Yakalanan Çakıroğlu, Asayiş Şube Müdürlüğü’ndeki ilk ifadesinde, “Giydiği şort ortama uygun değildi. Bu nedenle sinirlenip hareketi yaptım” dedi. Çakıroğlu, Asayiş Şube Müdürlüğü’nden çıkarıldığı sırada basın mensuplarına “Arkadaşlar her şey kontrol altında… Sıkıntı yok, gerekli izahatları yapacağım… Her şey İslam hukukuna göre oldu” dedi. Nöbetçi savcılıkta ifade veren Çakıroğlu’nun, “Ben vücutta açık gördüğüm yerlere tekme atarım. Giyimini beğenmediğim insanları döverim. Devlet bunlara ceza vermiyor. Devlet bunları cezalandırmalı” dediği öğrenildi.
Ayşegül Terzi’nin çenesinde ödem oluşacak şekilde yaralandığı doktor raporlarıyla belirlenen olayda savcılık suçun niteliği yönünden Çakıroğlu’nun önce serbest bırakılmasına karar vermişti, ardından gelişen tepkinin etkisiyle ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama’ ve ‘inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme’ suçlamalarıyla tutuklandı ve hakkında,9 yıl 4 aya kadar hapis cezası istemiyle iddianame hazırlandı.
“Hoşuna gitmeyebilir, mırıldanırsın”
Konuyla ilgili Hürriyet’ten Ahmet Hakan’a konuşan Başbakan Binali Yıldırım, saldırganın “normal biri olmadığını” savundu. Eğer bu durum erkeğin hoşuna gitmediyse “mırıldanabileceğini” söyledi.
“Şortlu kadınının başına gelenleri biliyorsunuz” tehdidi
Bu olayından hemen ardından, benzer bir saldırı da Bursa’da gerçekleşti. Metroda 50 yaşlarında bir adamın, 20 yaşlarında bir gence kulaklıkla yüksek sesli müzik dinlediği gerekçesiyle küfür etmesiyle başlayan kavgada, bir kadın yolcunun saldırgana tepki göstermesinin ardından şahıs bu kez kadın yolcuya İstanbul’da şort giydiği için saldırıya uğrayan Ayşegül Terzi’yi hatırlatarak “Şortlu kadının başına gelenleri biliyorsunuz, hala konuşuyorsunuz, kes lan sesini” diyerek tehditte bulundu. Olayın ardından Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na şikayette bulunan D.K., şüpheli şahsın tespitini ve yargılanmasını talep etti.
Kadın örgütlerinden dayanışma eylemleri
İstanbul Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, Ayşegül Terzi ile dayanışmak amacıyla Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması gerçekleştirdi. Kadınların şort giyerek gerçekleştirdiği eylemde, şort giydiği için şiddet gören Ayşegül için “Asla sessiz kalmayacağız”, “Yaşam hakkımız engellenemez” yazılı dövizler taşınırken, sık sık “Kadın, yaşam, özgürlük”, “Asla yalnız yürümeyeceksin” sloganları atıldı.
Eylemde, Türkiye’de kadına yönelik şiddetin yeni başlamadığı, hep var olduğu dile getirilerek, baskılara boyun eğilmeyeceği kaydedildi. “Zulüm varsa direniş de vardır. Farklı dünya görüşüne sahip kadınlar bu baskılara karşı direniyor. Bu yüzyıl kadınların kazanımlarının yüzyılı olacak” denildi.
Taraftar grubu Çarşı ise İstanbul Beşiktaş’ta bulunan Köyiçi Meydanı’nda biraraya gelerek şort giydiği için şiddete uğrayan Ayşegül Terzi’ye destek vermek ve yaşananları protesto etmek amacıyla “şortlu eylem” yaptı. Eyleme katılan Saadet Yeşil de (44), taşıdığı “Şortumu giyerim, karışamazsın, mırıldanamazsın!” dövizi ile olayın politik olduğuna dikkat çekti. Yeşil, “Yaşanan şiddete rağmen ülkenin başbakanı olayın mırıldanarak geçiştirilmesini istemiş. Bunu doğru bulmuyorum. Özgürlüğümüzü savunacağız. Şort giyen kadının tekmelenmesi politiktir öyle olmasa Başbakan ‘mırıldanırsın’ demezdi” diye belirtti.
Mersin
Mersin Kadın Platformu üyeleri de, Ayşegül Terzi’yle dayanışmak için şortlu eylem yaptı.
“Haddinizi bilin!” diye haykıran kadınlar şortlarını giyip Forum Mersin AVM Havuzbaşında etkinlik gerçekleştirerek giyim ve yaşam tarzlarından dolayı kadınlara yapılan saldırılara tepki gösterdi. Çok sayıda kadının katıldığı eylemde, “Bedenimizin, yaşamımızın kararı bizimdir, dokundurtmayacağız!” pankartı açılırken, “Jin, jiyan, azadî” ve “Kadın, yaşam, özgürlük” sloganları atıldı.
Platform adına açıklama yapan Özlem Uslu, her geçen gün kadın ve LGBTİ’lere yönelik saldırıların arttığına dikkat çekti. Devletin tüm kurumlarında tacizcilerin ve saldırganların sırtlarının sıvandığını kaydeden Özlem, Ayşegül’e tekme atan saldırganın, kadınların dayanışması sonucu tutuklandığını hatırlattı.
Balıkesir, Muğla, Çanakkale gibi birçok ilde daha Ayşegül Terzi’yle dayanışma eylemleri gerçekleştirildi.
Kaynak: diken / sendika.org / Evrensel / direnişteyiz.org / 22 Eylül 2016
Ayşegül Terzi yalnız değildir!
Taylan Kulaçoğlu yeniden gözaltında
Taylan Kulaçoğlu’nun avukatı Fırat Dudak, Kulaçoğlu’nun gözaltı süresince çıplak aramaya maruz bırakıldığını, defalarca darp edildiğini, yemek ve temel insani ihtiyaçlarından mahrum bırakıldığını belirtti.
Tartışılan aslî soru(n) özgürlüktür*
Siz bakmayın “iddianame”nin bizleri Türk Ceza Kanunu 220/ 8.1, 53. maddelerinden “Örgütün veya Amacının Propagandasını Yapma Suçlaması”yla yargılamaya kalkışmasına!
“TCK 220/8: Örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi hâlinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır” derken eklemeden geçmeyeyim: Biz ya da ben ne bir örgütü “övdük” ne de “propaganda”sını yaptık.
Yeri geldi ifade edeyim: Saçları ağarmış birisi olarak ben kimseyi, hiçbir şeyi övmem. Veya yermem…
Bu benim tarzım değildir, asla olmadı da.
Ben bir şeyi alkışlamak ya da yerden yere vurmak yerine; değerlendirir, eleştirir ve itiraz ederim.
Bunu yaparken de özgür bir yurttaş olarak resmî ideolojinin, egemen boyunduruğun dayatmalarını da ciddiye almam.
Düşünce ve ifade özgürlüğüne müthiş değer biçerken; bunun faturası/ diyeti neyse ödedim/ öderim de.
Bunun böyle olduğuna onlarca kez yargılandığım düşünce ve ifade özgürlüğü davalarım kanıttır/ tanıktır.
Şu an birlikte yargılandığım, yargılanmaktan onur duyduğum yoldaşlarımdan birisi olan Mahmut Konuk da yıllar önce “cezalandırıldığı”nda onun da “suçu”na(!?) ortak olmaktan bu binada yargılanmıştım.
Aradan yıllar geçti. Bizi yargılayan Orhan Karadeniz emekli oldu. Hâlâ yaşıyor mu bilmem? Aslında önemi de yok. Aslolan benim o davada yargılanmış olmaktan, hiç mi hiç pişman olmamamdı. İyi Mahmut Konuk’un “suçu”na(!?) ortak olmuşum.
İtiraf edeyim: Vicdanımın gereğini yerine getirmiş özgür bir yurttaş olarak, müsterihim.
Eğer, bu davada da düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmaktan cezalandırılacak olursam, rahat olun, itiraz bile etmem; vicdanen müsterih her özgür bir yurttaş olarak gülümser geçerim.
Bu vurgulanan ardından konunun esasına geçmeden önce, biçime dair birkaç noktanın altını çizeyim:
i) İddianamede cezalandırılmamız istenen TCK 220/8’de, savcının imalatı olan “Örgütün… Amacının Propagandası” ibaresi yoktur. Bu hukuk dışı keyfi bir imaldir. Savcı, TCK’da olmayan bir maddeyle suçluyor bizi.
Söz konusu maddeye göre biz, varsayılan örgütün “cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmış”sak “suçlanabiliriz” ki, ortada böylesi bir hâl kesinlikle yoktur.
Biz “çocuklar ölmesin” dedik; yani şiddete/ teröre karşı çıktık. Bunu yapmak, insan olmanın ve kalmanın “olmazsa olmaz”ıydı…
ii) İddianamedeki “…terör örgütünün ülkemizin özellikle Doğu ve Güneydoğu Bölgesinde gerçekleştirmiş olduğu şiddet eylemleri, bombalama, suikast, çocuk kaçırma, kamu görevlilerini kaçırma, haraç toplama gibi kamu düzenini ciddi anlamda bozucu ve yıkıcı eylemlerine karşı güvenlik güçlerince başlatılan operasyonları, adeta bölge halklarına karşı yürütülen kasıtlı bir operasyonmuş gibi sunan Ayşe ÇELİK isimli şahsın” ibaresinde savcı, herhangi bir mahkemede karara bağlanmamış bir sürece dair, aslısız bir hüküm üretip, bu sözde/ kesinleşmemiş veya sübuta ermemiş bir varsayım üzerinden bizi yargılamaya kalkışmaktadır ki, bu tutumun pozitif hukukta “keyfilik” dışında bir karşılığı yoktur.
iii) Cumhuriyet Başsavcı Vekili İdris Kurt (34405) imzalı iddianame kes yapıştır kolaycılığının ciddiyetsizliğiyle kotarılmıştır.
“Nasıl” mı?
Her birimizin, “bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası”na çarptırılmasını talep eden savcının, “Soruşturma Evrakı İncelendi” ara başlığının altındaki ilk paragrafta, “08.01.2016 tarihinde ulusal bazda yayın yapmakta olan Kanal D isimli televizyon kanalında yayınlanan, sunuculuğunu yukarıda açık kimliği yazılı şüphelinin yaptığı Beyaz Show isimli programın seyri esnasında” ibaresinde anılan Beyazıt Öztürk’ün açık kimliği bize iletilen 15 Haziran 2016 tarihli iddianamede yoktur!
“Neden” mi?
Savcı bu bölümü büyük olasılıkla başka bir iddianameden kesip, yapıştırmıştır. Bu da belgenin ciddiye alınabilirliğini tümüyle şaibeli kılmaktadır.
iv) Ve nihayet Ankara 6. Sulh Ceza Hâkimliği’nin 10 Mart 2016 tarihli ve Hâkim Savaş Şahinbay (40150) imzalı kararda şunlar denilmiştir:
“Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 26/01/2016 tarih ve 2016/8590 Soruşturma, 2016/8919 kayıtlı Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair kararına talepte bulunanlar Ayser İren, Perihan Pulat, Ercan Sadık İpekçi, Çiğdem Yalçın Pamukçu, Ali Gökkaya, İbrahim Bülent Atamer, Sibel Özbudun Demirer, Baskın Oran, Temel Demirer, Mahmut Konuk, Oktay Etiman tarafından itiraz edilmiş olmakla evrak incelendi.
Gereği Düşünüldü: Kendi Haklarında Suç Duyurusu talebinden talepte bulunanlar hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca yapılan işlemler sonucu; Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığınca başlatılan soruşturmada, asli ve feri fail konumunda bulunmayan talepte bulunanların “ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesi” uyarınca sorumlu tutulmaları yasal olarak mümkün değildir. Suç işleme kastıyla değil, suç isnadıyla soruşturmaya maruz kalan kişi ya da kişileri savunma, onlara manevi destek olma kastıyla hareket eden şüphelilerin eylemlerinin suç oluşturmadığı gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiştir.” (EK-1) Bu ne yaman çelişkidir ki, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “suç isnadıyla soruşturmaya maruz kalan kişiye manevi destek olma kastı” gördüğü bir fiili, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcı vekili “örgütünün ve amacının propagandası” olarak değerlendiriyor!
Devamla ve bu saptamalardan hareketle, bir sosyalist olarak davanın esasına ilişkin itirazlarıma gelince…
“HUKUK VE İŞLEVİ”
Geniş bir çerçevede kavranmaya çalışıldığında hukukun bir toplumun üyeleri tarafından bir arada yaşamalarını sağlamak için yapılmış, bireylerin haklarını, sorumluluklarını, davranışlarını, devlet ve birey arasındaki ilişkileri şimdi ve geleceğe yönelik olarak biçimlendiren ve düzenleyen toplumsal kurallar bütünü olduğu söylenir. Böyle geniş ve kaba bir bakış açısıyla yaklaşıldığında hukuk normlarının ahlâk, örf, adet, gelenek, görenek gibi diğer sosyal kurallarla birlikte toplumsal yaşamı düzenlediği ve her toplumsal örgütlenmede yazılı olan veya olmayan, basit veya gelişkin düzeyde hukuk normlarının var olduğu ileri sürülür.
Norm sözcüğü Latince kökenli normo’dan gelmekte ve sözcük geometride kullanılan açıölçer, iletki yanında kıyaslama, yargılama ve değerlendirmenin yapılmasında hareket noktası olarak alınan ölçüt, uyulması gereken kural, düzenleme veya yönerge anlamlarında da kullanılmaktadır. Bu tanımla birlikte hukuk normlarının birlikte-beraber yaşayan insanlar arası ilişkileri düzenlemede ölçü olarak alınan üst düzey toplumsal kuralları oluşturdukları söylenir. Hukuk normları yalıtık bir biçimde tek başına değil, toplumsal yaşamı düzenleyen diğer toplumsal kurallarla karşılıklı etkileşim içinde oluşmakta ve değişmektedir. Toplumsal ilişkileri düzenleyen diğer kurallarla bu karşılıklı etkileşim hukuk kurallarının sadece biçimsel açıdan, yasa formuna sahip olmakla değil aynı zamanda akıl, mantık, vicdan ve adalet gibi değerlerle uyumlu olması bağlamında meşru olarak kabul edilir olmasının gerekçesini oluşturmaktadır.
Hukuk normlarını diğer toplumsal normlardan ayıran en önemli özelliklerden birisi yaptırımları bakımından gösterdikleri farklılıktır. Hukuk normları diğer toplumsal kurallardan farklı olarak kendilerini muhataplarına devlet tarafından örgütlenmiş zora, güce, şiddete dayanarak uygulatma niteliğine sahiptirler. Bu durumda herhangi bir aşkın ve kutsal kaynağa dayanmayan, beraber ve birlikte yaşayan insanlar tarafından yine onların kendilerinin uyması için oluşturulan hukuk normunun yaptırımı bireyin iradesine rağmen, ona karşın gerçekleşmektedir. Bu noktada çok açık biçimde hakların öznesi olan bireyin İradesi ile hukuksal yol ve yöntemlerle yapılmış hukuk kuralı arasındaki çelişkide bireyin iradesinin bağımlı bir konuma düştüğü görülmekte ve hukuk kuralı arkasına aldığı örgütlenmiş devlet gücü ile bireyin iradesi karşısında geçerlilik kazanmaktadır. Nitekim Weber “bir emrin, o emre uyulmasını sağlamak ve uyulmaması hâlinde yaptırımlar uygulamak amacıyla belirli bir kadro tarafından korunma olasılığı” olduğu durumda kanunun varlığından söz edilebileceğini belirtmektedir. Böylece yasaların varlığının, sürekliliğinin ve uygulanmasının dayandıkları devlet gücü ve şiddeti ile garanti altına alındığı, hukuksal yol ve yöntemler içinde oluşturulmaları yanında aynı zamanda bu örgütlenmiş güce dayanarak yasa niteliğinde tanınıp kabul gördükleri açığa çıkmaktadır. Bu durum Derrida tarafından enforced, “yani güç kullanarak veya kuvvete (şiddete) dayanarak uygulanma” olarak ifade edilmektedir. Derrida’ya göre uygulanmayan yasalar olmasına rağmen, uygulanabilirliği olmayan yasa olmadığı gibi, şiddet olmadan yasanın uygulanabilirliği de söz konusu değildir. Bu bağlamda hukuk ile devletin örgütlü gücü, kuvveti ve şiddeti arasında doğrudan bir ilişkinin varlığının ve karşılıklı gerekirlilik konumunun kendini belirgin bir biçimde açığa çıkardığı ileri sürülebilir.
Her toplumsal örgütlenmede toplumun üyelerinden beklenen davranış kurallarını belirleyen hukuk normları kuşkusuz o toplumun içinde bulunduğu somut koşullardan, güç ve hiyerarşi ilişkilerinden etkilenmekte ve onları etkilemektedir. Böyle geniş bir çerçevede eleştirel bir yaklaşımla bakıldığında hukukun iki önemli işlevinden söz edilebilir. Bunlardan birincisi hukuk sisteminin içinde oluştuğu dönemin “mülkiyet ve mübadele” ilişkilerini onaylaması, devamını ve yeniden üretimini sağlamasıdır. İkincisi ise sınıf egemenliğini gizleyen ideolojik işlevidir. Daha açık bir ifadeyle hukuk hem mevcut toplumsal yapıya varlık kazandırmakta, onu garanti altına almakta, hem de eşitsizliklerle ve hiyerarşik ilişkilerle örülmüş toplumsal yapının olmadığı algısını yaratarak onu gizlemektedir. Bu gizleme işlevini de iki düzeyde yerine getirmektedir. Birinci düzeyde hâkim güçler ve farklı devlet güçleri arasındaki egemenlik ilişkilerini ve bunların değişimini düzenlemekte ve “böylece devlette önemli değişiklikler olmaksızın iktidar ittifakı içinde güç dengesinin değişmesine imkân” sağlamaktadır. Yani bir baskı aracı olarak önemli bir unsurunu oluşturduğu devletin yapısına dokunmadan biçimsel düzeyde değişimler geçirmesine olanak vermekte, ama bununla birlikte egemenlik yapısında herhangi bir değişiklik olmadığını gizlemektedir. Egemen sınıflar içinde güç değişimine olanak sağlarken baskı altındaki sınıflar bakımından ise iktidara ortak olacaklarına, onu kontrol edeceklerine dair bir yanılsama yaratmakta ve buna paralel olarak “kendi kuralları çerçevesinde iktidara ulaşmamalarını” sağlamaktadır. Hukuk ayrıca devlet iktidarının iktidara bağımlı sınıflara uygulanmasına ilişkin kuralları düzenlemektedir. Yani devletin örgütlü şiddetinin organizasyonu ve uygulanması da hukukun belirlediği kurallara göre yapılmakta ve “devlet aygıtı, genel olarak bizzat kendi koyduğu kurallara” uymaktadır. Hukuk ideolojik işlevinin ikinci düzeyinde ise devlet ile birey-yurttaş arasındaki ilişkileri düzenlemekte, devlet iktidarına doğal insan ve yurttaş hakları yoluyla sınırlar çizmekte, böylece hukuk devleti ismini almaktadır. Bu işlevleri bağlamında hukuk esas olarak sınıflar arası bir müdahale ve mücadele alanı olarak biçimlenmekte ve Poulantzas tarafından “sınıf hukuku, yani sınıf mücadelesinin hukuku” olarak tanımlanmaktadır. Bu yetkin açıklamayla birlikte Türkiye’de hukuk üzerine yapılacak bir tartışmanın sınırlarının esas olarak ekonomik eksen üzerinde biçimlendirilmiş, sınıflar arası eşitsizliklere dayanan bu hukuk kavrayışı dışında kalan din, cinsiyet ve etnik farklılıklara sahip toplumsal kesimlerin hukukla mücadelesini kapsayacak biçimde genişletilmesinin gerektiği ileri sürülebilir. Bununla birlikte böyle bir çerçeveden bakıldığında Türkiye’de sınıflar ve diğer toplumsal kesimler arasındaki çatışmaları dikkate almayan, tarih ve toplum dışı, “tarafsız” olarak anlaşılan veya kavranan “hukukun üstünlüğü” söyleminin ülkenin tarihsel ve toplumsal geçmişi ile şimdiki toplumsal mücadeleleri bağlamına oturtularak yeniden tartışılması gerektiği açıktır. (…)
Kısaca eşitsizliklerin egemen olduğu bir toplum için kurgulanan soyut eşit ve özgür taraflar arasındaki sözleşme ve uygulanması güce, zora ve devletin örgütlenmiş şiddetine dayanarak sağlanabilmekte ve bu nedenle hukuk ile şiddet arasında hukukun kuruluşundan başlayarak uygulanma aşamasına kadar doğrudan bir ilişki daha en başından tesis edilmektedir. Buna bağlı olarak çeşitli çıkar ve farklılıklara sahip taraflar arasında varılan bir karar veya uzlaşma anının şiddetten soyutlanamayacağı, bu uzlaşma anının esas olarak kendisine eşlik eden dışlama ve yok sayma biçimleriyle şekillenen yeni bir hegemonya kuruluşuna işaret ettiği ortaya çıkmaktadır. İşte tam da bu hegemonya kurulumu süreci farklı toplumsal kesimleri kendine bağımlı kılmayı sağlayan yeni dışlama ve yok sayma biçimleri oluşturduğu için bunlara karşı toplumsal muhalefet yükselmektedir. Bu bağlamda toplumsal muhalefet hareketleri ile yeni bir hegemonya kurulumu, siyasi ve iletişimsel güçle meşru hukuk arasındaki ilişkisi önem kazanmaktadır.
YARGI VE “BAĞIMSIZ”LIĞI MESELESİ
“Hukuk sadece ihtiyaçlara yönelik nimet değerleri için değil daha yüksek değerler için de bir koruma mercii. Hakikât, etik, estetik gibi yüksek değerler, kültür değerleri ancak beden, hayat, mülkiyet, kişisel davranış özgürlüğü gibi şeylerin güvence altına alındığı ortamda yer bulur. Adalet kişisel özgürlükleri güvence altına almakla tüm yüksek değerlerin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmakta. O adeta erdem değerleri arasında bir piyondur,” diyen Ümit Kardaş’ın, “Geldiğimiz noktada adalet değeri meşru hukuk yoluyla barışa, özgürlüğe, eşitliğe, hakikâte, estetiğe ulaşmamızı sağlıyor mu?” sorusunun altını çizerek ilerlersek:
Bilindiği üzere sınırsız güç kullanılması toplum yaşamını zehirler ve onu yok eder. Bu nedenle doğa yasalarının dışında ve üstünde bir “olması gereken”i gösteren normların (kuralların) bulunması gerekir. Toplum içinde bireylerin güvenilir olmasını sağlayan hukukun öncelikle kendisinin güvenilir olması zorunlu. Toplumsal hayata güven getirecek, geleceğe ilişkin planlar yapabilmeyi sağlayacak hukukun meşruluğu, açıklığı, biçimciliği ve sürekliliği yerine getirmesi çok önemli.
Hukukun gerçek bir güvenlik sağlamasının önemli bir koşulu da hukuk düzeninin arkasında bulunan devletin, somut anlamda yönetenlerin de kendilerini aynı hukuka tabi kılması. Devleti meşrulaştıran şey bir taraftan bireyleri kaba güce karşı korumasıysa, diğer taraftan onun da koruma önlemleri sistemine, bu yoldaki sınırlandırmalara kendisini de sokması, meşru hukuktan ayrılmaması yani hukuk devleti niteliğine sahip bulunması olmakta.
Antik Yunan Uygarlığı’nın yedi bilgesinden biri olan ve o dönemin anayasasını hazırlayan (Solon Anayasası) Atinalı devlet adamı ve şair Solon, bize bir şiirinde gücün hukukla sınırlanmasının önemini binlerce yıl öncesinden anlatmakta. “Buluttan karla dolu düşer/ Parlak şimşekten gök gürlemesi doğar/ Büyüklerin hırsı devleti uçuruma sürükler/ Halk farkına varmadan müstebitin kölesi olur/ Pek aşırı güçleneni sonradan bağlamak zordur/ Her şeyi vaktinde düşünmek gerekir.”
Yani hukukun ölçülü, sürekli ve eşit uygulanması hak duygusunu besleyen bir etkendir… Çünkü hukukun gözeteceği hedef-amaç adalet, özgürlük ve insanlık idesidir.
Eğer bu hedef-amaç gözetilmezse hukuku çıkar, yarar ve bir siyasetin aracı durumuna düşürmüş oluruz. Hukukun siyasileşmesi ve idarileşmesi adaletin yitirilmesi demektir. Hukuk siyasetin ve bürokrasinin bir aracı değildir. Aksine siyaset ve bürokrasi hukuki bir temele dayanmalıdır. Bu nedenle siyasi güç kullananların hukuku araçsallaştırmaları, hukuk uygulayıcılarını kişisel ve siyasi hesapları uğruna adalet hedefinden uzaklaştırmaları, korku ve tehdit yoluyla baskılayıp teminatlarını (yargılanacak kişilerin hukuk güvenliği bakımından tanınmış olan) yok etmeleri kabul edilemez. Bu durum açıkça meşru hukukun dışına çıkarak iktidarın meşruiyetini kaybetmesi anlamına gelir ve söz konusu fiiller anayasayı ihlâl suçunu oluşturur.
Hukukun anlamı unutulmuş, güce ve siyasete alet edilmiş olabilir. Bu anlamda bundan zarar görecek olan toplumdur. Böyle bir durumda toplumda uyumsuzluk ve huzursuzluk artacak, yaratıcılığın ve kültürün gelişmesi engellenmiş olacak ve toplumun geleceği de tehlikeye düşecektir. Buna karşılık hukuk nihai hedefine yönelik olarak görevini yapınca toplumda uyum, denge ve huzur sağlanacak ve gelişmenin yolları açılmış olacaktır. Bir toplumun hukuk toplumu olabilmesi için özgürlük ve adaletin gerçekleşmesi zorunludur. Hukukun ahlâki ideali de adalet ve insan onuruna yaraşır davranış (insaniyet) değerleridir.
Hukukun bir diğer işlevi de barışı sağlayacak bir ortamın yaratılmasıdır. Toplumun barış içinde yaşayabilmesi barışsever bir hukuk düzeninin kurulmasına bağlıdır. Bu nedenle hukuk düzeni değişik inanç ve düşüncelere sahip bireylerin bir arada yaşayabilmelerine olanak sağlayacak nitelikte olmalıdır. Kimlik farklılıklarına saygıyı oluşturacak bir hukuk düzeni oluşturmak zorunluluktur. William Connoly ‘Kimlik ve Farklılık’ başlıklı yapıtında demokratik kimlik siyasetinin ne anlama geldiğini anlatıyor. “Demokratik bir kimlik siyaseti, aşkın gerçeğe sahip olduğunu iddia eden bir komuta etiğine karşıdır. Kendisinin ve dünyanın belirsizliğinin farkında olan, tartışmaya açık, bu yüzden de kendisine belli bir mesafe ve ironiyle bakan, ötekine özen gösteren ve yaşamın zenginliğine saygı duyan bir etiğe dayanır.”
Bu nedenlerle adalet ve eşitlik gibi etik değerlere dayanan ve bu değerlere ulaşmayı hedefleyen hukukun bu anlamda barışın ahlâkiliğini sağlaması görevidir. Bunun sağlanamadığı yerde barış tehlikededir. Ve bireyi hiçe sayan bir hukuk düzeni hukuk adını taşımaya hak kazanamaz. Bu durumda devletin kullandığı şiddet de hukukun dışında kalır ve güç kullanıp uygulayanlar meşruiyet dışına çıkmış olurlar.
Tam da bunun için yargı işlevi, bireysel-toplumsal olan ile siyasal olan arasındaki alanların tanımlayıcısı, belirleyicisi ve bu iki alan ilişkisinin düzenleyicisidir…
F. Pollock’un deyimiyle “Vücut için kemikler neyse, siyasal kurumlar için de hukukun önemi odur”. Dolayısıyla modern anayasal devlette iktidar, hukuku ve uygulamasından doğan yargı işlevini belirle(ye)mez ve denetle(ye)mez, tam tersine iktidar hukuk tarafından kurumlaştırılır ve denetlenir, denetlenmelidir.
Böyle olmalıdır. Çünkü bir arada yaşamanın çimentosu hukuktur. Peki, hukuk neye göre nasıl olacak veya nasıl işleyecek? İşte burada da işin püf noktası şudur: Toplum içinde bireylerin güvenilir olmasını sağlayan hukukun öncelikle kendisinin güvenilir olması zorunlu. Çünkü kendisi güvenilir olmayan normlar silsilesi başkaların güvenliğini nasıl sağlayabilir ki?
Burada karşımıza dikilen soru(n), yargı ve “bağımsız”lığı meselesidir.
Evet, “Hukuk güvenliğinin en önemli boyutu hâkime ve onun şahsında yargıya güven duyulmasıdır. İnsanlar hâkimin kararlarında ve davranışlarında subjektif veya siyasi bir eğilim görmek istemezler. Adalet bakanının eksik bildiği şekilde hâkimler bağımsızlık, tarafsızlık ve güvenilirliklerini sadece kararlarıyla değil, toplum içindeki davranışları ve yarattıkları izlenimlerle ya pekiştirirler ya da berhava ederler. Tarihsel tecrübe göstermiştir ki; hâkim bağımsızlığı ve tarafsızlığına yönelik en önemli tehdit daima siyasi güç olan siyasi iktidardan yani yürütmeden gelmiştir…
Kuşkusuz hâkimin nitelikli ve erdem sahibi olması çok önemlidir. Ancak bu nitelikler yürütme organı karşısında bağımsızlığı sağlamaya yetmez. Fransız filozof ve politikacılarından Royer Collard, 1815’te Fransız Ulusal Meclisi’nde konu ile ilgili şunları söyler: ‘Bir toplumda adaletin iyi veya kötü dağıtılışına göre o bir toplumdur veya değildir diyebiliyoruz. Bu durumda toplum için mahkeme kararlarının adaletli ve tarafsız olması kadar önemli bir şey olamaz. Toplum adına hâkim atamak yetkisine sahip yürütme gücü, bir yurttaşı bu yüksek göreve çağırdığı zaman ona şöyle der: ‘Yasanın organı, sen de yasa gibi duygusallıktan uzak ol. Çevrende kaynaşacak olan her türlü ihtirastan ruhun arınmış kalsın. Beni kuşatan ve kendilerinden tamamen kurtulmaktan güçlük çektiğim öğeler benden haksız buyruklar çıkmasına neden olurlarsa, bu emirlere uyma. Çekiciliğime diren, tehditlerime diren. Mahkemedeki yerine çıktığın zaman kalbinin derinliklerinde ne bir korku ne bir ümit kalsın.’ Yurttaş şöyle yanıt verir: ‘Ben sadece bir insanım, siz benden insanlığın üstünde şeyler istiyorsunuz. Siz çok güçlüsünüz, ben ise çok zayıfım, bu eşit olmayan mücadelede yenilmem kaçınılmazdır. Bugün bana öğütlediğiniz direnişin yarın saiklerini tanımaz ve beni bu yüzden cezalandırırsınız. Eğer beni hem bencil arzularıma hem de size karşı korumazsanız her zaman kendimi aşamam. Beni korkudan ve ümitten uzak kılınız. Bana vermiş olduğunuz göreve ihanet etmedikçe mahkemedeki yerimden indirilmeyeceğime söz veriniz’…
‘Birleşmiş Milletler Bangolare Yargı Etiği İlkeleri’ de bu anlamda hâkimlere yönelik ‘meslek ahlâkı standartlarını’ belirlemek niyetiyle tasarlanmış değer ve ilkelerden oluşmakta. Bangolare İlkeleri, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul edildi. Bu metinde bağımsızlık, tarafsızlık, dürüstlük, tutarlılık gibi değerler ilkeler hâlinde düzenlendi. Bu ilkeler HSYK tarafından 26.06.2006 tarih ve 315 sayılı karar ile benimsenerek, hâkim ve savcılara duyuruldu.
Bağımsızlık değeri metinde şu şekilde yer almakta: ‘Yargı bağımsızlığı hukuk devletinin ön koşulu ve âdil yargılanmanın temel garantisidir. Bundan dolayı hâkim, hem bireysel hem de kurumsal yönleriyle yargı bağımsızlığını temsil ve muhâfaza etmelidir.’ Bu değerin hayata geçirilmesine ilişkin ilkelerden biri şöyle ifade edilmekte: ‘Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir.’
Tarafsızlık değeri ise şöyle ifade edilmekte: ‘Tarafsızlık yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Bu değerin hayata geçirilmesine ilişkin ilkelerden biri şöyle ifade edilmekte: ‘Hâkim, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır’…”
Bu güzergâhta adil yargının olabilmesi için bunun hâkimin vicdanından bağımsız olarak, nesnel kurumsal güvenceleri olmalı.
Yargı bağımsızlığı, adil yargının “onsuz olmaz”ıdır.
Yargı bağımsız değilse, yargıçlar ne denli, iyi yürekli, vicdanlı, mert olurlarsa olsunlar, adil yargı olamaz.
Ayrıca, yargının bağımsız, tarafsız ve adil olması yetmez, aynı zamanda bu inancın yurttaşın yüreğinde kök salmış olması gerekir gerçek bir adil yargıdan söz edebilmek için.
Bugünün Türkiye’sinde bu koşulların yerine geldiği söylenebilir mi? Söylenemeyeceğine göre de, adil yargıdan söz etmek mümkün değildir.
Ben bu konuda kuşkuluyum…
Çünkü!
TÜRK(İYE) HUKUK(SUZLUĞ)UNA ÖRNEKLER!
‘2015 WJP Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ne göre, 102 ülkelik endekste dünya ölçeğinde Türkiye’nin yeri 80’inci sırada… Bölgesel sıralamada, küresel sıralamaya göre çok daha vahim durumdayız. Bölgesel sıralamada 13 ülke arasında 12’nci sıradayız…
Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit’in, “Geçmişte yargıya güven yüzde 70 idi, şimdi yüzde 30’lara düştü,” dediği bir kesitten geçiyoruz.
“Hukuksuz yargı” olarak betimlenen ve “Saray’a uyumlu yüksek yargı” notu düşülen bu kesite ilişkin olarak; Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ’ın, “Hiçbir iktidar muhalif olanı ya da işine gelmeyeni, kendisinden olmayanı sevmiyor”; Rıza Türmen’in, “Ne denirse densin, yargı tarafsızlığını kaybetti”; eski AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın, “Yargının siyasal amaçlar için kullanılmaması gerekiyor”; Vedat Ahsen Coşar’ın, “Yargı, düne göre iktidarın daha fazla denetimi altında”; Taylan Tanay’ın, “Yargıyı kim kurtaracak?” saptamalarının altı özenle çizilmelidir.
Çünkü hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş, “Yargı kurum ve kuruluşları Cumhurbaşkanlığı makamına bağlıdır,” derken; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Cumhurbaşkanı bu ülkede yasamanın, yürütmenin, yargının da başıdır. Devletin başıdır,” diye eklediği bir tablodur sözünü ettiğim.
Belirtmeden geçilmemeli: “Eğer bir devlet kanunlar yerine buyruklar, zihniyetler, kişisel inisiyatifler vb. ile yönetiliyorsa hukuk devleti değildir. Orada keyfi yönetim vardır. Kişi, zihniyet vb.nin diktatörlüğü vardır.”
Tam da bu koordinatlarda Orhan Gazi Ertekin, “Artık ‘hukuk yok’ demek de yetmez,” diye sesleniyor hepimize…
Sadece Orhan Gazi Ertekin mi? Hayır, daha da fazlası; örneğin AKP Kocaeli Milletvekili Mehmet Akif Yılmaz facebook hesabından HSYK’ya şu çağrıyı yapmak zorunda kalıyor:
“Kocaeli Adliyesi’nde görevli bazı hâkimlerin aldığı kararlar artık toplumda infial uyandırmaya başladı. Yüklü miktarda eroinle yakalanan şahıs, cezası yıllara tekabül eden bu suçu sabit iken hâkim takdiri ile serbest bırakıldı. 16 yaşında bir kızcağızı 4 gün süreyle alıkoyan ve tecavüz eden zanlılar, kızın teşhis etmesine rağmen hâkim takdiri (!) ile serbest bırakıldılar ve rahatça Kocaeli’nde dolaşıyorlar. Alınan bilgiye göre başka bir kızcağızı alıkoymuşlar! Son olarak, akla ziyan bir hâkim takdiri, eşini 8 yerinden bıçaklayan şahıs, yaralı daha yoğun bakımda iken serbest bırakılıyor. Yaşanan bu gelişmelerin akılla, mantıkla, vicdanla, adaletle izahı yok. Kocaeli’nin vicdanı HSYK’nın bu keyfiliğe karşı harekete geçmesini bekliyor.”
Türk(iye) hukuk(suzluğ)una dair birkaç örneği daha sıralayalım:
i) 7 TİP’linin katledildiği olaya ilişkin 7 kez idam cezasına çarptırılan ve yargılama sürecinde yaşamını yitiren hükümlü Ünal Osmanağaoğlu’nun ailesinin girişimiyle yapılan yeniden yargılanmasında beraat kararı çıktı…
ii) Talat Türkoğlu’nun yıllar önce gözaltında kaybedilmesiyle ilgili dosya zamanaşımı kararıyla kapatıldı. Edirne Cumhuriyet Başsavcılığı şüpheli bulunamadığını belirtirken ailenin avukatı, isimleri verilen kişilerin bile ifadelerinin alınmadığını vurguladı…
iii) Amasya’da 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından “işkencehaneye” çevrilen Suluova Et Balık Kurumu Tesisleri’nde (EBK) işkence gören Hasan Kaplan’ın şikâyeti üzerine Yüzbaşı Atasoy Fitos, Başçavuş Burhan Yöntem ve Jandarma Başçavuş Kenan Kanat hakkında açılan davada, Amasya Ağır Ceza Mahkemesi davanın zamanaşımından düşürülmesine karar verdi…
iv) 23 Kasım 2002 gecesi 19 yaşındaki Yıldırım Sezik, polis tarafından vuruldu. Emniyette 6 çocuğa işkence yapıldı. 20 polis, zamanaşımıyla cezadan kurtuldu. Türkiye ise AİHM’de 65 bin Avro tazminata mahkûm oldu…
v) Fatih’te 2006 yılında “dur ihtarına uymadı” gerekçesiyle 23 yaşındaki Aytekin Arnavutoğlu’nu öldüren sanık polis Bayram Ergin, “taksirle adam öldürmek” suçundan 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı…
vi) Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, gözaltına aldıkları kişilere, istedikleri yönde ifade vermeleri için dayak, tehdit, hakarette bulunan, elektroşok uygulayan ve kuru sıkı tabancayla üzerlerine ateş ederek işkence yaptıkları iddia edilen 4 polise, 6-24 yıl arası hapis öngörülen işkence suçundan değil 1-3 yıl arası hapis öngörülen “basit yaralama” suçundan dava açtı…
vii) Yalova’da 31 Mayıs 2012’de bir kavgayı ayırmak isterken “sıkmayın astım hastasıyım” demesine karşın polisin sıktığı biber gazı nedeniyle fenalaşan ve beyin kanaması geçirerek yaşamını yitiren Çayan Birben ile ilgili davanın 23 Haziran 2016 tarihinde Yalova Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki karar duruşmasında, “taksirle ölüme sebebiyet verme” suçundan yargılanan 4 polisten Ercüment Küçükakça beraat ederken, İbrahim Baltacı, Serhat Ayhan Yeni ve Tekin Ceyhan’a 2’şer yıl hapis cezası verildi ardından bu ceza, 1/6 oranında indirim uygulanarak 1 yıl 8 aya düşürüldü. Sanıkların cezaları ertelendi…
viii) Trafikte tartıştığı motosikletli, 33 yaşındaki Ahmet Sülüşoğlu’nu 3 kurşunla öldüren Emniyet Müdür Yardımcısı Celal Yılmaz, Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada ceza verilmesine yer olmadığına karar verilerek tahliye edildi. Mahkeme, oy çokluğuyla alınan kararda, sanığın cinayeti, meşru müdafaa sınırlarını mazur görülebilecek heyecan, korku ve telaş nedeniyle aşarak gerçekleştirdiğine hükmetti…
ix) Okmeydanı Cemevi’nde 22 Mayıs 2014’te bir cenaze törenine katılmak üzere beklerken polis Sezgin Korkmaz’ın silahıyla öldürdüğü Uğur Kurt’un (30) annesi Güllünaz Kurt hakkında soruşturma başlatıldı. Fail polis Sezgin Korkmaz’ın avukatı Tolga Yurdakul oğlunu polis kurşunuyla kaybeden anneden duruşmada çıkan arbedede kendisini darp ettiği ve saatinin kordonunu kopardığı gerekçesiyle şikâyetçi oldu…
x) Birleşik Devrimci Parti üyeleri hakkında hazırlanan iddianamede savcı, “PKK-KCK terör örgütünün legal yapılanması olduğu bilinen HDP” ifadesini kullandı…
xi) Erzurum 1. Ağır Ceza Mahkemesi HDP mitingine katılanları taşıyan minibüsü ateşe vermekten ötürü ömür boyu hapisten yargılanan sanık Tuncer Tan’a verilen 10 yıla mahkûmiyet kararındaki indirimin gerekçesini “HDP, PKK’yi destekleyen bir parti” olarak açıkladı…
xii) Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara Tren Garı Meydanı’nda 102 kişinin öldüğü, 500’ün üzerinde kişinin yaralandığı bombalı saldırı sonrasında alanda terk edilmiş polis aracıyla yaralıları taşıyan iki Halkevleri üyesine dava açtı. Savcılık, “Hırsızlık” ve “Mala zarar vermekle” suçladığı iki eylemci hakkında 11 yıla kadar hapis cezası istedi…
xiii) Diyarbakır’ın Lice ilçesi Kayacık Köyü’nde 28 Haziran 2013 günü kalekol protestosuna müdahale sırasında 19 yaşındaki Medeni Yıldırım’ın öldürülmesi, 8 kişinin de silahla yaralanması olayı ile ilgili olarak Jandarma Özel Harekât Tim Komutanı hakkında yürütülen soruşturmada takipsizlik kararı verildi…
xiv) Niğde’de bir asker, bir polis ve bir sivil vatandaşı öldürdükleri iddiasıyla yargılanan sanıkların davasında sanıklara “öldürme, silahlı gasp, tehlikeli madde bulundurma, anayasal düzeni zorla ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlarından toplam 10 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talep edilen iddianamede Çendrim Ramadani, Benyamin Xu ve Muhammed Zakiri’nin IŞİD silahlı terör örgütü üyesi olduklarının tespit edildiği ve bu suçlardan tutuklanmalarına rağmen sanıklara IŞİD üyesi olmak suçundan ceza vermediği ortaya çıktı…
xv) Gaziantep’te 2014 yılında 2 örgüt militanıyla gözaltına alınan IŞİD’ın infazcısı Ahmet Güneş’in tutuklu yargılanırken önce tahliye edilip, sonra cezaya çarptırılıp ‘iyi hâl’ indirimi uygulandığı ortaya çıktı. Ahmet Güneş, serbest kaldıktan sonra kayıplara karıştı…
xvi) Adana Valiliği, HDP İl binasına yönelik bombalı saldırıda yaralanan Partinin İl Eş Başkanı Hüseyin Beyaz’ın tazminat talebini, ‘Daha önce teröre yardımdan hüküm giydin’ diyerek kabul etmedi…
xvii) Mersin’de, yaşları 14 ile 17 arasında değişen 7 çocuk hakkında polis tutanaklarına dayandırılarak açılan davada müebbet hapis cezası isteniyor…
xviii) Şırnak’ta 16 yaşındaki Yahya Menekşe’nin polis panzerinin altında kalarak ölmesiyle ilgili yargılanan polis O.Y’ye verilen beraat kararı Yargıtay’ca onandı…
xix) 19 yaşındaki Murat Yıldız’ın gözaltında kaybedilmesinden sorumlu iki polis memurunun yargılandığı ve dava dosyasının, Gebze Adliyesi’nde 2003 yılında imha edildiği ortaya çıktı…
xx) Soma’da ÇHD üyesi bir grup avukat, 17 Mayıs 2014’te, Eğitim Sen önünde dövülerek gözaltına alındı. Çekilen görüntülerde avukatlara yapılan kötü muamelenin götürüldüğü kapalı spor salonunda da sürdüğü belirlendi. Olaydan sonra avukatlar polisler hakkında suç duyurusunda bulunurken savcılık da polis tutanağı doğrultusunda aralarında avukatların da olduğu kişiler hakkında soruşturma açtı…
xxi) Manisa’nın Soma ilçesindeki maden faciasının ardından dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın müşaviri Yusuf Yerkel tarafından tekmelenen madenci Erdal Kocabıyık’a mahkeme, Başbakanlık’a ait aracı tekmelediği için kamu kurumuna ait, kamu hizmetine tahsis edilmiş eşya hakkında mala zarara vermekten dolayı para cezası verdi…
xxii) Otelin 4. kat balkonundan düşen Gamze Uslu’nun ölümüyle ilgili olarak “kasten öldürme” suçlamasıyla yargılanan nişanlısı Baki Can Gölcü’ye “iyi hâl indirimi” uygulanarak 25 yıl hapis verildi…
xxiii) Tuğba Erdoğan, 2013 yılında go-kart yaparken feci şekilde can verdi. Kazada kusurlu bulunan işletmeci iki kardeşe verilen hapis cezaları hem paraya çevrildi hem taksite bağlandı. Aile bu kararla yine yıkıldı…
xxiv) Anayasa Mahkemesi, (AYM) çocuk tecavüzcülerine 16 yıl hapsi çok buldu, iptal kararı verdi…
xxv) Kastamonu’da, bir caminin tuvaletinde 7 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismarda bulunmak suçundan tutuksuz yargılanan 42 yaşındaki Oktay K, sadece 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı…
xxvi) Konya 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi 2010 yılında görev yaptığı ilköğretim okulunda 3’üncü sınıf öğrencisi 8 kıza cinsel tacizde bulunduğu iddiasıyla yargılanan ve 31 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye olan 50 yaşındaki öğretmen Z.K. delil yetersizliğinden oy çokluğuyla beraat etti…
xxvii) Diyarbakır’da iki kıza fuhuş yaptırdığı iddiasıyla 35 yıla kadar hapsi istenen R.B.’ye ‘saygın tutum’ indirim hükmü uygulandı. 10 bin liralık cezanın 24 eşit taksitle ödenmesine karar verildi…
xxviii) Yargıtay 14. Ceza Dairesi, Düzce’de 8 yaşındaki kızını birlikte yaşadığı A.G. ile ilişkiye girmeye zorlayan, bu amaçla kızını döven ve cinsel içerikli film izleten anne F.Ü.’ye “cinsel istismar suçuna teşebbüs” suçundan verilen 9 yıl 4 aylık hapis cezasını bozdu. Kararda, sanıkların eylemlerinin “hazırlık aşamasında kaldığı ve teşebbüs aşamasına ulaşılmadığı” vurgulandı. Yargıtay Ceza Genel Kurulu da dairenin bu kararını onadı. Bu karar sonrası yeniden yapılacak yargılamada her iki sanık beraat edecek…
xxxix) Adana’da, kız öğrencisi G.B.’ye cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla 15 yıla kadar hapis cezası istemiyle tutuksuz yargılanan resim öğretmeni 48 yaşındaki İ.S., iyi hâl indiriminden yararlanıp 3 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı…
xxx) Diyarbakır’da 14 ve 17 yaşındaki iki kız kardeşe fuhuş yaptırdığı iddiasıyla 35 yıla kadar hapis istemiyle yargılanan 46 yaşındaki taksici R.B.’ye, ‘saygın tutum’ indirim hükmünü uygulanarak 4 yıl 2 ay hapis ve 24 taksitle ödenmek üzere 10 bin lira para cezası verildi…
xxxi) Erzurum’da 14 yaşındaki D.Ç., önce F.A.’nın kendisini zorla öptüğünü söyledi, sonra “öpüşme olmadı” dedi. 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi, D.Ç.’nin şikâyetini geri çekmesine rağmen F.A.’yı “istismar” ve “alıkoyma” suçlarından cezaya çarptırdı…
KISA BİR PARANTEZ
Tüm bu ve benzerlerinden sonra -ister istemez- Eduardo Galeano’nun, “Her hukukçu bilmelidir ki, yasa yukarıda yaşar ve aşağıya tükürür.” “Adalet de tıpkı yılanlar gibi, yalnızca çıplak ayaklıları ısırıyor”; Anatole France’ın, “Yasalar muhteşem eşitlik sağlar. Köprü altında uyumak, sokaklarda dilenmek ve ekmek çalmak, fakirlere olduğu gibi zenginlere de yasaktır”; Ahmed Arif’in, “Kanun! Bu da bi maskaralık, bi dümen. Kanun yalnız biz fukaralar için var. O da cezalandırırken sadece”; Platon’un, “Her yerde tek bir adalet ilkesi vardır: Güçlünün çıkarı,” saptamalarını anımsamamak mümkün mü?
Tüm bunların altını çizdikten sonra; Ayşe Çelik’in “Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda neler olup bittiğinin farkında mısınız? Burda doğmamış çocuklar, anneler insanlar öldürülüyor. Sanatçı olarak, insan olarak bir şekilde siz de yaşananlara sessiz kalmamalısınız ve bir şekilde dur demelisiniz. Ayrıca bir şey daha söylemek istiyorum, ölen çocuklara sevinen zavallı insanlar var. Ben o insanlara daha doğrusu biz o insanlara hiçbir şey söyleyemiyoruz, yazıklar olsun demekten başka,” sözlerinin altına imzasını atanları savcı İdris Kurt’un TCK 220/8 ile cezalandırılma istemesindeki komikliği bir kenara bırakıp, yine somut gerçek ve verileri aktaralım!
İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nin 31 Ağustos 2016’da kamuoyu ile paylaştığı rapora göre, 1 yıl içerisinde asker, polis, korucu, örgüt militanı ve sivil olmak üzere 1552 kişi yaşamını yitirmiş. Bu kişilerin 75’i çocuktur…
Yine İnsan Hakları Derneği (İHD), Türkiye’deki çocukların durumuna dair ‘2015 Hak İhlâlleri Raporu’na göre 1 Ocak-20 Kasım 2015 tarihleri arasında 617 çocuk öldü, bin 750’si yaralandı, 388’i gözaltına alındı, 172’si işkence ve kötü muameleye uğradı, 872’si fişlendi…
İHD’nin ‘2015 Yılı Hak İhlâlleri’ne ilişkin raporuna göre, toplumsal olaylarda hükümet güçlerinin saldırısı sonucu 53’ü çocuk 264 kişi katledildi…
Ayrıca İHD’nin, ‘20 Kasım 2014 Dünya Çocuk Hakları Günü’ dolayısıyla hazırladığı raporda 1 Ocak-19 Kasım 2014 tarihleri arasında 113 çocuğun işkence gördüğü, gözaltına alınan 360 çocuktan 59’unun tutuklandığı, 42’sinin ise yaralandığı belirtildi…
İHD’nin, ‘2014 yılı Türkiye İnsan Hakları İhlâlleri Raporu’na göre, gözaltında 1’i çocuk 5 kişi öldürüldü…
İHD verilerine göre, sadece 2013 yılında 1878 çocuk tutuklanırken 2014 yılında ise 1984 çocuk tutuklandı. Aynı verilere göre, binlerce çocuk gözaltı merkezlerine alındı ve birçoğu kötü muameleye maruz kaldı…
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun açıkladığı, ‘12 Yıllık AKP Hükümetinin İnsan Hakları Karnesi’ raporuna göre, AKP döneminde yine 88 çocuk yargısız infaz, faili meçhul cinayetlere kurban gitti…
Şimdi ben, ifade özgürlüğü ekseninde bu somut gerçeklerden söz edince, “örgüt propagandası” mı yapmış olacağım…
“Iustitia omnibüs/ Herkese adalet” diyen birisi olarak, elbette “Hayır”!
Çünkü susmak ve “Factum tacendo erimen facias acrius/ Kötülüğe göz yummak, daha büyük suç işlemektir”!
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ NEDİR, NASILDIR?
Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Zühtü Arslan, “İfade özgürlüğü, demokrasilerde en yakıcı sorunları bile serbestçe tartışma ve çözüm önerilerini savunma imkânı sunmaktadır,” notunu düştüğü düşünceyi ifade özgürlüğünün özü, itiraz ve eleştiridir.
Eleştirel düşünme, alışılmışın dışında düşünmeyi içerir. Bu salt düşüncelerin, davranışların eleştirilmesi değil; alışılmışın dışında farklı açılardan bakabilmek ve yeni yorumlar getirmek demektir. Eleştirel düşünce, kendiliğinden gelişen bir süreç değil elbet; insana yönelik bir uğraş alanı içinde olduğumuzun farkındalığını gösterir. Kendini yenileyebilen bir sürecin uzantısı olarak yeni açılımlar sağlar. Hem eleştirel olabilmek, hem bir duruşa sadık kalmak ve buradan da özgün bir söylem üretebilmek hem sanat, hem sosyal yaşam için hem de siyaset açısından en ideal çerçevedir. Yoksa koyun sürüsü gibi oluruz ve evet; “Koyunlardan oluşan bir millet, kurtlardan oluşan hükümetler doğurur.”
Bu çerçevede her yurttaşın devlet yönetimin ve yöneticilerini eleştirmek en doğal yurttaşlık hakkıdır. Diğer yandan herkesin düşünce ve kanaatini açıklama özgürlüğü vardır.
Düşünce ve kanaat hürriyetini düzenleyen Anayasanın 25. maddesine göre, “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.”
Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini düzenleyen Anayasanın 26. maddesine göre de, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.”
Düşünce, kanaat ve ifade özgürlüğü, Anayasamıza göre temel hak ve özgürlükler kapsamındadır. Anayasa’nın 90/son maddesinde ise, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır,” denilmektedir.
İfade özgürlüğü, BM ‘Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 19’ncu ve ‘İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS) 10’ncu maddesinde düzenlenmiş ve sınırları da bu maddelerde gösterilmiştir. Buna göre, ifade özgürlüğüne yapılan müdahalelerin, mutlaka yasa ile öngörülmüş olması, bu müdahalelerin İHAS’ın 10/2’nci maddesindeki yasal bir amaca dayanması, demokratik bir toplumda gerekli ve yaptırımın da orantısal olması gerekmektedir. İfade özgürlüğü, yalnızca iyi karşılanan veya rahatsız edici bulunmayan veya kayıtsız kalınan bilgi ve fikirler için değil, aynı zamanda saldırgan bulunan, sarsıcı bir etki yaratan veya rahatsız eden türdeki bilgi ve fikirler için de geçerlidir. Bunlar demokratik toplumun vazgeçilmez özelliği olan çoğulculuğun, açık fikirliliğin ve hoşgörünün gereğidir.
AİHM kararlarında ifade özgürlüğünün demokratik toplumun en önemli temeli olduğu, hükümete yönelik eleştirilerin sınırının geniş olduğu açıkça ifade edilmiştir. Buradaki hüküm, hükümet ve hükümet üyelerini de kapsar.
“İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun en önemli temelini ve her bireyin kendini geliştirmesi ve tatmin olması için en önemli şartlardan birini oluşturur. Sözleşmenin 10. maddesinin 2. paragrafı sadece zararsız olan düşünceler için değil, aynı zamanda rahatsızlık verici, zararlı düşünceler için de geçerlidir. Bütün bunlar demokratik bir toplumun özellikleri olan çoğulculuk ve hoşgörünün gerekleridir. (…) Hükümete yönelik olarak yapılmasına müsaade edilen eleştirinin sınırı, bir kimse veya bir politikacı hakkında yapılan eleştirinin sınırından daha geniştir. Demokratik bir sistemde hükümetin fiilleri veya ihmalleri sadece yasanın ve adli yetkililerin değil aynı zamanda kamuoyunun da incelemesine açık olmalıdır…”
“Eleştiri yönelteni devletin cezalandırması ifadenin hürriyetinin cezalandırılması sayılır.”
AİHM, hükümetin sahip olduğu egemen konum itibariyle, haksız saldırılara ve eleştirilere başka araçlarla cevap verebilecekken, cezalandırma yoluna gitmesinin demokratik bir toplumda zaruri olmadığını ve ifade özgürlüğünün ihlâli saymıştır.
“İzin verilebilir eleştirilerin sınırları Hükümet ile ilgili hususlarda, özel vatandaşlar veya siyasetçiler açısından daha geniştir. Demokratik bir sistemdeki Hükümet hareketleri veya ihmalleri sadece yasama ve adli otoritelerin değil aynı zamanda kamuoyunun da yakın takibinde olmalıdır. Ayrıca, Hükümetin sahip olduğu egemen konum, özellikle haksız saldırılar ve düşmanlarının eleştirilerine cevap verilmesine ilişkin başka araçların bulunduğu durumlarda, cezai işlemlere başvurulması konusunda bir sınırlamanın uygulanmasını zorunlu kılmaktadır.”
“Özgürlük olmaksızın demokratik toplumdan söz edilemez…”
Anayasa Mahkemesi kararlarında da ifade özgürlüğünün çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin temeli olup bu özgürlük olmaksızın “demokratik toplumdan” bahsedilemeyeceği vurgulanmıştır.
Bir kez daha altını çizeyim: İfade özgürlüğü, demokratik toplumun temellerinden biri olup toplumun gelişmesi ve bireyin kendini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi için vazgeçilmez koşullar arasında yer alır. Hakikât ışığı fikirlerin çarpışmasından doğar. Bu bağlamda toplumsal ve siyasal çoğulculuğu sağlamak, her türlü düşüncenin barışçıl bir şekilde ve serbestçe ifadesine bağlıdır. Aynı şekilde birey özgün kişiliğini düşüncelerini serbestçe ifade edebildiği ve tartışabildiği bir ortamda gerçekleştirebilir. İfade özgürlüğü, kendimizi ve başkalarını tanımlamada, anlamada ve algılamada, bu çerçevede başkalarıyla ilişkilerimizi belirlemede ihtiyaç duyduğumuz bir değerdir.
İfade özgürlüğünün, toplumsal ve bireysel işlevini yerine getirebilmesi için AİHM’nin de ifade özgürlüğüne ilişkin kararlarında sıkça belirttiği gibi, sadece toplumun ve devletin olumlu, doğru ya da zararsız gördüğü “haber” ve “düşüncelerin” değil, devletin veya halkın bir bölümünün olumsuz ya da yanlış bulduğu, onları rahatsız eden haber ve düşüncelerin de serbestçe ifade edilebilmesi ve bireylerin bu ifadeler nedeniyle herhangi bir yaptırıma tabi tutulmayacağından emin olmaları gerekir. İfade özgürlüğü, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin temeli olup bu özgürlük olmaksızın “demokratik toplumdan” bahsedilemez.
Anayasa’da sadece düşünce ve kanaatler değil, ifadenin tarzları, biçimleri ve araçları da güvence altına alınmıştır. Anayasa’nın 26. maddesinde düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün kullanımında başvurulabilecek araçlar “söz, yazı, resim veya başka yollar’ olarak ifade edilmiş ve “başka yollar” ifadesiyle her türlü ifade aracının anayasal koruma altında olduğu gösterilmiştir.
AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları ışığında eleştiri hakkı ve fikir özgürlüğü kapsamı dışında değerlendirilmesi ve cezalandırılması mümkün değildir.
Burada bir parantez açıp, hızla sıralayalım: ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde “Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malumat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir,” biçiminde ifadesini bulan düşünceyi ifade özgürlüğü konusunda ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) XIX. maddesinde şöyle denir:
“1. Herkesin, bir müdahale ile karşılaşmaksızın fikirlere sahip olma hakkı vardır.
2. Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir; bu hak bir kimsenin ülke hudutlarıyla sınırlanmaksızın sözlü, yazılı veya basılı veya sanatsal ürün şeklinde veya kendi tercih ettiği başka bir iletişim vasıtasıyla her türlü bilgi ve düşünceyi arama, edinme ve ulaştırma özgürlüğünü de içerir.”
Yine AİHS’nin 10. maddesinde de, “Herkes düşüncelerini müdahale olmaksızın belirli yollarla ifade etme hakkına sahiptir,” diye eklenir.
Ne ki bunlara karşın coğrafyamızda düşünceyi ifade özgürlüğünü savunmak kolay değildir.
“Ekşi Sözlük kurucusu Sedat Kapanoğlu, ‘Mahkeme beni susturmayı başardı gibi. Farklı fikirlere tahammülsüzlük boyut atladı’ der”ken; ‘Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin talebi üzerine hazırlanan 15 Mart 2016 tarihli Venedik Komisyonu raporunda, Türkiye’ye ifade özgürlüğü eleştirisi yöneltmektedir.
‘The Economist’ dergisinin 40 yıla yakındır karikatüristi olan Kal Kallaugher, Türkiye’deki ifade özgürlüğünün geldiği yerden “büyük kaygı duyduğunu” belirtirken; Fikret İlkiz de, “İfade özgürlüğünün nefes kadar önemli olduğunun bilinciyle konuşmalıyız,” demeden edemiyor.
Fikret İlkiz çok haklı. Düşünceyi ifade özgürlüğü herkese lazım…
Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan, Prof. Dr. Baskın Oran’ın kendisi hakkında açtığı hakaret davasında, “ifade özgürlüğü” savunması yaptı. Erdoğan’ın avukatları, mahkemeye sundukları cevap dilekçesinde, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “düşünce ve ifade özgürlüğü” içtihatlarını örnek gösterdi.
Cevap metninde, Erdoğan’ın şu zamana kadarki söylemleriyle hayli çelişen bir tanımla, ifade özgürlüğünün “Devletin veya nüfusun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgiler ve düşünceler için de geçerli olduğu ve bunlar olmaksızın demokratik toplum olmayacağı” belirtildi.
Dedim ya, düşünceyi ifade özgürlüğü herkese lazım; hatta cumhurbaşkanına bile!
ÇÜNKÜ!
Bertrand Russell’ın, “Bazı fikirleri benimsemek veya onlara karşı olmak, ya da bazı konularda bir şeye inandığımızı veya inanmadığımızı dile getirmek, ceza yaptırımlarına yol açıyorsa düşünce özgür değildir”…
Albert Einstein’ın, “İfade özgürlüğünü, yasalar tek başına garanti edemez. Herkesin kendi düşüncesini, cezalandırma olmaksızın açıklayabilmesi için toplumda hoşgörü mevcut olmalıdır”…
Jean Paul Sartre’ın, “Bir toplumda fikir özgürlüğünün bulunmaması, fikirlerin söylenememesi değil; söylenecek fikirlerin olmamasıdır”…
George Washington’un, “Eğer ifade özgürlüğü elden alınırsa, kurbanlık koyunlar gibi sessiz ve tepkisiz hâle getiriliriz”…
John Stuart Mill’in, “Ne düşündüğünü açık ve tam olarak söyleyen her insan, kamuya hizmet etmektedir. Bu insanlara, en değer verdiğimiz fikirlerimize acımasızca saldırdıkları için, müteşekkir olmalıyız”…
Oscar Wilde’ın, “Sakıncalı olmayan bir düşünce, çoğu zaman düşünce olarak anılmaya değmez”…
Rosa Luxemburg’un, “Özgür insan, başka türlü karar verme imkânı olan insandır”…
Mahatma Gandi’nin, “Düşünceye gem vurmak, zihne gem vurmak demektir; bu ise, rüzgârı zaptetmekten de zordur,” uyarıları hepimizin, hep birlikte anımsayıp, asla unutmaması gereken gerçeklerdir…
Bu gerçek, hukukun gereğiyken; akıllarda kalan “Berlin’de savcılar,” dedirten şöyle örnek kararlardır:
i) Adalet Bakanlığı, “Katil Devlet” sloganını ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirerek soruşturma izni vermedi. Çukurova Üniversitesinde gerçekleşen Ankara Katliamı protestosu sırasında Çağla Cemali ve Pelin Songül Çiçek’e, “Katil Devlet Hesap Verecek” şeklinde slogan attıkları iddiasıyla TCK 301. maddeden soruşturma açılmak istendi. “Türk milletini, Cumhuriyeti ve TBMM’yi alenen aşağılamak”la suçlanan Cemali ve Çiçek hakkında soruşturma açılması için, 301. maddenin 4. fıkrası gereği Adalet Bakanlığından izin istedi. Adalet Bakanlığı da emsal bir karar vererek, sloganı ifade özgürlüğü ve düşünceyi yayma özgürlüğü çerçevesinde değerlendirdi.
Kararda Avrupa İnsan Hakları 10’uncu maddesinin ikinci fıkrasına dikkat çekilerek ifade özgürlüğünün sınır tanımayan bir özelliğe sahip olduğuna dikkat çekildi. Eleştirinin halkın büyük kesimini rahatsız etse dahi koruma altına alınması gerektiğinin vurgulandığı kararda Yargıtay ve AİHM kararlarında da belirtildiği üzere ağır, sert ve incitici nitelikte de olsa kişiye yaptırım uygulanamayacağına, Anayasa’nın “Düşünce ve ifade hürriyeti ve düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” maddelerine göre de suçun oluşmadığına karar verdi. 2014’te de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı örgüt üyeliği ve propagandası suçlamasıyla 6 kişi hakkında AİHM kararlarını esas alarak takipsizlik kararı vermişti.
ii) Kartal 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nin, 14 Mart 2006’da sonuçlanan Eren Keskin davasından sonra şöyle denilmiştir:
“Ülkenin içinde bulunduğu bu ortamda söylenen sözler, eleştiri sınırını aşan aşağılamaya yönelik bir davranış olup, düşünce açıklaması ve ifade özgürlüğü içinde kabul edilemez. Bu sözlerin suç oluşturmayacağını düşünmek mümkün değil. Özellikle Avrupa Birliği ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını güvence görerek ifade özgürlüğü altında ülkenin güzide kurumlarına saldırmak suretiyle bu şekilde yıpratma hareketinin aksi takdirde devamını önlemek mümkün değildir. Özellikle bu kurumlara yapılan aşağılama, saldırılar sonucu Avrupa’da dağıtılan ödüllere aday olmayı hedefleyenlerin zaten bu sözleri sarf ettiklerini, eleştiri sınırlarını aştıklarını kendileri de bilmek zorunda olup, bu açıdan eylemin neticesi olarak da cezaya katlanmaları gerekir.”
iii) İstanbul Başsavcılığı, ‘Sabah’ gazetesinin “Paralel Yargı” haberlerine yönelik suç duyurusuna, “Değer yargılarının doğruluğunun kanıtlanmasını istemek, gerçekleştirilemeyecek bir şeyi istemektir,” diyerek takipsizlik kararı verdi.
Takipsizlik kararı gerekçesinde; basın özgürlüğünün önemine işaret edilerek, AİHM’ye göre ifade özgürlüğünün “kırıcı, şok ve rahatsız edici haber ve düşünceler için de geçerli” olduğunu belirten Başsavcılık AİHM’nin kararındaki şu düşünceyle aktardı: “Olguların varlığı kanıtlanabilir ancak değer yargılarının doğruluğunun kanıtlanmasını istemek imkânsız bir şeyi istemektir… Bir gazetecinin doğruluğunu kanıtlayamadığı sürece değer yargılarını ifade etmesinin engellenmesi kabul edilemez. Haberin, basın özgürlüğünün ana unsurlarından biri olan görünür gerçeklik ilkesine uygun olduğu anlaşılmıştır. Bu anlamda ilgili suç unsurlarının bulunmadığı anlaşılmıştır.”
NİHAYET
İfade özgürlüğü kişilerin düşüncelerini, söze dökebilme özgürlüğüdür. “Dünyanın düz olduğu”na inanılan ortamda “Dünyanın yuvarlak olduğu”nu ifade edebilmektir.
Her şeyi “ama”sız, “fakat”sız söyleyebilmektir.
Bireylerin, düşüncelerini özgürce ve hiçbir kısıtlamaya uğramadan; tehdit ile fikirlerini ifade etmelerinin engellenmesine kalkışılmadan ifadesi “olmazsa olmaz”dır.
İfade özgürlüğü başkalarının, sizin beğenmediğiniz fikirleri, özgürce dile getirebilme özgürlüğüdür. Ne şekilde ifade edilebileceği, neyin ahlâklı veya neyin ahlâksız olduğundan bağımsızdır.
Bu özgürlük bir lütuf değilken; düşünce ve onun ifadesi insan olmanın kaçınılmaz sebebi ve sonucudur; vitrin süsü falan da değildir.
İfade özgürlüğünden kimlerin yararlanacağı çok tartışılır. Bir kısım insanlar bu hakkın “düzene ve yasalara uygun düşüncelere” ait olduğunu savunur; diğer bir kısım insanlar ise, yasalara uygun ya da düzen sahiplerinin çizgisindeki düşüncelerin zaten özgürlük teminatına ihtiyacı olmadığını, insanlığın gelişimine katkıda bulunan şeyin “aykırı” düşünceler olduğundan hareketle, doğası gereği statükocu olan asıl “iktidar”ın ezici gücüne karşı bu aykırı düşünceleri ifade hakkının korunması gerektiğini savunurlar.
İfade özgürlüğünün sadece “doğru” fikirleri savunma özgürlüğü olduğunu da kim söyledi? Ayrıca “doğru fikir” nedir neye göredir…
Aslolan toplumun geniş kesimleri tarafından kabul görmeyen, rahatsız edici bulunan ve hatta nefret edilen düşüncelerin de ifade edilebilmesi olmalı. Geri kalanların açıklanması için zaten kanuni bir korumaya ihtiyaç yok. İfade özgürlüğü bazı gerekçelerle sınırlandığında o, ifade özgürlüğü olmaktan çıkar, körler sağırlar birbirini ağırlara dönüşür.
Toparlarsak: i) İfade özgürlüğü, ifade edilen düşüncenin doğru, tutarlı, mantıklı olmasını gerektirmez; ii) İfade edilen fikrin ne olduğundan bağımsız olarak kişiler fikirlerinin propagandasını yapabilirler; iii) İfade edilen fikri dinlemek, kaale almak, ciddiye almak, ona saygı duymak gibi bir sorumluluk yok; iv) İfade edilen fikirle dalga geçme, ahmakça bulma gibi durumların da ifade özgürlüğü kapsamında olduğu kanısıyım; v) Nihayet ifade özgürlüğünün sınırı delil olmaksızın bir tarafa suç isnat etmek ve kişileri şiddete yönlendirmektir.
Evet düşünceyi ifade özgürlüğü, özgürlüğün ta kendisidir. İnsan varoluşunu özgürlükle idrak edebilmek için ifade aracını kullanır. İfade ettikçe özgürleşir. Kabul görmüş hassasiyetler, özgürlükten daha öncelikli olduğu sürece özgürlük aslında yoktur. İfade özgürlüğü alanında, “senin hakkının bittiği yerde benim hakkım başlar” yaklaşımı işlemez. Bu yaklaşımla ifade özgürlüğüne sıra gelmez.
Kişi salt ifade ile zarar veremez. İfade fikirleri çarpıştırarak genişletip kuvvetlendirir. Bundan da tüm özgürlükler yararlanır. İşte bu yüzden ifade özgürlüğü başka özgürlüklerle kolayca çarpışmaya müsait değildir. Eğer kolayca bu çarpışma var zannediliyorsa, zannedenin ifade özgürlüğüyle ilişkisini gözden geçirmesi gerekir.
İfade özgürlüğü daralırsa inanç özgürlüğü de dahil olmak üzere tüm diğer özgürlük alanlarında gerileme yaşanır. Zira bir özgürlük talep edilip korunduğu ve coşkuyla sahip çıkıldığı ölçüde vardır.
İfade özgürlüğü muktedir tarafından değil, muktedire karşı savunulur.
O hâlde ifade özgürlüğü, otoritelerin müsaade ettiği sınırlar içerisinde ve işlerine geldiği kadar var olabilen bir kavram olamaz.
Özetin özeti burada, bu davaya ilişkin olarak tartışılan mesele özgürlüktür.
İskoçya özgürlük hareketinin efsanevi önderi William Wallace’ın, “Özgürlüğünüz olmazsa ne yaparsınız?” sorusuna büyük değer veren birisi olarak; Nurullah Ataç’tan, “Özgürlük, gerçekten düşünenler için bir gereksinmedir”…
Giuseppe Ungaretti’dan, “Özgürlük bir hedeftir- hatırlatmaya gerek var mı?- insanın durumunun yetersizliğini, küçüklüğünü aşmaya çalışırken ona doğru ilerlediği bir hedef”…
George Orwell’den, “İnsanlara duymak istemedikleri şeyleri söyleme hakkıdır”…
Jean Paul Sartre’dan, “Olduğu şey olan varlık özgür olamaz”…
Jean Jacques Rousseau’dan, “İnsanın özgürlüğü; isteği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasındadır”…
Ursula K. Le Guin’den, “Özgürlük ağır bir yüktür, ruhun yüklenmesi gereken büyük ve garip bir sorumluluk. Kolay değildir. Verilen bir armağan değil, yapılan bir seçimdir”…
Woodrow Wilson’dan, “Özgürlük asla hükümetten gelmez. Özgürlük her zaman hükümetin kölelerinden gelir. Özgürlük tarihi, direniş tarihidir. Özgürlük tarihi, hükümetin yetkilerinin azaltılmasının tarihidir, arttırılmasının değil”…
Erich Fromm’dan, “Tarih itaat etmeyen insanla yazılmaya başlanmıştır. Bu özgürlüğün ve ilerlemenin başlangıcı olmuştur”…
Clarence Darrow’dan, “Özgürlük başkalarının özgürlüklerine de sahip çıkmaktır. Sen özgür yalnızca ben özgür olursam olabilirsin,” gerçeğini öğrendim…
Ayrıca da Nicos Kazancakis’in ‘Yeniden Çarmıha Gerilen İsa’sında anlattıkları, özgürlük konusunda en özgün ve anlamlı kıssadan hisseyi barındırır:
“Bir zamanlar, iki kuş avcısı dağa çıkıp ağlarını kurmuşlar. Ertesi gün geldiklerinde ağlarının tahtalı güvercinlerle dolu olduğunu görmüşler. Zavallı güvercinler kaçıp kurtulmak için umutsuzca çırpınıyorlarmış. Ancak ağın delikleri bedenlerinin hacminden daha küçükmüş. Avcılar bir deri bir kemik olan güvercinleri bu hâlleriyle satamayacaklarını kanaat getirip, onları beslemeye karar vermişler. Bir kaç hafta güvercinleri beslemişler. Güvercinler de getirilen yemleri büyük bir iştahla yemişler. İçlerinden yalnız biri hiçbir şey yememiş. Güvercinler gün geçtikçe şişmanlıyor, etleniyorlarmış. Yalnızca yem yemeyi reddeden güvercin giderek zayıflıyor ve inatla ağdan çıkmaya çabalıyormuş.bu durum avcıların güvercinleri pazara götürecekleri güne kadar sürmüş. Hiçbir şey yememiş olan güvercin o denli zayıflamış ki son bir çabayla ağın aralıklarından geçmeyi başarmış ve uçup gitmiş; artık özgürmüş.”
Tamamlıyorum: Jean Paul Sartre’a göre, “Mahkûm olduğumuz şey” olan özgürlük bir haktır. Verilmeyen, alınmayan, insanla birlikte kendiliğinden doğan bir haktır.
Hakikâti keşfetme yolundaki en önemli kavramken; güç odakları tarafından sunulan şıklardan birini “özgürce seçebilmek” değildir. Baskılar, otoriteler özgürlük isteğini doğurur…
Özgürlük, seçebilme yetisidir; istemediğin şeyi yapmama dürtüsüdür; özgür iradededir.
Nihayet özgürlük, sadece iktidar sahibinin “hakkı” falan da değildir.
Yeri gelmişken Albert Einstein’ın 12 Haziran 1953 tarihli ‘The New York Times’ gazetesinde yayımlanan “açık mektup”unu aktarmak istiyorum:
“Bu ülke aydınlarının karşı karşıya bulunduğu sorun son derece ciddidir. Gerici politikacılar bütün aydınlara kuşkuyla bakılmasını sağlamakta başarılı olmuşlardır. Bu başarıdan sonra şimdi öğretme özgürlüğünü baskı altına alma, kendilerine boyun eğmeyenleri aç bırakma çabalarına girişeceklerdir. Aydınlar azınlığı buna karşı ne yapmalıdır? Gerekirse cezaevine girmeyi, parasız kalmayı, ülkenin çıkarları uğruna kendi çıkarlarından olmayı göze almalıdırlar.
Bunu yaparken anayasaya sığınmamalı, onurlu bir yurttaşın böyle soruşturmalara katılamayacağını haykırmalıdırlar.
Yeterli sayıda kimse bunu yapabilirse, başarı kazanılır. Başarı kazanılamazsa, bu ulus köle olarak yaşamayı zaten kabullenmiş demektir.”
Tam da böylesi bir tabloda Vedat Türkali’nin, “Onlar gibi düşünmedin mi, suçlu olacaksın. Hırsıza hırsız, katile katil demeyeceksin. Ya ortak olacaksın ya göz yumacaksın her yaptıklarına. Ölmek kötü değil ki bundan… Bu ne rezil dünya? Yükseklerden, kırmızı ışıklan parlayıp sönen bir uçak geçiyordu. Düşme tehlikesine aldırmadan ne güzel uçuyor… Dünya bu işte”; Hugo Chávez’in, “Eğer adalet istiyorsan; zenginlerin sözlerine değil, fakirlerin gözlerine bakacaksın”; Julian Patrick Barnes’in, “En büyük yurtseverlik ülkeniz onursuzca, aptalca ve alçakca davrandığında bunu ona söylemektir,” uyarıları “es” geçmeden; beraat istemeden; “Res judicata pro veritate habetur/ Mahkemenin kararı, gerçeğin kabulüdür,” demeden; davaya ilişkin gereğini yerine getirin diyeceğim…
8 Eylül 2016 18:42:35, Çeşme Köyü.
Dipnotlar:
1-Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi Hâkimliği’ne 19 Eylül 2016 tarihinde sunulan savunma.
“Düşündüğünü söyle.”
2-Necip Fazıl, yargılandığı bir davada savcıya kızmış, ‘Bugüne kadar suç uyduran çok savcı gördüm ama hukuk uyduran savcıyı ilk defa görüyorum,’ demişti.” (Ahmet Altan, “Hukuk Uydurmak”, 31 Ocak 2015… http://platform24.org/guncel/1323/hukuk-uydurmak)
3-Ü. Gürkan, Hukuk Sosyolojisine Giriş., 4. Baskı, Siyasal Kitabevi, 2005, s.13.
4- Anıl Çeçen, Hukukta Norm ve Adalet, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 71-115, 1975, s.75.
5- C. Can, Hukuk Sosyolojisinin Antropolojik Temelleri ve Genel Gelişim Çizgisi. 2. Baskı, Seçkin Yay., 2003, s.88.
6-Anıl Çeçen, Hukukta Norm ve Adalet, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 71-115, 1975, s.76.
7- C. Can, Hukuk Sosyolojisinin Antropolojik Temelleri ve Genel Gelişim Çizgisi. 2. Baskı, Seçkin Yay., 2003, s.89.
8- Anıl Çeçen, Hukukta Norm ve Adalet, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 71-115, 1975, s.80.
9- M. Weber, Sosyoloji Yazıları, çev: T. Parla, Hürriyet Vakfı Yay., 1986, s.176.
10- J. Derrida, Yasanın Gücü: Otoritenin Mistik Temeli, içinde A. Çelebi (der), “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” (43-133), Çev: Z. Direk, Metis Yay., 2010, s.47.
11- . Derrida, Gesetzkraft, Der “Mystische Grund der Autoritaet”. Frankfurt/ Main: Suhrkamp Verlag, 1996, s.12.
12- N. Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Çev: A. İnsel, İletişim Yay., 2004, s.373.
13- N. Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Çev: A. İnsel, İletişim Yay., 2004, s.374.
14- N. Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, Çev: A. İnsel, İletişim Yay., 2004, s.374.
15- C. Mouffe, Yapıbozum, Pragmatizm ve Demokrasinin Siyaseti, içinde: C. Mouffe C (der), “Yapıbozum ve Pragmatizm” (9-26), Çev: T. Birkan, Sarmal Yayınevi, 1998, s.24.
16- Naciye Yıldız, “Hukuk Yasasının Gücü, Polisin Şiddeti”, Mülkiye Dergisi, No:36 (3), 2012, s.7-9, 15-20.
17- Ümit Kardaş, “Adalet Değeri Ne İfade Eder”, Taraf, 6 Mart 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/adalet-degeri-ne-ifade-eder/
18-Ümit Kardaş, “İnsan ve Hukuk”, Taraf, 3 Mart 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/insan-ve-hukuk/
19- William Eugene Connolly, Kimlik ve Farklılık, Çev: Ferma Lekesizalın, Ayrıntı Yay., 2.Baskı, 2011.
20- Ümit Kardaş, “Önce Hukukun Üstünlüğü”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2016, s.16.
21- Neval Oğan Balkız, “Sakatlanmış Demokrasi”, Cumhuriyet, 27 Ağustos 2016, s.13.
22- Ahmet Özer, “Hukukun Üstünlüğü”, Cumhuriyet, 12 Mart 2016, s.16.
23- Hâkimin bağımsızlığı; hâkimlerin bağımsız bir organ tarafından atanması, atandıktan sonra siyasi ve idari etki, telkin ve baskılardan uzak durması, ortamdan bağımsız hareket etmesidir. Yargının devlet organlarının etki ve müdahalesine karşı korunmasına ‘dış bağımsızlık’, meslek içi etki ve baskılara karşı korunmasına ise ‘iç bağımsızlık’ denmektedir.” (Ümit Kardaş, “Tabii Hâkim İlkesi ve Hâkimin Tarafsızlığı”, Taraf, 2 Mayıs 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/tabii-hâkim-ilkesi-ve-hâkimin-tarafsizligi/)
24- Ümit Kardaş, “Hukuk Güvenliği Bağımsızlık ve Tarafsızlık”, 6 Haziran 2016… http://www.yarinabakis.com/2016/06/06/hukuk-guvenligi-bagimsizlik-tarafsizlik/
25- Ali Sirmen, “Yargıç Var Yargı Yok”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2016, s.4.
26- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye Cumhuriyeti hakkında açılan davaları ve verilen kararlara göre, AİHM 2014’de Türkiye’den yapılan 2 bin 945 başvuruyu inceledi. Bu başvuruların 114’ü kabul edilirken, 101’i hakkında karar verildi. 101 karardan 94’ü şikâyetçiler lehine sonuçlanırken Türkiye yalnızca 7 davayı kazandı. 2015’in ilk altı ayında ise bin 144 başvuru işleme alındı. AİHM’in hazırladığı Türkiye raporuna göre mahkemenin önünde Türkiye ile ilgili bekleyen dosyaların sayısı 1 Temmuz 2015 tarihinde 9 bin 92’ye ulaştı. (Onur Erem, “Türkiye AİHM’de Açılan 101 Davanın 94’ünü Kaybetti”, Birgün, 25 Aralık 2015, s.10.)
27- Abbas Güçlü, “Hukuk Fakülteleri ve Hukukun Üstünlüğü?”, Milliyet, 9 Nisan 2016, s.23.
28- Enver Alas, “İsmail Rüştü Cirit: Yargıya Güven Yüzde 30’a Düştü”, Milliyet, 30 Nisan 2016, s.24.
29-Orhan Gazi Ertekin – N. Anıl Gelberi, “İşkenceler ve Türkiye Yargısının Dayanılmaz Hafifliği”, Birgün Kitap, Yıl:13, No:488, 17 Temmuz 2016, s.10-11
30- Alican Uludağ, “Saray’a Uyumlu Yüksek Yargı”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2016, s.6.
31- Mustafa Karadağ, “Yargıçların Hedef Gösterilmesi”, Birgün, 6 Nisan 2016, s.8.
32- Serpil İlgün, “Türmen: Demokrasi Mücadelesinde Yeni Bir Hamle”, Evrensel, 2 Haziran 2016, s.14.
33- “Haşim Kılıç: Yargı İşgal Altında”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2016, s.6.
34- yşenur Parıldak, “Barolar Birliği Eski Başkanı Vedat Ahsen Coşar: AKP, Savunduğu Değerleri İnkâr Noktasına Geldi”, Zaman, 14 Ocak 2016, s.3.
35- Taylan Tanay, “Yargıyı Kim Kurtaracak?”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2015, s.16.
36- Mustafa Ünal, “Yargının Acınası Hâli”, 1 Haziran 2016… https://www.yarinabakis.com/2016/06/01/yarginin-acinasi-hali-mustafa-unal-2/
37- “Erdoğan: ‘Cumhurbaşkanı Yasamanın, Yürütmenin, Yargının Başıdır’…”, Sendika.Org, 2 Eylül 2016… http://sendika10.org/2016/09/erdogan-cumhurbaskani-yasamanin-yurutmenin-yarginin-basidir
38- “… ‘Kanun başka, hukuk başka’ dedi Tayyip Erdoğan. Bugün varolan kanunları beğenmiyor. Olabilir. Çoğumuz beğenmiyoruz; ama beğenmeme gerekçeleri değişiyor… Aslında Tayyip Erdoğan kendi hukukunu kendi yapacağı bir ortam istiyor. Belki yedinci yüzyılın koşullarında hükümdar olma istemi gibi bir şey.” (Murat Belge, “Hukukun Üstünlüğü Ne Demek?”, Taraf, 31 Ocak 2016… http://www.taraf.com.tr/hukukun-ustunlugu-ne-demek/ )
39- Kamil Tekin Sürek, “Hukuk Devleti”, Evrensel, 28 Ocak 2016, s.4.
40- Serpil İlgün, “Orhan Gazi Ertekin: Artık ‘Hukuk Yok’ Demek de Yetmez”, Evrensel, 2 Ağustos 2016, s.14.
41- Mehmet Tezkan, “Yargı Foslamışsa Gerisi Teferruat”, Milliyet, 29 Ocak 2016, s.5.
42- Türker Karapınar, “Katliamcıya 38 Yıl Sonra Beraat”, Milliyet, 13 Ocak 2016, s.22.
43- Hilal Köse, “Zaman Değil Vicdan Aşımı”, Cumhuriyet, 8 Temmuz 2016, s.6.
44- Mehmet Menekşe, “İşkencecilerin Mutlu Günü”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2014, s.13.
45- Hilal Köse, “6 Çocuk İşkenceyi Mahkûm Ettirdi”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2015, s.4.
46- “Polis Cinayetine Ödül Gibi Ceza”, Evrensel, 1 Ocak 2015, s.3.
47- Kemal Göktaş, “… ‘Elektroşok’lu İşkence Basit Yaralama Sayıldı”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2016, s.13.
48- Selin Görgüner, “Birben Davasında Polislere 20 Ay Hapis Ama Hiç Yatmayacaklar”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2016, s.3.
49- Hilal Köse, “Motosiklet Sürücüsünü Öldüren Emniyet Müdürü Kurtuldu”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2016, s.3.
50- “Güllünaz Kurt, oğlunu polis kurşununa kurban verdi. Yaşadığı acı yüzünden kanser oldu. Üstelik polis avukatının saat kordonu yüzünden sanık yapıldı. Anne Kurt, ‘O polis sadece oğlumu öldürmedi. Tüm ailenin katili oldu,’ diyor.” (Canan Coşkun, “O Polis Tüm Ailenin Katili”, Cumhuriyet, 12 Haziran 2016, s.5.)
51- Canan Coşkun, “Uğur Kurt’un Annesine de Soruşturma”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2016, s.3.
52- Hilal Köse, “Skandal İddianame: PKK’nin Legal Yapılanması HDP”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2016, s.6.
53- “Yargı Fena Yargıladı”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2016, s.6.
54- Alican Uludağ, “Savcılık Mal Derdinde”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2016, s.6.
55- “Medeni Yıldırım Davasında Skandal Gerekçeler”, Cumhuriyet, 20 Temmuz 2016, s.14.
56-Kemal Göktaş, “IŞİD Davasında IŞİD’den Ceza Yok”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2016, s.10.
57- Hasan Kırmızıtaş, “IŞİD İnfazcısına Önce Tahliye Sonra İyi Hâl İndirimi”, Hürriyet,11 Temmuz 2016… http://www.hurriyet.com.tr/isid-infazcisina-once-tahliye-sonra-iyi-hal-indirimi-40140049
58- HDP Binasına Bombaya Tazminat Yok”, Evrensel, 28 Temmuz 2016, s.3.
59- Erdoğan Alayumat, “14 Yaşındaki Çocuklara Müebbetten Dava Açıldı”, Evrensel, 8 Aralık 2014, s.3.
60- Kemal Göktaş, “Panzerin Ezdiği Adalet”, Cumhuriyet, 8 Şubat 2016, s.5.
61- Hilal Köse, “Devlet Murat’ı Sildi”, Cumhuriyet, 10 Nisan 2015, s.12.
62- Kemal Göktaş, “Savcılık İşkencenin Değil Isırılan Parmağın Peşinde”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2015, s.3.
63- “Mahkeme, Yusuf Yerkel’in Tekmelediği Madenciye Ceza Verdi”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2016, s.5.
64- Murat Gürkan, “Kadın Cinayetine ‘İndirimli’ 25 Yıl”, Milliyet, 6 Ocak 2016, s.3.
65- İhsan Tunçoğlu, “… ‘Peşin Ölüme’ Taksitli Ceza İsyan Ettirdi”, Sabah, 5 Kasım 2014, s.4.
66- Alican Uludağ, “Tecavüzcüye Ödül”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2015, s.3.
67- “Çocuğa Cinsel İstismara Sadece 5 Yıl”, Evrensel, 20 Mart 2015, s.3.
68- Hasan Dönmez, “Tacizden Beraate ‘Muhalefet Şerhi’…”, Milliyet, 7 Ocak 2016, s.16.
69- Felat Bozarslan, “35 Yıl İstendi 10 Bin TL ile Kurtardı”, Milliyet, 19 Şubat 2016, s.3.
70- “Yargıtay, 8 Yaşındaki Kızını Sevgilisiyle İlişkiye Zorlayan Anneye Beraat Verdi”, Cumhuriyet, 4 Nisan 2016, s.3.
71- “… ‘14 Yaşındaki Öğrencisine Taciz’den Yargılanan Öğretmene İyi Hâlden İndirim”, Cumhuriyet, 12 Ocak 2016, s.3.
72- Felat Bozarslan, “14 Yaşında Çocuğa Fuhuş Yaptıran Taksiciye ‘Saygın Tutum’ İndirimi”, Radikal, 18 Şubat 2016… http://www.radikal.com.tr/turkiye/14-yasinda-cocuga-fuhus-yaptiran-taksiciye-saygin-tutum-indirimi-1512995/
73- Hümeyre Pardeli, “… ‘Zorla Öpme’ye 9 Yıl Hapis!”, Milliyet, 29 Eylül 2015, s.5.
74- Nurcan Baysal, “Sormayacak mıyız Bu 1552 Kişi Neden Öldü Diye?”, 31 Ağustos 2016… http://t24.com.tr/yazarlar/nurcan-baysal/sormayacak-miyiz-bu-1552-kisi-neden-oldu-diye,15346?utm_medium=social&utm_content=sharebutton
75- Ozan Çepni, “Çocuk Cehennemi”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2015, s.10.
76- “Son 1 Yılda Bin 374 Kişi Öldü”, Birgün, 10 Mart 2016, s.7.
77- Kayahan Ayhan, “113 Çocuk İşkence Gördü”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2014, s.7.
78- 2014’de Devlet 103 Yurttaşı Katletti”, Gündem, 6 Mart 2015, s.4.
79- “Çocuk Hakları Günü’nde Ağır Tablo: Çocuklara Sömürü, Ölüm, Hapis Düşüyor”, Evrensel, 20 Kasım 2015, s.4.
80- Şırnak’ın Cizre ilçesinde 2015’in Ocak ayında bir hafta arayla 14 yaşındaki Ümit Kurt ve 12 yaşındaki Nihat Kazanhan’ın polis tarafından vurularak öldürülmesinin ardından 12 Mayıs 2015 gecesi 8 yaşındaki M.A. da gözünden plastik mermiyle vurularak yaralandı. (Mahmut Oral, “Polis 8 Yaşındaki Çocuğu Gözünden Vurdu”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2015, s.16.)
81- “12 Yılda 208 Faili Meçhul Ölüm”, Cumhuriyet, 2 Haziran 2015, s.7.
82- Türker Karapınar, “Terör ve Şiddet Dili İfade Özgürlüğünün Kapsamına Girmez”, Milliyet, 26 Nisan 2016, s.17.
83- A. Hicri İzgören, “En Adaletsiz Yargı: Önyargı”, Gündem, 14 Nisan 2016, s.15.
84- B.No:2013/2602, 23/1/2014, §41
85- Handyside/ Birleşik Krallık, B.No: 5493/72, 7/12/1976, §49
86- Handyside/ Birleşik Krallık, B.No: 5493/72, 7/12/1976, §49
87- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, Türkiye için rehber olmayı sürdürdüğünü söyleyen Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Avrupa Konseyi’ne taahhütlerin içinden geçilen zor süreçte unutulmadığını belirtti. (Güven Özalp, “Çavuşoğlu: AİHS Türkiye İçin Rehber”, Hürriyet, 8 Eylül 2016, s.16.)
88- Ezgi Başaran, “… ‘Bakara-Makara’yı Emsal Gösterdik”, Radikal, 26 Mayıs 2014, s.8-9.
89- Duygu Güvenç, “Venedik’ten Türkiye’ye İfade Özgürlüğü Uyarısı”, Cumhuriyet, 16 Mart 2016, s.4.
90- Ceyda Karan, “Kal Kallaugher: Her Cümle Bir Karikatür”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2015, s.11.
91- “Medya Ciddi Zorluklarla Karşı Karşıya”, Cumhuriyet, 29 Ocak 2015, s.15.
92- Bkz: http://nediyor.com/dava-edilen-erdogan-ifade-ozgurlugu-savunmasi-yapti/… http://www.cnnturk.com/turkiye/erdogan-da-dusunce-ozgurlugu-dedi… http://www.gazeteciler.com/gundem/erdoganin-avukati-cumhurbaskanini-boyle-savundu-ifade-ozgurlugu-diye-bir-sey-var-97268h.html… http://www.malatyahabersitesi.com/erdogan-da-hafiza-ozgurlugu-dedi-13480.html… http://ilerihaber.org/icerik/akademisyenlere-alcak-diyen-erdogan-ifade-ozgurlugune-sigindi-53712.html
93- “Erdoğan’ın Baskın Oran’ın Hakaret Davasına Yanıtı: İfade Özgürlüğü Diye Bir Şey Var”, 25 Nisan 2016… http://www.diken.com.tr/erdoganin-baskin-oranin-hakaret-davasina-yaniti-ifade-ozgurlugu-diye-bir-sey-var/
94- Volkan Pekal, “Adalet Bakanlığı Soruşturma İzni Vermedi: ‘Katil Devlet’ Sloganı İfade Özgürlüğüdür”, Evrensel, 24 Şubat 2016, s.3.
95-“Savcıdan Fikir Özgürlüğü İçin Ders Gibi Karar”, Sabah, 29 Ocak 2015, s.22.
96-Nurullah Ataç, Günce, 1956-1957, Yapı Kredi Yay., 2005, s.202.
97- Jean Jacques Rousseau, İtiraflar 1-2, Hazırlayan: Serkan Özburun, 2.Baskı, Kaknüs Yay., 2003.
98- Ursula K. Le Guin, En Uzak Sahil, Yerdeniz III, Çev: Çiğdem Erkal İpek, Metis Yay., 1996.
99- Nikos Kazancakis, Yeniden Çarmıha Gerilen İsa, Çev: Tuğrul Tanyol, Can Yay., 6. baskı, 2016.
100- Jean Paul Sartre’ın konuyla ilgili olarak şu sözlerine aktarmakta fayda görüyorum: “Hiçbir zaman Alman işgali altında olduğu kadar özgür değildik. Tüm haklarımızı ve en başta da konuşma hakkımızı kaybetmiştik. Her gün yüzümüze hakaretler ediliyor ve bizler onu sessizce kabullenmek zorunda kalıyorduk. İşçi olarak, Yahudi olarak, siyasi mahkûm olarak yığınlarla sürgün ediliyorduk. Sokak duvarlarında, gazetelerde, sinema perdesinde, ezicilerimizin bize vermek istedikleri o pis tatsız yüzü buluyorduk. Biz, tüm bunlar yüzünden özgürdük. Nazi zehiri düşüncemize kadar işlediği için her doğru düşünce, kazandığımız bir zaferdi. Amansız bir polis gücü bizi çenemizi kapamaya zorladığı için, her söz bir prensipler bildirisi kadar değerli oluyordu. Dört bir yandan kıstırıldığımız için gördüğümüz her hareketimizde bir bağlılık ciddiyetinin ağırlığı vardı.” (William Barrett, İrasyonel İnsan, Çev: Salih Özer, Hece Yay., 2016, s.241.)
ABD’de siyahi Amerikalıların isyanı büyüyor
ABD’de, Afrika kökenli siyahlara yönelik polis katliamına bir yenisi eklendi. Polisin, Kuzey Carolina eyaletindeki Charlotte kentinde 43 yaşındaki Keith Lamont Scott adlı bir siyahi Amerikalıyı öldürmesinin ardından öfkeyle sokağa çıkan bölge halkı polisle çatıştı.
Çatışmalarda 16 polisin yaralandığı, polisin vurduğu bir eylemcinin durumunun ağır olduğu kaydedildi.
İki gün süren gösteriler ve polisle göstericiler arasında çıkan çatışmaların ardından kentte olağanüstü hal ilan edildi.
Kaynak: İşçi Gazetesi
İstanbullu IŞİD militanı: Türkiye ile IŞİD esir takası yaptı
‘Türkiye Cerablus’a girmeden önce geri çekildik’
Fırat Kalkanı başlamadan önce IŞİD’in Cerablus’tan çekildiğini öne süren Kurdi, “Türkiye zaten Cerablus’a girdiği zaman IŞİD hiçbir direniş göstermeden geri çekildi” dedi.
‘İlerleyen günlerde inşallah büyük bir savaş olacak’
Amaçlarının ÖSO ile YPG’nin karşı karşıya gelmesini sağlamak olduğunu belirten Kurdi şöyle devam etti: “IŞİD’in çekilmesindeki en büyük sebep, Özgür Suriye Ordusu’nun, YPG ile savaşmasını sağlamaktı. Ve ilk bir haftalık zamanda bu gerçekleşti. Türkiye Cerablus’a girdiğinde, Menbiç’e saldıracağını da söylemişti. Ve ilk bir haftadaki çatışmalardan sonra Amerika’nın desteği ile YPG ve Amerika’nın verdiği emirler ile Türkiye Menbiç’e saldırmadı. Tam aksine El Bab’a yürüyeceğini söyledi. İlerleyen günler de inşallah daha farklı büyük bir savaş olacak.”
‘Cerablus ve Rai’de petrol pazarlığı var, sınırı YPG’ye kaptırmak istemedik’
Kurdi, “IŞİD’in şu an Cerablus olsun, Rai olsun orada Türk tüccarları olsun, İran’dan gelenler de var, orada petrol pazarlığı var. Türk tüccarlarına satılırdı. Bu sınırı YPG’ye kaptırmak istemedik, ÖSO’ya ve Türkiye’ye sınırın bırakılması daha iyi görüldü. Türkiye’nin zaten YPG ile savaşacağını bildiğimiz için, oradan çekilmek zor olmadı” diye de ekledi.
‘Türkiye Ahrar’uş Şam’a 1000 tane doçka verdi’
Cerablus operasyonuna El Kaide bağlantılı Ahrar’uş Şam’ın destek verdiğini de kaydeden Kurdi, “Türkiye en son yaklaşık bir yıl önce Ahrar uş-Şam’a çok güzel bir destek yaptı. Bin tane doçka verdi” ifadelerini kullandı.
Kaynak: tr.sputniknews.com
Independent: IŞİD, Türkiye ile gizli bir anlaşma yaptı, Cerablus’tan çekilmedi!
Independent’in Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn’ün görüştüğü eski bir IŞİD militanı, örgütün Türkiye ile gizli bir anlaşması olduğunu, Türkiye sınırından silah desteği aldıklarını ve IŞİD’in çıkarıldığı belirtilen Cerablus’ta kılık değiştirerek hala varlığını sürdürdüğünü iddia etti.
Ortadoğu’daki gelişmeleri aktarmak için Suriye’nin başkenti Şam’da bulunan Independent gazetesi muhabiri Patrick Cockburn’ün Whatsapp üzerinden yazışarak görüştüğü Faraj takma adlı eski bir IŞİD militanı, kendi gözünden ‘Cerablus’ta şu anda yaşanan gelişmelerin perde arkasını’ aktardı. Faraj, son Cerablus operasyonunda Türkiye ile IŞİD’in gizli bir anlaşma içinde olduklarını ima eden ifadeler kullanırken, geçen yılki Tel Abyad operasyonunda da Türkiye sınırından kendilerine silah desteği geldiğini, YPG’ye karşı direnişte işlerinin kolaylaştığını söyledi.
‘IŞİD Cerablus’tan gitmedi, sakallarını kesti’
Eski IŞİD militanı, Türkiye’nin Suriye’de 24 Ağustos’ta ÖSO’nun desteği ile başlayan Fırat Kalkanı operasyonunun başlangıcına dair de gizemli bir gelişmeden bahsetti. Faraj’a göre Türkiye tankları ve ÖSO birlikleri, Fırat Nehri üzerindeki sınır kenti Cerablus’a girerken, IŞİD kimin geldiğini biliyordu ve bu nedenle iki hafta önceki Menbiç kuşatmasında YPG’nin başını çektiği Demokratik Suriye Güçlerine karşı direndiği gibi direnmedi. Bunun yerine geri çekilme görüntüsü vererek bazı bölgeleri boşalttı. Bu, daha önceki durumla garip bir tezat oluşturuyordu. IŞİD, Menbiç’teki kara savaşı ve Amerikan hava bombardımanı nedeniyle yaklaşık 1000 kayıp vermiş olabilir. Ancak Cerablus’taki kaybının minimum düzeyde olduğu sanılıyor. Öte yandan IŞİD militanlarının Cerablus’tan bölgedeki diğer kaleleri olan El Bab’a çekildiği belirtilmişti fakat Faraj’ın, Cerablus’taki örgüt mensubu arkadaşlarından öğrendiğine göre “Türk tankları girdikten sonra IŞİD aslında Cerablus’u terk etmedi, sadece sakallarını keserek halkın arasına karıştılar.”
‘Tel Abyad’da sınırdan silah desteği aldık’
Faraj, geçen yıl YPG’nin kuşattığı Suriye’nin Tel Abyad kentini savunmak için kendisinin de içlerinde bulunduğu 150 kişilik bir IŞİD grubunun Türkiye sınırından silah desteği aldığını itiraf etti. IŞİD’in Suriye’deki başkenti Rakka’nın 96 kilometre kuzeyinde bulunan ve Türkiye’yle Suriye arasında bir diğer geçiş noktası olan Tel Abyad, örgüt açısından özellikle önemli bir tedarik rotası teşkil ediyordu. 2015 yazında, YPG güçleri ABD’nin hava desteğiyle doğudan ve batıdan ilerlerken Tel Abyad’ı kıskaca almış, IŞİD’in kenti savunmasını zorlaştırmıştı. “Türkiye IŞİD’e çok destek verdi” diyen Faraj, “Mayıs 2015’te Tel Abyad’da olduğum sırada, sınır korumalarının hiçbir engeliyle karşılaşmadan çok fazla silah ve mühimmat aldık.” Bu, Kürtlerin ve uluslararası medya kuruluşlarının uzun zamandır yönelttiği bir suçlamaydı, ancak Türkiye her defasında keskin bir dille bu iddiaları yalanladı.
‘Erdoğan’ı sevmem ancak Arap diktatörlüğünden daha iyi’
Suriyeli Sünni bir Arap olan ve pek çok IŞİD militanından daha eğitimli olan Faraj, Haseke Üniversitesi Eğitim Fakültesine gitmiş ve 2012 yılında savaştığı El Nusra’dan ayrılarak IŞİD saflarına katılmış. Faraj, hem Türkiye’yi hem Suriyeli Kürtleri eleştirdiğini belirtti. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan hoşlanmadığını ancak “Arap diktatörlerden daha iyi” olduğunu belirten Faraj, ayrıca Erdoğan’ın, Türkiye’de PKK ile olan mücadeleyi sınır dışına taşıyarak bu suretle IŞİD’i destekleyip ‘Suriye topraklarını parçalamaktan sorumlu’ olduğunu öne sürdü.
Örgüt, Ortadoğu’da yenilirse Kuzey Afrika’da yeniden büyüyecek.
Faraj adlı IŞİD’li, örgütün Suriye ve Irak’ta yenilgiye uğrasa bile Suudi Arabistan ve Kuzey Afrika’da canlanacağını öne sürdü. 30 yaşındaki IŞİD’li, örgütün Suudi Arabistan, Mısır, Libya ve Tunus’ta gücünü yeniden kazanmayı planladığını savunup, “IŞİD’in dünya çapında uyuyan hücreleri var ve bunların sayısı artıyor” dedi.
Kaynak: direnisteyiz3.org
Tedi’de direniş kararlılıkla sürüyor
“Tedi’de işçi kıyımına ve sendika düşmanlığına son” yazılı pankart açan işçiler sabah saatlerinde önce sanayi bölgesinde yürüyüş yaptı. Yürüyüş boyunca sanayide çalışan işçilere yönelik konuşmalar yapılarak hak gasplarına karşı sendikalı olma ve örgütlü mücadele etme çağrısı yapıldı.
Cadde trafiğe kapatıldı
Organize sanayinden Aydınlı Caddesine çıkan işçiler, “Direne direne kazanacağız”, “Atılan işçiler geri alınsın”, “İşçiyiz haklıyız kazanacağız”, “İşçiler birleşin köleliğe son” sloganlarıyla caddeyi bir süreliğine trafiğe kapattı.
Tedi mağazalarını boykot etme çağrısı yapan işçiler, mağazaların önünde yaptıkları eylemlerin süreceğini duyurdu.
Polis ve Tedi özel güvenlikçilerinin saldırılarına rağmen direnişlerini sürdüren Tedi işçileri, tüm işçi ve emekçilere dayanışmayı büyütme çağrısı yaptı.
Kaynak: ETHA / İşçi Gazetesi – 07 Eylül 2016
Büyük projeler, büyük yalanlar, büyük vurgunlar ve büyük yıkımlar!
Kapitalizm öyle netameli bir sistemdir ki, bu dünyada ne varsa metalaştırıyor, paralılaştırıyor, özelleştiriyor, özel mülk kategorisine indirgiyor, her şeyi alış-veriş nesnesine, kâr aracına dönüştürüyor. Müşterekleri yok ediyor, canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Velhasıl tam bir kadavra medeniyeti… Tabi bu arada insanı da insanlıktan çıkarıyor. İnsana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyor. Lâkin bu kepazelik, “ilerleme”, “büyüme”, “kalkınma”, “çağdaşlaşma”, vb. sayılıyor, üstelik büyük bir başarı olarak sunuluyor ve insanlar bu büyük yalana inanıyor! Aksi halde yıkımın bir başarı öyküsü olarak sunulabilmesi mümkün olmazdı.
Şimdilerde “büyük projeler” tam bir yıkım ve yok etme aracına dönüştü. Bir proje ne kadar büyükse, kâr da, vurgun da, tabii yıkım da o kadar büyük oluyor. Mesela 1 km. Hızlı Tren yolu için harcanan kaynakla yaklaşık 2 km. normal tren yolu yapılabilir. Üstelik kullanıcılar için daha ucuzdur, istasyon sayısı çoktur, kapsayıcılığı fazladır ve daha zevklidir. Ama kapitalistler daha büyüğünü, daha kârlısını tercih ediyorlar… Bu yüzden, işte, Üçüncü Köprü, Üçüncü Hava Limanı, “çılgın proje” de denilen Kanal İstanbul, Osmangazi Köprüsü, Galata Port projesi, Akkuyu ve Sinop nükleer santralleri, Doğu Karadeniz için tasarlanan HES’ler, Ilısu Barajı, Hızlı tren, dev AVM’ler, Türkiye’nin en büyük camii, vb… dayatılıyor… Bu büyük projelerle amaçlanan toplumun bir ihtiyacını karşılamak değil, kâr etmek, sermayeyi büyütmek, topluma, herkese ait olanı gasp etmek, birilerini daha da zengin etmek, vurgunu büyütmektir. Gerçek durum böyle ama retorik farklı… Büyük sermaye ‘değerlenme’ sıkıntısı çekiyor ve onu aşmak için de bu büyük projeler dayatılıyor. Dolayısıyla ilişki ters-yüz olmuş durumda… İhtiyaçtan hareketle bir şey yapılmıyor, tam tersine kâr etmek, sömürüyü, yağma ve talanı büyütmek için bir “ihtiyaç” peydahlanıyor… Tabii büyük projeler sadece birilerini zengin etme araçları değil, bu büyük projeler eski çağların tapınaklarının yerini almış durumda. Nasıl eski zamanlarda devasa tapınaklar kralların, imparatorların, sultanların, hanların, şahların… egemenliğini meşrulaştırma-kabullendirme işlevi görüyorduysa, finanslaşmış neolibral küresel kapitalizm çağının “büyük projeleri” de benzer bir işlev görüyor… Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlar…
İstanbul boğazına üçüncü bir köprü kurdular, köprüye Osmanlı İmparatorluğu’nun en zalim, en gaddar, en katliamcı padişahının adını verdiler. Bu topraklarda yetişen onca harika yazar, romancı, şair, sanatçı, ressam, düşünce insanından bir tekinin bile adı akıllarına gelmedi… Gelir miydi? Elbette gelmezdi. Bu rejimin ne mene bir şey olduğunu bilenler, o harika insanlardan bir tekinin bile adının neden akıllarına gelmediğini gayet iyi bilir… Zira, bu ülkenin aydınlık timsali, yüz akı ne kadar, yazar, romancı, şair, sanatçı, düşünce insanı… var olmuşsa, bu rejime, bu devlete rağmen var olmuşlardır. Zira bu rejim oldum-olası onları hep katli vacip düşmanlar olarak gördü ve görmeye devam ediyor… Belki böylesi daha iyi, aksi halde tam bir yıkım, yok etme ve kirletme aracı olan bu köprü, o güzel insanlardan birinin adını da kirletecekti…
Köprüye ‘üçüncü gerdan’ diyorlar. Bir boğazda üç gerdana ne gerek var? Birinci köprü trafik sorununu çözecekti, çözmedi, ikinci köprü trafik sorunu çözecekti çözmedi, üçüncüsü de çözmeyecek. O halde dördüncüsü, beşincisi… gündemde demektir… Zira yanlış soruya doğru cevap mümkün değildir. Üçüncü köprü trafik sorununu çözmeyecek, tam tersine daha da azdıracak. Kuzey ormanları karayolu için feda edilmiş durumda. Su kaynakları, tarım alanları her tülü canlı yaşam yok edildi. Bu bir betonlama-astvaltlama operasyonudur. Kentin eko-sistemi bozuldu, daha da bozulacak. Ne için? Bir kaç sermaye gurubunun güzel hatırı için… Dünyanın en geniş köprüsüymüş. Bir de raylı sistem olacakmış. İki tarafta tren yolu hattı olmadan o raylar ne işe yarayacak? Fakat hızlarını alamıyorlar. Dünyanın en büyük hava limanı için de 35,6 milyar dolar harcanacakmış. O da yapılırsa artık İstanbul’un defteri dürülmüş olacak…
Eğer amaç İstanbul’un trafik sorununu çözmek olsaydı, raylı sistem, deniz ulaşımı ve tüp geçitler gündeme gelirdi. Fakat ondan önce kent nüfusunu sınırlamanın bir yolunu bulmak ve araba şımarıklığına da izin vermemek gerekirdi. Kamu ulaşımını, toplu taşımayı esas alan bir ulaşım sistemi tasarlamak gerekirdi. Zira, araba kenti öldürüyor. Her yeni köprü demek, yeni yerleşim yerleri ve artan nüfusu demektir. Fatih Sultan Mehmet Köprüsünün İstanbul’un nüfusunu yaklaşık 5 milyon artırdığı tahmin ediliyor. Yavuz Sultan Selim köprüsünün de 6 milyon kadar artırmayacağını kim söyleye bilir? Fakat asıl yıkım yolda. Eğer dünyanın en büyük Üçüncü Hava Limanı ve çılgın proje Kanal İstanbul da gerçekleşirse, İstanbul’un nüfusu 30 milyonu aşabilir ve artık ortada İstanbul diye bir şey kalmaz. Bu ülkenin nüfusunun yaklaşık üçte birini bir yere yığmanın mantığı nedir? 30 milyonluk bir şehir olabilir mi? Bana göre şehir, merkezdeki meydana, kamu binalarına, hastaneye, postaneye. tiyatroya, sinemaya, pazara, eş-dost ziyaretine yürüyerek gidilebilen yerdir. Vaktiyle İstanbul dünyanın en güzel kentlerinden biriyken ve belki birincisiyken, daha şimdiden yaşanamaz bir yer haline gelmiş durumda. Bu güzelim kentin rant aşkına heba edilmesi insanları neden rahatsız etmez, insanlar bu kepazeliğe neden itiraz etmez? Bir dünya harikasını yok etmek ne mene bir utanmazlıktır? Eğer kapitalizmi sorun etmezseniz, eğer lânet olası özel mülkiyeti sorun etmezseniz, en büyük hırsızlığı en büyük başarı sayarsanız, zenginliği-yoksulluğu adam gibi tartışmaya yanaşmazsanız, güzelim İstanbul’un heba olmasına şaşmak niye?
Tam bir yıkım ve yok etme aracı olan bu ‘büyük projelere’ kim karar veriyor? Büyük sermayenin adamları ve onların devleti karar veriyor. Şimdilerde devlet sadece sermaye için, sermayeyi büyütmek için var. Başkaca hiç bir asgari kaygı söz konusu değil… Yönetenler artık neden yönetemiyor sanıyorsunuz? Böyle bir rejimin hala bir meşruiyeti kalır mı? Bu sürdürülebilir bir durum mudur? O kadar ki, artık bilinen müteşebbis (girişimci) tanımı da değişmiş görünüyor. Zira müteşebbis risk alandır. Yaptığının sonuçları kesin olarak öngörülebilir değildir. Kâr da, zarar da potansiyel bir olasılıktır… Önce bir yer için bir proje tasarlanıyor, kaça mâl olacağına projeyi yapanlar karar veriyor, nereye kurulacağına da onlar karar veriyor. Bir de kâr garantisi veriliyor. İşte her şey gözünüzün önünde olup-bitiyor… Bunun için dahiyane bir şey keşfetmişler. Eğer bir proje planlananın, beklenin altında kâr ederse, aradaki farkı devlet karşılıyor. Bunun adı kapitalistleri maaşa bağlamaktır. İşte şimdilerde tam bir haraca dönüşen ‘vergiler’ asıl onlar için alınıyor!
Rejimin adamlarının övünç kaynağı olan ‘büyük projelerden’ biri olan Osman Gazi Köprüsünden geçen araç sayısı, günde 40 bin, yılda 14.6 milyonun altında kalırsa, aradaki farkı devlet karşılıyor! Sevsinler sizin “yap-işlet-devret” modelinizi… Adamlardaki şu “yaratıcı zekaya” bakın: Bir köprü inşa etmişler, geçenden de geçmeyenden de haraç alıyorlar. Bunun anlamı, Nurol-Özaltın-Makyol-Astaldi/Yüksel, Göçay Grubu’nun sahibi olduğu Otoyol AŞ’yi maaşa bağlamaktır. Ve bu durum 22 yıl devam edecekmiş! Artık o şirketler isterlerse 22 yıl sonra emekliye ayrılabilirler… Köprü açıldıktan bu güne kadar sevgili kapitalistlerimize bütçeden ne kadar ödeme yapıldığını merak eden var mı? Sadece 11-26 Temmuz tarihleri arasındaki 16 günde devletin kasasından (sizin cebinizden) yaklaşık 20 milyon dolar ( 59 milyon 541 bin TL) ödenmiş… Eğer matematiğiniz kuvvetliyse şöyle bir denklem kurabilirsiniz: Sevgili şirketlerimize 16 günde devlet bütçesinden 20 milyon dolar ödenirse, 365 günde kaç milyon dolar ödenir?..
3 milyar dolara mal olduğu söylenen Yavuz Sultan Selim Köprüsü için araba başına geçiş ücreti 3 dolar tespit edilmiş. (Tabii TIR, kamyon, kamyonet, vb. için çok daha yüksek). Mesela 5 dolar olsaydı memleket daha hızlı kalkınırdı… Ve günde 135 bin otomobil geçişi garantisi verilmiş. Geçişler o rakamın altında kalırsa, devlet 10 yıl 2 ay boyunca aradaki farkı kapatacakmış. Aynı Osman Gazi Köprüsünde olduğu gibi… Bir aksilik olsa o köprüden tek bir araç geçmese, devlet devletliğini bilecek ve şirketlerin maaşını tıkır tıkır ödeyecek… Öyle ya dünyanın en geniş köprüsünü yapmak kolay değil!.. İyi de yağma ve talanın, yıkımın ve yok etmenin bir başarı sayılmasının sırrı nedir? Bu nasıl mümkün oluyor? İşte asıl mesele bu… Tüm bu yıkımlar, yok etmeler, kirletmeler, yağma ve talan ilerleme, kalkınma, büyüme, vb. adına yapılıyor. İyi de büyüyen ne pahasına, nasıl büyüyor? O büyüme kimin için ne anlama geliyor? İnsanlar neden sadece yapılanı görüyor da yıkılanı görmek istemiyor? Gerçekten kalkınma denilen nedir? Kapitalizm dahilinde “kalkınma” diye bir şey mümkün müdür? Sermayenin büyümesi neden kalkınma sayılsın? Veya “kalkınma” kelimesi neyi gizliyor? Her yıkımdan sonra insanlar durumlarının iyileşeceğini sanıyorlar? İyi de, birilerinin kâr etme kaygısı sizin refahınız ve doğanın korunması gereğiyle bağdaşır mı? Artık birilerinin bu kepazeliği teşhir etmesi gerekiyor. Daha geç olmadan şeyleri adıyla çağırabilen birileri sahaya çıkmalı, yalana, ikiyüzlülüğe ve sinizme son vermeli.
Ekonomi tıkırında, herkes borçlu Savaş naraları yükseliyor
Yeni İçişleri Bakanı, belki de bu ülkede az yaşamıştır. Belki de hafızası zayıftır. 1980’den beri bu ülkede pek çok başbakan, pek çok içişleri bakanı, önce kök kazımaktan söz etmiştir, acımasız olmuştur, sonra da ovada siyaset nutukları atmaya başlamıştır.
Yani, bu devletin tarihi, zaten hep acımasızlık tarihidir. TC devleti, kuruluşundan bu yana, ne katliamlara imza atmıştır, ne işkencelere imza atmıştır, ne tutuklamalar yapmıştır, ne sürgünler, hiçbirisinde acıma duygusu ile hareket etmemiştir ki, bugün sizin acımasız olacağız sözünüzün bir anlamı olsun.
Bugüne kadar zaten hep öyle oldunuz. Demek bunca acımasızlık, bunca vahşet, bunca katliam yetmiyor, bunca hukuksuzluk yetmiyor ve şimdi, sanki her şey normalmiş gibi, artık “acımasız” olacağız diyorsunuz.
Mutlaka şiddetin, hilenin, hukuksuzluğun, savaşın daha vahşi olanına ilişkin bir şeyler yapabilirsiniz. Bu sizden beklenen olur.
Tersine, insanlıktan yana bir adım atsanız, içişleri bakanı olarak göreve başlar başlamaz tehditler savurmak zorunda kalmamış olsanız, belki bu sürpriz olurdu, şaşırtırdı. Belki kalkıp, bunca şiddet, bunca katliam, bunca faili meçhul, bunca utanç duyulacak hukuksuzluk için özür diliyorum deseniz, bir başarı şansınız olurdu.
Ama diğer türlü bir başarı şansınız yoktur.
OHAL uygulamaları, 7 Haziran’da başlayan ve peş peşe gelen darbe sürecinin yeni adımlarıdır. Hepsinde kan ve savaş var.
Aynı zamanda halkları susturmak, Kürtlere karşı savaşta Batı tarafını sessizliğe mahkûm etmek için, büyük bir yalan makinası devreye sokulmuştur. Basın, olduğu gibi Saray’ın emrindedir. Doğan basını da, havuz basını da, CHP’si de, MHP’si de, hepsi bu savaşın halklara yansımalarını örtmek için, gerçekleri örtmek için devrededir.
Savaş ve basın böyle yürür ama, bu arada işin ekonomisi de olmalı. OHAL, açık olarak, yağma ile ilgili yönünü de gösterdi. Kaldıraç’ın Eylül sayısında Varlık Fonu ile ilgili çalışmalar uzunca yer tuttu. Açıklayıcıdır. Aynı anda SADAT ile ilgili haberler de bu yağmanın bir başka yönüdür.
Yani savaşı organize edenler, aynı zamanda manipülasyon için basını esir almıştır, aynı zamanda özel savaş uygulamalarını, Gladio yapılanmalarını açıkça tehdit olarak öne sürmektedir ve bu arada ekonomik olarak yağma planlarını da devreye koymuşlardır.
Yükselen savaş naraları, ekonomik yağmanın, aynı zamanda da ekonomik çıkmazın bir yansımasıdır da.
Bir yılı aşkın zamandır, ülkede, 4 bin kişinin öldüğü hesaplanmaktadır. Bunların içinde siviller, kadın ve çocuklar vb. var. Ölü sayısını tam ortaya koymak da mümkün değil, çünkü devlet ölen asker sayısını tam olarak açıklamıyor. Bu 4 bin kişinin içine, iş cinayetlerinde ölen 1800 kişi, trafik kazalarında ölen 2 binden fazla kişi dahil değildir. Bunları da koyarsak, rakam 8-10 binlere çıkmaktadır. Biz sadece savaş nedeni ile 4 binin üzerinde can kaybı olduğundan söz ediyoruz. Ve hâlâ acımasız olmaktan söz ediyorlar.
Peki tüm bu durum ekonomik alanda nasıl yansıma buluyor.
Ekonomi iyi. Kimin için? Yağmacılar için, ekonomi iyi. Kârlarına kâr katıyorlar, ülkeyi yağmalıyorlar, Mehmet Cengiz’in söylediği gibi, milletin anasını belliyorlar. Artvin’de maden ocağı konusunda halk direnince, OHAL yasaları gereği, tüm eylem ve biraraya toplanmalar yasaklanıyor. Ne kadar kibir dolu, ne kadar korku dolu ve ne kadar çaresizlik kokan bir karardır bu. Bir şirketin, Saray’a bağlı bir şirketin çıkarları için, alınan toplanma ve eylem yasağı, aslında çaresizliğin boyutlarını göstermektedir.
Durum böyle olunca, Cengiz İnşaat için ekonomi iyidir, yolundadır.
Binlerce işçi, iş cinayeti dediğimiz kazalarda ölmektedir ve bu artık normal olmuştur. Diyanet işleri, işyerlerinde aşırı güvenlik önlemi almak allaha karşı çıkmaktır, diye cuma hutbeleri okutmaktadır. Demek ki, ekonomi onlar için de iyidir.
Ekonomi tıkırında dedikleri bu olsa gerek.
Türk Tarih Kurumunu özelleştirmek ne demektir? Kimse, uydurma tarih yazımını üstlenmiş bir kurumu alıp da oradan “tarih” satıp para kazanmak umudu ile Türk Tarih Kurumunu almaz. Ama Türk Tarih Kurumunun mülkleri vardır ve muhtemelen bu mülkler artık şehir içlerinde, rantı yüksek yerlerdedir. Öyle ise, Ağaoğlu tarih kurumunu, Cengiz İnşaat dil kurumunu alırlar ve hayrını görürler demektir. Öyle ise onlar için ekonomi tıkırındadır.
Askerî kışlaların alanlarını, Ağaoğlu almaya çoktan taliptir ve Bilal bu iş için bizzat devrededir. Demek ekonomi onlar için iyidir. Zaten Kuleli’yi başka türlü Araplara satmak da olanaklı olmaz. Selimiye kışlasını unutmayın lütfen, Araplar için çok para eder. Demek bu işleri yapacak olanlar için ekonomi tıkırındadır.
Doğa Koleji, eğitim sektöründedir. TÜRKVEN adlı bir yabancı şirket (yabancı şirket ve adı neden TÜRKVEN diye soracaksınız. Belki de sadece Türkiye’ye yatırım yapan bir yabancı şirkettir. İnanmadınız değil mi, demek ki, araştırmaya değer.) Doğa Kolejlerinin büyük hissedarı idi. %80’i TÜRKVEN’de, %20’sinin ise Fethi Şimşek’e ait olduğu söyleniyordu. Okulu almak için, Bilal’in arkasında olduğu Sancak devreye girdi. Zaten Mektebim Kolejlerini almıştı. Doğa Koleji’ni almak için uğraşıyorlardı ve iş neredeyse bitmişti. Sonra, birden bire, 15 Temmuz öncesi, anlaşma iptal edildi. Ve ardından, TÜRKVEN adlı şirketin Fethullah grubuna ait olduğu söylendi. Bu da 15 Temmuz sonrasına denk geliyor. Birdenbire, okulun kapatılması ihtimali ortaya çıktı ve Metal Yapı adlı bir dış cephe kaplama firması, 330 milyon dolarlık çek ile, hiç peşin ödeme yapmadan Doğa Kolejlerini satın aldı. Hem de hem TURKVEN’deki hisseyi, hem de Fethi Şimşek’teki hisseyi. Şimdi bunlara sorarsanız, ekonomi tıkırındadır. Bu yağma, bu talan ekonomisidir. Din, bu yağma ve talan ekonomisinin bir parçası olarak kullanılmaktadır.
Ekonomik şiddet, aynı siyasal şiddet gibi devreye sokulmuştur. Hem ekonomik zor, hem de ekonomi dışı zor, ucu sivriltilmiş bir terör olarak halklara yönlendirilmiştir. İşçiler ve emekçiler, tümden esir alınmak istenmektedir.
Ülke, baştan aşağıya rant alanına çevrilmiştir ve yağmalanmaktadır.
Eğitim, tümden yok edilmekte, imam hatipleştirme yolu ile, özel okullara yol açılmakta, özel okullar eli ile eğitim büyük bir rant alanı hâline getirilmektedir.
Sağlık alanında aynı yol izlenmektedir. Özel hastahaneler, aracılığı ile büyük bir rant alanı yaratılmaktadır. Sağlık Bakanlığı, tarikatların elinde, ilaç şirketlerinin çıkarlarına dokunmadan, büyük bir rant kapısı ele geçirmiş durumdadır.
Ulaşım ve haberleşme alanları da büyük rant alanı hâline getirilmiştir. Başbakan’dan Cumhurbaşkanı’nın ailesine kadar tümü, bu alanda organize edilmiş yağmanın içindedir.
Buna konut alanını da siz ekleyin.
Tüm ülke rant alanına çevrilmiştir.
Ve buna çevrildiği oranda, vahşileşmiş bir devlet terörü ve devlet eli ile organize edilmiş vahşi bir yalan makinası hâlinde örgütlenmiş burjuva medya, halkı esir almaya çalışmaktadır.
Halkın esir alınmasının yollarından biri, kredilerdir. Temmuz 2016 itibari ile, toplam nakit krediler, 1.9 trilyon TL’ye ulaşmıştır. Ülkenin gayrı safi milli geliri, 780 milyar dolar, yani 2,3 trilyon TL’dir.. Demek ki, nakit krediler toplamı, ülkenin toplam milli gelirinin %80’ini geçmiştir. %80’lik oran, gerçek anlamı ile batmaya yakın bir orandır.
Detaya bakalım.
Bu kredilerin yaklaşık %78’i, şirketlere verilen kredilerdir. En çok kredi alan şirketler, imalat sanayiinde, toptan ve perakende ticarette ve inşaat sektöründe toplanmaktadır. Toplam kurumsal kredilerin %55’i bu üç sektöre gitmektedir.
Acaba, şirketler açısından bakılacak olursa, alınamayan alacakların toplamı nedir? Acaba, dönen çek ve senetler miktarı nasıl değişmektedir? Bu iki sorunun yanıtını, elinde internet olan herkes, küçük bir tarama ile bulabilir kanısındayız.
Bireysel kredi denilen alana bakacak olursak, durum çok daha vahimdir. Toplam 26 milyon 400 bin kişi, bireysel kredi almaktadır. Bu tüm ülke nüfusunun üçte biri demektir. Çocukları bu hesabın dışında tutarsak, yaklaşık olarak %45’i demektir. Bireysel krediler, konut kredileri, taşıt kredileri, kredi kartları ve ihtiyaç kredilerinden oluşmaktadır. Bu kredilerin toplam rakamı, Temmuz 2016 itibarı ile, 420 milyar TL’dir. 26 milyon 400 bin kişi, ortalama olarak, 15 bin 800 TL borca sahiptir. Asgarî ücret üzerinden hesaplanırsa, bu 26 milyon 400 bin kişinin, gelecek 12 ay boyunca alacağı ücretin toplamı demektir. Yani gelecek 12 ayda elde edilecek gelir, bugünden harcanmış demektir.
Konut ve taşıt kredilerinin, konut ve taşıtın ipoteklenmesi yolu ile verildiği biliniyor. Bu durumda, gelecek için bir yatırım yapıldığı varsayılabilir. Konut sektöründe fiyatlarda düşme ya da kredilerin geri ödenmesinde topluca bir aksama meydana gelmediği sürece, bu durum, sürünerek idare etme anlamına gelebilir. Üretilmekte olan, daha doğrusu, büyük bir yağma ile paylaşılmakta olan bu rant, konut fazlasının satılmaması noktasına doğru gelmektedir. Bu satılmama durumu, 2016 yılı içinde, çok farklı fiyatların ortaya çıkmasına yol açmış durumdadır. Yani, konut sektörünü elinde tutanlar, en başta Saray ve çevresi, büyük rantlar elde etmek için, yağmayı sürdürebilmek için, fiyatların düşmesine olanak vermemektedirler. Ama bireysel müteahhitler, sıkıştıkça, ilan edilen fiyatların 3’te birine daireler satmaya başlamıştır bile. Demek ki, burada yolun sonuna gelinmektedir. Her ne kadar, yeni rant alanları, askerî bölgeler, bazı devlet kurumlarının arsaları vb. devreye sokulsa da, durumu değiştirme şansı yüksek değildir. Öte yandan, Araplara daire satma sürecinin de sonuna gelinmişe benzemektedir.
Kaldı ki, sistem için en büyük risk, kredi ile konut almış olanların, kredilerini ödeyemez duruma düşmesi hâlidir. Bu durum, artmakta olan işsizlikle birlikte gündeme gelmektedir. Bunun beraberinde getireceği şey, bankaların bir anda konut zengini olması ve bunun altından kalkabilmek için, konutları, üçte bir fiyatına satmaya yönelmesi demek olacaktır.
Aynı mesele kredi kartları meselesinde de vardır, ihtiyaç kredilerinde de. Bu her iki kredi toplamı, 420 milyarlık bölümün %56’sından fazladır. Kredi kartları veya ihtiyaç kredileri, aslında sıkıntının en açık göstergesidir. Burada bir “yatırım” niyeti de olamaz. Belli ki, geçinme sorunu vardır ve bu nedenle, bir borcu kapatmak için ihtiyaç kredisi alınmaktadır.
İktidar, Saray, bu borçlanma durumunu, kendi iktidarı için bir şans olarak görmektedir. Basının “istikrar” vurgusu, her seçim döneminde ortaya konan bu görüş, aslında bir nevi tehdittir. Zira, ne doların yükselişi durmakta, ne de ekonomi düzelmektedir. Akıl almaz ve irrasyonel bir biçimde borçlanma ekonomisi sürdürülmektedir. Toplam nüfusun yaklaşık %70’i borçlu durumdadır. Yani bir biçimde borç taksidi ödemekte ya da borçlu yaşamaktadır. Günlük hayatı idame ettirebilmek için, banka kredilerine başvuranların oranı da bir hayli yüksektir.
“Faizleri düşürün” baskısı da, daha çok konut sektörünü ayakta tutmak içindir. Dahası, yeri geldiğinde devlet garantileri ve desteği de yağma ekonomisini sürdürmek için devreye sokulmaktadır.
İşte bu yağmayı saklamanın, bu yağmaya karşı gelişen Gezi Direnişi gibi isyanların önlenmesinin en etkili yolu, korku rejimini yaratmaktır. Bu nedenle acımasız olmaktan söz ediliyor.
Bugün, iktidarın, iki temel düşmanı ya da korku kaynağı vardır. Birincisi, devrimci Kürt hareketi, ikincisi ise Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan devrimci Anadolu hareketidir. Bu hareketlerden biri, halkla, Kürt halkı ile kenetlenmiş, halk içinde yansımasını bulmuş, kitleselleşmiştir. Ama Anadolu devrimci hareketi, henüz kitleselleşmiş, henüz halk içinde örgütlülüğünü yeterli noktaya getirmiş değildir. Zaten bunu yapabilmiş olsa idik, Gezi de farklı olurdu, Gezi sonrası da.
Bu iki hareketten korkuyor, bu iki hareketin geleceklerini eninde sonunda ellerinden alacağını biliyorlar. Bu nedenle azgın bir saldırganlık ortaya koyuyorlar. Başka türlü bu yağma ekonomisini sürdüremezler, bu rant ekonomisini sürdüremezler.
Mevcut ekonomik tablo, yolun sonunu işaret etmektedir. Bu nedenle, yağmada aceleciler, bir anda, hızla kapacaklarını kapmak, yüklerini yapmak istiyorlar. Tezelden en çok olanı almak istiyorlar. Gelecek korkusu sarmıştır egemenleri.
İşçi ve emekçilerin direniş dışında yolları, örgütlenmek ve kendi güçlerine güvenmek dışında gelecekleri yoktur. İşçi ve emekçiler, Anadolu devriminin yolunda, kendi güçlerini örgütlemek zorundadır.
Cumartesi Anneleri 600. haftada: “Biz bu ülkenin vicdanı ve hafızasıyız”
Eylemde ilk konuşmayı 1980’de kaybedilen Hayrettin Eren’in annesi Elmas Eren yaptı. Eren, Erdoğan’ın daha başbakanken kendileri ile görüştüğünü ve “Haziran geçsin, çocuklarınızın kemiklerini bulacağım” dediğini aktardı ve “Kaç haziran geçti, gözyaşlarım kurudu. Bir anne olarak 36 sene ne demek biliyor musunuz? Gücüm kalmadı demiyorum, yıkılmadım ayaktayım” dedi.
“Bu hükümetin öncekilerden eksiği yok, fazlası var”
21 yıldır alanı terk etmeyen, Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak, “Oğlumu alıp gittiler. Suçum ne söylesinler” diye konuşurken, 1995’te İzmir’de tek çocuğu Murat’ı kendi elleriyle götürdüğü karakoldan geri alamayan Hanife Yıldız da, “Bu adaletsizlik devam ederse 600 hafta daha burada oluruz” dedi. Kiraz Şahin ve Berfo Ana’ya seslenen Yıldız, “Selam olsun biz buradayız” dedi. Yıldız, “Roboski’de Gezi’de gördük. ‘Kim verdi emri’ diyorlar göğsünü gere gere ‘ben verdim’ diyor. Bu hükümetin öncekilerden eksiği yok, fazlası var” diye devam etti.
Cumartesi torunları: “Korkması gerekenler işkencecilerdir”
İkinci kuşağı temsilen, Fehmi Tosun’un kızı Besna Tosun da bir konuşma yaparak, “Hepimiz suçluyuz. Yüz binler olup 90’larda Cumartesi Anneleri ile sokağa çıksaydık bir daha gözaltında kaybolan olmazdı. Bizim korkmaya hakkımız yok. Çünkü saçlarından çekilip bu meydandan götürülen annelerin çocuklarıyız. Korkması gerekenler işkencecilerdir, Taybet Ana’ya işkence uygulayanlardır. Bu karanlık günlerde burada olmanız bana iyi hissettirdi” dedi.
Meydanın torunlarından Berivan Yurtsever de, “Benim dedemin Kürt olmak dışında ne suçu vardı? Biz Galatasaray torunları olarak dedelerimizin, nenelerimizin kemikleri bulunana kadar burada olacağız” diye konuştu.
Plaza del Mayo Anneleri’nden selamlama
600. haftaya özel Kars’tan Edirne’ye, Hakkari’den İzmir’e Türkiye’nin pek çok ilinde ve Fransa’dan Japonya’ya dünyanın pek çok ülkesinin bir çok bölgesinde kayıp yakınlarının sessiz talepleri yükseltildiği günde, bir selam da ses kaydıyla mesaj gönderen Plaza Del Mayo annelerindendi.
Küba ve Venezüela liderlerinden ‘ABD müdahalesi’ uyarısı
Bağlantısızlar Hareketi zirvesinde konuşan Venezüela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, ABD’nin Venezüela’ya müdahale ettiğini ve kendisini devirmek için ‘ekonomik savaş’ yürüttüğünü söyledi. Maduro, ABD’nin Latin Amerika’yı ‘yeniden sömürgeleştirmeye çalıştığını’ belirtti.
Aynı zirvede konuşan Küba Devlet Başkanı Raul Castro da, Maduro’nun açıklamalarına destek verdi. Castro, ABD’nin Küba’ya ambargoyu sonlandırmamasına tepki göstererek, ABD’nin müdahale planlarını bölge ittifakının engelleyeceğini söyledi.
Bağlantısızlar Hareketi nedir?
Bağlantısızlar Hareketi, kendilerini hiçbir güç bloğuna dâhil veya hariç olarak addetmeyen 100’ün üzerinde ülkenin bir araya gelerek oluşturdukları bir uluslararası oluşumdur. Soğuk Savaş döneminde Batı İttifakı ve Doğu Bloğunun yanı sıra üçüncü bir blok olmuştur.
1979 I. Havana Bildirisi’ne göre birliğin amacı, “üye ülkelerin milli bağımsızlığını, egemenliğini, toprak bütünlüğünü ve güvenliğini, sömürgecilikten, yayılmacılıktan, ırkçılıktan ve her türlü dış baskı, istila, işgal ve dış müdahaleden” korumaktır.
Üye ülkeler dünya nüfusunun %55’ini, BM üyelerinin 2/3’ünü oluşturur. 2015 yılı itibariyle harekette 120 üye ve 20 gözlemci ülke vardır.
Kaynak: tr.sputniknews, İşçi Gazetesi