Ana Sayfa Blog Sayfa 17

Erken seçim sonrası Fransa

Fransa’da 7 Temmuz Pazar günü gerçekleşen parlamento seçimlerinin ikinci turundan ülkedeki sol partilerden bir kısmının oluşturduğu “Yeni Halk Cephesi”nin en çok oy alan ittifak olarak çıkması bizdeki sol çevrelerde adeta bir “bayram havası” yaratmış ve “Fransa’da faşizm yenildi” şeklinde yorumlanmıştı. Seçimlerin hemen arsından “Direnişteyiz”[1] sitesinde yazdığım yazıda gerçeğin böyle olmadığını Fransa halkının “anti-faşist” refleksinin faşist hareketi durdurmayı başardığını ancak bunun kesin bir yengi olarak algılanmaması gerektiğini, seçim sonuçlarının ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılanmasının daha doğru olacağını ifade etmiştim.

Aradan geçen süre zarfında Fransa seçim sonuçlarını bir “zafer” olarak ilan eden çevreler de serinkanlı düşünmeye başlayınca daha doğru bir çizgiye evrildiler ve bir haftalık gecikme ile de olsa “Direnişteyiz” sitesinde savunmuş olduğum görüşleri farklı ifadelerle de olsa telaffuz etmeye başladılar.

Bu yazının amacı yukarıda sözü edilen çevrelere yönelik bir analiz yapmak değil kuşkusuz. Benim amacım Fransa’daki siyasi durumun bir analizini yaparak yakın gelecekte yaşanabilecek olanlara dair bir öngörüde bulunmak.

Bu amaca ulaşabilmek için öncelikle Fransa’nın yakın tarihini mercek altına almak gerekir. Dünyanın yedinci, AB’nin ikinci büyük ekonomisi olan Fransa, 2022 yılı verilerine göre kişi başına 45 bin USD gelir ile bu anlamda da zengin ülkeler arasında yer almakta ve refah toplumu olarak nitelendirilmekte.

Meşhur sözdür, “Dünyadaki en tehlikeli yalan istatistiktir.” Önemli bir gerçeği ifade eder bu söz. Çünkü gerçekleri rakamlarla kamufle eder. Hele rakamları doğru okumasını bilmezseniz ve verilen rakamlarla ilişkilendirilmesi gereken diğer verileri dikkate almazsanız gerçeğin bazı istatistik veriler tarafından koyu bir perde ile örtüldüğünün farkına varamazsınız.

Fransa’daki durum tam da bu tasvirin içerisinde bulunmakta. Küresel ekonominin egemenliğinin artması sonucu ülkede giderek bozulan gelir dağılımı ortalama Fransa vatandaşını canından bezdirecek seviyeye ulaşmıştı. Küresel güçlerin sadık bendesi Nicolas Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığının sonuna doğru ülkede yoksulluk sınırı altında bir gelir ile yaşamak zorunda kalanlarının toplam nüfusa oranı %10’u geçmişti.

Halkın mutsuzluğunun doruğa ulaşmak üzere olduğu dönemde Sosyalist Parti adayı François Hollande’ın cumhurbaşkanı seçilmesi halk yığınlarının öfkesinin bir ürünü idi. Ne var ki Hollande kısa sürede teslim oldu neoliberal sisteme. Uyguladığı vergi politikası ile ücret geliri elde edenlerin satın alma gücünün düşmesine yol açtı. Uygulamaya soktuğu politikalar ile Sosyalist Parti’nin desteğini yitirmesine neden oldu ve İkinci Büyük Paylaşım Savaşı sonrası göreve gelen cumhurbaşkanları arasında en başarısızlardan biri olarak tarihe geçti. Oy desteği %10 seviyesinin altına düştüğü için ikinci kez aday olmadı.

Hollande görevde iken sosyalist parti içinde genç bir politikacı yıldız gibi parlamakta idi. Hükümette önemli görevler üstlenen ve Hollande’a pek çok alanda danışmanlık yapan bu politikacının adı Emanuel Macron idi.

Sosyalist Parti bünyesindeki çalışmaları ile Fransa egemenlerinin gözüne girmeyi başaran bu genç politikacı bahse konu partinin ilk seçimde iktidardan düşeceği belli olunca Nisan 2016’da La Republique En Marche (Cumhuriyet Hareketi ifadesi ile Türkçeleştirilebilir) adlı liberal partiyi kurdu ve 2017 yılında henüz 39 yaşında iken Fransa tarihinin en genç cumhurbaşkanı oldu.

Sezar’ın hakkı Sezar’a. Macron kendisini cumhurbaşkanlığı koltuğuna taşıyan güçlere hizmette kusur (!) etmedi. Gerçekleştirdiği hizmetler arasında

– Çalışma yasalarına ücret geliri elde edenlere yönelik olumsuz düzenlemeler,

– Vergi reformu adı altında büyük şirketleri kayıran uygulamalar,

– Emeklilik yaşının yükseltilmesi uygulamaları ön plana çıktı.

Bu uygulamalar sonucu “Zenginlerin Cumhurbaşkanı” olarak anılmaya başladı.

Bu lakabı gerçekten hak etmişti. 2017’den bu yana devam eden görev süresinde ülkede yoksulluk sınırı altında yaşayanların toplam nüfusa oranı %15 seviyesine ulaştı. Bir başka araştırma ise daha acı bir gerçeği ortaya koymakta idi. Bu araştırmaya göre Fransa’da yaşam sürdüren ailelerin yarısı kira, elektrik, su, ısınma ve telefon giderleri düşüldükten sonra günlük 9 € altında bir gelirle yaşamlarını sürdürmek zorunda idiler.

Yine Macron yönetimindeki Fransa’da işsizlik %10 olarak gerçekleşirken, kamu borçları ulusal gelirin %114,1 seviyesine ulaşıp son 25 yılın en yüksek mertebesine erişti.

Uygulamalar geniş halk kesimlerinin protestolarına neden oldu. “Sarı Yelekliler”in eylemleri hâlâ belleklerde. Emeklilik yaşının yükseltilmesine yönelik protesto eylemleri de.

Macron döneminde adeta bir protestolar, grevler ve sokak çatışmaları ülkesi oldu Fransa.

Ülkede bunlar yaşanmakta iken dış politikada da küresel sistemin emirlerini yerine getirdi Macron. Rusya Federasyonu’na açılan savaşta NATO’nun önde gelen destekçisi oldu, Filistin’de alenen soykırım gerçekleştiren İsrail’e adeta açık çek verdi. IŞİD ile savaş bahanesi ile Suriye’de Esad karşıtı koalisyon güçlerine destek verdi.

Fransa anayasası uyarınca üçüncü bir kez seçilemeyeceği için neoliberal sistem politikalarını tavizsiz uyguladı ve halkın önemli bir kısmının adeta nefretini kazandı.

Bu süreçte Fransa’da iç politikada başka gelişmeler de yaşanmakta idi.

Yine Sosyalist Parti içinde politika yapmakta olan bir başkası, Jean Luc Mélenchon partiden ayrılarak Boyun Eğmeyen Fransa (La France Insoumise) adlı siyasal oluşumun kurucusu ve önderi olmuştu. Anne tarafından Sicilya, baba tarafından İspanyol asıllı olan ve çocukluk yıllarının bir kısmını da Fas’ta geçirmiş olan Mélenchon’un çıkışı uzun yıllardan beri ötekileştirme politikalarına maruz kalan Afrika kökenli Fransa vatandaşları için bir umut oldu. Parti bu taban üzerinde büyüdü. Ancak ülkedeki etnik ayrımcılığa karşı durmakla yetinmedi, sol söylemler ve politikalar da geliştirerek Fransa emekçilerinin umudu oldu. Bu gelişmeler Mélenchon’u Fransa solunun önderi, partisini ise ülke solunun birinci partisi hâline getirdi.

Fransa egemenlerinin kokulu rüyası oldu Mélenchon.

Öte yandan Boyun Eğmeyen Fransa hareketinin tam karşıtı bir hareket de Macron’un cumhurbaşkanlığı döneminde güç kazanmakta idi. Irkçı Fransız politikacı Jean Marie Le Pen tarafından kurulmuş olan Ulusal Cephe (Front National) partisi adını Ulusal Birlik (Rassemblement National) olarak değiştirmiş, partinin kurucu kadrolarını tasfiye ederek yeni bir kimlikle halkın karşısına çıkmıştı. Partinin yeni lideri kurucu Jean Marie Le Pen’in kızı Marine Le Pen babasını bile partiden tasfiye ettikten sonra partinin kürtaj karşıtlığı, eşcinsel ilişkilerin reddi gibi konulardaki geleneksel politikalarını da terk etti. Böylelikle Fransa halkının gözüne daha sempatik gelen bir görünüm kazanmayı başardı. Aslında partide gerçekleşen değişiklik sadece bir makyajdan ibaretti. Parti Afrikalı göçmenler ve ülkedeki Müslüman azınlık ile ilgili nefret politikalarını sürdürmeye devam etmekte idi. Mülteci konusundaki yaklaşımları da bu perspektif doğrultusunda idi. Bu satırları okuyan herkesin bildiği nedenlerle ülkelerini terk etmiş olan Suriyeli ve Afgan mültecilere karşı nefret politikaları geliştirmekte iken, benzer nedenlerle ülkelerini terk etmiş olan Ukraynalı mülteciler için “Onlar da bizim gibi beyaz tenli ve sarışın, onlar da bizim gibi Avrupalı ve Hıristiyan. Onlara kucak açmalıyız,” tadında söylemler geliştirmekte idiler. Kanımca ırkçılığı ve ayrımcılığı en güzel biçimi ile tanımlayan söylemlerdir bunlar.

Emine Seçeroviç adlı bir Boşnak gazeteci de Srebrenitsa soykırımını anma amaçlı bir toplantıda soykırımı önlemekte isteksiz davranan ve işi ağırdan alan Birleşmiş Milletler güçlerini eleştirirken “Biz de beyaz tenli, mavi gözlüyüz. Bundan sonra Boşnaklar olarak kendimizi öyle savunacağız,” sözleri ile yaklaşımın gülünçlüğünü adeta suratlarına çarpıyordu.

Partinin ırkçı söylemleri bununla da kalmamıştı. Avrupa Birliği, Euro Bölgesi ve Schengen konularında Fransa’ya ayrıcalıklı bir yer verilmesini savunmakta idiler. Bunun gerçekleşmemesi hâlinde FREXIT’in (Fransa’nın AB’den ayrılması) gündeme gelebileceğini bile ifade etmekten çekinmediler.

Partide bu gelişmeler yaşanmakta iken Fransız egemenleri de Macron’un kaybolan desteğini bu ırkçı partiye yönlendirmek için çaba sarf etmekte idiler. Bozulan gelir dağılımının, azalan satın alma gücünün nedeninin Afrikalı göçmen ve mülteciler olduğu şeklinde propaganda yapılıyor, konu ile ilgili olarak sözde bilim insanlarına makaleler yazdırılıyordu. Bu çabalar sonucu Fransa halkının bir kısmı kötüleşen yaşam koşullarının gerçek nedeni olan sermaye kesimine değil de Fransa’da yaşamakta olan Afrika kökenli insanlara yöneltti nefretini. Ulusal Birlik hareketinin savunduğu görüşler taraftar kazandı ve ırkçı lider Marine Le Pen 2022 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci oldu.

Aslında daha bu aşamada durdurulabilirdi ırkçı hareketin yükselişi. Seçimin ilk turunda üçüncü sırada kaldığı için elenen Mélenchon, Fransa solunun desteğini almış olsa idi ilk turu birinci olarak bitirip ikinci tura kalacak ve ırkçı lider devre dışına itilecekti. Ne var ki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir iddiası olmayan Sosyalist Parti, Komünist Parti, Yeşiller Partisi ve diğer sol partiler kendi adayları ile katıldılar seçimin ilk turuna. İddiasız sol partilerin toplam oyu %10 idi bu oylar ilk turda %21,95 oranında oy almış olan Mélenchon’un oylarına eklendiğinde Mélenchon açık ara birincisi oluyordu ilk turun. İkinci turda kazanıp kazanamayacağı hakkında bir yorum yapmak anlamsız. Ancak ilk turun sonuçları bu şekilde gerçekleşmiş olsa idi ırkçı lider elenecek ve bu durum da Fransa demokrasisi adına bir kazanç olacaktı kuşkusuz.

Fransa solu seçimin ilk turu sonrası kendine geldi ve birlik arayışlarına girdi. Bu arada cumhurbaşkanlığı seçimi için kendiliğinden bir ittifak oluştu ve Fransa solu Marine Le Pen’in cumhurbaşkanı olmaması için Küresel güçlerin adayı Macron’u destekledi. Böylelikle Macron solun desteği ile ikinci kez cumhurbaşkanı oldu. Fransa solunun Macron’un yeniden cumhurbaşkanı olmasındaki rolünü rakamla açıklayayım:

Macron ile Le Pen arasında %17’lik bir oy farkı oluştu ikinci tur seçimde. Mélenchon’un ilk turdaki oy oranının %21,95 olduğunu hatırlayalım. Gerçi bire bir kıyaslama yapmak pek gerçekçi değil, ilk turda Mélenchon’a oy verip ikinci turda oy kullanmayanlar da olmuştur kuşkusuz. Bunların sayısını bilemiyoruz. Ancak çok kaba bir değerlendirme de olsa Macron ikinci kez cumhurbaşkanı olmasını Fransa soluna borçlu diyebiliriz. Fransa solu belki ırkçı bir politikacının cumhurbaşkanı olmasını engelledi ancak neoliberal politikaların sözcüsünü de kendi çabası ile cumhurbaşkanı yaptı 2022’de.

Bu süreçte Fransa solu gücünün farkına vardı ve aralarındaki tüm farklılıkları muhafaza etmek kaydı ile bir cephe oluşturdu.

NUPES (Yeni Ekolojik ve Sosyal Halk Birliği) adı verilen ittifak parlamento seçimlerinde önemli bir başarı sağladı ve mecliste temsil edilen ikinci büyük grup oldu. İttifakın başarısı bununla da kalmamış, Macron önderliğindeki siyasi partinin mecliste çoğunluk olmasını da engellemişti. Bir koalisyon kurulsa NUPES ortak olacaktı hükümete.

Koalisyon kurulmadı. Macron azınlık hükümeti ile yönetmeyi tercih etti ülkeyi. Parlamentodaki sağcı grupların ve elbette ırkçı Ulusal Birlik partisinin desteği ile yönetti Fransa’yı. Kendisini iktidar yapan solu hiçe sayarak, ırkçı Ulusal Birlik ile iş birliği yaparak Fransa emekçi halkının ve Afrika kökenli göçmenlerin yaşamlarını zorlaştıracak düzenlemeleri birbiri ardına geçirdi parlamentodan. Gelişmeler kendi partisine oy kaybettiriyordu ama Macron için önemli değildi bu. Nasıl olsa bir kez daha seçilmesi mümkün değildi Fransa Anayasası uyarınca. O neoliberal düzene hizmetlerini eksiksiz biçimde ifa etmeye çalışırken ırkçı Ulusal Birlik partisi güç kazanmakta idi. Bu süreçte Marine Le Pen partide bir imaj değişikliği daha gerçekleştirdi ve 1995 doğumlu Jordan Bardella’ya devretti başkanlık makamını. Bu değişikliğin sadece bir biçimsel anlamı olduğu kesindi. Gerçek Lider Le Pen idi kuşkusuz. Yine de bu imaj değişikliğinin Ulusal Birlik partisinin oylarını arttırdığını söylemek yanıltıcı olmaz.

Irkçı cenahta bu gelişmeler yaşanırken sol, geleneksel hastalığının etkisi ile, bir bölünme yaşadı. Filistin’de İsrail tarafından gerçekleştirilen soykırım “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketi tarafından kınanırken Sosyalist Parti (sözde sosyalist demek daha uygun sanırım) İsrail’in yanında yer aldı ve ittifak dağıldı.

Bu gelişmeler sonrasında gerçekleşti Avrupa Parlamentosu seçimleri ve ırkçı Ulusal Birlik tüm diğer partilere fark atarak birinci oldu. Bu gelişme Macron’u da etkilemiş olmalı ki riskli bir karar alarak meclisi feshedip erken seçimin önünü açtı.

Yükselen ırkçı tehlike Fransa solunun bir kez daha bir araya gelmesine neden oldu. Kurulan NFP (Yeni Halk Cephesi) seçimlere ittifak hâlinde girme kararı aldı. Bu kez küçük sol partilerin de katılımı ile gerçekleşen ittifak, sendikaların da desteğini aldı. Her şey ırkçı Ulusal Birlik partisinin parlamento çoğunluğunu engellemek içindi.

İlk tur seçimleri ırkçı hareketin zaferi ile kapandı. Ancak Fransa seçim yasası kesin sonuçların ikinci tur oylama sonrasında alınacağına hükmetmiştir. İkinci tur oylamadan önce ise Ulusal Birlik partisi parlamentoda çoğunluk olmasın diye bir ittifak kuruldu Macron ile NFP arasında. Ulusal Birlik partisi adayı karşısında en güçlü olan adayı destekleme yönünde gelişen bir ittifaktı bu. İki tur oylama arasındaki bir haftalık sürede Macron’un partisinden 80, NFP’den ise 130 aday seçim yarışından çekildi. Böylece seçim ırkçı hareket ile diğerleri arasında bir yarışa döndü adeta. İkinci tur öncesi izlenen bu politika kısmî bir başarı getirdi ve Ulusal Birlik partisi gerek oy oranı gerekse milletvekili sayısı açısından üçüncü sırada kaldı. NFP ise parlamentodaki en büyük grup olmayı başardı.

Kısmî başarı demiştim nedenini açıklayayım:

182 sandalye kazandı NFP, bu sayı daha da artabilirdi. Ancak Macron tarafından engellendi. Macron, Boyun Eğmeyen Fransa adayının Ulusal Birlik adayına karşı seçim kazanma olasılığının bulunduğu seçim çevrelerinde kendi adayını geri çekmedi. Bu politika ile NFP tarafından kazanılması olası pek çok sandalye Ulusal Birlik partisi ırkçılarının oldu. Macron bununla da kalmayıp seçmenlere “Boyun Eğmeyen Fransa” adaylarına oy vermeme çağrısı yaptı. Adeta NFP içindeki ayrılıkları körüklemek ve Sosyalist Parti’nin ittifak içindeki en büyük siyasi oluşum hâline gelmesini sağlamak için özel bir çaba sarf etti. Bu çabalar sonuç verdi ve Sosyalist Parti milletvekili sayısını önemli ölçüde arttırdı.

Macron’un izlediği politika NFP ittifakının daha fazla milletvekili çıkarmasını engelledi. Bu politika gerçekleşmemiş olsa idi NFP mutlak çoğunluğu sağlayabilir mi idi? Bilinmez. Ancak daha güçlü olarak mecliste temsil edilecek bir sol ittifak kurulacak yeni kabinede söz sahibi olacaktı kesin olarak.

Şu anda seçim sonuçları Fransa parlamentosunu kilitlemiş durumda; partilerin ve ittifakların milletvekili sayıları dikkate alınınca bu durum net biçimde görülüyor.

NFP 182, ittifak dışındaki sol 13, Macron’un partisi 168, Ulusal Birlik Partisi 143, aralarında ırkçı eğilimli olanların da bulunduğu diğer sağ partiler 60, merkez partiler (bunları da Macron destekçisi olarak görmek hata sayılmaz) 5, diğerleri 6 sandalye kazandılar mecliste.

Bu tablodan istikrarlı bir hükümet çıkması hayli güç. Teamül en fazla oy almış partinin hükümeti kurmakla görevlendirilmesi. Ancak bu parçalı bir görünüme sahip sol cephe bir başka ittifak/parti ile koalisyon yapacak gibi görülmüyor. Kuracakları azınlık hükümeti ise ittifak dışında kalan sol dışında hiçbir yerden destek alamaz. Bir mucizenin gerçekleşip destek alabilmesi ise her şeyden önce sol ittifakın temel direği olan “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketinin seçim öncesi vermiş olduğu sözlerden ve programındaki bazı hedeflerden geri adım atması gerekecek. Bu bile yetmeyebilir. Fransa egemenlerinin en büyük korkusu Mélenchon’un başbakan olması. Bu tehlikeyi (!) önleyebilmek için yapmayacakları şey yok. Üstelik sol ittifak içindeki Sosyalist Parti de egemenlerin bu taleplerine kayıtsız kalmayacak bir görünümde. Gerçi Mélenchon “hiçbir şeye aday değilim” diyerek başbakanlık talebi olmadığını hattâ kabinede bile görev almayabileceğini ima etti ancak Fransa egemenleri için bunun yeterli olmayacağını düşünmekteyim.

Daha şimdiden Mélenchon için “aşırı radikal, uç görüşlere sahip, fazla agresif” gibi sıfatlar yakıştırılarak başbakan olmasını ve hatta kabinede görev almasını engellemeye yönelik kamuoyu oluşturulmaya başlandı bile. Bu gelişme sol ittifak içindeki ikinci büyük güç olan “Sosyalist Parti” tarafından da açıkça desteklenmekte. Fransa egemenlerinin ilk beklentisi elbette sol ittifakın kabine kurmaması. Eğer sol bir kabine kurulacaksa başbakanın “Sosyalist Parti” mensubu ılımlı (!) bir isim olması. Fransa ana akım medyası bu konuda bir kamuoyu oluşturmak için çaba sarf etmekte. Eski Cumhurbaşkanı François Hollande gibi piyasa dostu bir sosyalist (!) ülke egemenlerini pek rahatsız etmez. Üstelik ittifak içinde hayli güçlü bir konumda olan ve iki yıl önceki seçimde 31 olan milletvekili sayısını 59’a çıkarmış bir Sosyalist Parti, 28 sandalyeye sahip Yeşillerin de desteğini aldığı takdirde “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketinin güçsüz biçimde temsil edildiği bir kabinenin kurulması olası. Böyle bir kabine Macron’un öncülüğündeki neoliberal akımın da desteğini alabilir. Geriye bir sorun daha kalıyor. NFP ittifakının seçim vaatleri. İttifak seçim vaadi olarak aşağıdaki konuları dile getirmişti:

– Filistin devletinin tanınması,

– Asgarî ücretin 1600 €’ya çıkartılması,

– Emeklilik yaşının 60’a indirilmesi,

– Yüksek gelirlerden servet vergisinin alınması,

– Gıda, enerji ve akaryakıt fiyatlarının dondurulması,

– Kira yardımlarının arttırılması.

Yukarıdaki seçim vaatlerinden asgarî ücretin arttırılması sorun teşkil etmez. Sonuçta Fransa’da asgarî ücret karşılığı çalışanlar tüm emekçilerin %5’i bile değil. Asgarî ücret artışının domino etkisi ile diğer ücret seviyelerini etkilemesini önleyecek bir formül bulunduğu takdirde sorun teşkil etmez bu konu. Gıda, enerji ve akaryakıt fiyatlarının dondurulması pek gerçekçi bir vaat değil. Devletin sübvansiyon uygulaması gerekir. Kamu borçlarının zirvede olduğu bir dönemde sol ittifak bu vaadinden geri adım atabilir. Kira yardımları ile ilgili olarak bir orta yol bulunabilir. Bunlar bir biçimde uzlaşılabilir konular. Ancak Fransa sermaye kesimi emeklilik yaşı ve servet vergisi konularında uzlaşamaz sol ittifak ile. Burada olası sol kabinenin işi çok zor olur. Bir biçimde bu zorluk aşıldığı takdirde Filistin sorunu çıkar önlerine. Filistin konusunda ödün vermeyeceği belli olan, Avrupa Parlamentosu’na ilk Filistin asıllı parlamenterin girmesini sağlayan “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketi bahse konu vaadin hükümet programında yer almaması durumunda ittifakın bozulmasını bile göze alabilir.

Bütün bunlar gösteriyor ki önümüzdeki günler Fransa’da hükümet kurma konusunda çetin pazarlıklar yaşanması olası. Bu sürecin sonunda NFP ittifakının hükümeti kuramaması hiç de küçümsenmeyecek bir olasılık olarak karşımıza çıkıyor. Bu arada kişisel görüşümü de beyan edeyim. Bana kalırsa seçim vaatlerini geçekleştiremeyip bu nedenle yıpranacak olan bir hükümette yer almaktansa dışarıda kalıp etkili bir muhalefet sürdürmesi sol için daha yararlı olabilir. Gerçekleştirmek istediği uygulamalar engellendikçe halk yığınlarını sokağa dökecek bir güce ulaşmadığı sürece solun iktidar olması ancak yıpranma nedeni olabilir, diye düşünmekteyim.

Hükümet konusunda bir diğer olasılık ise Macron’un “Cumhuriyet İçin Birlikte” (Ensemble Pour La République)[2] adlı partisi tarafından kurulacak azınlık hükümetinin Ulusal Birlik dışındaki sağ partilerin desteği ile yola çıkması. Böyle bir yapılanmanın sol ittifakın desteğine de ihtiyacı var. Ancak Sosyalist Parti içinden bu yapılanmaya destek verecek isimlerin bulunduğu da bir sır değil.

Denilebilir ki, bu durumda sol ittifak dağılır. Doğru, dağılır sol ittifak. Ancak ilk kez dağılmıyor ki…

Kısacası, Fransa halkının anti-faşist refleksini harekete geçirip ırkçı Ulusal Birlik hareketini durdurmayı başaran Fransa solunu çok zorlu günler bekliyor. Bu süreci nasıl aşacaklarını izlemek gerek.

Yazının sonunda bir de Ulusal Birlik hareketinin durumuna bakalım:

2022 seçimlerinde 89 milletvekili vardı partinin. Erken seçim sonrası 143’e yükseltti meclisteki üye sayısını. Küçümsenmemesi gereken bir çıkış bu. Eğer ilk tur ile ikinci tur arasında geçen bir haftalık sürede Macron’un partisi ile sol cephe arasında kısıtlı da olsa bir işbirliği kurulmuş olmasa idi Daha fazla milletvekili çıkarabilecek ve belki de hükümeti kuracaklardı. An itibarı ile Fransa Parlamentosu’nda üçüncü durumda olmaları onları iktidardan uzaklaştırdı. Ancak Avrupa Parlamentosu’nda Fransa’nın en büyük grubunu oluşturmaktalar hâlâ. Üstelik ideolojik olarak netleşmiş homojen bir grup oluşturmaktalar, gerek Fransa gerekse Avrupa Parlamentosu’nda.

Bütün bunlar dikkate alındığında Fransa’da gerçekleşen seçimin ırkçı hareketi durdurduğunu ancak tamamen yenemediğini ifade etmek pek de hatalı olmaz. Faşist ve ırkçı hareket tehlikeli bir biçimde vardığını sürdürmekte hâlâ. Eğer Fransa’da kurulacak yeni hükümet halkın taleplerine yanıt verecek uygulamaları gerçekleştiremezse, bu durumdan yararlanıp büyümelerini sürdürebilirler.

Bu olasılığın gerçekleşmemesini ve Fransa’da ırkçı/faşist hareketin kesin yenilgisini görebilmek dileği ile.

[1]           https://direnisteyiz31.org/fransada-sol-zafer-mi-kazandi-hakki-tasdemir/

[2]           Macron tarafından kurulan parti sık sık ad değiştirdi. Son olarak Cumhuriyet İçin Birlikte adını kullanmaya başladı. Kurulduğundan bu yana üç kez isim değiştirdiği için herhangi bir karışıklığa meydan vermemek amacı ile Macron’un partisi ifadesini kullanmayı tercih ettim.

1848-50 Avrupa Devrimleri ve Paris Komünü*

Paris Komünü'nün 150. yıl dönümü için 15 farklı ülkeden 41 sanatçının eserleriyle hazırlanan "Paris Komünü 150" başlıklı çalışmada yer alan bir eser. İsimsiz (Hindistan / Hindistan Öğrenci Federasyonu (SFI) / Genç Sosyalist Sanatçılar)

Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte iki sınıf arasındaki çelişki ve savaş tarihe damgasını vurmaya başlamış, maddeci tarihin ilerleyişinin motoru olmuştur. Önceki bölümlerde köleci egemenlikte gelişen sınıf savaşımları ile feodal egemenliğin hâkim olduğu Anadolu coğrafyasında, feodal egemenler ile yoksul köylülük arasındaki sınıf savaşımlarının öne çıkanlarını incelemiştik.[1]

Bu bölümle, kendisiyle birlikte sınıfları ortadan kaldıracak, ezen-ezilen ilişkisine son verecek sınıf olan proletaryanın, bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkışını, mücadele tarihinde öne çıkan olayları ve iktidara uzanmasının ilk pratiğini incelemeye başlayacağız. Temelde inceleyeceğimiz konular 1848-50 Avrupa Devrimleri ile Paris Komünü olacaktır. Bu incelemeyi yaparken, proletaryanın ekonomik bir güç olmasının yanında, siyasal ve devrimci bir güç olarak tarih sahnesine ilk kez çıktığı diğer tarihsel süreç ve olayları da göz ardı etmeyeceğiz.

Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların sınıf olarak tarih sahnesine çıkışı

Sınıflı toplumların başlangıcından itibaren meta üretimi ve ücretli emek vardır. Ancak meta üretimi ve ücretli emeğin toplumsal bir boyut kazanması son sınıflı toplum olan kapitalizm ile mümkün olmuştur.

Ücretli emeğin sömürüsüne dayanan kapitalist üretim, zayıflamakta olan feodalizmin bağrında Batı Avrupa ülkelerinde 14. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlar. Henüz cılız ve dağınık olan kapitalist üretim ilişkileri, feodal üretim ilişkilerini ağır da olsa parçalayarak gelişir. Floransa, Siena, Luca ve Bolonya kentleri kapitalist üretim ilişkilerinin embriyo hâlinde geliştiği ilk kentlerdir.

Avrupa’nın farklı kentlerinde ücretli emeğe dayalı üretim atölyeleri farklı tarihlerde ve koşullarda gelişir. Örneğin İngiltere’de ücretli işçi çalıştıran ilk dinkleme (kumaşı sıkı ve yoğun bir hâle getirmek için yapılan keçeleştirme işlemi) atölyesi 14. yüzyılda kurulur. Gemi yapımı ve inşaat başta olmak üzere pek çok işkolunda bu gelişim sürer. 15. yüzyılın sonlarında Fransa’nın Lyon kentinde ortalama 20 işçi çalıştıran farklı işkollarında atölyeler görülür. Avusturya Krallığı’nda 15. yüzyılda maden işletmelerinde yine bu gelişim ortaya çıkar. İspanya, Hollanda ve diğer Avrupa kentlerinde de bu süreç izlenir.

Ücretli emeğe dayalı kapitalist üretimin bu ilk biçimi basımevleri, dokuma atölyeleri, maden işletmeleri, demir işletmeleri ve gemicilik gibi pek çok sektörde görülür. Ancak çalışan ücretli işçi sayısı toplam üretim kitlesi içinde kayda değmeyecek kadar küçük bir bölüm oluşturur henüz.

  1. yüzyılda özellikle manifaktürün gelişimi ile birlikte kapitalist üretim ilişkileri yaygınlaşmaya başlar. Böylece kapitalist üretim istikrar kazanmaya, manifaktür üretim ise 18. yüzyıla, yani sanayi devrimine kadar tipik üretim biçimi olarak gelişimini sürdürür.

Ücretli emek sisteminin ön koşulu olan ilk birikim, tüccar ve tefecilerin elindeki sermaye olmakla birlikte, bu birikimi artıran bir faktör ise kapitalizm öncesindeki özgür, bağımsız köylü ve zanaatkârların üretim araçlarından ve mülklerinden koparılmasıdır.

Ev tipi atölyelerde tüccarlardan aldığı siparişleri üreten zanaatkârlar zamanla sahip olukları üretim aletlerini kaybederek manifaktür denilen çatıların altında işbölümü nedeniyle işin yalnızca bir kısmını üreten birer işçiye dönüşmeye başlar. Kırlardan sürülen dünün özgür köylüleri de bu süreci yaşar. Tarımsal üretimin özellikle dokuma sanayinin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenlenmesi, ağır vergi yükleri ve topraklardan zorla sürülme gibi nedenlerle tarımsal nüfus büyük oranda iş bulabilmek umudu ile şehirlerde birikmeye başlar.

Büyük bir proleterleşme süreci olarak yaşanan bu süreç sonucunda, çalışma ve yaşam koşullarından koparılan, şehirlerde iş bulamayan, şehir hayatına ayak uyduramayan büyük bir kitle birikir. Bu büyük kitleyi, işçi olarak soğuracak büyüklükte gelişmemiştir kapitalist üretim henüz. Proleterleşme süreci ile kapitalist üretimin paralel büyümemesi nedeniyle, potansiyel emek gücü pazarı içinde serserilik, dilencilik, hırsızlık gibi yoksulluğun doğurduğu “yasa dışı” toplumsal bir olgu ortaya çıkar. Topraklarından sürülen, lümpenleşen bu halk kitlesine karşı, başta İngiltere olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde çok kanlı ve sert yasalar çıkarılıp, mevzuatlar düzenlenir. İdam edilmek, kırbaçla dövülmek, kızgın demirle dağlanmak, her türlü işkenceyle zorla çalıştırılmak, köle olarak kullanılmak yalnızca öne çıkan ceza ve uygulamalar olur.

Manifaktür üretimle işler alabildiğine bölünüp, işbölümü şeklinde gerçekleşmeye başlar. Örneğin saat yapımı 30’u aşkın parçaya, kumaş imalatı 25’e yakın parçaya ayrılır. Bu ise her bir parça için bir zanaatkârın işçi olarak uzmanlaşmasını doğurur. İşbölümüne dayanan el emeği potansiyeli, sermaye sahiplerinin lehine meta üretimini hızlandırıp, zaman ve emek kaybını azaltıp, kârı sürekli artırır.

Emeğin sermayenin boyunduruğuna girmesinin süreci de olan manifaktür üretim ile sınıfsal karşıtlığın iki tarafına, emek gücü dışında satacak hiçbir şeyi olmayanlar ile sermayeye sahip olanlar yerleşip, kendilerini net ve açık olarak ortaya koymaya başlarlar. Manifaktür öncesinde bir atölyeye ve üretim aletlerine sahip olan zanaatkârlar ile yoksulluğunu hafifletmek için sermaye ile geçici tarzda ilişkiye giren yoksul köylüler, sahip oldukları mülkiyetler nedeniyle, sermaye ile ilişkileri görece bağımsız olup, tam bir boyunduruk ilişkisine girmemiştir. Manifaktür üretimin rekabetine dayanamayan zanaatkâr ile toprağından sürülen yoksul köylü mülksüzleşip, işçileşerek sermayenin boyunduruğu altına girmeye başlar artık. İşbölümünün getirdiği parça üretimi ve uzmanlaşma sayesinde yanıltıcı bir perde olmaksızın yoğun sömürü kendini çıplak bir şekilde görünür kılar. Beraberinde ise mutlak ve göreli artı-değer oluşumunun ve sermayenin büyümesinin kapıları daha fazla açılır.

Manifaktür biçimle devam eden kapitalist gelişim henüz gençlik dönemini yaşamaktadır. Olgunluk çağına erişmesi ise sanayi devrimiyle olacaktır. Ancak daha şimdiden sınıfsal ayrışma ve ortaya çıkan kârlılığı sermaye adına haklı çıkarmak için ideolojik çabalar ortaya çıkar. Kapitalistin kârdan daha fazla pay almasını, aldığı riskin kaçınılmaz bir sonucu olduğunu iddia eden burjuva tarih yazımına Marx yanıt verir. Karl Marx, bu ideolojik saldırıyı, riskin kapitalistin payına düşmesinin tek nedeninin, kapitalistin üretim araçlarını gasbetmiş olması gerçeğini koyarak bertaraf eder.

Proleterlerin sınıf savaşımlarına katılımının ilk biçimleri

Kapitalist ile ücretli işçi arasındaki kavga sermayenin ilk doğuşuna kadar gider. 1345 yılında Floransa’da bir yün tarayıcısı ücretli işçileri örgütlemeye başlar ve idam edilir. Bunun üzerine işçiler atölyeyi terk ederler. 1371 yılında Perugia’da, 1378 yılında yine Floransa’da ücret zammı talebinin yanında siyasi taleplerle işçiler ayaklanır.

Manifaktür üretimin geliştiği 1501 yılında Lyonlu matbaa işçileri, ücretlerinin artırılmaması durumunda iş bırakma tehdidinde bulunurlar. Yine 1539 yılında Lyonlu matbaa işçileri, ücret artışı ve daha iyi yemek talebiyle 5 ay sürecek bir grev gerçekleştirirler.

Lyonlu ve Parisli matbaa işçileri 1540-41 ve 1570-72 yıllarında yine greve çıkarlar. 1640 yılında Londra’daki silah atölyelerinin işçileri talepleri kabul edilinceye kadar iş bırakırlar. 1637 yılının nisan-mayıs aylarında evden çalışan yaklaşık 500 işçi, düşük ücretler ve aynî ödemelere karşı taleplerini haftalarca dile getirir. Talepleri karşılık bulamayınca işçiler patronun evini ve malların biriktirildiği depoyu ataşe verip kül ederler. 1688 yılında Amber’deki kâğıt fabrikasında çalışan işçiler, daha kısa iş günü, daha iyi yemekler ve keyfî işten çıkarma yapılmaması talebiyle iş bırakırlar. 1718-19 yıllarında Hollanda’da giyim sanayiinde ve tersanelerde bir dizi grev örgütlenir. 1729 yılında tekrarlanan bir grev sonucu işçiler ile kapitalist arasında toplu iş sözleşmesi yapılır. Bu bir ilktir. Kapitalist üretimin daha geç başladığı ülkelerde de işçi eylemleri gelişmeye başlar.

Dönemin en ağır iş koşullarında çalışan çıraklar da birleşerek eylemlere çıkmaya başlarlar. 1610 yılında İngiltere’de dokuma atölyelerinde çalışan 100 çırak greve çıkar. Grev büyüyerek kentteki diğer işçileri de içine alır. Çok geçmeden grev bastırılır ve grevcilerin birçoğu hapse atılır. Yine 1617 yılında Londra dolaylarında küçük çıraklarca büyük bir grev gerçekleştirilir. Hükümet bir bildiri yayınlayarak gösteri ve ayaklanmanın ülkenin barışına ve sükûnetine zarar verdiği duyurur. Grevin büyümesi üzerine silahlı kuvvetler teyakkuza geçirilir. 1624, 1626 ve 1633 yılında tekrarlanan ve derme çatma silahlarla tekrarlanan grevlere karşılık hükümet, grevlere her an müdahale etmeye hazır silahlı kuvvetler oluşturur.

1700’lü yıllar işçilerin, ücret ve çalışma koşullarına karşı geliştirdiği eylemlerin yanında, manifaktür atölyelerde makina kullanımına karşı eylemler de geliştirdiği yıllar olur. İğne imal makinası ve rüzgârla çalışan bıçkı makinalarının atölyelere alınmasına işçiler karşı çıkarlar. 1758 yılında ilk kırkma makinasının kurulmasına yine binlerce işçi karşı çıkar. Köln ve Hamburg’da düzenlenen protestolar bu makinaların kullanımının yasaklanmasıyla sonuçlanır. Dantel kumaş dokuma tezgâhı Lyonlu dokuma işçilerinin karşı çıkması üzerine uygulama alanı bulamaz ve kireçtaşı fırınları tahrip edilir. Zaten ağır olan çalışma ve yaşam koşullarının, makinaların kullanımı nedeniyle daha da ağırlaşacağını düşünen işçilerin bu eylemleri, üretimde makinanın kullanımını geciktirirken, sömürünün asıl kaynağının işçiler nazarında hâlâ perdeli olduğunu da gösterir. Kapitalist üretimin bu manifaktür döneminde, henüz embriyo hâlinde olan sınıf mücadelesine işçilerin duygularının yön verdiğini söylemek abartı olmayacaktır.

17-18 saati bulan günlük çalışma saatleri, ücretlerin düşük oluşu ve ücretlerin çoğunlukla kalitesiz ve kötü olan aynî ödeme yoluyla yapılması, işçiler arasında huzursuzluğun ve öfkenin gün gün daha da büyümesine neden olurken, bunun yanında örgütlenme arayışlarını da ortaya çıkarır. Dostluk cemiyetleri, meslekî işçi birlikleri, yardımlaşma ve dayanışma sandıkları, sendikalar bu örgütlenmelerin ilk örnekleridir. Çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesi talepleri etrafında kurulan işçi örgütlenmelerinin bazıları ise gizli ve askerî tarzda örgütlenmişlerdir. Örneğin Lyon ve Paris’te matbaacılarca kurulan “companionages” adlı ve yoldaşlar anlamına gelen birlikler, ortak bir fona sahip olup, askerî tarzda örgütlenirler. Toplantılarını gizli yapan bu örgütlenme yüzbaşı ve teğmen unvanlarını taşıyan bir hiyerarşiye sahiptir.

17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkan işçi örgütlenmeleri 19. yüzyılda Kıta Avrupası’nın tüm ülkelerinde yaygınlaşmaya başlar. Bu örgütlenmeler, proletaryanın ekonomik, siyasal mücadelesinin tartışılıp örgütlendiği, sınıfsal kurtuluş yolunda farklı akımların geliştiği örgütlenmeler olur.

Şehir ve kırsal yoksulların en alt tabakasını oluşturan ücretli işçiler, kendileri için günlük mücadeleye girişmenin yanında feodalizm karşıtı burjuva hareketlerde de yer alıp, yer yer aktif rol oynarlar. İlk burjuva devrimlerden biri olan Hollanda devrimi, 1789 Fransız Devrimi, Amerikan kolonilerindeki bağımsızlık savaşı ve burjuva devrimi, İngiliz burjuva devrimi proleterlerin aktif rol oynağı burjuva devrimlerdir. Feodal egemenliğe karşı burjuva devrimler adına katıldığı mücadelelerden kazandığı deneyimler sayesinde ana çelişkisinin burjuva sınıfıyla olduğunun farkına varmaya başlayan proleterler burjuvaziye karşı da savaşmaya başlarlar. İngiltere’deki Çartist hareket, Fransa’daki Lyonlu dokumacıların ayaklanmaları, Almanya’daki Silezya dokumacılarının ayaklanması proletaryanın henüz siyasal ve devrimci bir sınıf olgunluğuna erişmeden geliştirdiği önemli sınıf mücadelesi deneyimleridir.

Proletaryanın sınıfsal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinin, makina kırıcılığından genel eşitlik, oy hakkı ve refah mücadelesine, safça ve ütopik arayışlardan bilimsel komünizme varması oldukça zorlu ve kanlı bir tarihsel seyir izlemiştir. Marksizmin gelişimine kadar devam eden bu süreç, kendisi için sınıf olma, sınıfsal çıkarları doğrultusunda hareket etme noktasında olgunlaşmasının da sürecidir. Diğer bir deyişle kendinde bir sınıf olmaktan çıkıp, kendisi için bir sınıfa dönüşme sürecidir bu tarihsel seyir.

Edilgen bir sınıf olarak sömürülen proletaryadan, ekonomik ve toplumsal mücadele içinde aktif bir güç olmaya, buradan da ezen-ezilen sınıfsal ayrımları ortadan kaldıracak, sömürüye son verecek devrimci bir güç olmaya doğru aldığı yol, proletaryanın tarihsel evriminin aşamalarını da verir bizlere.

Sanayi devrimi ve sanayi proletaryasının gelişimi

18. yüzyılın sonlarına doğru önce İngiltere’de daha sonra Kıta Avrupası ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da yaşanan birçok teknik buluş sanayi devriminin temelini oluşturur. Bu teknik buluşlar ile üretim köklü bir şekilde değişirken, üretimdeki el emeği yerini makinalara, el aletleri ise yerini mekanik makinalara bırakır. James Watt’ın geliştirdiği buhar makinasının icadı ile kapitalizmin gelişimi muazzam hızlanır. Böylece manifaktürden fabrikaya geçiş sağlanırken sanayi proletaryasının da doğuşu gerçekleşir.

Manifaktür üretimin aksine fabrika üretimi büyük işçi gruplarını bir araya toplarken, farklı vasıflara sahip heterojen emek gücünü büyük oranda homojenleştirir. Proleterler arasındaki sınıfsal konumların eşitlenmesi nedeniyle sınıfsal çıkar birliği de belirginleşir.

Makinanın üretimde kullanımının yaygınlaşmasıyla manifaktür ve zanaatkâr atölyeleri, rekabet nedeniyle bir bir ortadan kalkar. Mekanik çıkrıklar el çıkrıklarıyla çalışan eğirmeciyi, mekanik dokuma tezgâhları el tezgâhıyla çalışan dokumacıyı işinden ederken, basit el aletleriyle çalışan tüm işkollarında aynı gelişmeler yaşanır. İflas etmiş zanaatkârlar, merkezî ve dağınık olarak üretim yapan manifaktür işletmelerin vasıflı elemanları, küçük ve orta ölçekli atölyelerde çalışan ücretli kalfalar ve çıraklar, topraklarından sürülmüş topraksız köylüler sanayi proletaryasının farklı toplumsal kategorilerini oluşturmaya başlar. Özetle kentli ve köylü emekçilerin geniş katmanları fabrikalarda sanayi ordusuna katılırlar.

Makinalar, kadın ve çocuk emeğini, hatta sakat olanların dahi emeğini üretim sürecine dâhil edip sayılarını sürekli artırır. Vasıflı ve de kaba kuvvete ihtiyacı büyük oranda kaldıran makinalı üretim ile kârlılık büyümeye, sömürü ve yoksulluk derinleşmeye başlar. 1835 yılında kadın ve 13 yaş altı çocuklar, tüm tekstil sanayii işçilerinin %61’ini oluşturur İngiltere’de. Yine 1834-1847 yılları arasında İngiltere’deki tüm pamuk fabrikalarında yetişkin erkekler toplam işçi sayısının yalnızca ¼’ünü oluşturur. Bu iki veri dahi aynı işi daha ucuza yapan kadın ve çocuk emeğinin üretime yaygın bir şekilde sokulduğunun açık kanıtları olur.

Sanayi devriminin bir başka sonucu ise, toplam proletarya içerisinde sanayi proletaryasının gün gün artarak asıl gücü oluşturmaya başlamasıdır. Örneğin sanayi devriminin ilk geliştiği İngiltere’de 1801 yılında 1,4 milyon işçi çalışırken, bu sayı 1831 yılında 3 milyonu aşar. 1811 yılının Fransa’sında 200 kişiden fazla işçi çalıştıran çelik fabrikası sayısı yalnızca 1’dir. Bu fabrika 230 kişi çalıştıran Scheider fabrikası iken 1840 yılına gelindiğinde 200 kişiden fazla işçi çalıştıran fabrikaların sayısı 18’e çıkar ve 8 çelik fabrikasına ise 500-999 arası işçi çalıştır hâle gelir.

Proletaryanın hem kentlerde hem de fabrikalarda toplanması, birleştiklerinde güç olduklarının bilincinin gelişmesine de katkı sağlar. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıfsal karşıtlık buralarda kendini daha açık ortaya koymaya başlar.

Göz alabildiğince uzanan tarlaların ve hoş kokulu çayırların yerini fabrika bacalarının dumanı, derme çatma evlerden oluşan yeni işçi semtlerinin isi, kiri ve pis kokuları sarmaya başlamıştır her yanı artık. Buharlı makinaların homurtuları, aktarma kayışlarının gürültüsü, metal gıcırtıları, dünün dingin kırsal yaşamı ve sessizce üretimin yapıldığı atölyelerle tam karşıtlık içindedir. Mekanik aletlerin başında, makinanın bir aparatı olarak yapılan tekdüze çalışma, dünün yaratıcı emek gücü sahiplerinde tiksintiye yol açar. Dünün ev tipi atölyelerinde bir arada olan aile bireyleri artık her biri bir fabrikada çalışmaya başlarken, sosyal, kültürel tüm bağlar zayıflamaya başlar. Gün doğumuyla başlayıp, gün batımıyla biten, çoğunlukla da 16 saati bulan iş günleri, üretime yabancılaşmanın yanında kendine ve çevresine karşı da işçilerde bir yabancılaşmaya yol açar. Günlük çalışma ve yaşam koşullarındaki tüm bu değişimler proleterleşen sınıfta korku ve umutsuzluğu büyütürken, kendinden vazgeçen ve günlük geçim dışında amaçsızca bir yaşamı ortaya çıkarır. Bu durum, proletaryanın sınıfsal olarak ayağa kalktığı ve kavgaya giriştiği anlara kadar sürer. Ancak çok kez ayağa kalkıp, çok kez yenileceklerdir. Her yenilginin ardında yeniden doğrulup savaşacak, yeniden yenileceklerdir. Her kavga ve yenilgi sınıfsal mücadelede tecrübeye dönüşüp, gerçek kurtuluş için kılavuz çıkarana kadar devam edecektir. Ama buna daha on yıllar var.

Proleterlerin ortaya çıkışından sanayi proletaryası hâline gelişi sürecini kısaca bu şekilde özetlemek mümkündür. Ancak bu, sürecin yalnızca ekonomik yanıdır. Kapitalist gelişimi ve burjuvazinin mezar kazıcısı olarak proletaryanın tarih sahnesine çıkışını hızlandıran burjuva devrimleri de incelemek zorunludur. Sürecin siyasal yanını oluşturan bu süreci izlemek boşlukları dolduracaktır. Bu yüzden de kapitalist gelişimde iki önemli evreyi oluşturan iki burjuva devrimine, İngiliz burjuva devrimi ile Fransız burjuva devrimine de kısa da olsa bakmakta yarar varır.

İngiliz burjuva devrimi

İngiltere’de burjuvazinin iktidarı alması diğer Avrupa ülkelerine nazaran erken başlayıp, yüzyıllar süren gelişimi ve mücadelesi sonrasında gerçekleşir.

Köleci Batı Roma’nın egemenliğindeki İngiltere, 11. yüzyılda boyunduruktan kurtulur. Normanların istilasından önce adadaki krallıklarda “Vitan” denilen meclislerde krala yakın feodal güçler ile kont, baron ve yüksek rütbeli subaylar üzerinden farklı toplumsal kesimlerin temsiliyeti sağlanır. 1066 yılında Normanların istilasıyla henüz zayıf olan feodal işleyiş, tüm adada hâkim olmaya başlar ve bir tür danışma meclisi olan “Magnum Concilium”lar, “Vitan”ların yerini alır. “Magnum Concilium” denilen meclisler ile mutlak krallık arasındaki güç dengelerine göre kralın yetkilerinin sınırlandırıldığı dönemler olur. Bu güç dengesinin kral aleyhine işlediği 1215 yılında, ilan edilen “Magna Carta Libertatum” (Büyük Özgürlük Fermanı) ile egemenlik mutlak krallık aleyhine kısıtlanır. En büyük feodal bey olan krallık ile baron olarak anılan mülk sahibi yerel beyler ve halk arasındaki mücadeleler sonucunda bu ferman imzalanır.

Feodal işleyişin hâkim olduğu, mülk sahibi toplumsal kesimler arasındaki savaşın egemen olduğu bu Magna Connciliumlar, önce Parlamento adını alacak ardında ise yerini “Lordlar Kamarası”na bırakacaktır.

Mutlak krallığın istediği gibi vergi koyma ve toplayamamasının güvencesi olan parlamentoda, süreç içinde gelişmekte olan burjuva sınıfının da temsiliyeti sağlanır. 1295 yılında Galler ve İskoçya’ya açılan savaşın bütçesini karşılamak için gerekli olan vergileri toplama amacıyla parlamento toplanır. Bu parlamento toplantısına baronlar, din adamları, şövalyeler ve burjuvalar da katılır.

1350’li yıllara doğru ise toplumun farklı kesimleri ayrı ayrı toplanmaya başlar. Krala daha yakın soylu kesimler “House of Lord” olarak anılan “Lordlar Kamarası”nda toplanırken, şehir temsilcileri yani burjuvalar ise “House of Commons” denilen “Avam Kamarası”nda toplanmaya başlar. Bu iki toplumsal güç, mutlak krallığın iktidarının sınırlandırılması yönünde mücadelede işbirliği içinde olurken, aynı zamanda üstünlük sağlama yönünde de birbirleriyle mücadele ederler.

Mutlak krallık karşısında, krallığı sınırlayan meclislerin güç kazanmasına ve Avam Kamarası’nın Lordlar Kamarası karşısında üstünlük kurmasına rağmen burjuva sınıfı yasama gücünü kendisine kazandıracak kadar güçlenmemiştir hâlâ.

Mutlak krallık ile meclisler arasındaki mücadele 1455-1485 yılları arasında yaşanan “Çifte Güller Savaşı” nedeniyle bir dönem askıda kalır. İngiltere tahtı üzerinde hak iddiasında bulunan “York”lar ile “Lancester”lar arasındaki savaş boyunca iki kral, iki parlamento tarafından yönetilir İngiltere. Büyük yıkımlara sebep olan “Çifte Güller Savaşı” döneminde birçok soylu aile öldürülüp, idam edilirken, ekonomik alanda dönüşümler de yaşanır. İki hanedanın barışı ile oluşturulan Tudor hanedanlığı 1485 yılında yönetimi birleştirirken, kapitalist üretimin önü açılmaya başlar.

Köylü ayaklanmalarıyla toprak köleliği ve angarya çalışma kaldırılırken, yeni bir sınıf olarak bağımsız toprak sahibi olan “Yeomanlar” ortaya çıkar. “Yeni Soylular” olarak anılan mülk sahibi “Yeomanlar” kurdukları imalathaneler sayesinde ticaret ile uğraşıyor ve yerel feodal beyler yerine gelişmekte olan burjuva sınıfı ile ilişkilerini geliştirir.

Yeomanların sahip oldukları toprak parçaları üzerinde çalışan yoksul köylüler ise acınası şartlarda çalışır ve izbe kulübelerde yaşamlarını sürdürürler.

Öncesinde ağırlıklı olarak Hollanda’ya dokuma hammaddesini ihraç eden İngiltere’de dokumacılığın gelişimiyle birlikte tarımsal üretimin yapıldığı kırsal topraklar daha kârlı olduğundan, yerini hayvancılığa bırakmaya başlar. Hayvancılık için gerekli olan nüfustan fazlasının (200 kişinin tarımsal üretim yaptığı topraklarda, 2-3 çobandan başkasına ihtiyacın kalmadığı koşullarda) zorla sürüldüğü, kırsal nüfusun büyük şehirlere göç ederek proleterleştiği bu süreç 15. yüzyılın sonlarından başlayıp sonrasındaki 17. ve 18. yüzyıl boyunca devam edip 1832 reformu ile son bulur. Bu dönem de Yeomanlar, topraklarını şehirli tüccarlara kiralayıp toprak rantından zenginleşen bir sınıf olurken, üretimdeki yerini tarım sanayicisi hâline gelen tüccarlara bırakır.

Mutlak krallık ile ona yakın feodal soyluların oluşturduğu parlamentonun, yeni gelişmekte olan mülk sahibi Yeomanların yol açtığı bu uygulamayı önleme çabaları yeterli olmaz. Her geçen gün topraklar daha fazla hayvancılığa açılmaya, hazine toprakları gasbedilmeye ve buralardaki kırsal nüfus göçertilmeye devam edilir. En son mutlak krallığın hâkimiyetinin ve feodal sistemin koruyucusu olan kilisenin topraklarının yağmalanmaya başlanması ekonomik işleyişi kökten değişmeye zorlar. Ele geçirilen toprakların satılması ve kiralanması, buralara sermayenin gelişini hızlandırırken, beraberinde tarımsal üretimde de üretim ilişkileri değişmeye başlar. Kapitalist çiftliklerin kırlarda ortaya çıkmasıyla, sermaye ile emek arasındaki ilişki giderek yaygınlaşmaya başlar.

Dokuma sanayiinin gelişiminin, ticaretin her yanı kaplamasının, zengin ve güçlenen bir burjuvaziyi ortaya çıkarmasına rağmen, ekonomik ve siyasal iktidarın burjuvazinin eline geçmesi önünde, feodal yapıya dayanan meslek loncaları ile mutlak krallık ve onun temel ekonomik işleyişi engel oluşturmaya devam eder.

17. yüzyılın hemen başında İspanya ile girilen savaşın ardında, krallık hazinesi, girilen mali bunalımı aşmak için hazine topraklarını satışa çıkarıp, yeni mali kaynaklar için baron ve soyluluk unvanları satışa çıkartır. Bu satışlarla ülkede adeta “soylu enflasyonu” yaşanır. Bu gelişmeler mutlak krallığın siyasal dayanağı olan monarşinin çözülüşünü hızlandırır.

Feodal yapıya dayanan mutlak krallığın çözülüşü ile gelişimi hızlanan kapitalist işleyiş arasındaki çekişme ve çatışma süreklilik kazanır. Uzun yıllar süren bu çekişme ve çatışmalar yer yer krallığını lehine sonuçlanırken yer yer gelişmekte olan burjuva sınıfının ve kapitalist işleyişin lehine olur. Bu denge durumu iç savaşla bozulur.

1641 yılında başında I. Charles’ın başında olduğu krallıkla parlamento arasında iç savaş başlar ve 1 yıl boyunca yaşanan çatışmalar nedeniyle I. Charles Londra’yı terk ederek İskoçya’ya sığınır ve iç savaşı buradan yönetir. 1649 yılına kadar süren iç savaş sonrasında I. Charles yakalanıp idam edilir ve cumhuriyet kurulur.

Böylece İngiltere’de tarımsal üretim ile uğraşan yeni soylu sınıf (Yeomanlar) ile burjuvazinin ittifakı sonucu, siyasal iktidar el değiştirir. Burjuva devriminin gerçekleşmesiyle, artık ticaretin, ücretli el emeğine dayalı sanayinin ve tarımdaki kapitalist gelişimin önündeki tüm engeller ortadan kalkar. Devrim sonunda küçük toprak sahibi köylülerin yani Yeomanların çözülüşü hızlanır. Yeomanların yerine, Yeomanlar tarafından ele geçirilen toprakları kiralayan ve işleten kiracı çiftçiler bir diğer anlamıyla kapitalist çiftçiler ortaya çıkmaya başlar.

1789 Fransız Devrimi:

Saraylara savaş kulübelere barış!

1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali ile kapitalist işleyiş dünya ölçeğinde feodalizme karşı egemenliğini ilan eder. Her ne kadar iktidar Fransa’da burjuvazi ile feodal soyluluk arasında gidip gelse de toplumsal ekonomide artık kapitalist işleyişin hâkimiyetini kurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Burjuva devrimler tarihinde, Fransız Devrimi ilk sırada yer almamakla birlikte dünya ölçeğinde belirleyici bir yerde durur. Fransız Devrimi’nden önce 1649 yılında İngiltere’de burjuva devrimi gerçekleşir. 1776 yılında ise İngiliz koloniciliğine karşı gerçekleşen iç savaşın ardından, Kuzey Amerika’da burjuva devrim gerçekleşir. Ancak ilkinin kısa süreli olması, ikincisinin ise deniz aşırı bir coğrafyada gerçekleşmesi ve dünyadaki ekonomik ve siyasi merkezin Avrupa oluşundan kaynaklı, her ikisi de Fransız devrimi kadar bir etkiye sahip olamamışlardır. Burjuva devrimler demişken 1648 yılında Westfalya Antlaşması’yla sonuçlanan ve İspanyol egemenliğine karşı uzun süreli bir mücadelenin ardından bir ulusal bağımsızlık mücadelesi de olan Hollanda devrimini de unutmamak gerekir. Kapitalist gelişim bu coğrafyada hız kazanırken, bu burjuva devriminin de Avrupa kıtasının siyasi ve ekonomik yapısına etkisi belirleyici olmamıştır.

Bir burjuva devrimi olarak

1789 Fransız Devrimi

“Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” diyerek feodal egemenliğe karşı başlayan Fransız Devrimi, kararlı ve şiddete yaslanan geniş halk yığınlarını arkasına alır. Tüm toplumun taleplerini hedefine koyar. Fransız Devrimi ile feodal engeller silinip atılırken, iktidara sanayici orta sınıf ile finans ve ticaret burjuvazisi gelir. Hareketin öncülüğünü yapan burjuvazi, farklı kesimleriyle birlikte Fransa’da ilk kez bir sınıf olarak iktidarı alır.

Siyasi anlamda büyük bir olay olan Fransız Devrimi, iktidara ulaşınca, barikatlarda dövüşen, devrimin motor gücü olan proletaryaya sırtını döner. Döner, çünkü bu bir burjuva devrimidir. Hâliyle devrimin kitle gücü olarak Fransız Devrimi’ne katılan proletaryanın payına ne özgürlük, ne eşitlik, ne de kardeşlik düşer. Fransız Devrimi’ni kendi devrimi olarak gören ve burjuvaziye eklemlenen proletaryanın, “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” hedefine ulaşması için, Paris Komünü’ne kadar daha pek çok barikatta dövüşmesi ve kanını dökmesi gerekecektir.

Fransız Devrimi ile sermayenin hareketini sınırlayan feodal düzenlemeler ve kurallar ortadan kalkarken, sanayi devrimiyle de üretici güçlerin verimliliği sayesinde sermaye birikimi daha da hızlanmaya başlar.

Bu durum, burjuva sınıf açısından ekonomik ve siyasal açılardan büyük bir avantaj sağlar ve burjuvazi için dizginsiz bir boyunduruk alanı açılır. Henüz ekonomik bir güç olan proletarya için ise sömürü, temel hak ve özgürlüklerden yoksunluk ile zaten hiç insanî olmayan çalışma ve yaşam koşulları daha da derinleşir. Ancak, sanayi proletaryası ama kendiliğinden, ama yönsüz, ama hedefini ve araçlarını tam belirleyemediği bir mücadele çizgisiyle tarih sahnesine çıkmaya başlayacaktır.

[1]* Bu yazı dizisi, Kaldıraç dergisi İzmir Temsilciliğinde yapılan derslerdeki sunumların derleme çalışmasıdır.

Guernica ve kibrit

İspanya iç savaşı sürerken Picasso’dan 1937’de açılacak Paris Dünya Fuarı’nın İspanya bölümünde sergilenmesi için bir eser istendi. Açığa çıkan Guernica oldu.

Aynı fuarda Joan Miró’nun “El Segador” (Orakçı) çalışması ve Alexander Calder’in “Cıva Havuzu” çalışması da yer aldı.

Alexander Calder / Almadén – 1937

Miró çalışmasında öfkeli Katalan köylülerini anlatırken onları gücün, bağımsızlığın ve dayanıklılığın simgesi olarak gördüğünü anlatıyordu. Calder’in ise Amerikalı olduğu için sergiye katılmasına önce izin verilmemiş fakat sonrasında İspanya’dan getirilen bir mermer üzerine yaptığı “Cıva Havuzu” çalışmasıyla direnişin bir parçası olduğunu göstermişti. Calder’in çalışmasında heykellerden akan cıva “Almadén” ismiyle bir kalıp oluşturuyordu. Almadén, Franco birliklerine karşı güçlü bir direniş sergileyen bir bölgeydi ve silah yapımında kullanılan cıvası ile ünlüydü.

Pablo Picasso / Guernica – 1937

Picasso ise 1937 başında Franco’nun Rüyası ve Yalanı adlı eskizlerine başlamıştı. Sonrasındaki eskizlerinde ise divana uzanmış çıplak modeline bakan bir sanatçının olduğu, politika ile arasına mesafe koyan bir eser üzerinde çalıştığı görülüyor. Fakat 26 Nisan 1937’de Franco’nun küçük bir kasaba olan Guernica’yı bombalaması ve çok sayıda insanın hayatını kaybetmesi üzerine, Picasso 1 Mayıs 1937’de yeni çalışmasının eskizlerine başladı.

1936 öncesinde fazlaca politik olmayan bu ressamlar, heykeltıraşlar sonrasında komünist partilere üye olmuş, bugünden bakılınca eksik de olsa direnişi büyütmek için adım atmışlardır.

Joan Miró / El segador – 1937

Guernica ancak 1981’de tekrar İspanya’ya dönebilmiş ve 1995’e kadar kurşun geçirmez bir cam ardında sergilenmeye başlanmıştır. 2003 yılında Colin Powell’ın Irak işgali ile ilgili yapacağı konuşmada arkasında yer alan New York Birleşmiş Milletler binasında bulunan Guernica kopyasının üzeri mavi bir perdeyle kapatılmıştır. Fakat hâlâ Kalküta’dan Ramallah’a ve Kaliforniya’nın güneyine dünyadaki eylemlerde Guernica taşınmaya devam ediyor.

Bugün, 2024 yılında, Guernica’nın, El Segador’un, Cıva Havuzu’nun daha da gerilerde Goya’nın 3 Mayıs 1808 çalışmalarının var olduğu dünyada savaş ve direniş de hâlen devam etmektedir. Bugün dünyadaki savaşları durdurmak için ihtiyaç, belki sönmüş ve bitmiş kibritleri geride bırakarak yanan ve yakabilen bir kibrit olmaktadır. Tüm dünya halkları bu direnişin bir parçasıdır.

Dün olduğu gibi bugün de sosyalist devrim zorunlu ve olanaklıdır.

Yaşamak ve yaşatmak için gerekenler

Mayıs ayının sonlarından beri sokak hayvanlarına dönük bir katliam yasasının meclise gelmesi tartışılıyordu.

Konunun evveli de var bir parantez olarak değineceğiz, 2022 yılında İstanbul’un pilot bölge ilân edilerek, barınaklar için belediyelere ormanlık alanlarda yer tahsis edileceği söylendi, sonrasında da bir çalıştay organize edileceği duyuruldu. Hemen sonrasında yapılan “Sahipsiz Hayvanların Popülasyon Artışına Çözüm Çalıştayı”na ise sokak hayvanlarını fişleyerek öldürülmelerini sağlayan bir yazılım olan Havrita’nın sözcüsü ve hayvan hakları mücadelesi verenleri “bir avuç hayvantapar” diyerek hedef gösteren Hilal Kaplan gibi isimler katıldı. Ve çalıştayın sonuçları, bilgileri ve belgeleri ilgili Bakanlıktan istenince de “kamuoyunu ilgilendirmez” denilerek açıklanmadı. Son iki yıllık süreçte onlarca trol medya hesabıyla, sahte hayvan derneğiyle adım adım üretilmeye çalışılan nefret ve yasayı şekillendiren bir dizi haber bulunabilmektedir. Meselenin ekonomik boyutuna ilişkin çalışmalar da son günlerde iyice görünür olmuştur. Daha önce Çin’den bedavaya getirilen 1 milyon doz Sinovac aşısını devlete 12 milyon dolara satan Cantürk Alagöz’ün 159 milyonluk kuduz aşısı ihalesini alması da yeni ortaya çıkmıştır, barınak rantı için kimin sıraya girdiği de bilinmektedir.

Mayıs ayının sonundan bu yana “Toplayamazsın, hapsedemezsin, öldüremezsin” denerek yapılan eylemler artmıştır ve bu eylemler arttıkça değiştirdikleri vardır.

Katliam yasasını isteyenler önce “itlaf” diyordu, tepkilerden sonra “uyutma” dediler, uyutma da tutmayınca “ötanazi”ye geçtiler, şimdi de “ötanazi tekliften çıktı” diyerek yasanın özünde hiçbir değişikliğe yol açmayan kelime oyunlarıyla dolu yeni bir paragraf peyda oldu.

Yani dostlar, mücadelenin, direnişin attırdığı geri adımlar vardır, kıymetlidir. Ancak saldırı ciddidir. Direnişi bir adım daha büyütmenin zamanıdır.

Onlar ölüm demek biz yaşam. Yaşamak ve yaşatmak için ayağa!

1- Hayvanlar da insanlar da sokakta güzel. Sokağa çıkan, direnişe geçen herkes yaşamı hissedecektir ve bugün sokak hayvanlarını yaşatmak için de bu en etkili yoldur. Susmuyoruz, korkmuyoruz, dostlarımızı vermiyoruz!

2- Yasalar sokakta yazılırsa yaşatır. Çünkü sokaklar direnişindir, dayanışmanındır. Onlar öldürüyorlar, pandemiyle, iğneyle, yalanla, açlıkla, biz ise yaşayacağız, yaşatacağız, direniş ve dayanışmayla!

3- Gücünü kendinden al. “Tüm belediyelerin yüzde 65’i muhalefette, bu yasa fiiliyatta uygulamaz” yalanı “uyutma”nın bir parçasıdır. Mesela bu belediyelerin işçilerinin yüzde 90’ı yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır. Meclisten, belediyeden vb. bekleme, havale etme yaşamı eline al, güç direnişte, sende!

4- Attığımız sloganları hayatımızın tamamına yayalım. Bugünden itibaren; eyleme gelirken mutlaka en az birini daha getir, eylemi kendi yaşadığın yerlere taşı, duvarlar hâlâ bizim yaz-çiz-afişlerle donat, mahallelerde yan yana gelerek daha şimdiden tüm dostlarımızın kaydını tut, bir can bile eksilmemek için direnişi büyüt!

5- Onlar bir avuç biz milyonlarız. Trol ordusuyla dolu twitter’a bakarak direnmek yerine eyleme gelenlerin gözlerinin içine bak. İlk direnişin olabilir, orada Boğaziçi’nde direnenleri, 1 Mayıs’ta direnenleri, 8 Mart’ta direnenleri, işinden atıldığı için direnenleri, kayyumlara karşı direnenleri bulacaksın; tanış, hemhâl ol, direnişinle öğret, direnişten öğren.

6- “Nasıl olsa meclisten geçer, biz sonrasında da mücadele ederiz”e düşme. Elbette mücadele devam edecek, büyüyecek. Daha geçmedi, geçirtmedik.

Yan yana gelenler gücünü görmeye başlamış, dün atılırken “korkulan” sloganlar, “yürünemez” yollar, direnişle aşılmıştır. Şimdi yaşamaya ve yaşatmaya adımlarımızı çoğaltmanın zamanıdır!

Yasayı sokakta biz yazacağız!
Direne direne yaşatacağız!

The extraordinary organization of the Turkish state, the Palace Regime; war and civil war – Deniz Adalı

Deniz Adalı
May 2024 – Kaldıraç Issue 274

We call the state organization of the entire capitalist world after the defeat of fascism the monopoly police state. This is what we call it. We do not see a problem in the essential sense in calling it “bourgeois democracy”. However, we only consider it incomplete in the sense of being contented with general definitions of the state, that’s all. After all, bourgeois democracy is also a pure dictatorship. Every state is a dictatorship as an instrument of the ruling class to dominate the entire “nation”; (we say “nation” because, for example, the state in a colonial country – the Turkish state is a colonial state – and the state in an imperialist country dominate the nation differently) it is the tool of the ruling class to oppress other classes. This also applies to the state of the proletariat, which overthrows the bourgeois state after the socialist revolution. The proletariat characterizes its state which is a democracy for itself, as the dictatorship of the proletariat in order to repress the bourgeois class. For the proletariat has no need to deceive the “nation”, to lull the masses to sleep with lies. To the majority of the society the dictatorship of the proletariat is a democracy, but to the bourgeoisie, which has lost its power, it is a dictatorship.

Fascism is the response of the bourgeois class to the failure of the October Revolution to spread throughout the world, a counter-revolution and is one of the extraordinary bourgeois states. The difference between the ordinary and extraordinary organization of the state is important. Moreover, fascism is a state organization appropriate to the monopoly epoch through which the entire capitalist world is passing in order to suppress the struggle for revolution and socialism.

No state could govern by organizing itself through extraordinary means on a permanent basis. The extraordinary, if it becomes permanent, becomes ordinary. This new normal actually means the consolidation of the system.

In order to understand fascism, the age of monopolies must also be taken into account. Since what we have already written on this subject contains a great deal of detail, we do not intend to restate it here. The reader may access these sources. Besides, to engage in the whole discussion here again, to deal with every aspect of it, would actually distract us from a more current discussion.

In a social organization, it is the substructure of that society, including the state, that determines the superstructure. Depending on social and economic changes, this substructure is reflected back to the state. So, changes in the substructure, in other words social and economic changes, are reflected in the organization of the state. Just like the reflection of monopoly. Surely, the state is also organized to maintain this substructure, more generally speaking, to maintain the established system. The sovereign, of course, reflects all the changes it experiences within itself to this organization, albeit with a delay.

For fascism, both this situation and the organization of the counter-revolution against the October Revolution must be considered together. There lies the basis of the organization of the extraordinary state.

What gives shape to the organization of the state in a socio-economic form is the class struggle going on in that society and in the entire world system in that epoch. On this point, let us remember the Paris Commune. The French bourgeoisie, which had begun to suffer defeats in the war with Germany, developed cooperation with Germany, with whom it was at war, when the workers in Paris declared the commune (which is the first example to look at in order to understand what the state of the proletariat is). The French rulers, the French State, asked for Bismarck’s help to strangle the Paris Commune. This was one of the conditions of the peace treaty, and when the cannons began to pound Paris to strangle the Paris Commune, the rulers of these two countries shared one and the same spirit: to defend the capitalist system from the destruction of the proletariat. Germany was eager to turn what it had initially called a “war of defense” into a war of invasion, and it could not miss this opportunity. In fact, the Paris Commune did not only threaten the French rulers.

The French rulers had started this process beforehand. After the 1848 civil war, Bonaparte (Louis Bonaparte, not Napoleon) acted to take over the state with a coup d’état. This coup d’état was, in fact, the end of the ruling class’s desire and need to create a new organization appropriate to the extraordinary conditions. This is how the bourgeois parliament was annihilated. Of course, the new organization led by Bonaparte was also a democracy for the bourgeoisie. But the sovereign was losing its ability to rule the whole nation and needed war at home and abroad to regain it. There was no Paris Commune yet, but the struggle of the French working class had risen, and the system “thought” that it could not work with the usual, ordinary methods to suppress it, and in fact it could not work.

Anyone waging a revolutionary struggle must study the Paris Commune and the class struggles of 1848 leading up to it. A note is necessary: In our country anti-communism, in the form of anti-Sovietism, is very widespread, especially among the left. We may discuss the reasons elsewhere. But among our leftists anti-communism takes the form of anti-Sovietism, and for this reason we recommend them to study the Paris Commune (and of course the writings of Marx and Engels on the civil war in France and Bonapartism). Those who refuse to learn from the Soviet revolution might, by any chance, learn from the Paris Commune.

Now let us focus back to Turkey, to the present.

The extraordinary organization of the Turkish state has also taken a long time.

Two factors were initially more prominent here.

First and foremost was the suppression of the Kurdish revolution. The war to suppress the Kurdish revolution, which the PKK rightly characterized as a “special war”, was in fact a civil war. But in order to sustain this war outside the West, namely in the Kurdish provinces, a special war was developed. At that time, the “state of emergency” that was imposed in the Kurdish provinces actually existed in the West as well. But there was no resistance of the working class in the West and that working class had already been defeated by the September 12 counter-revolution. Under these conditions, the special war was also waged with the ideology of the Turkish-Islamic synthesis. Prison escapees, drug networks, clownish clerics, lumpen, thieves, rapists, vagrants, racist remnants of the military, generals who have made service to NATO their crown jewel, charlatans disguised as journalists, social scientists and researchers covered in blood, heroin smugglers, vagrants, junkies were organized as elements of this “special war”. NATO-trained soldiers from the Special Warfare Department or MIT officers were put in charge of them. Thus, the murderers and those who had no value considered it their duty to destroy whatever they encountered related to Kurdishness for the money they could earn in return. From the operations financed with drug money, they obtained large-scale drug profits. Just like looters, they considered it their duty to destroy everything. This actually means a corrupt war. That is why it is called “dirty war”.

It is no coincidence that gangs such as Ağar, who took part in this war, are among the rulers of the country today as drug barons. Add to these the construction, energy and new weapons companies.

I wonder if we may call them the new elites or the lumpen bourgeoisie.

It’s worth pondering.

The Gülen organization, which called itself the “Service Movement” as if it were a great charitable organization, is well recalled. Within it are all the above-mentioned elements, and its origins lie in the organization of associations for the fight against communism with religion. It is a NATO apparatus. They have not infiltrated the state, it is wrong to speak of “infiltration”, on the contrary, they are already an organization of the state. It is sufficient to recognize that this state is the state of a colonial country in NATO ties. And it also includes religion mongers, lunatics, hedonists, murderers, swindlers, a crowd of people of uncertain livelihood, drug networks. But they have managed to put themselves on the stage with a “trained young cadre” that comes from a long and “normal” period of organization. Their appearance was quite different from the rag-tag bunch, rent-seekers, looters, pleasure-seekers, glamorous life enthusiasts, drug gangs, etc. that emerged with the Erdoğan project.

At this precise moment, it is necessary to see the significance of the imperialist powers in the implementation of the “state of emergency”, which comes from living in a colonial country.

After the dissolution of the USSR, the effects of the imperialist powers’ struggle for the division of the world began to emerge within these gangs, which until then had all been elements of the CIA’s civil war under a single NATO umbrella. They were still in the same structure, but the organizations of the USA, Germany, France, France, Britain and Israel began to separate themselves. War is also about gathering forces. And these forces set out to gather their own forces within this structure. When it came to the war against the Kurdish movement or, as far as it was going on, against the workers’ and revolutionary movement in the West, they became one inseparable body. But they were also organizing their own forces inside. The most concrete example is that in the past, who would be appointed head of the congregations used to be decided by the MIT and no debate would arise. Because NATO was like a single body against the USSR. But today, it is a matter of whether the CIA, or German intelligence, or British intelligence, or Israeli intelligence, or French intelligence will appoint a man to head a sect, and that is why we are witnessing intra-sectarian wars.

Without considering being a colonial country, being a colony within NATO, this point cannot be understood.

Today, those who immediately point to the Gülen movement when they are asked who is responsible for the murders and unsolved murders are actually trying to clean up the state. Yes, the Gülen movement is a part of it, but the main thing is that they are state structures and they are affiliated to NATO. This should not be forgotten.

Every sect, every mafia organization is actually within the sphere of influence of these imperialist powers. Of course, in this situation, religion had to be corrupted as well. Without it, it would be incomprehensible that religious merchants in clean clothes issue fatwas for thefts, or the words would be incomplete.

This is precisely how the theater called the “Fetöist coup” unfolded. The coup is not really a “cleansing”. The coup was “God’s blessing” for the establishment of the current Palace Regime.

In the same way that Gülen is a US and NATO project, the AK Party and Erdogan’s administration is also a US and NATO project (the war against the Kurdish people is also a NATO program). The two are twins and in this respect the “parallel state” is a kind of a fabrication. They are both parallel and their lines are constructed by the masters.

The Gezi Resistance, which emerged in 2013, should be referred to here. The Gezi Resistance was in fact a clear reaction against this dirty corrupt war. Regardless of the cause, the Gezi Resistance was an outright reaction against all state practices, including the state of emergency. It is a reaction against the rent, drug network, looting and war economy that has been established.

In the meantime, a new bourgeois class has started to be developed by the AK Party, precisely in line with the organization of war based upon these lumpen structures.

During the Erdoğan period, under US directives, a new bourgeoisie has begun to be created. Graham Fuller’s “New Turkey” actually reveals all the details of the project.

The policy of “creating a bourgeoisie by the state” is long-standing in our country. This special war, massacres and the use of lumpen masses also took place in the foundation of the Republic. The so-called Hamidiye Regiments were made up of murderers collected from prisons, rapists, tramps, gamblers, and masses whose livelihood was unclear. And in the same period, the policy of creating a bourgeoisie by the state was implemented. The Armenian and Greek massacres are another face of this.

And now, under the leadership of the US, the state has been set in motion to create a new elite in the economy, to create a new bourgeoisie. This economy of plunder, rent and war is actually based on this.

Of course, the Hamidiye Regiments and Topal Osmans of that period are a bit more “diverse” today. They are also composed of drug gangs and so on.

Erdoğan has explicitly stated that he will run the state as a “joint stock company”, and in response to the Gezi Resistance he said “my duty is to generate rent”. These words are in fact the very reality. And note that he does not say “limited company”, he says “joint stock company”. A joint stock company actually refers to the size of the capital.

In fact, this describes the structuring based on rent, war and looting economy. In areas such as energy, construction, health, education, war industry, a new bourgeois society has begun to be created in accordance with the policies of looting and war.

Our new bourgeoisie has a complete lumpen character. They are looters, culturally poor, instant fortune seekers, capable of the most vulgar and despicable forms of theft. They are lumpen in the way they make money and seize fortunes, as well as in the way they live lavish lives and enjoy their pleasures. And Erdoğan did not hesitate to consider this tragicomic situation as history, he expressed it as making history. Hence why he seems to have waged a tragicomic war on the non-existent secularism of the Republic, which was comically declared “secular”. This is why he has rabidly used religion, which he seems to embrace so much, to justify all kinds of theft through the clerics. Religious Affairs, the institution of the old secularism (what kind of secularism has Religious Affairs), has been turned by the Palace Regime into an instrument of war against secularism, which does not exist ridiculously and blatantly anymore. The staff of the Religious Affairs has been increased from 120,000 to 250,000.

Is it ridiculous or tragicomic that new cadres, suitable for the new and “lumpen bourgeoisie”, are declared meritless? If a thief needs a cadre for him/herself, one looks at the suitability of this cadre for theft. To declare that the cadres are of no merit is in fact to ignore, not to see or, as the CHP does, to hide this organization behind it.

The Gezi Resistance made the nightmare of the rulers unbearable. Thus, the third factor emerged for the urgent need to organize the Palace Regime. And of course Erdoğan, who proclaims himself the most influential leader in the history of the world, will characterize the Gezi Resistance as immoral, irreligious and marauding. In fact, he is describing the regime he heads. While he was calling the resistance fighters “marauders” with the emphasis on “if the feet become the head”, he was addressing the members of TÜSİAD, the owners of the order, saying, what more do you want, we are banning strikes, we are adding profit to your profits.

We revolutionaries call the lowest stratum of society the lumpen proletariat. In Hitler’s Germany, these became mercenaries of the fascist organization. In our country, too, they have taken on appropriate tasks.

Let us stop here and dwell a little on the lumpen proletariat.

In “Louis Bonaparte’s 18 Brumaire” Marx put forward a description of the lumpen proletariat. This is the mass that played an important role in the organization of Bonaparte, Louis Bonaparte, the comic version of Napoleon Bonaparte. You should also find it significant that he founded a charity. Both the Gülen movement, the sects and the associations organized by Erdoğan under various names have this mask. This is how history is. They are all pleasure enthusiasts. They are flamboyant and the flamboyance of the elites of a colonial country is a bit different. Their bags and watches worth a fortune, and most importantly, these watches and bags coincide with a period when they proclaim that cell phones have changed all habits. In other words, they are actually presenting discarded items as the pleasures of their new wealth. I presume that Turkey is the country where those expensive watches are sold the most. Nowadays, the glory of the owners of world-wide conglomerates is no longer expressed in the watches on their wrists. But our new rising bourgeoisie chooses dysfunctional items for their flamboyant appearance. A watch worth millions of liras is actually nothing but an ornament on their wrists. In a movie scene, the stars playing the Ottoman period wear that watch on their wrists, even though it doesn’t match the outfit of that period. The man will somehow show off the millions of dollars that has come from “screwing the mother of the nation”.In case his role belongs to a time period when those watches did not exist, he cannot take that watch off his wrist, he does not like his work that much, in fact he carries his arm only to be a venue for his watch. The hand at the end of the wrist with that watch is only used in some cases to represent the watch.

Let’s go back to Marx, he writes:

Under the pretext of founding a charitable association, the lumpen proletariat of Paris was organized in secret units, each headed by a Bonapartist agent and topped by a Bonapartist general. Alongside the ruined roués (pleasure-seekers) whose livelihood and origins were unclear, and the corrupt and adventurous elements of the bourgeoisie, there were vagabonds, discharged soldiers, released convicts, escaped galley convicts, swindlers, charlatans, Lazzaroni (a derogatory Italian nickname for those who had fallen out of the working class – translator’s note), pickpockets, grifters, gamblers, Maquereaux (pimps), brothel keepers, porters, hack writers, luthiers, rag-pickers, sharpeners, pot repairmen, beggars, in short, the whole vague, disorganized, scattered mass that the French call la bohème (those who live without thinking about tomorrow)… (K. Marx, “Louis Bonaparte’s 18 Brumaire, Part V”, in The French Trilogy, Yordam Kitap, pp. 197-199).

Perhaps to these we should add drug distributors (barons should now be considered to be bourgeois), those who make money out of thin air, mayors with 600 houses, types like Gökçek, who owns a quarter of Ankara and makes a fortune by selling girls from dormitories, interesting real estate agents, those who act as pimps for the Palace and for this purpose, close hotel floors in the name of the state in official disguise, etc. It shall be recalled that in various revelations, we learned that some hotels were reserved floor by floor for certain ministers and Palace officials, and that a special pimping system was in operation for this purpose. The Palace also means a “life” in itself. The funniest ones are the most important figures of the Palace, as these most important figures have become buffoons. It is so because the sultan is a fake and if Abdülhamid was a tragedy, Erdoğan can be his comedy. In this Palace, the most important figures inevitably have to become Palace buffoons.

So this brings us to the lumpen bourgeoisie. But to understand this, we must remember that we are talking about a colonized country. The master thinks of this land as a kind of farm for oneself. There are stewards at the head of the farm. The stewards are running a looting, rent-seeking and war economy with a lot of journalists, a lot of murderers, a lot of lumpen, a lot of drug barons, a lot of pimps, a lot of people disguised as clergymen, etc.

Marx describes Bonaparte when he says: “This solemn buffoon who no longer regards world history as a comedy, but regards his own comedy as world history…” (K. Marx, age, p. 199). Fits that much! Ours, too, likes to be called a history-maker, a world leader. Any kind of presidency “suits” him, and not only that, he also wants to be known as a sheikhulislam, as befits us. Now, is it possible to call this person a sultan and the system a “patrimonial sultanate”? No, it is not even the funny version of a sultan. A person who has realized his dream of being the CEO of a joint stock company and has therefore become a role model for the lumpen cannot become a sultan by putting a crown on his head. He is, at best, an imitation of a sultan.

He is an imitation of Abdülhamid. But imitating the peculiar Abdülhamid in the 21st century, in a colonial country, is not funny, it is tragicomic. That is why we can come across professors who say, “My wife and daughter are halal for him”.

The bourgeois and the lumpen of the colonized country are a bit different. And of course our leftists and “intellectuals” also have their share of this, as if recognizing these subjects as unique beings is only possible for laughter at the booze table.

Painfully, nearly 2 million university students have had to suspend their university enrollment due to their economic conditions and have returned to their hometowns. With which humor is it possible to explain this, with sultanate?

In many cases, humor also serves to hide the seriousness of the situation. That is why, in the field of humor, there is a concept called black humor. It makes you laugh but it also makes you think. However, the social decay that has emerged in our society has also affected and decayed humor. Humor allows us to accept severe social situations and act as if they are normal.

If you assume that just talking, maintaining some kind of speech by censoring yourself, is a form of being an intellectual, then you become a part of this tragicomic situation. Self-knowledge is an important virtue. So, we may also consider self-censoring speech as a kind of self-awareness, right?

Let’s move on.

What is a parliament?

Parliament is a system through which the property owners, the bourgeoisie, directly control state debts, the way taxes are spent. In appearance, parliament can be presented as the whole nation electing its own representatives. But it has never been like that. The bourgeoisie, the sovereign, elects its own representatives and has them approved by the people. When it comes to the monopoly era, this becomes even more “refined”. Just look at the money that the person to be elected has to pay, has to spend, and you don’t need any other proof. But the monopoly system must be considered together with the ruling relationships and the violence that it entails. So, their control mechanisms are much more advanced. In ordinary times they operate this system. But extraordinary organizations bring its corruption along with it. And when it comes to a certain point, when parliament is no longer useful as a fig leaf covering the proper places of the sovereign, there is no longer any need for parliament. War and civil war bring this along. In all the major “democracies” of the world, in the imperialist metropolises, in the countries that are declared the “cradle of democracy”, the parliament is now being bypassed. Of course, in a colonial country like ours, this works a little differently.

Normally the sovereign wants a cheap state. Capitalists, monopolies, bourgeoisie are in favor of a cheap state. For this reason, the projects that neoliberals impose on colonial countries in the name of “downsizing the state” are actually compatible with the system. But this changes under extraordinary circumstances. For this reason, the staff of the Religious Affairs Department is suddenly doubled. After all, the Religious Affairs is now one of the organs waging a kind of private war in the garb of religion. And at this point, “Lavish money on prestige cannot be compromised.” It requires luxury vehicles, luxury watches, sumptuous residences, sumptuous clothes, etc.

When the state, on behalf of the bourgeoisie, begins to lose its ability to rule the entire nation, extraordinary organizations come into play. Otherwise, the sovereign cannot sustain the system, and of course this has a financial portrait; the bourgeoisie cannot run an extraordinary organization with a cheap state. This is also how the solution of financing the special war, the internal and external war through the drug network develops. For dirty work, black money is the most suitable.

Depending on social and economic change, the state is also affected by the way in which class struggle takes place. Financial fraud, extravagance, the looting of the state budget, the war economy and, most importantly, the tasks assigned by the masters are reflected in the organization of the state in the course of the class struggle. In this case, may our professors and our cleanliness-mongering and meritocratic writers forgive us, merit works in its own way. For a thief, skills in theft, for a murderer, skills as a hitman, for a swindler, the appropriate skills, for looting, the skills it requires, for lying, skills in lying, etc., become a measure of merit. To expect otherwise, if not stupidity and blindness, if not foolishness, is to deliberately distort the situation. The thief will want a cleric who writes edicts in a way that acquits him, and this is normal.

The Palace Regime is the extraordinary organization of the monopoly police state, the state of our time, organized under these conditions.

Parliament and political parties now exist on paper and are dysfunctional. They are used only in relevant situations. The electoral system and the ballot box have been buried. It is the sovereign who buries them. The elections itself are a kind of theater, like a play, like a primary school theater.

Today, after the illegitimate elections of May 28, 2023, the Palace Regime has handed over the country’s economy to the international consortium. The master has taken over the situation in order to pay the debts and on this condition, the new Erdoğan government has been accepted in an illegitimate manner. And the master is no longer trying to hide the spear. He is explicitly giving orders, bypassing all diplomatic conventions. And in this respect, far from being a sultan, Erdogan is the head of an unauthorized illegitimate power.

Now, can the Palace Regime be called a sultanate or a “one-man dictatorship”? Surely it can, but it would be both wrong and inadequate to describe the situation.

Simsek, who was put in charge of the economy of the Palace Regime, is a British citizen. But he is not only a citizen, he is also an officer of the international consortium. We are not making this up. This is the situation. Minister-civil servant Şimşek was taken to a meeting in mid-April to give a report to the masters, the international monopolies. There, when talking about inflation, the officer Simsek spoke of “the local population”. He talked about the need to “convince the local people that inflation will fall”. Supposedly, if “local people” believe that inflation will fall, inflation may fall back, and expectations will be a way to do this. But it is the term “local people” that concerns us. Officer Şimşek speaks in the terms of international capital. When the European colonizers “discovered” America, they called the people living there ” local people”. This is the colonizer’s language. The term ” local people” is not an ordinary term and is the clearest proof of who Minister Şimşek is working for. There is no connection between him and these people, and this is the truth. The local population is exactly their point of view. This clearly proves our emphasis on the international consortium. And it is well known that the CHP evaluated Şimşek and the Interior Minister in the new cabinet as “meritorious”. Indeed, for international capital, for creditor capital forces and countries, they are meritorious, so much so that they cannot stop themselves from saying “local people”.

Today the Palace Regime has turned into a war cabinet. This is proof that the war policy will increase even more both inside and outside.

And today, the Palace Regime is preparing to carry out the charity system, which it has put in place to keep the people, whom it condemned to hunger, unemployment and poverty, away from rebellion, through the municipalities. Repression, religion and nationalism are not enough. For this reason, they want to develop a kind of charity system and by giving this charity through municipalities, they want to prevent a revolt against the system.

The Palace Regime is waging a corrupt war inside and outside. The war industry is in operation to create new riches. This is what bothers the Bayraktar family. All public savings have been put at the disposal of the new bourgeoisie and the Palace shamelessly declares that “they are not taking any loans”. When TAI and ASELSAN have been placed at the disposal of the new war barons not only with their savings but also with their staff, is there a need for a loan? When everything produced is bought by the state at unreasonable prices, is there a need for a loan?

This is what the Palace Regime is, and the workers and laborers, those who resist, have no way out except to overthrow the Palace Regime. There is no way to “democratize” the system. On the contrary, war and civil war will develop further. For this reason, it should be fundamental to stand against the establishment of a system of charity through municipalities, to develop social solidarity as much as possible and to organize it in the form of assemblies.

Ahead of us is a period in which we will see newer forms of the Palace Regime’s war and civil war policies. The rulers loved the money with blood sauce. It also suits their character. The Turkish state is of the opinion that it can sustain itself with the policies of war and civil war. Its practices are oriented towards this. This is also an expression of the wishes of Washington, the architect of war policies. This is not a temporary policy.

Against these war policies, it is essential for the working class and the resisters to organize, to organize patiently and stubbornly. Without seeing the war and civil war, revolutionary movements cannot produce correct policies. Without taking the revolutionary organization of the working class as a basis, a continuous and effective war against the system cannot be waged. Therefore, for our front, the organization and revolutionization of the working class is indispensable and must always be kept at the forefront.

Ellerinize ve yalana dair

“ses yalan söylüyorsa,
söz yalan söylüyorsa,
ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgân saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”

Nâzım Hikmet

Dünya öküzün boynuzunda değil, dünya ellerimizin üstünde yükseliyor. Metroda, vapurda, otobüste yanımızda oturanla beraber üretiyoruz çevremizde gördüğümüz her şeyi. Ekmeğinden, kıyafetinden, buzdolabından gökdelenine, havalimanına, uçağına…

Bize düşen ise, kırıntılar.

Mesela İstanbul Havalimanı’nda toplam 200 bin işçi çalışmış. Bu inşaatta çalışan işçilerin bu işten kazandığı toplam para, inşaatın yüklenici firmaları olan Cengiz, Kolin vb.nin bu işten kazandığı parayı geçebilmiş midir?

200 bin işçinin karşısında 3-5 müteahhit.

Bu örneği sözde daha “seküler” Koç Holding’e uyarlarsak daha farklı bir sonuç çıkmayacaktır. Veya dünyayı “yepyeni” bir sayfaya taşıyan Elon Musk’ın herhangi bir şirketine.

Biliniyor Saray/AK Parti her gün yeni yalan üretiyor. Peki, AK Parti yalnız mıdır, onun koltuk değnekliğini yapanlar, normalleşenler, bilcümle kapitalist sistemin adaletsizliğine, çürümüşlüğüne ses çıkarmadan onu devam ettirenler suçlu değil mi şimdi?

Soruyu kenara bırakıp günümüzün tartışmalarına dönelim. Ekonomiyi biz bu hâle getirmişiz gibi, bu hâli yine bizim cebimizden çıkacaklarla çözme planlarına. Veya bu planlar halkın üzerinden dozer gibi geçerken, “nasıl onların isyan etmesini engellerim” çalışmalarına.

İlk konuyu basit hesapla anlatmaya çalışalım. 7-8 ay önceye gidip 2024 bütçe hedeflerine bakalım. Yıl içinde bu bütçeler aşılıyor olsa da, 2024 yılı için 11.1 trilyon TL gider öngörülmüş. Gelir ise 8.4 trilyon. Yani, 2.7 trilyon borçlanacağız, demişler en başından.

Bir de bunun yanında, “vergi indirimi, muafiyeti, istisnası” adı altında zenginlerden 2,2 trilyon vergi almayacaklarını belirttiler.

Zenginden vergiyi alsa neredeyse bütçe açık vermeyecek mi diyeceksiniz. Aslında direkt fazla verecek, çünkü aradaki farkı da zaten borçlandığından dolayı ödediği faize yatırıyor.

Bir de utanmadan diyorlar ki, en düşük emekli maaşının 12 bin 500 TL’ye çıkarılması sonrası, 3.7 milyon emekli bu maaşı alacağından dolayı bütçeye 33 milyarlık ek maliyet getirecekmiş.

100 ailenin vergi affı, milyonlarca emeklinin maaşının kaç katıdır acaba?

Bir de madalyonun diğer tarafına bakalım.

Geçtiğimiz günlerde Türk-İş, Hak-İş ve DİSK başkanları bir araya gelerek asgarî ücretle ilgili 10 maddelik bir bildiri okudular. Bildirinin sonunda ise bir gazeteci, konfederasyonların atıp tutmasından sıkılmış olacak ki, “Talepleriniz kabul edilmezse ne yapacaksınız?” diye sordu. Bu sorunun cevabı milyonlarca emekçi için okunacak ister 10 ister 100 maddelik bildirilerden çok daha önemlidir. Neyse ki Türk-İş Başkanı böyle sorulara karşı idmanlıdır, cevabı hemen verdi: “Önümüzü görelim. Ne yapılacaksa tek tek anlatırız.” Ne yapacaklar acaba, cevabı çoğumuz biliyoruz galiba.

Bereket imdatlarına CHP yetişti. Özgür Özel, asgarî ücretin zamlanmamasına karşı üç gün boyunca saat 21.00’da ışıkları açıp kapatma eylemi düzenleyeceklerini duyurdu. Ne büyük hamle! Sözde eylemine pek katılım olmamış olsa gerek ki Özgür Özel eleştirilere “klavye solculuğunu bırakın, meydanlara çıkın” diyerek cevap verdi. Görüyoruz ki CHP’nin meydanlara çıkmaktan anladığı klavyenin tuşu yerine lambanın tuşuna basmaktır.

Bizleri daha iyi günler beklemiyor, bu bir gerçek. Bu gerçeği tersine çevirmek o kadar kolay bir iş değil, bu da gerçek.

Ama televizyonların, sosyal medyanın bize göstermediği birçok gerçek de hayatın içinde var. Ülkenin her yerinde birçok direniş gerçekleşiyor. Evet, çok büyük değiller, ama haklarını almaya yetebiliyor, bazen de yetmiyor. Bir şeyler yaparak hakkımı alabilecek miyim, diye soranların cevabını öğrenmesinin yolu sokaklara çıkmaktan, eyleme geçmekten, örgütlenmekten geçiyor.

Nasıl ki bugün kadın cinayetlerine kurban gitmek istemeyenler sokaklara çıkıyorlarsa, nitelikli bir eğitim için öğrenciler, özgürlük için Taksim’i zorlayan devrimciler, seçtikleri belediye başkanının yerine bir kayyum atanan Kürtler, doğanın yağmasına karşı köylüler, sokaktaki hayvanlar için insanlar da sokaklara, meydanlara çıkmaya devam edecekler.

4 yıl sonraki veya öncesindeki bir erken seçimle hiçbir şey değişmeyecek, bu süreçte metrobüste, iş yerinde yanımızdakine küfür ederek yaşamak da…

Sızlanmak karın doyurmayacak, direniş kazandıracak.

Sürünerek ölme, dövüşerek yaşa!

KALDIRAÇ

25 Temmuz 2024

Herkese yetecek kadar ölüm varsa, yaşamak ve yaşatmak için mücadele de var!

Yeryüzünde, yeraltında ve gökyüzünde yaşayan ve yaşamayan her şeye sadece daha fazla kâr için bakmak, gördüklerinizi bir süre sonra insan, toprak, hayvan, ağaçtan öte işine yaramayanı, yeterince kâr getirmeyeni yok etmeyi getiriyor.

Tüm tepkilere rağmen önce komisyonlarda görüşülen sonrasında meclise taşınacak “hayvanları koruma kanunu” kisvesi altındaki teklif, hayvanları öldürmeyi tartıştırmaktadır. Argüman olarak ise hayvanlar tarafından yaralanan, hayatlarını kaybeden insanlar gösterilmektedir. İnce bir çizgidir bu. Bize her zarar vereni öldürelim mi denmektedir? Üstelik hayvanlar bunu bile isteye bile yapmazken, aşılama, kısırlaştırma ve yaşatma uygulamaları yapılmazken… Bir arada yaşama sorumluluğu burada köpeklerde değil bilfiil insanlar ve onların geliştirecekleri politikalardadır. Sokak hayvanlarının saldırganlığını bir suç olarak görmek, bu suçu köpeklere atmak ve çözüm olarak da öldürelim demek, egemenlerin bilinçli olarak yaydığı ölüm politikaları karşısında en hafif tabiri ile aymazlıktır.

Bugün bu sistem çeşitli yollarla ölümü dayatmaktadır. Emeklileri 12 bin 500 TL ile hayatta kalmayı zorlayarak, işçi emekçilerin içinde bulunduğu krizi büyüterek, kadınları sokak ortasında öldürerek, öğrencileri bir gelecek beklentisi olmaksızın yaşamaya mahkûm ederek, dünyayı savaş alanına çevirerek, insanları göç etmeye zorlayarak, madenler için doğayı yağmalayıp altında da işçileri bırakarak, ağaçlar mı onları da keselim yol yapalım diyerek… Bu sistem içinde herkese/her şeye yetecek kadar ölüm vardır.

Ama bu dünya üzerinde her canlıya yetecek kadar yaşam da vardır. Bu ancak her şeye dayatılan ölüme karşı birlikte mücadele etmekten geçmektedir. İşçilerin, kadınların, öğrencilerin, halkların haklarını ve yaşamlarını savunmalarıyla ağaçları, nehirleri, hayvanları, bir bütün olarak yaşamın ve doğanın varlığı için mücadele etmek iç içedir. Bu dünya üzerinde hepimize ölümü reva görenlere karşı mücadeleyi büyütmek, yaşama ve doğaya sahip çıkmak, bunu bilen ve anlayan bizlerin sorumluluğundadır.

Kaldıraç

21 Temmuz 2024

Interview with Scottish Socialist Party: UK Elections, Imperialist War and International Solidarity

In an interview with our struggle friends from the Scottish Socialist Party, we talked about the elections in the UK, the situation of the working class in England and Scotland, the imperialist war, and international solidarity. We thank our friends for their contributions and share them with you in the hope that it will further develop our solidarity.

SSP: As Scotland’s internationalist, anti-imperialist socialist Party, the SSP is glad to make this connection with our comrades in Turkey. In times of increasing inequality and international turmoil, the problems and difficulties, the contradictions and absurdities (as James Connolly termed them) which abound in the very nature of capitalism are writ large for all to see. We believe it is our responsibility as a class struggle Socialist Party to seize the opportunities offered to us by geopolitical chaos and Capitalist crisis to display to the working classes the potential for radical socialist societal transformation. We know that you share our vision of a socialist world and work tirelessly to help to bring one about.

We thank Kaldıraç for this chance to present our analysis of the 2024 UK elections to your readers.

1. We’d like to begin with the recent elections in the UK. The elections have been described in the mainstream media as a major victory for The Labour Party and one of the Tories’ greatest losses. However, the election also saw one of the lowest turnouts in the country’s history, and the actual number and share of votes of The Labour Party was lower than Corbyn’s results in 2019. Can you explain the reality behind this narrative of victory for Labour? How should we approach the results in terms of the actual decisions and preferences of the working class, and the attitudes they demonstrate towards the ruling class?

SSP: The first thing that we should take into account is the overwhelming anti-Tory feeling which characterised this election. The Conservative Party has been the party of government for 14 years, and over the course of their rule we have seen inequality increase drastically: austerity was presented by former Prime Minister David Cameron and his Chancellor George Osborne as an absolute necessity rather than a political choice, and the consequence of this austerity has been the decimation of our public services and of the lives of millions. The NHS is in a state of absolute crisis, with waiting lists resulting in many patients waiting months for essential treatments and diagnoses; food bank usage has increased from sixty thousand to over three million since 2010; and a record number of Britons are experiencing fuel poverty. Combined with a total lack of trust in the Conservative Party exacerbated by the so-called Party-Gate scandal which helped to dethrone Boris Johnson, Liz Truss’ disastrous 50-day premiership, and a series of high-profile defections, these factors created the perfect circumstances for Labour to present themselves as the only viable alternative, and effortlessly win the election.

Despite the extent of this victory being exaggerated by the undemocratic ‘First Past the Post’ voting system – which allowed Labour to win 63.2% of the seats with only 33.7% of the vote – Kier Starmer and his team claim that the British public have put their trust in the Labour Party. Labour’s relatively low vote share – and the historically low turnout overall – paint a different picture. The British public have been largely unmoved by Starmer’s hollow promises of “Change”: 14% of votes cast went to Reform UK, a far right political party led by opportunistic reactionary (and now Member of Parliament) Nigel Farage; the social democratic Green Party more than doubled their vote to 6%; and independents won massive vote shares in seats nationwide, most of these independent candidates standing in opposition to Labour’s pitiful response to the genocide in Gaza.

Labour’s victory is ultimately down to the destruction of the Tory Party, with Labour basically winning the election by default. However, the aforementioned gains for the far right (who won 5 seats, but a large percentage of the vote share) should be a cause for concern for socialists organizing across the UK – these gains are of course an inevitable result of the working class losing faith in the neoliberal politics of the mainstream parties. 

Former Labour leader Jeremy Corbyn also stood as an independent in the Islington North seat which he has held since 1983, and defeated the Labour candidate by over 7000 votes: this result reportedly caused a great deal of distress across the Labour leadership, and challenged the narrative that Labour’s victory was a result of their rejection of Corbyn’s left-leaning politics.

Overall, the British working class have shown themselves to be largely disillusioned by mainstream politics. Many working class people have become apathetic, whilst others have turned to the far right in their search for an anti-establishment political party. It is the job of socialist organisations to build grassroots support and steer the British public towards Marxist conclusions, and away from the reaction and hate of the Reform Party and their fascistic bedfellows.

2. Can you describe the campaign promises and messages employed by Starmer and the Labour Party during the election period? What kind of alternative did they offer to the working class? How would you describe the feelings and expectations the working class had approaching the election?

SSP: Labour’s election slogan was a single word: “Change”. This focus-group-tested slogan would prove the most inaccurate and farcical tagline since Theresa May and her chaotic government’s declaration of themselves as the “Strong and Stable” option in 2017.

Before his landslide election victory in 1997, Tony Blair had taken the effort to lie to the British public about the changes they would see under a Labour government. During his 2024 campaign, Starmer and co. didn’t even bother to pull the wool over people’s eyes. 

Starmer’s Labour would not agree to scrap the two-child benefits cap, which means that mothers will only receive benefits for their first two children, unless they can prove that subsequent children were born as a result of rape (or ‘non-consensual conception’, as official guidelines call it). With around 1.6 million children in the UK living in poverty, this barbaric benefits cap cannot be justified. Starmer has refused to commit any extra funds towards benefits, and has stated that there will be “no change” to the two child benefit cap under a Labour government. Labour have also refused to scrap the bedroom tax, an additional tax for those renting a council property with a “spare bedroom”.

Both Labour and the Tories were fighting on the same side of a manufactured culture war, attempting to move further to the right on immigration and social issues than their opponents (both were outflanked by Farage’s Reform Party, so this strategy wasn’t much of a vote winner). Immigration was made one of the big issues of the election, with both mainstream parties pushing the narrative that “Britain is full”. The Conservative election slogan – Stop the small boats – was not the subject of criticism from the Labour Party, who instead attacked the Conservatives for not being committed enough to deporting migrants. Combine this age-old tactic (“it’s not the ruling class who are stealing the wealth, it’s the migrants!”) with vicious attacks upon the transgender community designed to appeal to the most reactionary elements of the working class, and a healthy dose of Islamophobia. The divide-and-rule employed by the Conservative Party has been adopted wholesale by Labour, and this will be to the benefit of the ruling class.

Starmer has also pledged Labour’s commitment to strengthening Britain’s place in NATO, and to maintaining our TRIDENT nuclear weapons system, which is kept in Scotland. The Campaign for Nuclear Disarmament has called Labour’s victory a “huge setback” for anti-nuke campaigners in the UK. Again, a clear statement from Starmer: “the status quo will not be challenged”!

The Labour leadership advocated for private involvement in our public services with as much gusto as their opponents. Their Blairite health secretary in waiting Wes Streeting openly called for bringing the private sector into health care provision. Their Chancellor Rachel Reeves promised to “stick to Tory spending limits”, buying into the right wing, Thatcherite idea that one of the richest countries in the world doesn’t have enough money to build decent council housing, run an efficient and fully funded health service, end food poverty and fuel poverty, provide decent benefits, pay public sector workers fairly, etc. 

As has been the case with every Labour leadership – including Corbyn’s – Starmer and co. opposed Scottish independence. 

During the election, the SSP adopted the slogan “Reject Red Toryism”: there was very little difference between Sunak and Starmer during the campaign. In his first few weeks as premier, Starmer has proven that the “Red Tory” label was an accurate one.

3. It was reported that 2022-2023 marked the biggest rise of absolute poverty in the UK in 30 years, with 12 million people, or 18% of the population, living in this condition. How would you describe the conditions the working class faces currently in the UK? 

SSP: Working class life in the UK has become significantly more difficult over the past 14 years, accentuated by the Covid Pandemic, which saw the great hordes of wealth amassed by the ruling classes increase significantly whilst the majority were advised to “tighten their belts”. The lie spread throughout the pandemic by the richest in society that “we are all in the same boat” was exposed after a series of dodgy deals whereby huge PPE contracts were awarded to the friends and family members of MPs and government ministers came to light: the poorest in society were expected to rot in hospital corridors whilst doctors and nurses worked themselves to death without the support they needed, meanwhile the rich partied and amassed their corpulent, filthy wealth.

After the pandemic ended, this gap continued to grow at a stunning pace. Child poverty, fuel poverty, and food poverty reached record heights, and the number of foodbanks in the UK exceeded the number of McDonald’s restaurants. 

Homelessness has been on the rise, and it has been left up to charities and non-profit organisations to ease the impact of the cost of living crisis on society’s most vulnerable. Former Home Secretary Suella Braverman vowed to fight homelessness by criminalising it – targeting those who pitch tents on public property! 

Workers have received real-terms pay-cut after real-terms pay-cut. After the pandemic, a strike wave shook Britain, and brought class consciousness to workers who had previously never stood on a picket line (unlike most UK political parties, the SSP have stood unashamedly with striking workers since our inception: whether they are in conflict with private companies, the Westminster government, or the SNP government in Holyrood). This strike wave however largely died down, though workers in several sectors (including college lecturers, who are in direct conflict with the SNP in Scotland) continue to fight against the cuts to their quality of life.

The key problem faced by those of us attempting to organise a fighting working class alternative is the apathy of huge swathes of the working class. This apathy is a result of the failure of party politics, and in many cases the failure of trade union leadership (the energy of the aforementioned strike wave was largely wasted, leaving newly active workers disheartened). Without a vehicle to fight back – in the form of an educated, organised vanguard party – conditions will continue to deteriorate for working class people across the UK. 

4. What kind of internal policies concerning social services, taxes, social rights, etc. do you expect from the new Labour government? Will Labour resolve the problems you mentioned above, or do they actually really want to? Why or why not?

SSP: So far, the Labour government has already doubled down on promises to maintain the two-child benefit cap, to increase private sector involvement in public services, to ban puberty blockers (disregarding scientific evidence in order to appeal to anti-trans campaign groups), and to refuse to raise taxes on the wealthy and big business. Labour has styled itself as an “electable” party who can reliably maintain the status-quo, and have pandered to big business and media moguls throughout the election campaign. Evidently, many Conservative Party ministers believed that the Labour Party were – in fact – the continuity Conservatives, as several of them (including Natalie Elphicke, a devout right winger known for her anti-migrant rhetoric) defected to the Labour Party. The Labour Party have copied the Tory’s policy platform, and this lack of difference between the two major parties has been a key driver of the apathy that has swept the British working class. Labour have openly admitted they will not address the policy issues outlined earlier in this interview, and it is unlikely that they will solve the problem of voter apathy, given that they are one of the major causes of it.

5. Can you describe your general view of the changes in the Labour Party over the last decade or so, especially with respect to Corbyn’s ousting?

SSP: As Vladimir Lenin said, the British Labour Party is a bourgeois worker’s party. It has never represented radical socialist change, and whilst throughout its history the political shade of the leadership has varied somewhat (from social democrats like Micheal Foot to imperialist warmongers and Thatcherites like Tony Blair), it has always been an obstacle to worker unity. In the 1980s, when a militant tendency within the Labour Party successfully used the Party as a vehicle to further the interests of the working class in Liverpool, these militants were disciplined, and their leaders expelled. The Liverpool Militants were expelled under Neil Kinnock, the treacherous enemy within of the worker’s movement: Kinnock wholeheartedly endorsed Starmer, who has adopted the methods of his predecessor in his purging of the Left within the Labour Party.

When Jeremy Corbyn became the Labour leader, he was underestimated by the Labour Right and the British press, who viewed him as a scruffy red who would never be taken seriously by the British voter. When Corbyn came within inches of Downing Street in 2017 – despite his campaign being sabotaged from within by the right of his own party – the British establishment received a hell of a shock, and vowed never to let Corbyn or his allies near power again. 

The Labour defeat in 2019 has been presented by the British press and by the current Labour leadership as a rejection of Corbynism, and – despite winning less votes than Corbyn received in the two elections he contested in 2017 and 2019 – Starmer claims to have transformed the Labour Party into an electable force, one which is “sensible” and “grown up”. The “sensible” and “grown up” politics of Starmer’s Labour are in fact nothing more than a continuation of the politics of the past 14 years: a politics of austerity, reduced standards of living, and wealth inequality.

Despite the flaws of Corbyn’s social democracy, he did present a genuine alternative for British voters: he promised that his first act as Prime Minister would be to end homelessness; he stood throughout his leadership (as he has done throughout his political career) in solidarity with oppressed peoples across the globe – including those in Palestine – and has opposed UK military intervention in Iraq and elsewhere; and he promised to repeal the draconian trade union laws and benefits caps imposed by the Tory government (as well as those introduced by the previous Labour governments of Blair and Brown). During the Labour leadership elections, Kier Starmer promised to keep the policies that Corbyn had stood for – one by one, Starmer broke his promises and abandoned the meaningful changes which Corbyn’s Labour had fought for.

The destruction of the Corbyn project by the Labour Right was blatant, and the full scandalous details of the campaign against him have come to light in the past few years. Starmer represents the establishment: he correctly boasts that he has changed the Labour Party, and he has indeed transformed it: into an openly right-wing, imperialist, capitalist party in the mold of Macron’s centrists in France and Joe Biden’s Democrats in the US. It’s no coincidence that Starmer’s idol – the butcher of Iraq, Tony Blair – has been vocally supportive of his protégé’s performance so far.

6. The Scottish Socialist Party fights for an independent socialist Scotland. Scotland has its own government and Parliament with devolved powers within the United Kingdom. Can you generally describe the politics of Scotland and its relation with the UK for our readers, including the official powers and position of the Scottish Parliament?

SSP: The SSP has always advocated for Scottish Independence, not on nationalist, Anglophobic grounds, but rather with the view that breaking away from the Westminster government would allow the Scottish working class to pursue their interests without being blocked by the government down South. It should be noted that we have no faith in the Scottish Government as it stands to deliver independence or the changes that it could bring about – we believe that only a worker led socialist movement can bring about these changes.

The Scottish Parliament is granted certain devolved powers (including social care, education, and local government), but devolution is limited, and many powers remain reserved to Westminster. The Holyrood government in Scotland is generally considered to be more liberal and progressive than the government in Westminster, and in certain respects it is: despite flaws in their Gaza, immigration, and LGBTQ+ policies, the SNP government in Scottish parliament is significantly better on these issues than the outgoing Tory government, or the incoming one. The Scottish Government also opposes the two-child benefit cap. 

This said, the Scottish Parliament is by no means a beacon of progress. Ask any education worker: the SNP government has powers over education, and their incompetent, neoliberal handling of the sector has lost them a lot of support. Despite vocally opposing the genocide in Gaza, the Scottish Government still allows arms manufacturers to indirectly claim a significant amount of taxpayer money in subsidies. Furthermore, the new SNP leadership, with the thoroughly un-radical John Swinney at the helm and the outright right winger Kate Forbes as his deputy. Scottish independence is the only factor linking all SNP members, it is the broadest of broad tents. 

As for the political makeup of Scotland, Scottish exceptionalism should be avoided. There are positive points in Scotland’s electoral history – the election of 6 Scottish Socialist Party MSPs in 2003 with 6.7% of the vote being a notable one – but our country is by no means free of reaction, nationalism, and racist sentiment. The split is by no means a unionist/nationalist one: the struggle for independence is one made up of trade unionists, socialists, and ordinary working class activists, but it also attracts more reactionary and right wing elements; whilst the unionist parties at Holyrood are – by and large – more rightward leaning than the pro-independence ones, many ‘No’ voters are lifelong trade unionists and/or socialists who’s analysis has brought them to a different conclusion – we would disagree with them on the issue of independence, but embrace them as comrades nonetheless. 

Across the Indy split, right wing tendencies are undoubtedly present in Scotland: look to the 2024 Westminster elections, where 7% of Scottish voters lent their vote to the far right Reform Party. The aforementioned Kate Forbes, socially and fiscally Conservative, won 48% of the vote in the SNP’s internal leadership election in 2023: she was beaten by the center-left candidate Humza Yousaf by a bawhair (to use an old Scottish expression). 

Scotland is by no means immune to a rightward shift in the political landscape. We share our material conditions with our English comrades, and our political makeup is not significantly different.

7. In the latest elections, the SNP lost a significant number of votes while Labour’s votes increased in Scotland. Additionally, while Labour in Scotland got 37 MPs with 35% of the vote, SNP got 9 MPs with 30% of the vote. Can you describe your view of the results of the elections in Scotland? What were the results like for your party?

SSP: Whilst the Conservatives will go down in history as the ‘losers’ of the 2024 UK elections, it is fair to say that the party that was most severely injured was the SNP. 

Large sections of the Scottish working class are sick of the SNP. The SNP have been in power at Holyrood since 2007, and have overseen a tangible decline in the standards of living for many in Scotland and, notably, an increased level of strike action directly against Scotgov in recent years. Despite it being their key mission statement, the SNP have failed to deliver independence, and it seems that many independence supporters turned out to vote for unionist parties at the elections, as whilst the SNP vote sat at 30%, support for independence still hovers around 50%. A stench of corruption has surrounded the party over the past couple of years – with perhaps the most famous scandal being the caravan bought using campaigning funds. This will undoubtedly have played a part in the downfall of the SNP project, which prior to these elections had been one of the most electorally successful political machines in UK history.

Scotland wide the result was devastating for the SNP, the extent of the Labour swing left them with a worse result than many SNP activists and MPs might have feared – a reasonable prediction for the SNP would have been 13-18 seats, so the final total of 9 will be seen as a total rejection of the way Scotland’s ruling party have governed.

As for the Scottish Socialist Party’s result, we performed better than predicted. Our vote share was always going to be modest given the size of our Party, the political landscape of the present moment, and the fact that Westminster elections are historically the ones in which we pull in the weakest share of the vote (thanks to the unproportional voting system, the focus on England, and the hefty fee for standing a candidate), but the facts and figures are promising. In both seats in which we stood, we doubled our vote, and earned 1.3% of the vote in each constituency. The fact that we convinced 1000 voters to put their X in our box in an election where record numbers stayed at home, and the majority of voters seemed focused mainly upon getting rid of the Tories, is not to be underestimated.

It is also worth noting that we received the highest average vote of any far-left Party in the UK. Whilst there are many reasons to mourn the result of the election, our performance should be celebrated: historically, the SSP performs better under a Labour government (when the working class does not have the same illusions in the Labour Party, and begins to seek true socialist representation), and the upcoming 2026 Scottish Parliament Election presents much more fertile ground for us. 

8. In the imperialist wars in Ukraine and Palestine, the UK state has been a staunch ally of the US. Its funding, and military and political support for Israel continue amid the ongoing genocide, and despite strong public protests against the UK’s support to Israel. One reflection of this situation was the election of 5 pro-Palestinian independent candidates in the latest elections, which were seats lost by Labour. Can you summarize the public reaction, protests, and resistance against Israel’s genocide in the UK? How do you interpret the wins by the independent candidates?

SSP: With regards to Ukraine, the new Labour government has been very clear that it takes the same stance as the Conservatives. A couple of weeks into his premiership, Starmer has stated that “Ukraine is, and always will be, at the heart of my government’s agenda” – meanwhile, the UK continues to support Israel with war planes and military equipment. The Labour leader – who last year forbade his MPs from voting in favour of a ceasefire – has long been the target of criticism from pro-Palestine campaigners: at marches across the UK since October of last year, the crowds could be heard chanting “Fuck Kier Starmer!”, his stance on Gaza has cost him dearly. 

A major upset took place in Leicester South where prominent Labour MP Jonathan Ashworth lost his seat which he had previously held with 67% of the vote to independent Shockat Adam – the image of a victorious Adam holding a keffiyeh above his head and declaring “This is for Gaza!” proved to be one of the defining moments of election night. It is not only the victories which were noteworthy, but also the near-misses: new Health Secretary Wes Streeting (who has openly admitted his desire to see an increase in private sector involvement in the health service) held onto his seat by just over 500 votes after being challenged by British-Palestinian independent Leanne Mohamad. These two results display the extent to which Labour has lost the trust of large sections of the British public (particularly, but not exclusively, the British Muslim population) who would previously have been a part of Labour’s base. The victories of 5 independent candidates and near-wins of many others is a significant element of this election which the anti-war Left should aim to build upon. 

Starmer and his colleagues (be they imperialists or merely careerists) will approach the genocide in Gaza and the war in Ukraine in much the same way as other neoliberal governments across Europe have done. The UK Left must point this out, and display to the British public that money spent on weapons would be better spent on – for example – our crisis-stricken health service.

9. One of Starmer’s first acts has been to announce that Ukraine can use British missiles to launch attacks inside Russia. He also committed to raising the defense spending to 2,5% of GDP, which is the same level of increase as what Sunak had announced in April. Sunak had also announced plans to introduce mandatory military service. Can you talk about your view of the UK’s position in the international crises of capitalism and imperialism, especially with regards to the ongoing and possible future wars? Do you expect any change in the UK’s foreign policy? 

SSP: The new Chancellor of the Exchequer Rachel Reeves was quick to declare after Labour’s landslide victory that “there’s not much money there” to invest in public services. Despite this alleged lack of funds, Starmer was able to scrape together £3 billion to hand to President Zelenski in Ukraine, with a promise of a further £3 billion in a year’s time. This should not come as a shock, as during his time as Leader of the Opposition, Starmer had stated “there will be no difference between the political parties on [Ukraine]”, and declared that “Labour doesn’t just hope for Ukrainian victory, we believe in it”. So there is little hope for peace if Starmer has his way: much like his former political opponent Boris Johnson, Starmer seems to believe that the only acceptable end to the war on Ukraine is outright military victory, and he is willing to see the war fought to the very last drop of Ukrainian blood.

This warmongering and rhetoric provides a great justification for the massive rise in defense spending, which the majority of the British public would see as totally unjustifiable given the state of our public services. This fits in with the saber rattling of other NATO member states, most prominently the USA, who are actively destabilising the world and preparing for war (most often, their bogeyman is the gangster capitalist regime of Putin in Russia). The SSP vocally condemned Putin’s invasion of Ukraine, but also the expansion of imperialist NATO; this, at times has left us the subject of criticism, particularly in the early days of the war where anything short of full uncritical support for the Ukrainian government was considered Putin-apologism. The military dictatorship in Ukraine will welcome Starmer’s election, we have already seen the Prime Minister give Ukraine the nod to use British arms to commit war crimes. 

To quote a Palestinian comrade, Kier Starmer is “a human rights lawyer who decided to join the other side”. The increasing jingoism and nationalism in the West is a cause for concern: Starmer’s Labour will play their part in ensuring that the specter of war is never far from people’s minds. 

10. Can you talk about some of your party’s ongoing major campaigns to establish socialism in Scotland? What do you think are the immediate major challenges to advancing socialism?

SSP: Since October, we have campaigned in solidarity with Palestine, at demonstrations, protests, and on SSP street stalls. We have stood in solidarity with the Palestinian people since our inception, and our efforts to help fight several campaigns (the show Israeli genocide the red card campaign against the Scotland v Israel Women’s match, and the successful Ghassan for Rector campaign at Glasgow University, for example) have allowed us to spread socialist ideas to a wider audience, and to help that audience reach anti-imperialist, anti-capitalist conclusions – Capitalism means war without end is a message which has resonated with large sections of the working class. We have campaigned tirelessly throughout our existence against cuts to local services, calling on the Scottish government to rebel and pass a no-cuts defiance budget, this campaign continues and can only pick up more support as the Labour government continues to impose Tory spending limits. The campaign for free public transport is a popular and long running one, which allows us to engage with workers on the issue of public ownership. We continue to play an active role in the Scottish Independence struggle, and to drive the movement away from the pitfalls of narrow-minded nationalism and towards a vision of an independent socialist Scotland.

These campaigns have met with a great deal of success, but the barriers to building the movement have been significant.

One of the key obstacles we face in Scotland and across the UK – as has been mentioned earlier in this piece – is apathy. We must revitalise our movement and convince the working class that a better world is possible; through our campaigns and our tireless on-the-street work, we are doing our utmost to do this. The “socialism later” argument has also reared it’s head, with many arguing that “we need to get independence first, then we can think about socialism”, or “we have to get the Tories out – at any cost – before we can have radical change”: these attitudes are widespread in Scotland, but hopefully the collapse of the SNP and the reign of a right wing Labour government will allow large sections of the working class to realise that the fight for socialism can’t wait.

The increasing presence of the far right could also pose a problem, and the current system is much more hospitable to them than it is to us. Gone are the days of street battles with the National Front, today’s fascists (with the charismatic Farage at the helm) are far smarter and far more dangerous. The Reform Party utelises the soapbox presented by bourgeois democracy to spread their poison, buoyed by a sympathetic media which is always willing to offer them a platform. Farge himself appears on our screens most nights of the week, and now that he is an MP, the frequency of these appearances can only increase. All publicity is good publicity, and with a Reform representative on most political programs on UK TV, it is not a surprise that millions of working class people wrongly see Reform as the antithesis of the corrupt and chaotic mainstream parties – the anti-establishment alternative. 

The SSP – and the left more generally – must present ourselves as the real, radical anti-establishment choice. In five years time when the Labour government have failed the worker again and again, the choice for the UK will be between right wing populism and internationalist socialism. As it stands, the socialist movement is not robust enough to tackle Farage and his band of reactionaries. We must convince potential Reform voters that the interests of their class are not advanced by the scapegoating tactics of Farage, and to do this we must be united. The SSP are constantly building, and we are confident that we will be ready to take on the fight against the far right in Scotland, but without a strong left movement in England the door is left wide open for Reform to waltz in to Downing Street come 2030.

Despite these obstacles, the SSP continues to grow at a steady rate, and we believe that this growth can only increase. As a Party, we have a long political memory, and we contain a great wealth of knowledge and experience which will allow us to tackle the battles which are to come. For now, we continue to build and to fight campaigns which resonate with working class people, and our message of anti-corruption, anti-careerism, anti-imperialism, internationalism and socialism continues to strike a chord and fill a space in Scottish politics which is otherwise vacant.

11. The international working class and the peoples of the world are at an important crossroads. With looming and continuing imperialist wars, the existential threat of climate change, and nationalist-racist political programs of the ruling classes advancing across major imperialist countries, we need international solidarity more than ever. How do you think we can develop our international solidarity? How should we challenge the imperialist war, both internationally and nationally?

SSP: Publishing this interview, and forging a connection with comrades in Scotland is a fantastic step towards building the international solidarity that our movement needs to survive. Efforts made by your organization and others to reach out across national divides are all too rare, and should be encouraged wherever possible. Coordinated international actions – which would show the ruling class that the workers of the world are indeed united – are necessary, and these actions must be organised by experienced Marxists. The socialist movements in our particular countries do some fantastic work to bring workers together on a national level, maintaining contact with likeminded groups across the globe will allow us to keep our members informed. Co-ordination between groups, cadre building, and regular activities are all vital.

Beyond this, sharing contacts and articles with other groups and helping movements to link up with one another is always to be celebrated. We applaud Kaldıraç for their efforts on this front.

12. Do you have anything you’d like to add or a message to our readers in Anatolia?

SSP: The SSP once again extends our thanks to Kaldıraç for offering us this chance to speak to your members, and we encourage any comrades to get in touch with the SSP should they find themselves in Scotland. We are proud to represent the Marxist tradition in our neck of the woods, and it strengthens us to gain this connection with comrades who are playing their part to carry on the struggle in Turkey.

The SSP operates on the core principles of Struggle, Solidarity, and Socialism; this solidarity does not end with the national border. We look forward to continuing this relationship with Kaldıraç and associated groups in Turkey. Keep fighting – La lotta continua!

Jamie O’Rourke – Scottish Socialist Party Executive Committee member and president of SSP Students Glasgow

“Heraklit! Heraklit! Akar suya kabil mi vurmak kilit?”* | Tutku Kırcalı

1 Mayıs Uluslararası İşçi ve Emekçi Günü’nün işçi sınıfı nezdinde tarihsel önemini ve bu topraklarda Taksim Meydanı’nın hem 1 Mayıs için hem de toplumsal direniş mekânı olarak nerede yer tuttuğunu arkadaşlar zaten açıkladı (ve açıklayacaklardır). Benim söyleyeceklerim biraz daha taraflara ve günümüzün koşullarına dair olacak.

Marx’ın söylediği gibi, “Sınıflı toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.” İki sınıf var; egemen olan burjuvazi ve burjuvazinin egemenliğini henüz alt edememiş olan proletarya. Onlar ve biz. Onlar: sömüren, sırtımızdan geçinen ve sahip oldukları en güçlü örgütleriyle -devletleriyle- birlikte, her türlü ideolojik aygıt ve baskı unsurlarını; hukuk, eğitim, aile ve din gibi üstyapı kurumlarını kullanarak, egemenliklerini sürdürenler. Bizler: onların zenginlikleri dâhil olmak üzere, yaşama dair ne varsa üreten, zamanı geldiğinde onların egemenliklerini, devrimci öncü örgütün önderliğinde devirerek bizden çaldıkları ne varsa; bilimi, sanatı, tekniği ya da sadece üç öğün yemeği onların kilitli kasalarından kurtararak, ürettiğine sahip çıkacak olan; asalakları devirecek ve emeğin, halkların, yaşamın özgür olacağı bir dünya kuracak olanlarız. Kişisel inanç ya da yorumlardan bağımsız olarak tarihin zorunlu akışına göre çürümekte olan kapitalizmi alaşağı edecek ve insanlığı emek sömürüsünün prangalarından kurtaracak olanlarız.

Elbette egemenler bunun gerçekleşmesini mümkün olduğu kadar erteleyerek kendi saltanatlarını sürdürebilmek adına ellerinden geleni yapıyorlar. Ama sistem sarsılıyor. Bugün yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine kurulu sistem neredeyse on yılda bir tekrarlanan sistematik ekonomik krizlerinden artık çıkamıyor, kendi vadettiklerini dahi topluma sunamıyor. Artık SSCB’nin de olmadığı bir denklemde kendisinden söke söke alınmış hakları bir bir geri alıyor, tırpanlıyor. Başta ABD’nin öncülük ettiği NATO eliyle Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da, Suriye’de, Ukrayna’da, Filistin’de çıkardığı savaşlarla hem kendini finanse etmeye çalışıyor hem terörle dünyayı yeniden paylaşmaya. Medya ve kültürel çalışmalar aracılığıyla hepimizi biraz daha aptallaştırmaya, körleştirmeye, yabancılaştırmaya, tüketen ve tükettikçe kendini tüketen, toplumsal bağlarını inkâr edip birey olma illüzyonuna kapılarak gittikçe yalnızlaşan insan müsveddeleri olmaya itiyor. Ve bunların arasından sıyrılarak çıkıp tekerine çomak sokan -iktidar ufkuyla olsun olmasın- en ufak bir “hak” arama eylemine dahi, üç kişinin bile yan yana gelişine karşı, hem polisiyle hem hukukuyla hem medyasıyla saldırıyor.

Bu sadece bizim topraklarımıza has bir olgu değil, egemenin krizi yalnızca TC’ye özgü değil. Bugün Almanya’da Filistin’le dayanışma eylemi yapan öğrencilere polis saldırıyor, Fransa’da polis işçileri katlediyor, Amerika’da üniversiteler direnişçi akademisyenlere kapılarını kapatıyor.

Ancak güzel bir deyişi var şairin: “Heraklit! Heraklit!/ Akar suya kabil mi vurmak kilit?”

Aynı Almanya’da öğrenciler Filistin için çadır atmaya devam ediyor, Fransa’da yüz binler sokağa dökülüyor, Amerika’da “işgal, yeniden” sesleri yükseliyor.

Ve topraklarımızda, Filistin İçin Bin Genç’in eylemlerine saldırarak, “Boğaziçili teröristler” diye manşet manşet bizleri afişe ederek, sendikalaşan işçileri işten atarak ya da İstanbul Sözleşmesi’ni iptal ederek devlet; dört bir koldan bizlere saldırsa da, bizler; İstanbul Üniversitesi’nde “Kayyum rektör istemiyoruz” diye nöbet tutmaya, ABD üslerinin önünde “Nehirden Denize Özgür Filistin”in sesini yükseltmeye, Özak’ta ya da başka bir fabrikada taşeronlaşmaya karşı greve, kadın cinayetlerine karşı sokak eylemlerine, İkizdere’de ya da Akbelen’de ranta kurban edilen doğa için direnmeye, “Suruç için Adalet” çağrısını yükseltmeye, “Gezi’de düşene dövüşene bin selâm!” demeye, 1 Mayıs’ta Taksim’e yürümeye devam ediyoruz. Durmadan akan, yıkıp yapan akışın, çizgilenmiş sesi olmaya devam ediyoruz. Anadolu’da bir devrim mayalanıyor. Ve TC’nin egemeni Saray Rejimi, Gezi’den bu yana bilhassa süregelen devrim korkusunu hissetmekte haklı olmakla birlikte son çırpınışlarını umarsızca sergiliyor. Yaşadığımız 1 Mayıs süreci bu durumun kanıtıdır. Belki bizden bile iyi bilmektedir egemenler; yüreklerimize düşen özgürlük ateşi onların ölüm yangını olacaktır. Bu yüzden kitlelerin 1 Mayıs’ta Taksim’de olma iradesini kırmak için her yolu denemişlerdir.

Taksim Meydanı’nı yasaklamak bunun sadece bir yanıdır. Bir yanıysa sözde işçi sendikalarının yürüyüş rotalarında son günlerde yaptıkları değişimdir. Saray Rejimi’nin aparatı olarak, toplumun isyancı yanlarını kurutmak hariç bir görevi olmayan CHP’nin ve DİSK’in o gün kitleleri geri çekerek, alanı dağıtmaya yönelik müdahaleleri bir yanıdır. Surların önüne dizdikleri polis ordusu bir tarafı; devrimcileri, 1 Mayıs’ı ve Taksim’e yürüme iradesini kriminalize etmek için şafak operasyonlarıyla yapılan tutuklamalar, medyada gerçekleşen karalamalar, devrimciler ve halk arasına örmeye çalıştıkları korku barikatları bir tarafıdır.

Ancak egemenlerin çabaları nafiledir. Çürüyen sisteminize karşı yavaş yavaş yan yana gelen, meydanlarda biriken ve sonunda sizleri alaşağı edecek olan yüz binleri susturamazsınız. Devrimcilerin mücadelenin içinde; toplamın içinde ve onun bir adım önünde, önderlik ederek iktidarı alacak olan savaşımını durduramazsınız. İki ay, dört ay ya da çok daha uzun süreli tutuklamalar, işkence ve baskılarla buradaki bizlerin bu savaşımın neferleri olmamızın önüne geçemezsiniz. 1 Mayıs’ın kavgamızın berraklaştığı gün olmasını ve çok yakında barikatlarınızı kıra kıra Taksim’e çıkarak yerinde kutlanacak olmasını engelleyemezsiniz. Sizin mahkemelerinizin ve vereceğiniz kararların tarih nezdinde fazla bir hükmü yok. Biz devrimcilik yapmaya, devrimciler mücadeleyi örgütlemeye, halklar mücadele etmeye devam edecek/edeceğiz. Önümüzdeki sene yine ellerimiz bayraklarımızı güneşe yakınlaştıracak, bacaklarımız barikatların üzerine atılacak ve 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak için saf tutacağız. Ve gün gelecek Taksim açılacak, yetmez, gün gelecek hükümdarlığınız da yıkılacak.

Bugün verilecek karar ne olursa olsun bunları değiştiremez. Ama bize şunun bilgisini sağlayacaktır: Düzenlenen bu mahkemenin hâkimi, tarihin akışına kör kalıp egemenlerin önünde diz çökerek isminin yanına unutmayacağımız bir çentik mi ekleyecek, yoksa; bu tarihin akışına, önemsiz de olsa, bir set çekme çabasından vazgeçerek çoktandır verilmesi gereken kararı mı verecek? Bu mahkemede yargılanan ne bizleriz ne eylemlerimiz. Bu mahkemede siz, kendi kendinizi yargılıyorsunuz. Derhal beraatimizi talep ediyorum. Buyrun. Kendiniz için en doğru kararı verin. Bizim içinse, söylenecek çok söz yok:

Her gün 1 Mayıs, her gün kavga!

*Nâzım Hikmet. 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak isteyip tutuklananlar hakkında açılan davanın 17 Temmuz’daki duruşmasında yapılan savunma.

“Yaşasın 1 Mayıs!”* | İbrahim Erol

Savunmama başlamadan önce 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda katledilen işçileri saygıyla anıyorum.[1]

1 Mayıs’ı kutlamak suç değil, anayasal bir haktır.

Sabahın erken saatlerinde Taksim’e gitmek isteyen işçiler birçok engelle karşılaşmıştır. Toplu ulaşımı durdurma noktasına getirerek fiilî sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Özgürlükler ülkesi olduğumuz iddia ediliyor. Aksine biz işçileri sömüren patronlara yani sermayeyi elinde tutanlara özgürlük bağışlanmış, kanımızı sonuna kadar emsinler diye. Bu ülkenin bütün nimetlerinden egemenler ve temsilcileri alabildiğine yararlanırken, yoksul, sömürülen işçi, emekçi, halklar esaretin dayanılması mümkün olmayan acılarını yaşamaktadır. Bizlere bu yoksulluğu reva görenlere karşı insanca yaşamak ve haklı talepleri dile getirmek isteyen binlerce işçi gibi ben de bir işçi olarak 1 Mayıs’ı kutlamak ve haklı taleplerimi dile getirmek için Saraçhane’deydim.

2017’den beri kamuya hizmet vermekteyim. Sarıyer Belediyesi çalışanıyım. DİSK Genel-İş 1 No’lu Avrupa Yakası Şubesi’nde disiplin kurulunda yöneticilik yapmaktayım. Bir dönem de belediyede işyeri sendika temsilciliği yaptım. Her sene olduğu gibi 1 Mayıs’ı örgütledik ve Sarıyer Belediyesi işçileriyle birlikte 1 Mayıs’a katılım sağladık. Sendikamızın çağrısı “1 Mayıs alanı Taksim’dir” iddiası maalesef tutarlı bir hâl almamıştır ve sendika geri adım atmıştır. Barikatın önünde direnen işçiler yalnız bırakılmış, Taksim için direnenler hedef hâline gelmiş ve tutuklanmıştır. Şube Başkanım Sayın Mehmet Pehlivan benim için bir girişimde bulunmamıştır. Bir şube yöneticisi tutuklanmış olduğu hâlde ne bir basın açıklaması ne de bir avukat desteği sunmamıştır. Bunu da belirtmek istedim.

Tutuklanmama sebebiyet veren görüntülerde polise herhangi bir saldırıda bulunmadım. Barikatın önünde kitleyle birlikte Taksim’e yürümek istedim. Sonrasında biber gazı ve plastik mermi sıkarak saldırdılar. Biber gazının etkisiyle alandan uzaklaştım çünkü nefes almakta zorlanıyordum. Sonrasında alandan ayrıldım. Evime gittim. Görüntülerimizi sosyal medyada gördüm. Bize karşı toplumu kin ve nefrete sürükleyecek açıklamalar yapıldı.

3 Mayıs günü evlerimize şafak operasyonu ile baskın yapıldı. Birçok arkadaşımız evlerinde ailesi ve çocuklarının gözleri önünde işkence ile gözaltına alındı. Vatan Emniyet’te bekledikten sonra adliyeye sevk edildik. Gözaltı araçlarına bindirilirken amirler arafından emirler verilerek bunlara iyi davranmayacaksınız dendi ve bizleri araçlara tekme ve tokatlarla bindirdiler. Bu işkenceler ve hakaretler cezaevine getirilene kadar devam etti. Suç işleyen bizler değil, bizlere işkence eden ve emir verenler asıl suç işlemişlerdir.

Bu tutuklamaların amacı bir sonraki 1 Mayıs’ın kitlesel katılımının önünü kapatmaktır. Bu tutuklamaların amacı işyerlerinde, fabrikalarda hakkını arayan, greve çıkmak isteyen işçilerin önünü kesmektir. Son söyleyeceğim sözlerse tutukluluk süremin uzaması durumunda işimi kaybetme durumumdur. Bu yüzden tahliyemi talep ediyor, üzerime atılan suçları kabul etmiyorum.

Yaşasın 1 Mayıs!

[1]*1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak isteyip tutuklananlar hakkında açılan davanın 17 Temmuz’daki duruşmasında yapılan savunma.

 

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...