“Cizre’den Gever’e özyönetimleri inşa etmeye” pankartının açıldığı açıklamada gençler adına konuşan Serhat Soybaş, Cizîr, Sûr, Nisêbîn, Şirnex ve Gever’de sergilenen kahramanca direnişler ile büyük kazanımlar elde edildiğini, direnişin zafere daha da yakınlaştığını ifade etti.
“Komünist ütopya insanlığın her zaman gündemindedir”
Fikret Başkaya’nın “Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto Nasıl Üretmeli, Nasıl Tüketmeli, Nasıl Yaşamalı” adlı kitabı Mayıs ayında Yordam kitaptan çıktı. Kitap’ta kapitalizmin her geçen gün yaşama dair ne varsa tükettiğini, bu tüketim çılgınlığının sonucunda bireyin, toplumun her geçen gün derin bir çürümeyle karşı karşıya olduğunu belirtirken, çözüm noktasının ise özel mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesinde, meta ufkunun aşılmasında çözülebileceğini söylüyor.
Başkaya, kitabın tanıtımda şunlara değiniyor. “Eğer şeylerin ‘gerçeğini’ söylemeye niyetliyseniz, o zaman işe yalanı ve ikiyüzlülüğü teşhir ederek başlamanız, alışılmış genel algının dışına çıkmanız, şeyleri adıyla çağırma basiretini ortaya koymanız gerekecektir. Zira ‘ilerleme’, ‘modernleşme’, ‘kalkınma’, ‘büyüme’, vb. adına artık insanlığın geleceği riske atılmış bulunuyor! Fakat tuhaf bir çelişki de söz konusu. Dünyayı bu hale getirenler, kendilerini hala insanlığın ve uygarlığın timsali olarak sunmayı başarıyorlar!”
Başkaya ayrıca başka bir dünyanın mümkünlüğü üzerine yaptığı tartışmayı birçok somut veri üzerine oturtuyor. Bizde Kaldıraç dergisi olarak Hocamızın başlattığı tartışmayı değerli buluyor kitabı üzerine yaptığımız söyleşiyi paylaşıyoruz.
Kaldıraç: Merhaba hocam. Öncelikle böyle bir süreçte kitabınızla başlattığınız tartışma için teşekkür ederiz. Neden böyle bir süreçte ‘Başka bir uygarlık için manifesto kitabını yazma gereğini duydunuz?
Fikret Başkaya: İnsanlığın ve uygarlığın içinde bulunduğu durum artık kaygı verici, sürdürülebilir değil. Karşı karşıya olunan, sıradan, bildik krizlerden biri değil. Bir uygarlık krizi ki, bu insanlığın kritik bir eşiği geçmekte olduğu demeye geliyor. Eğer geçerli eğilimler ve süreçler yol almaya devam ederse, bu işin “karakolda” bitmesi kesin gibi görünüyor. O zaman düşünce tarzımızdan başlayarak, her şeyi değiştirme gereği kendini dayatıyor. İşte üretim tarzımız, tüketim tarzımız, yaşam tarzımız… velhasıl her şeyin radikal bir tarzda değiştirilmesi, dönüştürülmesi gerekiyor ki, bu “devrim bizi çağırıyor” demektir… O halde hem o çağrıya cevap vermek ve hem de gereğini vakitlice yapmak gerekiyor. Aksi halde geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir! Durum vahim ama ortalama insanın bu manzara karşısındaki tavrı son derece rahatsız edici. İnsanlar hâlâ bu geminin bu rotada eskisi gibi yol almaya devam edeceğini sanıyor. Bu algının değişmesi de teorik eleştirinin, eleştirel düşüncenin şeylerin gerçeğine nüfuz ederek yeni bir uygarlığa, “başka şeye” giden yolu aralaması gerekiyor ama eleştiri aynı zamanda pratik eleştiri olduğunda böyle bir şeyin gerçekleşmesi potansiyel bir imkân haline gelebilir. Başka türlü söylersek, yeni ve orijinal eleştiriye pratik eleştirinin [politik eylemin] eşlik etmesi gerekiyor ki, zaten bu ikisi arasında diyalektik bir belirleyicilik ilişkisi vardır. Böyle bir manifesto yazmaktaki amacım, hem insanlığın ve uygarlığın içine sürüklendiği kepazeliğe dikkat çekmek ve hem de oradan hareketle başka bir uygarlığın potansiyel imkânlarına dair bir şeyler söylemektir. Kitabın önsözünde de yazdığım gibi, birlikte düşünmeye davettir…
Kaldıraç: İnsanlık tarihi, insanın doğayla ilişkisiyle başladı. Kapitalizmde bu doğa üstünde egemenlik kurmaya dönüştü. Artık tam bir doğa düşmanlığı hali söz konusu. Doğaya ve onun bir parçası olarak insan toplumuna dair de ne varsa yok ediyor. Bu sürdürülemezlik halinden çıkış var mı?
Fikret Başkaya: İnsan toplumlarıyla doğa arasındaki ilişki başlarda insanların aleyhine bir manzara arz ediyordu. Sizin de söylediğiniz gibi, belirli bir eşik aşıldığında ilişkinin mahiyeti değişti. Kapitalizmle birlikte doğa tahribatı hızlandı, neoliberalizm çağında da insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaştı. Zaten kapitalizme “yaratıcı yıkıcılık” da deniyor. Ve bu baştan itibaren öyleydi ama şimdilerde yıkıcılık o kadar büyük ve kapsamlı ki, artık görünürlüğü artmış bulunuyor. Şundan dolayı ki, kapitalizmde sınırsız üretim ve sınırsız tüketim ‘durumu’ söz konusudur. Öyle bir mantığa ve işleyişe sahip. Her kapitalist, her kapitalist işletme her seferinde daha çok üretmeye ‘mecburdur’. Bu onun “ileriye doğru kaçmak” zorunda olması demektir. Zira, yıkıcı, vahşi, çılgın bir rekabet ortamında var olabilmek ancak büyüyerek mümkün olabilir. Kapitalizmin mantığında sınırsız büyüme dinamiği veya temel eğilimi var ama bu dünyanın kaynakları sınırlı. İşte şimdilerde bir sürdürülemezlik durumunun ortaya çıkmasının nedeni bu. Bir şey üretmek demek doğadan bir şey çekmektir. Yani eksiltmektir. Eğer siz doğanın kendini yenileme yeteneğinin ötesinde kaynak kullanırsanız, bu doğa tahribatı, dolayısıyla bir gezegen riskinin ortaya çıkması demektir… Tabii sadece ‘eksiltmek’ söz konusu değil. Üretirken de, tüketirken de kirletmek de söz konusu. İşte bu ikisi bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkarıyor. Eğer sorun bu saçmalıktan kaynaklanıyorsa, ki öyle, o zaman bu saçmalığa son vermek hem gerekli hem de mümkündür… Bu durum insan iradesinin ötesinde bir takım ilahi güçlerin eseri olmadığına, birilerinin verdikleri kararların, uyguladıkları politikaların, velhasıl sınıfsal tercihlerin sonucu olduğuna göre, başka insanlar da pekâlâ bu kör gidişi durdurup, aracını rotasını “sola” çevirebilirler. Bu gayet mümkündür. Araç pekâlâ sürdürülebilir bir rotaya sokulabilir… Bütün mesele durumun farkına varmak ve gereğini yapıp-yapmamakla ilgili…
Kaldıraç: Kapitalizm neoliberal politikalarla ve tüketimi körükleyerek kendini yenilemeye çalışıyor. Krizlerin derinleştiği dönemlerde de geçmişte uygulanmış olan Keynesyen politikalar; “Marx haklıydı” tartışmalarıyla yeniden dillendiriliyor, uygulanmasa da. Bu politikaların uygulanma şansları var mı? Uygulansa dahi sistemin sürdürülmesi için bir çıkış sağlar mı?
Fikret Başkaya: Neoliberal kapitalizmin “tüketimi körükleyerek” kendini yenileyemez ama yıkımı hızlandırabilir ve şimdilerde yıkım iyice hızlanmış durumda. Keynesyen politikalar, kapitalizmin belirli bir evresinde ve belirli sınıfsal güç dengeleri dâhilinde uygulama alanı buldu. II. emperyalistler arası savaş sonrasında sınıfsal güç dengeleri kapitalizmin tarihinde ilk defa ezilen ve sömürülen sınıflar lehine dönmüştü. Bir kere faşizmin yenilgisi temelinde emperyalist Batı’da işçi sınıfı önemli bir moral üstünlük sağlamış, pazarlık gücünü artırmıştı. İkincisi, Sovyetler Birliği savaştan hem prestijini artırarak ve hem de etki alanını genişleterek çıkmıştı. Ve o dönemde Sovyetler Birliği, emperyalist ülkeler de dahil, tüm dünyanın ezilen-sömürülen sınıflarının gözünde bir çekim merkezi haline gelmişti. Ve üçüncü, sömürge halkları bağımsızlıkları, haysiyetleri için dünya sahnesine çıkmışlar, anti-emperyalist, anti- kolonyalist bir mücadele başlatmışlardı… Artık yaklaşık beş yüzyıldan beri dışında tutuldukları sofraya dahil olmak istiyorlardı… İşte bu üçünün diyalektiği, emperyalist kampı ödünler vermeye, “uyumlanmaya” zorladı… Dolayısıyla, savaş sonrasında “refah devleti”, “sosyal devlet”, “kayırıcı devlet”, vb. denilen böylesi bir güçler dengesi koşullarında mümkün oldu. Şimdilerde o durumun çok uzağındayız. Artık Keynesyen politikaları ihya etmenin maddi ve sosyal koşulları mevcut değil. Öyle istediğin zaman isteğin politikayı uygulamak diye bir şey yoktur… Zira ne olup-bitiyorsa verili sınıfsal güç dengeleri dahilinde gerçekleşiyor… Politika boşlukta yapılmadığına göre…
Kaldıraç: O halde şimdilerde sosyal demokrasi artık mümkün değil mi demek istiyorsunuz?
Fikret Başkaya: Dediğim gibi, sosyal demokrasi savaş sonrasının sınıfsal güç dengelerinin bir sonucu olarak uygulama alanı bulabildi. Şimdilerde onu ihya etmek artık mümkün değil ama başka şey yapmak elbette mümkün. İçinde bulunduğumuz durum kapitalizmden çıkmayı gerektiriyor veya aynı anlama gelmek üzere kapitalizm dahilinde bir seçenek, bir alternatif mümkün değil. Zira durumun şakaya gelir tarafı yok. Dolayısıyla hangi zemin üzerinde siyaset yaptığını bilmek önemlidir. Kaldı ki, artık mülk sahibi oligarşiler hiç bir yerde yönetemez durumda. Bu durumu ezilen-sömürülen sınıflar lehine çevirmek hem gerekli ve hem de mümkün…
Kaldıraç: Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla sola ve sosyalizme sövülürken tarihin sonu geldi yaygaraları koparılıyordu. Sizin de kitapta bahsettiğiniz gibi, Sovyetler Birliğinin çöküşü asla komünist ütopyanın sonu demek değildi. Dünya devrimci hareketine büyük bir miras bıraktı. Bu deneyim ışığında son 25 yılı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fikret Başkaya: Komünist ütopya insanlığın gündeminden asla çıkmaz. Aksi halde insanlığın bir geleceği olmazdı. Ama şimdilerde ortaya çıkan manzaraya bakılırsa komünist toplum projesi her zamankinden daha güncel, daha elzem hale gelmiş bulunuyor. Biliyorsunuz komünizm kelimesinin jenerik anlamı, ortaklaşmak, bölüşmek, paylaşmak, dayanışmak, karşılıklılık, eşitlik ve özgürlük demektir. Bunda ne kötülük var da insanlar ona karşı çıkacak, onu arzulamayacak, onu istemeyecek. Aksi halde öyle bir şey, insanlar kendilerini ezen, sömüren, aşağılayan bir ‘düzen’ istiyorlar demeye gelir ki, bu eşyanın tabiatına aykırıdır… Geride kalan 25 yılda olup-bitenler, burjuva ideologlarının ve küresel oligarşinin sözcülerinin söylediklerinin tam bir yalanlamasıydı, inkarıydı… Zira, her şey zıvanadan çıktı… Bütün gösterge ışıkları kırmızıda…
Kaldıraç: Başka bir uygarlığın mümkünlüğü için nasıl bir tahayyül gerekiyor?
Fikret Başkaya: İnsanlar ütopya dendiğinde onu pejoratif, olumsuz anlamında alıyorlar. Ütopya imkânsızın peşinde koşmak olarak anlaşılıyor. Bu son derecede saçma. Oysa ütopya, bu gün olmayan ama ilerde olabilir olan demektir. Aslında ütopya daha iyiyi, daha güzeli daha insanî olanı arzulamaktır, istemektir. Onun için bir kere ütopyayla ilgili yanlış algıdan ve anlayıştan kurtulmak gerekiyor. Kim ütopyaya karşı olabilir. Sömürü ve yağma düzeninin efendileri ve egemen ideoloji tarafından beyinleri esir alınmış olanlar…
Kaldıraç: Kitapta yeni bir politik örgütlenme modeliyle üzerinde durulan zeminin değiştirilmesi gerektiğine değinmişsiniz. Bütün politik özneler, “yeryüzünün lânetlileri” olarak önümüzdeki süreci nasıl görüyorsunuz?
Fikret Başkaya: Geride kalan dönemde sol siyaset, kendine özgü, işlerliği ve etkinliği olan bir politik örgüt modeli geliştirmekte başarısız oldu. Yeni bir dünya kurmak iddiasında olanların yeni bir örgütlenme tarzı geliştirmeleri şart. Aksi halde iddianın bir karşılığı olmaz. Aslında yeni bir sol siyasal örgüt oluşturmak için de elimizde hayli imkân var. Şahsen, Paris Komününden beri, her devrimci kalkışta ortaya çıkan, Sovyetler, konseyler, komünler, özyönetim pratikleri, işçi-köylü ittifakları, kooperatif deneylerinden, vb. hareketle, yeni ve orijinal ama burjuva örgüt modellerinden farklı ve onun inkârı olan bir örgüt modeli oluşturulabileceğini mümkün görüyorum. Şimdilerde, ezilen-sömürülen sınıfların manzarası bundan 100- 150 yıl öncesine göre, hatta 40 yıl öncesine göre çok farklı. Artık proleterleşmemiş insan nerdeyse kalmamakta… Bu durum “politik özne” sorununu derinlemesine tartışmayı gerektiriyor. Zira artık kapitalizmin doğrudan saldırısından muaf bir toplum kesimi yok… Aksi halde ‘kapitalizmin ayakları’ bizi sosyalizme taşımaz, komünizme giden yolun aralanması da mümkün olmaz…
Kaldıraç: Teşekkür ederiz…
Direnmek zorunlu ve meşrudur
Gezi Direnişi öylesine hükümetin ve devletin yüreğini hoplatmış, öylesine bir korku salmıştır ki, devlet “büyükleri”, tüm devlet kurumları en küçük bir gelişmede, hemen Gezi Direnişi yeniden başlıyor, diye telâşa düşüyorlar.
Öğretim üyelerinin barış bildirisini hatırlayalım. Hemen tüm kurumları ile, tüm güçleri ile, emniyeti, polisi, sarayı, trolleri, basını, kalemşörleri hepsi birden harekete geçtiler. Hukukçuları, rektörleri hepsi ama hepsi, bir seferberlik başlattılar.
Ensar Vakfı olayını hatırlayalım, 45 çocuğa cinsel taciz olayı ortaya çıktı ve birden bire MİT, “yeni bir Gezi beklentisi” ile tüm kurumları uyardı. Oysa o ilçede, 45 aile, seslerini kısmış, baskı ile veya karşılığında para alarak sessizliğe gömülmüştür. O ilçe, utancından bir daha yüzünü kaldıramayacaktır. O ilçe, seyrettikçe, sessiz kaldıkça battı. Ölü sessizliğidir bu ve bundan silkinmek artık kolay olmayacaktır. Bir ilçe, topyekûn sessizliğe bürünerek, üzerlerine büyük bir utanç alarak zaman geçirirken, MİT, kurumları “yeni bir Gezi Direnişi başlayabilir” diye uyarmıştır.
Bu ülkede tarımı yok ettiler ve tüm tarım çalışanları, tüm sendikalar neredeyse sessiz kaldı.
Bu ülkede sendikaları yok ettiler, hâlâ da etmektedirler ve karşılarında büyük bir direniş bulmadılar.
Bu ülkede şeker fabrikalarını, kâğıt fabrikalarını, madenleri haraç mezat sattılar, kimseden ses çıkmadı.
Bu ülkede her tarafı AVM ile doldurdular, her AVM’den hisseler aldılar, müteahhitlere bağlı bir çete örgütlediler ve ses çıkmadı.
Kürt halkı başta olmak üzere halklara karşı katliamlar yaptılar ve ses çıkmadı.
Ama Gezi’den sonra işler değişti.
Artvin Cerattepe direnişini ele alın, hemen “yavru Geziciler” diye yayına başladılar ve başlarında Saray’ın muktediri vardı.
Gezi Direnişi bunların uykularını kaçırmıştır.
Gezi Direnişi’nin ardından topyekûn bir saldırı başlattılar. Kürt halkına karşı başlatılan soykırım saldırısı ile bu saldırı daha da arttı. Ve şimdi, acaba ülkenin Batı’sı da tutuşur mu, direniş acaba Batı’ya da yayılır mı, diye korkuyorlar.
Ve bu korkuları hiçbir gün son bulmayacak.
Bugün, liselerde bir protesto başlamıştır. İstanbul Erkek Lisesi öğrencileri, mezuniyet törenlerinde, müdüre sırtlarını döndüler. Birdenbire içlerini bir korku saldı. Liseleri yok etme, tüm eğitim sistemini imamhatipleştirme veya özelleştirme projesine karşı bir direniş başladı, diye korktular. Eğitim sisteminde yapmaya çalıştıkları özelleştirme ve imamhatipleştirme projesinin açığa çıktığını gördüler. Artık zaten gizli olmayan bu proje ayyuka çıkmıştır.
Ve başladılar, liselerde politika olur mu? Peki AK Parti mitinglerinde, Erdoğan mitinglerinde liseleri, hatta ilkokulları toplayıp bir hiza-disiplin ile marş marş yapıp mitinglere taşırken politika oluyordu da, şimdi ne oldu? Hep kendilerinden yana ise, her şey serbest, ama kendilerine karşı ise, en küçük bir hak arama eylemi dahi yasaktır, hatta komplodur, hatta Gezi Direnişi’nin başlangıcıdır.
Bu kadar korkmaları anlaşılırdır.
Korku tüm benliklerini sarmıştır.
İELEV’in ardından, 400’e yakın lise, durumu protesto etmek ve ses çıkarmak için, açıklamalar yapıp bildiriler dağıttılar. Ülkenin en seçkin liseleri, mevcut sistemi, gelişmeleri, yeni eğitim politikalarının yol açtığı durumu görüyor ve hissediyor. Ve liseli gençlik, bir direniş geliştiriyor, örgütlüyor.
İşte bu, devletin, iktidarın, kimyasını bozuyor. Sadece AK Parti’nin değil, sadece Erdoğan’ın değil, devletin her kurumunun kimyasını bozuyor. Liseleri polis güçleri ile basıyorlar. Terörle mücadele birimleri, hukukçuları, müdürleri, trolleri, Saray gladioları hepsi ama hepsi bir anda seferber oluyor. Karanlıklar güneş altında nasıl kaçarsa deliğe, hepsi hepsi koşuyor bu seferberliğe.
Liseli gençliğin sesini kısmak için, en küçük bir aykırı çıkışı bastırmak için, en sıradan bir demokratik hakkı gaspetmek için, hemen harekete geçiyorlar.
İşte karşımızdaki sistem budur.
İnsan olmak, bu sisteme karşı mücadele etmekten geçmektedir.
Direnişten, direnen insanlardan, satın alamadıklarından korkuyorlar.
Kurdukları yağma ve soygun düzenini kaybetmemek için, tüm güçleri ile, hiçbir hukuk ve insanî norm kabul etmeksizin saldırıyorlar.
Bu çürümüş, bu kokuşmuş, bu gençlikten korkan, halktan korkan, halkları kendine düşman gören, bu köhnemiş düzene karşı her yol ve araçla mücadele etmek, zorunludur ve meşrudur.
Direniş, zorunludur ve meşrudur.
Direniş, adım adım, hayatın her alanında okulda, fabrikada, sokakta, mahallede, hayatın her alanında örgütlenecektir, örgütlenmektedir.
Liseli gençliğin direnişine selâm olsun!
Direnişe destek veren öğretmenlere selâm olsun!
Bu direniş sürdükçe, bu direniş adım adım büyüdükçe, kâbusları bitmeyecektir.
Bizim, biz devrimcilerin görevi, bu kâbusları, gerçeğe çevirmektir. Bu köhnemiş sistemi, bu insanı aşağılayan sistemi, bu esaret sistemini, bu sömürü sistemini alaşağı etmek ve özgür bir ülke kurmak, her zamandakinden daha çok mümkündür.
Cihangir Firuzağa’da polis saldırısı
T24’ün haberine göre, Firuzağa Camii’nin önünde toplanan kitle, AK Parti hükümeti aleyhine slogan attıktan sonra polis, gruba biber gazı ve barikatlarla saldırdı.
Bir önceki akşam yapılan saldırıya müdahale olmazken, protestoya biber gazıyla müdahale edildi. Ardından protestoya müdahale için gönderilen TOMA, Cihangir Meydanı’na geldi.
Polis, Taksim’e geçişleri engellemek için Sıraselviler Caddesi’nin Cihangir yönüne barikat kurdu.
Polis, bildirinin ardından TOMA aracından “Bildirinizi okudunuz lütfen dağılın.” anonsu yaptı ve tekrar biber gazıyla saldırdı.
HDP, İstanbul’da “Darbeye karşı demokratik direniş” dedi
Demirtaş: Biz yargılayacağız
Mitingde konuşan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş mitingde yaptığı konuşmada, 7 Haziran’dan sonra partisine yönelik artan baskılara dikkat çekerek, “AKP kendine has bir din, peygamberlik yarattı; yani sapkın bir tarikattan söz ediyoruz. Sadece dinci değil, milliyetçidir aynı zamanda ırkçıdır. Hep birlikte bir araya gelip yenileceklerini anlayıp ülkeye kan kusturuyorlar.” diye konuştu. AKP’nin karanlık bir ülke inşa etmek istediğini belirten Demirtaş konuşmasının devamında Erdoğan’a yönelik şunları söyledi: “Saraydaki zat korku içinde. Çok öfkeli çok kızgın. 20 yıldır hazırlığını yaptığı dikta rejimini durdurduğumuz için çok kızgın. Tedirgin. Anayasayı değiştirecek çoğunluğu yok çünkü HDP var. Çok şükür HDP onun kabusu oldu. İntikam almak için elindeki gücü kullanıyor. Acımasızca kitlelerin üzerine tankı topu sürmesinin, Cizre’de bodrumlarda insanları öldürmesinin nedeni bu korkudur. Halk adım atmasın diye sokağa her çıkana vahşice saldırıyor. Dokunulmazlığın kaldırılmasının da nedeni budur. Dokunulmazlıklar bundan bağımsız ele alınamaz. Seçimlerde durduramadığı HDP’yi diğer iki grubun da desteğiyle yargı yoluyla tasfiye etmeye çalışıyor. Adam yargıyı teslim almış yargı içinde hukuka inananlar sesini çıkarmıyor. Bugün itiraz etmezseniz yarın itiraz edecek zamanınız olmayacak. Biz muhalefet partisiyiz bize dönük saldırısında cevabını veriyoruz ama yargıya onursuz yaklaşmasına ses çıkarmıyorlar. Siyasi emri verip dokunulmazlıkları kaldıran çay toplamaya giden yargı başkanı bizi adil yargılayabilir mi? Fezlekeleriniz uyduruk siyasi talimatla iş yapan, hukuk insanı olma vasfını yitirmişsiniz. Biz yargılanmayacağız sizi yargılayacağız. Davalar başladığında bunu göreceksiniz.”
‘Diploma olsaydı pankartlarda sallanırdı’
Demirtaş, “Diploman Cumhurbaşkanı olma yeterliliğin var mı diye soruyoruz. Verdiği cevaba bakın. Rektöre “Diplomamı çıkart” diyor. Diplomanın sende olması lazım. Elinde bu yoksa ortada diploma yok. Olsa şimdiye kadar o diploma büyütülüp dev pankartlarda ülkenin bütün bulvarlarında sallanırdı” diye konuştu.
Yasaklar nedeniyle harabeye dönen kentler için dayanışma çağrısı yapan Tuncel’in yaptığı konuşmanın satır başları şöyle:
“Erdoğan başkan olsun diye yüzlerce insan yaşamını yitirdi”
“Hafızamızı bir yoklayalım. Suruç, Ankara’da yüzlerce yoldaşımız yaşamını yitirdi. Niçin? Tayyip Erdoğan hanedanını kursun, başkanlığını kursun. Tayip Erdoğan başkan olsun diye yüzlerce insan yaşamını yitirdi. Dünyada tek adam diktatörlüğüne soyunanlar halkların ölmesine asla üzülmediler. Ama bizler demokrasi mücadelesi yürüteceğiz.
“Türkiye’nin demokrasisini sağlayacağız”
“Savaşın nedeni AKP iktidarıdır, Erdoğan’dır. Biz mutlaka ve mutlaka Kürt halkının özgürlüğü- nü, Türkiye’nin demokrasisini sağlayacağız. Bizi tutuklamalarla, katletmelerle korkutamazsınız. Biz o mahkemelerde neyi savunacağımızı biliyoruz. Bizim hırsızlık, gasp dosyalarımız yok. Onun için biz asla ve asla demokrasi ve özgürlük mücadelesinden vazgeçmeyeceğiz.
Nusaybin, Yüksekova, Şırnak ve Cizre için çağrı
“Şimdi buradan şu çağrıyı yapıyoruz, orada halkımızın yaralarını sarmak için sizlere çağrıda bulunuyorum. Nusaybin’e, Gever’e, Şırnak’a, Cizre’ye sadece sloganlarla değil, kendimiz bire bir destek olalım. Unutma ki Kürdün onuru dimdik ayakta.
“Kürt halkına savaş açmış bir hükümet, kadınlar, işçilere savaş açmış bir hükümet bu ülkeye barış getiremez. Onun için bu iktidar gitmeli. Bunun için direnmek gerekir. Var mısınız faşizme karşı barikatları yıkmaya. Kürt halkının özgürleşmesi için Sayın Öcalan’ın özgürlüğü için bize düşen görev ve sorumluluklar var. Sayın Öcalan’ın özgürlüğü, Türkiye halklarının geleceğidir. Onun için şu anda sadece Öcalan tehdit altında değildir, Türkiye halklarının geleceği tehdit altında.”
Evrensel, İmc Tv, Sendika.org
15-16 Haziran Direnişi’nin 46. yılında eylemler gerçekleştirildi
Ankara
15-16 Haziran direnişinin 46. yılında Ankara’da DİSK tarafından “15-16 Haziran Direnişi’nin 46. yılında köleliğe teslim olmayacağız” şiarıyla yürüyüş gerçekleştirildi.
DİSK Genel-İş üyesi işçiler Kızılay’da bulunan Çankaya Belediyesi önünden Yüksel Caddesi’ne doğru sloganlarla yürüyüş yaparak eyleme başladılar. Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde bir araya gelen KESK, DİSK, Halkevleri, DİP, DHF üyeleri ile Kaldıraç ve İşçi Gazetesi okurları, madenci anıtına doğru yürüyüşe geçti. Madenci anıtına gelindiğinde DİSK adına Tayfun Görgün tarafından açıklama yaptı. 15-16 Haziran Direnişi’nin unutulmaması gerektiğini vurgulayan Görgün, “Bugün, 15-16 Haziran’ın direniş ruhuna her zamankinden çok ihtiyacımız var. Çünkü işçilere karşı büyük bir savaş ilan edilmiş durumda” dedi. Açıklamada Fransa’daki direnişe de selam gönderildi ve dayanışma çağrısı yapıldı. Konuşmasının son kısmında işçileri kölelik düzenine karşı mücadele etmeye çağıran Görgün, tüm baskılara rağmen mücadele etmeye devam edeceklerini belirtti. Eylem sloganların ardından sonlandırıldı.
Dikmen’de Söyleşi: “15-16 Haziran Direniş Ruhuyla Geleceği Kurmaya”
AKA-DER Dikmen Şube’de gerçekleştirilen söyleşiye Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi Semra Demir ve İşçi Gazetesi temsilcisi Mehmet Koç konuşmacı olarak katıldı. ÇHD Avukatı Semra Demir konuşmasına 15-16 Haziran direnişini selamlayarak başladı. Demir, günümüzdeki özel istihdam büroları, kıdem tazminatı hakkının gaspı hakkında bilgi verdi. ÇHD Avukatı Semra Demir’den sonra İşçi Gazetesi temsilcisi Mehmet Koç söz aldı. Koç 15-16 Haziran işçi direnişinin, sınıfın önünü açıcı ve tarihi bir dönem olduğunun altını çizerek, 15-16 Haziran’dan bugüne kadar olan direnişlerden örnekler verdi. İşçi sınıfının örgütlenmekten başka çaresinin olmadığını söyleyen Koç, örgütsüz olduğumuz her gün, sistemin üzerimizde uygulanan baskının kat ve kat daha fazlasını biz işçilere uygulayacağını söyledi. Söyleşi katılımcıların katkıları ve sorularıyla bitirildi.
Kaldıraç ve İşçi Gazetesi Basın Açıklaması Yaptı
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin 46. yıldönümünde Ankara’da Kaldıraç ve İşçi Gazetesi tarafından Yüksel Caddesi’nde bir basın açıklaması gerçekleştirildi. 15-16 Haziran’dan bugüne yaşanan birçok işçi direnişinin tarihsel önemine ve işçi sınıfı açısından yol gösterici olmasından bahsedilen açıklamada direnişleri örgütlülüğe dönüştürmenin önemine vurgu yapıldı. 15-16 Haziran Direnişi’nin 46. yılında eylemler gerçekleştirildi
Antakya
15-16 Haziran 1970, büyük işçi direnişinin üzerinden 46 yıl geçti.
Antakya’da bu yıl, sendikalar tarafından 15-16 Haziran gündemli bir dizi etkinlik gerçekleştirildi ve günümüzde sendikalar üzerindeki baskılara, örgütlenmenin engellenmesi yönündeki politikalara dikkat çekilip: “Susmayacağız, direnerek mücadelemize devam edeceğiz. Gün mücadele günüdür.” vurguları yapıldı.
DİSK – SES – BES ve TARIM ORKAM SEN’DEN ORTAK PANEL!
Panelin Moderatörlüğünü Atıf KILIÇ (KESK/ SES Hatay Şube Eşbaşkanı) yaptı.
Konuşmacı olarak Mahmut ŞENGÜL (DİSK/ Genel-İş Eğitim Daire Başkanı) “Kiralık İşçi Yasası / Özel İstihdam Büroları” konusunda sunumunu yaparken Akın ŞİŞMAN (KESK/BES Genel Örgütlenme Sekreteri) ise “657 Sayılı Yasa’da Yapılması Planlanan Değişiklikler” ile ilgili sunum yaptı.
Hatay Tabipler Odası’nda yapılan panele kamu emekçileri ve Genel-İş Sendikası üyeleri katıldı.
Akın Şişman 657 Sayılı Yasa’da yapılmak istenen değişikliklerle ilgili konuşmasında:
Neoliberal politikalar ile kamuda yaşanan dönüşüm sürecine dikkat çekti. Kamu hizmetinin özelleştirilip, taşeronlaştırılarak, paralı hale getirilmesi ve niteliksizleştirilmesini bu politikalara bağladı. Yapılmak istenen yeni değişikliklerin performansa dayalı sistem ile verimlilik adı altında işgücünün güvencesizleştirilmesinin önünü açtığını vurguladı. İşçi sınıfının bu sürecin öznesi haline gelmesi ve yeni örgütlenme modellerini ele alması gerektiğine değinerek konuşmasını bitirdi.
Mahmut Şengül ise konuşmasında Özel istihdam Büroları, Kiralık işçi Yasası(Geçici İş Yasası) ve Kıdem Tazminatının Fona Devri konularında bilgiler verdi.İşçilerin bugün taşeron sistemle sömürüldüğünü, kiralık işçi bürolarının ise taşeron sistemden daha beter bir sistem olduğunu vurguladı. DİSK/Genel-İş Eğitim Daire Başkanı Şengül : ‘Belirli süreli iş/çalışmayı (3-6-9 ay) getiren sistem ile işçinin elinden örgütlenme, sendikalaşma, toplu sözleşme, grev vb. haklar alınmış olacak. İşçi sınıfını parçalayacak bu sistemi, birlikte mücadeleyle engelleyebiliriz. Emekten yana bütün güçler, bu süreci omuz omuza tersine çevirmelidir.’ dedi.
Güvence ve sosyal hak mücadelesinin bir arada yürütülmesi, talep hareketi örgütlenmesi ve tabana dayalı örgütlenme ile işyeri örgütlenmesinin vurgusu yapılarak panele sona erdi.
“15-16 HAZİRAN’DAN GEZİ’YE DİRENENLER BULUŞUYOR”
Genel-İş, BES, SES ve Tarım Orkam Sendikası’nın 15-16 Haziran etkinlikleri kapsamında düzenlediği 2.etkinlik saygı duruşu ile başladı. Antakya Meclis Kültür Merkezi’nde yapılan etkinlikte, Düzenleme Komitesi adına Genel-İş Hatay Şube Başkanı Yusuf Berkyürek konuşma yaptı. 15-16 Haziran 1970 eylemlerini anlatan bir belgesel izlendi. Belgeselin ardından SES Genel Merkez Yürütmesi adına İbrahim Kara konuşmasını yaptı.
Mukavemet Müzik Grubu, direniş şarkılarını seslendirdi. Mukavemet adına yapılan konuşmada: “Sizler, 15-16 Haziran Direniş günlerini yarattınız; bizler ise Gezi’nin çocuklarıyız ve bugün, burada direniş için mücadele için buluştuk.Bugün şarkılarımız, marşlarımız mücadele adına olacak.”sözlerine yer verildi.
Etkinlik, Kaldırım Müzik Topluluğu’nun sahne almasıyla halaylarla, marşlarla sona erdi.
Avrupa’da binlerce kişi Onur Yürüyüşü için sokakta
Roma, İtalya, Polonya, Yunanistan, Ukrayna ve Hırvatistan’da Uluslararası Onur Haftası kapsamında yürüyüşler düzenlendi. LGBTİ haklarına dikkat çekilen yürüyüşlerde, ayrımcılık ve nefret cinayetleri teşhir edildi.
İtalya
İtalya’nın başkenti Roma’da yapılan yürüyüşe, ülkenin farklı şehirlerinden gelen binlerce kişi katıldı. Müzik eşliğinde dans ederek ve sloganlar atarak yürüyen kitle, homofobi karşıtı dövizler taşıdı. İtalyan LGBTİ’ler, eşcinsel çiftlere evlat edinme hakkı gibi heteroseksüel çiftlerin sahip oldukları hakların kendileri için de tanınmasını istiyor. Katolik Kilisesi ve muhafazakar siyasetçilerin itirazlarına rağmen İtalya’da yoğun tartışmaların ardından, geçtiğimiz mayıs ayında eşcinsel çiftlerin statüsünü, “medeni birliktelik” olarak tanıyan yasa onaylanmıştı.
Yunanistan
Yunanistan’daki yürüyüş, başkent Atina’da yaklaşık bin kişinin katılımıyla yapıldı. “Bir kadın ya da bir erkek olarak doğmadın, bunlardan biri haline geldin.” sloganıyla yapılan yürüyüşlerde toplumsal cinsiyet ve biyolojik cinsiyetin birbirinden ayrı olduğuna vurgu yapıldı.
Polonya
Polonya’nın başkenti Varşova’da yürüyen 30 bin kişi, eşcinsel evliliklerinin yasallaşmasını ve gay çiftlere evlat edinme hakkı tanınmasını talep etti. Yapılan açıklamada:“LGBT topluluklarının hakları- nın tanınmasına hazır olmayan sadece politikacılar. Çünkü bizim toplumumuz, görebileceğiniz gibi buna hazır. Buraya gelen insanların sayısından da bu anlaşılıyor.” denildi. Eylemde, muhafazakar sağcı partilerin hükümeti olduğu ülkede, LGBTİ’lere yönelik saldırıların arttığına dikkat çekildi.
Hırvatistan
Başkent Zagreb’teki Onur Yürüyüşü’ne, Hırvatistan’ın eski Dışişleri Bakanı Ranko Ostojic de katıldı. Ostojic, “Burada olmaktan dolayı gurur duyuyorum, işte bu benim Hırvatistan’ım.” dedi.
Ukrayna
Ukrayna’nın başkenti Kiev’de hükümetin ve faşist çetelerin tehditlerine rağmen yürüyüş düzenlendi. “Eşitlik yürüyüşü” sloganıyla düzenlenen eyleme saldırmak isteyen 60 faşist, tepkiler üzerine gözaltına alındı.
Kaynak: sendika10.org
Ayna ayna söyle bana benden güzeli var mı ya da devletin güncel hâlleri
Egemenler için bu o kadar kolay değil. Her istediği yerine gelen, herkesin kendisine sahte bir saygı gösterisi ile yanaştığı kişiler, aslında, dost edinemezler. Bizim, halkın cephesinden “dost” bir güçtür, onların cephesinden ise sadece “kaç para” sorusunun yanıtları gücü oluşturur.
İnsanlık adına değerleri olmayanlar, ellerinde sadece “değer ölçüsü olan” para ile değerler satın alabilirler ve bu onların gücüdür. Zafer dedikleri şeyin, belki de büyük bir yenilgi olabileceğini anlayamazlar.
İşte egemenlerin, muktedirlerin, iktidarı elinde tutup hastalıklı bir iktidar için her şeyi yapanların en ciddi halleri, gerçekte büyük bir komedi ile eş değerdir.
Bugünlerde böyle günler yaşıyoruz.
Evet, devlet tüm güçleri ile Kürt halkı başta olmak üzere halkların üzerine saldırıyor. 1900’lerin başında Ermeni, Rum, Süryani soykırımları, göç hareketleri vb. bugün yeniden sahneye konuluyor. Bu ağır bir tablodur. Ama bu uygulamalar devlet adına güçlülüğü mü simgeliyor? Saldırılara bakınca, vahşete bakınca, aslında korkularının izdüşümlerini görmek mümkündür.
Bu “bunalım” hali, kendini, yönetememe durumu olarak da ortaya koyar ve önümüze oldukça renkli görüntüler düşmeye başlar.
Bunlardan sadece en son günlerdeki birkaçını konu alalım dedik.
Hemen belirtelim, devlet eli ile mizah olmaz. Bu nedenle, her sarayın soytarıları olur ama tarih onları mizahçı olarak kaydetmez. Zaten, biraz işi iyi yapanı olursa kellesi vurulur.
Bizim ülkemizde de bir Saray merakı gelişti. Demek, bu Saray’da soytarılar da vardır.
Ama biz onlardan çok, devletin tepesinden sözler duyuyoruz. Buna kısa fragmanlar da diyebilirsiniz.
1.
İlki, 3 çocuk meselesine ilişkindir.
Biliniyor, Saray’dan önce de Erdoğan, üç çocuk diye tutturmuştu. Bunu, nüfus planlaması için, en uygunu üç çocuktur diyerek yapmıyor. Muhtemelen bir başdanışmanı kendisine, nüfus ne kadar kalabalık ve genç olursa, o kadar ucuz işçilik maliyeti olur, diye bir şey söylemiştir. O da, “damardan” konuya dahil olmuştur ve üç çocuk diye bağırmaya başlamıştır.
Bu son aylarda, konuyu derinleştirdiler. Danışmanları kendisine, “efendim çok isabet buyurdunuz” demiş midir, yoksa aynanın karşısında kendisine gaipten bir ses mi haklı olduğunu söylemiştir bilinmez, Erdoğan, üç çocuk için; “Ben demiyorum, Rabbim öyle istiyor” diye buyurmuştur.
Rabbimin bunu ne zaman ve nerede istediği elbette bir sorudur. İhsan Eliaçık hoca, bu duruma açıklık getirmek istedi ve “Öyle bir ayet yok” dedi. Yani İhsan hoca, aslında bu sözün kaynağının Kutsal Kitap olamayacağını söylemek istedi. Haklıdır da. Bizim bilgimize göre de böyle bir ayet yoktur. Öyle ise, Erdoğan, üç çocuk meselesine halkı inandırmak için, bir uydurma mı yaptı? Yoksa, aynada kendine bakarken, bir ses ona böyle mi dedi. Bu konu henüz belli değil.
Ama Erdoğan burada durmadı. Belli ki, istek derindendir, “yarım kadın” tartışmasını ve “Müslüman bir ailede doğum kontrolü olmaz” fetvasını patlattı.
Erkek dediğin, her zaman tamdır. Kadın dediğin ise bazen yarım, belki de çeyrek, çoğunlukla hiç hesaba katılmayandır.
Dahası, eğer bir ailede doğum kontrolü varsa, o aile Müslüman olmaz hale geldi mi? Geldi. Demek ki, yeni Müslümanlık ölçüleri de yoldadır. Yakında başka ölçüler de sayılacaktır.
Şimdi, üç çocuk, bu O’nun isteği değil, O sadece bu isteğe aracılık etmektedir, yarım kadın tam erkek, doğum kontrolü ve Müslüman aile başlıklı bölümlerimiz oluştu demektir.
Rabbimin mesajlarını taşıyan Erdoğan, acaba neden Rabbimin yolsuzluk konusunda söylediklerini duymaz, neden diğer alanlarda mesaj taşımak bir yana, mesajlara kulak bile asmaz. Mesela çocuk ölümleri, mesela cesetlere işkence edilmesi ve daha başkaları. Bu konularda ise, öyle anlaşılıyor, sadece ABD’yi dinliyor ve onun mesajlarını taşıyor.
2.
Erdoğan sizce her şeyi de yanlış söylemiyor ya. Buyurun bir yorum:
“Protesto hakkını kullanan insanlara Fransız polisinin uyguladığı şiddeti kınıyorum… Özgürlük mücadelesi verenlere karşı niye böyle yapıyorsunuz.”
İşte size Erdoğan. Halkların, emekçilerin yanındadır.
Sizce şaka mı yapıyordu? Peki öyle ise neden kimse gülmedi? Ortam mı çok ciddi idi?
Gezi Direnişi’ni hatırlamayan var mıdır?
Kürt halkına karşı uygulanan şiddeti görmeyen var mıdır? Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de tanklarla insanlara saldırıları bilmeyen var mıdır?
Herhangi bir protesto eylemine bakın, TOMA’lar neden oradadır. İnsanlar protesto hakkını kullanmalıdır, diyen Erdoğan, acaba Gezi’de destan yazan polislerine, evde tutmakta zorluk çektiği %50’sine hiciv mi yapmaktadır?
Ama ne ki, söyledikleri doğrudur.
İnsanlar haklarını aramalı, sokağa çıkmalı, gösteri yapmalı, protesto hakkını kullanmalıdır. Bu sözleri mesela Demirtaş söylese, “Halkı isyana teşvik ediyor” oluyor, ama Erdoğan söylese sorun olmuyor. Yine de olsun, biz bundan böyle Erdoğan’ın teşviki ile sokağa çıkacağız, fabrikalarda işçiler bu ifadelere dayanarak üretimi durduracak, okullarda boykotlar bu ifadeler ile gerçekleştirilecek.
Belki de Erdoğan, Gezi Direnişi’ne destek verenlere, “Bakın Fransa’da da bizim gibi şiddet kullanıyor polis” demek istiyor. Yani sadece biz değil, onlar da kötü, sadece biz değil, onlar da suçlu mu demek istiyor.
Peki, aklımızda bir soru kalmasın diye eklesek olur mu: Erdoğan, neden Fransa’daki işçilere, protesto hakkını kullananlara yardım etmiyor. Hadi anladık, kendisi doğrudan gitmiyor, ama gönderecek bir TIR da mı yok? Mesela İHH neden bu insanlara gaz maskesi, kalkan, vb. göndermiyor? Şimdi bu oldu mu?
3.
Ermeni soykırımı tasarısı Almanya meclisinden kabul edilince, aslında beklenen kıyamet kopmadı. Hatta birkaç açıklamadan sonra Türkiye, Almanya’nın İncirlik’ten istediği “imtiyazlı” bölgeyi bile onayladı. Ama yine de Erdoğan, birkaç espri yapmaktan geri durmadı.
En hoş olanı, “Delikanlı olun ciğerimi yiyin” sözü idi ki, Almanların, bundan ne anladığı hala belirsizdir. Çünkü bir çok Alman vekile göre, onlar “delikanlı” olup, bizzat kendi suçlarını da kabul etmekteydiler. Hal böyle olunca, Türkiye tarafı, ne diyeceğini şaşırdı.
İki tuhaf çıkış olmasa idi, acaba ne olacaktı?
İlki dediğimiz gibi, ciğerimi yiyin meselesidir. Belki de Almanlarda ciğer yeme bizdeki kadar yaygın değildir ve buna bir yanıt gelmedi. Ama ikincisi, kan testi meselesidir. Türkiye kökenli milletvekillerinin bir kısmının tasarıya evet demesi, dahası bizzat oluşumuna katkı sunmuş olması, bir kan meselesini gündeme getirdi. Sayın Özdemir’in, acaba kanı nedir ve neyi gösterir? Elbette kan grubunu sormuyordur, kanının Türk kanı olup olmadığını soruyordur. Kanından şüphe duymak, elbette damarlarında kırmızı bir kan değil de, mesela uzaylı varlıklara atfedildiği gibi yeşil bir kan dolaştığını ifade etmek için kullanılmıyordur. Tamamen ırkçı bir yaklaşımla ortaya konan bu kan tartışmasına, Almanya’dan elbette bir yanıt geldi. Zira bu konuya ciğer meselesi gibi yabancı değildirler.
Merak etmeyin, son üç konumuz daha kaldı.
4.
Dördüncüsü, Kılıçdaroğlu’nun önüne mermi atılmasıdır. Cenaze töreninde, Kılıçdaroğlu saf tutmuştur ve iktidarın bakanları, başbakanı, polisleri vb. arasından, önce Binali Yıldırım ile kucaklaşmış olan bir kişi, elindeki mermiyi Kılıçdaroğlu’nun ayaklarının dibine fırlatmıştır.
Normal olarak bu bir ölüm tehdididir.
Peki niye?
Dokunulmazlıkları ele alın, Kürtlere karşı saldırıları ele alın, sokak gösterilerine karşı polisin tutumunu ve saldırılarını ele alın, CHP, zaten AK parti ile birlikte davranmıyor mu? Birlikte davranıyor. Kemal, ne yapsa Erdoğan’a yaranamıyor.
Başbakan, elbette olayı onaylayacak bir açıklama yaptı. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kalın, “Milletin takdirine bırakıyorum” gibi tuhaf bir söz etti. Aslında, komediye uygun değildir. Yanlış replik olsa gerek. Çünkü, zaten mermiyi koyan kişi, “Millet benim” diyecektir. Peki o nereden biliyor ki millet O’dur, çünkü Erdoğan, Saray, Binali, hepsi ama hepsi kendisine öyle demiştir, milletin millî tepkisini göster. Peki ama ne yaptı?
Kılıçdaroğlu ile AK Parti arasında ana farklılık, Başkanlık sistemidir. Biraz da laiklik var ama, o kadar da sorun değil CHP için. Esas mesele Başkanlık meselesidir. Efendi, “Bak Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı destekle, ama Başkan olmasın” demiş gibidir. O da rolünü oynuyor. Bu kurşun da ne? Bu kadar kuzu edasıyla rolünü oynayan bir kişiye nazar değmesin diye kurşun mu döktürecekler de önceden haber veriyorlar?
Cinsel suçlardan sabıkası olan, uyuşturucudan poliste kaydı olan kişi, şehidin yakını diye lanse edildi. Hala ülkemizin %50’si öyle biliyordur. Çünkü bunu yazan ve söyleyen basın, hata yaptık, değilmiş, demedi.
Kılıçdaroğlu’na, sistemi değiştirmek için bizim kanımızı dökeceksiniz gibi laflar etme, dediler. Ama bunu Kılıçdaroğlu’nun kulağına söyleyecek yerde, sahneyi camide, cenaze töreninde kurdular. Doğaçlama yapmak istediler. İş ellerine yüzlerine bulaştı.
Evet, Kemal ne yapsa yaranamıyor. Ama Erdoğan’ın da isteklerinin sonu gelmiyor.
İşte hal böyle olunca, “garip” komediler ortaya çıkıyor.
Peki ya Kemal küser de, ben artık oynamıyorum derse ne olacak? Binali, işi biraz fazla kaçırmış olmalı.
5.
Beşincisi, hoş bir hukuk meselesidir. Hayır hayır, MHP’den söz etmeyeceğim. O’nu MHP karakola düştü başlığı ile ele almak lazım, öyle no 5 diye ele almak haksızlık olur.
Bizim beşinci konumuz, Cumhurbaşkanı’nın diploma meselesidir.
Biliniyor, Cumhurbaşkanı adayı olmak ya da bizzat Cumhurbaşkanı olmak için üniversite diploması gerekiyor. Bu da 4 yıllık bir okuldan alınmış olmalıdır.
Galiba olay, bir hakaret davası sırasında patlıyor. Eskiden beri konuşulurdu ve Erdoğan bir türlü diplomasını göstermezdi. Ama öyle anlaşılıyor, kendisi 2 yıllık bir okuldan mezundur ve bu sorundur. Ülkemizin egemenleri, senaryo yazıcı emperyalist güçler, kendi iktidarları için Ak Parti senaryosunu yazdıklarında, Erdoğan’ı proje müdürü yaptılar. Ne yazık, diploması yokmuş. Sanki, başka hiç bir seçenekleri yok, bula bula diploması olmayan adamı buldular.
Yani mızrak çuvala sığmıyor.
Ya bu efendiler, Tayyip’den sıkılınca diploma meselesi ile ipi çekecektir. Bu durumda da, Cumhurbaşkanlığı süresince aldığı kararlar, imzaladığı yasalar vb. ne olacaktır? Ehliyeti olmayan biri tarafından imzalanmış muamelesi mi görecektir.
Kılıçdaroğlu, hemen, “Devlete zeval gelmesin, bu diploma meselesini hasır altına atın” mı diyecek?
Ya da, Tayyip onları da kandırmıştır ve Tayyip projesi kendilerine o kadar göz kamaştırıcı gelmiştir ki, detaylara bakmak akıllarına gelmemiştir.
Olay şöyle patladı.
Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılanan, galiba bir gazeteci, mahkemeden Cumhurbaşkanı’nın diplomasının kopyasını talep etmiş. Mahkeme de “İstenmesine” diye karar almış. Ne olacak, koca Cumhurbaşkanı’nın diploması olmaz mı?
Ama buyurun işler öyle gelişmemiş. Mahkeme, ahhh mahkeme, siz ne ettiniz? Bugün olsa, eminiz onlar da bu kararı almazdı. Ama olan oldu.
Durumu fark eden Yarsav Başkanı, hemen bir dava açtı. Davada, Cumhurbaşkanlığı seçiminin yenilenmesi gerektiği talebi de var. Öyle ya, sahte diploma ile cumhurbaşkanı olmuşsa, bu sayılmaz ki.
Erdoğan, bir açıklama yapmakta gecikmedi. Ama sesi gürlemiyordu: “Söylediklerime inanmıyorlar, belki rektör açıklarsa inanırlar” diyordu ve sesine biraz espri katmaya çalışıyordu. Gel ki kendisi, para, komisyon ve rant konuları dışında espri yapmazdı. Bir de kadınlar konusunda vecize tarzında sözleri vardı. Ama gelin görün ki, bu diploma meselesinde espri yaptı.
Rektör diplomayı açıkladı.
Bu arada Yarsav Başkanı, YSK’dan bilgi edinme hakkı çerçevesinde diplomanın kopyasını istedi. Ve YSK önce, “Ne diyeceğimi bilemiyorum” yanıtını verdi. Komik olmasına komik ama yeterince güldürü almadı, reytingi düşük kaldı ve ertesi gün, YSK, başvuruyu reddetti.
Böylece bilgi edinme hakkı, sadece biz sıradan vatandaşlar için değil, bizzat avukat ve savcılar için de çiğnenebilir bir hak olarak ortaya çıktı. Yani, böyle bir bilgi edinme hakkı yok. Hem var, hem yok.
Rektör diplomayı açıklayınca, iki şey oldu, ilki, ortaya farklı durumlarda kullanılmış iki ayrı diploma çıktı. Acaba ikisi de sahte ise, üçüncüsü nerede? Cumhurbaşkanı, diplomayı kaybetmiş ama buna uygun tarzda diploma yenilenmemiş. Dahası, ortada çok sayıda çelişki olduğu basında da yer aldı. O kadar ki, Cumhurbaşkanı’nın diploması, kendinden sonra mezun olanlardan daha büyük bir sıra numarasına sahip. En son 13 noktada sahte olduğu açıklanmaktadır.
Bu durumda, iki farklı diplomanın çıkış yeri olan Marmara Üniversitesi’nin, ilgili biriminin arşivlerine girmek yasaklandı, mahkeme kararı ile erişim yasağı geldi. Ve önce diplomalar arasındaki çelişki ayarlandı ve sonra erişim yasağı kalktı.
Sahi, Cumhurbaşkanı’nın diploması yok değil mi?
Öyle ise, farklı yerlerde sundukları sahte değil mi?
Bu sahteliği görüp de göz yumanlar da vardır değil mi?
Peki ya şimdi, Erdoğan’ın fiili durumu yasal hale getirmek lazım isteğini biraz daha anladık mı?
Çünkü bu duruma göre, ülkemizin seçilmiş bir cumhurbaşkanı yok. Çünkü Erdoğan, aday bile olamıyormuş.
Bu durumda bu dönem boyunca çıkan ve altında Cumhurbaşkanı’nın imzası olan yasalar, kararlar vb. ne olacak?
Ayna, ayna, söyle bana, benden güzeli var mı?
Şimdi bunu demesek olur mu?
Sizce Kemal Sunal’ın filmlerinden daha trajik midir, yoksa daha komik mi? Peki, bunun senaryosunu kim yazmıştır, bu kadar özensizlik olur mu?
İnsan bir diplomayı, bari eline yüzüne bulaştırmadan hazırlar. Hiç mi Ergenekoncu görmediniz, hiç mi Gladio’da tanıdığınız yok, MİT hiç mi işe yaramıyor. Altı üstü bir sahte diploma yapacaksınız, bari insan bunu senaryoya düzgün koyar. Böyle senaryo olur mu, dalga mı geçiyorsunuz Allah aşkına!
6.
“İlk insanla başlayan bu mücadele kıyamete kadar sürecek.”
Bilin bakalım bu sözler kime ait?
Tabi ki bildiniz, Erdoğan’a ait.
Peki konu ne, ilk insandan başlayıp kıyamete kadar sürecek mesele nedir? Bu ezeli ve ebedi mesele nedir? Hemen, PKK için bunları söylüyor, diyeceksiniz. Kendi ifadesi ile “terör” için. İyi ama, “ilk insanla başlayan” ve kıyamete kadar sürecek olan bu mudur? Siz emin misiniz?
Vezneciler saldırısından sonra bu açıklamayı yapıyor.
Ama ne kastettiğini anlamak çok zor.
O kadar fazla yerde, o kadar tuhaf konuşuyor ki, doğrusu, ne demek istediğini anlayan var mı bilinmez. Aslında, ilk insanla başlayan ve kıyamete kadar sürecek olan şey denildi mi, akla gelen hikâyelerden biri Hâbil ile Kâbil’in hikayesidir. Cennetten kovulan Adem ile Havva’nın ilk çocukları Kâbil çiftçi oluyor. İkincisi Hâbil ise çoban. Her ikisi de Tanrı’ya adaklar sunuyorlar, elde ne varsa. Birinde ekinleri var, diğerinde ise hayvanları. Tanrı, hayvan adağını, yani Hâbil’in sunduğu kuzuyu kabul ediyor, ama görünür bir sebebi olmadan Kâbil’in adağını reddediyor. Bu nedenle Kâbil kardeşi Hâbil’i kıskanıyor, ona saldırıyor. Bir görüşe göre ise Hâbil kızkardeşi ile evlenmek istiyor ve Kâbil bunu kıskanıyor ve Hâbil’i öldürüyor. Bu nedenle Kâbil, Tanrı’nın lanetine uğruyor ve yuvasından Tanrı tarafından kovuluyor, yalnızlığa mahkûm ediliyor. Kâbil’in içine girmiş olan şeytan, ölüm haberini gidip Havva’ya söyler. Havva, daha ölümü bilmemektedir. Ölümün yemek yememek, yaşamamak ve birlikte olmamak olduğunu söyler şeytan. Havva kedere boğulur ve yeryüzü ilk kederle, ilk gözyaşı ile tanışmış olur. Kâbil, kızkardeşi ile evlenir, bir oğlu olur, medeniyet ışığını yakar.
Gördünüz mü, bu “ilk insanla başlayan” sözü bizi nerelere götürdü.
Acaba Erdoğan, ilk kardeş katlini mi, ilk cinayeti mi, ilk kederi mi kastediyor? İlk kızkardeşle evlenmeyi mi, şeytanın ilk hilelerinden birini mi kastediyor?
Doğrusu bu soruların yanıtını bilmiyoruz.
Öyle anlaşılıyor, böyle “önemli şeyler” söylemeyi adet edinmiştir ve belki de bu sözlerin üzerine kimse düşünmemektedir.
7.
Yedincisi, Muhammet Ali’nin cenazesidir. Efsanevi boksör ve haksızlıklara, sömürüye karşı mücadele etmiş Muhammet Ali, Müslümanlığı seçmişti. Erdoğan, aklına nasıl düştü ise, hemen Amerika’nın yolunu tuttu.
Bu danışmanlar çalışmıyor mu? Cenaze töreninde sırıtan jöleli, hiç mi aklını kullanmıyor? Neye gülüyorlar? Bu basın, bu reklam ajansları hiç mi çalışmıyorlar? Aldıkları paranın karşılığını vermek için kıllarını dahi kıpırdatmıyorlar mı?
Birisi kalkıp, düzgün bir program, düzgün bir görüşme yapmaz mı?
Koskoca Dünya lideri, Muhammet Ali’den sonra, haksızlıklara karşı mücadelenin yeni Muhammet Ali’si (bunları biz söylemiyoruz, yandaş gazetelerde var. Hani biz söyleyince yanlış anlaşılır, ama zaten aklımıza da gelmez. Bunları yandaş basın söylüyor. Ama nedense Erdoğan, buna karşı hakaret davası açmıyor) kalkıp Amerika’ya gidiyor, cenazede hiç bir ilgi görmüyor. Bu ne biçim iştir? Tez elden, tüm danışmanlar kovulmalıdır, tez elden tüm ajansların parası kesilmeli, tüm araştırma şirketlerine kayyum atanmalıdır, tez elden tüm reklam ajanslarının reklam gelirlerine el konulmalıdır. Bu ne rezalettir?
Cenaze törenine varırlar. Kâbe’den gelen bir örtüyü cenazenin üzerine örtmek ister Erdoğan, ama aile izin vermez. Haydi hassasiyet diyelim.
Diyanet İşleri Bakanı, zırhlı arabasını Türkiye’ye bırakıp, Erdoğan’la birlikte cenazeye katılmaya gitmiştir. Birden bire aklına mı geldi, yoksa önceden söyledi ve kabul edildiği halde iptal mi edildi bilinmez, Kur’an okumak istedi ve bu istek de reddedildi. Bu organizasyonu kim yapmış Allah aşkına. Bu sosyal demokratların beceriksiz organizasyonlarına benziyor. Yoksa, içinde komisyon yok diye bu kadar lakayt davranılır mı?
Neyse, Erdoğan, haklı olarak konuşma yapmak istiyor. Ama o da ne, ret yanıtı geliyor.
Ve elbette tüm kafile, cenazeye katılmadan geri dönüyor.
Ve kafile Türkiye’ye geliyor ardından cenazede yapılan konuşmalar geliyor. Hangisi daha hızlı geliyor bir yana, ama cenazedeki konuşmalar “ağır” geliyor. Öyle Arınç’ın ağırlığı gibi “ağır” değil, basbayağı ağır geliyor.
Cenazede konuşan Haham Lerner, şöyle diyor: “Bu ülkedeki gelirin yüzde 80’ini elinde tutan yüzde 1’e bunu paylaşma zamanı olduğunu söyleyin. Seçimle işbaşına gelen yetkililere işkenceye son vermelerini söyleyin. Türkiye’nin liderlerine Kürtleri öldürmeyi durdurmasını söyleyin. İsrail Başbakanı Netanyahu’ya güvenliği sağlamanın yolunun Batı Şeria işgalini bırakmak, Filistin devletinin kurulmasına yardımcı olmaktan geçtiğini söyleyin.”
Kader bu olsa gerek.
Tüm yollar “anlamlı yalnızlığa” çıkıyor.
Ah ayna, söyle O’na, ondan güzeli, O’ndan kudretlisi, O’ndan kutsalı var mı? Senden başka bakacak yeri yok, bu iş de sana düşüyor. Ah ayna ahh.
Zonguldak Kilimli’de 282 madenci işten çıkarıldı
Zonguldak’ta, “Fethullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY)” soruşturması kapsamında kayyum atanan Deka Madencilik ve bu şirkete bağlı Balçın Madencilik’te çalışan 282 işçi, 17 Haziran itibariyle toplu olarak işten çıkarıldı. İşçilerin, maden ocaklarında üretimin durdurulması nedeniyle İş Kanunu’nun ilgili maddesi gereği toplu olarak işten çıkarıldığı belirtildi.
Kilimli ilçesi Gelik beldesinde geçen 4 Nisan’da iş bırakan bu iki şirkette çalışan toplam 282 maden işçisi 4 aylık ücretlerini alamadıkları için çeşitli eylemler yapmışlardı. 85 maden işçisi ise bu eylemlerin yanı sıra 18 Mayıs’ta maden ocağına girerek 11 gün boyunca ocaktan çıkmamış ve açlık grevi yapmıştı. 68 işçinin sağlık sorunları nedeniyle ocaktan çıkmasından sonra kalan 17 işçi de eylemin 11.nci gününde alacaklarının ödenmesiyle eylemi bitirmişti.
İşçi temsilcisi Cemal Akın mağduriyetlerini şöyle anlattı:
“Şirket bizim toplu çıkışımızı verdi. Biz istemedik. Maaşlarımızın bir kısmı ödenmişti. Benim 5 bin 900 lira alacağım duruyor. Benim gibi bir çok madenci arkadaşım var, alacaklı. Tazminatlarımızı ve maaşlarımızı sorduğumuzda ‘mahkemeye verin’ diyorlar. Biz hemen mahkemeye vermek istemiyoruz. Alacaklarımızı ödeseler şimdilik yeter. Eylemi en son bitiren 17 işçi arkadaşımız alacaklarını aldı bir tek. Biz hâlâ bekliyoruz. Şimdi de toplu çıkışımız verildi.”
Sputnik – 17 Haziran 2016
Onurlu yol; ya da Almanya’nın soykırım kararı
Okumadıkları da zaten bundan belli. Almanya, sen tarihine bak, diyorlar. Ne kadar güzel. Zaten, 2. Dünya Savaşı’ndaki soykırımı Almanya kabul etmiştir. Bununla ilgili yasal düzenlemeler yapmıştır. Yani Almanya’ya, sen de soykırımcısın, dediğiniz zaman, zaten Almanya’nın kabul etmiş olduğu bir şeyi söylemiş olursunuz.
Oysa 1915, Ermeni halkı başta olmak üzere ülkemizde yaşanan soykırımı meselesi farklıdır. Tasarıya bakarsanız, diyor ki, biz Almanya olarak şu ya da bu ölçüde içinde idik. İşte farklılık da burada.
Başka devletlerin parlamentoları bu tasarıyı kabul ettiklerinde, birçok politik cevapla bunu geçiştirmek yolunu tutan TC devleti, bu sefer bir şahidin ikrarını görmektedir. Almanya, bu konunun yakından tanığıdır ve hatta tasarıya baktığınızda bu suç ortaklığını itiraf ettiklerini de görürsünüz. Bu, bir suç ortaklığının da itirafı olduğundan, farklıdır.
Bugün Cizre’de Nusaybin’de ortaya konan Kürt katliamına destek olmak suçtur ve hatta sessiz kalmak suçtur, seyretmek suçtur. Ve tüm Batı, bu suçu gönül ferahlığı ile işlemektedir.
İşte Almanya, 1915’deki bu suçun tanığıdır, içindedir ve bunu metne de belli ölçülerde yansıtmışlardır. İşte zaten TC devletinin yetkililerinden gelen tepki de bu nedenle “özrü kabahatinden büyük” cinsinden ya da çizgi roman kahramanlarının konuşmaları cinsindendir.
Bu tepkinin kendisi de durumu açıklamaktadır.
Ülkemizin Adalet Bakanı, hukuk denilen şeyin fenerle arandığı bir ülkenin Adalet Bakanı, Bozdağ, şöyle demiş: “Tarihimizde insanları fırında yakmak yok.”
Şuursuzca konuşuyor. Bu devletin bir aklı olsa idi, Bozdağ’a, sakın konuşma, derlerdi, Cumhurbaşkanı’na, sus, daha iyi, derlerdi.
Tarihimizde insan yakma fırınları yok, çünkü bu fırınlara yatırım yapıp para harcamayı fazla görmüş olabiliriz. O kadar. Tarihimizde Sivas var. IŞİD’in, Rakka’da, ilk insan yakma görüntüleri ortaya çıktığında ağzı açık kalanlar, aslında Sivas’da aydınların Madımak Otel’de yakılmasının filmini seyretmemişlerdir. Yoksa, evet yine çok üzülürlerdi, ama ağızlarını açık kalmazdı, çünkü “Biz bu filmin benzeri gördük” derlerdi.
Demek ki, Bozdağ doğru söylemiyor. Devlet biraz ciddi olsaydı, “keşke konuşmasaydın” derlerdi kendisine. Ama ortada öyle bir durum da yok. Danışmanları ile çizgi roman kahramanları gibi, hukuk sistemini altüst ederken arada konuştukları budur ve bu sonucu verir.
Sivas katliamı ile ilgili devletin tutumu nedir? Devlet bu sanıkları bizzat aklamak için elinden geleni yapmamış mıdır?
Peki, Çorum katliamı? Çorum katliamının failleri nerededir? Kahraman Maraş katliamına ne dersiniz? Bugün, bu adalet bakanı var iken, Maraş katliamını protesto gösterilerine Maraş’ta neden izin verilmemektedir.
Maraş’ta, evleri tek tek işaretleyerek, insanları kurşunlamak, evlerini ateşe vermek, insan yakma fırınlarından daha ucuza mal olduğu için böyle yaptınız.
1 Mayıs katliamının sanıkları nerededir? Bugün meclis başkanı olan kişi, kaç kundaklamanın, kaç katliamın içinde yer almıştır?
6-7 Eylül olayları nedir?
1910, 1919 arasındaki katliamlar nedir?
Ama dahası var.
Adalet bakanı, diyor ki; ey Almanya, sizin tarihiniz bizden kötü. Öyle ya sizde fırınlar da var. Demek oluyor ki, Adalet Bakanı, Bozdağ, soykırımı kabul ediyor ama diyor ki, bari bunu bize elleri temiz bir devlet söylese idi. Siz Almanya’nın elleri kanlıdır.
İşte durum budur. Bozdağ, aslında soykırım kararını eleştirmiyor, bu kararı alan ülkenin tarihinin daha kötü olduğunu söylemek istiyor. Gerçekten de öyledir. İkinci Dünya Savaşı, başlı başına bir utançtır, öyle olmalıdır. Dahası, Almanya’nın yaptığı soykırımı, biz söylemekle kalmıyoruz, kendileri de kabul ediyorlar. Ve yine dahası, 1915 soykırımında, kendilerinin suçsuz olduğunu da en azından o karar metninde söylemiyorlar.
Elbette Alman devletinin de eli kanlıdır ve bu konuda devletler arasında hangisi daha kötü diye bir yarışa da gerek yoktur. Adalet Bakanı sadece insan olsa idi, katliamın büyüklüğü ve küçüklüğünden çok, bizzat olmuş olmasını konuşurdu. Başka bir yerdeki katliam daha büyük diye, yapılan katliamın örtülmesini isteme hakkı olmaz.
Bir çok konuşan var, neredeyse konuşmayan yok. CHP’nin, Tayyip Erdoğan Yardımcısı, Başkanı Kılıçdaroğlu, bu işi tarihçilere bırakmak lazımdı, dedi. İşte hiçbir şey demeden konuşmak budur. Başbakan olma iddiası olmadan siyaset yapma, Baykal ve Kılıçdaroğlu ekürisinin karakteristiğidir. Hep muhalefet olmak üzere siyasal parti başkanı olmak çok ama çok zor bir iştir. Bu nedenle, kendilerini kutlarız. Soykırım konusunda da, açtı, baktı, devlet tezleri nedir; bunu tarihçilere bırakalım. Bunu gördü ve söyledi. Danışmanı böyle çalışıyor.
Tamam da, soykırımı kabul etmek, bunun tekrarlanmasını, devletin çeteler eli ile halklara karşı komplolar kurmasını önler diye bir gerçekten haberiniz yok mu? Temizlenmek, yeni bir sayfa açmak, geçmişinle yüzleşmek, tarihinle barışmak, geleceği birlikte kurmak, başka türlü olabilir mi?
İşte, her çizgi romanda bir de etkisiz eleman vardır. Çıkar ve bir şeyler söyler. İşte Kılıçdaroğlu da böyle konuşuyor.
Kararı okumuş mu, hayır. Okusa görecek ki, kararda suç ortaklığı da var. Yani İsveç Parlamentosu’nun kararından farklıdır, İsviçre’deki yasadan da farklıdır.
Muktedir ise, konuya ciğerden girmiş. “Ey Almanya ne istiyorsun?” diye kükremiş ve sonra “Delikanlı olun ciğerimi yiyin” demiş. İşte bu durum, insanı içkiye giden yola sokar.
Kararı o da okumamış, danışmanları daha detaylı bir rapor vermişler. Cem Özdemir’den söz etmişler. O da duruma uygun konuşmuş; “ Çocuk o ya çocuk, çıkmış Alman Parlamentosu’na metin hazırlıyor”.
İşte Başkanlık sevdasına bir açılıştan diğer konuşma alanına giderken arada aldığı bilgiler de böyle oluyor. Tahmin edelim, sormuş; “Kim bu Cem”, yanıt, “O çocuk, hani bir kere tanışmıştınız sayın Reis”. Sormuş, “O mu bu metni hazırladı”, “Efendimiz Sayın Reis tam bilmiyoruz ama galiba o”. İşte üç aşağı beş yukarı konuşma böyle olunca, o da; “Çocuk, o ya çocuk, çıkmış Alman Parlamentosu’na metin hazırlıyor” demiş. Peki ne demek istemiş?
Daha anlaşılmış değildir, yorumları dinleyeceğiz ve sonra anlam kazanacak. Zira muktedir, hiçbir şeyi öylesine söylemez. Söz şimdi, ne anlama geldiği yarın.
Ama Reis, Sultan, Cumhurbaşkanı, Başkomutan ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz ünvanların sahibi, elbette ki sadece bu çocuk cümlelerini söylemekle kalmamış. Sadece ciğerden girip durmamış. Dahası var. “Afedersiniz Ermeni” meselesi için sözleri bu kadar olur mu hiç. Şöyle demiş: “Vatandaşımız olmayan Ermenileri Ermenistan’a göndeririz. Yaparız bunu.”
Aba altından sopa gösterme budur herhalde. Eğer siz Ermeni soykırımı derseniz, biz de Ermenileri geri göndeririz. Yani siz Ermeni soykırımı derseniz, biz daha fazlasını yaparız. İşte soykırımcı mantık tam da burada yatıyor.
Bu kadar da değil, Avrupa’ya göç akışını açarız, buradakileri göndeririz anlamında, “set olmaktan çıkarız” demiş. Demek bir de Avrupa’yı tehdit ediyor. Demek, Avrupa’ya göçü, bizzat devlet organize etti, yollu Fransız ve İtalyan tezleri doğru imiş.
Uzatmaya gerek var mı?
Kanımızca yoktur.
Bu işin bir doğru, onurlu yolu vardır. Tarihteki bu suçlar, bugünkü katliamların temelidirler. Bu suçların üzerini örten devlet, çeteleri her zaman devreye sokma şansını elinde tutmaktadır. “Sen şu komşunu kes, malı mülkü senindir” diye esnaf güruhunun kullanılması, bu suçların üzerinin örtülmesine bağlıdır. Tersinden, eğer devlet, bu soykırımı kabul etmiş olsa idi, bu ülkede Maraş katliamı, 1 Mayıs katliamı olmazdı. Devletin, çetelere cinayetler işletme sürekliliği bozulur ve “benim esnafım gerektiğinde polistir, hâkimdir, savcıdır” vb. nutukları atılmazdı.
Devletin yönetenleri, “Afedersin Ermeni” demezdi. Hiçbir halk, kimliği nedeni ile ayrımcılığa uğramazdı. Hiçbir Kürt, Kürt olduğu için linç edilme eylemleri ile karşı karşıya kalmazdı. Matbaalar basılmazdı. Sivas’ta aydınlar, Allah Allah, nidaları ile yakılmazdı. Bu ülkede işlenen hiçbir cinayetin üzeri örtülmezdi. Ermeni soykırımını Türkiye, açık yüreklilikle kabul edip üzerine gitseydi, bu süreç, dünyanın çeşitli devletlerinin elinde bir araç olarak kullanılmazdı. Halkların kendi aralarında çözecekleri süreçler, gelecekteki birlikte yaşama kültürünün de temelini oluşturacaktır. Gerekli olan da budur. Bu yapılmış olsa, Ogün Samast örneğindeki gibi, bir çocuktan bir katil yaratılmazdı, katiller bayrağın önünde polislerle birlikte poz veremezdi.
Bu ülkenin yönetenleri, halkları kendine düşman görmemiş olsa idi, devlet halkı kendine düşman olarak tanımlamamış olsa idi, bir dirhem olsun sorumluluk alıp adım atarlardı.
Yakında ABD parlamentosu da bu kararı alırsa, o zaman TC yönetenleri, hep bir ağızdan, “Ama siz de Kızılderilileri soykırıma uğrattınız, 500 bin Kızılderiliyi kestiniz” mi diyecekler?
Bir yol olsa idi ve keşke Türkiye, bu adımları bizzat kendisi atsaydı, diyecek bir devlet aklı olmadığına göre, diyecek gerçekten de başka bir şey yok: “Delikanlı olun ciğerimi yiyin” açıklamaları da bunu gösteriyor.
Doğrusu nedir?
Doğru olanı ve onurlu olanı şudur: Almanya da içinde, herhangi bir emperyalist gücün devreye girmesini önlemek gerekirdi. Bu topraklarda yaşayan halklar, tüm bu tarihle, kendi iradeleri ile yüzleşmeli idi. Kimimizin dedesinin katil, kimimizin dedesinin korkak, kimimizin dedesinin de mağdur olduğunu bilerek, bir kere daha halka, halklara karşı bir katliam olmasını engellemek için, tüm tarihi gerçeği, tüm ağırlığı ve çıplaklığı ile ortaya koymamız gerekirdi.
Elbette bunu halklar adına onların örgütleri ya da devletleri yapar. TC devleti, hiçbir zaman bu topraklarda halkın devleti olmamıştır. İstisnasız tüm halkları kendine düşman saymıştır. Öyle olduğu için Ermeni, Süryani, Pontus, Kürt vb. katliamların tümünü inkâr etmiştir. İşlerine geldiği zaman Dersim katliamından söz edenler, bu konuda bir tek ciddi adım atmamıştır. 1915 katliamına ilişkin belgeleri doğrudan, bir başka emperyalist devletin iznine-kullanmasına gerek kalmadan açıklama yolunu tutmamıştır.
Bu görevi, bu ülkelerin işçi ve emekçilerinin temsilcileri de yapamamıştır. Tersine, sol, çok uzun yıllar, kendi içinde yer alan kişilerin Ermeni, Rum, Laz, Kürt vb. kimliklerini gizlemiştir. Elbette, bir devrimci mücadelede devrimcilik, hangi halktan geldiğinle ölçülmez. Biz “etnik” kimlik üzerinden birbirini anlamayız. Ama bunu yok görmek, bunu gizleyecek kadar ilkelleşmek, gerçekte egemen ideolojinin tam anlamı ile etkisi altında olmaktır. Saflarımıza bir İtalyan, bir Latin Amerikalı katıldığında onun kimliğini açıkça ortaya koymasının bir sakıncası yoktur ama sıra bir Ermeni’ye gelince, bir Süryani’ye gelince, bir Pontus’a gelince vb., bu kez onun kimliğini açık etmemek gerektiği fikri, “toplumsal ortalama bilinci” aşamamaktır. Egemen sınıfın ideolojisi, her zaman kendini, ortalama bir toplumsal bilinç olarak ortaya koyar.
İşte bu nedenle, tüm tarih, uluslararası güçlerin baskı ve şantajının aracı haline getirilmiştir. Eğer, 1915’in herhangi bir emperyalist güç tarafından kullanılmasından rahatsız olanımız varsa, yapması gereken şey, kendi ülkesinde bu tarihî gerçekleri açığa çıkarma mücadelesine girişmektir. Bize göre, bu devrimci mücadelenin, sınıf mücadelesinin kendisidir. Bizzat halkların kurtuluşu, bizzat devrim, Anadolu’nun tüm halklarını tarihle barıştırma şansını ortaya çıkaracaktır. Gerçek anlamda halkların kardeşliği, bu devrimci mücadelenin içindedir.
Şu ya da bu yolla, bir burjuva devlet, tarihindeki bu katliamları, kendi suçlarını kabul eder noktaya gelebilmektedir. Ama ülkemizde burjuva devlet, bunu asla yapmaya yanaşmamaktadır. Tersine, bu konuda atılan her adımı, gelecekte yapacağı katliamları sürdürme isteği ile sürekli tehdit olarak görmektedir. Bugün Kürt halkı başta olmak üzere ülkemizde ortaya konan katliamlar, başka türlü devreye sokulamaz.
Bizim en başından beri savunduğumuz çizgi nettir, emperyalist güçler, onların işbirlikçileri ortadan çekilip gölge etmemiş olsalar, halklar, devletlerden bağımsız olarak, bu sorunu çözme yeteneğini geliştirirler. İşte onurlu yol da bu olurdu, hâlâ bu olur.