Ana Sayfa Blog Sayfa 174

Sendikalı oldular işten atıldılar

İşten atılmaları için farklı gerekçeler ve suçlar uydurulduğunu anlatan işçiler, “Sendika meselesi gündeme gelinceye kadar memnundular, şimdi birden mi bunlar ortaya çıktı? Sendikalı olmak suç değil, asıl sendikalı oldukları için işçi atmak suç” dediler.
Çıkışlarının bayram tatili öncesi 9 Eylül günü verildiğini anlatan işçiler, firmanın “Bayramınız Şölen olsun” reklam sloganını hatırlatarak, “Sayelerinde bizim bayramımız zehir oldu” dediler. Ağır çalışma koşullarına dikkat çeken işçiler, bu koşulları değiştirmek için içeride çalışan işçileri birlik olmaya çağırdı.

Kaynak: Direnemek / 22 Eylül 2016

“600. yılında, Börklüce’nin izinde” şiarıyla 11. Karaburun Bilim Kongresi gerçekleştirildi

Bu sene kongrenin şiarı olan “600. Yılında, Börklüce’nin izinde”ye uygun olarak kongre bünyesinde Şeyh Bedreddin ve Börklüce’nin kurdukları komünal yaşamı anlatan oturumlar yapıldı. Toplumsal mücadelelerin ve deneyimlerinin ele alındığı kongrede “Cerattepe’den Karaburun’a Doğa Mücadeleleri”, “Sanat ve İsyan”, “Kapitalizmin Toplumsal Tarihi”, “Türkiye’de Devlet ve Sınıflar”, “Mülteci Meselesi”, “İsyanın Ekonomi Politiği”, “Akademi Forumu”, “Kapitalizm, Ataerki ve Kadın Emeği” ve “İşçi Sınıfının Güncel Sorunları” oturum başlıklarından bazılarıydı.

Kongre bünyesinde toplumsal mücadeleleri anlatan film ve belgesel gösterimleri yapıldı.  Kongre esnasında, içlerinde 44 Barış için Akademisyenin de bulunduğu bir çok akademisyenin 1 Eylül KHK’sı görevlerinden ihraç eidlmesi üzerine kongre katılımcıları ile forum yapılarak ortak bir basın açıklaması gerçekleştirildi. KHK ile ihraç edilen bir çok akademisyenin kararname sonrasındaki sunumlarında direniş ve mücadele çağrısında bulunması, kongreyi amacına daha da yaklaştırdı. Kongre birlik ve mücadele temennileri ile gelecek sene tekrar buluşmak üzere sonlandı.

Mahkemeleri, vatansever gençleri, halka küfreden holdingleri, karanlık kusan medyası… Hepsi halka karşıdır!

Dava Öncesi Provokatif Bildiri
Dava öncesinde Rize’de, Vatansever Rizeli Gençler imzasıyla bir bildiri dağıtıldı. Bildiride, “Ülkemizin karışması ve bölünmesi için elinden gelen her şeytanlığı yapan dış mihraklar, şimdi de Cerattepe’yi bahane ederek saf ve temiz Artvin halkını galeyana getirip ikinci bir Gezi Parkı ortamı oluşturmak peşinde. Bizler duyarlı vatanperver Rizeli gençler olarak duruşmanın yapılacağı Rize Adliyesi önünde yerimizi alacağız. Çıkarabilecekleri taşkınlıklara ve saldırılara karşı gerekli önlem niteliğinde yardımcı envanterlerimizle geleceğiz.” denildi.
OHAL’de sermayeyi koruyalım
OHAL bahanesiyle Artvin Valiliği, 751 kişi ve kurumun müdahil olduğu ülkenin en büyük çevre davalarından biri olan Cerattepe davasının görüleceği 19 Eylül tarihinden başlayarak 1 ay süresince Artvin’de tüm eylemleri yasakladı. Duruşma günü ise, Rize Valisi’nin kararıyla kente girişler yasaklandı, Artvin halkının mücadelesine destek için diğer illerden Rize’ye gelen direnişçilerin araçları şehir girişinde durduruldu. Davaya katılmak isteyenler çoraplarına kadar aranarak içeriye alındı. Artvin’in iki gündür polis ablukasında olmasına ve davanın taraflarının Rize’ye alınmamasına avukatlar tepki gösterdi. Yaşam savunucularını yayınladıkları bildiriyle tehdit eden ‘Vatansever Rizeli Gençlere’ ve envanterlerine ise rastlanılamadı.
Reddi hakim istemi
Duruşmada, Artvin yaşam savunucularının avukatları, dava süresince 3 hakimi değiştirilen, daha önceki dava süreçlerini, Danıştay kararlarını tanımayarak 7 aydır yürütmeyi durdurma kararı vermeyen, Cengiz Holding lehine tutum takınan Rize İdari Mahkemesi’nin taraflı davrandığını belirterek reddi hakim talebinde bulundu.
Yapılan açıklamada Av. Bedrettin Kalın, reddi hakim talep etmelerinin nedenini; “Burada adalet aramanın anlamı kalmamıştır” diyerek açıkladı. Av. Bedrettin Kalın, raporların nasıl hazırlandığının altını çizerek “Bakanlıklardan olumlu ÇED raporlarına imza atmayan müdürleri sürdüler. Artvin’e polis yığınağı yaptılar. Mahkeme heyetinin alacağı kararı biliyorlar. Artvin’e iki gündür polis yığınağının amacı ne?” ifadelerini kullandı. Son söz ise “Ya Artvin ya Artvin” diyerek karar duruşmasını örgütleyen yaşam savunucularından geldi: “Mahkemeler sizin, Cerattepe bizimdir!”
Beklenildiği gibi 3 Ekim’de görülen davada, mahkeme Cengiz Holding lehinde karar vererek ÇED olumlu raporunun iptalini reddetti.
Avrupa ve Orta Asya’nın en kadim doğal ormanı tüm ruhsat alanı ile beraber bu alanlar, aslında, dünyanın biyolojik çeşitlilik açısından en zengin ve aynı zamanda tehlike altındaki en önemli 34 Karasal Ekolojik Bölgesi’nden biri olan Kafkasya Sıcak Noktası içerisinde yer alıyor. Avrupa ve Orta Asya’yı içine alan geniş coğrafyadaki en büyük doğal yaşlı orman ekosistemine de yine burada rastlanıyor. Madencilik faaliyetleri başladığı takdirde bölge ne yazık ki bu özelliklerini kısa sürede kaybedecek.
Artvin Cerattepe’de halk, kitle örgütleriyle birlikte ormanlarını, toprağını, suyunu ve havasını, kısaca yaşam alanlarını korumak için mücadele ediyor. Dünya üzerinde korumada öncelikli 200 Ekolojik Bölgeden birini ortadan kaldıracak madencilik faaliyetlerinin iptal edilmesine yönelik bu mücadele 20 yıldan uzun süredir devam ediyor.

Devrimci yazar Vedat Türkali barış dilekleriyle uğurlandı

Yaşamı boyunca işçi sınıfı ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesinde saf tutan; oyun, roman, senaryo ve anı yazarı komünist edebiyatçı Vedat Türkali, ardında onlarca eser ve bir mücadele tarihi bıraktı.
Arasında ‘Bir Gün Tek Başına, Mavi Karanlık, Bitti Bitti Bitmedi’nin de olduğu romanların, ‘Dallar Yeşil Olmalı, Bu Ölü Kalkacak’ adlı oyunların, senaryolar ve anıların yazarı olan Vedat Türkali TKP üyeliğinden 1951 yılında tutuklanıp 7 yıl cezaevinde kaldı.
Çoklu organ yetmezliği nedeniyle 97 yaşında hayatını kaybeden Türkali’nin 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Teşvikiye Camii’nde düzenlenen cenaze törenine katılanlar polis aramasından geçirilerek Teşvikiye Camii avlusuna alındı. Vedat Türkali’nin ‘Bekle Bizi İstanbul’ şiirinden dizeleri içeren dövizlerin ve kızıl bayrakların taşındığı törende Türkali’nin naaşı alkışlar eşliğinde uğurlandı.
Uğurlama törenine katılan yüzlerce kişi Teşvikiye Camii’nden Zincirlikuyu Mezarlığı’na kadar zaman zaman yaşanan polis engellemesini de aşarak “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm”, “Kavgamızın şairi Vedat Türkali”, “Vedat Türkali ölümsüzdür” sloganları ile bir yürüyüş gerçekleştirdi.
Zincirlikuyu Mezarlığında Türkali’nin naaşının kendisine 71 yıl boyunca hayat arkadaşlığı yapan ve en büyük destekçisi olan eşi Merih Pirhasan’ın yanında toprağa verilmesinin ardından Akın Birdal, Sevim Belli, Filiz Kerestecioğlu, Nermin Çiçek, Ahmet Mümtaz Taylan, Garo Paylan ve Selahattin Demirtaş birer konuşma yaptı.
Demirtaş: Türkali’nin Mirası Bize Talimat Olacaktır
Cenaze töreninde konuşma yapan Selahattin Demirtaş, “Tek bir söz bile bırakamadan gitmektir herhalde en acı olan. Barış demenin, özgürlük demenin ölümü göze almak demek olduğu bir dönemde konuşmuş olan, yazmış olan bir devrimciden söz ediyoruz.” dedi ve geride on binlerce yazı bırakan Vedat Türkali’nin çok değerli bir yazar ve insan olduğunu belirtti.
Vedat Türkali’ye 1 Eylül’de verdikleri sözü yerine getirmeyi umut ettiğini belirten Demirtaş “Bir kez daha barış demenin maalesef cesaret istediği bir dönemden geçerken 1 Eylül’de onu uğurluyoruz. Barışa ömrü yetmedi fakat onun mirası, emaneti bize talimat olacaktır. Birileri gelecek ve mezarı başında sözümüzü yerine getirdik diyecek. Savaşın, bombaların en gür sesiyle çıktığı bir dönemde, tam da bugünlerde barış diye haykırmak lazım. Umut ediyorum bir sonraki 1 Eylül’de verdiğimiz sözü yerine getirmiş oluruz. Şahsım, partim ve Kürt halkı adına Vedat Türkali’ye binlerce kez teşekkür ediyorum.” diyerek konuşmasını tamamladı.

“Çocuklar ölmesin” demek “terör suçu” mu?*

Karşınızdayım, ama itiraf edeyim ki ne diyeceğimi, kendimi nasıl savunabileceğimi bilmiyorum.
Bilmiyorum, çünkü “suç” umun ne olduğunu anlayabilmiş değilim.
Daha doğrusu, şöyle söyleyeyim: Bir TV programına bağlanarak “Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda doğmamış çocuklar, anneler, insanlar öldürülüyor… Yazık, insanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasın,” diyen bir kadının sözlerinin “terör örgütü propagandası” sayılarak hakkında dava açılmasına tepki duyup, “eğer bunları söylemek suçsa, biz de bu suça katılıyoruz” diyenlerden bir olduğum için “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlanmak, bu ülkede yargı sisteminin varabileceği absürdlüğün son duraklarından olsa gerek. Hele ki, TCK’nın “Örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi hâlinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır,” diyen 220/8 maddesi uyarınca cezalandırılmamız istendiği düşünüldüğünde…
Diyarbakır’da öğretmenlik yaptığı bildirilen Ayşe Çelik’in TV programında dile getirdikleri, iddianamede yer alan bilirkişi raporundaki aktarımlardan da görüleceği üzere; öznesi belirsiz bir duruma yönelik tepkilerden ibarettir. Ayşe Öğretmen, “devlet güçleri ya da x, y veya z örgütü çocukları, anneleri öldürüyor” dememiş, doğrudan bir kişi ya da grubu suçlamamış ya da herhangi bir örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru göstermeye, övmeye kalkışmamıştır. Yalnızca hepimizin bildiği bir durumu dile getirmiştir; evet, programın gerçekleştirildiği günlerde, Ayşe Öğretmen’in ifadesiyle “Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda”, çocuklar, kadınlar, yaşlılar öldürülmekteydi… İlgilensin ilgilenmesin bu, ülkede yaşayan herkesin bilgisi dâhilindeydi.
Üstelik yalnızca Türkiye’de yaşayanlar da değil, yeryüzünde TV’lerde haberleri izleyen, sosyal medyayı takip eden, gazete okuyan herkes, o günlerde “Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda” çatışmalar olduğunu ve bu çatışmalar sırasında, çatışmalara hiç karışmayan, sokağa çıkma yasağı ilan edilen bölgelerde yaşıyor olmaktan başka “suç”u olmayan onlarca, yüzlerce sivil insanın yaşamını yitirdiğini öğrendi…
Sokağa çıkma yasakları sırasında bölgede kadınlar, çocuklar ve yaşlılar da dâhil yüzlerce sivilin yaşamını yitirdiği, pek çok insan hakları örgütü ve bağımsız gözlemci tarafından da raporlandı. Bu raporların en ayrıntılılarından birini oluşturan Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) yayınladığı bilgi notunda, 16 Ağustos 2015-16 Ağustos 2016 tarihleri arasında başta Diyarbakır (61 kez), Mardin (18 kez), Şırnak (13 kez) ve Hakkâri (11 kez) olmak üzere Muş, Batman, Bingöl, Elazığ ve Tunceli dâhil 9 il ve 35 ilçede ilan edilen toplam 111 süresiz ve günboyu sokağa çıkma yasağı sırasında, 79’u çocuk, 71’i kadın ve 30’u 60 yaş üzeri olmak üzere en az 321 sivilin yaşamını yitirdiği kaydedilmektedir. Ölen kişilerin listesi il ve ilçe bazında ekteki THİV dokümanında sıralanmıştır. Resmî merciler, bilebildiğim kadarıyla bu bilgiyi yalanlama yoluna gitmemişlerdir.
Bu durumda, Ayşe öğretmenin doğru söylediğini kabullenmemiz gerekiyor. Evet, programa katıldığı günlerde, Türkiye’nin doğusunda ve güneydoğusunda çocuklar da dâhil çok sayıda sivil öldürülmekteydi.
Hâl böyle ise, Ayşe öğretmenin popüler bir şov programına telefonla bağlanıp tepkisini dile getirerek insanların dikkatini bu duruma çekmek istemesi neden ve nasıl “terör örgütü propagandası”, hele ki “örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandası” sayılabilmektedir? Öğretmen Ayşe Çelik, konuşmasında hiçbir örgütün adını vermemiştir. Dahası, çocukların kimler tarafından öldürüldüğünü dahi söylememiştir. İnsan adını anmadığı, ima dahi etmediği bir örgütün propagandasını nasıl yapabilir? Programı izleyenlerin, “çocuklar öldürülüyor” denildiği için şu ya da bu “terör örgütü”ne ve de onun “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerine” sempati duyabileceklerini düşünen bir akıl, nasıl bir akıldır?
Ama daha da akıl almaz olan, hakkımızdaki iddianameyi hazırlayan Bakırköy Cumhuriyet Başsavcı vekilinin, öğretmen Ayşe Çelik’in davası sürerken, yani henüz hakkında bir hüküm verilmemişken bizleri de Ayşe Öğretmen gibi “suçlu” ilan etmesidir. Bir başka deyişle savcı vekili, hakkında henüz kesinleşmiş hiçbir hüküm bulunmayan Ayşe Çelik’i “suçlu” ilan etmiş, bizi de onun “suç”una katılmakla suçlamaktadır. Savcı vekilinin mantığına göre “çocuklar ölmesin” diyen Ayşe öğretmen ve “Ayşe öğretmen haklıdır” diyen ben/biz terör örgütünün “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerinin” propagandasını yapmışız! Credo quia absurdum/ Absürd olduğu için inanıyorum!
Çok sayıda insan hakları savunucusuyla birlikte, eğer “çocuklar öldürülüyor” demek suç ise, Ayşe Öğretmen’in “suç”una katıldığıma dair kendi hakkımda bir suç duyurusunda bulunduğum doğrudur. Ancak eğer yanlış anlaşılmışsa düzelteyim, buradaki “suç”a katılma beyanı, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmak üzere girişilmiş bir söz sanatına, “tecahül-ü arif”e işaret etmektedir, hukuksal olarak “suç”un varlığını kabul edip onu üstlendiğim(iz) olarak anlaşılmamalıdır.
Açıklayayım: Fikri ve vicdanı özgür her insan, her yurttaş gibi, Ayşe öğretmenin maruz kaldığı haksızlık karşısında tepki duydum. Bu tepkimi ifade etmenin yollarını ararken İstanbul, İzmir ve Ankara’da, benim gibi bu haksızlığa tepki duyan bir grup yurttaşın, Türkiye Düşünce Özgürlüğü Ağı girişimi çerçevesinde Ayşe öğretmenin durumuna dikkat çekmek için, onun beyanlarını tekrar eden bir metinle kendileri hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını öğrendim. Bir yandan kamuoyunun dikkatini Ayşe öğretmenin durumuna çekebilmek, bir yandan da bu davanın nafileliğini gösterebilmek için girişime katıldım. Bir grup insan hakları savunucusu olarak 14 Ocak 2016 tarihinde Ankara Cumhuriyet Savcılığına dilekçe vererek Ayşe öğretmenin sözlerini aynen tekrar ettiğimizi, Ayşe öğretmen yargılanacaksa bizim de yargılanmamız gerektiğini bildirdik. Ankara 6. Sulh Ceza Hâkimliği, girişimdeki “tecahül-ü arif”i sezinlemiş olacak ki, başvurumuz konusunda takipsizlik kararı verdi. Bu konudaki itirazımız da, “ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesi” uyarınca, ve “suç işleme kastıyla değil, suç isnadıyla soruşturmaya uğrayan maruz kalan kişi ya da kişileri savunma, onlara manevi destek olma kastıyla hareket eden şüphelilerin eylemlerinin suç oluşturmadığı” gerekçesiyle reddedildi. (Bkz. EK 1)
Buna karşılık, İstanbul’da düzenlenen aynı etkinlik nedeniyle, kendini ihbar eden 29 kişi hakkında Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı, bununla yetinmeyerek, iddianamesine suç duyurusu hakkında Ankara 6. Sulh Ceza Hâkimliği tarafından takipsizlik kararı alınan bizleri de dâhil etti… Savcılık iddianamesine göre Ayşe Çelik öğretmenin sözlerine katılmakla bizler de “terör örgütü propagandası” suçu işlemiş oluyorduk!
Bakırköy Cumhuriyet Başsavcı vekili İdris Kurt’un, Ayşe Öğretmen’in yargılanmasına tepki duymak ve bunu ifade etmenin “terör örgütü propagandası”, hele ki “örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda” sayılması gerektiğine nasıl hükmettiği, belli değil. İddianamesinde bunu açıklamıyor. Daha da ilginci: Cumhuriyet Başsavcı vekili İdris Kurt, iddianamesine “delil” olarak, bizim Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına sunduğumuz dilekçe ile “nüfus ve sabıka kaydı ile tüm dosya içeriği”nden başka bir şey bulamamış! Yalnızca bizlerin, “ ‘bu sözlerin eksiği vardır, fazlası yoktur. Altına biz de imzamızı atıyor, bu davaya sanık olarak katılmak istiyoruz’ şeklinde terör örgütünün propagandası mahiyetinde olan eyleme katıldı(ğımızı) açıkça izhar etti(ğimizi), böylece üzeri(miz)e atılı suçu işlediği(miz)”i anladığını söylüyor. Bir kez daha: Credo quia absurdum!
Tekrar ediyorum: savcı vekili bunu Ayşe Çelik hakkındaki dava sonuçlanmamışken, yani Ayşe Çelik’in “terör örgütü propagandası” yaptığı hukuken sübut bulmamışken yapıyor ve sübut bulmamış bir “suç”a 35 “suçlu” birden yaratıyor (Ayşe Öğretmen + İstanbul’da yargılanan 29 kişi + Ankara’da yargılanan 5 kişi)! Bir başka deyişle, savcı vekili, “masumiyet karinesi”ni çiğniyor!
Bir kez daha vurgulayayım; benim suç duyurusuna katılmadaki amacım, Ayşe Öğretmen’in ediminin “terör örgütü propagandası” suçlamasıyla yargı önüne getirilmesindeki haksızlığa dikkati çekmektir; ve “terör” ya da değil, herhangi bir örgütün propagandasıyla uzak yakın ilgisi yoktur. Böyle bir iddiada bulunan, bunu kanıtlamakla yükümlüdür: aksi durumda, her savcı, her güvenlik görevlisi, giderek her yurttaş, hoşuna gitmeyen, politik olarak benimsemediği her eylemi “terör örgütü propagandası” suçlamasıyla yargı önüne taşıyabilecektir.
Ve ne yazık ki ülkemizde böyle de olmaktadır: İnsan Hakları Derneği’nin ‘2015 İnsan Hakları İhlâlleri Raporu’na göre yalnızca 2015 yılında aralarında aydınlar, sanatçılar, siyasetçiler, öğrenciler olan 120 kişi, facebook-twitter paylaşımları, yaptıkları konuşmalar, söyledikleri türküler, attıkları sloganlar nedeniyle “yasadışı örgüt propagandası” suçlamasıyla yargı önüne getirilmiştir. 2016 yılında ise, bu sayı, bölgedeki savaş koşullarını eleştiren akademisyenlere yönelik soruşturmalarla birlikte, binleri bulmuştur.
İddianamelerde nelerin “terör örgütü propagandası” sayıldığını ise, insanın aklı, havsalası almıyor. İşte birkaç örnek:
*   16 Aralık 2015’te Diyarbakır’da haber takibi yaptığı sırada özel harekâtçılarca gözaltına alınan ve tutuklanan ardından 29 Mart’ta serbest bırakılan muhabir Beritan Canözer’e, ‘örgüt propagandası’ iddiasıyla 1 yıl 3 ay hapis cezası verilmesine karar verdi. Beritan Canözer’in suçu ise, “heyecanlı” gözükmesiydi!
* Konyaaltı’da “ihbar” üzerine gözaltına alınarak “Örgüt üyesi olmak” ve “Örgüt propagandası yapmak” suçlamasıyla tutuklanan D.K. hakkında hazırlanan iddianamede, ihbar konusu yapılan suçlamaya yer verilmedi. Ancak D.K’nin sosyal paylaşım sitesinde yaptığı “#DirenSur ve #YalnızDeğilsin” paylaşımları ile Nusaybin’de yaşayan bir yakınıyla yaptığı görüşme gerekçe gösterilerek, 11 yıldan 20 yıla kadar hapsi istendi.
* Kobanê’ye destek eylemlerinde çıkan olaylarda Ülkücüler ile eylemciler arasında çıkan silahlı çatışmalarda 1’i kadın 5 kişi öldü, aralarında polislerin de bulunduğu 40’ın üzerinde kişi yaralandı. Güzelvadi Mahallesi’nde oturan 20 yaşındaki işitme ve konuşma engelli Şehriban Sertkal, 9 Ekim 2014’de akşam saatlerinde evine yakın bir sokakta kim tarafından açıldığı bilinmeyen tabancadan çıkan kurşunlarla göğsünden, sağ kol ve kalçasından yaralandı. (…) Hastanedeki tedavisi sırasında polis ekipleri Şehriban Sertkal’ın ifadesine başvurdu. Yaralandığı için şikâyetçi olan Şehriban Sertkal, 5 kişinin öldüğü Kobanê protestolarına ilişkin yürütülen polis soruşturmasında “şüpheli” durumuna düştü. Sertkal’a “Kasten yaralama, terör örgütü üyesi olmak, örgütü adına eylem ve faaliyette bulunmak, Terör örgütü propagandası yapmak, 2911 sayılı kanuna muhalefet, mala zarar verme, görevli memuru yaralama ve direnme” suçları yöneltildi.
* İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, bir vatandaşın ihbarı üzerine Bugün TV’de yayınlanan bir programda savcı Mehmet Kiraz’ın rehin alınmasını ve ardından yapılan operasyonu eleştiren avukat Efkan Bolaç ile program yetkilileri hakkında “örgüt propagandası” suçundan soruşturma açtı.
* Batman’da 2014’te Kobanê protestolarında gözaltına alınan ve zafer işareti yaptığı tespit edilen C.S hakkında polisin suç duyurusu üzerine 2 yıl sonra “örgüt propagandası yapmak” suçundan dava açıldı. Savcı beraat isterken, mahkeme C.S’ye 1 yıl hapis cezası verdi ve cezayı erteledi.
* Savcılık, TİKKO örgütü üyesi olduğu iddia edilen ve bir çatışmada öldürülen oğulları Özgüç Yalçın’ın cenaze törenine katıldıkları için anne ve babasına soruşturma açtı. Terör propagandası yapmakla suçlanan baba Sermet Yalçın, “Oğlumun cenaze törenine katıldığım için suçlanmam hem hukuki hem de vicdani değil” dedi.
* Antalya’da Türkçe karakterli bir mail adresinden gönderilen ihbar mektubu ile başlatılan soruşturma kapsamında gözaltına alındıktan sonra 12’si tutuklanan 17 çocuk hakkında Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından iddianame hazırlandı. “Örgüt üyeliği ve propagandası” yapıldığı iddiasıyla hazırlanan iddianamede, çocukların telefon görüşmelerindeki “Akşam maç var” sözü eylem hazırlığı için şifreli konuşma olarak değerlendirildi.
Görüldüğü üzere, “propaganda” ölçütü muğlak ve açık uçlu bırakıldığında, akşam maç seyretmeye niyetlenen çocuklar, TV’de görüş açıklayan avukatlar, zafer işareti yapan göstericiler, işitme ve konuşma engelliler, evlatlarının cenazesine katıla ana-babalar, kısacası hiç kimse bu töhmetten kurtulamıyor!
Oysa düşünce ve ifade özgürlüğünün nasıl ve hangi koşullarda sınırlandırılabileceği, Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde sarahatle belirtilmiştir.
Ben, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi dâhil olmak üzere birçok uluslararası konvansiyonda yeri olan ve T.C. Anayasası’nın 26. maddesiyle güvence altına alınan “düşünce ve ifade özgürlüğü” hakkımı kullandım. Düşünce ve ifade özgürlüğünün temel bir insan hakları arasında bulunduğu, Türkiye için bağlayıcı olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tarafından da tescil edilir (10. Md.)
AİHM hukukçusu Fatma Bahar Özkan’ın da belirttiği gibi, “AİHS’nin 10. maddesinin birinci fıkrasında korunacak özgürlüklerden bahsedilmiş ve ifade özgürlüğünün üç unsuru teminat altına alınmıştır. Bunlar; kanaat sahibi olma özgürlüğü, bilgi ve kanaatlere ulaşma özgürlüğü ile bilgi ve kanaat açıklama özgürlüğüdür. Bu özgürlükler kamu otoritesinin müdahalesi olmaksızın kullanılabilmelidirler. Madde düzenlemesinden açıkça anlaşılacağı üzere, ifade özgürlüğü haber ve bilgi alma hakkını koruma altına almaktadır; burada devletin yükümlülüğü, bu özgürlüğün kullanılmasına müdahale etmemektir yani negatif bir yükümlülüktür. Bununla birlikte, AİHM bu durumu genişleterek devletin pozitif yükümlülüğüne dair kararlar vermiş ve ifade özgürlüğünün sınırlarını genişletmiştir. Mahkemenin içtihatlarına göre, ifade özgürlüğü sadece kamu makamlarının bu özgürlüğe müdahale etmemesi şeklinde değerlendirilemez, aynı zamanda bu özgürlüğü korumak için gerekli tedbirleri almalarını gerektirir.”
Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğüne getirilen sınırlamalar, genellikle AİHS’nin 10. maddesindeki, ifade özgürlüğünün “ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabil”eceği yolundaki 2. bendine dayandırılmaktadır.
Oysa, AİHM hukukçusu Özkan, bu sınırlamaların “haklılığının taraf devlet tarafından ispatlanması” gereğine dikkati çekerek şunları belirtir:
“Son olarak sınırlama ‘demokratik bir toplumda gerekli’ olmalıdır. Bir müdahâlenin ‘demokratik bir toplumda gerekli’ olduğunun kanıtlanması için, ifade özgürlüğünün kullanılması üzerinde o spesifik kısıtlamayı gerektirecek ‘acil bir sosyal ihtiyacın’ varlığı açık bir şekilde ortaya konmalıdır. Ayrıca; AİHM sözleşmedeki bir hak ve özgürlüğe müdahâlenin demokratik bir toplum için gerekli olup olmadığına karar verirken ulaşılmak istenen meşru amaçla ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasının orantılı olup olmadığını dikkate almaktadır. Aynı amacı elde etmek için özgürlükleri daha az sınırlayıcı başka bir yöntem bulunmakta ise, ya da; o yöntem ile müdahale amacını elde etmek imkânsız ise ihlâl sonucuna varmaktadır. Böylece, ‘orantılılık’ kuralıyla birlikte, kısıtlamaların ‘istisna’ olduğu ilkesi vurgulanmıştır. Yani, özgürlükleri kısıtlayan kamusal müdahaleler, izlenen toplumsal yararların gerektirdiği boyutlarda tutulacak ve bu amaçları aşan uygulamalara kaynaklık etmeyecektir.”
AİHM önüne gelen ifade özgürlüğüyle ilgili davaların önemli bölümünün “terör örgütü propagandası”yla ilgili olduğunu belirten Özkan, AİHM’nin bu konudaki yaklaşımının çerçevesini şöyle çizer:
“AİHM; ulusal güvenlik için tehlike oluşturan bir ifadenin, AİHS’nin 10. maddesinin 2. fıkrasındaki sınırlama sebeplerine uygun olup olmadığını inceler. Bu ifadenin terör propagandası içerip içermediği noktasında öncelikle içeriğe, ikinci olarak ifadeyi kullanan kişinin sıfatına ve üçüncü olarak ifadenin yayım aracı ya da tarzına son olarak da ifadenin hangi zamanda ve nerede sarf edildiğini nazara alarak bir değerlendirme yapar.
AİHM ilk olarak ifadenin içeriğine bakar. Buna göre; politik açıklamalarda ifade özgürlüğünün daha geniş yorumlanması gerekir. Bunun yanında, ifadenin ‘şiddete teşvik’, ‘şiddet çağrısı’, ‘silahlı ayaklanma çağrısı’, ‘ayaklanma çağrısı’ içerip içermediği; bu ifadenin ‘derin ve mantıkdışı bir kini aşılayarak şiddetin artmasına yol açacak nitelikte olup olmadığı’ gibi hususları inceler.”
Yargılanmam(ız)a konu olan fiil, yukarıda sayılan unsurların hiçbirini içermemektedir: “Çocuklar öldürülmesin” diyen bir öğretmenin yargılanmasını anlamsız bularak onun “suç”una katılmak ne “şiddete teşvik”, ne “şiddet çağrısı”, ne “silahlı ayaklanma çağrısı” içermektedir, ne de “derin ve mantıkdışı bir kini aşılayarak şiddetin artmasına yol açacak nitelikte”dir… Sadece haksız görülen bir yargı edimine karşı bir eleştiri, bir itirazdır, o kadar!
“Eleştiri” ve “itiraz” ise, demokratik bir toplumun olmazsa olmazıdır; eleştirinin çeşitli cezai yaptırımlar tehdidi altında susturulduğu yönetimler, kendilerini hangi süslü cümlelerle tanımlarlarsa tanımlasınlar, “demokratik” olarak nitelenemezler.
Mahkemenizin demokrasi ve insan haklarından yana bir karar vermesini bekliyorum.

6 Eylül 2016 09:29:55, Çeşme Köyü.

Suriye savaşı Paylaşım savaşı ve halkların dirilişi

Her köşe tutmuş, adeta kaymak bağlamış süt gibi köşe tutmuş, burjuva kalemşör, artık bir dünya savaşından bahsetmekte beis görmüyor. Yine de lafın arasında sıkıştırdıkları bu üçüncü dünya savaşı sözünü bir yana bırakırsak, suçlu ülkeler, suçlu rejimler vb. arıyorlar. Yani, gerçekte Üçüncü Dünya Savaşı’nın aslında bir paylaşım savaşımı olduğunu gizlemeye çalışıyorlar. Libya’daki sorunların kaynağı Kaddafi, Suriye’deki durumun kaynağı Esad olarak gösteriliyor. Bu yolla, aslında savaşın kesin olarak bir cephesinde açıkça saf tutuyorlar ve laf arasında dünya savaşı dedikleri şeyin, sanki, diktatörlüklere karşı “demokrasi” taşıma işi olduğunu söylüyorlar.
Akılları alınmış budalalar gibi konuşuyorlar. Gerçekle, gerçeklikle hiçbir bağları yoktur, kalmamıştır. Bu, son yıllarda Türkiye’nin genel hastalığıdır, en tepeden en alta, her devlet yanlısı kişi, gerçeklikle bağını kesmiştir. Onları, gerçek hiçbir boyutu ile ilgilendirmiyor. Kürt meselesi bunun en açık örneğidir. Dün çözüm sürecini savunanlar, çözüm süreci yoluna kefeni giyip çıkmış olanlar, bugün, tam tersini söylüyorlar ve bunun gerçek sorunla, gerçek durumla bağları umurlarında değil. Öyle bir hâldir ki bu, tükürdüğünü yalamak değil, kustuğunu yemek olarak adlandırılabilir.
Çözüm sürecini emperyalizme karşı bir mücadele olarak ele alanlar, şimdi, Kürtleri imha etmeyi emperyalizme karşı mücadele olarak sunmaktadırlar. Dün, Kürtler kardeşimizdir, diye abilik pozlarında da olsa laf söyleyenler, bugün, her Kürt bir düşmandır, modunda konuşmaktadırlar.
Her yanda “üst akıl” diye konuşanlar, ABD tarafından kendilerine Kürtlere saldırma konusunda bir teşvik edici mesaj geldiğinde, sorgusuz sualsiz katliamlara kalkıyorlar. ABD ve AB’nin neden bu katliamlara sessiz kaldığını sormuyorlar, soran olursa da, “ee tabii biz aslanız, bizden de korkuyorlar” diyorlar. İşte size gerçeklik algıları. Akıllarına bir tek kere olsun, acaba kendilerinin bu “üst akıl”ın işlerini yaptığı şüphesi gelmiyor. Ne içip kafa buluyorlarsa, dumanlı bir kafa ile gerçek yaşamdan uzak hayat sürüyorlar. Çünkü onlar, allahın sevgili kulları, seçilmiş olanlardır ve ne isterlerse yapmak için rabbim yollarını açmıştır. İşte size gerçeklik algıları.
Hani ne oldu Kürt sorunu deseniz, öyle bir sorun yoktur, diyecekler. Bu savaş kötü idi, ne oldu deseniz, size “şehitlik” mertebesinden söz edecekler. Ama, ne Yıldırım’ın, ne de Erdoğan’ın çocuklarının bu yüksek şehitlik mertebesine varmak ve şehadet şerbetini içmek için ufacık bir istek duyduklarına şahit olmuyoruz. Arsaları, gemileri, rantları vb. başkasına bırakmamak için her türlü olasılık hesabını yapanlar, böylesi, bir yüksek mertebeye ulaşmak için, herkesi çalımlayıp en öne geçerler diye beklersiniz, ama nerde? Şehadet şerbetini içmek, hep yoksul ailelerin çocuklarına nasip oluyor. Yönetmek için, rabbim, Erdoğan’ları seçiyor, ama kendisine en yakın mertebe için ise hep adı sanı bilinmeyen yoksul ailelerin çocuklarını seçiyor, onları yanına tez elden alıyor.
TC devletinin tüm yönetenleri için gerçeklik, kendi paraları, kasaları ve rahatlarından ibarettir. Bunun dışında bir şeyle ilgili değildirler. Efendilerinin verdikleri emirleri harfiyen yerine getirirler, o kadar. Bu konuda düşünmelerine bile gerek yok.
Kürt karşısında birleşmek, devrim karşısında birleşmek, anti-komünizm temelinde birleşmek, halklar karşısında  birleşmek, tüm tarihleri boyunca yaptıkları şeydir. 1 Mayıs 1977’de, Amerikalıların emirleri ile, kendisi ile aynı dili konuşan kalabalığın üzerine ateş açabilenler için ülke ve vatan, kasalardaki paralardan ibarettir. Bir tek gerçeklikleri vardır, o da budur. Bugün 1 Mayıs 1977’den bu yana öylesine katliamlara imza attılar ki, artık, insanlıkları kalmamıştır.
Artık bunlar, Aklı Kiralanmış Piyadelerdir. Ve varacakları yer, bugünden çok bellidir. Tarihe bakabilen bunu görebilir.
Her gün TV kanallarına “uzmanlar” çıkarıyorlar. Her biri, aklı kiralanmış insan örnekleridir. Aralarında, birkaç farklı insan olsa da, onlar da artık konuşamaz hâle gelmişlerdir. Bu, gerçeklikten kopma hastalığıdır. Hep beraber bir ayin yapar gibi belli sözleri tekrarlamaktadırlar. Hep birlikte, zikir gösterisi yapmaktadırlar. Her şeyi tüketmekte, her şeyi kirletmektedirler.
Burada duralım ve Suriye savaşına dönelim. Demek ki, bugün, bunların ağzından dünya savaşı sözlerini duymak, aslında bir ilerleme değildir. Tersine bize hâlâ, emperyalist ağababalarının demokrasi taşıma hayallerini anlatmaktadırlar. Kendisine komşu iki ülkenin, Suriye ve Irak’ın durumundan acı duymamak, tek bir ders çıkarmamak, olsa olsa, aklını kiraya vermekle mümkün olabilir.
İşte Kürt meselesine de bu akılla bakmaktadırlar. Yıllardır süren savaş, yıllardır sürdürülen bölünme propagandaları ile ne elde ettiler ki, şimdi yeniden ve daha şiddetli katliam politikalarını devreye soktular. Yıldırım, artık taarruzdayız, diyor. İşte size gerçeklikten kopma hâline bir başka örnek daha. Nasıl bir taarruzdur bu, buyursun Başbakan Yıldırım, yakında bu taarruzdan sonra zafer borularını çalacaklarına göre, haydi bu taarruza en başta kendi oğlunu göndersin. Belki o zaman inandırıcı olur. Artık, ölen askerlerin isimleri dahi anılmıyor. İşte gerçeklikten kopma hâline bir başka örnek daha.
1- Suriye savaşına dönebiliriz. Bunun, artık bir dünya savaşının parçası olduğu anlaşılmaktadır. Emperyalist odakların bölgemizi, Kafkaslar’dan Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya kadar, yeniden paylaşma planları biliniyor. 22 ülkenin sınırlarının değişeceği bilgisi, yeni değildir. Bu planların eşbaşkanı da Erdoğan’ın kendisidir. Bugün Suriye savaşı, daha büyük bir dünya savaşımının izdüşümüdür. Bu Balkanlar’da başlayan Yugoslavya’nın parçalanması ile sonuçlanan savaştan bu yana böyledir. Ama Suriye savaşı, duruma farklı bir anlam katmıştır. Cepheler daha da netleşmiştir. Rusya’nın doğrudan sahaya inmesi, hem Ukrayna’da, hem de Suriye’de savaşın niteliğini değiştirmiştir.
ABD, geçmişte, SSCB karşıtlığı, anti-komünizm ile diğer emperyalist güçleri, kendi bayrağı etrafında toplamayı bilmişti. Tüm soğuk savaş dönemi boyunca böyle olmuştur. SSCB dağıldıktan sonra, anti-komünizm yerine, yeni bir düşman yaratmak istedi ve bu düşman İslam oldu. Elbette onun anti-komünizm kadar birleştirici olması mümkün değil. Ama bizzat İslam’dan düşman yaratma politikası CIA’nın, Pentagon’un politikasıdır. Bu konuda, Taliban da kullanılmıştır, TC devleti de, Suudi Arabistan ve Katar da kullanılmıştır, El Kaide de. Kısacası ABD, kendine bağlı tetikçi güçlerle bu işi yapmıştır. Ve işin yeterince birleştirici olması için, Irak ve Suriye savaşının içinde, IŞİD devreye sokulmuştur. IŞİD, bir çetenin devlet şekline sokulmasıdır ve 40 ülkenin IŞİD ile ilişki kurduğu söylenmektedir. Bunların başında ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gelmektedir. Bir çeteden devlet yaratma projesi, aslında bölgede tam bir kaos yaratma projesidir. Bölgeyi tahrip etme, aynı zamanda bölgenin zenginliklerini yağmalama projesidir. Türkiye bu oyunda, isteyerek, gönüllü olarak rol almıştır.
Nihayetinde ABD, IŞİD ile elde edeceğinin sınırlarını görmüş ve şimdi IŞİD’e karşı mücadeleden söz etmektedir.
2- Suriye savaşının bugünkü aşamasında ABD yenilmiştir. Bunu net olarak ortaya koymak gerekir. Türkiye de açık bir yenilgi almıştır.
Ama bir dünya savaşı ile elde edilecek açık zafer ve yenilgiler yok ise, bu tipte yenilgiler geçicidir. Hem ABD bu yenilgiyi tersine çevirme ve yenilginin maliyetlerini mümkünse Türkiye’ye yıkmak istiyor, hem de Türkiye, yenilgiden kaybettiği imajı, içeride azgın bir diktatorya ile dengelemek istiyor.
ABD, yenilgisini hafifletmek için, bölgedeki güçlerin kendi denetimine girmesi için uğraşıyor. PYD’nin ABD denetimine girmesi için, bir yandan küçük işbirlikleri yapılıyor, ABD kuvvetlerine yer açılmaya çalışılıyor, diğer yandan ise Türkiye aracılığı ile PYD üzerine baskı kurulmak isteniyor. İçeride de, Türkiye’de de, ABD, devletin Kürt halkına karşı azgın saldırılarını bu nedenle destekliyor. Kısacası ABD, PYD ve PKK çizgisinin, kendine sığınmasını bekliyor. Barzani tarzı Kürtlere ihtiyaç duyuyor. Bunun için, bir yandan işbirliğinden söz ediyor, diğer yandan ise Kürtlere dönük her türlü saldırıyı destekliyor. Elbette, ABD’nin tüm tarihi, tüm kanlı tarihi boyunca, dünya yüzeyinde tek bir kere bile olsa bir halktan ya da halklardan yana tutum aldığı görülmemiştir. Bu bilgi, elbette tüm Kürt hareketinin çok da net bildiği bir bilgidir. Bu nedenle, biz burada, ABD’nin ne yapmaya çalıştığını görmeye çalışıyoruz.
TC devleti de, müttefiki olmaktan gurur duyduğu ABD’nin yenilgisini hafifletmek için, her yolu deniyor.
Cerablus saldırısı tam da budur.
Cerablus saldırısı, Suriye savaşında taraf olduğunu bir kere daha ilan etmektir. Cerablus saldırısı, Osmanlı hayallerini diriltmek içindir.
Gece gündüz “üst akıl”dan söz edenler, bu saldırıya ABD’nin nasıl izin verdiğini bile düşünmüyorlar. Türkiye’nin, ordunun bir zafere ihtiyacı var ve bu zafer, IŞİD ile telefonda görüşüp, sen çekil ben geliyorum gibi bir davranışa dayanmaktadır. TV kanallarında, “acaba bu zafer kolay mı oldu” diye soranlara, son derece kınayıcı gözle bakanlar, sabah akşam “üst akıl”dan söz etmekten de geri durmazlar.
Cerablus saldırısı, kesinlikle, halklara karşı bir savaş girişimidir. Emperyalist histerinin bir parçasıdır. IŞİD’e karşı bir savaş girişimi değildir. IŞİD’e karşı savaşacak olanlar, istedikleri ve kendileri için kazançlı olduğu zamanlarda IŞİD eylemlerinin Türkiye’de ortaya çıkmasını açıklasınlar. Ne zaman Saray bir şeylere ihtiyaç duyarsa, IŞİD devreye giriyor. Ama hiçbir zaman iktidarı ve hiçbir zaman Saray taraftarlarını hedef almıyor. Ankara’da Gar patlaması rastlantı değildir. TC devleti, içeride IŞİD’e karşı, İslamî radikalizme karşı, tarikatlara vb. karşı bir tek ciddi adım dahi atmamaktadır. Gülen’e karşı yürütülen operasyonlarda “at izi it izine karıştı” derken, tutuklanan aydınlardan, devrimcilere dönük saldırılardan söz etmiyor, tersine Gülen tarikatına karşı mücadele ederken, diğer tarikat mensuplarının gözaltına alınmasından söz ediyor. Özetle, içeride IŞİD’e dönük herhangi bir önlem yoktur.
Dahası, Cerablus’ta IŞİD mensuplarının sakallarını keserek, şehirde varlıklarını sürdürdükleri yönünde çok ciddi şüpheler de vardır.
3- Cerablus saldırısına ABD onayı ve desteği olduğu anlaşılıyor. Ama aynı zamanda Rusya’nın da izin verdiği görülmektedir. Rusya, büyük oranda NATO ile Türkiye’nin çelişkilerini derinleştirecek adımlar atmaktadır. Belki de Rusya bu yolla, IŞİD elemanlarının Türkiye’ye geçişini önlemek istemektedir. Bunu bilemiyoruz. Ama sonuçta, Cerablus operasyonuna izin verdikleri de ortadadır.
Şimdi tartışma şudur:
ABD, Türkiye’nin daha da içeri girmesinden yanadır. Bu ABD’nin bölgeyi karıştırmak için yeni olanaklar elde ettiği anlamına gelir. %90’ının FETÖ’cü olduğu söylenen ordunun bu kadar sürede temizlenmediği belli olduğuna göre, TC devletinin kendi mantığı içinde kullanılmak fikrinin bir ağırlığı olması gerekir. Bize göre ise, ister FETÖ’cü olsun, ister Ergenekoncu, ister NATO’cu olsun, ordu, ABD çıkarlarına göre organize edilmiştir. Bu nedenle, ABD’nin elinde yeni olanaklar demektir bu süreç.
ÖSO kuvvetlerinin 2000 civarında olduğu söylenmektedir. Bu kuvvetler Türkiye ve CIA’nın eğittiği kuvvetlerdir. Toplam 13 gruptan oluştuğu yazılmaktadır. Hürriyet’ten Tolga Tanış, 8 grubun CIA’nın desteklediği MOM birliği olduğunu, Hamza Tümeni ve 51. Tümen’in Pentagon ile çalışan gruplar olduğunu söylüyor. Türkiye de bu gruplarla içli dışlıdır. Sadece bunlarla değil, IŞİD ve El Nusra ile de içli dışlıdır. Tüm bunlar ABD’nin elinde bazı yeni olanaklar, karışıklığı büyütme fırsatları oluşacağını göstermektedir.
Türkiye, açıkça, kendi hedefinin PYD olduğunu söylemektedir.
 Bu karmaşık tablo içinde, çok yakında durum daha da netlik kazanacaktır.
Ama ne olursa olsun, Türkiye’nin Suriye topraklarına girmesi, emperyalist savaşa dahil olma isteğinin ifadesidir.
Türkiye, Cerablus ve Suriye içindeki tüm askerlerini hızla geri çekmelidir. Komşu halklara ve ülkere karşı saldırgan tutum, eninde sonunda emperyalist paylaşım savaşımının ortağı olmak demektir. Bu da halklara karşı imhacı tutumun devamıdır.
4- Evet bu topraklarda bir dünya savaşına dönüşmekte olan bir savaş yaşanmaktadır. AB ve ABD bu savaşın içindedir. İngiltere, İsrail, ABD, Almanya, Fransa vb. tümü bu savaşın içindedir. Bu paylaşım savaşımı, doğal olarak Suriye ile sınırlı olmayacaktır. Afganistan, Irak, Libya ve şimdi Suriye devreye girmiş ise, devamı gelecektir. Emperyalist odaklar, bu paylaşım savaşımında ilerlerlerse, Suriye’den sonra diğer ülkelere sıra gelecektir. Bölgedeki her ülke, her halk bu savaştan zarar görmektedir, görecektir. Bu savaş, bir paylaşım savaşımıdır ve IŞİD bu paylaşımı kolaylaştırmak için, yıkıcı güçtür. IŞİD’in parçaladığı yerlere, ABD’nin, İngiltere’nin düzenleyici olarak girmesi planlanmaktadır. Savaş gerçeğini bu netlikte görmek gerekir. Böyle bakılırsa, Türkiye’nin bu savaşa müdahil olması değil, tersine, emperyalizme karşı mücadeleye destek vermesi gerekir.
Bugün, savaşın bugünkü aşamasında, aynı zamanda bir direniş gelişmektedir. Ülkelerin, örneğin Suriye’nin direnişinden çok, halkların direnişinin ayrı bir önemi vardır. Ezidi katliamı daha tazedir ve ardından bir direniş gelişmiştir. Kürt halkının geliştirdiği direniş, giderek diğer halkları da içine alarak büyümektedir.
Binlerce yıllık tarihi boyunca, sürekli emperyalist güçlerin egemenliğinde, bir birinin bir diğerinin egemenliğinde yaşamış olan halklar, ilk kez, kendi gelecekleri için örgütlenmeye başlamışlardır. Bu direnişin anlamı budur. Bu direnişin giderek daha da büyüyeceği, daha da derinlik kazanarak güçleneceği ve yeni hayatın bunun içinde filizleneceği inancındayız.
Anadolu halkları, Türkiye halkları, Cerablus’ta yeni maceralara atılan ordunun savaşçı politikalarından değil, emperyalizmin bölgeden sökülüp atılması için direnen halkların direnişinden yana tutum almalıdır. Bugün, hem savaşın büyümesini önlemenin, gerçek anlamda barışı sağlamanın, tek yolu, halkların anti-emperyalist mücadelesini genişletmektir.
Evet bir dünya savaşı yaşanıyor ya da yaşanacak gibidir. Ama artık gözümüzü, direnişe dikmeliyiz. Çünkü bu arada tarihsel değeri çok yüksek bir direniş de mayalanmaktadır. Bu, halkların dirilişi süreci olabilir.
Emperyalizmi bölgeden söküp atmanın olanakları oluşmaktadır.
Evet emperyalist yağmacıları bölgeden söküp atmak kolay değildir. Ama Suriye’de bir kayaya çarptıkları artık açıktır. IŞİD ile ortaya koydukları katliamlar, ister Arap olsun ister Ezidi, İster Kürt olsun ister Ermeni, ister Alevi olsun ister Sünni, ister Türkmen olsun ister Çerkes, ister Türk olsun ister Acem, tüm halklara dönük katliamlardır. IŞİD, tüm bölgeyi karıştırmak, tahrip etmek, yağmalamak için devrededir. Ve IŞİD’in arkasında, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vb. ülkeler vardır. Bunlar emperyalist ülkeler ve onların bölgemizdeki işbirlikçileridir.
Bugün Suriye halkları IŞİD’i defederse, IŞİD gelip Türkiye’ye yerleşecektir. Bu kadar acil, bu kadar hayatî bir konudur bu. Bölgeyi kana bulayan bu yağma savaşına son vermenin tek yolu, halkların dirilişidir.
Türkiye’nin ulusal politikaları diye tempo tutanlar, gerçekte, Türkiye’nin NATO’dan çıkması, tüm üsleri kapatması için tempo tutmalıdır, yoksa Cerablus’a asker sokma politikalarına değil.
Türkiye halkları, Saray’ın yalanlarıyla Cerablus maceraları, Osmanlı rüyaları peşinde koşmamalıdır. Buna dur demeli ve emperyalizmin bölgemizdeki en büyük üslerinin sökülüp atılması için Türkiye’nin NATO’dan çıkması için sokaklara dökülmelidir.
Önümüzdeki yıllar halkların direnişinin ve dirilişinin gelişeceği yıllar olacaktır. Devrimcilerin görevi bunu gerçekleştirmektir.

Soma davasında Alp Gürkan’a yargılama yolu açıldı

Manisa’nın Soma ilçesinde 300’den fazla maden işçisinin hayatını kaybettiği ülke tarihinin en büyük işçi katliamı davasında, şirketin patronu Alp Gürkan ve 2 şirket yöneticisi hakkında verilen takipsizlik kararı, ‘yeni delil ortaya çıktığı’ gerekçesiyle Sulh Ceza Hâkimliği tarafından kaldırıldı. Bu gelişme üzerine Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. patronu Alp Gürkan hakkında iddianame hazırlanabileceği ifade edildi.
Alp Gürkan 9 Kasım’da, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazılı olarak sunduğu ifadesinde, daha önce hakkında hem savcılığın, hem de itiraz üzerine dosyayı inceleyen mahkemenin takipsizlik kararı verdiğini hatırlattı.

 ‘Patron benim ama…’
Katliamın ardından maden ocağı sahasında yaptığı basın toplantısında, “Görevimden çekilmem, patron olmadığım anlamına gelmez” sözlerine de ifadesinde açıklık getiren Alp Gürkan kendisini şöyle savundu; “Kazanın meydana geldiği maden ocağını işleten Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. isimli şirketin en büyük ortağı durumundayım. Bu durumda hukuki anlamda şirketin patronu sayılırım. Şirketin patronu olduğum için de şirketin Yönetim Kurulu Başkanını ve diğer üyelerini hukuken değiştirebilme yetkisine sahip bir kimseyim. Bu durumda ‘şirketin patronu benim, şirkette yetkilerim var’ demem gayet doğaldır. Ancak bu şekilde yaptığım beyan hiçbir şekilde hukuki ve cezai sorumluluk sahibi olduğum şeklinde yorumlanamaz” dedi.

Bilirkişi raporunda suçlandı

Katliamla ilgili geçen Şubat ayında hazırlanan bilirkişi raporu Ağustos ayında açıklandı. Raporda Alp Gürkan ve haklarında dava açılmayan yöneticiler de suçlanıyor. Bilirkişi raporundaki suçlamaları göz önünde bulunduran savcılık, yeni delil ortaya çıktığından hareketle soruşturma için Akhisar Sulh Ceza Hâkimliğine talimat verdi.
Sulh Ceza Hâkimliği, Alp Gürkan ile Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. Yönetim Kurulu üyesi Haluk Sevinç ve Genel Müdür Yardımcısı Hayri Kebapçılar’ın bilirkişi raporunda ‘olayın meydana gelmesinde kusur ve ihmallerinin bulunduğu’ gerekçesiyle daha önce verilen takipsizlik kararını kaldırdı.
Bu gelişme üzerine, 3 kişi hakkında iddianame hazırlanıp yargılanabilecekleri ifade edildi.

İşçi Gazetesi / 30 Eylül 2016

“Direniş çizgisini örgütleyelim!”

    DİRENİŞ ÇİZGİSİNİ ÖRGÜTLEYELİM!
“Saraylar saltanatlar çöker
kan susar bir gün
zulüm biter.
menekşelerde açılır üstümüzde
leylaklarda güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için direnenler… “
Milli Eğitim Bakanlığı, 8 Eylül Perşembe günü büyük çoğunluğu Eğitim-Sen üyesi 11.285 kişinin açığa alındığını açıkladı. Detayları ve açığa alınanların kimler olduğu bir tarafa 15 Temmuz darbe girişimi öncesi hazırlandığı belli olan ve ardından başlatılan, aynı zamanda hiçbir hukuk kuralına uymayan cadı avı, kamu emekçileri açısından tarihin en büyük saldırısı haline gelmiştir. Bazı illerde çalışan öğretmenlerin yarısı görevden uzaklaştırılmış, bazı okullardaki bütün öğretmenler açığa alınmış ve öğrencilerin eğitim hakkı fiili olarak ortadan kaldırılmıştır. Kamu emekçilerine dönük bu saldırı hükümsüzdür, hukuksuzdur.
İçerde savaş, dışarda savaş!
14 yıldır iktidarda olan AKP hükümeti ve devlet birlikte, 7 Haziran seçimlerinin öncesinden başlamak üzere içerde halklara dönük bir savaş başlatmıştır. Bu savaşın bir parçası olarak 7 Haziran seçimleri tekrar edilmiş, 20 Temmuz’da Suruç’ta, 10 Ekim’de ise Ankara’da barış isteyenlere, sosyalist güçlere dönük bombalı saldırılar IŞİD eli ile tertiplenmiştir. Bu saldırılar, yükselen kitle hareketi ve Kürt halkının meşru mücadelesinin birleşme eğilimine dönük saldırılar olarak tarihe geçmiştir. Bu saldırıların bir başka hedefi ise yükselen kitle hareketini geriletmek, Gezi Direnişinde sokağa çıkan milyonları yeniden korku içerisinde evlerine sokmak olmuştur. Tüm bu süreç boyunca saldırılara örgütlü bir güç ile veril(e)meyen cevaplar bizleri bu güne getirmiştir.
15 Temmuz darbe girişiminin hemen öncesinde Kiralık İşçi Büroları ile işçi sınıfına ve işçilerin iş güvencesine, örgütlenme hakkına dönük tarihin en kapsamlı saldırılarından birini organize eden AKP, hem sermayenin krizini işçi sınıfına yüklemek istemiş hem de sınıfın örgütlülüğüne dönük kapsamlı bir saldırıda bulunmuştur. 15 Temmuz sonrası ise, 20 Temmuz’da OHAL ilan edilmiş, 7 Haziran’dan bu yana hiçbir hukuk kuralını dinlemeyen hükümet ve Saray, daha da pervasız bir hale gelmiş, saldırılarını artarak sürdürmenin “yasal” kılıfını bulmuştur.
24 Ağustos itibariyle ise içerde yürütülen savaş Cerablus’tan başlayan Suriye’nin kuzeyine dönük işgal ile IŞİD bahane gösterilerek, dışarıda savaş şeklinde genişletilmiştir. Bu ise, içeride-dışarıda savaşa karşı gelişebilecek bütün tepkileri ortadan kaldırmak adına sınıfın, örgütlerinin baskı ile sindirilmesini, ses çıkaramaz hale getirilmesini gerektirmektedir. Son açığa almalar içeride-dışarıda savaş politikalarının, halka açılan savaşın işçi/emekçilere dönük genişletilmesi, sesi çıkan tüm güçlerin susturulması politikalarının bir adım daha ilerletilmesidir.
Bu saldırı halka açılan savaşın, işçi ve emekçilere genişletilmesidir!
8 Eylül günü Milli Eğitim Bakanlığı tarafından açıklanan ve önce eğitim emekçileri ile sonrasında ise diğer işkollarında çalışan kamu emekçileri ile genişletileceği bizzat başbakan tarafından dillendirilen açığa alma saldırısı, topyekûn savaş politikalarının bir parçası olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Devlet açığa aldığı öğretmenlere “terörist” diyerek toplum nezdinde sahiplenmenin önüne geçmeye çalışmaktadır.
Bizler biliyoruz ki, bu saldırı parasız eğitim, parasız sağlık hakkını savunan öğretmenleredir.
Bu saldırı, eğitimde bilimi savunan öğretmenleredir.
Bu saldırı, çocuklar ölmesin diyen öğretmenleredir.
Bu saldırı, karanlığa karşı yüzünü aydınlığa dönmüş öğretmenleredir.
Bu saldırı, anadilde eğitimi savunan öğretmenleredir.
Bu saldırı, yaşasın halkların kardeşliği diyen öğretmenleredir.
Bu saldırı, Ensar vakfındaki gibi çocuk istismarlarına göz yummayan öğretmenleredir.
Bu saldırı, kadınların özgürlüğü için mücadele eden öğretmenleredir.
Bu saldırı, doğasına sahip çıkan öğretmenleredir.
Bu saldırı Soma’yı, Torunları unutmayan öğretmenleredir.
Bu süreçte ses çıkarmayan, izleyen, harekete geçmeyen tüm güçlere sıra gelecektir.
Topyekûn Saldırıya Karşı, Topyekûn Direniş!
Kamu emekçilerine dönük bu saldırıda, direniş çizgisinin örgütlenmesi dışında herhangi bir yol yoktur. Bu saldırının sadece hukuki mücadele ile karşılanması, mevcut hukuk sistemi ve politik durumda mümkün değildir.
Bu bağlamda; Okullar, İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri, kent meydanları direniş alanlarına çevrilmeli, kentin en kalabalık meydanlarında direniş çadırları kurulmalıdır.
Bu süreç, eylemli olarak ele alınmalı, öğretmenler, veliler ve öğrencilerin de içerisinde yer alacağı bir mücadele programı geliştirilmelidir.
Bu saldırıların durdurulması için gereken örgütsel birikim, mücadele gücü ve direniş çizgisi tarihimizde vardır.
Saltanatlarını kaybetme korkusu yaşayanlar kendi korkularını bizlere, işçi emekçilere yaymaya çalışıyorlar. Çabaları nafiledir. Yüz yıllık mücadele geleneğinden öğrenerek gelen bizler, işçi-emekçi düşmanlarının, halk düşmanlarının korkularını gerçeğe çevireceğiz.
Boyun eğmedik, boyun eğmeyeceğiz. Diz çökmedik, Diz çökmeyeceğiz.
Direniş çizgisini örgütleyeceğiz.
Zafer Direnen Emekçinin Olacak!
Topyekûn Saldırılara Karşı, Topyekûn Direniş!

Kaldıraç Okuru Kamu Emekçileri

Katledenler Kaybedecek! 10 Ekim standına polis saldırısı

Standa polis saldırısının ardından AKA-DER üyeleri ve Kaldıraç okurları Yüksel Caddesi’ne “Katledenler Kaybedecek! Onların Sesi Olmaya, Öfkemizi Umudumuzu Haykırmaya! 10 Ekim 10.04’te Ankara Garı’ndayız!” yazılı pankart astı ve Gar önündeki anmaya çağrı yapan bildiriler dağıttı. Darp edilerek gözaltına alınan AKA-DER üyeleri akşam saatlerinde serbest bırakıldı.

Yakılan kürt işçinin arkadaşı konuştu: ‘Dayê ez şewitim’ çığlığını duyduk

Güvenlik kaygısı olduğu için ismini vermek istemeyen görgü tanığı, basında çıkan “Kız meselesi” haberlerinin gerçekleri yansıtmadığını söyledi. Tanık yaşanan olayları şu sözlerle anlattı:
“Mehmet ile Kayserili işçi gece vardiyasında siyasi tartışmaya giriyorlar. Tartışmaların büyümesi üzerine Şantiye şefi ile yöneticiler bu tür olayların şantiyede olmayacağını söylüyor. Bunun üzerine Kayserili işçi şantiye yöneticileri tarafından işten çıkarılıyor. İşçi şantiyeden ayrılarak gidip benzin alıyor. Eşyalarımı unuttum diye şantiyeye geri dönüyor. Ve Mehmet’in bulunduğu konteyneri ateşe veriyor.”
Aytaç’ın yakılmasının ardından gelen itfaiyenin de suyunun olmadığını aktaran görgü tanığı, “İtfaiyenin suyu olmaması nedeniyle Eyüp Belediyesi’nden 2 itfaiye daha geldi. Ama onlar geldiğinde Mehmet çoktan yaşamı yitirmişti” dedi.
Wey dayê ez şewitim (Anne ben Yandım)
Vahşeti anlatırken gözleri dolan tanık, “Başta bir duman yükseldi. Biz sadece yangın çıktığını sandık. Ama bir kaç saniye sonra Mehmet’in Way dayê ez şewitim (Anne ben Yandım) çığlıklarını duyduk. Olay yerine gittiğimizde zaten Mehmet’in yanmış cenazesi orada duruyordu” dedi.

Özgürlükçü Demokrasi / 17 Eylül 2016