Ana Sayfa Blog Sayfa 16

Savaşı evinde görmediğin zaman, nihayetinde senin evine de gelmez mi sanıyorsun?

1 Eylül Dünya Barış Günü, yani Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı gün. İkinci Dünya Savaşı’yla yaşanan ölüm, yıkım, buhran ve çaresizlik, tam da içinde bulunduğumuz çağda unutulmasın diye başta Sovyetler Birliği olmak üzere dönemin sosyalist ülkelerinin aldığı kararla adının önüne “Dünya Barış” unvanını alan gün.

Ama bu unvanla kutlanışından neredeyse üç çeyrek asır sonra yine, yeni bir dünya savaşının, daha doğru ifadeyle paylaşım savaşının eşiğindeyiz.

Size dehşet verici ve abartılı mı geldi? O kadar da değil, diye mi düşündünüz? Dünya savaşı değildir, dünya olsa duramazdık mı dediniz?

Ama gerçeklik, ona inanmayı bıraktığınızda ortadan kaybolan bir şey mi ki?

Tüm dünyanın gözü önünde Filistin halkına açık ve vahşi bir soykırım uygulanıyor.

Avrupa’nın orta yerinde ABD kuklalığı uğruna Ukrayna savaşı sürüyor.

İran ile İsrail’in ilk kez birbirlerinin topraklarını doğrudan hedef alan saldırıları yanı başımızda yaşanıyor.

Ülkelerin silahlanmayı artırmasıyla şirketler de silah sanayii yatırımlarına başlıyor.

BM Genel Sekreteri dünyanın kaos çağına girdiğini ilan ediyor, ABD Başkanı ordusuna nükleer çatışmaya hazırlanma talimatı veriyor, Avrupa ülkeleri halklarına savaştan muaf olmadıklarını anımsatıyor.

Türkiye’de de Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlıklarından, üçüncü paylaşım savaşının ciddi bir risk ve ihtimal olduğu açıklamaları yapılıyor. ABD emperyalizminin tetikçisi olarak roller hevesle üstleniliyor. Ekonomik kriz derinleştikçe, öfkemiz hak edene yönelmesin diye milliyetçilik üzerinden nefret körüklenmeye çalışılıyor. Sistem bunalımdan hem içeride işçi emekçilere savaş açarak hem de paylaşım savaşını körükleyerek çıkmaya çalışıyor. Buna her yerde, çalışma ve yaşam koşullarına isyan eşlik ediyor.

Ne dersiniz; belki hâlâ dehşet vericidir ama artık o kadar da abartılı gelmiyordur.

İşte biz, tüm bu gerçekler karşısında dehşete kapılıp yaşamımızı endişeyle, korkuyla, çaresizlikle sürdürmeyi, barıştan dualarla, ummalarla bahsetmeyi reddediyoruz.

Elimizden bir şey gelmeyeceğine dair kasıtlı olarak yaratılan yanılsamayı kabul etmiyoruz. Aksine değişmenin de değiştirmenin de yaşamı bilfiil yaratan, insanlığın sahip olduğu tüm zenginliği üreten bizlerin ellerinde olduğunu biliyoruz.

Sen de servetliler servetine servet katsın diye bile isteye çıkarılan savaşları yazgımız sanma istiyoruz.

İsyan ve direnişlerin savaş karşıtı toplu bir harekete dönmesi mümkünken Filistin’le dayanışma içinde olan halkların paylaşım savaşının da karşısında duracağını söylemek kehanet değildir.

Yaşadığımız topraklarda ve tüm dünyada sömürüye ve yayılmacılığa dayanan sermaye düzenine son vermenin zorunlu ve olanaklı olduğunu, yeni bir paylaşım savaşını önlemenin yolunun sadece sosyalizmden geçtiğini vazgeçmeden, usanmadan söylüyoruz.

Seni de her şeyi üretebildiğimiz, her şeye ortak olmak istediğimiz ve olabileceğimiz bu dünyada kapitalizmin savaş yıkıntılarına hayır demek, savaş karşıtı hareketi güçlendirmek için 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde sokaklara çağırıyoruz.

Gel, emperyalizm yenilsin, ortak mücadelemiz kazansın!

 KALDIRAÇ HAREKETİ

29 Ağustos 2024

Kenya Solidarity Statement

Kenyan people have been resisting and fighting against their bourgeois state for weeks that impoverished them and tried to increase their misery with the 2024 Finance Bill it introduced in May. The Bill sought to heavily increase taxes on the already impoverished Kenyan people, which served as a trigger that united students, workers, and many parts of society against the government. 

The IMF and the World Bank is behind the proposed measures, and through them, U.S. imperialism is the true master of the Kenyan government. Just as the bourgeois government in Turkey is ruled in collaboration with the imperialists, Kenyan people are subject the exploitation and oppression of collaborators of imperialists who kill, abduct, injure, torture their own people to secure profits for their masters. The same economic programs enforced on the Kenyan people are being enforced on the worker-laborers, peoples in the geography of Anatolia. Similar sets of taxes against the interests of the people, worker-laborers, tax cuts for corporations and plunder and rent policies that give international corporations free rein to exploit the land, natural resources, and workers of our geography are enforced. 

In all continents across the world, things that peoples are facing are the same and the wave of uprisings does not end. We salute with fervor the poor people, workers, students, women, doctors, farmers, in short, all those who live by their labor, who give voice to this wave of uprising from Bangladesh and Kenya. Your resistance gives us hope. 

It is the responsibility of us revolutionaries to crown these uprisings and resistances with the rule of the working class and laborers, of the people, to overthrow this capitalist-imperialist system that offers no future aside from hunger-poverty, exploitation and war. 

With these thoughts and feelings, we salute once again the resisting Kenyan people, workers, students and all those facing heavy attacks from the police. 

Especially, we offer at this moment our solidarity with members and leadership of the Communist Party of Kenya who have been kidnapped by the state. 

 

Long live proletarian internationalism!

Long live international solidarity! 

Forwards to the revolution! Either socialism or death!

Kaldıraç dergisinin Ağustos 2024 tarihli sayısı yayında

Aylık Devrimci Sosyalist Dergi Kaldıraç’ın Ağustos sayısının tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Dergimizin bu sayısında bulunan yazılardan bazı bölümler ise şöyle;

“Bir açıdan gelişme sayılır. Çünkü hepsi, en azından, en geri talepler konusunda bir araya gelmişlerdir. Ama öte yandan, en geri taleplerle bir araya gelmek ve hiçbir eylem açıklaması yapmamak, işi geçiştirme taktiğidir. Bu kez, gövde gösterisi ile, oyalama taktiği devreye sokulmuştur. Üç sendika konfederasyonu, aslında Saray’a, ‘artık işçileri tutmakta zorlanıyoruz’ demek istemiştir. Yine de taleplere bakmalıyız.
Perspektif yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Kim kimi ne sanıyor?

“İster Trump seçilsin isterse Biden, ABD savaş politikalarına devam edecektir. Tayvan üzerinden Çin’e karşı savaş, Ukrayna üzerinden Rusya ile süren savaş ve Ortadoğu’da genişleyen savaş, ABD için gereklidir.

Bu çerçevede, Trump’a karşı suikast girişimi, biraz daha anlamını değiştirmektedir. Bu nedenle, acaba ABD devleti Trump’ı öldürmek mi istedi de başaramadı, yoksa bu bir Trump kazansın hamlesi mi idi tartışması, daha kapsamlı bir tartışmadır.”
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
ABD seçimleri ve savaş politikaları

“Size de komik gelmiyor mu? Gelse de gelmese de, bir de bizim bu konudaki görüşlerimizi dinleyin. Bu konuyu tartışalım. Belki size, bizim ‘nefesi kuvvetli hoca’ rolündeki ‘uzman-danışman’lar ile Özel’in durumu arasında kurduğumuz bağı açıklama olanağını da yakalamış oluruz.”
Fikret Soydan’ın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Saray Rejimi, CHP’nin rolü, savaş ve “seçim”

“Erdoğan, ne demişse, mesela siz bu yazıyı okuduğunuzda en son ne söylemiş ise, test edin, geçmişe bakın, onun tam tersini de söylemiştir. Demek ki, Erdoğan’ın söylemlerinin ciddiyet anlamında bir önemi yok. Sadece, bu söylediğini söylemesine neden olan etkenleri görmek açısından bir önemi var.”
Aysun Sadıkoğlu’nun yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
Savaş politikaları, Saray Rejimi ve Ortadoğu

“Sağın yükselişi dedikleri şey, NATO tedrisatlı aydınların, uzaktan, sol jargon kullanarak, seyirci edasıyla ‘bilimsel’ analiz yapma işinin (her canlı kendi karakterine göre, huyuna göre davranır) beraberinde getirdiği bir sonuçtur. Neymiş, ‘sağ yükseliyormuş.'”
Deniz Adalı’nın yazısının tamamını linke tıklayarak okuyabilirsiniz↓
“Sol”cu olmak, muhalif olmak, devrimci olmak

Bu sayı ayrıca Hakkı Taşdemir’in Osmanlı devletinde sosyalist bir işçi örgütü: Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ve Erken seçim sonrası Fransa, Temel Demirer ve Sibel Özbudun’un ABD’nin -güncel- ahvali! başlıklı yazıları ile 1 Mayıs tutsaklarımız Tutku Kırcali ve İbrahim Erol‘un 17 Temmuz’daki mahkemedeki savunmaları ve Kaldıraç dergisi İzmir Temsilciliği’nde İsyanlar ve Devrimler Tarihi üst başlığında yapılan derslerdeki sunumların derlemesi bulunmakta.

Dergimizin dağıtımına katkı sunmak için 0539 840 81 56 numarasına WhatsApp üzerinden ulaşabilirsiniz.

Dergimizin tamamını okumak için; Kaldıraç Sayı: 277 / Ağustos 2024
Dergimizin temin noktaları için; Oku, Okut, Dağıt
Dergimize abone olmak için; buraya tıklayabilirsiniz.

Kim kimi ne sanıyor?

Önce, 3 Temmuz’da TÜİK enflasyon rakamlarını açıkladı. Sanki, tüm açıklama komik sayılır niteliktedir.

Ardından, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK, yani üç konfederasyon, ortak bir açıklama yaptılar. Bu açıklamanın daha ciddi olduğunu söylemek mümkün müdür?

Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, sanki tepki verir gibi, sanki “bu kadar da rezil olduk” der gibi, sanki bir işçi sendikasının üçkâğıtçı lideri değilmiş gibi, sanki bir anda ciddi bir tepki ile iktidarı uyaracakmış gibi ve daha çok da “ya arkadaş bizi ne hâllere soktunuz” der gibi konuştu. Kamuoyuna konuşmadı, aslında Saray’a, Saray’ın izni ile açık mektup yazdı.

Hangisi daha trajiktir ya da hangisi daha komiktir?

Sahi, kim kimdir, kim kimi kim sanıyor?

Gelin, önce enflasyon rakamlarından başlayalım.

Saray Rejimi, her konuda, her zaman, her yerde yalan söylemektedir. Bu konuda uzmandırlar ve Goebbels, yanlarında çocuk kalır.

Öyle ise, yalan söylemelerine asla şaşmamalı.

Ama çok yalan söylediler ve artık, her yalanlarının ömrü çok ama çok kısalmıştır. Öyle yatsıya kadar sürecek yalanları da kalmamıştır.

TÜİK’in yalan söylediği, tüm halk, işçi ve emekçiler tarafından biliniyor. Öğrencisi, ev kadını, pazarcısı, işçisi hepsi ama hepsi, bu yalanları biliyor. Kimse TÜİK’in enflasyon rakamını, 2 ile çarpmadan konu bile edinmiyor.

Sadece sendikalar, bu rakamları çok ama çok ciddiye alıyorlar. Efendim, temmuz ayında enflasyon farkı kadar zam yapılacak. Peki enflasyon ne kadardır? TÜİK, allahtan, “enflasyon sıfır” demiyor. Dese, sendikalar ne diyebilir ki? Değil mi? Herkesin eli kolu bağlı, hiç kimse bir şey yapamıyor. Bir tek Saray’ın eli kolu bağlı değil ve istediğini yapıyor. Öyle mi?

Sendikalar, “enflasyon şudur” dendiğinde, masadan kalkmadan iyi bir kahkaha atarak, toplantı masasından kalkıp, hemen kapının önünde, genel greve gidiyoruz, demeyi düşünmedikleri sürece, “bir şey yapamazlar.” Yani, bir şey yapmak istemeyenin, bir şey yapma olanağı olmaz.

Tersine, sendikalar, kapı arkasında, devletle masaya oturup, efendim işimiz zor, bize biraz destek verin, bir miktar para ile bu işinden üstesinden geliriz inşallah, demektedirler.

Yani, öyle kimsenin eli kolu bağlı değildir.

Devlet, işçi ve emekçilere “eller yukarı” diyor, sendikacılar işçilerin ellerini bağlıyor, yaptıkları tam da budur.

TÜİK, enflasyon rakamlarını, elbette, Saray’ın isteklerine göre açıkladı. Kaç yıldır bu böyledir. Yeni değildir. Bu TC devletinin tutumudur ve Saray Rejimi bunu tümden zıvanadan çıkartmıştır.

TÜİK’in enflasyon sepetindeki ürünlerin, malların, hizmetlerin geçerli, bugünkü fiyatlarının ne olduğu ortaya saçıldı.

Buna göre, Haziran 2024 itibarı ile, yumurta 2,47 TL’dir. Değildir mi diyeceksiniz? Evet, demelisiniz. Ama bunu sizinle dalga geçilmesi olarak algılamalısınız. İşçi sınıfı ile, kadınlarla, gençlerle, halkla dalga geçilmektedir.

Ev kirası 5.844 TL’dir. Demek ki, her kiracı, 5844 TL olan ev talebinde bulunmalıdır. Yani, 17.002 TL alan asgarî ücretli, ev kirasını verdikten sonra, 11.158 TL parası kalacak ki, harca harca bitmez. Nasılsa yumurta 2,47 TL.

Bebek bezi 3,59 TL’dir. Aslında eğer eski fanilalarınızı bebek bezi olarak kullanırsanız, bebek bezi bedava da olabilir.

Uzman doktor muayene ücreti ise 33,69 TL’dir. Zeytinyağı 113 TL, soğan 7,7 TL, beyaz peynir 147 TL. Okul defteri 38 TL’dir. Yurt ücreti 456 TL.

Aslında bu konuda bir tablo 100 kalem mal ve hizmetin son fiyatları şeklinde yayınlanmıştır. TÜİK aslında bunu pek yayınlamaz. Ama bir biçimde sızmıştır ve yalan aynı gün ortaya çıkmıştır.

TÜİK Başkanı, bu sızmayı düşünerek, bir anda basının önüne çıktı ve bu fiyatların doğru olduğunu anlatmaya başladı. “IMF Türkiye Masası Şefi geldi, hesaplamalarımıza baktılar. Sadece Türkiye’de değil dünyadaki diğer ülkelerde de ÜFE’nin, TÜFE’nin üzerine çıkmış olduğunu fark ettiler ve ‘biz bunu araştıralım’ diye gittiler. Yakın zamanda derecelendirme kuruluşları da istatistikleri inceledi, onlar da tatmin edici yanıtlar alarak döndüler.”

Ne güzel değil mi?

İtiraftır ve kayda geçmelidir.

Demek, bu istatistik verileri “herkese” açık değil ama IMF ve uluslararası derecelendirme kuruluşlarına açıktır. Mesela DİSK, bu verileri inceleme hakkına sahip değildir. Ama bu veriler açıktır. Kime açık olduğunu anlamış oluyoruz.

IMF ve uluslararası sermayeyi ilgilendiren, halka söylenen yalanlar değildir. Tersine, kendilerine yalan söylenmesini istemezler ve rakamların gerçeğini onlardan alırlar. Mesela enflasyon rakamını buluyoruz ve sonra ikiye bölüyoruz gibi bir gerçeği bilmek isterler.

TÜİK’in söylediği yalanları ya da mesela Genelkurmay’ın yalanlarını ya da Saray’ın yalanlarını, az ya da çok halk biliyor. Belki, bu yalanları en az CHP biliyordur. Onlar da öğrenmiş oldular. Bu yalanlara en az tepkili olanlar, ekonomistlerdir ve sendikacılardır. Bunlara çalışan “uzman” sıfatlı olanlar, bu yalanlardan sokaktaki insan kadar bile haberdar değildir. Öyle ya, madem bu yalanları biliyorlar, neden her seferinde, enflasyon yüzde 60, yüzde 70 diyorlar? Neden bu açıklamaları doğru kabul ediyorlar?

Bakın, enflasyon rakamlarının açıklanmasının hemen ardından, 9 Temmuz 2024’te sendika konfederasyonlarının ortak açıklaması, bu durumu nasıl yansıtmaktadır.

Toplumdan gelen tepki, işçilerden gelen homurtular, yaşamın dayanılmaz hâle gelmesi, asgarî ücrete zam yok açıklamaları, sendika konfederasyonlarını bir araya gelerek açıklama yapmaya mecbur bırakmıştır.

Bir açıdan gelişme sayılır. Çünkü hepsi, en azından, en geri talepler konusunda bir araya gelmişlerdir. Ama öte yandan, en geri taleplerle bir araya gelmek ve hiçbir eylem açıklaması yapmamak, işi geçiştirme taktiğidir. Bu kez, gövde gösterisi ile, oyalama taktiği devreye sokulmuştur. Üç sendika konfederasyonu, aslında Saray’a, “artık işçileri tutmakta zorlanıyoruz” demek istemiştir. Yine de taleplere bakmalıyız.

10 madde var.

“1- Vergide adalet: Ücretlerin vergilendirilmesinde mevcut sistem ücretleri mağdur ediyor. Vergi sistemi yeniden yapılandırılmalıdır. Çalışanlar üzerindeki doğrudan ve dolaylı vergiler azaltılmalıdır.”

İlk madde budur. Mesela vergilerin ne kadarı işçi ve emekçilerden, ücretlerden geliyor? Bunu dile getirmediler. Mesela vergi dilimleri nasıl olmalıdır, bunu dile getirmediler. Mesela kamu kaynakları dediğimiz vergiler kime nasıl gidiyor, bunu açıklamadılar. Oysa sendikalar, bu verilere sahiptirler. Yani bunlar sır değildir.

Öyle ise, vergide adalet, doğru ama boş bir sözdür.

“2- Enflasyonla mücadele: Ücretleri düşük tutarak bunu sağlayamazsınız. İşçi, memur ve emekli maaşları TÜİK hesaplamalarına göre artırılıyor. Yaşanan enflasyonla, yaşanan (açıklanan olmalı) enflasyon arasında büyük bir fark var. Henüz zamlar ücretlere yansımadan elektriğe yüzde 38 zam yapıldı.”

Bu mudur? Uzmanların uzmanlıkları bu mudur? Ücretleri düşük tutmak ile enflasyon arasında hiçbir bağ yoktur. Ücretler, geçmişte olduğu varsayılan (TÜİK rakamlarına göre) enflasyona göre artırılmaktadır. Zaten bu nedenle, ücretlerdeki artış, enflasyonun gerisinde kalmaktadır. Ücretler enflasyonu artırmıyor, tersine, enflasyon ile, ücretliden işverene pay aktarılıyor, kaynak aktarılıyor.

Sendika bu ise, gerisini konuşmanın ne anlamı var? Sadece elektriğe mi zam yapılmıştır? Bu nasıl bir açıklamadır?

“3- Asgarî ücret acilen artırılmalıdır. Çalışanların neredeyse yarısı asgarî ücret seviyesinde ücret almaktadır. İstisna olması gereken asgarî ücret, artık ortalama ücret hâline geldi. Ülkedeki enflasyonun sebebi, sermayenin bitmek bilmeyen kâr hırsıdır, dar gelirli işçiler değildir. Enflasyonu düşürmek için işçilerden fedakârlık beklenemez. İşçiler enflasyonun sebebi değil, mağdurudur.”

İşte size 21. yüzyıl Türkiye’sinde, savaşın ortasında yaşayan bir ülkede, sendikalar, koskoca konfederasyonlar, enflasyon ve asgarî ücret konusunda bunları söylüyorlar.

Sendika konfederasyonları bir araya gelmiş iken, insan, bu olmazsa genel greve gideceğiz, denmesini bekliyor. Hani nerede? Eyleminiz nerede? Üretimden gelen güç nerede? Eyleminiz, ortak açıklama mıdır? Bu mudur? Evet, ülkemizde asgarî ücret ortalama ücret hâline gelmiştir. Bu durumda sendikalar ne yapar? Mesela sendikalar, dün genel greve gitmediler, hata yaptılar. İşte şimdi zamanı değil midir?

“4- Kamuda ücret dengesizliğine son verilmeli. Kamuda ücret farkı had safhada. Burada ücret dengesizliği sona erdirilmeli.”

Konfederasyonlar, bu denli cılız, bu denli korkakça açıklama yaparak, aslında kendi çaresizliklerini dile getirmektedirler.

Ücret dengesizliği had safhada imiş. Peki, bunun anlamı ne? Mesela kamuda sendikal örgütlenme, grevli toplu sözleşme hakkına mı dayanıyor?

“5- Emekliler: En düşük emekli aylığı asgarî ücret seviyesinde olmalı. Milyonlarca emekli, asgarî ücretin çok altında aylık alıyor. Emekli aylıkları hesaplanırken büyüme tümüyle hesaba katılmalıdır.”

Peki ya emeklilik sistemi? Peki ya ücretsiz sağlık hizmeti? Peki ya ücretsiz eğitim hakkı? Bunlar yok mu?

Ülke ekonomik olarak yangın yeri hâline gelmiştir. Ve üç konfederasyonun liderleri, bu açıklamayı yapmaktadır. Ne eylem önerileri var, ne kendi güçlerini harekete geçirme hazırlığı var. Sadece herkesin bildiklerinin bir bölümünü, o da bir bölümünü, açıklamaktadırlar.

Derler ki, gerçeğin tümünü söylememek, aslında bir çeşit yalan söylemektir. Son 20 yılda adım adım, emekli aylıkları düşürülmüştür. Devlet, sağlık, emeklilik sigortası, vergi vb. ile çalışanlardan para alırken bir zorba gibidir, ama iş emekli maaşlarına geldiğinde, açıkça emeklilere, yaşamayın, demektedir. Alırken zorbadır ve verirken daha fazla zorbadır. Bu durum, işçi sınıfının örgütsüzlüğünün kanıtıdır ve sendika konfederasyonlarının açıklamaları, bazı gerçekleri tekrarlayarak, kendi işbirlikçi hâllerini örtme girişimidir.

“6- Sendikal örgütlenmenin önündeki hakların (‘engellerin’ ya da ‘hak ihlallerinin’ demek istiyor olabilirler) kaldırılması: Mevzuatımızda yer alan düzenlemelere rağmen sendika üyesi olan işçilerin topluca işten çıkarılmasının önüne geçilmelidir. Toplu sözleşmeden faydalanma oranı giderek düşmekte ve özel sektörde bu oran yüzde 5’e kadar düşmektedir.”

Demek ki, sendika konfederasyonları, mevzuatı yeterli görmektedir. Konfederasyonlar, Saray’ı, yasalara uymaya davet etmek ister gibidir. Gibidir, çünkü bunu dahi açıkça söylememektedirler. Komiktir. Onlar da TÜİK gibi işçilerle alay etmektedir.

Oysa sendikalaşma hakkı, en başta sendikaların mücadelesini gerektirir. İşçilerin sendikal haklarının ihlal edilmesi, toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısının sürekli düşmesi, grevlerin neredeyse yasaklanması, sendika konfederasyonlarını topluca eylem yapmaya itmelidir. Konfederasyonlar, genel grev çağrısı yapmalıdır.

“7- 696 KHK’nin kapsamı dışındaki taşeron işçiler derhal kadroya alınmalıdır. Bu işçilerin sürekli kadroya geçirilmesi ve kamuda taşeron işçi statüsüne son verilmelidir.”

Sendika konfederasyonları, taşeron işçiler için, onların önünde grev çağrısı yapmalıdır. Başka bir yolu yoktur. Sendikalar, ricada bulunmak için var olmazlar. Mücadele etmek için var olurlar. Mücadele ettikleri oranda sendika olma sıfatını hak ederler.

Devlet sendikacılığının hâli budur.

“8- Tasarruf tedbirleri gerekçesiyle çalışanların hakları aşındırılmasın. Tasarruf adı altında işçinin emeğinin karşılığı olarak hak ettiği ücretten kesintiye gidilmesi ve sosyal hakların azaltılması kabul edilemez.”

Ne güzel değil mi? “Sosyal hakların gasbı” bile diyemiyorlar. Mesela MB Başkanının çocuğunun işyerinde bakılması uygun iken, işçilerin her türlü sosyal hakkı gasbedilmektedir. Ne güzel değil mi; yüzlerce araçlık konvoylar ortada cirit atarken, işçilerin servislerine göz dikilmektedir. Ve bizim güzide konfederasyonlarımız, “çalışanların hakları gasbedilmesin” demekle yetiniyor. Böylesi sendikayı, Saray Rejimi, başka nerede bulabilir?

“9- İnsan onuruna yakışan bir çalışma için meslekî hastalıkları azaltan ve çalışma şartlarını iyileştiren bir sistem yaratılmalıdır.”

Ne güzel, baştan aşağıya “iyi niyet” dolu istekler. Bunları, bir imam vaaz sırasında söylemez ama, eğer söylemiş olsa, alkışlarsınız. Ama bunları, ülkemizin üç büyük konfederasyonu birlikte açıklama yaparken söylemektedir.

Ve 10.

“10- Çalışma hayatında ayrımcılık son bulmalıdır.” (Bu 10 madde, Çerkezoğlu tarafından okunmuştur ve metnini T24’ten aldık).

 

İşte 10 madde budur.

Öyle anlaşılıyor, 10 madde, 10 rakamının yuvarlak olması nedeni ile sıralanmış. 11. madde diye bir madde bulunamamış olduğundan değil. Fazla da ileri gitmemek gerekir. Konfederasyonlar, ne de olsa, devletimizin güzide kurumlarıdır ve buna uygun davranmaları gerekir. Hem sonra, Saray’ı kızdırmamak gerekir.

Ergün Atalay, kendisi Türk-İş başkanıdır, ilgiye değer sözler söylemiştir. Birkaçını aktarmalıyız. Aktarımlar, 9 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesi internet sitesinden.

“Şu an bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Bu kriz ne 94 krizine, ne 2001 krizine, ne de 2008 krizine benzemiyor. Yaşanan ekonomik kriz öncekilere benzemiyor, asgarî ücretle 1 ay değil, 1 hafta geçinme şansımız yok, dayanma gücümüz kalmadı.”

Demek ki Bay Atalay, kriz yaşadığımızı kabul ediyor. Şükürler olsun. Hatta bu krizin öncekilerine benzemediğini söylüyor ve “dayanma gücümüz yok” diyor. Demek ki Atalay, Saray’a diyor ki, artık işçileri tutamayız.

Devam ediyor:

“TÜİK’in açıkladığı rakamları kamuoyu gerçekçi bulmuyor.” Yani, kendisi değil, kamuoyu gerçekçi bulmuyor. Kamuoyu gerçekçi bulsa sorun yok demek.

“Ülkemizde yüzde 20’lik kesim refah içinde yaşıyor, bedelini yüzde 80 ödüyor.”

Ne güzel değil mi? Demek, işçi sınıfının gerçekliğinin farkında. Yılların sendikacısı ne de olsa.

“Ama maalesef özel sektörde patronlar, kazandıkları para ve kârlar ortada. Ona rağmen 10 yıllık, 20 yıllık bir işçiye 10-15-20 bin lira parayı çok görüyorlar.”

“Bunlar bizi köle sanıyorlar. İşçiyi maraba zannediyorlar. Bizim üzerimizden ekonominin düzelmesi şansı yok. Bizim üzerimizden ellerini çeksinler.”

Demek Atalay sıkışık durumdadır.

“Bizi köle sanıyorlar,” diyor. Oysa köle değiliz, demek mi istiyor? Yani, arkadaş, bize bir görev verdiniz, bu işçilerin öfkesini biz bu biçimde durduramayız. Tamam idare ediyoruz ama, köle değiliz, diyor.

“İşçiyi maraba zannediyorlar.”

Kim bunlar? Patronlar, para babaları, Saray’ın yönetenleri, TC devleti mi? Öyle olmalı.

İşçiyi maraba hâline getiren, siz de içinde olmak üzere, bu sistemin kendisidir. Siz, bu maraba zannedenlerin içindesiniz.

İşte konfederasyonların, güzide üç kurumun, zar zor da olsa bir araya gelerek yaptığı açıklama budur.

Sendika denilen şey, işçilerin demokratik kitle örgütüdür. Tüm işçi sınıfının haklarını savunmakla görevlidir. Sendika denilen şey, işçilerin ekonomik haklarını, tüm toplumun sorunları dile getirmekle kalmaz. Bunları dile getirir ama bunun için eylemler yapar. İşçi sınıfının sendikalarının en önemli mücadele aracı, grevdir. Üretimden gelen güç budur. Üretimden gelen güç, bu 10 maddede sıralanan vahim durumun düzeltilmesi için, devreye sokulmak zorundadır. Sendikalar, grev yapmamaya yemin etmiş gibi davranarak, bu sorunları sahiplenemezler. Bu sorunlara gerçekten sahip çıkmak demek, bu sorunların çözümü için bir mücadele yürütmek demektir. Sendikalar, bu mücadeleyi, grevler ile sürdürürler. Üstelik bu grevler, sadece işçilerin hakları için değil, tüm toplumsal sorunların çözümü için de devreye sokulmalıdır. İşçi sınıfı grev silahını kullanmadan, sadece basın toplantıları ile talepte bulunarak, sokaklara çıkmadan, tüm toplumu kendi eylemlerine açıktan çağırmadan, bu sorunları ya da herhangi bir sorunu çözemez.

Ayrıca bu mücadele, tümü ile haktır. Sokaklara çıkmak, eylemler gerçekleştirmek, yürüyüş ve mitingler ortaya koymak, grev silahını kullanmak, işçilerin haklarıdır. Bu hak, Saray’dan izin alınarak kullanılamaz. Bunun için izin almaya gerek yoktur.

Üç konfederasyon, bu ekonomik kriz ile, uygulanmakta olan “içeride ve dışarıda savaş” politikasını açıkça birbiri ile bağlı görmeli ve bunu ilan etmelidir. İşçilerin sadece ücretleri düşük değildir, işçi sınıfı, insanlık dışı koşullarda çalışmaktadır ve işyeri cinayetleri ayyuka çıkmış durumdadır.

Tüm bunlar, sadece ekonomik kriz nedeni ile açıklanamaz. Bu ekonomik krize eşlik eden, “içeride ve dışarıda savaş” politikaları söz konusudur. Krizin öncekilerden en büyük farkı buradan gelmektedir.

Üç konfederasyon, gerçeğin sadece bir parçasını söylemekte, bu nedenle de yalan söylemektedir. Saray’ın yalanlarına ortak olmaktadır.

Üç konfederasyon, açıkça eylem hattı ortaya koymalıdır. “Bizim üzerimizden ekonominin düzelmesi şansı yok” demek yeterli değildir. Elbette yoktur. Çünkü kriz, aynı zamanda savaş politikaları ile birleşmiş durumdadır.

Sendikalar, toplumsal sorunlara duyarlı olmak zorundadır.

Sadece asgarî ücretten söz etmek yetmez. Aynı zamanda, ücretsiz eğitim, ücretsiz sağlık vb. alanlardan da söz etmek gereklidir.

Ve elbette, tüm bunlar yetmez.

Sendika konfederasyonlarının bir araya gelmesi, bir adım sayılabilirdi. Şu koşulla; konfederasyonlar, eğer bu talepleri ile bağlantılı bir eylem hattı ortaya koyarsa. Sendika konfederasyonları, basın açıklamaları ile yetinemezler.

Bu durum, işçi sınıfının durumunu da ortaya koymaktadır.

CHP’nin ışık aç-kapa eylemi gibi son dakika eylemleri, aslında “eylem” yapıyoruz demek için bir yol gibidir. Bu yolla halkın, kitlelerin öfkesini boşaltmak istiyorlar. Ama artık burası geçilmiştir. Buradan bir şey çıkmayacağını, tıpkı enflasyon yalanlarını bildikleri gibi, kitleler bilmektedir.

Sendika konfederasyonları açıklama yapsın ve CHP de ışık aç-kapa yapsın; bunlar artık kitlelerin taleplerini yansıtmazlar. Başarı şansları da yoktur.

Kim kimi ne sanıyor?

Öyle anlaşılıyor, egemen, TC devleti, işçileri köle sanıyor ve köle hâline getirmek istiyor.

Ama sendika konfederasyonlar da işçileri salak sanıyor.

Sendikalar ve CHP muhalefeti, işçilerle oyun oynadıklarını sanıyorlar.

Hayat pahalı ve “can” ucuz hâle gelmiştir.

İşçi sınıfı örgütsüz ise hiçbir şeydir.

İşçi sınıfı örgütlü mücadeleyi geliştirmek zorundadır.

İşçi sınıfı devrimci hareketle sıkı bağlar kurmak zorundadır. İşçilerin devrimcileşmesi, tüm sürecin ana halkasıdır. İşçi sınıfı devrimci ise, her şeydir.

İşçi sınıfı üretimden gelen gücünü kullanmak zorundadır. Önümüzde, bunu öğreneceği bir süreç durmaktadır.

“İşçinin alınteridir
bey paşa sarayları
Önümüz kavga yeridir
Yürü iş alayları”

ABD seçimleri ve savaş politikaları

Trump’a yapılan suikast, temmuz ayının ortasında gündemi doldurdu.

Hemen analizler, ilk akla gelen soru üzerinden yapılmaya başlandı; acaba bu ABD devletinin başarısız olan bir suikastı mı idi, yoksa Trump lehine seçimlere yön vermek için yapılmış bir sahte suikast mı idi? Öyle ya, eğer öldürmek için CIA tarafından yapılmış bir suikast ise, bu durumda, mutlaka yedek suikastçı olacağını artık biliyoruz. Öte yandan, eğer Trump lehine yapılmış bir operasyon ise, demek ki suikastçı oraya öldürmek için değil, ölmek için gelmiş olmalıdır, Hollywood, böylesi sahneleri rahatlıkla organize etmeye yetenekli olduğunu göstermiştir.

Aslında tartışmanın bu yönü, magazinel açıdan da ilgi çekicidir. Bu nedenle, tartışmanın bu nokta üzerine odaklanması anlaşılmaz değildir. Ama doğrusu, durumu doğru anlamak için esas nokta da burası değildir.

Öyle ya, Trump seçilse ya da Biden seçilse, ABD’nin ana politikaları değişecek mi? Ki bunu zaten yaşadık. Trump, Biden’a karşı, hileli olduğu söylenen bir seçimle kaybetti. Trump’ın yerine Biden kazandı. Trump, saçma sapan bir adamdı ve faşist olarak nitelendiriliyordu. “Kötü” olan o idi. Ve demokrat olan Biden kazandı. “İyi adam” kazandı ve liberal sol, bunu alkışladı. Oysa Biden, hiçbir açıdan, “olumlu” bir şey yapmadı.

Peki ne oldu?

ABD’nin Suriye politikası mı değişti? Ya da mesela Ukrayna konusundaki gelişmelere bakarak, Biden’ın daha az savaş politikası yanlısı olduğu mu ortaya çıktı? Her ikisinin de olumlu bir yanıtı yoktur. Biden, NATO’yu yeniden toparlamak üzere adımlar attı. Macron, “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir,” demişti Trump döneminde. Biden, Avrupa’daki NATO toplantısında “ABD geri geldi,” dedi ve Macron, “welcome Amerika,” dedi. Böylece “beyin ölümü” gerçekleşmiş olan NATO, yeniden beynine kavuştu.

Biraz daha uzağa gidelim ve süreci görmeye çalışalım.

ABD hegemonyası, I. Dünya Savaşı öncesinde gelişmeye başladı. İngiltere’nin hegemonyasını iki ülke açıktan tehdit ediyordu, biri Almanya idi, diğeri ABD. Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya yenilen kampta oldu ve ABD, kendini korudu, geliştirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, savaşa neredeyse en son anda giren ABD, Batı sisteminin hegemonyasını eline aldı. ABD hegemonyası, 1945 sonrası organize edilmeye başlandı. IMF, Dünya Bankası, Bretton Woods anlaşması ve NATO bu hegemonyanın simgeleridir. ABD parası altına, diğer paralar ise ABD Doları’na endekslendi.

ABD, bu avantajı ile yetinmedi. Ortaya çıkan krizleri aşmak için, karşılıksız dolar bastı. Ve 1971-73 krizinde Nixon, açıkça, karşılığı olmadan dolar bastıklarını kabul etti. Krizi ise petro-dolar sistemi ile aştılar. Bu dönemde ABD, birçok sömürgeyi kendine bağlamanın yollarını buldu; darbeler organize etti, savaşlar kundakladı.

SSCB çözülünce, Batı’nın zafer ilanı ortaya çıkar çıkmaz, ABD, dünya imparatorluğunu ilan etti. Negri gibi soldan destekler peş peşe geldi. Negri, tek bir dünya imparatorluğunun aslında savaşı da önleyeceğini ilan etti. Kissinger, “ABD’ye bir dış politika lazım mı” diye sordu. Çünkü, tüm dünya ABD’nin olmalı idi. Yani, dış diye bir yer kalmamıştı. İddiaları buydu. Bu dönem saldırgan politikada bir yükseliş ortaya çıktı.

Oysa bu savaş bulutları içinde ABD hegemonyası çözülüyordu. Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya, ABD hegemonyasından kurtuluş için her yolu denemeye başladılar. Zaten ekonomik açıdan Japonya ve Almanya, ciddi birer güç olmuştu. Ama her ikisi de İkinci Dünya Savaşı’nın yenilmiş güçleri idi ve asker beslemeleri ve silah üretmeleri konusunda sınırlamalarla karşı karşıyaydılar. ABD, tüm bu arayışlara karşı, hegemonyasını korumak üzere, savaş politikalarına hız verdi. Afganistan ve Irak savaşları, tam da bu amacı gütmekteydi. ABD, her ikisinde de bir yandan zafer kazandı ama diğer yandan kaybetti. Askerî olarak kazandı. Ama siyasal olarak aynı şeyi söylemek mümkün değil. Dahası ABD, hegemonyasının çözülüşünü durduramadı.

Obama, bu dönem, bir çeşit güçlerini toparlamak üzere, ABD’de başa geçirildi. Bir beyaz olmayan kişi, aslında ABD içinde sistemi güçlendirir diye düşünülmüş olmalıdır. Ama buna rağmen savaş politikaları durmadı. Zira hegemonyanın çözülüşünü önlemek, ana politika idi.

Ve bu, doğrusu, bir siyasal kayıp idi de. Çünkü, “dünya imparatorluğu” için savaştan hegemonyayı korumak için savaş noktasına evrilmişti. Bu bir yandan da savaş politikalarının da devamı demekti.

ABD, Libya ile, Avrupalı rakiplerine bir pasta sundu. Pastadan payını alanlar, ABD politikalarının ardına sıralanır sanıldı. Bunun hemen ardından ise, Suriye savaşı başladı. Ve Suriye savaşı ile birlikte, Rusya sahaya indi.

Bu arada, 2000’lerin başında, artık dünyanın fabrikası hâline gelmiş olan Uzak Doğu’nun devi Çin, artık kendi markaları ile pazara girme kararı verdi. Bu ise, aslında sistemi daha da zora sokmaya başladı.

2008 krizi, işte böyle gündeme geldi. Kriz, kendi başına zaten ağır bir kriz idi. Ama bu kriz, bir yandan savaş politikaları içinde gündeme geldi, diğer yandan Çin’in ekonomik hamleleri ile birleşti. Bunların üstüne, Suriye sahasında Rusya’nın devreye girmesi krizi daha da ağırlaştırdı.

Suriye savaşı, planlandığı gibi gelişmedi. Erdoğan ve şürekâsı, Emevi Camii’nde namaz kılamadı. Ve savaş sanılandan çok uzun sürdü. Bugün hâlâ sürmektedir.

Obama dönemi böylece kapandı. Çünkü ABD’de Suriye yenilgisini kabul edecek bir irade yoktu. Zira bu yenilgiyi kabul etmek, aslında hegemonyasının çok büyük yara alması da demek olurdu.

Trump dönemi böyle başladı.

Trump, Avrupa’ya, NATO’nun yükünü almayı dayattı. Böylece Avrupa aşağılanmaya başlandı. Çin’e karşı ekonomik ambargolar devreye sokuldu. Çin’deki şirketlere “ABD’ye dön” çağrısı yapıldı. Avrupa’da IŞİD eylemleri yükseldi. Bu yolla, Avrupa’nın ABD önünde boyun eğmesi istendi. Ama bu politika da sonuç vermekten uzak oldu. İki dönem Başkan olması beklenen Trump, hileli olduğu söylenen bir seçimle, Başkanlığı kaybetti. Hattâ parlamento baskını ortaya çıktı. ABD karıştı.

Biden dönemi, pandeminin ardından gündeme geldi.

Pandemi, gerçekte, savaşın bir başka cephesi idi.

Biden, demokrat idi ve herkes ondan savaşçı olmayan bir politika bekliyordu. Oysa, o dönemde bizim gibi birçok kişi, ABD politikasının değişmeyeceğini söylüyordu. Öyle oldu. ABD, pandemi döneminde yeni hazırlıklar da yapmıştı.

Biden, NATO’yu ayağa kaldırmaktan söz etti ve Macron, “beyin ölümü gerçeklemiş” dediği NATO toplantısında “welcome Amerika” demekten geri durmadı.

Bu kısa hazırlıklardan sonra, Rusya ve Çin’i düşman ilan eden Trump dönemi politikalarına uygun olarak adımlar atmaya başladı. Ukrayna hamlesi ile Biden, savaşı daha da ilerletti. Ukrayna savaşı, tüm AB’nin NATO yolu ile ABD şemsiyesi altına toplanması sonucu verdi. Savaşın ilk günlerinde, ABD Avrupa’yı kontrol altına alarak zafer kazanmış oldu.

Beklenen, Rusya’nın yalıtlanması, izole edilmesi ve bu yolla çökmesi idi. Beklenen, Çin’in yatırımlarla hizaya çekilmesi idi. Oysa öyle olmadı. Bir yandan Rusya ve Çin daha da büyüdü. Bir yandan Fransa Afrika’da bazı sömürgelerini kaybetti. Bir yandan Ukrayna savaşı ABD ve AB’yi daha da zora soktu. Ve Rusya ve Çin’in başını çektiği BRICS daha da büyüdü ve artık G7’leri ekonomik olarak geçen bir güç ortaya çıkmış oldu. Bugün dünyada sadece ABD ve Batı merkezli bir dünyanın var olduğuna inanmayan birçok ülke, BRICS etrafında toplanmaya başladı.

NATO, gerçekte, Ukrayna’daki savaşı kaybetti. ABD, hem Suriye’de hem de Ukrayna’da savaşı kaybetti. Ve bunu açıkça kabul etme eğiliminde değildirler. ABD açık olarak yenilgiyi kabul ederse, tutunması da mümkün olmayacak ve bedellerini de ödemek zorunda kalacak. Bu durumda ABD, savaş politikalarından geri çekilmeyecektir.

İster Trump seçilsin ister Biden, ABD savaş politikalarını sürdürecektir.

ABD tarafından yapılan İran’a karşı saldırı planları, son NATO toplantısında, açıkça kabul edilmiştir. Rusya, Çin, Kuzey Kore ve İran, ismi anılarak hedefe konmuştur. Bu, savaş politikalarının devamı demektir.

Türkiye, İran’a karşı savaş politikalarının bir parçasıdır. Filistin sorunu nedeni ile İran’a karşı operasyon tarihinin ertelendiğini söylemek mümkündür. İsrail, Filistin halkını kıyımdan geçiren bir savaş politikasını devreye sokmuştur. İsrail kendi ülkesinde halkın protestolarına sahne olurken, ABD ve AB ülkelerinde Filistin’i destekleyen protestolara açıkça bir saldırı devreye çıkmaktadır. Bu, savaş hazırlığının tüm Avrupa’yı nasıl sardığını göstermektedir. Avrupa solu, İsrail halkının protestolarını bile görmezden gelmektedir. Bu, savaşın yakınlaştığının göstergesidir. Zaten var olan savaş, daha da büyüyecektir.

İsrail, İran’a karşı savaş öncesinde, Filistin, Hizbullah ve Husileri, yani kendisi için tehdit olan unsurları yok etmek istemektedir.

Aynı anda, Erdoğan, Esad ile görüşmelerden söz etmektedir.

Erdoğan, birdenbire, “Sayın Esed” demiştir. Henüz Esad dememiş olsa da, “katil” yerine “sayın” demeyi tercih etmiştir.

Anlaşılan odur ki, bu sadece sözü edilen bir şey değildir. TC devleti, işgalci olduğu Suriye topraklarından çekilmek zorunluluğunu hissetmektedir. Öyle anlaşılıyor, ABD, İran’ı kuşatmak üzere buna izin vermiş gibidir.

TC devletine, Kürtlere kıyım hakkı ve Kerkük-Musul gösterilirse, yapmayacağı şey yoktur. Suriye sahasındaki sıkışıklığını aşmak için, Irak Kürdistanı’na yerleşme hazırlıkları yapmaktadırlar. Şimdi, Irak topraklarında sınırdan 40 km ileriye gitmekten söz ediyorlar. Böylece, bir yandan PKK’ye karşı avantaj kazanmak peşindeler, diğer yandan ise, İran’ı kuşatma peşindedirler.

Bu elbette onların planıdır. Hayat hiçbir zaman düz bir çizgi değildir. Burada da ortaya neyin çıkacağı bilinmiyor. Sadece PKK’nin değil, mesela Talabani güçlerinin de bu işgal politikasına karşı duracağını varsaymak mümkündür.

Elbette ABD bu planı, İran’a karşı savaş temelinde kabul edebilir. Ama yine de İdlib’in boşatılması kolay bir konu değildir. Zira TC devleti, orada IŞİD güçleri ile çok yönlü ilişki içindedir. IŞİD aynı zamanda TC topraklarının içindedir. Suriye’de işgal altındaki topraklarda, bir ekonomi vardır. İnsan kaçakçılığı, organ kaçakçılığı, petrol kaçakçılığı ve daha başkaları, bu ekonomik faaliyetin içindedir. Ve bu sadece TC ekonomisi için değil, aynı zamanda IŞİD unsurları için de büyük bir kaynaktır.

Ama öte yandan, TC devleti için de bu sürdürülebilir değildir. ABD için ise, İran, giderek güncel hâle gelmektedir.

İster Trump seçilsin isterse Biden, ABD savaş politikalarına devam edecektir. Tayvan üzerinden Çin’e karşı savaş, Ukrayna üzerinden Rusya ile süren savaş ve Ortadoğu’da genişleyen savaş, ABD için gereklidir.

Bu çerçevede, Trump’a karşı suikast girişimi, biraz daha anlamını değiştirmektedir. Bu nedenle, acaba ABD devleti Trump’ı öldürmek mi istedi de başaramadı, yoksa bu bir Trump kazansın hamlesi mi idi tartışması, daha kapsamlı bir tartışmadır. ABD devleti, Trump’ı ortadan kaldırmak istedi ise, neden ikinci bir suikastçı devreye sokulmadı? Çünkü genellikle iki suikastçı iş yapmaktadır. Bu durumda ABD devleti yapmadı sonucu mu çıkar? İyi ama bu durumda, çatı için nasıl önlem alınmadı, o çatıya çıkmak çocuk işi midir? Öte yandan Trump kendine suikast düzenlemiş ise, nişancının sadece kulağa nişan almış olması çok yerinde midir? Zor görünüyor. Eğer Trump yapmış ise, demek ki, bu bir Hollywood sahnesi olmalıdır.

Kanımızca, tartışmayı böyle sürdürmek zordur. Çünkü elimizde veriler yok.

Bugün, bu hâli ile Trump kazanmış demektir. Görüntü budur ve biliriz ki, görüntü önemsiz olmasa da yanıltıcı olabilir.

İyi ama, acaba, seçimler yapılacak mı?

Seçimlere 4 ay gibi bir süre var. Bu dört ay, içinden geçilen savaş politikaları sürecinde, oldukça uzun bir zamandır.

Biden çekilecek mi? Yüksek ihtimaldir. Eğer çekilirse, Kamala Harris mi Başkan olacak? Bu da yüksek ihtimaldir. Eğer seçilirse Harris, demek ki ABD egemenleri, başlangıçta Biden ile gitmek istemiştir ama artık bunun olanaksız olduğuna karar vermişlerdir. Harris olabiliyorduysa, en başından onu gündeme getirmemeleri ilginç bulunmalıdır.

Ya da Trump’a başka bir suikast daha mı yapılacak?

Bunların hepsi sorudur.

Ama ne olursa olsun, kim kazanırsa kazansın, hem Çin’e karşı savaş planları devrede olacak, hem Ortadoğu’da savaş yayılacak, hem de Ukrayna’da NATO savaşı sürdürecek gibi görünmektedir. ABD, aynı politikayı sürdürmek için, yani hegemonyasını sürdürebilmek için, elindeki en önemli güç olan savaş politikalarını daha da körüklemek için elinden geleni yapacaktır. Trump ya da Biden, durumu değiştirmeyecektir.

ABD seçimlerine kadar olan süre, bugünkü koşullarda, uzun bir süredir. Ve doğrusu, bu açıdan ABD seçimleri, bir detay olarak kalmaktadır. ABD seçimleri Trump ile Biden arasında sıkışmış gibidir. Ve bir sömürge olarak Türkiye, bu seçimlere çok da büyük önem atfetmektedir. Efendim, Erdoğan’ın Trump ile ilişkisi daha iyi imiş. İyi de Trump’tan gelen tuhaf mektup, “iyi ilişki” mi demek?

Oysa bu seçimlere kadar daha uzun bir süre vardır ve bu koşullarda bu süre, çok şeye gebe bir süredir.

ABD’de, Avrupa’da, kitleler savaşa ve savaş politikalarına karşı sokağa çıkarsa, belki o zaman savaş politikaları bir adım geri çekilebilir.

Savaş, halkların kaderi değildir.

Savaş, ABD başta olmak üzere Batı emperyalist güçlerinin kundakladığı bir savaştır. Bu savaş, dünyanın yeniden paylaşılması savaşıdır. Bu savaş, Çin ve Rusya’nın bir güç olmaktan çıkartılması ve sömürgeleştirilmesini hedeflemektedir.

Savaş, emperyalist dünyanın krizi ile bütünleşmiştir. Ve bugün, bu emperyalist egemenliği yerle bir etmek üzere bir devrimci kalkışma mümkündür. Başka herhangi bir yolla, savaşı önlemek mümkün değildir. Savaşın yıkıntıları içinde kızıl bir güneş yükselmesi mümkündür. Barışın tek yolu, emperyalist egemenliği yıkmaktan geçmektedir. Bu nedenle gözümüzü, tüm yeryüzünde gelişmekte olan direnişlere çevirmemiz gerekir. Bu direnişler ne denli zayıf olursa olsun, güçlenme eğilimlerine sahiptir. Bu nedenle her direnişten, dünyanın neresinde olursa olsun, öğrenmeyi başarmak mümkün ve gereklidir.

Saray Rejimi, CHP’nin rolü, savaş ve “seçim”

Özgür Özel, Haziran 2024 sonunda, yerel seçimlerin ardından, Mart 2024’te söylemesi gereken “erken seçim” sözlerini, hafif tonda söylemeye başladı. Şöyle imiş, “öyle bir teklif götürecekmiş ki Erdoğan’a, o da kabul edecekmiş.”

Eskiden, doktor az sayıda idi ve din her zaman Anadolu’da önemli idi. Bu nedenle, saray erkânı, nefesi kuvvetli hocalara başvurur, özellikle zihinsel arızalarını bu yolla çözmeye çalışırlardı. Bu “nefesi kuvvetli hoca”lar, saraydan halka yayılırdı ve halk arasında bunlar, kadınların içinden cin çıkartmak, çocuğu olmayanı okuyarak çocuk sahibi yapmak vb. gibi işler yapmaya da başlardı. Bu nefesi kuvvetli hocaların, cinsel yaşamı daha çok konu edinenlerine, “cinci hoca” derlerdi. Hâlâ da böyledir. Sadece eskiden bu mesela devlet eli ile doğrudan yapılmazdı ve işin içinde tarikatlar bu denli fütursuzca, utanmazca yer almazlardı. Köylerdeki hâlinde, “nefesi kuvvetli hoca” üflerdi ama bu hocanın daha üst rütbelisi (rütbenin nefesin kuvveti ile bir alakası yoktu elbette) Saray’da iş yapardı.

Modern TC devletinde, “nefesi kuvvetli” hocalar, daha çok “iktidar-muhalefet” alanındaki siyasilere gerekli oluyor olsa gerek. Bu “nefesi kuvvetli hocalar”, kendilerine yeni isimler buldular, “uzman-danışman”. NATO, bu yüksek danışmanlarla, siyasileri okuyup üflüyor.

Özgür Özel’i kim okuyup üflüyor bilemiyoruz ama etkili bir okuması olduğu kesin dersek yeridir.

İşte bu 2025 yılının kasım ayında bir erken seçim formülü, böylesi bir üflemedir. Diyor ki Özel, Erdoğan’ın 2,5 yılı dolmuş olacak. Bu anda ona bir “erken seçim önerisi” götüreceğiz. O da, seçime tekrar girme şansını yakalayacak. Ve elbette, 2,5 yıl daha zamanı olsa da, 5 yıl daha “seçilmek” üzere, önerilerini kabul etmek zorunda kalacak.

Size de komik gelmiyor mu? Gelse de gelmese de, bir de bizim bu konudaki görüşlerimizi dinleyin. Bu konuyu tartışalım. Belki size, bizim “nefesi kuvvetli hoca” rolündeki “uzman-danışman”lar ile Özel’in durumu arasında kurduğumuz bağı açıklama olanağını da yakalamış oluruz.

1

Saray Rejimi, sıkışmış durumdadır. Bu sıkışma, iki etken tarafından birlikte ortaya çıkmış olan toplumsal bunalım nedeniyledir. Bu iki neden şöyledir: (1) savaş, (2) derinleşen ekonomik kriz.

Savaş, eski MİT Başkanı, yeni Dışişleri Bakanı, bize göre savaş kabinesi üyesi de olan Fidan tarafından dile getirilen, “savaş yakın” görüşü nedeni ile yakınlaşmıyor. Tersine, zaten bir savaş var ve bu savaşın büyümesi yönünde her şeyi yapan ABD emperyalizmi, Batı emperyalist güçleri, NATO, savaşı daha da büyütmek istiyorlar. NATO bir savaş örgütü olarak, sadece kendi üyelerini savaşa hazırlamıyor, buldukları her fırsatta, eline geçirdikleri her gücü bu konuda kullanmakta da tereddüt etmiyor.

Bu durumda eski MİT Başkanı, yeni Dışişleri Bakanı, savaş kabinesi üyesi Fidan’ın savaşı dillendirmesi, sadece komik olarak ele alınamaz. Çünkü bir ülkenin Dışişleri Bakanı, savaş geliyor diye beyanat vermez. Bunu kendi efendilerine söyleyecekse, zaten kapalı kapılar ardında söyler, yok bunu halka söyleyecekse, bu biçimde yapmaz. Demek, hiçbir ciddiyetleri kalmamıştır. Erdoğan’ın cami çıkışında, cuma namazı sonrası açıklamaları daha az komiktir.

Demek artık savaş yakındadır. Kaç vakte kadar savaş olacağını, Saray’ın özel falcılarına danıştıklarından da şüphe etmeyin.

Bizim görüşümüze göre, TC ile Batı güçleri arasında, 2023 yılının başlarında, (biz bu anlaşma tarihini Mart 2023 olarak tahmin ediyorduk. Ama anlaşılan, Özel’in verdiği tarihten yola çıkarsak, 2023 başı olmalıdır) bir anlaşma yapmışlardır. Bu anlaşma, temel olarak iki ana konuyu içermektedir: İlki bir savaş kabinesi kurulması ve TC devletinin ABD tetikçisi olarak daha organize tarzda, yeni hedeflere (mesela İran’a karşı) doğru devreye sokulmasını içeriyor. İkincisi ise ekonomik alandır. Türkiye’den alacaklı olanlar, bir çeşit konsorsiyum kurmuşlardır. Alacaklıların bu uluslararası konsorsiyumu, alacaklarını garantiye almayı hedefliyor. Alacaklılar, borçluyu öldürmezler, borçlarını ödemesini isterler. Tıpkı Düyûn-ı Umûmiye gibi bir organizasyondur bu. Buna gizli IMF programı da eşlik etmektedir.

Alacaklılar, ekonomiyi Saray’dan almıştır ve bir memur olarak Şimşek’e vermişlerdir. Şimşek, “yerli halk” gibi sözlerle, aslında kendisinin Türkiye adına görev yapmadığını, bir sömürge ekonomi sorumlusu olarak iş gördüğünü ifade etmiş bulunmaktadır. Bu ekonomik program, elbette iktidarı-muhalefeti ile tüm Saray Rejimi’nin kabul ettiği bir programdır. Bu nedenle CHP ve onun bazı uzmanları, Şimşek’i, “liyakatli adam” diye alkışlamışlardır.

2

Ekonomik program, elbette krizin işçi ve emekçiler için daha ağır bir yük hâline gelmesini beraberinde getirecektir. Zira sadece alacakların, içeride hiçbir döviz hareketi yaratmadan borçları yeni faizleri ile yapılandırmaları demek değildir. Aynı zamanda, bu faizin ödenmesi de demektir. Bu nedenle, elbette, birçok gelir kaynağına ve gelire el koyacaklardır ve koymaktadırlar da. Bu nedenle, haraçlar, vergiler vb. devreye sokulmuştur, daha da sokulacaktır.

Öte yandan, kara para operasyonlarından, daha genişlemiş çetelere akan payı da azaltacaklardır ve bunun adı da, “çete operasyonları” olmaktadır. Gerçekte, başka çeteler, büyük çeteler lehine sürece müdahale etmektedirler. Bu nedenle İçişleri Bakanı da, savaş kabinesinin üyesi olmalıdır.

Nitekim Türkiye, kara para konusundaki gri-liste’den çıkartılmıştır. 1,5 yılda bu konuda yol aldıkları anlaşılmaktadır.

Bizim ünlü “demokrat” ekonomistlerimiz, hukuk alanında bazı reformlar beklerken, uluslararası konsorsiyum, buna gerek olmadan işi bir ölçüde “çözmüş”tür.

Peki işçi ve emekçilerin, küçük ve orta işletmelerin ekonomik krizin altında ezilmeleri ne olacak? Onlar ezilecek. Bu açık ve nettir.

İşte bu noktada CHP devreye sokulmaktadır. Taktik açıktır, daha ileri toplumsal protesto eylemlerinin önünü kesmek için, CHP kendisi mitingler yapmaktadır. Böylece, “bakın biz bu işi çözeceğiz, bizim kuyruğumuzdan ayrılıp düzeni tehdit edecek eylemlere yönelmeyin” diyorlar.

Artan toplumsal tepki, bir çeşit yangın olarak görülmektedir. Düzen için bir yangındır da. Bu durumda, yangını söndürmek için su kullanmak yetmeyeceğinden, CHP eli ile küçük yangınlar devreye sokularak, toplumsal patlama önlenmeye çalışılıyor. İlkel bir yöntemdir. Eğer siz yanan ormanı dert etmiyorsanız, yangını küçük yangınlarla önlemeye çalışırsınız.

Bu, ekonomik krizi çözmek demek değildir. Böyle bir durum yoktur ve olmayacaktır. Önemli olan, CHP eli ile, gerçek ve etkili eylemlerle kitlelerin sokağa çıkmasını önlemektir. Bunu yapmaya çalışıyorlar. Bu elbette ellerinde de patlama ihtimali olan bir tutumdur da.

3

Öte yandan bu durum, savaş hazırlıkları açısından da önemlidir.

Savaş için Saray Rejimi, içeriyi hazırlamak istiyor. Bu nedenle, mesela Kobanȇ davası gibi, mesela 1 Mayıs gibi eylemlerde Kürt hareketine ve devrimci harekete vurmaya çalışıyorlar. Ama aynı zamanda, bir yandan yumuşama sözlerini sarf ediyorlar ve aynı anda bazı mitingler düzenleyerek, CHP’nin kitleleri kontrol etme olanağını güçlendirmek istiyorlar.

Zira savaş kutuplaştırılmış %30 ile sürdürülemez. Bir çeşit “toplumsal rıza” üretilmelidir. Bunu yapmak için, Saray ve CHP birlikte çalışmaktadırlar. Elbette görüntüde sanki biraz daha aktif bir burjuva muhalefet varmış izlenimi ortaya çıkmaktadır. CHP’li belediyeler bu açıdan bir supap olarak kullanılmak istenmektedir. Sadaka sistemi CHP’li belediyelere devredilmektedir. Bu zaten, Şimşek yönetimindeki ekonominin de ihtiyacıdır. Böylece merkezî bütçeden borç ödenmesi daha olanaklı hâle gelmektedir. Şimşek EYT ile bütçeye binen yükü, emeklilerin maaşları ile binebilecek yükü her fırsatta anlatmaktadır. İkisi, 1,3 trilyon olarak hesaplanmaktadır. Ne kadar dolar ediyorsa, işte o uluslararası konsorsiyuma gidecektir.

Böylece, tepkiyi CHP eli ile toplamak ve denetim altına almak istiyorlar. Saray’dan ise, 100 milyonluk bir tasarruf hedefliyorlar.

Bu, kitleleri denetim altında tutmak, manipüle etmek için ciddi bir politika anlamına gelmektedir. Bunun başarılı olup olmaması ise ayrı bir konudur ve bir yandan savaş politikalarına, diğer yandan ise, işçi sınıfı ve kitlelerin tepkisine bağlıdır.

4

Özel’in “nefesi kuvvetli hocaları” işin zorluklarını görüyorlar ve şimdi, hemen, seçim konusunu devreye sokmaya başlıyorlar.

Tarih de bellidir; 2025 Kasım ayı.

Demek ki, konsorsiyuma 3 yıl gerekiyormuş. Bunun 1,5 yılı dolmuştur ve geriye 1,5 yıl kalmıştır. Bu IMF programlarına da çok uygun bir süredir.

Öte yandan, savaş politikalarına da uygundur.

İsrail’in Filistin soykırımı süreci, İran’a karşı savaş planlarını ertelemiştir.

Bu savaş, ya da Fidan’ın söylediği savaş, acaba nasıl bir savaştır? Bu savaş, Ukrayna’daki gibi, uzaktan seyredilecek ve kendi evine bomba düşmediği sürece savaş var mı yok mu kararsızlığı içinde “olağan” bir yaşam sürmek şeklinde gerçekleşmeyecektir. Tersine, savaş, hızlı ve yıkıcı olacaktır. Krizle birlikte bu savaş, eğer hedefte İran varsa, Türkiye ve İran’ı da yıkıma götürecektir. Ve anlaşılan, bunun için de savaşın başı ve sonu olarak, 2025 Kasım ayı uygun bulunmaktadır. İşte, Özel’e üfleyen nefesi kuvvetli hocalar, bu hesabı yapmaktadır.

İyi ama, bu savaşın nasıl gelişeceğini önceden bilmek ne kadar olanaklıdır?

Bilinsin bilinmesin, kitleleri tutabilmek için seçim tartışmaları için zaman uygun bulunmuş gibidir. Demek, savaş hazırlıklarının önemli bir bölümü, içeride kitleleri denetim altında tutmakla ilgilidir.

5

Bir kere daha savaş ve seçim meselesine birlikte gelmiş oluyoruz.

Okuyucu eğer bizi izlemiş ise, 2023 seçimlerinin öncesinde, ısrarla, savaş göz önüne alınmadan, seçim üzerine konuşmanın oldukça körce bir tutum olduğunu, bunun işçi sınıfı ve kitleleri, yoksulları kandırmak demek olduğunu söylediğimizi hatırlayacaktır.

Yine savaş ve seçim meselesi ile karşı karşıyayız.

Savaş’ın kundakçıları, ABD -Batı- NATO’dur. Bu konuda karar vericiler bunlardır. Bu böyle iken, seçim üzerine tartışmak, aslında bir boş tartışmadır ve kitlelerin örgütlü tepkisini önlemeye yöneliktir. Saray’dan artan şiddet devreye sokulurken, CHP eli ile de kitlelerin denetimde tutulması taktiği devreye sokulmaktadır. Seçim tartışmaları, bu amaç içindir.

6

Demek ki, Özel, öyle bir teklifte bulunacak ki, Erdoğan bunu kabul etmek zorunda kalacak. Niye? Çünkü, Özel’e göre, Erdoğan, Kasım 2025’te kalan 2,5 yıllık süre yerine, yeniden seçilip, 5 yıl kalmayı kabul edecektir.

Demek ki, (a) Erdoğan, kazanma şansının olduğuna inanacaktır, (b) Erdoğan’ın yeniden aday olması da mümkün imiş. Biz, 2023 seçimlerinin öncesinde Erdoğan’ın aday olamayacağını söylüyorduk ve karşımıza çıkıp “olabilir” diyenlere, “her seçimde seçim zamanını biraz öne çekerse ömür boyu seçilme hakkı olduğunu mu söylüyorsunuz” diye sorduğumuzda, “olur mu öyle şey” yanıtını alıyorduk.

Şimdi, Özel, Erdoğan’ın 4. kere seçilme hakkı olduğunu söylüyor. 5. kere de aday olabilir mi? Buna göre ömür boyu olabilir.

Özel, bunu kabul etmekle kalmıyor.

Özel, aynı zamanda, aslında hiçbir meşruluğu olmayan (seçilme hakkı da yoktu ve seçim de hileli idi) seçimleri, “meşru” hâle getirmek istemektedir.

Demek ki Özel’in üfürükçüleri, savaş için, Saray’ın “meşru” olduğunun kabul edilmesi gerektiğini ifade ediyorlar. Üflenmiş hâli ile Özel, Saray’ı meşrulaştırmak için devreye giriyor. Görüntüye bakarsanız, seçim öneriyor, ama gerçekte, savaş hazırlığı için, seçimleri ve sonuçlarını meşrulaştırmak istiyorlar. Özel’in amacı bu olsun olmasın, yaptığı iş budur. Üfürükçülük, şimdi siz söyleyin, abartılı mıdır?

Erdoğan aday olamaz.

Seçimler gayrimeşrudur.

Sandığa giren oy ile çıkan oy aynı değildir.

Kimin seçileceğini NATO belirlemektedir.

Mevcut parlamento, büyük ölçüde sağcıdır.

Mevcut iktidar yapısı bir savaş kabinesidir ve Saray Rejimi’ne savaş kabinesi değişikliği yapılmıştır.

Bir gün parlamentoya ihtiyaç duyarlarsa, bu parlamento, işlevsizdir ve içinde bir AK Parti daha, 2 x AK Parti vardır.

7

Bu nedenle, bir kere daha söylüyoruz; Saray Rejimi, ancak direnişle yıkılabilir. Saray Rejimi devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Saray Rejimi, seçimle gelmemiştir, seçimle gitmez.

Ayrıca, bu ülkede Gezi ile başlayan ve hâlâ sürmekte olan bir direniş hattı vardır. Bu direniş hattı, Saray Rejimi’nin korkulu rüyasıdır, kâbusudur.

Kürt hareketi ile bu direniş hattı, pratikte aynı hedefe vurmaktadır. Saray ve Saray’ın uzantısı olan burjuva muhalefet, CHP dâhil, bu iki kanalın birleşmesine karşı özel bir program devreye sokmuşlardır. Saray baskı ve şiddet ile, CHP ise bu direniş hattını yolundan çıkartmak yolu ile aynı amaca hizmet etmektedir.

Bu konuda devletin deneyimli olduğunu unutmamak gerekir. Deneyimleri hafife alınmamalıdır. Haziran ayının sonunda Kartal’da gerçekleştirilen miting, sadece Saray basını tarafından görmezlikten gelinmemiştir. CHP’nin sözcüsü gibi davranan burjuva basın tarafından da görülmemiştir. Cumhuriyet gazetesi bu konuda haber bile yapmamıştır. Bu ortak bir devlet tutumudur ve tek başına bu, CHP’nin muhalefetten ne anladığını, ikiyüzlülüğünü göstermeye yeter de artar bile.

Direniş hattı canlıdır ve önümüzdeki dönemde daha da güçlenecektir.

Bu nedenle, Saray Rejimi, alaşağı edilebilir. Bunun olanakları vardır, mevcuttur. Elbette görmek isteyenler için.

İşçi sınıfı ve devrim cephesinin önündeki ana sorun, direnişi büyütmek, yaymak ve örgütlü hâle getirerek sağlamlaştırmaktır.

Bu nedenle, devrimci hareketlerin ortak mücadeleyi geliştirmeleri esastır. İçinden geçtiğimiz dönem, Birleşik Emek Cephesi’nin kurulması için, büyük olanaklar sunacaktır. Ancak, buna niyetli olmak gerekir.

Saray Rejimi kendiliğinden yıkılmayacaktır.

Örgütlü güç geliştirmeden, devrimcileşmeden, işçi sınıfı bir hiçtir. Mesele işçi sınıfının kendi kurtuluşunun kendi ellerinde olduğunu kavramasındadır. İşçi sınıfı devrimcileşmek zorundadır. Bu ise, küçük büyük her direnişin, sisteme karşı her eylemin genişlemesi ve kararlılık kazanması görevini önümüze koymaktadır.

Savaş politikalarının bu denli gündem oluşturduğu, içeride ve dışarıda savaş politikasının azgınca devreye sokulduğu bugün, seçim üzerinden yeni bir hayal yaratarak, toplumsal eylemleri ertelemek, büyük bir aymazlık olacaktır.

Savaş politikaları, Saray Rejimi ve Ortadoğu

Erdoğan, haziran aynın sonunda, bir anda, Suriye ile görüşmeye hazır olduğunu, Esad ile ailece görüşmelerinin yeniden mümkün olduğunu söyledi. Dili de farklı idi. Farklı idi, çünkü Suriye ismini düzgünce söyledi ve dahası “ailece” görüşmekten söz etti. “Şahsım” davranışları biliniyor ve “şahsın” ailece görüşmekten söz etmesi, biraz özel bir duruma işaret ediyor olabilir.

İyi ama, sizce Erdoğan’ın söyledikleri bir ölçü müdür?

Bizce değildir.

Peki, önemsiz midir?

Bizce önemlidir.

Önemi, doğru olmasından gelmiyor. Önemi, söyleyenden değil, söyletenden geliyor. Hangi koşullar, kimler, neler bu konuşmayı koşullamış oluyor? Bu nedenle bir önemi var.

Adalı, bir yazısında, Erdoğan’ın paralı, eklenmiş savunucularının işinin çok zor olduğunu söylüyordu. Bugün bir şey söylüyor. Tüm güçleri ile “Esed” olmuş Esad’ın ne zalim, ne kötü vb. olduğunu anlatmak için, bu yazar takımı, her yola başvuruyor. Zavallıların dağarcıkları da geniş değil, onun için uyduruyorlar. Ama o da ne, ertesi gün Erdoğan, tam tersini dile getiriyor. Bu durumda da, dün söyledikleri, allayıp pulladıkları şeylerin tümünü yalayarak, bambaşka görüş ve argümanlar öne sürüyorlar. İçlerinde, “bu kadar para ile bu iş yapılır mı” diyenler oluşmaya başlamıştır. Ama ses çıkartamazlar, zira birincisi belkemikleri yoktur ve zaten bir yerde duramazlar, ikincisi parayı çok sevdikleri için dolar işaretleri ile dolu gözleri, kendilerine dahi, dün yazdıklarını unutturur.

Bunu sürekli yaparsan, acaba, her gün bir gün önce Erdoğan’ın söylediği şeyi savunmak için kullandığın her şeyi yalayıp ertesi gün tam tersini yaparsan, ama bu bir kere değil, sürekli, yıllarca yaparsan, acaba sende dün diye bir şey kalır mı, acaba sende zaman kavramı nasıl olur? İşte tüm bunlardan boşalmış yere dolarlar dolar. Boşlukları dolar doldurur.

Peki bu yazarların, bu sözcülerin, bu akıl hocalarının, bu danışmanların hâlleri nasıldır? Trajikomik yeterli olmaz. Bunlar insandan başka bir şeye dönmüştürler, mesela parazit bunlara yakışır, eğer parazitler bunu hakaret olarak görmezlerse. Muhtemelen Erdoğan, kızdığında genişleyen hacmi ile dün kükrerken, bugün yeterince genişleyemediği için bunlara şiddetle “parazit” diye kızıyordur. Ama konumuz bunlar değil.

Erdoğan, ne demişse, mesela siz bu yazıyı okuduğunuzda en son ne söylemiş ise, test edin, geçmişe bakın, onun tam tersini de söylemiştir. Demek ki, Erdoğan’ın söylemlerinin ciddiyet anlamında bir önemi yok. Sadece, bu söylediğini söylemesine neden olan etkenleri görmek açısından bir önemi var.

Mesela, en son, “yumuşama” gereklidir demişti.

Sonra da, “ne yumuşaması” anlamına gelen şeyler söylemiştir.

Mesela, bu yıl emekli yılı olacak demiştir. Öyle olmuştur ama tersinden, emekliler 10 bin TL’ye talim etmiştir.

Mesela, faiz yok, bu kardeşiniz burada olduğu sürece faiz artmayacak, nas var, sana bana ne oluyor, demiştir. Ardından da faiz oranları yükselmiştir ve Erdoğan, bu durumun en iyi durum olduğunu söylemiştir.

Mesela, ülkemizde açlık, yokluk yok demiştir, sonra da 19 milyon kişiye sadaka verildiğini açıklamıştır.

Mesela, İsrail’e karşı köpürmüştür, sonra İsrail ile en gelişmiş ilişkileri kurmuştur.

Mesela, Filistin halkının yanındayız, demiştir, ama İsrail’in tedarikçisi olmuştur. En son, tepkiler üzerine, İsrail ile ticareti kestik demiştir ama Yunanistan limanları üzerinden aynı hızla tedarik sistemi devam etmektedir.

Mesela, Gezi için FETÖ’cüler yapmıştır demiştir, ama ardından emri ben verdim, demiştir.

Mesela, Cumartesi Anneleri için hoş konuşmalar yapmıştır ve ardından tüm azılı köpekleri üzerlerine salmıştır.

Mesela, Hrant’ın katilini bizzat kendisinin bulacağını söylemiştir ama tersini yapmıştır.

Mesela, AB ile üyelik planlarını açıklamıştır ama hepsini bir kenara itmiştir.

Mesela, ABD ile söz düzeyinde sertleşmiş, ama hep ABD adına çalışmıştır. Rahip olayında “ver imamı al papazı” demiştir ama tersini yapmıştır.

Mesela, Putin benim dostum, demiştir ama hem Suriye sahasında ABD tetikçisi olarak çalışmış, hem de Ukrayna’da aynısını yapmıştır.

Mesela, Mısır ile Sisi’ye karşı hakaretvari konuşmalarla ilişkileri koparmıştır ama ardından, Sisi ile oldukça samimi pozlar vermiştir.

Mesela, İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamış ama ardından iptal etmiştir.

Bu liste bitmez.

Daha özel olanları da var. Bir arkadaş, Erdoğan’ın sözlerini alt alta koyarak, tüm arşivi tarayıp bir özet yapsa, başka hiçbir şey yapmasa, sanırım, her sözünün tam tersini de söylediğini bulmak mümkündür.

Öyle ise, Esad ile ailece görüşme sözlerini niye tartışalım?

Tartışalım, çünkü, ona bu sözleri söylettirenin ne olduğunu, hangi hakikatin onun böyle konuşmasına neden olduğunu görmek önemli.

Dışişleri Bakanı, eski MİT Başkanı, “savaş” olasılığının ciddiyetini dile getirmiştir. Komiktir, bir ülkenin Dışişleri Bakanı, böyle TV yorumcusu gibi konuşmaz. Bakın mesela uluslararası alacaklıların oluşturduğu konsorsiyumun memuru Şimşek, öyle TV yorumcusu gibi mi konuşuyor? Hayır, söylediği tüm yalanları ile efendilerinin ihtiyaçlarına uygun konuşuyor, şunu yapacağız, şunu unutun vb. diyor. “Yerli halk,” diyor, bize inanmalı. Bu denli açık ve nettir. Nihayetinde parasal alanda işler daha kabadır ve buna uygun konuşma, efendinin memurunun özelliği olmalıdır. CHP, buna liyakat diyor.

Erdoğan’ın dış politikada, iç politikada, ekonomide söyleyeceği fazla bir söz yoktur. Söylemesi gerekeni söyletiyorlar.

2023 Mayısı’nda, meşruluğu her açıdan olmayan bir seçim ile Erdoğan yeniden Saray’ın başı oldu. Saray Rejimi, Erdoğan ile devam etmeye karar verdi. Erdoğan’ı meşrulaştırma görevi CHP’ye verildi ve CHP bunun için oldukça yoğun bir çalışma yürütüyor. Saray medyası ile diğer burjuva medya (Sözcü, Halk TV, Cumhuriyet, Tele1 vb.) ortaklaşa bir programın parçaları olarak iş görüyor. Bu kumpanya, Erdoğan’ı ve Saray Rejimi’ni meşrulaştırmayı hedefliyor. Böylece, kutuplaştırma yerine, halkın tümünü kapsayan bir savaş hazırlığı programı yürütüyorlar.

ABD ve NATO’nun tetikçisi olan Saray Rejimi, TC devleti, ABD’nin planlarını uygulamakla görevlidir. İçeride ve dışarıda savaş politikası, bu planın gereğidir.

Ancak Ortadoğu, dünya, ABD planları açısından “dikiş tutmuyor.” Evet ABD, Avrupa’yı denetim altına almış ya da AB tüm bağımsız hareket etme kabiliyetini kaybederek ABD politikalarına teslim olmuştur. Bu ABD açısından bir kazançtır. Ama işler ne Ukrayna’da, ne Çin ve çevresinde, ne de Ortadoğu’da ABD’nin planladığı gibi yürümüyor.

İran’a karşı savaş planları, Ekim 2023 başında Hamas’ın eylemi ve ardından İsrail’in soykırım politikası ile, planlanan zamandan sapmışa benziyor. İsrail, bugünlerde Lübnan’a saldırı planları yapıyor. Alman basını, bu savaşın 15 Temmuz gibi başlayacağını yazıyor. Ama Hizbullah Hamas’tan farklıdır ve savaşın İsrail’e maliyeti yüksek olacaktır.

TC, kendisine verilen İran’a karşı savaş planlarının içinde İsrail ile birlikte yer alacaktı. Ama bugün, İsrail ile birlikte İran’a karşı savaş, 9 ay öncesi kadar kolay değildir. İsrail ile açık bir ittifak, TC devletinin içerdeki durumunu zora sokacak gibidir. Ve ortaya çıkmaktadır ki, İran, o kadar da kolay bir lokma değildir. Savaşın getireceği yıkım, ABD ve Batı emperyalistlerini dolaylı etkileyecektir ama İsrail ve Türkiye dâhil, ABD müttefiklerini daha farklı etkileyecektir.

Ve Suriye’de TC devleti işgalcidir.

TC devletinin bu işgalci varlığı, ABD ve NATO desteği ile sürmektedir.

ABD’nin açıktan Rusya’ya karşı saldırıları organize etmeye başlaması, son Kırım’da plaja saldırı gibi örneklerle daha da ileri boyutlar almaktadır. Bu durum, Suriye sahasını da etkileyecektir. Suriye’de ABD ile birlikte hareket eden TC devleti, bu süreçte, varlığını sürdürmekte zorlanacaktır. Suriye’de işgalci durumu, bugüne kadar sürdüğü gibi sürecek gibi durmuyor.

İşte Erdoğan, bu nedenle, Esad ile ailece görüşmekten söz ediyor. Böylece, Rusya ve Suriye’nin, Suriye sahasındaki işgalci varlığına saldırmasını önlemek istiyor.

Esad ile görüşme meselesi, daha önceden de dile getirilmişti. Emevi Camii’nde namaz kılma planları, görüşme meselesine gelmişti. Bu durum ortaya çıktığında Esad, açık ve net olarak, TC devletinin güçlerini Suriye topraklarından çekmesini talep etmişti. TC devletinin IŞİD güçlerini, adına ne denirse densin, desteklediği de biliniyor. Bölgede, ranta, savaş suçlarına dayalı bir örgütlenme vardır.

Erdoğan, Esad ile ailece görüşmeyi telaffuz eder etmez, Suriye’de TC ile birlikte var olan çeteler, hemen tepkilerini dile getirmeye, tırlara ateş etmeye vb. başladılar. Özeti şudur: Bizi satarsanız, bizi oyun dışına bırakırsanız, size saldırırız, demiş oldular. Daha bunların, Hatay, Antep, İstanbul gibi yerlerdeki unsurları da var. Özetle şunu istiyorlar; bir, bizi buradaki ticaretin dışına bırakamazsınız, Şam ile ticareti bizim üstümüzden yapın, iki, bizim bu sahadaki egemenliğimizi tanıyın, koruyun, bizi Suriye devletine karşı koruyun. Talepleri bu ikisidir.

Kayseri’deki olaylar da, TC devletinin bunlara karşı tutumudur. TC devleti, içeride önlemler almak için, Suriyelilere karşı çeteleri devreye sokmaktadır. Bu eskiden beri bilinir. TC devletinin her zaman katliam politikalarında bu ipsiz-sapsız, eroinman vb. unsurları SADAT ve MİT eli ile organize etmesi, TC devletinin eski taktiğidir. Topal Osman hatırlanmalıdır.

Bu noktada Kayseri Valisi’nin tuhaf açıklaması da ilgiye değerdir. Vali, “Suriyeli bir kişinin, Suriyeli 5 yaşındaki çocuğa tecavüz etmesi” şeklinde açıklama yapmıştır. Demek ırzına geçilen çocuk Suriyeli olunca sorun yok. Öyledir de. Mesela kuran kurslarında, tarikatlarda çocukların ırzına geçildiğinde, bu çeteler harekete geçmiyor ve devletin bakanı, “bir kereden bir şey olmaz” diyordu. Tek başına bu örnek, bize devletin bu çetelerle ilişkisinin örgütlü bir ilişki olduğunu göstermektedir.

Konumuza dönelim.

İşte Suriye sahasındaki durum budur.

Bu şartlar altında TC devleti, Suriye’deki güçlerinin olası kayıplarını düşünmekte ve Esad ile ailece görüşebiliriz açıklamasını yapmaktadır. Bu hamle ile Rusya ve Suriye devletinin bir mola vermesini sağlamak istiyorlar.

ABD, Ukrayna’da saldırgan tutumunu sürdürdükçe, Suriye’de de yanıt alacağını düşünmektedir. TC devleti, işte bu nedenle, Suriye’de bir çıkış yolu arar gibi yapmaktadır.

Erdoğan’ın sözleri bu açıdan boş olmasa da, ciddi değildir. Erdoğan oraya, Suriye sahasına, ABD ve NATO planları gereği girmiştir ve çıkması için de ABD’den izin alması gereklidir. Ama kendi konumunun zorluğunu dile getirmek için, ABD’nin durumu anlaması için bir hamle yapmaktadır. Bu hamle, söz düzeyindedir ve Suriye sahasında TC uzantıları olarak yer alan unsurların tepkileri de sınırlı ve bu tutumu destekleyicidir. Danışıklı olmayabilir. Ama TC hemen, bu unsurlara, “Erdoğan’ın açıklaması bir politik manevradır, merak etmeyin” demiş olsa, bu unsurları rahatlatabilecek durumdadır.

Ama bu durumun ciddiyetini ortadan kaldırmıyor.

Acaba, Erdoğan’a Putin, Suriye sahasındasınız ve bir gecede kaç ölü istersiniz, diye sormuş mudur? Sormuş gibidir. TC devletinin başı ABD’nin elindedir, ama kuyruğu, Suriye sahasında Rusya’nın eline düşmüştür. İşgalci olmanın böylesi maliyetleri de vardır. Buradaki TC destekli unsurlar, aynı zamanda ciddi bir ranta el koymaktadır. Böylece onların varlığı bir ekonomik temele de ulaşmış durumdadır. Yağmacıdırlar ve o sahayı kurutmak konusunda TC tekelleri ile yakın ekonomik bağlar kurmuşlardır.

İşte Erdoğan’ın açıklamasının arkasında bunlar vardır.

Erdoğan, ABD izni ile, ABD emri ile, İran’ı çevrelemek için, Irak Kürdistanı’na 40 km girme planları yapmaktadır ve bunu açıkça ilan etmişlerdir. Bu durumda Suriye’den, Irak sahasına kayma planları ABD için büyük bir sorun oluşturmaz. Hem TC bu yolla, Kürtlere karşı katliam politikalarını da boyutlandırmış olacaktır. Musul-Kerkük hayali de cabasıdır.

Gelişmeler, TC devletinin, son seçimlerden sonra oluşturduğu, gizli savaş kabinesi, artık açığa çıkmaktadır. İçişleri Bakanı, MİT ve Dışişleri Bakanı, bu savaş kabinesindedir. Ve savaş kabinesinin iki unsuru, İçişleri ve Dışişleri, durumu açığa vurmaktadır. Dışişleri Bakanı’nın savaş geliyor türünden açıklamaları, tam da bunu ifade ediyor.

Mesele ABD’nin Ukrayna’da bir yenilgiyi kabul edip geri çekilmesi ile farklılaşabilir. Ama ABD bunu yapma eğiliminde değildir. Görünen budur. ABD daha saldırgan tutumlar geliştiriyor ve geliştirecektir de. Hem İsrail ile Hizbullah’a saldırı planları açıktır, hem de Ukrayna’da saldırılara devam edeceği yönünde iradeleri açıktır. Önümüzdeki birkaç ay, ilginç gelişmelere gebedir.

Elbette, biz işçiler, kendi cephemize bakmalıyız. Savaşı seyretmek ve bununla yetinmek mümkün değildir. İşçi sınıfı devrimcileşmek, birleşik emek cephesinde birleşmek zorundadır. İşçi sınıfı için geriye atılacak adım yoktur. İşçi sınıfı, devrimci harekete daha net bir tutumla yakınlaşmak zorundadır. İşçi sınıfı, devrimcileşmek zorundadır.

Devrimci hareket, bir bütün olarak, yani sadece biz değil, tüm devrimci hareket olarak, ortak mücadele zeminlerini geliştirmek zorundadır. Bunun bazı temelleri vardır. Burada, birleşik emek cephesi, sadece bir taktik değildir, bir stratejik adımdır ve böyle ele alınmalıdır.

Egemenlerin savaş oyunlarını seyretmek, işçi sınıfı ve devrimciler için oldukça yüksek maliyet demektir. Bu, işçi sınıfının kendi iradesini egemenlere tâbi kılması demek olacaktır. İşçi sınıfı, her türden burjuva muhalefetin kuyrukçusu olarak davranamaz. İşçi sınıfı, bağımsız bir siyasal güç olarak, sınıf mücadelesi sahnesinde örgütlü bir biçimde yer almak zorundadır.

Hem savaşı önlemenin hem de bir bütün olarak toplumsal kurtuluşun yolu, işçi sınıfının devrimci diriliş yoludur.

Bu, aynı zamanda, tüm bölgede enternasyonalist devrimci kardeşliğin temeli de demektir.

“Sol”cu olmak, muhalif olmak, devrimci olmak

Devrimci mücadelenin, sosyalist devrim mücadelesinin ciddi savaş alanlarından biri, ideolojik savaşımdır. Egemen sınıfa karşı, işçi sınıfının çıkarlarını her koşulda savunacak, bu doğrultuda mücadele içinde davranışlar üretecek bir ideolojik mücadele olmadan, militan bir mücadele yürütülemez.

Ve egemene karşı, insanlık tarihi boyunca insanın insan tarafından sömürülmesine dayalı sistemlerin en gelişmişine karşı mücadele, militan bir karaktere sahip değilse, işçi sınıfının kurtuluşu savaşımı başarıya da ulaşamaz.

Hani Nâzım ne demişti: “Zafer hiçbir şeyi affetmeyecek kadar, tırnakla sökülüp koparılacaktır.” Gerçekten, kapitalist sistemi yıkmak ve sosyalist ve oradan da komünist bir dünya kurmak istiyorsak, yarının ortakçı toplumunun yeni insanını bugünden yaratmak istiyorsak, zafere ulaşmak için tırnaklarımıza kadar tüm gücümüzü devreye sokmamız gerekir. Sömürülen sınıfın hiçbir ferdi, kolay zafer hayali kurmamalıdır, kuramaz, kendini kandırma hakkına sahip değildir. Sömürülen sınıfın hiçbir ferdi, toplumsal kurtuluş olmadan bir bireysel kurtuluş yolu aramamalıdır.

İdeolojik mücadele, yaşamın her alanını kapsar. Mücadelenin her alanında içkin olarak var olur. Eğer, bir yerde sorun varsa, mutlaka ideolojik alanda da bu sorunun izleri aranmalıdır.

Marksizm, sadece bir ideoloji değildir. NATO tedrisatından geçmiş “aydın”ların, “ideolojileri mahkûm etme” kurnazlıkları, aslında en çok işçi sınıfını öncüsüz ve öndersiz bırakma girişimidir. Bu NATO tedrisatlı sözüm ona aydınlar, aslında 1870’lerde, emperyalizmin ilk temelleri atılırken onlar adına ideologluk yapanların söylediklerinden bir dirhem farklı bir şey söylemiyorlar. Onların ideolojilere düşman unvanını alıp, ortalıkta “özgür bireyler” olarak dolaşıyorlar.

Madem, bu kadar “ideoloji”lere düşmansınız, buyurun, elinizi tutan mı var; önce burjuva egemen ideolojiye karşı savaş verin. İşçi sınıfı bitti diye nutuklar atacağınıza, zaten kendisi asalak bir sınıf olan, var olmasa insanlığın hiçbir şey kaybetmeyeceği burjuva sınıfın bitişi üzerine kafa yorun. Ama o kadar da “özgür” değilsiniz değil mi?

Yaşadığımız ülkede, hırsız, her zaman yoksul olanı hırsızlıkla suçluyor, haklı olanı haksızlıkla, namuslu olanı namussuzlukla, mazlum olanı teröristlikle suçluyorlar. Bakın Hrant’ın davasına, neredeyse aile suçlu ve tartışmasız Hrant suçlu, çünkü bir kere Ermeni ve Marksisttir. Demek iki kere suçludur. Tren kazasında ölen çocuğun ailesi suçludur, tecavüze uğrayan kadın ve çocuk suçludur, hakkını arayan işçi suçludur vb. Parlamentoda DEM Parti var. Dün adı HADEP idi ve sürekli olarak Kürt milletvekillerine, “PKK terörünü kınıyorum de” diye bir dayatmada bulunuyorlardı, hâlâ bulunuyorlar. Ve “aydın” denilen bu “özgür bireyler”, ideolojilere düşmanmış gibi davranan bukalemun kılıklılar, bir gün olsun, devletin açık terörünü kınamamışlardır. Bir gün olsun, Suriye’de işgalciyiz dememişlerdir, bir gün olsun Kıbrıs konusunda gerçekleri söylememişlerdir.

Konumuza dönelim. Marksizm bir ideoloji midir?

Marksizm, hem bir ideolojidir, hem de bilimdir. Bilimdir ve bilim olduğu için, her türlü ideolojik çarpıtmaya karşı da tutum alır. Ama Marksizm, aynı zamanda işçi sınıfının elinde, devrimi zafere ulaştırmak için bir silahtır. Hem bilim hem de bu militan karaktere sahip olması, ancak ve ancak, gerçeklere bağlı kalmak hareket ilkesi ile birleştirilebilir. Bu nedenle, biz devrimciler, Marksizmi bir bilim olarak görürüz ve onun kalıplarla aktarılmasını sevmeyiz. Ama biz devrimciler, aynı zamanda egemen sınıfı alaşağı etmek ve dünya üzerinde ortakçı toplumu, komünizmi kurmak için militan bir mücadele yürütürken, Marksizmi yol gösterici olarak ele alırız.

Egemenin ideolojisi, her zaman çarpıtmaya dayanır. Çünkü, bir azınlığın, insanlığı baskı altına tutarak toplumu yönetmesi, aynı zamanda ideolojik çarpıtmalara başvurması ile mümkündür. Egemen, gerçekten yana tutum alamaz ve burjuva egemen, bilimi ancak, üretimi artırmak ve daha fazla artı-değeri cebine indirmek üzere kullanır, köle yetiştirmek üzere kullanır vb.

Oysa işçi sınıfının bilimi olduğu gibi ortaya çıkartması, gerçeği dile getirmesi, aynı zamanda onun sınıfsal çıkarına da uygundur. Bu nedenle, ideolojik mücadele, sisteme karşı savaşımın bir parçasıdır. Biz Marksistler, bu ideolojik mücadeleyi, ufuk açıcı olan bilimle birleştiririz.

İşte bu ideolojik mücadele, yani işçi sınıfının egemene karşı ideolojik mücadelesi, egemen sınıfın, tüm kültürel ve sosyal alana egemen olması, bilim ve sanatı kontrolüne alması ile oluşturduğu karanlığı yarmak için devreye sokulmalıdır ve bu, militanca, örgütlü, süreklilik isteyen bir iştir.

Son günlerde, Avrupa’da ve dünyada, “sağın yükselişi” diye bir tartışma yürümektedir. Sağın yükselişi dedikleri şey, NATO tedrisatlı aydınların, uzaktan, sol jargon kullanarak, seyirci edasıyla “bilimsel” analiz yapma işinin (her canlı kendi karakterine göre, huyuna göre davranır) beraberinde getirdiği bir sonuçtur. Neymiş, “sağ yükseliyormuş.”

Ne demek sağın yükselişi?

Bu NATO tedrisatlı, burjuva cepheye eklenmiş, solcu olarak tanıtılan “aydın”lar, aslında parlamento seçimlerinde, özellikle Avrupa başta olmak üzere Batı dünyasında, sağ partilerin, hatta faşist partilerin oylarındaki artışı, böyle isimlendiriyorlar. Mesela Fransa’da Le Pen, Almanya’da AfD. Aman aman, canım Fransa, modanın merkezi, demokrasinin beşiklerinden biri, burada faşist partilerin oyunun artması ne korkunçtur! Mesela Le Pen’in artan oyları ile Filistin halkının soykırıma uğramasını ele alıp, hangisi daha kötü diye sıralayacak olsalar, elbette canım Paris’in kaldırım taşlarında Le Pen’in ayak izlerinin artmasını ilk sıraya koyarlar.

Oysa Fransa’da Macron, ki kendisi Rothschild hanedanına bağlıdır, acaba en faşist olan değil midir? Sert mi oldu, değiştirelim, acaba Le Pen ile Macron arasında, halk için, işçi sınıfı için, demokrasi diye nadide bir çiçeğe bakar gibi bakan, ayaklarının ucunda kimseyi rahatsız etmemek için yürüyen kibarlık budalaları için, fark var mıdır? Macron, açıkça anayasayı delmiyor mu? Macron sağ değil mi ki, Le Pen sağın yükselişi oluyor?

Daha ileri gidelim, izninizle: Erdoğan ile Trump, Scholz ve Macron arasında ne fark vardır. Boyları, dilleri, kültürleri, dinleri bir yana, gerçekte ne farkları vardır?

Almanya’da (yoksa İngiltere, Fransa, ABD, Japonya mı deseydik) halk, sömürgelerden gelen fazla ile, artık ile bir miktar rahata ermiş ve kendinden geçmiş, dünyanın kendisi için yaratıldığını sanarak, politikacılar arasında, 4 yılda bir “seçim” yaparken, Scholz’un politikaları ile AfD politikaları arasında bir fark olmadığını gördüklerinde, gidip AfD’ye oy verirlerse, “sağ” mı yükselmiş oluyor?

İyi de beyler, Macron da sağdır, Le Pen de. AfD de sağdır, CDU da, Scholz da. Hepsi sağdır. Ve zaten bir başka sağdan bir başka sağa kayışı mı “sağın yükselişi” diye tanımlıyorsunuz?

Dünyayı sadece Batı sanırsanız, dünyaya sadece Batı gözlükleri ile bakarsanız, mesela Sri Lanka’daki direnişi görmezsiniz, mesela Şili’de direnenleri görmezsiniz, mesela Arjantin sokaklarındaki mücadeleye bakmazsınız, mesela Kürt halkının direnişini görmezden gelirsiniz, mesela Irak’taki eylemleri görmezsiniz, mesela Nijer’de olup bitene bakmazsınız, mesela Yunanistan’da sokaklara taşan direnişi görmezsiniz. Hatta, bizim ülkemizde sürmekte olan direnişi de ancak egemenin TV kanallarından akıttığı karanlık içinden görmeye alışırsınız. Mesela Almanya’da sokaklara taşan protestoları görmezsiniz, Fransa’da birdenbire yükselen protestoları görmek istemezsiniz.

Sanki, tüm siyasal alan, Batı’nın parlamentolarından ibarettir. Siyasal sahnede sokaklar, işçi ve emekçiler yoktur. Burjuvazi, tekeller, tam da bunu empoze etmeye çalışıyor ve sizler, bilerek ya da bilmeyerek, onlar adına “durum” analizi yapıyorsunuz. Neymiş, “sağ yükseliyormuş”!

Hayır, buna sağın yükselişi denilemez.

Buna, herkesin, keskinleşen sınıf savaşımı ve savaş koşullarında maskesini indirmesi diyebilirsiniz. Egemenler, dün NATO ülkelerinde örgütledikleri paramiliter Neonazi çetelerini, artık açıktan sahaya sürmektedirler. Ukrayna savaşına bakın, tüm Avrupa ve ABD, hep birlikte, Neonazi çetelerinin arkasına sıraya dizilmiştir. Almanya’da Yeşiller, sözüm ona sol idi, ama maskesini indirdi ve AfD ile bir farkı olmadığını ilan etmiş oldu.

Olup biten budur.

Halkın bir bölümü seçim için sandığa gitmiyor, çünkü bunun büyük bir oyun olduğunu seziyor. Ve gidenlerin bir bölümü ise, bir başka sağdan bir başka sağa oy veriyor. Çünkü “ayrıcalıklı yaşamları”nı kaybetmeye başladılar. Ve ne savaş konusunda, ne de göçmen sorunu konusunda devrimci bir politika öneren bir sol yok. Sol, açıktan bir devrimci tutumla mesela Ukrayna savaşını tartışmıyor, Rus yanlısı olmak ile suçlanmak, onlara ağır geliyor. Mesela sol, sokaklara taşan protestolara rağmen, açıktan Filistin halkına karşı soykırım uygulamalarını dile getirmiyor. Çünkü bu konularda tutum almak, aslında açıktan devlete karşı tutum almak oluyor. Bunu göze alamayan sol, liberaldir, sol değildir ve muhalif de değildir. Ya da muhalifliklerinin bir anlamı kalmamıştır. İşte bu koşullarda halk, Macron yerine Le Pen’e oy veriyor.

Avrupa’da sol nedir? Mesela Alman sosyal-demokratları sol mudur? Bunu iddia etmek için, insanın kanıtlar bulması gerekir. Zira Alman Sosyal-Demokrat Partisi kadar sağ, devletçi parti yoktur.

En azından, sol olmak için, burjuva devletten, egemen devletten yana olmamak gerekir. Bu ölçüye uyan var mı? Mesela sol, toplumsal kurtuluştan yana tutum alıyor mu? Ya da mesela sol dediğimiz bazı partilerin enternasyonal anlayışları var mıdır?

Dünya kapitalist sistemi, iki dünya savaşına ev sahipliği yaptı. Ve üçüncüsünü de kundaklıyorlar. Her iki dünya savaşı da emperyalizmin doğuşunun sonrasındadır. Dünyayı toprak ve pazar olarak paylaşmış olan emperyalist güçler, paylaşılacak alan kalmayınca, birbirlerinin sömürgelerine göz dikmek zorundadırlar. Öyle yaptılar. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı başta olmak üzere, geniş topraklara sahip imparatorlukları paylaştılar. Osmanlı yok oldu, Çin yarı sömürge hâline geldi, Avusturya-Macaristan yok oldu, İspanya, Portekiz bazı sömürgelerini kaybetti. Ekim Devrimi patlayınca, bu paylaşım savaşımı durduruldu.

Bu emperyalist ülkeler, savaşın öncesinde, onlarca savaşla, onlarca yıl içinde birçok ülkeyi sömürgeleri hâline getirdiler.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda, egemenler, emperyalistler, sol cenahtan birçok grubu, kendi devletlerinin kolları altına aldılar. Kautsky, Bernstein bunun çok bilinen örnekleridir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, birçok ülkede, sağ ve sol, ama her ikisi de devletin ve egemenin partisi olacak şekilde, iki ana parti organize ettiler.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında CHP, bizim ülkemizde, birdenbire sol parti oldu ve DP, sağ parti oldu. Oysa ne CHP ve ne de DP sol parti değildi. Her ikisi de devletin partileri idi. Hiçbir ciddi konuda aralarında ayrım yoktur. Din ve milliyetçilik (ırkçılık da diyebilirsiniz) her ikisinin ana politikaları oldu, sadece dozları farklı olmak koşulu ile. Mesela AK Parti, DP’ye göre dini daha azgınca kullandı. Bu açıdan, onun yolundan yürüse de, bazı farkları vardır. CHP ve AK Parti arasında bazı farklar olabilir ama bu, sağ ve sol ayrımına işaret etmez.

Böylece, burjuvazi, tüm dünyada, devlet partilerini sağ ve sol diye ayırdı. Sol ile kitleleri denetim altında tutmak gerektiğinde iş gördü. Biri yıprandı, yerine diğerini koydular. Erdoğan’ın imamhatiplerini, önce CHP açtı. Bir an için, partileri unutun, bunu devlet yaptı. Hepsi ABD emperyalizmine ve NATO’ya bağlıdırlar ve oradan seçilirler.

Gelin bir de meseleye, “sol” denilen yerden bakalım.

Bu “sol” nasıl tarif edilebilir?

Mesela, siz Marksistsiniz, devrimcisiniz, komünistsiniz, sosyalistsiniz ve bu anlamda solsunuz. Peki, komünist değilsiniz, sosyalist değilsiniz, devrimci değilsiniz, Marksist değilsiniz, iyi ama bu durumda nasıl solcusunuz?

Diyelim ki bir genç, öğrenci veya işçi, kadın veya erkek, sisteme karşı mücadele etmeye niyetlidir. Ve TV kanalları arasında, ülkemizde dolaşmaktadır. Nihayetinde, Erdoğan’ı eleştiren, muhalif gibi olan Sözcü, Tele1 ve Halk TV gibi kanalları izlemeye başlıyor. Diğer kanallarda sadece Erdoğan övgüsü vardır. Oradan hareketle, o “muhalif” kanallarda konuşan gazeteci, “uzman” (uzmanlığı nereden gelmiş ise), profesör, “aydın”ları dinliyor. Onları, “solcu” olarak adlandırıyor. Ve buradan hareketle, bir gün, onların söylediklerinin ne denli yüzeysel olduğunu anlamaya başlıyor, mesela 1 Mayıs konusunda tutumlarına bakıyor vb. ve sonunda onlara kızmaya başlıyor.

Kızıyor, çünkü onları solcu ya da muhalif sanıyor. Oysa, onlar bildiğiniz gibi devletçidirler. Devleti savunmak ile işçi sınıfını savunmak, egemeni savunmak ile ona karşı mücadeleyi savunmak iki ayrı kutuptur. Ve bu kişiler solcu bile değildirler.

Şöyle düşünelim: Hitler, bir hareketle, bir parti ile yükseliyor. Hitler’in partisinin adı Faşist değil, adı Nasyonal Sosyalist’tir. Çünkü Almanya, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş, bir sosyalist devrimin ucundan dönmüştür. Alman komünistleri Spartakistler, Ekim Devrimi ile bağları olan, Almanya’da devrimci bir ayaklanma ile iktidarı yıkmayı hedefleyen, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg öncülüğünde mücadele eden, ama 1919’da yenilen bir hareketten geliyor. Ve bu hareket, hâlâ Almanya’da, savaşın ve yenilginin yükü altında inleyen işçi sınıfının içinde yer etmiş bir hareket idi. Bu nedenle, Almanya’da komünistlerin bir prestiji vardı. Alman nasyonal sosyalistleri, aslında bu ortama uygun isim seçmişlerdir. Faşist idiler ama kitleleri kendi etraflarında toplamak için yollar arıyorlardı.

Nasyonal, ulusalcı olarak çevrilebilir.

Demek bizim ulusalcı solcularımız, onlarla aynı yolun yolcusudurlar.

Çünkü sosyalist ya da komünist ya da devrimci, özü gereği, enternasyonalisttir, milliyetçi ya da ulusalcı olamaz. Zira ulus, burjuva egemenlikle ortaya çıkmış, burjuvazinin kendi pazarının sınırlarını çizmesi ve o sınırlar içinde yaşayanları bir elbise içine alması demektir. Elbette, bunun tarihsel, sosyal, ekonomik temelleri vardır. Fransız uluslaşması, Fransa’da yaşayan başka halkların asimilasyonu da demektir. Ama en başta, ulusal pazarın oluşumu üzerine dayanır bu “uluslaşma”. Ve dünya işçi sınıfından söz edip, ulusal sınırları bir tabu olarak kabul etmek, ciddi bir bilinç kaybıdır.

Alman uluslaşması daha da despotiktir ve bizim ülkemizde uluslaşma, hem anti-komünizm temelinde gelişmiştir, hem halkların katledilmesi ile ve hem de sömürgeleşme süreci içinde gerçekleşmiştir. Diğerlerinden farklıdır.

Fransız demokrasisi, sadece Fransız Devrimi’nin ardından kurulmuyor. Aynı zamanda, Fransız restorasyonu ve devrimin sivri uçlarının törpülenmesi ve nihayetinde Paris Komünü’nün kanla bastırılması, katliamla yok edilmesi üzerine yükseliyor. Bunu unutmamak gerekir.

Ulusal sosyalist, ulusal komünist, ulusal devrimci olunamaz. Bu eklektiktir, birbiri ile çelişen şeyleri bir araya getirme girişimidir.

Devrimci mücadele, entelektüel mücadeleyi de gerekli kılar. Entelektüel mücadele ya da bilimsel ve ideolojik mücadele, günlük yaşamımıza burjuva ideologlarca sabitlendirilmiş kavramlara karşı da mücadele demektir. Mesela bizim Demokratik Kitle Örgütü (DKÖ) dediğimiz şeye, onlar ısrarla Sivil Toplum Kuruluşları (STK) adını vermek isterler. DKÖ, aslında sınıf mücadelesi içinde, devrimci örgüt ve partilerin yanı sıra, işçi sınıfı ve kitlelerin, kendi ekonomik ve demokratik sorunları etrafında, günlük sorunları etrafında geliştirdiği örgütlenmelerdir. Mesela sendikalar, mesela Alevi dernekleri, mesela öğrenci örgütlenmeleri vb. Oysa STK bunlar değildir. Lions kulüplerinden kanarya sevenler derneğine, yardım kuruluşlarından tarikatlara kadar hepsine STK diyorlar. Ve STK’lerde siyasal düşüncenin yer edinmemesi gerekir diyorlar. Yalan söylüyorlar. Demek istedikleri, iktidar yanlısı siyasal görüşleri varsa sorun değil, ama mücadele etmek ve muhalif olmak eğilimindeki görüşlerinin, siyasal yönelimlerinin olmaması gerektiğini söylüyorlar. Devrimciler, komünistler, onların cephesindeki entelektüeller, bu tür kavramları yerli yerine oturtmak üzere müdahale etmek zorundadırlar.

Zira insan kavramlarla düşünüyor.

“Sol” sözcüğü de böyledir.

Birçok samimi, inanmış, gösterişten uzak, dini kendi içinde yaşayan Müslüman, bugünlerde iktidarı kastederek şöyle diyor: Bunlar Müslüman’sa ben değilim.

Bizim cephemizden de aynı durum geçerli. Bazı solculara bakınca, bunlar solcu ise, biz solcu değiliz dememiz gerekir.

Adam gazeteci, “uzman”, profesör, okumuş yazmış, solcuyum diyor ve ardından, “devletin çıkarları”ndan söz ediyor. Bu solcu ise, biz değiliz.

Birçoğu, “ulusal sol”culuktan söz ediyor. Bunlar solcu ise, kendilerine ne isim koyarlarsa koysunlar, biz solcu değiliz.

Diyelim ki, göçmen sorununu ele alalım. Birisi çıkıp, bir kişi göçmen olduğu için onu aşağılıyorsa, onu hor görüyorsa, bu kişi solcu olamaz. Göçmen var, göçmen var. Diyelim ki göçmenlerin içinde zenginler de var. Hatta bunların göçmen olduğunu bile göremezsiniz. Diyelim ki, TC devletinin SADAT’ın, İslamcı çeteler içinde örgütlenmeleri var ve bunlar aslında karakter olarak Neonazi, paramiliter karakterlerdedir. Bunlara göçmen demek doğru değildir. Fabrikalarda işçi olarak çalışanlar, yoksullar, toplumun en alt tabakasını oluşturanlar, bunlar işçi sınıfının bir parçasıdır ve bunların hangi ülkeden geldikleri bir ayırt edici unsur değildir.

Devlet eli ile gerçekleştirilen katliamlara sesini çıkartmayan bir kişi, insan olmaz ki solcu olsun. Devletin solcusu olmaktan söz ediyorsak, evet bunlara solcu diyebilirsiniz.

Karşımıza çıkıp, neoliberal politikaları savunan solcular, karşımıza çıkıp Mehmet Şimşek eli ile uygulanan uluslararası konsorsiyumun programını alkışlayan, Mehmet Şimşek’te liyakat arayan kişiler, kendilerine ne diyorlarsa desinler, solcu değildirler. Ya da onlar solcu ise, biz solcu değiliz.

İşi gücü Marksizme, yoksullara, halka, işçi sınıfına küfürler etmek olan kişiler, “aydın” iseler, devletin aydını, egemenin aydınıdırlar.

Derler ki, gerçeğin sadece bir bölümünü söylemek, bir çeşit yalan söylemektir. Halka, işçi sınıfına, emekçilere, kadınlara, gençlere yalan söyleyenler, unvanları ne olursa olsun, şarlatandırlar, egemenin “eklenmiş” yardakçılarıdırlar.

Kürt sorununa devlet gözlükleri ile bakanlar, vatan millet çığlıkları ile Kürt düşmanlığını iş edinmiş olanlar, solcu değildirler ve olamazlar. Bunlar “ulusal solcu”lardır ve “ulusal sol”, solculuk değildir, devletin hizmetine girmiş sol demektir.

Devlet eli ile işlenmiş suçlara bakarken, bunu devletin içindeki kötü güçler yaptı ve yanlıştır demekle yetinenler, büyük yalancılardır. Sivas katliamını ele alın, bu katliama “iyi ama Aziz Nesin de kitleleri tahrik etti” diye yaklaşanlar, hiçbir zaman IŞİD ile TC devletinin bağlarını anlayamazlar. Oysa Sivas katliamı, IŞİD katliamlarının 30 yıl önce ortaya konmuş şeklidir.

Elbette, bazı gazeteciler, bazı “aydın”lar, gerçeğin bir bölümünü söylüyorlar. Ama bunlara bakarak, gerçeği anlamak mümkün değildir. Gerçeği, tüm çıplaklığı ile bütünlüklü olarak ortaya koymayan, eninde sonunda, devletin hizmetlisi olur ve devlet, bunlara uygun kanallar açmakta beis görmez.

Dürüst bir insan, gördüğü gerçeği, açık ve net olarak ortaya koyan kişidir. Diyelim ki korkuyorsunuz, öyle ise, bu yola girmeyeceksiniz. Gerçeği, sizin korkularınız nedeni ile eğip bükerek, devletin kabul edeceği hâle getirip, sansürle halka sundunuz mu, siz artık dürüst bir insan olamazsınız.

Her konuşmanızı para karşılığında yapıyorsanız, giderek parayı verenlere uygun konuşmaya başlarsınız. Olan da budur. Bu durumda kişinin kendisine solcu dememesi uygun olur. Hele hele muhalif dememesi gerekir.

Evet CHP de “muhalefet” yapıyor. Peki kimin için ve neye karşı? CHP, halkı uyutmak, kitlelerde birikmiş öfkeyi azaltmak, kitlelerin devrimci politikaya yönelmelerini, sisteme karşı mücadele alanına girmelerini önlemek için vardır. Buna uygun iş yapmaktadır. Bir gün, biz devleti kuran partiyiz, dediniz mi, bu sistemin suçlarını da kabul etmeniz gerekir. Öyle, iyileri bize, kötüleri AK Parti’ye diyerek muhaliflik yapılamaz. CHP, egemenin seçtiği muhaliftir. Gerçekte muhalif değildir. Bu konuda tereddüde yer yoktur.

Bir kişi, ABD’ye karşı olduğunu söylüyorsa, emperyalizme karşı olduğunu söylüyorsa, öyle ise, NATO’dan çıkılmasını savunmak zorundadır. “Demokrasi için NATO’ya ve Batı değerlerine bağlıyım,” diyen kişi solcu değildir, “aydın” değildir ya da egemenin aydınıdır. Bu ülkede gerçekleşen her darbenin ardında ABD ve NATO vardır. Suriye’deki durumun yaratıcısı NATO ve onun tetikçisi olan TC devletidir. Kürtlere karşı katliamlar da dâhil, bu ülkede gerçekleşen her katliamın sorumlusu, 1945’ten sonra, NATO’dur. NATO tedrisatından geçen kişilerden solcu olmaz.

Eğer siz anti-emperyalist iseniz, açık ve net olarak, bu konuda bir mücadele yürütmek zorundasınız. NATO’ya, ABD’ye biat ederek anti-emperyalist olunamaz. Ülkedeki NATO üslerinin kapanması için hareket etmeyen anti-emperyalist olamaz. Kürt halkına ve Filistin halkına karşı katliamlara sesini çıkartmayan anti-emperyalist olamaz. Kapitalizme karşı çıkmayan, sömürüye karşı çıkmayan ve sınıfların varlığının ortadan kaldırılması için mücadele etmeyen, solcu olamaz. Ya da siz solcu iseniz, biz değiliz.

Solcu diye karşımıza çıkıp, “ama Ermeniler de isyan etmişti, devlet ne yapsın” diyen bir kişi, solcu değil, olsa olsa solcu maskesini takmış bir faşist olabilir, insan olduğu da tartışmalıdır. Mazlumdan yana tutum almayan, isyan etmeyen, solcu olamaz.

Havada dolaşan fikirleri ile, üstten analizler yaparak, mücadele etmeyen bir kişi devrimci olamaz. İnsanlara tepeden bakan, egemenin kibri ile yarışarak solculuk yapan kişi, solcu olamaz.

Solculuk, en başta, bireysel kurtuluş peşine değil, toplumsal kurtuluş peşine düşen kişidir. Toplumsal sorunlara duyarsız, toplumsal sorunların kaynağını ortaya koymaktan uzak duran, bu nedenle de sadece gördüğü ilk fırsatta kişisel çıkarına göre davranan kişi, solcu olamaz.

Bu kirlenmiş ve bulaşık hâli ile solculuğu, daha genel bir tanımlama, bir gruplama olarak ele alabiliriz. O kadar. Biz, devrimci sosyalistleriz, devrimciyiz. Saray Rejimi’nin meşru olmadığını biliyoruz. Bu nedenle, halka, işçi ve emekçilere, gelecek seçimlere kadar dayanın, diye bir çağrı yapmayı, onları aldatma girişimi olarak ele alırız. Biliyoruz ki, Saray Rejimi seçimle gitmez.

Devrimci kişi, her koşul altında, her yol ve araçla, devrim için mücadele eder. Bunun önündeki engelleri, aşılacak şeyler olarak görür.

Her zorlukta, her adımda, günlük çıkarlarını düşünerek yaşayan kişi, devrimci olamaz, devrimin yolcusu olamaz. Devrimci eylem, gelişmiş bir ahlâk da yaratır. Devrimci kişi, kendini ve sınıfını kandıramaz. Bilime bağlıdır ve işçi sınıfından yanadır, yalanlara dayalı bir yaşam süremez.

İçinde yaşadığımız sistemde kişi, günlük çıkarları için her türlü ilkesini ayaklar altına alıyor ise, ona başarılı, uyanık vb. denmektedir. Devrimci kişi için böyle bir tutum yoktur. Her şeyden önce, devrimci kişi, toplumu değiştirme işine soyunmuş, bu yolda kendini de değiştiren kişidir. Onun kişisel çıkar diye bir derdi yoktur, olamaz. Elbette, herkes yaşamak için yemeye, barınağa, içeceğe vb. ihtiyaç duyar. Ama bunlar insanı belirlemez. Kişi en küçük bir çıkarı için yolunu değiştiriyorsa, onun mücadelesine saygı duyulamaz.

Toplumu değiştirme işine girişmiş kişinin, günlük yaşamımıza egemen olan sistemin düşünüş kalıplarına mahkûm olarak yaşaması düşünülemez. Egemen düşünce, herkesin sosyal hayatına girmektedir. Sistemin ahlâkî kurallarını parçalamadan devrimci olunamaz, doğru bile düşünülemez. Toplumun değer yargılarının esiri olunarak, sisteme karşı mücadele yürütülemez. Ve her insan, içinden geldiği bu sistemden gelen değerlerle, alışkanlıklarla mücadele etmeyi devrimci mücadele içinde geliştirir, öğrenir, örgütler. Bu nedenle de devrimci mücadele, örgütlü mücadeledir. Başkası düşünülemez. İnsanlaşmak, doğru temelde sosyalleşmek, ancak devrimci saflarda aktif mücadele etmekle mümkündür.

Yeni bir dünya savaşının başladığı, başlayacağı gibi tartışmaların içinden geçiyoruz. Böylesi dönemler, büyük gelişmelere gebe dönemlerdir. Acılar kadar, büyük devrimci çıkışların yaşanacağı bir dönemdir bu. Bu dönemde, aklımızı temizlemek, bulaşıklıkları ortadan kaldırmak, devrimci saflarda etkili mücadele edebilmek için zorunludur.

Gerçeği bir kısmını gizleyerek, sadece bir kısmını söyleyenleri artık baştacı etmeye son vermek gerekir.

Cephelerin netleştiği, netleşeceği, gerçeğin tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaya başladığı, sınıf savaşımının üzerindeki çeşitli örtülerin parçalanacağı bir dönemdeyiz. Gözümüzü, gerçeğin tümüne dikmeliyiz. Bunun için, seyirci olmaktan çıkmak, eylemli bir varlık olmak şarttır. Toplumsal kurtuluştan yana olmak bu eylemlilikte ortaya konur. Siyasal kişileri, siyasal partileri anlamaya çalışırken, onların söylediklerine değil, esas olarak onların siyasal eylemlerine bakılır. Muhalif olmanın, solcu olmanın ölçüsü bu siyasal eylemde aranmalıdır.

ABD’nin -güncel- ahvali!

“Yürü bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir.”[1]

Yine ve yeniden Donald Trump’lı ABD’nin -güncel- ahvalini konuşuyoruz.[2] Malum “bunak” Joe Biden -Kamala Harris’i işaret ederek!- adaylıktan çek(tir)ildi…

Trump yine sahnede; hem de, “(2024 seçimleri için – yn) Trump’ın aday olabileceğini düşünmüyorum. Trump’ın çok ciddi davalarla başı belada”…[3]

“Trump’ın ikinci bir sandık zaferine izin verilirse çok şaşırırım”…[4]

“Trump’ın çöküşü ‘demokratik dirayet’ göstergesi”…[5]

“Trump’ın son kullanım tarihi eğer sahiden bittiyse…”[6] türünden “kehanet”leri tekzip ederek!

Herkes farkında; giderek ısınan “II. Soğuk Savaş”ın daha da sertleşeceği çok açık. Kolay mı? Christoph Hasselbach, “Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesi sonrası Alman siyasetinde Trump hazırlığı yapılıyor. Berlin’de endişeli bir bekleyiş var,”[7] derken; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sir Roly Walker da, İngiltere’nin üç yıl içinde bir savaşa hazır olması ve ordusunun gücünü iki katına çıkarması gerektiği uyarısını dillendiriyor![8]

Eurasia Group’un başkanı Ian Bremmer’ın, 2024 yılını “Annus horribilis/ Berbat bir yıl” olarak tanımlayıp, “Bu, meslek hayatım boyunca gördüğüm en tehlikeli ve belirsizliklerle dolu yıl,” demesi boşuna değilmiş…

Ian Bremmer üç alanda “işlerin” (Batı merkezli düzen açısından) iyi gitmediğini düşünüyor. Ukrayna-Rusya savaşı, İsrail-Hamas savaşı ve ABD’nin “kendisiyle savaşı”.

Bremmer’e göre en büyük risk ABD 2024 başkanlık seçimlerinden kaynaklanıyor: ABD’nin ekonomisi, askerî makinası rakipsiz ama siyasi sistemi artık işlemiyor. Seçimleri kim kazanırsa kazansın, kaybeden sonuçları sorgulayacak. ABD’de demokrasiyi 150 yıldır ilk kez sarsan kutuplaşma, ülkenin küresel çapta inanılırlığını zayıflatıyor. Eğer Trump kazanırsa, ABD’nin uluslararası ilişkileri, NATO, küresel ısınma, Çin ile rekabet alanlarında giderek daha da bozulacak. Ek olarak ülkede, kimi analistlerin “iç savaş ortamı”, benim de “süreç olarak faşizm” kavramıyla betimlediğim “karanlık” daha da koyulaşacak. Peki Trump’ın kazanma olasılığı var mı?

“Durduramazsın gelmekte olanı/ No country for old man” kötümserliği ABD başkanlık seçimlerinin gerçeğini çok güzel özetliyor.

ABD’de toplumu tam ortadan bölen kutuplaşma 2020’den bu yana hiç değişmediğine göre kamuoyu yoklamalarında bulunan oranların önümüzdeki aylarda değişme olasılığı çok düşük. ABD toplumunu ve kapitalist uygarlığı çok zor bir seçim bekliyor. Bir yorumcu “2024 iyi bir yıl olacak, 2025 ile kıyasladığında” diyordu.[9]

Kim ne derse desin ABD’ye bakınca, çok çarpıcı gelişmelerle karşılaşıyoruz. Örneğin radikal Protestan akım, “Karizmatik Hıristiyanlık” olarak bilinen ve kendi “kâhinlerine” sahip çevreler, Trump’ın başkanlığının Tanrı’nın planı, İncil’deki kehanetlerin bir gereği olduğuna inanıyor. 66 milyon Amerikalının bir şekilde ilişkide olduğu bu alanda, “Tanrı’nın, nasıl Musa için Nil Nehri’ni açtıysa, Trump için de son anda bir mucize yaratması” bekleniyor.

Bu şaka değil; gerçek bu!

Özetle Amin Maalouf’un, “Tarihte ilk kez insan türünü başındaki her türlü felâketten kurtarıp bir özgürlük, kusursuz ilerleme, gezegen dayanışması ve paylaşılan refah çağına dinginlik içinde götürmenin araçlarına sahibiz; ama son sürat zıt istikamette ilerliyoruz,”[10] notunu düştüğü güzergâhta tarih hepimize “Çukur Yasası”nı hatırlatıyor.

Malum: “Çukur Yasası”nda ilk kural; “eğer kendini bir çukurda bulursan, kazmayı bırak.” İkinci kural, “Eğer kazmıyorsan, çukurdasındır.”

Bu şaka değil, hâl bu!

İMPARATORLUK STRATEJİSİ

Aristoteles’in “En büyük suçlar; gerekli olanı değil, fazla olanı elde etmek için işlenir,” sözüyle betimlenen tehlikeli eşikte yerkürenin ulaştı(rıldı)ğı koordinatların sorumlusu, elbette -(“Karanlıklar Prensi”) Henry Kissinger’lı- ABD emperyalizmiydi!

Emperyalistler arası rekabetin hız kazandığı dünyada yeni meydan okumalar boy verip, şekillenirken; yerkürenin yeniden biçimlendi(rildi)ği bir dönemdeyiz

ABD emperyalizmi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni çökerttikten sonra tek süper güç olarak varlığını sürdüreceğini sanırken; sahneye Putin ile Çin çıktı.

30 Ocak 2024’te CIA Direktörü William Burns, Foreign Affairs’teki makalesinde, Washington’ın Pekin’e karşı 2024 stratejisini ortaya koyarken “Asıl rakibimiz Çin” diyordu.[11]

Evet, ABD güvenliği tehdit ediliyordu. Ancak emperyalist ABD’nin, “güvenlik” dediği dünya çapındaki savaş ağıdır: Yani işgal, zapt, güç aktarma, hükümetler devirme, yandaşları iktidara getirme, CIA’nın “gizli saklı” cinayet, komplo, kışkırtma harekâtlarıyla taçlandırılmış sürekli savaş ve baskı hâli…

Bunun için Robert J. McMahon, “Amerikan askerî gücü yeni dünya düzeninin temel öğesi,”[12] demişti! Çünkü bu güç ABD’nin dünya çapındaki ekonomik çıkarlarının bekçisiydi…

Bilmeyen yok: Dünyada ABD İmparatorluğu’nu zorbalığı kadar doların gücü ayakta tutuyor. Dolar dünyada en önemli para birimi. Örneğin i) 2021’de küresel döviz rezervlerinin yüzde 59’u dolar; ii) Tüm ticari faturaların yüzde 70’ten fazlası; iii) Yerel olmayan para birimleri cinsinden mevduat ve kredilerin yüzde 60’tan fazlası; iv) 2019’da dünya genelindeki döviz işlemlerinin yüzde 80’den fazlası… hepsi dolar cinsinden.

ABD’nin küresel GSYİH’deki payına göre, uluslararası rezervlerdeki payını kıyaslarsanız, korkunç. Yüzde 25’e yüzde 60! Doların rezervlerdeki payı 2000’de yüzde 71 iken, 2021’de yüzde 60’a düştü.

“ABD Doları, küresel ticarette en sık kullanılan para birimi. 1999-2019 arası dolar, Amerika kıtasında ticari faturalandırmanın yüzde 96’sını, Asya-Pasifik bölgesinde yüzde 74’ünü oluşturuyor; dünyanın geri kalan bölgelerinde ise yüzde 79’u.

“ABD Doları uluslararası bankacılıkta da baskın para birimi, uluslararası ve yabancı para cinsinden borçların (öncelikle mevduat) ve alacakların (öncelikle krediler) yaklaşık yüzde 60’ı ABD Doları cinsinden.”[13]

Böylesi zorba bir dolar imparatorluğunun “demokrasi istemesi” mümkün mü? Elbette değil. Çünkü bu konuda bir şeyler yapması, varlığı için riskli bir durum olabilir.

Kaldı ki yerküredeki otokratik rejimler askerî güçlerini pekiştirmek, korku iklimini güçlendirmek için ABD’ye bel bağlıyor. “Otokratik rejimlerin en büyük silah tüccarı, demokrasi savunucusu olduğunu iddia eden ABD’den başkası değil”[14] elbette…

Yeri geldi, anımsatalım: Pentagon, ABD’de eğitim alan Afrikalı ordu komutanları tarafından hangi ülkelerde darbe tertiplendiği konusunda talep edilen Kongre raporunu zamanında göndermedi.

The Intercept’in verilerine göre ABD güvenlik birimlerinden eğitim alan 15 komutan, Batı Afrika ve geniş Sahel bölgesinde 12 farklı darbeye karıştı. Darbe yapılan ülkeler arasında Burkina Faso (2014, 2015 ve 2022 yılında yapılan iki darbe), Çad (2021), Gambia (2014), Gine (2021), Mali (2012, 2020, 2021), Moritanya (2008) ve Nijer (2023) var.

Nijer’de darbe yapan komutanlardan en az beşinin Amerikan eğitimi aldığı biliniyor. Bu komutanlar darbe sonrasında valilik görevlerine yine Amerika’dan eğitim almış askerleri atadılar.

Tabii olan bitenler Sahel bölgesiyle sınırlı değil. Mısır’ın demokratik lideri Muhammed Mursi’yi darbe ile deviren Sisi de temel askerî eğitimini Georgia eyaletindeki Fort Benning’de, ileri düzey eğitimini ise Pensilvanya’daki ABD Askerî Savaş Koleji’nde almıştı.

11 Eylül saldırılarından bu yana kaç Afrikalı komutanın ABD’de eğitim aldığına dair gerçek sayı bilinenin çok üzerinde olabilir. Fakat İçişleri Bakanlığı, gerçek verileri açıklamayı reddediyor ya da gizliyor. The Intercept, 2001’den beri askerî eğitim alan 70 Afrikalı komutan daha tespit etti ve bu isimlere dair bilgi talep ettiğinde aldığı yanıt “Şu an listede geçen kişilere dair bilgi verememekteyiz,” oldu.[15]

“Ne güzel”! Değil mi?

11 Eylül’de, uçaklarla ikiz kulelerin bombalanmasını vatandaşları üzerinde siyaseten travma olarak kullanmayı başararak yalanlar üzerinden Irak, Afganistan işgallerini gerçekleştirdikten sonra öngörülmüş emperyal kazanımlarında, kalıcı, uzun soluklu tek kutuplu dünya gücü olmayı başaramayınca… Küresel emperyal otoriterleşmeden, kendisi de dünyaya demokrasiyi yayma efsanesini tüketecek ölçeklerde payını alınca… Evrensel insan haklarının, değerlerinin, demokrasinin, hak-hukuk düzeninin çöküşünün gerçekleri ortalığa saçılınca, olanlar oldu…

Amerika’nın bugününe, 11 Eylül sonrası gelişmelere hızlı geçiş yapacak olursak… Tek kutuplu emperyal güç olma yürüyüşünde, Irak-Afganistan işgalleri simgesel önem taşır, ama iki Kore, Hindistan, Pakistan, Güney Amerika, Afrika gelişmelerini de atlamadan tek kutuplu emperyal dünya düzeninin çok kısa sürmesinin kimi çıplak gerçeklerini sorgulayarak yürümek gerek.

Öyleyse biraz tarih…

BİRAZ TARİH

ABD’nin tarihi, en acılı bedelleri ödemiş yerlilerin soykırımı ve Afrikalı kölelerin maruz bırakıldığı ırkçı vahşetle başlar. Latin Amerika’ya yönelik “Arka Bahçe” barbarlığı ile Meksika üzerinden sınır, göç savaşları, darbelerle devam eder. Orta Amerika’da yapılanlar ile Şili’de Salvador Allende’ye yönelik ITT darbesi, Fidel Castro ve Küba’ya yönelik komplolar ve tokat yediği Vietnam…

Bu tarih, iliklerine dek “antikomünist”tir: ABD, II. Dünya Savaşı sonunda Sovyetler’in yükselişinden, halk cumhuriyetlerinin, Çin’in kurtuluşundan rahatsız olunca; 1948’de Senato’da oluşturulan Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi’nce komünistliğinden kuşkulanılan onlarca insan sorgulandı.

Sovyetler, 1949 Eylülü’nde yeraltında atom bombası denemesi yapınca ABD, kızıl tehlike korkusuyla tüm dünyada Soğuk Savaş’ı başlattı.

1950 başlarında “Komünizm tehlikesi bir an önce yok edilmeli” diyen, 1953 başında komitenin başkanlığına getirilen senatör McCarthy hedefine, bilim insanlarını, aydınları, yazarları, gazetecileri, sinemacıları, sendikacıları yerleştirdi.

McCarthy’nin başlattığı karanlık dönemi Emre Kongar şöyle tanımlar:

“McCarthyizm, demokratik bir ülkede siyaseti, devlet mekanizmasını ve medyayı kullanarak çamur atma, karalama yoluyla insanları haksız yere itham eden ve suçsuzları cezalandıran, toplumun temel hak ve özgürlüklerini zedeleyen, demokrasiyi istismar ederek bütün toplumu baskı altına alan antidemokratik bir uygulamanın adıdır…”[16]

ABD’de “Dünyadaki en büyük tehlike komünizmdir” denilerek başlatılan cadı avında, Komünist Parti’ye üye olup olmadığı, diğer üyelerin kimler olduğu sorularını yanıtlamayan binlerce kişi işinden oldu, hapsedildi, sorgulandı, fişlendi. ABD politikalarına karşı olan herkes komünist, vatan haini ilan edildi. ABD, korku imparatorluğuna dönüştü. İnsanlar komşusunu, arkadaşını, meslektaşını ihbar etti, kendini kurtarmak için başkaları hakkında gizli tanıklığa, yalancı tanıklığa, hayal ürünü itiraflara zorlandı.

Üniversitelerde büyük kıyım yaşandı. Yüzlerce öğretim görevlisi işten atıldı, istifa ettirildi. İstifa etmeyenler tehditle sindirildi. 35 yaşındaki Amerikan Komünist Partisi 1954 Ağustosu’nda yasadışı sayıldı. Kendisi de sorgulanan Arthur Miller, ABD’de 1692’de yaşanan cadı avını temel alan Cadı Kazanı adlı oyununda bu korku ortamına gönderme yapıyordu.

Böylesi bir (yakın) tarihsel arka planda elbette Trump gökten zembille inmedi. Bugünleri dün hazırladı.

“DURUM”

Bugündeki “yapısal kriz” ABD’nin negatif toplumsal tercihlerini daha da ağırlaştırırken; ABD’de egemen sermayenin önemli bir kesimini oluşturan yüksek teknoloji sektörünün Alman asıllı Thiel gibi kimi liderlerinin, bugünün kapitalizminde “demokrasiyle özgürlüklerin uzlaşamadığını” ileri sürmeye, 1920’lerden bu yana yaşanan, sosyal devlet, kadınlara oy hakkı, 1960’larda kazanılan eşit haklar gibi gelişmelerden yakınmaya başladıklarını The New York Times’ta  Paul Krugman aktarıyor. “Yapısal krizi”, küresel ısınmanın yükünü halkın sırtına yıkarak sömürüyü, baskıyı artırarak, hakları ve özgürlükleri kısıtlayarak yönetme arzusu güçleniyor.

Egemen sermayenin, Ellison (Oracle), Bezos (Amazon), Musk (Tesla, Space X), Zückerbeck (Meta), Thiel (PayPal, Palantir) gibi düne kadar “liberal” eğilimli plütokratları Demokrat Parti’ye karşı tutum almaya başlıyor, Cumhuriyetçi Parti’nin, Müslüman, LGBTİ+, kürtaj, göçmen, Yahudi düşmanlığı konularında Trump’tan çok daha radikal adaylarına milyonlarca dolar kaynak aktarıyorlar. Trump’ın harekete geçirdiği “canavar” artık Trump’ın denetiminde çıkıyor.[17]

Yeri geldi belirtelim: ABD özgün bir ülke ama bu “kötülükle” ilgili bir özgünlük.

“Bu kötülük neyin semptomu” mu?

Köleci geleneğin vatanı Güney eyaletlerinin, kırsal bölgelerdeki beyaz nüfusun, ırkçı, dinci, kadın, LGBT düşmanı seçmeni hem GOP’nin (Cumhuriyetçi Parti) hem de ABD faşizminin doğal tabanını oluşturuyor.[18]

ABD’li gazeteci Luke Savage’ın, Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti’deki siyasetçilerinin “Sadece söylemleri farklı,”[19] notunu düştüğü siyasal iklimde “ABD demokrasisi hasta” diyor, Harvard Üniversitesi siyaset bilimcilerinden Steven Levitsky ve “Amerikalıların demokrasiye bağlılıklarının, düşünüldüğü kertede derin olmadığına” dikkat çekip; mevcut kutuplaşma ortamının Avrupa’nın en kanlı iç savaşını yaşayan 1930’lar İspanya’sını çağrıştırdığını söylüyor.

New Yorker’ın deneyimli siyasi analistlerinden Adam Gopnik de -misal- 2024 Kasımı’ndaki başkanlık seçimleri için “Parti programdır, şudur, budur… Bu incelikleri geçtik,” diyor ve ekliyor: “ABD demokrasisi yaşayabilecek mi? Yaşayamayacak mı? Konumuz bu: Trump antidemokratik ve dediğim dedik bir despot. Tek tasası iktidarını sürdürmek.”

Evet Trump; ABD’yi bugüne değin bölmediği kadar böldü…[20]

Connecticut Üniversitesi’nden İç Savaş Tarihçisi Sinha, ABD’nin tüm dünyaya yansıttığının aksine, kırılgan bir demokrasisi olduğunu söylüyor.[21]

Luke Savage “Kötülüklerin yönettiği çöken İmparatorluk”tan[22]söz ediyorken; Jared Abbott ve Milan Loewer ekliyor: “Eşitlik, sosyal güvence ve fırsat eşitliği sağlanmadıkça Amerikan demokrasisi hayatta kalamayabilir.”[23]

Görünen o ki, ABD’de “demokrasi” söylencesi kurumsal olarak da uygulama olarak da zayıfladı.

Küresel olarak çok ciddi bir otoriter/sağ popülist, bazen ırkçı bir dalganın yaşandığı biliniyor. Başta “Freedom House” olmak üzere birçok kuruluşun izlemelerinde bu oranlar son derece net olarak veriliyor.

Örneğin, dünyadaki “liberal demokrasi”lerin sayısının iki yılda 41’den 32’ye düştüğü, dünya nüfusunun yüzde 68’inin çoğunlukçu yönetimler altında yaşadığı tespiti yapılıyor. ABD özelindeyse demokrasi ciddi sıkıntıda. On yılda ABD bu alanda 10 puan birden gerilemiş durumda.

Freedom House’un sıralamasında ABD 83 puanla Moğolistan ile aynı puana sahip ve 61. sırada. Geçmişte darbe yaptığı Şili, Costa Rica, Arjantin gibi ülkeler kendisinden çok daha üst sıralarda.

The Economist’in “Demokrasi Endeksi”ndeyse ABD 25’inci sıraya yerleşebiliyor.[24]

Bunların yanına siyahilere yönelik ayrımcılık, medya sahipliği ve medyanın manipülasyona açık olması, polis şiddeti, Trump döneminde iyice yükselişe geçen ırkçılık da eklenebilir.

ABD’de 2016’da Trump seçildikten sonra toplumsal kutuplaşma her yıl biraz daha derinleşti. Hıristiyan milliyetçiliği (“Yalnızca Hıristiyan göçmen alırız”), beyaz üstünlüğüne dayalı ırkçılık, tüm uzmanlara (eğitimlilere-bilime) yönelik nefret, Nazi motifleriyle “zenginleşen” bir söylem, açıkça sergilenen bir şiddet eğilimi giderek güçlendi. Tüm o korkular karşısında düşmanları ezecek, aykırı sesleri susturacak güçlü lider arzusu da…

Ortada yerde bir toplumsal çürüme söz konusu; işte birkaç veri…

ABD’deki silahlı saldırıları takip eden Gun Violence Archive, 2022’de en az 604 toplu silahlı saldırı kaydedildiğini açıklamıştı…[25]

ABD’de, ateşli silahların kullanıldığı çeşitli saldırılar sonucu yaşanan can kaybı, henüz 2023’ün ilk çeyreği tamamlanmadan 10 bini geçti. “Gun Violance Archive”, internet sitesinde yer alan bilgilere göre yıl içinde intiharlarda kullanılan ateşli silahlarla 5 bin 742, cinayet kastı ve kaza ile kullanılan ateşli silahlarla ise 4 bin 260 kişinin öldüğü, 7 bin 519 kişinin de yaralandığı belirtildi…[26]

ABD’de 7.4 milyon hane kira ödemekte güçlük çekiyor. Milyonlarca ABD’li aile evsizlikle karşı karşıya…[27]

ABD Çalışma Bakanlığı, sadece 2021’in Mayısı’nda 3.28 milyon Amerikalının işsizlik yardımı başvurusunda bulunduğunu açıkladı. Bu ABD tarihinde rekordu. Ki tüm zamanların en yüksek seviyesi 695 bindi…

ABD’de işsizlik, yüzde 14.7’ye ulaştı. 2021’in Nisanı’nda 22 milyon Amerikalı işsizlik davası açtı. Bu, 1929 Büyük Buhran’dan bu yana en kötü işsizlik göstergesiydi…

200’ü petrol olmak üzere binlerce şirket iflas kararın açıkladı. Örneğin: 163 restoranı kapatan Pizza Hut…

Ulusal borç ilk kez 27 trilyon doları aştı…[28]

2021 tarihli raporunda “Uluslararası Şeffaflık Örgütü”, ABD’deki yolsuzluğun 10 yılın en yüksek seviyesinde olduğunu doğruladı. Örgütün ABD Bürosu Direktörü Scott Greytak’a göre bunun başlıca nedeni, Amerikan siyasi sistemindeki bozulma…[29]

VE TRUMP HUZURUNUZDA!

Donald Trump, Washington’ın övündüğü “demokratik temeller”in de sarsılması açısından öne çıkan bir “tehdit”… Peki bu şaşırtıcı mı? Hayır, çünkü malûm olduğu üzere liberalizmi özüne indirgediğinizde karşınıza faşizm çıkar…

Malum ABD’nin Capitol Hill bölgesi, “demokrasinin simgesi”(!) olarak bilinir. Dolayısıyla bölgedeki ABD Kongre binasına 6 Ocak 2021’de yapılan saldırı, “demokrasi”ye saldırı olarak değerlendiriliyor. Saldırının odağında MAGA (Make America Great Again/ ABD’yi Yeniden Büyük Yap) düşüncesinin Trump’ı olduğu açıktı. Olaya ilişkin soruşturmalarda destekçiler, Trump’ın tweet’leri nedeniyle başkente geldiklerini söylediler. Raporda, aşırı sağcı “Oath Keepers” ve “Proud Boys” gruplarının saldırıyı yönettiği belirtildi.

Lakin “Trump destekçilerinin Kongre binasına yaptıkları saldırının üzerinden iki yıl dahi geçmemişken Cumhuriyetçilerin oylarını artırabilmiş olması, Joe Biden ve Demokratlar için hazin bir durum”du[30] ve Trump’ın aklanmasıydı.

Ancak toplumda siyasi-kültürel kutuplaşma, “kutupların” arasındaki karşılıklı nefret giderek derinleşti. 6 Ocak Trumpçı kalkışmasına ilişkin kamuoyu yoklamaları kutuplaşmanın taraflarının bir “iç savaş” korkusu ve fantezisi ile yaşamaya başladığını ortaya koydu.

Trumpçı taraf ABD’nin beyaz Hıristiyan yaşam tarzının yıkılmakta olduğuna, bu yıkımı engellemek için gerekirse şiddete başvurmanın meşruluğuna inanırken; bunun karşısındaki kesim ABD’de bir faşistleşme sürecinin yaşandığını, Trump’ın seçimleri kazanması durumunda faşist bir rejimin kurulacağını düşünüyor.

Söz konusu kutuplaşmanın temelinde, neoliberalizmin etkisiyle gelir dağılımındaki büyük bozulma, toplumun geleneksel sanayi tabanındaki büyük gerileme, altyapısındaki çürüme, dayanışma kurumlarındaki büyük yıkım var. Bu zeminde bir tarafta, ABD hegemonyasının küresel çapta gerilemesinin ekonomik, siyasi hatta psikolojik etkileri; ilerici demokrat hareketin ABD’nin kuruluşundaki köleci damarı ortaya dökmeye başlaması; kadın, LGBT haklarındaki kazanımların Hıristiyan muhafazakâr “yaşam dünyalarını” sarsması, göçmen nüfusundaki belirgin artıştan kaynaklanan “iyi (beyaz Hıristiyan erkek) zamanlar geride kaldı” inancı egemen. Bu damar, Trump’ın MAGA hareketini, ABD faşizmini besliyor, ABD faşizmi de bu damarı.[31]

Kimsenin inkâr edemeyeceği gibi Trump önemli bir tabana hitap ediyorken; onun için yapılan kimi değerlendirmelerde; “uçuk”, “dengesiz”, “deli” gibi kavramlar kullanılıyor. Ancak Trump deliyse 3 Kasım 2020 seçimlerinde kazandığı yaklaşık 74 milyon (yüzde 46.86) oy uzaydan mı geldi? Ya da çağrısıyla Kongre’yi basan on binler nasıl açıklanabilir?

“Trump’ı Tanrı’nın lütfu, adeta Mesih olarak gelmiş biri olarak gören, ırkçı-dinci faşistler”den[32] müteşekkil tabanı ya da “Aşırı sağcı ve komplo teorilerinden beslenen destekçileri onun saçmalıklara gönülden inanıyor”ken;[33] görülmeli/kavranmalı: “Trump, on yıllardır kimlik krizi yaşayan Amerikan toplumunun bir ürünü. Toplumun kendini nasıl tanımladığını, Trump’ın yükselişine imkân veren antidemokratik güçlerin nasıl yükselebildiğini anlamamız gerekiyor.

Trump’a yönelik suçlamaların hiçbiri şaşırtıcı değil. Patolojik yalancı, daima kendi çıkarlarına hizmet eden bir sahtekâr, cinsel yırtıcı ve beyaz üstünlükçü olarak hatırlanıyor. Bağımsız mahkemelere yönelik sözlü saldırılarda bulunduğu ve yerkürenin otoriter liderlerine kendini yakın hissettiği de biliniyor.

Washington Post’tan Max Boot’un gözlemlediği gibi, “Trump ırkçılık ve yabancı düşmanlığını körükledi, şiddeti teşvik etti. Diktatörlerle iyi geçinirken, müttefiklerimizi yerden yere vurdu. Göçmen çocukları hapse attırdı, rakiplerinin tutuklanması için kampanya yürüttü.”

Kullandığı popülist söylemler, yürüttüğü politikalarla daima tezat içindeydi. Bir yandan zenginlere uygulanan vergileri düşürüyor ve sosyal güvenlik yapısını yerle bir ediyor, aynı zamanda ABD toplumunu bir tür faşist ve beyaz üstünlükçülüğe itiyordu.

Amerikan antropolog Wade Davis bu konuda, “İçimizde tiksinti uyandırsa da, Trump Amerika’nın çöküşüne sebep olan kişi değil, çöküşünün ürünü olan kişi,” formülüyle durumu gayet iyi özetliyor![34]

Tekrarlıyoruz, ona ilişkin sarf edilebilecek çok söz olabilir; ama asıl soru(n) bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü Trump yönetiminin politikalarını ve uygulamalarını tek bir insanın iradesi olarak gördüğümüz takdirde, arka plandaki devasa ve karmaşık sınıfsal yapıyı, egemenler arasındaki ilişkileri ve çelişkileri, emperyalist-kapitalist devlet olgusunu ve Trump’ın elde edebildiği toplumsal desteğin asıl nedenlerini yadsımış oluruz.

Onun beyaz üstünlükçü, ırkçı düşüncelerinin mensubu olduğu Cumhuriyetçi Parti üzerinde hâlâ etkili olduğu sır değilken; Amerikalıların yüzde 45’i eski başkanın 6 Ocak 2020’deki Kongre baskınında yasadışı hareket ettiğine, yüzde 61’i ise o gün yapmış olduğu açıklamalarla şiddeti teşvik ettiğine inanıyordu.[35]

Bunlar böyleyken Trump’ı hedef alan başarısız suikast girişimi ABD’de “süreç olarak faşizm”i hızlandırdı ve kutuplaşmanın derinleştiği ortamda “Politico” gazetesinden Jonathan Martin imzalı makaleye göre, Cumhuriyetçi Parti’nin Trump’ın partisi olarak yeniden düzenlenmesi, suikast girişimiyle iyice perçinlendi.[36]

Kaldı ki Ohio’daki bir mitingde, 2024 Kasımı’ndaki seçimleri kaybetmesi hâlinde ABD demokrasisinin sona ereceği açıklamasını yapıp, “Eğer bu seçimi kazanamazsak, bu ülkede başka bir seçim olacağını sanmıyorum” deyip; 5 Kasım başkanlık seçimlerini ABD tarihindeki “en önemli tarih” olarak niteleyerek; seçimi kazanamaması hâlinde bir “kan gölü” yaşanacağı uyarısını dillendirmişti.[37]

Adam Davis’in ifadesiyle de, “ABD’nin 2024 seçimlerinde anketler Trump’ın kazanma şansı olduğunu gösteriyorken; Trump, asla ‘yeterince güç’ ile hoşnut olmayacak”[38] konumdayken; ABD sermayesi için o, Demokrat Parti kadar kullanışlıdır.

Bunun kanıtıysa Trump’ı başkanlık dönemi pratiğidir. Örneğin Trump’ın dört yıllık başkanlığı boyunca en çok hedef aldığı ülkelerin başında İran geldi. Acımasız bir ambargo uyguladı, İran halkının ilaca erişimini bile hedef aldı. Körfez ülkelerinin silahlandırılmasından Arap-İsrail cephesi örülmesine kadar pek çok Amerikan girişimi, doğrudan İran’ı hedef alıyordu.

O, kongre baskınına, azil sürecine, başkanlığının bitmek üzere olmasına rağmen İsrail’i kollayan ve İran’ı hedef alan çabalarını sürdürüyordu. Başkanlığının bitmesine beş kala, bakın neler yaptı:

1) ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) Birleşik Komutanlık Planı’nda değişiklik yaparak İsrail’i Avrupa Kuvvetleri Komutanlığının (EUCOM) yetki alanından çıkarıp Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) yetki alanına dahil ettiğini açıkladı. Böylece Trump, İsrail ile Körfez ülkelerini İran’a karşı “tek askerî çatı” altında birleştirmiş oldu.

2) Beyaz Saray, bir yazılı açıklama ile Trump’ın son önemli hamlelerinden birini duyurdu: “Bugün hem Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) hem de Bahreyn, ABD’nin ‘Başlıca Güvenlik Ortağı’ olarak tanındı.” Böylece ABD’nin “Başlıca Güvenlik Ortağı” olan BAE ve Bahreyn, İsrail’in de İran’a karşı müttefiki olmuş oluyor!

3) Beyaz Saray bir yazılı açıklama yaparak, Trump’ın Fas Kralı 6. Muhammed’e liyakat madalyası verdiğini duyurdu. Trump’ın madalyasının gerekçesi, 6. Muhammed’in “İsrail’le ilişkilerini normalleştirmesi dahil, Ortadoğu barış sürecine katkısı ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı yeniden şekillendiren vizyon ve cesareti” olarak duyuruldu.

Trump, başkanlığının son birkaç ayına sıkıştırdığı Arap-İsrail normalleşme hedefini önemli oranda gerçekleştirdi. Başkanlığının bitmesine beş gün kala da tabloyu İsrail adına sağlamlaştırdı; Körfez ülkelerini resmî olarak ABD’nin “güvenlik ortağı” yapıyor, bu ortaklarını da İsrail’le birlikte “tek askerî çatı” altına alıyordu. Böylece, esas hedefi olan Arap NATO’su için de tuğla yığmış oldu…[39]

Daha ne yapsın?!

Tabii bir de şu soru(lar) var; tüm bu adımlar, liberal söylemin bizi inandırmaya çabaladığı üzere, “münferit bir manyağın” tasarımları olabilir mi? Yoksa “sermaye ABD’sinin” tercihleri ile örtüşen politik hamleler mi? Bir başka deyişle Ellison, Bezos, Musk, Zückerbeck ve şürekâsının yaklaşan seçimlerde Trump’ın kampanyasına destek yağdırmaları anlamsız mı?

SEÇİM(SİZLİK) VE GELECEK(SİZLİK) Mİ?!

Ve geldik 2024 ABD seçimine…

Anketler Trump’ın kazanma şansı olduğunu gösteriyor. Ancak Trump, asla “yeterince güç” ile hoşnut olmayacakken; Trump destekçilerinden Ohio Senatörü J. D. Vance’ın bir zamanlar ettiği sözler, Trump ikinci defa başkan seçilirse ülkeyi neler beklediğine dair ipuçları sunuyor: “İdarî devletteki orta kademe bürokratların, memurların tamamını kovmalı ve yerlerine bizim adamlarımızı koymalıyız.”[40]

Burası çok önemli; ve bir de bununla bağıntılı bir diğer mesele: Trump hakkında açılmış, tecavüzden mali yolsuzluğa, devlet sırlarını alıp evine götürmeye, halkı isyana teşvik etmeye kadar 19 dava var. Adamın, pedofil Jeffrey Epstein’in partilerinde gayet samimi pozlarda çekilmiş resimleri ortalıkta dolaşıyor. Bunlar Trumpçı seçmenin umurunda değil. Trump’ın popülaritesi Ocak 2023’te yüzde 40.3’ten Ocak 2024’te yüzde 43.2’ye yükselmişti.[41]

Tam da bu güzergâhta Yuval Noah Hariri’ye göre “ABD demokrasi o kadar sorunlu ki”… “gelecek başkanlık seçimleri son demokratik seçimler olabilir.”

Ancak The Financial Times’ın editörü Gillian Tett, böyle bir iddianın bir ana akım TV kanalında, saygın bir tarihçi tarafından dile getirilebilmesinin “insanı en sarsan yanı, bu saptamanın artık kimsede şok etkisi yaratmıyor olması” oluşuna dikkat çekiyor.[42]

ABD’de altı çizilen kaygılar, “illiberal”, “otoriter”, nihayet “faşizm” betimlemeleri etrafından, Trump ile başlamıştı ve o, yeniden sahnede!

Hem de Biden havlu atmışken…

Resmen açıklanmayan (ancak tanıma, hafıza, aklî yetenek ve dil kabiliyetlerinin ileri derecede kaybı anlamına gelen senil demans olduğu sanılan) bir rahatsızlık sebebiyle, “Allah isterse adaylıktan vazgeçerim!” dedikten üç gün sonra (kimin imzaladığı belli olmayan bir mektup ve bir sosyal medya mesajı ile) adaylıktan çekildi.

“Çekildi mi, çektirildi mi?!” sorusu orta yerdeyken; kamuoyu yoklamaları, Trump’ın Biden’ı 5 puan, Harris’i 15 puan geri bırakacağını gösteriyordu. Ama ne oldu ise Biden’ın adaylıktan vazgeçtiğini açıklamasından hemen sonra yapılan bir yoklamada, Kamala Harris, Trump’ın sadece 3 puan gerisine kadar yükseldi![43]

Friedrich Nietzsche’nin, “Gerçek seçim, yalnızca gerçeğin ışığı altında filizlenebilir”; Louis Blanc’ın, “Eşitlik olmayan bir yerde, özgürlük bir yalandır,” uyarılarının altını çizerek anımsatalım: Sonuç ne olursa olsun, ABD’yi soru(n)lu bir gelecek bekliyor.

ABD bir yol ayrımındayken; José Saramago’nun, “Gelecek yoksa şimdiki zaman hiç bir işe yaramaz, sanki hiç yokmuş gibi olur,”[44] vurgusuyla anımsamakta büyük yarar var.

Yollardan biri, Trump ve Vance’ın seçimleri kazanmasıyla “süreç olarak faşizmin” devleti dönüştürmeye başlamasına açılıyor. Öbür yol, Demokrat Parti’nin adayının seçimleri kazanma olasılığı ile ilgili. Bu durumda, Trump ve Vance arkasında birleşmiş GOP, faşist hareket seçim sonuçlarını kabul etmeyecek. Bu yol, bir siyasi, hatta toplumsal bir kaosa açılıyor.

GOP’un, karizmatik Trump ile entelektüel alet çantası zengin Vance’in arkasında birleştiği, dahası bu birliğin ataerkil ideoloji ve Hıristiyan milliyetçiliği zemininde (Tanrı, aile, cemaat, vatan) Latin Amerika kökenli Katolik göçmen seçmeni ve dini duyarlılıkları güçlü siyah erkekleri de kendine çekmekte olduğu görülüyor.[45]

Kolay mı?

ABD başkanlık seçimleri öncesinde Demokratik Parti saflarında, medya, düşünce kuruluşlarında, hatta üniversite çevrelerinde Trump korkusu büyüyor. Bir The New York Times yazarı, bu çevrelerde, birçok insanın, “Trump başkan olursa, rakiplerinden intikam alacak” inancıyla ABD’yi terk etmeyi planladıklarını aktarıyor.

Demokratik Parti entelijansiyası, Biden’ın dev mali kaynaklara sahip seçim makinası, hakkındaki tüm utanç verici davalara karşın popülaritesi gerilemeyen Trump’ı nasıl durdurabileceğini bilemiyor. Gazze soykırımından sonra yoğunlaşan üniversite olayları, protesto gösterileri de bu kesimin en azından oy vermekte isteksiz davranabileceğini düşündürüyor. Buna karşılık Trump’ın seçim makinasının çok yoğun biçimde örgütlenmeye, seçmenini sandığa götürmek, Demokrat Parti seçmenini engellemek için türlü yollar geliştirmeye başladığı görülüyor. Gazze konusunda, bu kesimde bir bölünmüşlük yok; Cumhuriyetçi Parti seçmeni esas olarak İsrail’i destekliyor; Trump’ın çekirdek seçmeniyse zaten Hıristiyan-Siyonist, faşist eğilimli dinci fanatik çevrelerden oluşuyor.

Demokratik Parti çevreleri, bürokraside Trump yanlısı olmayan personel korkmakta haklı. The Time dergisinin gerçekleştirdiği uzun söyleşide (30.04.2024) Trump’ın cevaplarına bakmak yeterli. Trump “geçen sefer” deneyimsiz olduğunu kabul ediyor. Çok iyi kalpli davrandığını iddia ediyor. Bu kez “Emrime uymayanı hemen kovacağım… Daha acımasız olmaya kararlıyım,” diyor. Trump, bürokrasiyi, yargıyı yeniden şekillendirmeye, geçen sefer işlerini zorlaştıran personeli tasfiye etmeye, denetleme organlarının gücünü kırmaya kararlı. Yasama ve yargının başkana tabi olduğu birleştirilmiş, güçlendirilmiş adeta sultanlık gibi bir başkanlık kurmak istiyor. Trump 11 milyon izinsiz göçmeni sınır dışı edecek, göçmenleri toplama kamplarına dolduracak. Bu amaçla ırkçılığı, milliyetçiliği daha da kışkırtacağını düşünmek yanlış olmaz. Trump, polisin yanında Ulusal Muhafızları yaygın biçimde kullanacak, gerekirse orduyu da devreye sokacakmış. 6 Ocak ayaklanmasına katılanları, ceza almış “dostlarını” da affetmeye kararlı.

Trump, kendisine açılan davaların savcılarını, hâkimlerini, aleyhinde tanıklık edenleri de cezalandırmaya kararlı görünüyor; rakiplerini soruşturmak üzere bir özel yetkili savcılık oluşturmaktan söz ediyor. Heritage Foundation’ın gündeme getirdiği, Trump yönetiminde kullanmak üzere yetiştirmekte olduğu kimi tahminlere göre 5 bin personeli de düşününce gözümüzün önünde, merkezîleşmiş, özel savcılığıyla, kadrolarıyla akılda Hitler’in Gestaposu gibi bir resim şekilleniyor.[46]

KAMALA HARRİS (YA DA BENZERLERİ!) PARANTEZİ

Buenaventura Durruti’nin, “Hiçbir hükümet faşizmi yok etmek için onunla savaşmaz. Burjuvazi iktidarın elinden kaydığını gördüğünde ayrıcalıklarını korumak için faşizmi gündeme getirir”; Murray Rothbard’ın, “Faşizm modern devlet kapitalizminin idolüydü,” uyarılarını kulaklarına küpe edenler açısından Trump tehdidinin, elbette Kamala Harris (ya da benzeri!) seçeneğiyle bertaraf edilmesi mümkün değildir.

Çok önceleri Derya Kızılova’nın, “Trump kurdundan kaçarken kendimizi Biden tilkisinin ağzında bulmayalım”;[47] Dr. Ben Burgis, “Biden’a karşı kavgaya hazır olmalıyız,”[48] ifadeleri olması gereken bir politik tavır olarak Kamala Harris (ya da benzerleri!) için de geçerlidir.

Kaldı ki başkan yardımcılığı görevine geldiği andan itibaren kimliği ile epey ön plana çıkan Kamala Harris, “İlk siyah kadın başkan yardımcısı” unvanıyla tüm gazetelerde manşetteydi. Ancak onun kimliği biraz karmaşık. Baba tarafı Jamaikalı bir beyaz, anne tarafı ise Hint kast sisteminin en üstündeki Brahmin sınıfından. Yani ABD’de yıllarca ötekileştirilmiş Afro-Amerikalılardan değil kendisi.

Ancak siyahların kendisine önyargılı olmasının sebebi bu değil. Harris, Kaliforniya başsavcılığı yaptığı dönemde büyük skandallara imza atmıştı. Yüzlerce hatta binlerce siyah gencin ufak tefek işlerden hapse atılmasına yol açmıştı. İddiaya göre mahkûmların sayısının fazla olması birçok alanda “bedava işgücünün” artmasına yol açıyordu. Bu iş gücünden olmak istemeyen başsavcı Harris kullanıcı-satıcı ayrımı yapmadan uyuşturucuyla yakalanan her genci içeri atıyordu. Kendisinin uyuşturucu kullanıp kullanmadığı sorulduğunda sadece gülerek yanıtlamıştı Kamala Harris.

Seattle Washington Üniversitesi’nden Mediha Sorma’nın da, “Biraz şüpheli bir figür, özellikle politik olarak,”[49] notunu düştüğü Kamala’nın California’daki başsavcılık günlerinde siyahların aleyhine ceza sistemini sahiplenmesi de, İsrail’in hâlihazırdaki “aşırılıklarına” mesafeli dursa da, ABD’nin İsrail’le ittifak politikalarına sadakatle bağlılığı sürdüreceğine yönelik ifadeleri de,[50] zengin avukat kocası Doug Emhoff’un emekçiler aleyhine davaları da orta yerdeyken; kimse onun ten renginden, Marksist babası Donald Harris’ten hareketle salakça sonuçlar çıkartmaya kalkışmasın!

Tam da bu ufukta ABD’de de; Ursula K. Le Guin’in, “Dünyadaki bütün umut, hiç hesaba katılmayan insanlardadır.”

Ve söz konusu doğrultuda “Her kuşak görece alacakaranlıkta kendi misyonunu keşfetmelidir; ya bu misyonu yerine getirecek ya da ona ihanet edecektir.”[51]

26 Temmuz 2024, İstanbul.

[1]           Pir Sultan Abdal.

[2]           Bkz: i) Temel Demirer, “Trump Kâbusu ve Emperyalist ABD”, Kaldıraç, No: 230, Eylül 2020… ii) Temel Demirer, “İmparatorluğun Trump’lı Encamı”, https://rojnameyanewroz3.com/, Eylül 2019… iii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “ABD Seçim(sizlik)i: Made in USA”, Kaldıraç, No: 235, Şubat 2021… iv) Temel Demirer, “Emperyalist ABD ve Barış”, https://gorus21.com/, Mart 2023…

[3]           Yaren Çolak, “Prof. Dr. Ahmet Kasım Han: Biden’a Trump Çelmesi”, Birgün, 10 Kasım 2023, s. 13.

[4]           Ceyda Karan, “ABD’nin Derin Devleti, Nixon, Trump…”, Birgün, 14 Nisan 2023, s. 11.

[5]           Jonathan Freedland, “Ümidi Yeni Yılda da Asla Yitirmemeliyiz”, Birgün, 27 Aralık 2022, s. 10.

[6]           Nilgün Cerrahoğlu, “Trump’ın Raf Ömrü Bitti mi?”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2023, s. 7.

[7]           Christoph Hasselbach, “Alman Siyasetinde İkinci Trump Dönemine Hazırlık”, 24 Temmuz 2024… https://nupel.tv/alman-siyasetinde-ikinci-trump-donemine-hazirlik/

[8]           “İngiltere Genelkurmay Başkanı: Üç Yıl İçinde Savaşa Hazır Olmak Gerek”, 24 Temmuz 2024… https://nupel.tv/ingiltere-genelkurmay-baskani-uc-yil-icinde-savasa-hazir-olmak-gerek/

[9]           Ergin Yıldızoğlu, “2024’te En ‘Büyük Tehlike’…”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2024, s. 9.

[10]          Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı, çev: Ali Berktay, YKY, 2019.

[11]          Mehmet Ali Güller, “ABD’nin 2024 Çin Stratejisi”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2024, s. 7.

[12]          Robert J. McMahon, Soğuk Savaş- Çok Kısa Bir Başlangıç, çev: H. Hande Orhon Özdağ, İKÜ Yay., 2023.

[13]          Orhan Bursalı, “Amerika’nın Gücünün Başlıca Kaynağı: Dolar İmparatorluğu”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2022, s. 5.

[14]          Stephen Semler, “ABD’nin Müşterileri Otokratlar”, Birgün, 15 Mayıs 2023, s. 9.

[15]          Nick Turse, “ABD’de Darbe Eğitimi”, Birgün, 8 Nisan 2024, s. 10.

[16]          Öner Yağcı, “Soğuk Savaş”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2021, s. 15.

[17]          Ergin Yıldızoğlu, “ABD: Resmin Parçaları Yerlerine Oturuyor”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2022, s. 9.

[18]          Ergin Yıldızoğlu, “Gerçekten Özgün Bir Ülke”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2022, s. 11.

[19]          Umut Can Fırtına, “11 Eylül Masalı Tutmuyor”, Birgün, 4 Aralık 2023, s. 11.

[20]          Nilgün Cerrahoğlu, “Hasta Adam ABD”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2024, s. 7.

[21]          Ömür Şahin Keyif, “Sinha: ABD Demokrasisi Kırılgandır”, Birgün Pazar, Yıl: 17, No: 722, 10 Ocak 2021, s. 4.

[22]          Luke Savage, “Kötülüklerin Yönettiği Çöken İmparatorluk”, Birgün, 21 Haziran 2024, s. 10.

[23]          Jared Abbott-Milan Loewer, “Kazananların Partisi”, Birgün, 18 Mart 2024, s. 10.

[24]          İlhan Uzgel, “Duyduk ki ABD Demokrasi Zirvesi Düzenliyormuş!”, Birgün, 11 Aralık 2021, s. 10.

[25]          “ABD’de Silahlı Saldırılar Artıyor”, Birgün, 25 Ocak 2023, s. 11.

[26]          “ABD’de Ateşli Silahlar 2023’ün İlk Çeyreğinde 10 Binden Fazla Kişinin Ölümüne Sebep Oldu”, 29 Mart 2023… https://t24.com.tr/haber/abd-de-atesli-silahlar-2023-un-ilk-ceyreginde-10-binden-fazla-kisinin-olumune-sebep-oldu,1101176

[27]          Chase Lawrence, “Milyonlarca ABD’li Aile Evsizlikle Karşı Karşıya”, Birgün, 30 Temmuz 2021, s. 4.

[28]          Soner Yalçın, “Bir de Benden Okuyun”, Sözcü, 8 Ocak 2021, s. 10.

[29]          M. Birol Güger, “ABD’nin ‘Yolsuzluk’ Karnesi ve Kongre”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2022, s. 2.

[30]          Patrick Martin, “Cumhuriyetçiler Nasıl Güçlendi?”, Birgün, 31 Ekim 2022, s. 10.

[31]          Ergin Yıldızoğlu, “Trump’a Suikast Girişimi”, 15 Temmuz 2024… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/trumpa-suikast-girisimi-2227368

[32]          Ergin Yıldızoğlu, “Krizler Şaşırtır”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2023, s. 11.

[33]          Elçin Poyrazlar, “Trump Sirkinde Son Numara”, Cumhuriyet, 7 Nisan 2023, s. 7.

[34]          Henry Giroux, “Trump ve Toplumsal Kimlik Krizi”, Birgün, 14 Ağustos 2023, s. 10.

[35]          Necati Özkan, “Trump Geliyor!”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2022, s. 5.

[36]          Umut Can Fırtına, ABD’de Fırtına Öncesi Sessizlik, Birgün, 16 Temmuz 2024, s. 11.

[37]          Trump’tan Açıklama: ABD Demokrasisi Sona Erecek”, 17 Mart 2024… https://odakdergisi2.com/trumptan-aciklama-secimleri-kaybedersem-her-taraf-kan-golune-donecek-abd-demokrasisi-sona-erecek/

[38]          Adam Davis, “Trump’ın 2024 Hazırlıkları”, Birgün, 4 Aralık 2023, s. 10.

[39]          Mehmet Ali Güller, “Arap NATO’su Yerine Ortadoğu NATO’su”, Cumhuriyet, 18 Ocak 2021, s. 12.

[40]          “Trump’ın 2024 Hazırlıkları”, Birgün, 4 Aralık 2023, s. 10.

[41]          Ergin Yıldızoğlu, “Trump Korkusu Paniğe Dönüşüyor”, Cumhuriyet, 8 Şubat 2024, s. 7.

[42]          Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Tehlike-Acı İroni-İktidarsızlık”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2023, s. 11.

[43]          Hakkı Öcal, “Kamala Aday Oluyor; Peki Trump Ne Olacak?”, 25 Temmuz 2024… https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/hakki-ocal/kamala-aday-oluyor-peki-trump-ne-olacak-7160960

[44]          José Saramago, Körlük, çev. Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2022, s. 257

[45]          Ergin Yıldızoğlu, “Faşizm ile Kaos Arasında”, 22 Temmuz 2024… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/fasizm-ile-kaos-arasinda-2229686

[46]          Ergin Yıldızoğlu, “Trump Korkusu Derinleşiyor”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 2024, s. 9.

[47]          Derya Kızılova, “İşçi Sınıfı ve Ezilen Halkların Biden’dan Beklentileri Olmamalı”, Kaldıraç, No: 234, Ocak 2021, s. 97-104.

[48]          Özde Çelikbilek, “Sosyalistler Biden’la Kavgaya Hazırlanmalı”, Birgün, 25 Ocak 2021, s. 4.

[49]          Mehmet Ali Çelebi, “Mediha Sorma: İnanılmaz Bir Ayrışma Var”, Yeni Yaşam, 10 Şubat 2021, s. 8.

[50]          Edward Isaac Dovere, “Harris steps out on Israel as she navigates Biden and Netanyahu”, CNN, 25 Temmuz 2024… https://edition.cnn.com/2024/07/25/politics/kamala-harris-israel-policy/index.html

[51]          Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, çev: Bayram Doktor, Burhan Yay., 1984.

 

Osmanlı devletinde sosyalist bir işçi örgütü: Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu

Üzerinde yaşadığımız coğrafyada solun geçmişine yönelik gerçekleşen çalışmaların 1920 yılını adeta milat olarak alıp bu tarihten öncesini yok sayması adeta genel kabul görmüş bir anlayıştı yakın geçmişe kadar. Yakın geçmişe kadar diyorum çünkü Ermeniler tarafından “Medz Yeghern” (Büyük Acı) olarak adlandırılan 1915 yılı tehcirinin 100. yılı sonrası Ermeni devrimcilerin Türkiye coğrafyasındaki faaliyetlerine yönelik bir kısım çalışmalar yayınlandı. Bununla birlikte bu çalışmaların hayli yetersiz olduğunu ve devrimci Ermeni örgütlerinin çalışmalarını yeterince yansıtmaktan uzak olduğunu belirtmeliyim. Konumuzla doğrudan ilişkisi olmadığı için bu hususta daha fazla bir şey söylemeksizin kanaatime göre daha büyük bir eksiklikten söz edeceğim. Bu eksiklik, Türkiye solunun tarihini incelerken sadece misak-ı milli sınırları içerisindeki etkinliklerin incelenmeye çalışılması, günümüzde Türkiye sınırları dışında kalan topraklarda gerçekleşen faaliyetlerin ise nerede ise hiç dikkate alınmamış olmasıdır. Oysa Komünist Manifesto’nun yayınlandığı 1848 yılında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun büyük kısmı gibi Balkan yarımadasının nerede ise tamamı Osmanlı toprağı idi. Üstelik 1968 yılında Osmanlı’da başlayan Islahat hareketinin etkisi ile Batı Avrupa’dan pek çok düşünce akımı Osmanlı devletinde karşılık bulmuş, 1871 Paris Komünü ise ülkede büyük etki yaratmıştı. Balkan yarımadasının çok uluslu popülasyonunun da etkisi ile sol akımlar bölgede önemli ölçüde taraftar bulmuş, bu ortam devrimci örgütlerin kurulmasına vesile olmuştu. Bunlar arasında 1893 yılında kurulmuş olan “İç Makedonya Devrimci Örgütü” özel bir öneme sahiptir kanaatime göre. Avrupa’nın ilk devrimci gerilla örgütüdür bu yapı. Üstelik ulusal bir damar yoktur kuruluşunda. Bulgar, Makedon, Helen, Arnavut ve Türk devrimciler tarafından kurulmuştur. Jön Türk devrimi olarak da adlandırılan 1908 devrimine kadar varlığını sürdüren bu örgüt, Osmanlı toprakları içerisinde iki kez kısa süreli cumhuriyetler kurmuş (Kruşevo ve Istranca Cumhuriyetleri) Osmanlı topraklarında iki kez Paris Komünü benzeri deneyler yaşanmasına vesile olmuştur. Yazık ki bu zengin deneyimleri günümüze aktarabilecek derli toplu bir çalışma mevcut değildir.

Osmanlı devletinin son dönemlerinde kurulmuş ve dünya sol tarihinde önemli izler bırakmış bir diğer örgüt ise “Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu” adını taşır. Osmanlı devleti topraklarında kurulmuş olan bu örgüt enternasyonal yapısı ile dünya sosyalist hareketinin de ilgisini çekmiş ve pek çok araştırmaya konu olmuştur. Dünyada ilgi çeken bir yapı olmasına karşın Türkiye’de bazı akademik çevrelerin dışında pek ilgi gördüğünü söylemek mümkün değildir. Federasyon kimi yüksek lisans ve doktora tezleri için konu olmasına karşın genel olarak Türkiye solunun ilgi alanı dışında kalmış ve Mete Tunçay Hoca ile Erden Akbulut’un çalışmalarında kısıtlı olarak yer almasının dışında Türkiye solu üzerinde çalışma yapan araştırmacılar federasyona pek ilgi göstermemişlerdir. Oysa o tarihte Osmanlı devleti sınırları dâhilinde olup TC’nin kurulması sonrası belirlenen sınırların dışında kalmış olan coğrafyada yaşanmış olanlar gününüzdeki mücadeleye ışık tutabilecek pek çok zengin deneyimi kendi mücadelesinin içinde barındırmıştır. Bahse konu mücadeleleri inceleyip buralardan ders çıkarmak dururken yukarıda sözünü ettiğim örgütlerin etkinliklerinin dikkate alınmama nedenini hayli ilerlemiş yaşıma rağmen anlayamamış olduğumu itiraf etmeliyim.

Bu yazıda ele almaya ve tanıtmaya çalıştığım “Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu” da mücadele deneyimleri ve eylem pratikleri ile günümüzde sürdürülmekte olan mücadeleye ders niteliğinde önemli katkılar sunabilecek bir yapılanmadır kanaatime göre.

Söze örgütün kuruluş yıllarında Selanik ve çevresinin durumunu izaha çalışmakla başlayalım:

Her şeyden önce Selanik denilince akla bugünün sınırları kesin olarak belirlenmiş küçük sayılabilecek (2023 yılı nüfusu yaklaşık 400 bin) şehrini akla getirmenin hatalı bir yaklaşım olacağını belirtelim. Osmanlı devleti egemenliğindeki Selanik, yaklaşık elli bin kilometre karelik bir coğrafyanın, merkezi ve sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği bugün hâlâ tartışma konusu olan Makedonya bölgesinin kalbi idi. Hayli geniş bir alana yayılmış olan ve son derece verimli topraklara sahip Vardar Ovası’nın tüm ürünleri Selanik limanı aracılığı ile Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya sevk ediliyor, Avrupa’nın ihraç ürünleri de bu liman aracılığı ile Osmanlı toprağına giriyordu. Bu dönem ile ilgili olarak İngiltere tekstil endüstrisinin temel hammaddesi olan pamuğun yarıdan fazlasının Selanik limanından sevk edildiğini söylemek hiç de abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. Osmanlı devletinin 19. yüzyıl boyunca gerçekleştirdiği modernleşme çalışmaları sayesinde kentin önemi daha da artmıştı. Bahse konu dönemde Selanik için şunu ifade edebiliriz:

– Deniz yolu ile İzmir ve Beyrut’a bağlantılı, tren yolu ile de bir yandan İstanbul’a bir yandan da Avrupa içlerine ulaşımın sağlanabildiği önemli bir ticaret kenti,

– Geniş hinterlandı sayesinde sınai üretimin gerçekleşebilmesi için gerekli hammaddenin yeterince üretildiği ve ihtiyaç alanlarına ulaştırılabildiği kavşak,

– Batı’da gerçekleştirilen sınai üretimin İzmir limanı aracılığı ile Anadolu içlerine, Beyrut aracılığı ile Ortadoğu’ya ulaştırılabildiği önemli bir aktarma merkezi.

Bu özellikleri ile emperyalist ülkelerin gerek Ortadoğu gerekse Anadolu coğrafyası üzerindeki ticari hedeflerine ulaşabilmesi için ideal bir lokasyon idi Selanik. Bütün bunlar onu, Osmanlı devletinin ikinci büyük şehri hâline getirmiş ve adeta İstanbul’un alternatifi yapmıştı.

Şehirde özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında meydana gelen gelişmeler gerek demografik yapıyı gerekse kentteki toplumsal katmanları da önemli ölçüde etkilemişti.

Öteden beri kozmopolit bir yerleşim bölgesi idi Selanik. Yahudiler, Sabetayistler[1] Müslümanlar (Türk, Boşnak, Arnavut Müslümanlar) ve Rumlar uzun zamandan beri şehrin sakinleri arasında idiler. On dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren meydana gelen değişiklikler iş bulma olanaklarının artmasına yol açınca Bulgar, Rumen ve Makedon halklarından da göç edenler oldu. Böylelikle şehirde zaten zengin olan halklar mozaiği daha da zenginleşmiş oldu. Son olarak şehirde gerçekleşen ticari faaliyetleri kontrol etmek ve gerekli hâllerde yönlendirmek amacı ile gelen Levantenlerin (ağırlıklı olarak Fransız ve İtalyan) de katılımı ile çok dinli, çok dilli, çok kültürlü gerçek anlamda kozmopolit kent yapısı oluştu.

Şehirdeki toplumsal tabakalar ise şu şekilde oluşmuştu:

Liman ve çevresine yerleşmiş olan Levantenler kentin büyük tüccarlarını oluşturmakta idiler. Bunları Batı ile iş birliği hâlindeki komprador burjuvazi olarak da düşünebiliriz. Kentin Rum ahalisi arasında bunlara acente hizmeti veren tüccarlar vardı. Müslümanların ağırlıklı olarak tarımla uğraştıklarını ve bunların arasında büyük toprak sahiplerinin bulunduğunu görüyoruz. Sabetayistler daha çok memuriyet görevleri ile iştigal etmekte, gerek devlet gerekse özel sektör işletmelerinde büro hizmetlerini yerine getirmekte idiler. Şehirde kurulu olan tarıma dayalı sınai işletmeler ise Rumlar ve Türklerin mülkiyetinde idi.

Bu açıklamalardan da anlaşılabileceği gibi demografik karmaşıklık toplumsal katmanlara da yansımıştı. Levantenler dışında hiçbir etnik grubun diğerlerine karşı ekonomik üstünlüğünden söz edemeyiz şehrin bu döneminde.

Hâl böyle olunca insanlar ikamet ettikleri bölgeyi de etnik aidiyetlerine göre değil toplumsal aidiyetlerine göre belirlemişlerdi. Milliyetlerinden bağımsız olarak insanlar toplumsal konumlarına göre belirlenmiş yerleşim alanlarında yaşamakta idiler. Bu nedenle Müslüman mahallesi olarak bilinen bir bölgede bir Ortodoks kilisesinin veya Rum mahallesi olarak bilinen bir yerde sinagog ya da cami bulunmasının şaşırtıcı bir yanı olmuyordu.

İnsanlar etnik aidiyetlerinden daha çok toplum içindeki statülerine göre pozisyon almışlardı.

Bu durum büyük ölçüde çalışma koşullarının zorluğu ve sömürünün vahşeti ile açıklanabilir.

Şöyle ki; günlük çalışma süresinin yer yer 15 saati bulduğu üstelik çocuk işçilerin bile bu koşullarda çalıştırıldığı bir dönem yaşanmakta idi Selanik ve hinterlandında. Bu zorlu çalışmanın karşılığında elde edilen ücret ise sağlıklı bir biçimde beslenmeye bile yetmeyecek kadar düşüktü.

Bu koşullar altında yaşamak zorunda olan insanlar toplumsal katmanlar içinde aynı statüde bulundukları kişiler ile birlikte yaşamayı ve dayanışma içinde olmayı tercih etmişlerdi.

Oysa ki yeni kurulmuş olan Yunanistan ve Bulgaristan krallıkları ile özerk bir statüye kavuşmuş olan Sırbistan prensliğinin Selanik ve çevresi ile ilgili iddiaları mevcuttu. Dönemin moda akımı olan milliyetçiliğin burada taraftar bulması için çaba göstermekte idiler. Kentin kozmopolit yapısı buna uygun bir ortam sunmakta idi belki ama insanların ekonomik sorunları nedeni ile pek başarılı olamıyorlardı.

Selanik ve hinterlandının durumu Batı ülkelerindeki sosyalistler arasında “Doğu sorunu” başlığı altında uzun süre tartışıldı. Bölgenin parçalanarak orada mevcut etnik gruplar arasında paylaşılması görüşü egemen oldu tartışmalara. Bu tartışmaların bölgede yeterli inceleme yapılmadan gerçekleştirildiği ve bölge halkının görüşlerini yansıtmaktan uzak kaldığı kanaatini taşımaktayım.

Yukarıda betimlemeye çalıştığım ortamda kuruldu Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu. Dernek henüz kurulmadan önce işçi ve emekçilerin yoğun etkinlikleri göze çarpmakta idi. Değişik meslek gruplarına mensup işçiler çalışma koşullarının iyileşmesine yönelik grev ve iş bırakma eylemleri ile seslerini duyurmakta idiler.

İşçi sınıfının mücadelesi ve emekçilerin bu mücadeleye destek vermesi sonucu ortaya çıkan bu manzara birleşik bir işçi sınıfı örgütünün kurulabilmesi için uygun bir ortam hazırlamıştı.

SSİF kurucu önderi Avram Benaroya bu durumu fark etmiş, bahse konu örgütsel yapının kurulabilmesi için uygun bir zaman diliminde bulunduklarını düşünmeye başlamıştı.

Onu bu şekilde düşünmeye iten ise 1908 Jön Türk devrimi idi.

Bir anlamda ulusalcı bir burjuva devrimi olarak değerlendirebileceğimiz 1908 devrimi kısa süreliğine de olsa Osmanlı toplumunda özgürlük rüzgârlarının esmesine neden olmuş ve legal örgütlenmelere de, sosyalistlerin kendilerini ifade edebilecek zemini bulmalarına da olanak sağlamıştı.[2]

Burada Avram Benaroya’ya özel bir paragraf açmak gerektiği kanısındayım. Selanik doğumlu bir Sefarad Yahudisi. Daha çocuk yaşlarda iken ailecek Bulgaristan’a göçmüşler. Burada tanışmış sosyalizm ile Bulgar sosyalistlerinin arasında yetiştirmiş kendisini. İçinde yaşadığı çok dilli, çok kültürlü ortamdan alabildiğine yararlanmış. Anadili olan Ladino’nun yanı sıra Türkçe, Bulgarca, Sırpça ve Rumcaya vâkıf. Bununla da yetinmeyip Fransızca ve İngilizce öğrenmiş. Böylelikle Avrupa sosyalistlerinin arasındaki tartışmaları izleyebilme olanağına kavuşmuş. Bir Yahudi o. Dolayısı ile siyonizmi incelemiş, dünyanın dört bucağına yayılmış olan Yahudilerin sorununun nasıl çözülebileceğini düşünmüş öncelikle ve görüşlerini “The Jewish Question and Social Democracy” adlı kitabında dile getirmiş. Kitap daha sonra Ladino dilinde de yayınlanmış. Yazık ki bu kitaba ulaşabilmek son derece güç.[3] Bu nedenle sadece ikincil kaynaklardan edindiğimiz bilgilerle onun Yahudi sorununa nasıl bir yaklaşım geliştirdiğini anlayabiliyoruz. Benaroya’ya göre siyonizm bir küçük burjuva şovenizmidir. Yahudi sorununun Filistin’de yeni bir devlet kurarak ya da Makedonya’da bir Yahudi partisi kurularak çözülmesi mümkün değildir. Sorunun çözümü ancak milletler üstü bir sosyalist partinin varlığı ile gerçekleşebilir. Böyle bir siyasal oluşumun iktidarında her toplum yaşadığı her yörede gerek kültürel gerek ekonomik gerekse idarî özerkliğe kavuşabilir.

Bu düşünceler tahtında bir federasyon kurma fikri gelişti Benaroya’da ve bu düşüncesini hayata geçirebilmek için en uygun yer olarak düşündüğü Selanik’e geri döndü.

Her türlü ulusal kaygıdan ve kurumsallaşmadan arınmış bir yapıyı oluşturmaktı hayali.

Onun bu hayalini gerçekleştirmesine yardımcı olacak ortam Selanik’te zaten mevcuttu. Buna bir de Bulgar geniş sosyalistlerinin[4] de kente gelmeleri eklenince işleri daha da kolaylaştı.

Yine de önceliği kendi milliyetinden olan insanların örgütlenmesine verdi ve “Sefarad Sosyalist Çalışmalar Grubu” adlı örgütlenmeyi gerçekleştirdi. Bu yapı kısa sürede değişim göstererek önce sosyalist kulüp ardından da Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu adını aldı.

Federasyon kısa zamanda toparlayıcılık görevini üstlenerek 15 farklı işçi örgütünü bir araya getirdi. Kısa zamanda gerçekleşen bu büyümede örgütün tasarım aşamasında düşünülenlerin bire bir uygulanmasının büyük öneminin olduğunu düşünmekteyim.

Örgüt içinde yer alan tüm etnik gruplar federasyon içerisinde kendi özerkliklerini koruyarak, kendi konferanslarını yapabiliyor, kendi komitelerini seçebiliyor ve genel kurulda oransal olarak kendini temsil etme olanağı bulabiliyordu.

Stefo Benlisoy bu yaklaşımı tam manasıyla bir “kültürel-ulusal otonomi” olarak tanımlamakta. Kanımca son derece haklı bir değerlendirme Benlisoy’un yaptığı. Federasyonun öncü kadroları çok sayıda etnik yapının bir arada yasadığı, neredeyse her birinin farklı diller konuştuğu ve hatta bu etnik yapıların, kendi içlerinde bile bölünmelerin yaşandığı Osmanlı İmparatorluğu gibi bir ülkede, bu bileşenlerin özlerinin yani kültürlerinin korunmaksızın sosyalist bir örgütlenmenin de mümkün olamayacağını düşünmekte idiler

Avram Benaroya’nın aşağıda yer alan sözleri örgütün felsefesinin tam olarak tanımlanmasıdır kanımca:

“Osmanlı milleti aynı ülkede yaşayan ve her birinin ayrı dili, edebiyatı, kültürü, gelenekleri ve nitelikleri olan çeşitli milliyetlerden oluşmaktadır. Etnik ve filolojik sebeplerden ötürü öyle bir teşkilât kurmak istedik ki insanlar kendi dil ve kültürlerini terk etmeden ona girebilsinler, hatta daha iyisi aynı ülkü uğrunda, sosyalizm ülküsü uğrunda çalışırlarken her biri kendi kültürünü ve kendi bireyliğini geliştirme olanağını bulabilsin.”

Bu düşünce örgütün daha kuruluş aşamasında işçi ve emekçiler arasında rağbet görüp prestij kazanmasına neden olmuştu. Nitekim daha kuruluşunun altıncı ayı dolmadan üye sayısı 5000’i aşmıştı.

Örgüt ilk kez 1909 yılı 1 Mayıs kutlamaları ile yığınlara gösterdi kendini. Kızıl bayraklar ve işçilerden kurulu bir bando eşliğinde yürüyen örgüt mensupları Selanik işçi sınıfı içinde büyük bir prestij kazandı, bu durum da üye sayısının artmasına neden oldu. Hemen ardından 19 Haziran 1909 tarihinde bir büyük eylem daha gerçekleştirildi Selanik’te “Tatil-i Eşgal ve Cemiyetler Kanunu” adlı yasa taslağının mecliste görüşülmesini protesto etmek amacı ile kentin merkezinde bulunan “Selimiye” meydanında toplandı işçiler. Burada sıra ile Türkçe, Yunanca, Bulgarca ve Ladino dilinde konuşmalar yapıldı. Kentin çok dilli, çok kültürlü yapısını yansıtan ilk açıkhava toplantısıdır bu.

Gerçi miting bahse konu yasanın görüşülmesini ve kabul edilmesini engelleyememişti ama Benaroya ve çevresinin prestijinin iyice artmasını sağlamış, Benaroya da miting ile ilgili bilgileri 2. Enternasyonal Bürosu’na rapor ederek örgütlerinin Enternasyonal bünyesinde Osmanlı seksiyonu olarak kabul edilmesini talep etmişti. Sosyalist Enternasyonal Başkanlık Konseyi bu başvuruya olumlu yanıt vererek 7 Kasım 1909 tarihinde örgütü üyeliğe kabul etmiştir. Başkanlık konseyinin almış olduğu kararda Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun ileride kurulacak Osmanlı Seksiyonu’nun bir alt birimi olarak faaliyet göstermesi de öngörülmüştü.

Federasyonun ikinci büyük eylemi Selanik’te düzenlemiş olduğu “Beynelmilel Amele Eğlencesi”dir. Selanik şehri içindeki “Beş Çınar” (Bir başka adı da Prens) bahçesinde düzenlenen, şehirde yaşamını sürdürmekte olan tüm işçilerin etnik kökenlerinden bağımsız olarak katılım gösterdiği etkinlik çok geniş katılımla muhteşem bir gövde gösterisine sahne olmuştur. Etkinlikten elde edilen gelir, örgütün yayın organı için gerekli olan finansal kaynağı da sağlamış olduğu için ayrıca önem arz etmektedir. Etkinliğin bir diğer önem taşıyan yanı ise Hınçak Partisi Kozan milletvekili Dr. Hamparsum Boyacıyan’ın (Lakabı Murad) toplantıya katılmış ve bir de konuşma yapmış olmasıdır. Bu durum Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun sadece bölgesel düzeyde bir örgüt olmadığının, Osmanlı devletinin tüm toprakları içindeki bütün sosyalist örgütlerle ilişki ve dayanışma içinde bulunma arzusunun bir göstergesidir. Osmanlı devleti sınırları içerinde yaşamakta olan tüm halkların bir arada kendi kültürlerini, dillerini ve kimliklerini koruyarak yaşamasını savunan federasyon, bu konuda farklı düşüncelere sahip Hınçak Partisi’nin bir milletvekilini etkinliğine davet etme ve burada konuşma yapma olanağını sağlamış: hem güzel bir dayanışma örneği hem de farklı fikirlerin tartışılmasını sağlayan bir ortamın hazırlanışı. Daha ne olsun?

Etkinliğe yaklaşık altı bin kişinin katılmış olduğunu belirtmekte değişik kaynaklar. Şehirde yaşayan her milliyetten ve değişik mesleklerden altı bin kişi. Gerçekten büyük başarı.

Etkinlik alanının sendikaların bayrak ve pankartları ile süslenmiş olması ve bunun yanında her milliyetin kendi dilinde hazırlamış olduğu pankartların da alanın dört bir yanına asılmış olması örgütteki demokrasi anlayışının güzel bir göstergesi olduğu için burada beyan edilmeye değer kanımca. Nihayetinde gecenin herkesin kendi dilinde ancak hep bir ağızdan “Enternasyonal”in söylenmesi ile kapanmış olması da bir başka güzellik.

Etkinliğin geliri ile dört farklı dilde gazete çıkarılmış olması da bu başarının tacı elbette. Dört dilde gazete çıkarabilmek bugün bile kolay değil. Türkçe, Bulgarca, Yunanca ve Ladino (Yahudi İspanyolcası). Gazetenin Türkçe versiyonunun adı “Amele Gazetesi” diğer versiyonlarının adı da Amele Gazetesi’nin Bulgarca, Yunanca ve Ladino karşılıkları.[5] “Amele” yerine “İşçi” sözcüğü kullanılıyor günümüz Türkçesinde. Kimi zaman fantezi yaparak günümüzde yayın hayatını başarı ile sürdüren “İşçi Gazetesi”nin kökeninin federasyonun çıkarmış olduğu “Amele Gazetesi” olduğunu ifade ederim.

“Amele Gazetesi”nin dört dilde yayınlandığından söz etmiştim yukarıda. Dokuz sayı çıkabilmiş gazete. Nedeni açık. Siyasi iktidarın baskıları. Son sayısı ise sadece Ladino ve Bulgarca yayınlanabilmiş.[6] Her versiyonu bir komisyon tarafından hazırlanırdı. Bu komisyon örgütün ilgili dil seksiyonunun üyelerinden oluşmakta idi. Buradan örgütlenme ile ilgili bir detaya ulaşabiliyoruz. Her dilin kendi seksiyonu var örgüt içerisinde ve bu seksiyonlar örgütteki ağırlıkları oranında merkezde temsil edilebiliyorlar. Bu örgütlenme tarzı herhangi bir etnik grubun diğerleri üzerinde baskı kurmasını engelliyor. Kanımca güzel bir model.[7]

Kuşkusuz “Amele Gazetesi”nin tüm versiyonları son derece değerli. Bu versiyonlara emek veren tüm sosyalistler de. Her birinden ayrı ayrı söz etmeyi isterdim. Ne var ki eldeki kaynaklar bu konuda pek yeterli değil. Bu nedenle sadece gazetenin Türkçe versiyonunun sorumlusu ve örgütün Türkçe seksiyonunun yöneticisi Rasim Haşmet Bey’den söz edebileceğim. Adını pek duymamış olduğumuz sosyalistlerden kendisi. Sosyalist düşünce ile tanışmadan önce İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi. Osmanlı sosyalistlerinin bir kısmı bu cemiyet üyeliği ile girmişler siyasal yaşama. Neden böyle? Başka bir araştırma konusu. Her neyse biz Rasim Haşmet Bey’e dönelim. Sosyalist düşünce ile tanıştıktan sonra İttihat ve Terakki ile bağlarını gevşetmiş ve sonuçta koparmış bu ilişkiyi. Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun kuruluş çalışmalarına aktif olarak katılmış. Etkinlikleri daha çok düşün alanında. Pek çok süreli yayında yazıları var. Yazıları ağırlıklı olarak sosyalizmi ve sosyalist düşünceyi tanıtma amaçlı. Şiir de yazmış. Asım Bezirci bir incelemesinde su cümleyi kullanmış onun için: “Rasim Haşmet’in şiirleri estetik yönden zayıf da olsalar İçerik yönünden güçlüdürler.”[8] Buna ben de bir cümle ekleyeyim. Osmanlı coğrafyasında gerçekleşen sosyalist edebiyatın ilk örneklerini (en azından ilk örneklerinden bir kısmını) oluşturduğu için incelenmeye ve anılmaya değer çalışmalardır, gerek şiirleri gerekse yazıları. Yazık ki erken yaşta henüz otuz ikisinde iken yitirmişiz bu güzel insanı. Toprak övünsün.

Rasim Haşmet örgütün düzenlemiş olduğu etkinlikte yapılan Türkçe konuşmanın da sahibi. Burada Osmanlı devleti üzerinde yaşamakta olan çeşitli etnik ve dinsel gruplara mensup işçiler arasında sınıf temelinde bir dayanışmaya ağırlık verileceğinden söz ederek Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun politik çizgisini de açıkça belirtmiş oluyor.

Örgüt, enternasyonal yapısı ve enternasyonalist örgütlenmesinin bir gereği olarak Osmanlı devleti içerindeki diğer sosyalist hareketlerle de iş birliği ve dayanışma içine girecekti kuşkusuz. Nitekim bu iş birliğini kurmakta gecikmedi. Burada öncelikle Ermeni sosyalist hareketi ile kurulan ilişkiden söz ederek başlayalım işe. Yukarıda Hınçak Partisi ile kurulmuş ilişkiden söz etmiştik. İki örgüt arasında karşılıklı görüş alışverişinin bulunmasına karşın bu ilişki sınırlı düzeyde kalmıştır. Bunun başlıca nedeni Hınçak’ın etkinlik ağırlığının Transkafkasya bölgesinde olması ve bahse konu coğrafyanın önemli bir kısmının o tarihlerde Osmanlı devleti sınırları dışında kalmasıdır. Bununla birlikte Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu Doğu Anadolu Ermenileri üzerinde gerek Kürt aşiretleri gerekse Osmanlı devleti tarafından uygulanmakta olan baskı karşısında tepkisini dile getirmekten çekinmemiş ve bu baskılara karşı direnen Doğu Anadolu Ermenilerinin yanında olmuştur. Ancak Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu esas olarak bir başka Ermeni örgütü ile “Ermeni Devrimci Federasyonu” (Taşnaksütyun) ile hayli gelişmiş bir ilişki kurmuştu. Bunun nedeni ise Taşnaksütyun’un parti programının incelenmesi sonucu derhal kavranabilmekte. Söz konusu parti ilan ettiği programda Arap, Ezidi, Kürt, Süryani, Türk emekçilerinin sömürülmesine karşı çıkmakta ve halkların birlikte mücadelesi ile bu düzenin sona erdirileceği savunulmaktadır. Öte yandan Taşnaksütyun Hınçak’tan farklı olarak bağımsız bir Ermeni devleti talebinde bulunmamakta, Osmanlı topraklarındaki her milliyetin eşit haklara sahip olduğu bir devlet yapısı talep etmektedir. Bu amaçla ilk olarak 1878 Berlin Anlaşması’nda kayda geçmiş olan reformların gerçekleşmesi için mücadele etmek gerektiğini öne sürmekte idi.

Osmanlı devletine bakış ve mücadele perspektifindeki yakınlık nedeni ile Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ile Taşnaksütyun arasında oldukça güçlü bir dayanışmanın gerçekleşmesi kaçınılmazdı. Bunun dışında Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu İstanbul’daki Ermeni hareketi ile de sıcak ilişkiler içerisinde idi. İstanbul’da yayınlanan Azadamard gazetesinde (Özgürlük Mücadelesi olarak Türkçeleştirilebilir, Taşnaksütyun ile organik bağı vardır) 1910 yılında yayınlanan bir makalede Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu için “Türkiye’de İlk Proleter Örgüt” başlıklı bir makale yayınlanmış olması ve makalede federasyondan övgü ile söz edilmesi bu durumun bir göstergesidir.

İki örgüt arasındaki ilişkiler bazı diğer sosyalist örgütlerin de katılımı ile Osmanlı devleti bünyesinde bir “Birleşik Sosyalist Örgütlenme” çabasının geliştirilmesine ve bu amaçla bir dizi toplantı yapılmasına da vesile oldu. Ancak bu çabalar sonuç vermedi. Yazının fazla uzamaması ve okuyanların dikkatlerinin dağılmaması için bu konu ile ilgili şimdilik başka bir şey yazmamakla birlikte derginin gelecek sayılarında konu ile ilgili detaylı bir çalışma paylaşmayı düşünmekteyim.

Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ile Taşnaksütyun arasındaki ilişkiler 1910 yılı sonlarına doğru bozuldu. Bu süreçte İttihat ve Terakki’nin işçi sınıfı üzerinde baskıları artmış ve yönetim giderek despot bir hâl almaya başlamıştı. Bu durum Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun eleştirilerinin yoğunlaşmasına neden olurken, Taşnaksütyun giderek siyasi iktidara desteğini de arttırmakta idi. İki örgüt arasındaki ilişki giderek soğudu ve sonuçta koptu.

Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun Bulgar sosyalistleri ile ilişkisi de dikkate alınmaya değecek boyuttadır. Bilindiği gibi Bulgaristan sosyalistleri “Dar” ve “Geniş” olmak üzere iki gruba ayrılmışlardı on dokuzuncu yüzyıl sonlarında. Dar grupta yer alan sosyalistler Osmanlı’dan tamamen kopama yanlısı iken Geniş grubun içindekiler birlikte, bir arada yaşamanın mümkün olduğunu savunuyorlar ve Osmanlı devletindeki tüm milliyetlerin kendi dil ve kültürlerini koruyarak birlikte yaşayabilmesi için politika üretmeye çalışıyorlardı. Geniş gruptaki sosyalistlerin bu çabaları Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu ile yakınlık oluşmasına vesile oldu. Dar sosyalistler ile federasyon arasında herhangi bir iletişim gerçekleşmedi. Geniş grup daha sonra küçük burjuva partiler ile iş birliği ve ittifak arayışına girerek sosyalist çizgiden koptu. Bu kopuş sürecinde grubun yeni çizgisini benimsemeyen bazı unsurlar Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’na katılarak faaliyetlerini bu çatı altında devam ettirdiler.

Federasyon, Makedonya sosyalistleri ile de olumlu ilişkiler kurmuştu. İç Makedonya Devrimci Örgütü’nün siyasal kanadının önemli isimlerinden olan Dimitar Vlahof (Vlahof Efendi) aynı zamanda federasyonun da bir üyesi idi. Vlahof’un Osmanlı Meclisi’ne Selanik milletvekili olarak girmesinde federasyonun büyük katkıları oldu. İç Makedonya Devrimci Örgütü ile Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu arasındaki iş birliği federasyon yaşadığı sürece devam etti.

Bunun dışında İstanbul’da faaliyet gösteren “Ergatis” çevresi ile de ilişki kurmayı ihmal etmediler. Bu arada Ergatis sözcüğünün de “ırgat” yani “işçi” anlamına geldiğini ifade edelim. Biraz fantezi yaparak “İşçi Gazetesi”nin bir kökünün de ikinci meşrutiyet yıllarında İstanbul’da bulunduğunu söyleyebiliriz. İleride Ergatis çevresi ile ilgili bir çalışmayı da Kaldıraç okurları ile paylaşmayı planlamaktayım.

Bu kadar geniş bir çevre ile ilişki kurup geliştirmiş olan Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun İstanbul’da kurulu olan Osmanlı Sosyalist Fırkası (Hüseyin Hilmi çevresi) ile ilişki kurmamış olması dikkat çekici. Kişisel olarak bu durumun Hüseyin Hilmi’nin karanlık kişiliği ve hakkında çıkmış olan dedikodular ile ilişkili olabileceği düşüncesindeyim.

Enternasyonalist yapısı ve sınıf mücadelesi perspektifi ile dikkat çekici bir kimliğe sahip olan Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu’nun Osmanlı devlet politikası ile ilgili düşüncelerine de konu başlıkları hâlinde yer verilmesinin örgütü daha iyi tanıyabilmek için önemli olduğu kanaatindeyim. Bu nedenle örgüt programından bazı bölümleri aşağıda aktarmaktayım:

MİLLİ başlığı altında şu ifadelere yer verilmiştir; Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu, bütün vatandaşların kanun önünde eşit olduğunu hâkimiyetin ise kayıtsız şartsız Osmanlı milletinin olduğunu vurgular. Osmanlı milleti çok sayıda milliyetleri barındırdığı için belediyelerde, mecliste, mahkemelerde ve resmî dairelerde halkın kendi dilini kullanması esas olmalıdır.

EĞİTİM başlığı altında yer alan talepler şöyle; eğitim özgürlüğü tam anlamı ile sağlanmalıdır, altı yıllık ilk öğretim zorunlu olmalıdır, eğitim herkese kendi ana dilinde verilmelidir, eğitim vergisi adı altında toplanan vergilerden elde edilen gelir tüm okullara eşit oranda dağıtılmalı bu konuda hiçbir okula ayrıcalık tanınmamalıdır.

ASKERLİK başlığı altında yer alan bölümde “Bütün Osmanlı vatandaşlarının askerlik yapması, askerlik süresinin bir yıl ile sınırlandırılması ve bedelli askerlik uygulamasına son verilmesi” talep edilmiştir.

VERGİ başlığı altında şu talepler dile getirilmiştir; ürün üzerinden alınan peşin vergiler ile aşar ve temettü vergisi kesinlikle kaldırılmalıdır, emlak, gelir ve miras vergileri artan oranlı olarak düzenlenmeli (azdan az, çoktan çok – HT) elde edilen vergi gelirleri yol, köprü, okul, posta telgraf ve telefon ve sağlık giderleri için harcanmalıdır.

HARİCİ başlığı altında yer alan dış politika ile ilgili talepler ise şu şekildedir: “Kapitülasyonların kaldırılması, Balkanlar ve bölge hükümetleri ile barış politikalarının izlenmesi, Balkan konfederasyonu kurulmasına öncülük edilmesi, Balkan hükümetleri ile gümrük birliği anlaşmaları yapılması.”

Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu yukarıda tanıtmaya çalıştığım politikaları ve örgüt yapısı ile uzunca bir süre başarılı çalışmalar yürüttü. 1910 ve 1911 yılı 1 Mayıs kutlamaları gerçek bir şölen oldu Selanik’te, binlerce kişinin katılımı ile gerçekleşen gerçek bir şölen. Bu arada örgütün üye sayısı artmakta ve örgütü destekleyen sendikalar da çoğalmakta idiler. Örgüt içerisindeki sendikalar gerçekleştirdikleri grevler ile mensuplarına yeni kazanımlar elde ettiler. Bu arada 15 yaşından küçük işçi çalıştırılmaması ve 18 yaşından küçük işçilerin çalışma sürelerinin kısıtlanması ile ilgili olarak verdikleri mücadele dikkat çekici başarılar kazandı. Bütün bu gelişmeler İttihat ve Terakki’nin baskılarına rağmen gerçekleşmekte idi. 1911 yılı 1 Mayıs gösterileri bardağı taşıran damla oldu İttihat ve Terakki açısından. Avram Benaroya ve örgütün tüm merkez yöneticileri tutuklandılar. Benaroya dışında kalan tüm yöneticiler serbest bırakılsalar da Benaroya sürgüne gönderildi. Sürgün dönüşü 1912 seçimlerinin arifesine gelmişti. Federasyonun seçim çalışmaları valilik tarafından yasaklandı. Benaroya’nın Selanik’te kalması da valilik tarafından uygun görülmediği için İstanbul’a gönderildi ve burada gözaltında tutuldu.

Örgüt üzerinde yoğunlaşan baskı doğal olarak örgüt mensuplarını tedirgin etmişti. Bu süreçte Selanik Osmanlı devletinin elinden çıkmış ve Yunanistan’a bağlanmıştı. Federasyon Yunanistan bünyesinde de ilkeleri doğrultusunda çalışmalarını sürdürmeye devam etti. Bu kez Yunanistan hükümeti ile sorunlar yaşadılar. Benaroya bu kez de Yunan hükümeti tarafından sürgüne gönderildi. 1914 yılına gelindiğinde milliyetçilik akımları her yanda güçlenmiş ve sosyalistleri de etkisi altına almıştı. Birinci büyük paylaşım savaşı arifesinde artık “Balkan Konfederasyonu” fikrinin savunucusu nerede ise kalmamış, Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu atık sadece bir tabela örgütü hâline gelmişti. Örgüt bileşenlerinden Bulgarlar “Bulgar Sosyal-Demokrat İşçi Partisi” (daha sonra Bulgaristan Komünist Partisi adını aldı) bünyesine katıldılar. Makedonlar kendi ülkelerinde kurulmuş olan sosyalist örgütlenmelerde sürdürdüler mücadelelerini. Türkler ise Osmanlı devletinin elinde kalan topraklara göç ettiler. Kalanlar ise Yunanistan hükümetinin ayrımcı ve baskıcı politikaları karşısında ses çıkaramaz duruma gelmişlerdi. Dağılan örgütün toparlanabilmesi imkânsız hâle geldiğinden ve örgütün varlık nedeni olan “federasyon” düşüncesi de iflas etmiş olduğundan feshedildi Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu. Benaroya sosyalizm hedefini terk etmedi. Federasyondan geriye kalan Yahudi ve Yunan unsurlarla birlikte yürüttüğü çalışma sonrasında 4 Kasım 1918’de “Yunanistan Sosyalist Emek Partisi”ni kurdu. Bu parti daha sonra “Yunanistan Komünist Partisi” adını aldı ve bu adla hâlâ yaşamakta. Halen Yunanistan Parlamentosu’nda 15 milletvekili ile temsil edilmekte. Parti, birinci büyük paylaşım savaşı sonrasında Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal etmesine karşı politikalar üretmiştir.

Osmanlı Devleti topraklarında doğmuş, ömrünü tamamladıktan sonra da pek çok örgüte hayat vermiş önemli bir sosyalist örgütü tanıtmaya ve mücadele deneyimini özetlemeye çalıştım elimden geldiğince, dilimin döndüğünce.

Başarılı olabildi isem ne mutlu bana.

 

KAYNAKÇA

Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar Cilt 1, İletişim Yayınları, İstanbul 2009.

Mete Tunçay, Türkiye Sol Tarihine Notlar, İletişim Yayınları, İstanbul 2017.

Eric Jan Zürcher, İmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, İletişim Yayınları, İstanbul 2006.

Kerim Sadi, Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı, İletişim Yayınları, İstanbul 1994.

Georges Haupt, Paul Dumont, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist Hareketler, Çeviren Tuğrul Artunkal, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2013.

Eric Jan Zürcher, Mete Tunçay, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), İletişim Yayınları, İstanbul 2010.

Nicolas Pitsos, «Peuples des Balkans, fédérez vous!»: projets pour une résolution pacifique de la question d’Orient au tournant du XXe siècle, Paris: Cahiers balkaniques Paris 2016.

Sinan Dinçer, “The Revolution Of 1908 and The Working Class In Turkey”, Yüksek Lisans Tezi Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul 2016.

Stefo Benlisoy, İstanbul’un Irgatları 2. Meşrutiyet’te Sosyalist Bir İşçi Örgütü, İstos Yayınları, İstanbul 2018.

Mete Tunçay, Erden Akbulut, Beynelmilel İşçiler İttihadı, İletişim Yayınları, İstanbul 2016.

Avram Benaroya, A note on “The Socialist Federation of Saloniki”, Jewish Social Studies, Vol. 11, No. 1 sf. 69-72, Tel Aviv 1949.

Serkan Erdal, Osmanlı Devleti’nde Sosyalist Faaliyetler Üzerine Bazı Örnek İncelemeler, Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi, Erzurum 2014.

  1. Yiğitalp Avus, Osmanlı’da Enter-Nasyonalizm ve Sosyalist Bir İşçi Örgütü: Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu (1908-1914), Yüksek Lisans Tezi, Altınbaş Üniversitesi, İstanbul 2019.

[1] Sabetayistler, kimi kaynaklarda dönmeler olarak da adlandırılırlar. Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet soru ile Yahudi inançlarını terk edip İslam dinine dönmüş gibi görünen ancak gerçekte Yahudi inançlarını terk etmeyip inançlarının gereğini gizlice yerine getiren kripto Yahudiler. Müslüman adları almış ve dışarıya Müslüman gibi görünmüşlerdir. Haham Sabetay Sevi’nin müritleridirler. Esas olarak Selanik kökenli bir grupturlar. Sabetayistlerin torunları günümüz Türkiye’sinde yaşamaya devam etmektedirler.

[2] İkinci Meşrutiyet’in ilanı sonrasında Osmanlı devletinde sekiz siyasi parti kuruldu. Ayrıca Osmanlı sınırları dışında kurulup ülke içerisinde illegal faaliyet gösteren Hınçak ve Taşnaksütyun partileri açığa çıkıp yasal faaliyet göstermeye başladılar. Bunun dışında ülkenin dört bir yanında siyasi amaçlı dernekler kurulup faaliyete geçmişlerdi. Bu dönemde Selanik’te kurulan sendikaların üye sayıları aşağıda yer almakta:

Tütün İşçileri Sendikası: 2.500-3000 üye

Tekel İşçileri Sendikası (Reji): 500 üye

İplik İşçileri Sendikası: 500 üye

Memurlar Sendikası: 300 üye

Liman İşçileri Sendikası: 250 üye

Demiryolları İşçileri Sendikası: 200 üye

Marangozlar Sendikası (Yahudi, Rum, Türk): 120 üye

Sigara Kâğıdı Sendikası: 100 üye

Kanaviçe ve Jüt İşçileri Sendikası: 100 üye

Yahudi Matbaacılar Sendikası: 40 üye

Bulgar Matbaacılar Sendikası: 35 üye

[3]           Bahse konu kitap Bulgarcadan başka bir dile çevrilmediği ve tekrar basımı yapılmadığı için ancak Bulgaristan’da bulunan birkaç kütüphanede bulunabilmekte. Tabii Bulgarca olarak.

[4]           Bulgaristan sosyalist hareketi içinde yer alan ve zamanla proletarya sosyalizminden uzaklaşarak küçük burjuva milliyetçisi partilerle iş birliği ve ittifak peşinde koşan grup. Grubun içinde yer alan ve izlenen çizgiyi de beğenmeyen bazı unsurlar Balkan Federasyonu fikrini savundukları için Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu bünyesine katıldılar. Katılmayanlar ise bir süre sonra tarihten silindiler.

[5]           Gazetenin Ladino dilindeki adı: Jurnal del Labrador, Bulgarca adı: Rabotniçeski Vestnik, Yunanca adı ise Efimeris tu Ergatu.

Gazete yayın hayatını sonlandırdıktan sonra Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu sadece Ladino dilinde yayınlanan La Solidaridad Ovradera (İşçi Dayanışması olarak Türkçeleştirilebilir) adlı gazete ile yayın faaliyetine devam etmiştir.

[6]           Gazetede yayınlanan bazı makaleler günümüz Türkçesine çevrilmiş olarak aşağıdaki kitapta yer almakta:

Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalist Hareketler, Georges Haupt, Paul Dumont, Çeviren Tuğrul Altunkal, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2013.

[7]           Amele Gazetesi’nin Türkçe nüshaları Yunanistan’da kurulu Marksist Araştırmalar Merkezi’nin Selanik şubesinde bulunmakta. Merkez Selanik’teki sosyalist hareketin 1909-1918 arası dönemini iki cilt hâlinde yayınladığı bir kitapta incelemiş. Burada Amele Gazetesi’ne de yer verilmiş. Günün birinde kitabın Türkçe çevirisinin yayınlanması dileği ile.

[8]           Bu konuda geniş bilgi için bkz. Devrimci Savaşımda Sanat Emeği, Aylık Sanat Dergisi, Sayı 7, Eylül 1978, (TÜSTAV arşivinde PDF nüshası var).

 

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...