin otoriteye karşı çıktıkları için en ağır şekilde cezalandırılmaları gerektiğini iddia etmiştir. Luther’in Alman köylülerine ihanetinin gerisinde politik çıkarları vardı elbette ve “katil ve yağmacı köylü çetelerine karşı” güç sahiplerinin yanında yer alması kendisi için daha verimli olacaktı. Ona göre otoriter yöneticiler, “tanrı’nın infaz memurları”ydı ve de isyan eden köylüler, “burunların kan gelene kadar yumruklanmalı”ydı. Çünkü isyan eden köylüler “tanrı’nın öğretisine karşı çıkıp en büyük günahları üzerilerine alıyorlar”dı. Köylüler, “inançsız, yalancı, itaatsiz, isyankâr, katil, hırsız oldukları ve tanrı’ya küfrettikleri için yöneticinin onları cezalandırma hakkı var”dı.
“Muammalar silsilesi olarak addedilebilecek bir Alman keşişi” olarak nitelenen O; “Müslümanları deccalın gövdesi olmak”la suçlamıştı.

32.Friedrich Engels, Almanya’da Köylü Savaşı, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yay., 1975.

33.Alphonse de Lamartine, Osmanlı Tarihi, Çev: Serhat Bayram, Toker Yay., 2016.

34.Ali Koşar, “Börklüce Mustafa’nın İzinde”, Evrensel, 7 Aralık 2016, s. 12.

35.Bilge Umar, Börklüce, İnkılap Kitabevi, 2003.

Yeni devlet: Irkçılık, mezhepçilik, rantçılık, yağmacılık ve çetecilik

Bu nedenle de devlet denilen makinanın da ortadan kalkmasını isteriz. Sınıflar yok ise, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki diktatörlüğü de olmaz. Diktatörlüklere de demokrasilere de sınıf gözü ile bakarız ve sınıflar ortadan kalktığı zaman devletin de ortadan kalkacağını biliriz. Devlet denilen makinanın, sınıfların varlığının itirafı olduğunu biliriz. Sınıfların varlığı, insanın insana kulluğu demektir, sınıfların varlığı, ezen ve ezilen demektir, sınıfların varlığı, sömüren ve sömürülen demektir.
Sınıfların varlığı, her türden ayrımcılığın, her türden aşağılanmanın, her türden ezilmenin, temelidir. Böyle baktığımız için, sınıfların varlığına olumsuzluk olarak bakarız. Sınıflar var olduğu sürece, “insan öncesi” bir dünyada yaşadığımızı düşünürüz. Sınıfların varlığına dayanan devlet, her türlü “pisliğin” kendisidir. Bu nedenle, devletin tümden ortadan kalktığı komünist aşamayı, insanlığın gerçek tarihinin başladığı aşama, “insan öncesi” yaşamdan, insan yaşamına geçiş olarak görürüz.
Yani, devlet denilen şeyi sevmeyiz.
Hatta, Ekim Devrimi’nin, yeterince dünyaya yayılamadığı için, kuşatma altında, ağır saldırılar altında, devlet makinasını zorunlu olarak geliştirmek zorunda kaldığını düşünürüz.
Günümüzdeki her türden devlet, burjuva sınıfın, onunla beraber bazı sınıfların, işçi ve emekçiler, halklar üzerinde açık bir diktatörlük olduğunu söyleriz. İster Almanya’daki gibi bir devlet olsun, bizim için bir burjuva diktatörlüktür, ister Amerika’daki gibi olsun, bizim için bir burjuva diktatörlüktür. İster Fransa’da olsun, ister İngiltere’de, bu devletler birer burjuva diktatörlüktür. Dahası, dünya devrimci tarihi boyunca, işçi sınıfının mücadelelerine karşı örgütlenmiş, bu devrimlerden öğrenerek bir karşı-devrim örgütlemiş devletlerdir bunlar. Bu nedenle deriz ki, günümüz burjuva demokrasisi, faşizmin dişlilerini kadife örtülerle örtmüş, karşı-devrim örgütlenmesine göre örgütlenmiş, tekelci polis devletleridir. Bu nedenle deriz ki, modern burjuva basın, devletin, burjuvaların, halkı uyutmak için örgütledikleri bir tarz karanlık yayan devlet aygıtıdır.
Ama elbette biliriz ki, her burjuva devletin bir diğerinden de farkı vardır. Fransız devleti Alman devletinden, İngiliz devleti Amerikan devletinden farklıdır. Bu farklılıklar, aslında, o ülkede sınıf mücadelesinin şekillenişine, dünya çapında sınıf mücadelesinin gelişimine bağlı olarak oluşmaktadır.
Türkiye’deki devlet de böylesi farklılıklar içerir. Özü itibarı ile, bir burjuva diktatörlüktürler ve biz, bu burjuva demokrasi (diktatörlük)’lerinin geçmiş sınıf savaşımı deneyimlerini içerdiğini, mesela faşizmi içerdiklerini söyleriz. Bu nedenle, bu durumu anlatmak için, günümüz devletine tekelci polis devleti diyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, son yıllarda, bir yandan “ileri demokrasi” sözlerini diline dolamış, diğer yandan ise içeride ve dışarıda akıl almaz bir hukuksuzluk üzerine dans ediyor.
Muktedir, belli ki yakın uzak çevresi de böyle düşünüyor, içeirde ve dışarıda bir saldırı politikası ile ayakta durmaya çalışıyor. Muktedir, belli ki yakın çevresi de böyle düşünüyor, devletin bir beka sorunu var, diyor.
Beka sorununun ne kadarı devletin, ne kadarı Erdoğan’ın kişisel beka sorunudur bunu bilmek de kolay görünmüyor. Daha çok görünen, bu ikisinin giderek iç içe geçtiği ve TC devletinin, kendi içinde manevralar yapamayacak hâle geldiğidir.
TC devleti, çözülmektedir.
Bu savaş, içeride ve dışarıda sürdürülen bu savaş, çıkmaz bir yoldur ve bu çıkmaz yola niçin girdiklerinin de açıklaması, kendi gelecekleri açısından yok gibidir. Ülke, içte ve dışta büyük bir çarpışmanın içine sokularak, bu yolla, gelecek diye görülen bir çobanlık sistemi örgütlemeye çalışıyorlar. Bu savaş ve bu gürültü, içeride ve dışarıda savaş, bizzat bu amaç için bir fırsat olarak görülüyor. Bu nedenle, beka sorunu derken neyin anlaşıldığı, devletin mi Erdoğan’ın mı beka sorunu olduğu artık ayrılamıyor. Erdoğan da açıkça bunu dile getiriyor, bana hayır derseniz, ülke kalmaz diyor. Bana 400 milletvekili verin, ölümler dursun, diyebiliyor.
Doğrusu, bunları hangi cümlelerle söylüyorlar, artık bunun bir önemi yok. O nedenle, ince ince, satırı satırına alıntı yapmaya gerek yok. Ama Erdoğan’ın, içeride ve dışarıda bir düşmana ihtiyaç duyduğu, bunu bulduktan sonra tam gaz yürüyebileceğini düşündüğü açıktır.
TC devleti çözülmektedir.
Bu savaş süreci, bu çözülmeyi daha da artırmaktadır.
Devletin içinde FETÖ-Erdoğan çatışması, yerini başka çatışmalara bırakacaktır. TC devletinin çözülüşünde önemli bir faktör de, dünyada süren paylaşım savaşımıdır. Hem AK Parti’nin içinde İngiliz kanadı, Alman kanadı, Amerikan kanadı, İsrail kanadı vardır, hem de FETÖ’nün içinde bu kanatların tümü vardır. Bu nedenle, bu çatışma Erdoğan’ın FETÖ avlamaları ile bitirilemez. Dahası, FETÖ diye, kimi avladıkları da belli değildir. Devrimcilere, halklara, özellikle Kürtlere dönük operasyonlar, yeterince açıklayıcıdır.
Bu arada yeni devlet, bir yandan Erdoğan, bir yandan Bahçeli ayakları üzerinde mi yükseliyor?
Kanımızca hayır.
Devlet, bugün, daha farklı eğilimler üzerine yükseliyor.
Biri ırkçılıktır. Diğeri mezhepçiliktir. Bu ikisini birlikte ele almak lazım, çünkü, ne zaman ve nasıl birbirinden ayrıldıkları belli değil. Bir yandan FETÖ’ye karşı operasyonlar yapıyorlar, bu durumda “dinin siyasallaşması”na karşı olmaları beklenir ve buna uygun olarak “laiklik”e istemeden de olsa destek vermeleri beklenir. Oysa öyle olmuyor. Bir yandan vatan hainliği diye bir vurgu ile ırkçılık yükseltiliyor, diğer yandan cemaatlerin her biri kollanıyor, öne çıkartılıyor. FETÖ’den muzdarip olduğunu söyleyen devletin “yüksek” katları, bir akıl geliştirip, cemaatleri devletten uzaklaştırmayı seçmiyor, tersine, cemaatlere yol açıyorlar. Hakyol cemaatı, Menzilciler, Süleymancılar, bir yandan devlet kadrolarına çağrılıyor, öte yandan ise destek vermezlerse tehdit ediliyorlar.
Erdoğan’ın pragmatik aklı, cemaatler gerçeğinin oya devşirilmesi üzerine kuruluyor. Şimdi gelsinler, tıpkı Gülen cemaati gibi, işimizi çözsünler, yardım etsinler, sonra işlerini görürüz diye düşünüyor.
Irkçı ve mezhepçi hava, akıl almaz ölçüde zehirli bir hava yaratıyor ve devlet yönetimindeki kişilerden tuhaf açıklamalar, adeta itiraflar ortalığa saçılıyor. “Afedersin Ermeni” sözünü hatırlamayan yoktur. Sünnilik üzerine yapılan vurguların haddi hesabı yoktur. Bunlara yenileri ekleniyor. Mister Numan Kurtulmuş “Bizim için bağımsızlık gâvura gâvur demektir” diye buyuruyor. Kendisi bir Mister gibi konuşuyor. Gâvur, Müslüman olmayan halklara deniyor. Mister Kurtulmuş, bunu bilir.
Bir çeşit itiraftır. Gelişen savaş, içeride ve dışarıda sürdürülen bu anlamsız ve vahşi savaş, devlet yönetiminde katliam planlarının yapılmasına kadar gelmiş mi ki, Mister Kurtulmuş, “gâvura gâvur demek”ten söz ediyor. Silâhlanma çağrılarını da bunun yanına koyun lütfen. Mister Kurtulmuş, emperyalizm denilen şeyleri bir kenara atmış ve gâvur edebiyatı ile, bu ırkçı ve mezhepçi dili öne çıkarıyor.
Savcılar ve hakimler için yeni atamaların Hakyol, Menzilciler, Süleymancılar arasından yapıldığı bir ortamı bunun üzerine koyun. Acaba, devlet adına “intikam naraları” atan Soylu, Süleymancı mıdır, Hakyolcu mudur, yoksa Menzilci midir? Acaba bakanlar nasıl seçiliyor? Hazır çobanlık sistemi için ayarlamalar yapılırken, bakanlar kuruluna MHP’den de adam alınması planlanırken, hangi mezheplerin daha öne çıkacağını da söylesinler ki, çobanlık sisteminin neye dayanacağını da görebilelim?
Yeni devlet, ırkçılık ve mezhepçilik üzerinden örgütleniyor.
Ama bu arada, Erdoğan, SADAT AŞ başta olmak üzere, Suriye’de savaşan çeteler içinde olmak üzere, yeni bir İslam î gladio örgütlüyor. Bir ucu NATO’ya, diğer ucu paraya, öbür ucu İslam’a dayanan bir çeteleşme, devletin her kurumunda şekil almaktadır. Erdoğan, bunlara dayanarak, bugün kendisine faydalı olur diye devletin kapılarını açtıkları mezhepleri tasfiye etmekte zorlanmayacağını düşünüyor.
Oysa, aynı anda, bu mezhepler de silâhlanıyor. Her açıdan, hem devlet olanaklarını kullanmak konusunda, hem de Erdoğan’ın neler yapacağı konusunda.
Kuşku yok ki, yeni devlet, bir yandan ırkçı, bir yandan mezhepçi bir tonda örgütleniyor. Ama bu çetelerin aynı zamanda bir parasal arayışı olduğu açıktır. Sadece devletin örtülü ödeneği bunların hizmetine sunulmuyor. Bunlar aynı zamanda büyük ihaleler alıyor, büyük paralara konuyor.
Irkçılık, mezhepçilik, yağmacılık ve rantçılık ile birlikte yürüyor. Vatan derken ranta bakıyorlar, mezhep derken yağmalamaya bakıyorlar. Bu kirli ilişki ağı içinde herşey birbirine karışıyor. Savaş ortamı, tüm bu düzenlemeleri yapmaya olanak sağlayan bir örtü işlevini görüyor.
Acaba, 37 milyon dolar para alarak İHA denilen insansız hava araçlarını devlete satan Sümeyye’nin eşi Albayrak, hangi tarikattandır? Acaba, büyük ihaleleri alanlar, hangi tarikatlardadır? Acaba bakanlar içinde bir tarikata bağlı olmayan bir kişi bile var mıdır? Ve sonuçta tüm bu tarikatlar, gerçekte rant ve yağmaya dayanan birer çete hâline gelmiş, getirilmiştir.
İşte Erdoğan’ın seferberlik ilanı da bunlar içindir. Erdoğan, artık ne dediğini de şaşırmış durumdadır. Tüm devlet yetkilileri, bir gün önce söylediklerini yalanlayarak yaşıyorlar. Bu, seferberlik konusunda da böyle oldu. Erdoğan, seferberlik ilan etti.
Seferberlik ilanı ciddi olmalıdır.
Ama Erdoğan, sonra bundan geri adım attı. Gerçekte seferberlik ilanı ciddi, devletin belli koşullarda attığı bir adımdır. Seferberlik ilanının ardından Ankara’da otellere el konulması, muhtarların sürekli olarak muhbirlik ağı ile toplanması vb. uygulamalar gelişmeye başladı. Ertesi gün, Erdoğan, ben eline silâhı al sokağa çık demedim, dedi. Henüz eline silâhı alıp çıkan olmamıştı. Bundan sonra o da olacaktır. Erdoğan, meğerse, ekonomik seferberlikten söz ediyormuş.
Bize sorarsanız, Erdoğan, tüm cemaatlere, tüm çetelere, haydi uyanık olun, işimiz zorlaşıyor demek için, seferberlik çağrısı yaptı. Ama aynı zamanda Cumhurbaşkanı olduğu için, iş biraz karıştı.
Bugün, devletin tüm kurumları ile çeteleşmesi süreci yaşanıyor. Bu elbette paylaşım savaşımının da beraberinde getirdiği bir gelişmedir. TC devleti savaşa bu denli daldıktan sonra, bu paylaşım savaşımının etkilerinden kendini kurtaramaz. Yaşanan budur.
Bugün yeni devlet olarak karşımıza çıkarılmaya çalışılan şey, ırkçı-mezhepçi, öte yandan yağmacı ve rantçı bir yeni çeteleşmedir.

Suriye savaşı ve “Erdoğan hükümranlığı”

Türkiye’nin, 24 Kasım 2015’te Rus uçağını düşürmesinin ardından, zorlu ve sıkıntılı süreçlerden sonra, Rusya ile yeniden barış yoluna girmesi sürecini düşünürseniz, Erdoğan’ın bu sözleri, “şaşırtıcı”dır.
Erdoğan, acaba birdenbire kontrolünü kaybedip, dilinin altındaki baklayı mı çıkardı, yoksa, Rusya ile yeniden gerilim süreci mi başlatılıyor soruları akıllara geldi. Hem ister baklayı çıkarmış olsun, isterse yeniden gerilim sürecine yelkenler açılıyor olsun, durum pek de farklı olmazdı. Türkiye’nin, acele barış, ilişkileri hemen onaralım sözlerine Rusların,“yıkmak kolaydır ama tamir etmek zordur” tarzındaki yanıtlarının ardında yatan güvensizliğin pek de haksız olmadığı ortaya çıkmış oldu.
Ve ardından, birçok kanalla Rusya ile ilişkiye geçildiği anlaşılıyor. Ortalığa saçılan bilgilerden elde edilen sonuç, durumu toparlamak için, hem Cumhurbaşkanlığının hem de Dışişlerinin devreye girdiği yönündedir. Ve üç gün sonra, acil bir “muhtarlar toplantısı” organize edildi, ve bu kez Erdoğan, “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin Suriye’de düzenlediği Fırat Kalkanı Harekâtının hedefinin bir ülke veya kişi olmadığını” söyledi. “Sözlerimi kimse başka yere çekmesin” dedi.
Acaba, Erdoğan, kibirden hiçbir şey görmüyorsa dahi, TC devletinin yönetenleri de öyle midir? Körlük, bir “durumu realize etme” hâli midir? Acaba, Erdoğan ve çevresi, bu muhtarlar toplantısı açıklaması ile, inandırıcı olabildiklerine emin midirler?
Kısacası, 29 Kasım’da Erdoğan bir söz söyledi, belki kalbinde yatan aslanı dile getirdi, belki içeride seçmenlere seslendi vb. ama ardından, epey bir ter dökülerek durum toparlanmaya çalışıldı.
Aynı 29 Kasım 2016’da, merkezi İdlib olan “Ahrar-uş Şam” örgütünün başına, Türkiye yanlısı olduğu söylenen (adı Ali el-Ömer olan) bir kişinin seçildiği unutulmamalı. Erdoğan, bu haberi, o gün konuşmasını yapmadan önce almış olmalıdır ve bunun coşkusu ile Suriye’ye ne için girdiklerini söylemiş, itiraf etmiştir. Gerçek budur. Bunu bilmeyen var mıdır?
Erdoğan rejimi, kendini Suriye rejimini devirmeye tamamen vakfetmiştir. Bir sabah Suriye sınırından girip, bilmem neredeki camide namaz kılmak, bir günde, yarım saatte Suriye’yi fethetmek vb. sözleri, “gerçeklikten” kopuk olabilir ama bir istek ve arzuyu göstermektedir.
Erdoğan rejimi, gerçekte ne istediğinin de çok farkında değildir.
Suriye devletinin dağılmasından mı yanasınız, diye soruyorlar, hayır diyorlar, Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız, diyorlar. Esad’a muhalif güçleri destekleriz diyorlar, PYD’yi soruyorlar, hayır o olmaz, o Kürt diyorlar.     Türkmen buluyorlar, onlar Şii olmaz, diyorlar. Kısacası ne istedikleri belli değil.
Belki de bu anlamda bir belirsizlik olsa da ne istedikleri bellidir: Mesela petrol paraları, mesela rant, mesela kendilerine bağlı bir hükümet.
Diyelim ki, Erdoğan hükümranlığına bağlı bir hükümet olsun, kimden oluşacak, ÖSO’dan mı, Ahrar’uş Şam’dan mı, El Nusra’dan mı? Hangisini istiyorlarsa ondan oluşsun, bir ay sonra, Erdoğan hükümranlığına karşı savaşacaktır.
Kısacası, büyük miktarda parayı saklamak, yolsuzlukları örtmek için geliştirilen hiçbir “ideolojik” örtü, bir gelecek için sera görevi göremez.
Erdoğan, kendi kontrolünde sandığı güçlerin, kendi kontrolünde olmadığını anlamakta zorluk çekmektedir. Bugün CHP milletvekilidir, dün Musul konsolosu idi, anlatsın herkese, nasıl esir düştüler ve nasıl MİT’in bile haberi olmadan bırakıldılar. Esir düşerken, bir oyun oynanıyordu ve TC devleti bunun bir parçası idi, ama sonra, bir anda, sınırda esirleri alacak adam göndermeleri 7 saatlerini aldı. Böylece anladılar ki, IŞİD kendi kontrollerinde değildir.
Bölgeye giden insan, bölgeye giden para, bölgeye giden silâhlar, hemen hepsi, hepsi değilse de %90’ı, Türkiye aracılığı ile gitti.
Erdoğan rejimi, tümü ile Suriye savaşına kendini bağlamıştır ve şimdi de kendini oradan kurtaramıyor. 29 Kasım’daki Esed açıklaması, Erdoğan’ın hislerinin kabarmasının ürünü değil, daha da ilerisi, tümü ile kendini Suriye savaşına bağlamış olmasının sonucudur. En küçük bir “iyi” haber, akılları durduruyor ve hemen fetih duyguları öne fırlıyor.
Sanırım, bu nokta açığa çıkmıştır.
Suriye savaşı ile, Erdoğan rejimi arasında çok direk bir bağ, paralel bir bağ kurulmuştur. Bu nedenle de Suriye savaşındaki gelişmeler, çok ama çok büyük öneme sahiptir. En küçük bir gelişme, Türkiye üzerine büyük bir gölge olarak düşmektedir.
Oysa gelişmeler hızlanma eğilimindedir.
İlkin, Suriye ordusu, Esad güçleri, rejim güçleri, Halep’i almaya hızla yakınlaşmaktadır. Halep, sık sık verilen şehri boşaltma araları nedeni ile biraz daha uzayacak olan bir savaş olsa da, sonu bugünden görülen bir savaştır.
Türkiye, Halep’te savaşan güçlere, açıkça “destek olamıyoruz” demek zorunda kalmaktadır. Bu nedenle de bir tarz çırpınmaktadır. Bir gün Halep konusunda Rusya ile aynı mesajları vermekte, ertesi gün başka telden çalmaktadır. Muhtemelen, Erdoğan, Putin’e, El Nusra güçlerini çekeceğiz sözü de vermiştir. Ama anlaşılan o ki, tersini yapmış ve El Nusra, verilen aradan yararlanmak isteyerek saldırıya geçmiştir.
Böylece, Türkiye’nin El Nusra bağlantısı, Ahrar’uş Şam bağlantısı da açığa çıkmaktadır. ÖSO bağlantısı zaten biliniyor. ÖSO güçleri içinde El Nusra ve Ahrar’uş Şam unsurlarının olduğu da söylenenler arasındadır.
Şimdi, Erdoğan hükümranlığı, bu güçlere sahip çıkamamaktadır. Bu durumu izah etmek de oldukça zorlaşmıştır. İşte bu nedenle, 29 Kasım’daki gibi açıklamalar devreye girmektedir. Bu açıklamalar, ülke içine mesaj değildir. Daha çok, Suriye’deki ortaklarına mesajlardır. Ve yine muhtemelen bu durumu Ruslara anlatmış olmalıdırlar.
İkincisi, yeni Amerikan Başkanı, bu örgütlerin tümünün birer terör örgütü olduğundan söz etmektedir. Bu durumda işler Erdoğan lehine değişmeyecektir. Kaldı ki, Trump, Clinton’un IŞİD’in kurulmasında nasıl devrede olduğunu biliyor ve bu durumda Erdoğan’ın görevlendirilmesini de biliyor demektir. Ve yaparlar mı bilinmez, ama bunun bir dava konusu olacağını da söylemişlerdir.
Kısacası ABD, İslamî örgütlerden birinin vb. desteklenmesinin yanlışlığını söylemekte ve beğenmeseler de Suriye rejimi ile işbirliği yollarını aramaktan söz etmektedir. Bu durum, Erdoğan için iyi haber değildir.
ABD, Suriye savaşında kaybetmiştir ve bir mola almak isteyeceği, bunun için de bir anlaşma yoluna gideceği izlenimini vermektedir. Acaba yenilginin faturası kime çıkacaktır?
Suudi Arabistan’ın Rusya ile ilişkilerini geliştirme isteklerine bakılırsa, yeni durumda, Erdoğan’ın “anlamlı yalnızlık” hâlinin daha da dramatik hâl alacağı kesinleşmektedir. Eğilimler bu yöndedir.
Üstelik bu “yalnızlık” aşılır olmaktan da çıkmaktadır.
Erdoğan, başçobanlık sistemini devreye soksa dahi, durum değişmeyecektir. Görünen budur. Ama doğrusu Erdoğan’ın acelesinin nedeni budur. Bu nedenle, yeni duruma Erdoğan rejimi ya da Erdoğan hükümranlığı demek yerinde olur.
Suriye savaşı ile Erdoğan hükümranlığı birbirine çok bağlı hâle gelmiştir. Bunu bu hâle kimin getirdiğinin, bunun bu hâle nasıl geldiğinin artık bir önemi kalmamıştır.
Şimdi, Erdoğan, Halep düştükten sonra ne yapacaktır.?
Halep düştükten sonra, İdlib’de toplanacak olan ve Türkiye’nin desteklediği El Nusra, Ahrar’uş Şam, ÖSO ve diğerleri, tek tek Türkiye’ye mi alınacak? İdlib, Halep gibi yerleşimin çok da yoğun olduğu bir bölge de değil. Bu durumda burada savaşın daha hızlı sonuçlanacağını düşünmek mümkündür. Bu durumda, Türkiye, tüm bu unsurları kendi içine mi alacaktır? Acaba, yeni kontr-gerilla konseptinde rol almakta olan SADAT AŞ, bu unsurları, Erdoğan’ın hükümranlık ordusunun içine mi monte edecektir? Tüm bu unsurları kendine muhalif unsurların, en başta devrimcilerin, halkların, özellikle de Kürtlerin üzerine mi sürecektir?
Demek oluyor ki, Halep düştükten sonra, Erdoğan, içe dönmek zorundadır ve böyle yapmak için, büyük bir hızla, başçobanlık sistemini devreye sokmak istiyor. MHP ile sürdürülen pazarlıklar bu nedenle hızlanmıştır. Erdoğan, bir an önce sonuca ulaşma hevesindedir. Ve buna Erdoğan rejimi demek yerinde olacaktır.
Peki, bu baskı ve şiddet ile, Erdoğan, ne elde etmeyi ummaktadır? TC devletinin elde etmeyi umduğu nedir? Bir dünya savaşı ile bölge halklarının soykırımdan geçirilmesini mi planlamaktadırlar?
Erdoğan’ın tüm bu sıkışmışlık içinden bulacağı çıkış, daha fazla katliam, daha fazla baskı, daha fazla terördür.
Türkiye, dışarıda ve içeride yürüttüğü savaşı, daha da tırmandırmaktan yanadır. Erdoğan rejimi, sadece onu kurtaracak bir başkanlık sistemi değildir, aynı zamanda özel harbin, kontr-gerillanın yeniden organize edildiği bir savaş rejimidir. Erdoğan hükümranlığı, daha çok kan, daha çok baskı, daha çok şiddet, daha çok yağma demektir.
Suriye savaşının gelişim seyri, Erdoğan’ın tüm bu iç hazırlıkları yapmasına olanak vermeyebilir. Ama görünen o ki, Erdoğan ve Türkiye, bu yola girmiştir.
TC devleti, Trump ile Amerika’nın yapacağı manevraları yapmaktan çok uzaktır. ABD, Suriye savaşında uygun bir tarzda geri adımlar atmaya hazırlanmakta ve bunun için manevra olanaklarına da sahiptir.
TC devleti, Erdoğan rejimi altında, bir çıkmaz yoldadır. Bu yol, ırkçılık, milliyetçilik, dincilik söylemleri ile beslenmeye çalışılan kirli bir savaş yoludur. Bu kirli savaş, IŞİD’in yaptıkları ile yeterince açıktır. Bizim tarihimizde yer alan pek çok katliam (Ermeni katliamı, 6-7 Eylül, Dersim katliamı, Sivas katliamı, Maraş katliamı, 1 Mayıs katliamı vb.) ile IŞİD mantığının bağ kurması zor değildir.
Bu yolun, bir çıkmaz yol olduğu açıktır.
Türkiye, ne elini temizleyebilir, ne de Irak, Libya gibi pratiklerin mimarları ile bölgede bir yer bulabilir. Erdoğan rejimi, ne bölge halkları ile barışık bir ilişki geliştirebilir, ne de içeride halklara güven verebilir.

“Çobanlık” ve piyasa

“Çobanlık” konusunda Erdoğan’ın söyledikleri de buna benziyor. Bir açıdan itiraftır, halkı sürü olarak görmek isteyen bir anlayışın ürünüdür.
Bu çobanlık ilanı, aslında, sürünün ve çiftliğin bir sahibi olduğu düşünülürse, duruma uygun düşmektedir.
Ama bu çobanlık sistemi, Erdoğan’ın kafasında, farklı durmaktadır. Davranışlarına bakarsanız, istediği daha çok “mutlak iktidar”dır. Bu açıdan, padişahlık, kendisinin isteğine daha uygun düşmektedir.
Elbette tam olarak ne istediğini bizim bilmemiz “mümkün” değil. O denli yüce makamlarda, Allahın izni ile yer alabilmiş bir kişinin, ne istediğini bizim bilmemiz zor olsa gerek. Bunu kabul ediyoruz. Ama yine de daha çok padişah, sultan, biraz belki halife, İslam aleminin lideri, bir nevî seçilmiş kişi, İslam aleminin az bulunan kişisi gibi olmak istiyor. Kanıtlar bu yöndedir. “Allahın bütün sıfatlarını üzerinde taşıyan adam”, “kendisine dokunmanın ibadet” sayılması gereken adam, “cihan lideri” gibi tanımlamalar nedeni ile değil. Bunları ne ölçüde uygun bulduğunu bilmiyoruz. Ama saray, saray adabı, saray kültürü, külliye, %20 uygulamaları vb. bu konuda kanıttır.
Bir de, her gün, yepyeni bir söz söyler gibi, düzenli olarak daha önce söylediklerinin tam tersini söylemesi de bir kanıttır.
Erdoğan, hiçbir kural, hiçbir bağ tanımak istemiyor.
Mesela Suriye konusunda açıklamalarını ele alalım. Kası’mın sonu, Aralığın başında, Suriye’ye Esed’i devirmek için girdik, başka bir şey için değil, demişti. Ve ardından, iki gün sonra, acil bir muhtarlar toplantısında, kim bunları demiş, tam tersini söylemiştir. Bu konuda kendini özgür hissetmektedir. Her konuda konuşma ve mesaj verme, özgüvenin zirve yapması değil ise nedir?
Ama gelin görün ki, en kritik hamleler, ekonomi konusunda geliyor. Öyle boş verin denilecek hamleler değil, zira küçük burjuvazi, gücünden daha çok ses çıkartma kabiliyetine sahip bir kitledir. Bu nedenle, ekonomi konusunda bir şey söylendi mi, hemen alınmaktadırlar.
Gücünden sual edilmez, seçilmiş kişi, muktedir, şimdi, acaba, dolar ve euro’ya söz dinletebilecek mi? İşte soru burada başlıyor? Dinî konularda bir fetva yeterlidir, eğer rüşvet var ise, Karaman ve Diyanet İşlerinin fetvaları iş görebilir, eğer iş kazaları çok ise “fıtrat”tan başlarsın, camilerde cuma hutbesi verirsin ve işe yarar sonuçlar elde edebilirsin. Eğer Kürtlere karşı katliamlar saklanamaz hâle gelmiş ise, birkaç provokasyon, birkaç tutuklama, birkaç gazeteci hapse atma işe yarar.
Ama gelin de dolar ve euro meselesine bakın.
Padişah, diyelim ki en sonuncusu, bugün sağ olsa idi, acaba doların yükselişi karşısında, “tüm dünyada da böyle oluyor, ne yapalım” der miydi?
Acaba, padişah, mesela en sonuncusu, doların yükselişini durdurmak için, “dolar durula” diye ferman yayınlar mıydı? Hadi yayınladı, işe yarar mıydı?
Padişah, mesela en sonuncusu, bugün sağ olsa idi ve iktidar kendisinde olsa idi, “faizler düşün” der mi idi, dese idi, faizler onu dinler miydi?
Bilinen o ki, en sonuncusundan da önce, padişahlar, Galata bankerlerini fermanlarla durduramayacaklarını biliyorlardı. Yoksa, Sultan Süleyman’dan sonra gelen her padişah, kapitülasyonlar nedeni ile Sultan Süleyman’ı, “yerli ve milli olmayan” diye tanımlarlardı. İhtişamının zirvesinde Osmanlı, kapitülasyonlar vermeye başlamıştı.
Acaba, piyasa ile “mutlak güç” algısı arasında bir sorun mu oluşmaktadır?
Gerçekte, piyasa ekonomisinin diktatörlüklerle başı hoştur. Burjuva iktisatçılarının söylediklerinin aksine, piyasa ekonomisi “demokrasi” gerektirmez. Zaten, güçlünün güçsüzü ezdiği bir sistemde, despotluk her zaman vardır ve bunun hangi tonda öne çıktığı, ne kadar görünür hâle geldiği, doğrusu büyük bir sorun değildir.
Ama piyasa ekonomisi, belli açılardan sükûnet ister. Ve ekonominin işleyişi, emniyet müdürüne emir vererek iş yaptırmaktan biraz olsun farklıdır.
Faizleri indirin diyebilirsiniz. Ama faizlerin indirilebilmesi için, sizin ekonominizin kendi kararlarını verebilecek kadar bağımsız olması gerekir. Dünya kapitalist ekonomisinin içinde, ona bağımlı hâlde iken, büyük çaplı kumarhanenin içinde kumarhane sahibinin kuralları ile oynamakta iken, verdiğiniz emirler işe yaramaz. Tersine, sizi rotadan çıkarır ve bu durum, daha kolay yönetilebilir olmanıza yol açar.
Bugün, uluslararası güçler için Erdoğan, denetimi ve yönlendirilmesi en kolay pozisyondadır.
Bu koşullarda, doları indirmek için, dolarlarınızı bozdurun çağrısı, çocukçadır ve daha çok, alkış almaya dönüktür.
Dolarlarınızı bozdurun çağrısı, ‘yapacak başka bir şey kalmadı’nın da itirafıdır. Halkın dolar birikiminin ne kadar olduğu konusunda mutlaka, danışmanlarının bir fikri vardır. Gerçekçi değildir. Halkın dolarının olmaması bunda bir etken iken, ikinci etken bu yolla doların düşmeyeceği gerçeğidir. Ama mesela Erdoğan ve en yakın çevresi, eğer dolarlarını bozdurursa, işte bu işe yarar.
Devletin bizzat kendisi, birçok alanda fiyatları dolar ile belirliyor.
Devletin bizzat kendisi, ihaleleri dolar üzerinden açıyor.
Devletin bizzat kendisi, kendi alacaklarına bankaların oranlarına yakın faizler belirliyor.
Ve tüm bunlardan sonra, devlet, TL’nin korunmasından, vatanseverlikten söz ediyor.
Görelim, önde Erdoğan, arkada Binali, tüm işlemlerini TL’ye geçirsinler, dolarlarını bozdursunlar, bize ne kadar dolarları olduğunu açıklasınlar. Sadece bu ikisinin dolarları, doların ateşini düşürmeye yeter.
İşlerine geldiğinde piyasa kanunlarına sarılıyorlar. Ne yapalım, fiyatları dolar cinsinden belirlememiz gerekir, diyorlar. Ne yapalım, devlet her alacağına faiz uygulamak zorundadır, diyorlar. Ama sıra kendi iktidarlarının sallanmasına geldiğinde, dalga geçer gibi halka çağrı yapıp, dolar bozdurun, diyorlar.
Dalga geçmedir bu.
Doğru davranışları şöyle olabilirdi; en başta kendi çevrelerindeki zenginlerden başlayarak, yani gerçekten doları olanlardan başlayarak, TL’ye geçebilirlerdi. Mesela bankalarda var olan dolar hesaplarını, burada ne kadar dolar olduğunu bilmeleri zor değil. Buradan başlamalılar.
Türkiye, kapitalist dünya ekonomisinin bir parçasıdır ve sömürgedir. Sömürge bir ülkede, uluslararası sermayenin isteklerinden bağımsız adım atmaları mümkün değildir. Ancak ve ancak, tüm bankaları kamulaştırırsanız, bir ilk adım atmış olursunuz.
Demek ki, adına sultanlık mı desek, halifelik mi desek, padişahlık mı desek, başkanlık mı desek, yoksa hepsinin bir bileşeni olarak çobanlık mı desek bilmiyoruz ama bununla emredip, dolara karşı savaşılamıyor.
İnşaat dairelerinin fiyatlarının düşmesini önlemek için piyasayı manipüle etmek zor değil. Bunun bir yolu var. TOKİ, bu konuda epey iş yapar. Ama yine de el altından, 1,5 milyon istenen daireler, banka kredisi olmadan nakit ile satılınca, 750 bin TL’ye satılmaktadır. Müteahhit, sistemden parayı kaçırmak için her yolu denemeye hazırdır. Hele ki, krizin tüm ağırlığı ile kendini hissettirmeye başladığı bugün.
Evet, muktedir iseniz, ihaleleri kontrol edebilir ve kuralları altüst ederek iş verebilirsiniz. İstediğiniz kişiye ucuza kredi verebilirsiniz.
Evet muktedirseniz, bir “düşman” belirleyerek, ona karşı siyasal, askerî, ekonomik hamleler yapabilirsiniz.
Ama bir noktadan sonra, dolar konusunda bu kadar şanslı olamazsınız.
Dolara karşı bıçak çekerek savaşırken, maaşlarını dolarla alan şövalyeler, yazarlar, jöleli danışmanlar iş görebilir mi?
Padişah için, iş biraz daha kolay idi. Çünkü mülk onun idi. Erdoğan, önce tüm ülkenin tapusunu almalıdır. Belki de buna giden en kısa yol, bir kamulaştırma olabilir. 62,5 milyar dolarlık özelleştirmeden sonra, ister misiniz, muktedir, sultanlık özlemleri için, bankaları kamulaştırsın?
Ya kamulaştırma harekâtı başlayacak ya da faize in deyince faiz inmeyecek, dolara düş deyince dolar düşmeyecek ve bu durumda gücünü konuşturamayan bir “muktedir” olmaya razı olacaksınız.
Doğrusu, imajı böylesine çizmek de piyasa açısından hoş olmaz. Faiz nedir ki, düş deyince düşmeyecek, dolar kimdir ki sürekli yükselecek?

Suriye savaşında yeni dönem

Halep’in Suriye ordusunca geri alınmasının ardından yapılan her açıklamada, bu durumun izlerini de görebiliriz. Suriye ordusuna ve devletine göre bu, Halep’in kurtarılmasıdır. Oysa, mesela Türkiye cephesi, Halep’in düşmesinden söz ediyor, sanki, kendi elinde bulunan bir yeri kaybetmiş gibi bir dil kullanılıyor. Bu detay, kullanılan dil, böylesi çok unsurlu gücün iç içe girdiği savaşlarda, önemli oluyor. Bir süre önce Erdoğan, Musul’a dönük kuşatmada, Irak güçlerinin şehre girmesi tartışılırken, “gelecekleri varsa görecekleri de var” demişti. Sanki, Musul içinde TC devletine bağlı ya da Erdoğan’a bağlı bazı güçler var ve onlar adına konuşuluyor gibi idi.
Halep, Suriye’nin başkentten sonraki en önemli şehri idi ve ticaretin yoğunlaştığı, kültürlerin harmanlandığı, her halkın bir arada yaşayabildiği bir şehir idi. Bu açıdan da önemlidir. Ama savaş mantığı içinde bakılacak olunursa, Suriye ordusu, sivillerin varlığı nedeni ile ağır ağır ilerlemek zorunda olduğunu söylüyordu. Karşı taraf ise, doğrudan sivilleri kalkan olarak kullanıyordu. Ve İngiltere, ABD, Türkiye cephesi, Halep’te insanlık dramından dem vuruyordu.
Örnek olsun, Yemen’de de bir savaş var ve Suudi Arabistan her yeri bombalarken, insan hakları ya da sivil ölümlerden söz eden olmuyor. Mesela Irak işgali boyunca, ABD askerlerince öldürülen siviller kimsenin dikkatini çekmemişti. Mesela bugün Libya’da sivillerin durumu kimsenin ilgi noktasında değildir. Uzatmak mümkün. Ama Vietnam savaşından bu yana, Hiroşima’dan bu yana, katliamlar yapmış olan, geçmişi tescilli Amerika’nın, sivillerden, insan haklarından vb. söz etmesi yeterince açıklayıcıdır. İngiltere’yi de buna ekleyin. Türkiye gibi ülkelerin, ABD ve İngiltere’yi takip etmeleri ise, tam bir sömürge davranışıdır.
Halep, Suriye ordusunca ele geçirildi ve aslında bu yaklaşık olarak iki aydır sonu belli olan bir süreç idi.
Şimdi, Suriye savaşında yeni bir aşama başlamıştır.
Bundan böyle ABD, Esad ile masaya oturma yollarını arayacaktır. Ya da zaten aramaktaydı ama bundan sonra bunu açıkça yapacaktır. Trump’ın seçilmiş olması, bu açıdan bir manevra olanağı da sağlayacaktır. Hatta Trump, Clinton’u IŞİD’i kurmakla ve bu nedenle mahkeme önüne çıkartılmakla bile tehdit etmişti. Belki ABD devleti içindeki bu çatışma, egemen sınıflar tarafından çözülecek ya da çok su üstüne çıkarılmayacaktır. Ama yine de ihtimal dahilinde bu yargılama gerçekleşir ise, acaba Türkiye ya da Türkiye’den kimler bu davada yargılanmaya eklenecektir? Yeni, ABD Başkanı’nın müstakbel enerji bakanı olacağı söylenen kişi, Türkiye’nin radikal İslamcıları destekleyen güçlerce yönetildiğini söylerken, tam da bunu mu anlatmak istemektedir?
Demek ki, ABD’nin bir manevra yaparak, bir adım geri atacağı açık. Hatta belki, Suriye savaşının maliyetlerini, Türkiye’nin üzerine de yıkacaktır. Zira, olay mahallinin her santimetrekaresinde Türkiye’nin parmak izleri zaten mevcuttur.
Türkiye, ABD kadar manevra yapma kabiliyetine sahip değildir. İlkin, tetikçi olarak davrandığı için ve ikincisi, olay yerine çok yakın olduğu için. ABD, birçok işi, Türkiye’ye yaptırmıştır. Ve Türkiye, zaman zaman yetkililerin demeçlerinden de anlaşılacağı üzere, IŞİD’i, El Nusra’yı, Ahrar’ur Şam’ı vb. bizzat kendisi yönetiyor fikrine sahiptir. Bu yanlış fikir, Türkiye’yi birçok alanda cesaretlendirmiş ve bu ABD açısından iyi olmuş olabilir. Ama şimdi de Türkiye için bir sorundur. Musul konsolosluk çalışanlarının esir alınması sürecini hatırlayalım. Neden esir düşmüşlerdir, nasıl esir düşmüşlerdir? Pek yakında bunun tartışmaları da gündeme çıkacaktır. Ama özetle, Türkiye, bölgedeki çetelerle çok fazla içli dişli olmuştur, onlara silâh göndermiş, onlara üsler sağlamış vb.dir. Onbinlerce savaşçı, Türkiye üzerinden Suriye’ye geçmiştir. Şimdi bu savaşçıları bir anda düşman ilan etmekte, Türkiye çok zorlanacaktır. Türkiye bu savaşçılarla İslam, halifelik ve Osmanlıcılık üzerinden epeyce ortaklıklar da kurmuştur. Türkiye’nin bizzat sahaya sürdüğü unsurların, Türkiye’nin manevralarını kabul etme şansları yoktur. ABD kadar rahat değildir, Türkiye.
Öte yandan, Türkiye, hâlâ, bazı umutlara sahiptir. Mesela Halep’ten sonra İdlib’de bu unsurların tutunmasını istemektedir. Doğrusu bu çetelerle, devletler düzeyinde ilişkilerin ne denli sorun olacağı konusunda da bir fikirleri olmadığı anlaşılmaktadır. Para, tüm işleri çözmektedir. Savaşın yağma bölümü, bölgedeki tüm tetikçileri ve çeteleri cezbetmektedir. ABD bunun bilinci ile istediği gücü kullanabilme olanağına sahip olmuştur.
Kuşku yok ki, ABD açısından bu, tam bir yenilgi değildir. ABD, bu savaşı bir dünya savaşı olarak düşünmektedir. Bunu kabul edebiliriz. Bu durumda, Suriye cephesinde ortaya çıkan yenilgi nedeni ile, manevralar yapacak, ama başka cephelerden harekete geçecektir. Şimdiden Çin’i yoklamaya başladıkları görünmektedir.
Suriye savaşının bundan sonrasında Türkiye, oldukça zor bir döneme girmektedir. Kuşku yok ki, Suriye içindeki varlığı, bir işgal girişimidir ve buna bir an önce son vermesi gereklidir.
Ama dahası vardır. Türkiye, bu cihatçı unsurları, kendi içinde barındırmaktadır ve bunlara yenilerini katacaktır. İşte tam da burada bu unsurların ne işe yarayacağı sorusu ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği kadarı ile İdlib’de sivil yaşam pek fazla yoktur. Bu durumda Halep’ten sonra İdlib’e dönük Suriye ordusunun ilerleyişinin daha hızlı olacağı düşünülebilir. Türkiye, tüm bu unsurları geri alacak mıdır?
Türkiye, bizzat en yüksek mertebeden, Erdoğan aracılığı ile, Esad ile ilişki kurmak zorunda kalacaktır. Ve bizzat kendisinin beslediği cihatçı unsurlarla işleri daha da zorlaşacaktır.
Görünen o ki, Türkiye, bir devlet refleksi ile davranmaktan çok, savaşçı hevesleri uyanmış bir güç gibi davranmaktadır. Bu nedenle her fırsatta, bölgedeki her ülke ile sorunlar oluşturacak tarzda davranmaktadır. Bu konuda değişiklik olmama ihtimali yüksektir. Erdoğan, kendi geleceği için, sürekli saldırı pozisyonunda olmak istiyor. Sakinleşmek, bir an için düşünmek, kendi geleceği için tehlikeli diye düşünüyor olmalı. Bu durumda ise, Türkiye’den, ileri-geri hamleler beklenmesi doğaldır.
Bu savaşın, bugüne kadar olduğu gibi, Türkiye içine yansımaları olması da kaçınılmazdır. Erdoğan, sürecin bundan sonrasında, birçok hayalini unutmak zorunda kalacaktır.
Devletin, Kürt hareketine ve Kürt halkına karşı yeni bir saldırı başlatma heveslisi olduğu da açıktır. Muhtemelen Saray, bu yeni saldırı dalgasında, daha fazla cihatçı unsuru devreye sokacaktır. Bunun sürpriz olmayacağı açıktır. Zaten bunu yaptıkları da biliniyor. SADAT AŞ unsurlarını da kullanarak, çetelere daha fazla yer verecekleri görülüyor.
Halep’in Suriye tarafından geri alınması, bu savaşın, halklara karşı bir katliam politikasına dönüşebileceği işaretlerini vermektedir. Bazı öğretim üyelerinin, Alevileri katledelim, gibi açıklamaları, OHAL uygulamaları, Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikaları, bunun işaretleridir.
TC devletinin son bir yılı aşkın süredir, belki de son 1,5 yıllık süre içinde Kürt halkı başta olmak üzere halklara karşı yürüttüğü savaş, gerçekte sonuç alamayacağı bir savaştır.
Ne halkları tam olarak esir alabilirler, ne de kendi geleceklerini kurtarabilirler. Bu savaş, daha büyük acılarla da olsa, daha büyük bir direnişi birlikte getirmektedir.
Ne sokakları susturabilirler, ne öğrencileri susturabilirler, ne işçileri susturabilirler. Tüm halkı esir almak, esir tutmak mümkün değildir.
Evet, tüm basın denetimlerindedir ve nerede bir direniş olursa olsun, haber hâline bile gelmemektedir.
Evet, tüm güçleri ile, saldırmaktadırlar.
Evet, ama, yine de direnişler sürmekte, adım adım su yatağını bulmaktadır. Bi çok alandan, birçok kanaldan tepkiler birleşerek bir nehre dönüşecektir.
Suriye savaşının doğrudan içinde olmuş olan, Suriye’ye karşı oluşturulmuş olan IŞİD, El Nusra vb. örgütleri desteklemiş olan her güç, savaşın bu yeni aşamasında, elbette elini yeniden kontrol edecektir. Ama mutlaka ve mutlaka, bir bedel ödemek zorunda kalacaklardır.
Savaşlar böyle şeylerdir. Kazanınca zafer ilan ederler. Ölüp yok olanın hesabı bile yapılmaz. Ama eğer ortada zafer yok ise, eğer bir yenilgiye kapılar açılmış ise, işte o zaman başka bir bedel daha ödenmek zorunda kalınır.
Erdoğan rejimi, kendini Esad’ın gidişine çok fazla angaje etmiştir. Adeta kendi varlıklarını, Esad’ın gidişinin garantisi olarak ortaya koymuşlardır. Oysa savaşın bugün görünen aşamasında, durum tam tersine dönmüştür.
Böylesi dönemlerde, büyük oyuncular, hemen manevralara girişebilmektedirler. Türkiye’nin böylesi bir ufku olmadığı anlaşılmaktadır. Erdoğan, daha yakın dönemde “biz Suriye’ye Esad’ı devirmek için girdik” demekten geri durmamıştır. Savaşın bu yeni aşaması, Erdoğan için de yeni bir aşamadır.
Halep’in kurtarılması, Esad’ın kalışına işaret ise, Erdoğan’ın gidişine işarettir. Erdoğan, açıktan Esad ile ilişki kuracaktır desek abartı olmaz. Falda bu görünmektedir.
Türkiye, devlet olarak tutumu ile, kişisel, mezhepsel ilişkiler vb.yi birbirine karıştırmış durumdadır. Bölgede, devlet olarak Türkiye’nin Suriye ile eski yakınlığı mı daha anlamlı bir Türk dış politikası olurdu, yoksa kardeşim Esad’dan, “Esed”e geçiş mi daha anlamlı bir Türk dış politikası olmuştur? Bu sorunun yanıtını, hemen herkes, ilkinden yana veriyor. Peki öyle ise, ABD’den gelen bir emir nasıl olmuş da, Erdoğan’ı bu kadar hızla etkilemiş ve harekete geçirmiştir, birden ‘kardeşim Esad’ gitmiştir, yerine ‘ya Esed gidecek ya ben’ söylemi gelmiştir? Bu nasıl olmuştur?
Bu sorunun yanıtını anlamak için, sadece emperyalist güçlere, efendilere, ABD’ye bağlı bir Erdoğan yanıtı yeterli olmaz. Mesela kişisel ilişkiler, diyelim ki petrol ticareti, mesela silâh ticareti, mesela mezhepsel ilişkiler vb. de hesaba katılmalıdır. Osmanlıcılık vb. hayalleri, işe sonradan, daha çok dolgu malzemesi olarak eklenmiştir.
Bugün, Halep’in kurtarılması ile, hem ABD ve müttefikleri yenilmiştir, hem de Türkiye’nin bu dış politikası iflas etmiştir.
Şimdi Türkiye, Ahrar-ur Şam, El Nusra ve IŞİD tarafından, “kendilerini satan ülke” olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle bu çetelerin saldırıları artmaktadır.
Öte yandan, Moskova deklarasyonu, Suriye’nin ve Esad rejiminin tanınması anlamına da gelmektedir. Bu da Türkiye’nin, dış politikasının iflasıdır.
Sadece dış politikada kalacak bir süreç olduğu da tartışmalıdır. Türkiye, şimdi, tüm bölge ülkeleri nezdinde, saldırgan bir ülke konumundadır, ABD-İngiltere ve İsrail işbirlikçisi olarak görülmektedir. Mezhepçi olarak ele alınmakta, Vahabi Sünni politikalar heveslisi olarak görülmektedir.
Ve elbette tüm bu süreçlerin ülke içinde de yansımaları olacağı açıktır.
En başta, iktidarı oluşturan güçler arasında yeni çatlaklar oluşmuştur. FETÖ operasyonları, aynı zamanda devlete yeni tarikatların doldurulması süreci ile at başı gitmektedir. Ama, artık devlet içinde at izi, it izine karışıktır. Kaç tane FETÖ vardır? Mesela ABD’nin FETÖ’sü ile, İngiltere’nin ki, Almanya’nınki, İsrail’inki artık aynı mıdır? Kaç tane AK Parti vardır?
Uzatmaya gerek yok.
Savaşın bu yeni aşaması, herkesi etkilemeye açıktır.

Hasta la victoria siempre, Comandante

Ne gözümüz yaşlı, ne ezik yüreğimiz.
Sürpriz ve bilinmez değildi.
Bir yoldaşı, bir komutanı, bir devrim önderini, bir önderi kaybetmenin acısı elbette yüreğimizdedir.
Ama Fidel, dünya devriminin örnek komutanlarından biri olarak, bir kere daha, ölümü ile, tüm dünya devrimcilerine bırakılan mirası hatırlamamızı sağladı. Biz, bu vesile ile, Fidel’in aramızdan ayrılması vesilesi ile, bir kere daha dünya devrimci hareketinin bir müfrezesi olarak, sahip olduğumuz eşsiz mirası hatırladık.
Ekim Devrimi’nin 99. yılında, tam da bu mirasın ne olduğunu, 1917’den bu yana birikmiş olan mirasa nasıl yaklaşmamız gerektiğini tartıştığımız günlerde, bir kasım ayının sonlarında, geldi ölüm haberi.
Fidel, bu dünya devrimci hareketinin mirasının önemli bir parçasını oluşturan Küba Devrimi’nin liderlerindendir ve öyle kalacaktır.
Büyük devrimcilerin zafere yürüyüşü kadar, zaferden sonra da devrimci kalabilme iradesini gösterebilmeleri çok önemlidir. Fidel, bu açıdan örnektir. Devrimin zaferinden sonra, Küba Devrimi’nin, yolundan sapmamasına, yozlaşmamasına büyük özen göstermiştir.
İyi başlayanlar, her zaman, işin sonuna kadar iyi gidemiyorlar. Fidel, işte bunun bir örneğidir, iyi başlayıp, sonuna kadar devrimci olarak yaşamak denilen şeyin canlı örneğidir.
Bu nedenle, dünya devrimci hareketi, büyük bir önderine, (beklendiği üzere) elveda demiştir. Evet her ölüm erkendir, Ama Fidel’inki, beklenmeyen değil idi.
Elini sıkamadık bir kere olsun,
Gözlerine canlı canlı bakma şansımız olmadı,
Sesini TV kanallarından, radyolardan duyduk yalnızca.
Ama ondan çok şey öğrendik, öğrenmeliyiz.
Ona güle güle derken, öğrendiklerimizi, dünyanın tüm ezilen halkları adına, hatırlamalıyız.
İlk ders, o ve silâh arkadaşlarının Granma gemisi ile verdiği derstir. Devrim için yola çıkmadan, devrim için mücadeleye atılmadan, zafer kazanmak mümkün değildir. Bilinmeyen bir ders değildir elbette. Ama Granma ile Meksika’dan ayrılış süreci, baştan aşağıya bir eğitimdir.
1956 yılıdır. Meksika’dan, Granma gemisi ile yola çıkarlar. Granma, aslında 12-20 kişi alması mümkün olan bir küçük gemidir. Ama 1956’da, sonu Sierra Maestra dağlarına ulaşan yolculuk için, Granma’ya tam 82 devrimci binmiştir. Yürekler o kadar inançlı, hayaller o kadar sıcaktır ki, sanki, 82 kişi, gemiye yük olmayacaktır.
Granma toplam 1200 galon yakıt alabilirdir. Ama tahminen 2000 galon yakıt gereklidir ve buna, ilave 800 galon yakıta yer bulunmuştur. Yolculuk için yemek de gereklidir. Üç bin portakal konulmuştur Granma’ya, başka yiyeceklerin yanı sıra. Açlık, en az hesap edilen olmuştur. Ve elbette silâh gereklidir, hem de en önemli şeydir silâh.
Ve elbette aksilikler vardır.
Devlet, Batista rejimi, Fidel ve arkadaşlarının gelişini haber alır. Sonunda, 82 kişiden sadece 12’si ulaşır Sierra Maestra dağlarına, o günlerde devrimin ana üssü denilen yere.
Bu yolculuk, bu başlangıç, bu adım, aslında devrimin her koşul ve şart altında nasıl bir irade ile başlatılabileceğini göstermektedir.
Devrimciler, bekleyerek devrime başlamazlar. Devrimciler, devrime bir yerden, en kararlı bir biçimde başlarlar ve diğer her şeyi, akıl ve duygu ile birlikte yürütürler. Devrimci şartlar, bekleyerek olgunlaşmaz.
      İkincisi, hazırlıkla ilgilidir. Fidel, öyle bir günde bu kararları vermemiştir. Tersine, Küba dışına çıkışı ve orada hazırlanması yıllarını almıştır. Devrim, gün be gün, bir hedefe doğru, büyük bir enerji ile örgütlenmekten geçmektedir.
Granma nasıl bir kararlılık ise, Granma’nın hazırlanması da öylesini ateşli bir hazırlık dönemidir. Geceli gündüzlü bir hazırlık dönemidir, durmadan dinlenmeden yürütülen bir örgütlenme dönemidir. Ve elbette, tüm bu süreç içinde, ülke içi ile güçlü ilişkileri vardır.
Ücüncüsü, Küba Devrimi’nin zaferi ile birlikte açığa çıkar. Küba Devrimi, en başta Latin Amerika halklarına kucak açmış ve asla ve asla içine kapanmamıştır, enternasyonalist ruhunu hep korumuştur.
Bunun en güzel örneği, Che’nin Küba’dan devrim için ayrılışında vardır. Che, Küba Devrimi’nin önderlerindendir ve Fidel’in arkadaşıdır. Devrim, en önemli önderlerinden birinin, başka halklara yardım için Küba’dan ayrılmasına şahitlik etmiştir. Bu enternasyonalist ruh, sadece Che örneği ile de sınırlı değildir. Fidel ve yoldaşlarının önderliğinde Küba halkı, en zor koşullarda bile, dünyanın ezilen halkları için umut olmuştur. Açlık ve yoksullukla savaşan Küba halkı, elindeki ekmeğini paylaşmakta hiç tereddüt etmemiştir ve Küba Devrimi’nin önderleri de bu yolu hep teşvik etmişlerdir. Küba Devrimi, Fidel ve arkadaşlarının önderliğinde, dünya halklarının ortak devrimi olarak yoluna devam etmiştir.
Dördüncüsü, direnme ve pes etmeme iradesidir, mücadele iradesidir. Küba devrimi, Amerika’nın karnının altında, akıl almaz tehditlere, akıl almaz baskılara, ambargolara, yeryüzünün tanıdığı tüm hukuksuzluklara, tüm saldırganlıklara rağmen, büyük bir direnişle ayakta durmuştur. Teslim olmamıştır. Bu, devrimi, çok daha büyütmüştür.
Küba halkı, devrim etrafında kenetlenmiştir.
Küba halkı, her türden saldırıya karşı devrimi korumayı bilmiştir.
Bugün, Küba, eğitim, sağlık gibi alanlarda, dünyanın örnek ülkesinden biridir ve bunlar yoksulluklar içinde, Amerikan ambargosu altında gerçekleştirilmiştir.
Bir örnek, farklılığı anlamamıza yardımcı olacaktır. Amerikan ambargosu ile ülke sürekli sıkıştırılırken, Küba’dan kaçışlar organize edilmeye çalışılmıştır. Birçok kere. Bir keresinde, Fidel, sokağa inip, limana kadar yürüyerek, gitmek isteyenleri serbest bırakın demiştir. Ve gidenlere serbestsiniz denildikten sonra gidiş durmuştur. CIA operasyonu çökmüştür. Oysa dünyanın birçok yerinde, kaçışları önlemek vb. beklenen uygulama idi. Fidel tersini yapmıştır. Kapıları biz açıyoruz demiştir.
Kaç suikast planlanmıştır, sayısını bilmek mümkün değil. Ama bilinen gerçek, Fidel suikast ile ölmemiştir. Ölmeden önce, yakında öleceğim diyebilme şansını yakalamıştır, yoldaşlarına önerilerde bulunabilmiştir.
Küba halkı, Fidel ve devrime sahip çıkmıştır.
En kötü dönemlerden biri, 1989’da Gorbaçov önderliğinde Ekim Devrimi’nin yok edilmeye çalışıldığı dönem olmuştur. Dünya sosyalist ülkeleri, peş peşe çözülmüştür. Küba, bu koşullarda da ayakta kalma becerisini, üstelik Amerika tepesinde iken başarabilmiştir.
Castro, sosyalizmin eksiklerinin, Gorbaçovvari metotlarla giderilemeyeceğini görüyordu ve bunu açıkça dünyaya haykırdı. Sosyalizmin eksikleri, ancak mücadele ile aşılabilirdi. Perestroykayı bu nedenle alkışlamadı, bizim yolumuz bu olmayacak, dedi. Küçük bir ada devleti olan Küba için bu, zor ama onurlu bir karar idi. Bugün, bu kararından dolayı, dünyanın tüm devrimcileri olarak, Küba devrimcilerine saygı duyuyor, teşekkür ediyoruz.
Bugün, sosyalizm, dünya çapında zaferden zafere koşuyor değil. Ama daha bugünden, tüm dünya halkları anlıyor ki, kapitalizm, hiçbir sorunu çözemez ve yeryüzü ve insanlık için, varlığı felakettir.
Elbette, Küba, birçok sorunla mücadele etmekte ve edecek. Ama bu uzun devrim yolu, doğru yolun direnmek ve mücadele etmek olduğunu göstermektedir. Hele ki dünyada 1990’larda sosyalist ülkelerin kapitalizme kucak açmaları ile başlayan süreçlerin, bu ülkelerin halklarına nelere mal olduğunu gördükten sonra.
Bugün, elbette, dünya gericiliği, emperyalist güçlerin hepsi, ama en başta ABD, Küba’ya karşı her türlü komplolarına hız vereceklerdir. Bunun tersi, eşyanın tabiatına aykırıdır. Onlar budur, halkların, özgürlüklerin, insanlığın, iradenin, eşitliğin, umudun tescilli düşmanlarıdır. Buna uygun olarak yapacakları şeyler de bilinmez değildir.
Elbette Küba halkı, Fidel’in, on yıla yakın bir süredir zaten başkanlığı bırakmış olması nedeni ile, birçok açıdan bu sürece hazırdır. Fidel’in ölümü, hiçbir Kübalı için beklenmedik bir sürpriz değildir. O nedenle, gözlerindeki yaşlara rağmen, dipdiriler. Büyük bir devrimciyi, güzel bir insanı, bir yoldaşı uğurlamakla meşguller.
Biz, Küba’dan binlerce kilometre uzakta, üzgün ama gururlu bir biçimde bu uğurlamayı izliyor, bu vedaya katılıyoruz.
Fidel, dünya devrimci hareketinin önderleri arasında ölümsüz yerine alıyor.
Biz, onunla aynı safta dövüşmekten, bir kere daha gurur duyuyoruz.
Biz, yoldaşlarımızın gözlerine bakıp, Fidel’in gözlerini arıyoruz.
Biz, yoldaşlarımızın gözlerine bakıp, sessizce, bu gemi zafere ulaşacak, diyoruz.
Biz, yoldaşlarımızın gözlerinden içeri girip, tekleşiyoruz.
Tarihin tarihimizdir.
Yolun yolumuzdur.
Sözlerin bize emirdir, Fidel.
Hasta la victoria siempre Comandante.

2016 sonunda işçi sınıfının durumu

Dışarıda süren savaşın, bugün odak noktası Suriye’dir.
Suriye savaşı, içinde ABD’nin, arkasında Türkiye’nin açıktan yer aldığı bir savaştır.
Ve savaş, Aralık ayının ikinci haftasında, Halep’in Suriye ordusunca geri alınışı ile, yeni bir aşamaya girmiştir.
Türkiye bu savaşa burnuna kadar batmıştır ve bugün de yenilen tarafta yer almaktadır. Dahası, ABD, bu savaşın maliyetlerini büyük ölçüde Türkiye’ye yıkma hevesinde olacaktır.
Bu savaş, içeride, Erdoğan’ın başkanlık ya da kendi deyimi ile çobanlık sistemine geçme hevesleri ile, her yolla içeriye yansımaktadır.
IŞİD, El Nusra, Ahrar’ur Şam ve daha başkaları, bu savaşın çeteleridir ve Türkiye bunların ana üslerinden biridir. Uzatmaya gerek yok, bu unsurlar, hem dışarıda, hem de içeride, Erdoğan ekibi ve devlet tarafından kullanılmaktadır.
İçeride savaş, esas olarak Kürt halkına yönelmiş olsa da, gerçekte, tüm devrimcilere, tüm halklara, özgürlük, ekmek ve barış isteyen herkese, işçi ve emekçilere karşı bir savaş olarak ortaya çıkmaktadır.
OHAL, tam olarak işçi ve emekçilere, halklara, özgürlük taleplerine, hak arama taleplerine karşı bir uygulamadır ve Erdoğan bu yolla, işçi ve emekçileri, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçileri esir almak istiyor.
Bir yandan, Türkiye, devletin çözüldüğü, işçi ve emekçilerin iktidarı ele geçirme şansının nesnel olarak arttığı bir dönemdedir. Devrime gebedir. Ama öte yandan, devrim, öznesiz, örgütsüz, işçi sınıfı ve halklarının mücadelesi olmadan olmaz. Bu nedenle de öznel olarak, örgütsüzlük nedeni ile devrim, “uzak” görünmektedir.
Nesnel olarak devrim yakındır, öznel olarak, örgütsüzlük nedeni ile açık bir uzaklık görünmektedir.
İşte, 2017’ye bu koşullarda giriyoruz.
Türkiye’nin önündeki büyük devrim, sosyalist bir devrimdir. İşçi sınıfının egemenliğine dayanmaktadır.
Türkiye’nin önündeki devrim, bugün savaş bölgesi hâline gelmiş olan Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar bölgesindeki sosyalist devrimlerin bir parçasıdır. Bu nedenle, emperyalizme karşı toplu bir direniş demektir, bu nedenle tarihle açık bir barışma demektir, bu nedenle halklar için büyük özgürlük demektir.
Ve bu devrimin bir parçası olacak olan sosyalist devrimimiz açısından, 2016 yılı sonu itibari ile işçi sınıfının gerçek durumunu ortaya koymak gereklidir.
1- İşçi sınıfı, 12 Eylül ile başlayan karşı-devrim süreci boyunca, sürekli olarak politikanın dışına itilmiş, apolitikleştirilmiştir. İşçi sınıfı, devrimci hareketten bu yolla koparılmıştır. Bunun bir yanında korku varsa, diğer yanında, apolitikleştirme süreci vardır.
2- 12 Eylül’den bu yana, birçok sendika, belki bir-ikisi hariç, işçi sendikası olmaktan çıkmıştır. Sendika mafyası, sendikal örgütlenmenin tepesine çöreklenmiştir. Sendikalar, patronların, devletin sendikaları hâline gelirken, mafya çeteleri ile bağlantılı hâle getirilmiştir. Bugün, birçok sendikanın başında bulunanlar, bu sendika mafyasına bağlı olanlardır ve işçi sınıfının kanını emen birer sülük gibi, onun enerjisini kontrol etmektedirler.
3- Sendikalar, işçi hakları için mücadele etmemektedir. Bunun yerine, çoğunlukla, devletin ve patronun istekleri doğrultusunda, işçileri devrimci mücadeleden uzak tutmakla uğraşmaktadırlar. Neredeyse grevi bir silâh olarak işçi sınıfı, bu sendika mafyasına teslim etmiştir. Sendikalar, işçileri kontrol edip, mücadeleden uzaklaştırmaktadırlar.
4- Bu sendika mafyası, işçilerin kendi içlerinde dayanışma eylemleri geliştirmelerini de önlemektedir. Bu konuda basın da destekçileridir. Pek çok işçi eylemi, gündeme dahi çıkmamakta, haber dahi olmamaktadır. Basının bu karartması, sendika mafyasının işçilerin kendi içinde dayanışma geliştirmelerinin de önünü tıkamaktadır. 301 işçinin öldüğü Soma sonrasında dahi sendikalar, topluca dayanışma eylemleri ortaya koymamışlardır. Bunun pek çok örneği vardır.
5- Fabrikalarda işçi önderleri, henüz, bu apolitik tutumu kıramamışlardır. İşçi liderleri, hâlâ, soldan, devrimcilerden uzak durmanın, kendilerini devletin saldırılarından koruyacak bir tutum olduğu kanısındadır. Oysa, devrimci hareketten uzak kaldığı sürece işçi sınıfı, tamamen burjuvazinin esiri hâline gelmektedir. Patronların, sendika mafyasının, burjuva basının karanlık çemberini aşamamaktadır.
Durumu anlamak için, belki konuyu biraz daha genişletmek gereklidir.
2016 yılı sonunda, işsiz sayısı kaç kişidir? Devletin verdiği 3 milyon küsur rakamı ve %10,5 rakamı doğru mudur? Elbette değildir. Öyle ise, ne kadar işsiz vardır?
Acaba, işçilerin ne kadarı, asgari ücret ile çalışmaktadır?
Acaba, 16 yaşın altında çalışan işçi sayısı, çocuk işçi sayısı kaçtır?
Acaba, sigortasız çalışan kişi sayısı kaçtır? Sigortasız çalışanların rakamlarını bulmak nasıl mümkün olabilir? Devletin sigortasız işçi çalıştırma konusunda tutumu nedir?
Çalışan işçilerin ne kadarı sendikalıdır?
Sendikalı işçiler, acaba, sendikalarından memnun mudur?
Sendikalı işçi sayısının bu denli düşüyor olmasının nedeni nedir?
Bir yılda ne kadar toplu iş sözleşmesi yapılmaktadır ve kaç işçiyi kapsamaktadır?
Bu toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin ne kadarı sendikalıdır?
Toplu sözleşme sürecinde kaç grev olmaktadır, grevlere devletin, sendikanın, patronların tutumu nedir? Polisin varsa saldırılarının nedenleri nelerdir?
Bağlanan toplu sözleşmelerde, işçiler, enflasyonun üzerinde mi zam almakta, yoksa altında mı? İşçiler sözleşmelerde sosyal haklarını kaybetmekte midir?
Sendikalar, kendi üyelerine ne gibi eğitimler vermektedir?
İşçiler, sendikada toplanan aidatlarının nasıl harcandığı konusunda bir bilgi alabilmekte midir, bu konuda sendikalar şeffaf mıdır?
Sendikalar, işçilerin fabrika içindeki çalışma koşulları konusunda sözleşmelerde önlemler almakta mıdır?      Örneğin, işyeri cinayetlerine karşı tutumlar, sözleşmelerde karşılık bulmakta mıdır?
İşçilerin çalışma saatleri uzamakta mıdır?
İşçilerin çalışma koşulları iyileşmekte midir?
Aslında bu soruları bilerek sıralıyoruz. Her okuyucu, özellikle, her fabrikadaki işçi önderleri, işçi temsilcileri, bu konuları rahatlıkla araştırabilir. Bizim sendika mafyası konusunda söylediklerimizi, bizzat kendi araştırmaları ile ortaya çıkarabilir.
Evet biz devrimciler, işçi sınıfının devrimci karakterini ortaya çıkaracak bir örgütlenmeden, bir mücadeleden yanayız.
Evet biz devrimciler, işçi sınıfının politikadan, devrimden uzak durmasını, tutulmasını, işçi sınıfının davasına ihanet olarak yorumluyoruz.
Evet biz devrimciler, işçi sınıfının sendikal hakları, ekonomik hakları vb. için mücadeleyi verecek sendikaların, birer işçi sendikası olması gerektiğini savunuyoruz. Patronlara hizmet eden, masa arkalarında polisle, mafya ile, patronla iş tutan sendikaların, her zaman işçi sınıfını satacaklarını biliyoruz.
Evet biz devrimciler, işçi sınıfı ve halklar için, “her koyun kendi bacağından” felsefesine açıkça karşıyız. Biz, işçilerin her eyleminde, sınıf kardeşliğini göstermeleri gerektiğini söylüyoruz. Dayanışma grevleri örgütlenmelidir. İşçiler, bir fabrikadaki kardeşlerine açıktan destek olmadıkça, sıranın kendisine gelmesini bekledikçe, sınıf kardeşliğini de anlayamaz.
Biz, işçilerin örgütlülüğünden yanayız. Bunun yolu, işçilerin bilinçlenmesidir. Bilinçli, işçi sınıfının en ileri unsurlarını, doğrudan saflarıma davet ediyoruz. Biz, bu yolla, işçi sınıfının esaretinin kırılacağını düşünüyoruz.
2016 yılının sonuna geldiğimizde, işçi sınıfı, hem ekonomik anlamda, hem de sosyal haklar anlamında daha çok kaybetmiştir. Bu yeni de değildir. Her yıl bu kayıplar artmaktadır.
İşsizlik daha da artmıştır.
Ücretler daha da az şey satın almaktadır.
Daha çok işçi çocuğu, kalitesiz eğitime mahkûm edilmektedir.
Daha çok işçi çocuğunun geleceği elinden alınmaktadır.
Daha çok işçi, daha kötü koşullarda çalışmak, daha kötü koşullarda yaşamak zorunda kalmaktadır.
Daha çok işçi, daha kötü evlerde yaşamak zorunda kalmaktadır.
Daha çok işçi, işini kaybetme tehdidi ile karşı karşıyadır.
Her ay, daha fazla işçi sabah evinden sapasağlam çıktığı hâlde, akşam evine dönememektedir. İş cinayetleri sürekli artmaktadır.
İşçi sınıfının sosyo-ekonomik durumu budur. İşçi sınıfının yaşam koşulları bunlardır.
Ve iktidar, şunları önermektedir.
– Sabredin, allaha yalvarın, maaşım az demeyip şükür edin.
– İşyerinde kazayı “fıtrat” olarak ele alın, isyan etmeyin, kuzu olun.
– Hiçbir örgütlenmeye yönelmeyin, patronun, devletin istediklerini yapın.
– Devrimci örgütlerden uzak durun, yoksa işten atılırsınız, hapsi boylarsınız.
– Birbirinizle tartışıp-konuşup, çözüm arama işlerine girişmeyin.
İşte devletin işçilerden istedikleri budur. Siz koyunsunuz, ben de çoban denmektedir. Bunu açıkça söylediklerini biliyoruz.
Oysa işçi sınıfı için, çözüm vardır.
* İlk olarak, kendi hakkını istemek, kendi hakkını aramak, özgürlük ve ekmek istemek bir haktır. Bunları istemek, bunun için mücadele etmek suç değildir.
* İkincisi, işçiler, fabrikada birlikte hareket etmelidir. Eğer sendikaları sarı sendika ise, devletin ve patronun denetiminde bir sendika ise, onlardan habersiz, kendi aralarında örgütlenmek zorundadırlar. Her fabrikada bir işçi birliği, bir işyeri komitesi olmalıdır.
* İşçiler, mücadeleyi daha etkili yürütebilmek için, başka fabrikalardaki kardeşleri ile ilişki kurmalıdır, onlardan öğrenmeli, onlara öğretmelidir. Sınıf kardeşliğini açıkça göstermelidir.
* İşçiler, örgütlenirken, devrimci hareketle bağlanmalıdır. Devrimciler, işçilerin daha bilinçli mücadele etmesini sağlayacaktır, devrimciler sınıf kardeşliğini geliştirmenin olanaklarını örgütleyecektir.
İşçilerin patronlara, devlete, sisteme karşı mücadelesi, öyle basit bir mücadele değildir. Burada devrimcilerden uzak durarak, işçi sınıfı ne kendi birliğini sağlayabilir, ne de kendisi ile birlikte tüm toplumu harekete geçirebilir.
Bu nedenle, biz, tüm duyarlı işçi önderlerini, fabrikalardaki işçi liderlerini, bizim saflarımıza katılmaya davet ediyoruz. Bunun dışında örgütlenme, gerçek ve mücadeleci bir örgüt oluşturma yolu yoktur.
2017 yılı, yani gelecek yıl, Kasım ayında, Ekim Devrimi, 100. yılını kutlayacak. 100 yıl önce, işçiler, sisteme karşı, sömürü ve baskıya karşı, savaşa ve esarete karşı mücadeleyi zaferle taçlandırdılar. Tarihin ilk proleter devleti, işçi devleti, Sovyetler’de ortaya çıktı.
100 yıl sonra, biz, işçi ve emekçiler çok daha fazla kalabalığız.
100 yıl sonra soru şudur: Bu tarih içinde kim bu mücadeleden daha iyi öğrenmiştir, burjuvalar mı, yoksa biz devrimci işçiler mi? İşte ülkemizde işçi sınıfının önderliğine ihtiyaç duyan sosyalist devrim, zafere ulaşırsa, iktidarı alırsa, biz daha iyi öğrenciler olduğumuzu ispat etmiş oluruz.
Bugün, hiçbir kapitalist ülkede, hiçbir işçi ve emekçi, hemen hemen hiçbir aydın, kapitalizmi savunmamaktadır. Herkes, kapitalizmin insanı yok eden, insanı tüketen, insanı kirleten bir sistem olduğu konusunda hemfikirdir.
Tüm sorun, mesele, kapitalizmi alaşağı etmek, burjuva devleti alaşağı etmek ve halkların özgürlüğüne dayalı, savaşsız-sömürüsüz bir dünyanın kapılarını açmaktadır. Bunu yapabilecek güçteyiz.
“Hastalar, kardeşlerim
biraz sabır, biraz inat
eşiğin arkasında bekleyen ölüm değil
hayat”

OPEC toplantısından petrol üretimini düşürme kararı çıktı

     OPEC üyeleri, günlük ham petrol üretimini 1.2 milyon varil azaltarak 32 buçuk milyon varil seviyesine indirmek konusunda anlaştı.
Anlaşma 6 ay boyunca geçerli olacak ve 2017 yılının Mayıs ayında yeniden değerlendirilerek 6 ay daha uzatılabilecek. Anlaşmanın uygulanması, Cezayir, Kuveyt, Venezuella ve iki OPEC dışı ülkenin üye olduğu Gözlem Komitesi’nce denetlenecek.
Petrol fiyatları hangi ülkeleri nasıl etkiliyor?
Petrol fiyatlarındaki düşüşün en çok etkilediği ülkeler arasında Rusya ve Venezuela geliyor. BBC’de yer alana bir analize göre petrol fiyatlarındaki düşüşün bazı ülkeler üzerindeki etkileri şöyle tanımlanıyor:
Petrol fiyatlarının düşüşünden en kötü etkilenen OPEC üyesi Venezuela. Ekonomisi neredeyse tamamen her gün yaptığı yaklaşık 2 milyon varillik petrol ihracına dayalı ülke için petrol fiyatındaki her 1 dolarlık düşüş, senelik 720 milyon dolar gelir kaybı demek. Bu durum, Venezuela’da enflasyon artışını da tetikliyor.
Dünyanın en büyük petrol üreticilerinden Rusya için de petrol fiyatındaki düşüş büyük sorun. Rus ekonomisinin 2015 yılında hatırı sayılır ölçüde küçüldüğü, bu yıl da küçülmeye devam edeceği bekleniyor. Buna ek olarak Rusya gerek döviz rezervlerinde, gerekse petrol ve gaz gelirlerini topladığı varlık fonunda erime gören ülkelerden.
Üretimi azaltma uzun zamandır gündemdeydi
Ham petrolün varilinin 62 doların altına düştüğü Kasım 2014’te OPEC, petrol fiyatlarını yükseltmek için, üretimi azaltmayacağı kararını tekrarlamıştı.
Ocak 2016’da Brent petrolün varil fiyatı 31 doların da altına inmişti.
İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasının ardından İran’ın petrol üretimini artıracağını açıklamasına Suudi Arabistan’dan tepki gelmişti. Suudi Arabistan petrol üretimini dondurmak için İran’ın da üretimini dondurması şartını dile getirmişti.
                                                                                                                                      Kaynak: Direnişteyiz.org, 1 Aralık 2016

İngiltere’de demiryolu işçileri haklarını grevle kazandı

Medyaya rağmen halk destekledi
RMT, daha adil ve güvenli çalışma koşulları için son bir yılda birçok grev gerçekleştirdi. İngiltere ana akım medya kaynakları grevlerin günlük ulaşımı olumsuz etkilediği iddiasıyla sendika karşıtı yayınlar yaptı. Ancak halk, eylemleri destekledi.
Grevleri dağıtmak için Southern Rail şirketinin tehdit ve zorbalık yöntemleri kullanmasına rağmen, Kasım ayında RMT, London Underground’daki hatlarda bakım yapan personeline emeklilik, ödeme ve gece trenleri sorunlarıyla ilgili taleplerini zaferle sonuçlandırdı.
RMT Genel Sekreteri Mick Cash, “Yeraltı hatları ile olan iki anlaşmazlıkta işverenle iyi bir ödeme anlaşması imzaladık ve tüm metro hatlarında çalışan üyelerimiz için emeklilik hükmünde adalet ve eşitliği kazanabildiğimizi bildirmekten memnuniyet duyuyoruz” dedi.
Grevler ve protestoların ise herkes için eşit standartlar sağlanıncaya kadar devam edeceği duyuruldu.
RMT’nin, ana hatlar ve yeraltı demiryolları, denizcilik ve deniz, otobüs ve karayolu taşımacılığının hemen hemen her sektöründe 80 binden fazla üyesi var ve İngiltere’de üye sayısının hızla büyüdüğü tek sendika olma özelliği taşıyor.
Demiryolu şirketleri halkın sırtından kazanıyor
Bu arada İngiltere’de demiryolu tarife fiyatları Ocak 2017’de tekrar yükselecek. Yolcu gelirleri, kaynakların yaklaşık yüzde 70’ine katkıda bulunuyor. Vatandaşlar, vergi mükellefleri olarak, demiryollarındaki yatırım sermayesinin büyük çoğunluğunu ödemeye devam ediyor. Özel tren şirketleri gelirleri artmasına rağmen, personel çıkartarak, daha fazla tasarruf elde etmeye çalışıyor.
RMT ve Rail for Action, kamu mülkiyetini, uygun fiyatlı tarifeleri ve düzgün bir şekilde çalışan demiryolunu desteklemek için 3 Ocak 2017’de eylem düzenleyecek.
                                                                                                                                           Kaynak: Evrensel.net, 27 Kasım 2016

Güney Kore’deki siyasi krizde kilit isimlerin evlerinde arama

26 Aralık’ta 10 ayrı adrese yapılan baskınlar, savcıların haftalardır sürdürdüğü ön soruşturmanın ardından, Park’ın şüpheli olarak adının anıldığı resmi kovuşturmanın başlatılmasından bir hafta sonra düzenlendi.
Park, hükümette resmi görevi olmayan yakın dostu Choi Soon-sil’in yöneticisi olduğu vakıflar aracılığıyla ülkenin büyük holdinglerinden yüklü bağışlar toplamak ve bunun karşılığında bağışçılara siyasi menfaat sağlamakla suçlanıyor.
Kovuşturma kapsamında Park’ın gözatındaki dostu Choi’nin yöneticisi olduğu kültür ve spor alanlarında faaliyet gösteren Mir ve K-Sports adlı iki vakıf mercek altına alındı. Aralarında söz konusu vakıflara 20 milyon wondan (yaklaşık 60 milyon lira) fazla bağış yapan elektronik devi Samsung’un da bulunduğu bağışçı holdingler hakkında inceleme yapıldığı belirtildi.
Holdinglerin söz konusu bağışlar karşılığında devletten herhangi bir özel menfaat elde edip etmediği araştırılıyor. Kovuşturmanın, özellikle Ulusal Emeklilik Hizmetleri Kurumunun geçen yıl Samsung ve şirkete ait başka firmalar arasında yapılan bir birleştirme düzenlemesine verdiği onayın üzerinde durduğu bildirildi. Konuyla ilgili Emeklilik Kurumundan bir yetkilinin ifadesine başvuruldu.
Baskınlarda, kovuşturmaya konu olan vakıfların faaliyet sahasından sorumlu olan Kültür Bakanlığı da polisler tarafından arandı. Öte yandan başkanlık yetkileri 9 Aralık’ta yapılan parlamento oylamasıyla elinden alınan Park’ın, görevden azledilmesi için de Anayasa Mahkemesinde ayrı bir yasal süreç devam ediyor. Yargı muafiyeti olan devlet başkanının görevden alınıp alınmayacağıyla ilgili mahkeme altı ay içinde bir karara varacak.
                                                                                                                                                   Kaynak: Sputnik, 26 Aralık 2016