Ana Sayfa Blog Sayfa 194

Ne Çilem Doğan “katil”, ne HDP “terörist”

Bu sistemin eli ve devletin azmettiriciliğiyle şiddet ve tehdide maruz kalan ve gerekli önlemler alınmadığı için katledilen kadınların, isimleri birer istatistiğe dönüşürken, katillere indirimler, tahliyeler ardı ardına gelirken, “Öz savunma haktır” diyerek buna karşı net bir tavır koymanın altını bugüne kadar defalarca çizdiğimizi düşünüyorum.

İşi “Öz savunma” yapmaya kadar vardıranın bizzat o sistem ve sistemle ayakta duran devlet olduğunu bir an akıldan çıkartmadan bir kere daha bakalım yaşananlara.

Çilem Doğan’ın, Nevin Yıldırım’ın yaşadıkları da, kadın katliamları da, bugün hedefi ve tanığı olduğumuz tüm saldırılar da aynı cinsiyetçi ve ırkçı zihniyetin en gelişmiş örgütü olan devleti tanımayanlar için kafa karıştırıcı olması mümkündür.

Boşanma komisyonu raporunda yer alan saldırıları, Ensar Vakfı’nda yaşanan çocuk tecavüzlerini ve bunlara birinci elden sahip çıkanları hiç duymamış olanların,  bu ülkede mahkeme kararı ile koruma almasına rağmen öldürülen onlarca kadın olduğunun farkında olmayanların, Çilem Doğan’ın yaşadıklarını anlaması kolay görünmüyor. Ancak Çilem Doğan’ın yaşadıklarından haberdar olarak bunu anlamaya çalışanların, devamında bahsettiğimiz noktaları da kavrayabilmesinin önü açılıyor.

Çilem Doğan’ın tutuklanması ile başlayan süreçte kadın dayanışması olarak gündeme gelen eylemler, tam da Çilem Doğan’ın yaşamaya mecbur bırakıldığı durum karşısında (ki bu tekil bir örnek değildir) Çilem Doğan’ın eyleminin meşruiyetini savunmaktır.

Kadın dayanışmasını örgütleyenlerin, Doğan’ın tahliyesine ve umarım ki beraatine varacak süreci yaratmada tüm katkısı olanların dayanışmayı sürdüreceğinden kuşku yok. Bu mücadele içinde Çilem’in duruşunu ise onun eylem ve söyleminin belirleyeceği ve onunla dayanışma içinde olanların onun her eylem ve sözünün de arkasında durduğu anlamına gelmeyeceğini de bir kenara yazalım.

Evet Çilem’in HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ ziyaretinin ardından avukatı ile birlikte yaptığı “açıklama” ve ardından başlayan “polemik”ten bahsedeceğim.

Bu “açıklama” kendi durumunu kavrayamamış olmanın bir göstergesi olsun veya olmasın, kendi durumu ile çelişkisi itibariyle dikkat çekicidir. İşte tam da bu yüzden yaygın bir tartışmanın başlamasını tetiklemiştir.Esasen hedefleri ve niyetleri farklı olanların ihtiyaç duyduğu zemin için sevinçle atladıkları.

HDP’yi terörist ilan edenlerin, bugün gazetecileri, akademisyenleri, meslek odaları yöneticilerini, öğrencileri, çocukları terörist ilan edenler olduğunu hatırlayarak, iktidarın bu söyleminin peşine takılmanın (devamını getirmese de) ne demek olduğunun farkında olmamak mümkün müdür?

Bahsi geçen “açıklama”nın, HDP’yi terörist ilan edenlerin başında gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın  “kimi zaman ağaç, çiçek, böcek diyerek, kimi zaman kadın, çocuk diyerek, kimi zaman daha basit gerilimler üzerinden ortalığı karıştırıyor; ülkenin huzurunu kaçırıyorlar.” sözlerinin ardından gelmesi de bir başka dikkat çekici nokta.

Çilem Doğan’ın evine molotof atılması, tehdit edilmesi, mücadelenin başından beri emekçisi olan HDP’li kadınların ziyareti nedeniyle “terörist” ilan edilmesi kabul edilebilir, hafife alınacak şeyler değildir. Bu da bizzat ırkçı ve cinsiyetçi sistemin azmettirdiği bir saldırıdır.

Ancak tam da burada bu tehditlere boyun eğerek, kendi çıkış noktasında onunla dayanışma içinde olanların meşruiyetini hedef almak, bu nedenle de aslında kendine karşıt bir pozisyon çıkartmak çelişkidir ve bu çelişki en çok da Çilem’in yıpranması demektir.

İnternet üzerindeki yorumlarda, yine avukatın “HDP siyasi rant peşinde” olduğu iddiaları ise gülünemeyecek kadar acınasıdır. “Siyasi rant” nedir? Rant yaygın olarak “emek verilmeden sağladığı gelir”olarak kullanılır. Oysa HDP açısından kuruluşunda, programında, bugüne kadarki pratiğinde yer alan duruş ve mücadelenin dışında ortaya konulan bir durum yoktur. Çilem Doğan davasının takipçisi olmak, bu konuda kamuoyu yaratmak başta olmak üzere, Çilem ile dayanışmasını ilan etmek tüm topluma taahhüdünü verdiği mücadeleyi yerine getirmenin bir gereğidir. İşte tam da bu yüzden bizim cepheden HDP bunları yaptığında değil, yapmadığında tartışılır olmalıdır.

Çilem’in yıpratılması “öz savunma”nın meşruluğu hedefe koymaktır. Az önce bahsettiğim gibi öz savunma dışında başka bir seçenek bırakmayan sistemin aklanması, aynı nedenle ve aynı oranda cinsiyetçi ve ırkçı iktidarın bizzat yaşamına, özgürlüğüne, kimliğine kastettiğinin eliyle “konu dışı”na çıkartılması ve  HDP’nin kriminalize edilerek, mücadelesinin ve meşruiyetinin zayıflatılması şeklinde bir duruma zemin yaratılmaktadır.

Burada yalnız “özsavunma” değil “dayanışma”ya da yönelik bir saldırı zemini yaratılmıştır.

Oysa kadınların katledilmeye, katillerin tahliye edilmelerine devam edildiği bugün (bakınız. Cansu Kaya’nın katil zanlıları ağırlaştırılmış müebbet istemiyle yargılandıkları davada tahliye edildiler) buna karşı duruşu ve kadın cinayetlerini durdurmanın çabasını verenlerin “dayanışması”, tek tek her birine ve toplu olarak bir kesime yönelen saldırılar karşısında bir arada durabilmekten geçmektedir.

Yani Çilem Doğan’ın kendine yönelik tehditlere karşı duruşu ve kadın dayanışmasının da Çilem’e yönelik tehditlere karşı duruşu da bu dayanışmanın gereği ve ihtiyacıdır.

Ancak görülen o ki Çilem Doğan mevcut tehditlerden “kendini korumak” adına, “dayanışmayı” ve “öz savunmayı” gözden çıkarabilecek bir zayıflığın simgesi haline getirilerek, sistemin empoze ettiği ve böylece tahakkümünü sürdürdüğü  “her koyun kendi bacağından asılır” “gemisini kurtaran kaptan” gibi sözlerle ruhunu bulan durumla karikatürize edilmekte olduğunun farkında değildir.

Bir parantez de internet mecrasında tek tek kişilerin yaptığı yorumların, görüşlerin birkaç tekrardan sonra sanki kurumsal ifadelermiş gibi algılanmasına açmak lazım. Bunlara niyetleri belli olanların özel çabaları da eklenince gerçeklere ulaşarak sağlıklı bir bakış açısı yaratabilmek için “taşı ayıklanacak pirinç”değil, taşın içinde pirinç aramaya gömülmek gerekiyor.

Kentler bombalanırken, kimliği tespit edilememiş cenazeler kimsesizler mezarlığına gömülürken, aydınlar, gazeteciler, siyasetçiler tutuklanırken, hala yargısız infazlar ve gözaltında kayıplar yaşanırken, kadınların katledilmesi, çocukların tecavüze uğraması ülkenin günlük “rutin”ine dönüşmüşken, o pirincin peşine düşmek için gerekli enerji ve zamanı ve daha da önemlisi sabrı bulmak pek de kolay değil.

Yine de sağlıklı olarak yürütülemeyen tartışmaların internet mecrasında polemik ve hakaretlerle heba edilmesine razı gelmeyerek bu konuda yazmamın nedeni tam da burada hedefe konulan, dejenere edilmeye çalışılan değerlere sahip çıkmaktır.

Bitirmeden “öz savunma” bazıları için hak bazıları için değildir demenin (veya buna çıkan söylemlerden imtina etmemenin) vahametini vurgulamak isterim.

Ne Çilem katil, ne HDP teröristtir. Elbette Çilem de dahil kimse HDP’li olmak zorunda değildir. Bunu söylüyor olmak bile gülünçtür. Ama kimse yaşadığı şeyleri ona yaşatanların zihniyeti ile iktidarını sürdüren sistemin dilini kullanmak zorunda hiç değildir.

Ezilenle dayanışmak, onu ezen her şey ve herkesle hesaplaşmayı içerir. Ama bu dayanışma onun her şeyi ile kahramanlaştırılmasına karşılık gelmez.

İşçilerin, emekçilerin, halkların, doğasını ve yaşamı savunanların, kadınların, LGBTİ bireylerin kendi yaşadıkları nedeniyle sistemle yüzleşmesi, diğer ötekileştirilenleri anlama yolunda adım atması, dayanışmanın kazanımlarındadır. Elbette dayanışmayı örenler böyle bir kazanımın da beklentisi içinde olabilirler.

Bu yüzden Çilem Doğan’ın avukatı ile birlikte yaptığı açıklama ardından dayanışmanın yukarıda bahsettiğim kazanımı doğurmamış olmasının hayal kırıklığı anlaşılabilir.

Ne var ki, bu hayal kırıklığını gidermenin de tek yolu dayanışmaya sırtını dönmek değil, dayanışmayı yaygınlaştırıp yükseltmenin çabasında olmaktır.

Bu yüzden, kendi değerlerimiz çerçevesinde, ilkesel duruşumuzu koruyacak söylem ve eylemlerde ısrarcı olmak, tek tek kişilerden bağımsız sorunların ve yine tek tek kişilerden bağımsız çözümler için mücadelenin gereği olduğunu da unutmadan…

Her ne gerekçeyle olursa olsun, Çilem Doğan’ın bile öz savunmanın meşruiyetine zarar veremeyeceğini, Çilem Doğan’ın bile dayanışmanın anlamını değiştiremeyeceğini bilerek:

Yaşasın öz savunma ve yaşasın dayanışma!

Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!

İlknur Kavlak

Başka bir dünya mümkün: Nasıl bir üniversite? -3-

BİR MÜCADELE ALANI OLARAK: PEDAGOJİ SINIRLARINDA LİSAN

“Bir toplum hakkında düşünmenin yolu toplumun barındırdığı ve barındırabildiği sesler açısından düşünmektir.”

Dilin ne olduğu, ediniminin nasıl sağlandığı tartışmaları süredursun, bu tartışmaların da malzemesi olan dil, toplumsal bir gerçekliktir. Saussure, dili gösterge sistemine oturturken, telaffuzun ve fikrin zorunlu ilişkisini esas alıyor. Söyleyeceğimiz, bu ilişkideki zorunluluğun, zamanı aştığıdır. Pécheux’a göre: “…dil sistemi, hem materyalist hem idealist için, hem devrimci hem karşı devrimci için…aynıdır. Ancak bu, karşıt karakterlerin aynı söyleme sahip oldukları anlamına gelmez: dil, farklılaşmış söylem süreçlerinin ortak tabanıdır”. Daha özelde, farklı sınıfların aynı dili kullandığı gerçeği, dili başlı başına bir mücadele alanı haline getirir. Söylem sürecinin maddesi olan dili, pedagoji ile etkileşimi yönünde değerlendirmek amacındayız.

Dilin ihtiyaç duyduğu bir topluma karşılık, toplumların kendilerini ifade biçimlerine, bunun için de dillere ihtiyaçları vardır. Dil dinamiktir, eklemlenir, yeniden üretir kendini. Bu durumun dışsal müdahalelerle sağlandığı aşikar. Ne var ki, egemen sınıfın “yaptırımı” halini almış müdahalelerle, diller özlerini yitirmekte ve her geçen gün ölmektedir. “Madunların dilleri” için ciddi bir tehdittir bu, yaklaşan tehlikenin, kültürel kıyım tehlikesinin somut habercisidir.

Bugün bir televizyon programında Lazca şarkı söylemek isteyen sanatçıyı engelleyenleri, Kürtçe konuştuğu gerekçesiyle öğrencilerin akademik hayatını sonlandıranları tanıyoruz. Onları, tüm çoğulluğa karşı çoğunluğu savunanlardan, Şilili özgürlük sanatçısı Viktor Jara’nın dilini kesenlerden tanıyoruz. Dil, kültürü bağrında taşırken, çeşitliliğe karşı verilen bu kirli savaş, bütüncül bir kıyım yaratıyor. Madunların darbe alan dillerinin sızdığı her alanda, diyebiliriz ki yaşantının her alanında, kaybolan özdeğerler sözkonusu. Kimliklerini unutturma, aidiyetsizleştirme ve yabancılaştırmanın buradan başladığı varsayılırsa, dolaşıma giren bu kirli kanın tüm vücudu kaplamasının an meselesi olduğu bilinmelidir. Bugün hüküm süren tek dil-tek ideoloji dayatması, başta bu makalede odaklandığımız pedagoji sınırlarında büyük açmazlara sebep veriyor. Birçok dilbilimcinin uzlaştığı, çocukluk döneminin dil edinimindeki ayrıcalıklı yeri, pedagoji bazında oluşabilecek sorunsalın boyutunu açık edebilir.

“Bu dünyada yaşayakalmak için beyaz adamın dilini bilmeliyiz. Oysa kendi dilimizi sonsuza dek yaşayakalmak için bilmeliyiz.”

Amerika yerlisi Darryl’in bu sözleri, anadilin alanını tasvir ediyor olsa gerek. Bugünün Türkiye’si özelinde, pedagoji ve dil etkileşiminden bahis açarken, anadilin bu bağın neresinde durduğunu tartışmamak elde değil. Bu amaçla, anadil mücadelesini (en yoğun) sürdüren ve dolayısıyla en çok bedel ödemiş bulunan Kürt öğrencileri örneklem alacağız. Bu somutlamanın faydalı olacağı kanısındayız.

Kürtçe üzerindeki geri kalmışlık, medeniyet dili olmama yaftaları, bizi bu kavramları irdelemeye itiyor. Nedir “medeniyet dili”? Bugün bu sıfatla anılan dillerin sömürge kültürüyle bağdaşıklığı ve dışlarında kalanlar üzerindeki tahakkümleri, ezilmişlerin dillerinin göz ardı edilmesine neden olmuştur. Bu temelsiz söylemler türetilmeye devam ederken, anadilde eğitime yaklaşımın sağlıklı olması beklenemez. Bütün bu yaftalamalar ve yön verdikleri dışlama eylemleri, başta Kürt çocuklarını öz kültürlerini değersiz görmeye götürmektedir. Türkçe eğitimden geçenler, özgüven eksikliği ve iletişimsizlik sorunu yaşamaktadır. İncelemeler, sınıfta kalma ve benzeri durumların yarattığı başarısızlık hissi, Kürtçe konuştuğu için damgalanma ve farklı türlerde şiddete maruz kalma, iletişimsizlikten doğan bir pasifleşme olduğu yönünde.

Anadili temelli eğitim tartışılırken, somutlaştırılmama sıkıntısı sürüyor. Kürt öğrencilerin sosyodilsel bazda türdeş bir toplam olduğu varsayımı, önerilerin de tek tip modelle sınırlı kalmasına ve dolayısıyla yolun tıkanmasına sebep vermekte. İşe, “Kürt çocukları” örnekleminin heterojenliğinin kabulüyle başlamak zaruridir. Cinsiyetleri, zorunlu göç tecrübeleri, kırsal veya kentsel ortamda bulunmaları, sınıfsal farklılık, ailelerin politik yaklaşımı gibi birçok değişkeni göz önünde bulundurmadan bir model ileri sürmek olanaksız. Görüldüğü üzere, bir çocuk üzerinde çok katmanlı ayrımcılığı doğurabilecek etkeler mevcuttur. Bunlardan bazılarına ve tek dilli sistemdeki konumlanışlarına değinmek isteriz:

 

a. Toplumsal cinsiyet

Bu başlık altında, kız çocuklarının eğitim hakkının önünde sosyo-ekonomik ve kültürel engellerin bulunduğunu hatırlatmayı önceliyoruz. Ailelerin tutumları,dini yaklaşımlar ve yoksulluk gibi ögeler bu engellere tabidir.

Kız çocuklarının zamanlarının çoğunu evde geçirme “yükümlülüğü”, dil yeterliliği sağlamada eşitsizliğe yol açıyor. Egemen dille daha az haşır neşir olmaları ve sınıf içi uygulamalarda da konuşmaya oğlan çocukları kadar teşvik edilmemeleri gibi durumlar, bu dili okul derslerini izleyebilecek düzeyde öğrenmelerini güçleştiriyor. Bütün bu koşulların temelinde yatan ekonomik ve politik etkenler göz ardı edilerek hazırlanan sayı hedefli “okullaşma” projelerinin hayata geçirilmesi elbet mümkün olmayacaktır. Çare, aşina olduğumuz, uluslararası bağlamda finanse edilen “Haydi Kızlar Okula”, “Baba Beni Okula Gönder” gibi kampanyalarda aranmamalıdır. Modernist ve zaman zaman sömürgeci argümanları barındıran bu tür kampanyalar, çokdilliliği veya anadilini tartışmaktan geri durur. İddialarındaki Kürt kız çocuklarını okula gönderme çabası, bahsi geçen kızları Türkçe tekdilli eğitim sistemine dahil ederek asimile olmalarına geçit veriyor.

 

b. Kırsal bölge-köy ve şehir arası farklılıklar

Kürt coğrafyasında çocuklar, okula başlamadan önce hiç Türkçe bilmemekte veya çok az bilmektedir. Dışarıdaki sosyal etkileşimin ve aile ortamının birincil dili Kürtçedir. Bu coğrafyanın şehir ve ilçe merkezlerinde ya da Batıdaki metropollerde yaşayan Kürt çocukları ise okul öncesi süreçte iki dilin de etkisi altındadır. Bu etkiler dengeli olmasa da bir çokdillilik durumu ortaya çıkar. Bugünlerde, sözü geçen çokdillilikte Türkçenin ağır bastığı doğrudur. Bu durum, çocukların aileleri ve kendi aralarında gittikçe daha çok Türkçe kullanmasıyla açıklanabilir. Kürtçe ikinci dil durumuna sürüklenirken, okul süreci beraberinde kaybolma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ailenin Türkçe bilmemesi durumunda ise, ebeveynlerin eğitime gereğince müdahil olamaması sorunsalı doğar. İki durumun da çetrefilli süreçler yaratacağı açıktır.

Şu an uygulamada olan tekdillileştirme(batırma) modeli dışında, geçiş modeli, koruma-sürdürme modeli, çiftdillileştirme(daldırma) modeli, çift-yönlü model ve benzerleri farklı ülkelerce tecrübe edilmiştir. Kuşkusuz ki bu modellerden herhangi biri, üzerinde yeterince düşünülmeden tercih edilip bir bölgede uygulamaya konulmamalıdır. Eğitim ortamının tüm bileşenleri dikkate alınarak ve modellerin (dönüşümsüz) sürekliliği şart koşulmadan hareket edilmelidir. Dillerin birbirinin rakibi değil, destekçisi olduğu, her çocuğun en iyi bildiği dil veya dillerde eğitim aldığı durumda en iyi öğrendiği unutulmamalıdır.

 

Öğretmen yetiştirme

İktidar mücadelelerinin doğrudan etkilediği öğretmen yetiştirme, iktidarın eğitim üzerindeki kontrolünü pekiştirmesi açısından kritik bir yerde duruyor. Türkiye, çokdilli ve çokkültürlü bir ülke olmasına karşın öğretmen adayları tekkültürlü ve tekdilli ortamda çalışma yürütecekmişçesine eğitiliyor. Bu durumda, fakülteden mezun olup çalışmaya başlayan öğretmenler büyük zorluklarla karşı karşıya kalıyorlar. Pedagojik donanımları ve eleştirel yaklaşım becerileri göz ardı edildiğinden, hakim ideolojiyi yansıtan “teknisyenlerden” farkları kalmıyor.

Yukarıda somutladığımız örnek bazında, öğretmenin Kürtçe bilmesi veya bilmemesi bir meseledir. DISA’nın deneyimlerine göre, Kürtçe bilen öğretmenin sınıfındaki (birincil dili Kürtçe olan) öğrenciler, iletişim kurabilme imkanlarının oluşumu dahilinde, daha başarılılar. Bu, ebeveynlerin sürece müdahil olabilmesi, öğretmenle iletişim kurabilmesi yönünde de avantajlı bir durum. Bunun yanında, bu iki öğretmen tipinin de ortaklaştığı nokta, okul dili ile anadili farklı çocuklara eğitim vermek üzerine bir kaynak okuma imkanı bulamamış olmaları. Eğitim fakültelerinde öğretmen adaylarına böyle bir ders verilmesi, öğretmenlerin hemen hepsinin de hemfikir olduğu gibi, gereklidir.  Eğitim fakültelerine bağlı çiftdilli veya çokdilli öğretmen yetiştirme bölümleri açılmalıdır.

Bilgi edinme sürecinde çoklukla edilgen durumda kalan öğrenci, bilginin geldiği kaynak olan öğretmenin de donanımlı olmayışıyla nitelikli bir eğitimden geçemez. Öğretmen, öğrenciyi eleştirel düşünmeye, toplumsal ilişkileri anlamlandırma ve yorumlamaya iten zeminler hazırlamalıdır.

Dil, ifadenin ana yansıtıcılığını üstlendiğinden; cinsiyetin, etnik kimliğin, sınıfsal aidiyetin aktarım tipleri üzerinde yönlendiricidir. Eğitimde kullanılacak dil, ayrımcılığı yeniden üretebilecek yetkeye sahip oluşu açısından da kritiktir. Bu durum gerek öğretmen yetiştirmede gerekse model önerilerinde dikkate alınmalı, eğitim dili ayrımcı söylemleri barındırmamalıdır.

Carol Benson’un dediği gibi, ayrımcılığa uğrayan toplulukların maruz kaldığı tecrübeleri anlamak, söz konusu ayrımcılıkları yaşayan toplulukların lehine işleyecek bir eğitim sistemi geliştirmenin en önemli adımlarından biridir. Dil süreci, başlı başına bir anlamlandırma pratiğidir. Bugün, kapitalizmin pekiştirdiği “anlamlandırmadan kaçış” ve sorunlara dair önlemlerin basit reformist adımlarla düzen içinden alınmaya çalışılması, pedagoji ve dil etkileşiminde daha büyük açmazlara yol açmıştır. Eğitim ortamının güncel durumuna ve olması gerekene evrilme sürecine bakarken sahip olunması gereken bütüncül perspektifi edinmek meşakatli olacak. Tüm dostları çabamıza ortak olmaya çağırıyoruz…

 

Gözde Işık

 

KAYNAKÇA

Nettle, Daniel, ve Suzanne Romaine. Kaybolan Sesler. İstanbul: Oğlak Yayıncılık, 2002.

Çiler Dursun. İdeoloji Yaklaşımları Çerçevesinde Dil, Söylem ve Siyaset

Derince, Mehmet Şerif. “Anadili temelli çokdilli ve çokdiyalektli dinamik eğitim: Kürt öğrencilerin eğitiminde kullanılabilecek modeller”, DİSA Yayınları, 2012

Gezi Direnişi’nden bugüne bakmak*

İçinde de yer alsanız, kendi eyleminiz dahi olsa, onun deneyime dönüşmesinin yolu örgütlülükten geçiyor. Bildiğimiz gibi Gezi Direnişi’nde örgütlü bireyler ile örgütsüzler direniş karşısında eşitlenmişlerdi. Zira ilk kez hep birlikte bu boyutta bir direnişin parçası oluyorduk.

Ancak öncesinde tarihsel deneyimler, yakın zamanda 1 Mayıs’larda Taksim direnişleri örgütlü mücadele içinde olanlar için direnişin kaderini de şekillendirecek deneyimlerin ortaya çıkmasına vesile oluyordu.

Her ne kadar Gezi öncesi örneğin Mısır deneyiminin detaylarına fazlaca vakıf olmasak da, Mısır olsun, Yunanistan’daki direnişler olsun, Wallstreet eylemlerine kadar hem örgütlenmesi, hem meydan ve işgal hareketlerinin deneyimlerinden haberdardık.

Bugün, Gezi’nin deneyiminin içselleştirilmesi ve bunun yürüyüşe hız katmasının yolu da yine örgütlülükten geçiyor.

Nitekim zayıf olduğumuz yer de tam da burasıdır.

Gezi Direnişi ile kendi eylemi ile aklı açılan, ufku genişleyen, kendine güveni gelen, devletle, medyayla yüzleşen milyonların, bu ilerlemeyi kalıcı hale çevirerek yol almasının da koşulu örgütlü mücadele içinde yer almak.

Üzerine yaşadığımız süreçler, katliamlarla sınanan barış talepleri, işçi direnişleri, kadın eylemleri, yağmalanan yıkılan kentler, ekoloji ve yaşam savunucularının maruz kaldığı devlet şiddeti de eklenince bugün yaşanan direnişlerde de aynı eksikliğin devam ettiğini ancak durumun sanıldığı kadar da kötü olmadığının altını çizmek gerekiyor.

DİRENİŞ, öğrenilir, öğretilir, DİRENİŞ öğretir,

DİRENİŞ, özgürleştirir, bugün direnen AVON işçilerinin dediği gibi DİRENİŞ, güzelleştirir.

DİRENİŞ örgütler, direniş örgütlenir.

Bunu öğreniyor olmak, direnmeyi öğrenmek kazanmayı öğrenmenin de yolunu açıyor.

Bugün devam eden direnişlerde tahayyüllerimizin ötesine geçen saldırılara karşın, Kürt illerinde aylardır süren direniş de bize bunu öğretiyor.

Öte yandan tersinden Suriye’den savaştan kaçmak zorunda olanların yarattığı tablo da yine bunu öğretiyor. Mülteci krizi diye adlandırılan ve özellikle liberallerin, AB’nin de “ya öleceksin ya kaçacaksın” ikilemini hafızalara kazımaya çalıştığı bu tablo, “ölmek ve kaçmak” dışında, örgütlü mücadele ile direnmek alternatifinin olduğunu, tam da bugün yani nazım’ın dediği gibi “henüz vakit varken gülüm” fark etmek ve harekete geçmek şart.

Ahlayıp vahlamak değil, deneyimlerden ders çıkararak, direnişlerden öğrenerek, kendimizi abartmadan, olmayanı varmış gibi görmeden, olanı yokmuş varsaymadan… Kendi gerçekliğimizden ama onu aşacak bir mücadeleyi örebileceğimizin güveniyle hareket etmek bugün önümüzde duruyor.

Bizler Gezi Direnişini elimiz kolumuz bağlı “beklemedik”. İlmek ilmek ördüğümüz mücadelenin, tüm eylemlerin, etkinliklerin, propaganda faaliyetlerinin devrim sürecinin parçası olduğunu unutmadan Gezi’yi karşıladık.

Bugün direniş sürüyor. Boyutları değişiyor, biçimi değişiyor, yerellerde yöntemleri değişiyor ancak “boyun eğmeyeceğiz” diyenlerin, isyanı da “bastırılamıyor”.

Bir sonraki “büyük fırtına” ne zaman kopar bilinmez ancak, biz ve onlar olarak net ayrımın bizim cephemizden daha da geniş kesimlerce kavranması, hem sürecin örgülmesi hem örgütlenmesi için bugünün önceliklerinden. Bir yanda onlar, diğer yanda biz…

Yani biz işçiler, emekçiler, kadınlar, halklar, gençler, yaşam savunucuları yani onlar, emperyalistler, burjuvalar, onların devletleri, onların kurumları, medyaları yani Brecht’in özetle “hepsi halka karşıdır” dedikleri…

Onları tanımak kadar BİZ olduğunun bilincini tıpkı Gezi Direnişi’ndeki gibi kendi eylemiyle büyüterek sürdürmek bugünün önceliği…

Daha önce yazdığım gibi, “Gezi’de yüzleştiğiyle bugün yüzleşmekten kaçınanların, bu zulmün faturasını bugün kendinin değil Kürt çocukların ödüyor olmasının yarattığı yanılgıyı kırmak zorundayız. Kuşatma altında olan, bombalanan, katledilen BİZiz…

Bugün bir yerlerde öldürülen de BİZ’iz, direnmekten başka seçeneği olmadığını bilince çıkaran da BİZ.

Bizi biz yapacak “direnişte” olmak, direnmenin bazen yaşamak, bazen ifade etmek ama her zaman kendi bilincini yaratan ve onu aşacak kolektif eylemin içinde olmak demek olduğunu hatırladıkça… Her yerdeyiz…”

İşte tam da bu yüzden, bizim cephemizde bugün Gezi’yi hatırlamak, kendi talepleri ve öfkesiyle kendi gücünü bütünün gücü ile birleştirdiğinde başarabileceğini hatırlamak,

LİCE’yi hatırlamak, Medeni Yıldırım’ı hatırlamak, Roboski katliamında sessiz kalmış olmanın utancını, “30 yıldır Diyarbakır’ı bu medyadan izledik” bilincini hatırlamak…

Gezi’yi hatırlamak, kentler savaş uçaklarıyla, tanklarla, toplarla yıkılırken susmamak, Roboski’nin sesi olmayı bu kez başarmak demek…

Gezi’yi hatırlamak, “yapabileceğini”, değişebileceğini, öğrenebileceğini, yoldaşlaşabileceğini, dayanışmayı hatırlamak,

Gezi’yi hatırlamak, özgürlüklerin ve hayatın karşısına dikilenlerin kimler olduğunu hatırlamak,

Gezi’yi hatırlamak, öğrenmeye, direnmeye devam etmenin yolunun kolektif mücadeleden, sabırdan, inattan geçtiğini unutmamak ve unutturmayacak adımları atacak cesaret ve iradeyi ortaya koymak demek.

Gezi’yi hatırlamak, davalarımızın takipçisi olmak, ölümsüzleşenlerimizin bize devrettiklerini akıldan çıkarmamak demek…

Gezi’yi hatırlamak, bugün halen Gezi korkusuyla titreyenlerin, korkusunu gerçeğe çevirecek günleri ilmek ilmek örmek demek…

 

İlknur Kavlak

 

* direnisteyiz3.org’dan alınmıştır.

İbrahim Kaypakkaya ve Kürt sorunu[1]

İşkencede parçalanmış bedeni 20 Mayıs 1973 günü Diyarbakır’da babasına teslim edileli tam 43 yıl olmuş… “İntihar etti,” demişler, utanmadan![3]

21 Nisan 1973 tarihli sorgu tutanağına göre sorgusunu “Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Birgün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım,”[4] sözleriyle tamamlayan, ve Türkiye devrimci tarihine “Ser verip sır vermeyen yiğit” olarak geçen İbrahim Kaypakkaya.

Hakkında söylenecek o kadar çok söz var ki…

Uğradığı işkencelere tanıklık etmiş, -belki de katılmış- bir astsubayın, babasına, oğlunu bulmak için geldiği Diyarbakır Cezaevi’nde “İbrahim senin dediğin gibi sıradan bir insan değil. Onun sol kolunu da kesseler, sade sağ kolu kalsa, kendisini rahat rahat geçindirecek, yaşamını sürdürecek bir insan. Oğlun senin bildiğin gibi zayıf iradeli bir insan değil,” dedirtecek[5] gözüpekliği örneğin…

Ya da devrim savaşımına adanmış kısa ömrüne (Diyarbakır’da katledildiğinde 26 yaşındaydı… Devrimci harekete İstanbul’daki yükseköğrenimine başladığı 1968’de girişmiş ve epi topu beş yıl yaşayabilmişti bu tarihten sonra) sığdırdığı mücadeleler: öğrenci hareketi, köylülerin toprak mücadelesi, işçi eylemleri, Kürt ulusal talepleri…

Ve siyasal hattı: Önce Türkiye İşçi Partisi… Ardından, kuşağının devrimcileriyle birlikte TİP’den kopuş ve Mihri Belli’nin MDD hattını benimseyişi… Ardından, MDD’nin “darbeci” eğilimlerine tepki olarak “Proleter Devrimci Aydınlık” (PDA) çevresinin oluşumuna katılışı… Ve nihayet, başta “silahlı mücadele” olmak üzere bir çok konuda anlaşmazlığa düştüğü TİİKP (PDA)’den koparak TKP-ML’yi kurması…

Ya da devrimci-pratik mücadeleyi bir yandan devrimci kuram (Marx, Lenin, Stalin ve son yıllarında ağırlıklı olarak Mao), bir yandan da ampirik çalışmalarla destekleyişi: 1970 yılında iki ay boyunca çalışmalar yürüttüğü Çorum kırsalından topladığı verilere dayanarak kaleme aldığı “Çorum İlinde Sınıfların Tahlili” ya da Kürecik’te bulunduğu sıralarda topladığı verilere dayanarak yazdığı “Kürecik Bölge Raporu”… Ele alınan bölgelerdeki devrimci dinamikleri yerli yerine oturtabilmek amacıyla yerel sınıf dizilimlerinin tahlilini yapan ayrıntılı, siyaset sosyolojisi kapsamına giren çalışmalardır…

Marksizm, Leninizm ve Maoizm’e ölesiye bağlılığı…

Ya da, onu, kendi kuşağının devrimcilerinden ayırt ederek ayrıcalıklı bir konuma yerleştiren, Kemalizm’den kopuşu…

(“Kemalizm konusunda, metindeki görüşlere katılmıyorum. Kemalizm kurtuluş savaşının içindeyken emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı devrimciliği temsil etmeye başlamıştır. Halka ve komünistlere alçakça düşmanlık gütmüş ve onlardan gelen her hareketi gaddarca ezmiştir. Mao Zedung’un Yeni Demokrasi kitabına aldığı dipnotunda, Stalin de bundan söz ediyor. Ayrıca Şnurov’un kitabındaki bilgiler son derece öğreticidir. M. Kemal’in ‘tam bağımsızlık ilkesi’ pratikte (1938’e kadarki iktidar döneminde) görüldüğü gibi, emperyalizme teslimiyet, yarı sömürgeciliği seve seve kabullenmektir. M. Kemal’in Sun Yat Sen ile kıyaslanması doğru değildir. Olsa olsa Çan Kay-Şek’le kıyaslanabilir,” demektedir, Eylül 1971’de Ankara’da toplanan TİİKP Merkez Komitesi’ne hitaben yazdığı 29 Ağustos tarihli mektupta.[6] Bu görüşünü sık sık tekrarlayacaktır.)

Ama galiba en çok da, daha sosyalist harekete dâhil olan Kürtlerin dahi “Kürt” adını telaffuz edemeyip “Doğu Sorunu”ndan dem vurdukları bir dönemde, adıyla sanıyla “Kürt Sorunu”nu teşhis edip “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı Kürt sorunu bağlamında “ama”sız, “fakat”sız telaffuz edişiyle ayırt edilmeli. Aslına bakılırsa, Kaypakkaya’nın Kemalizm’den kopuşunun somutlandığı nirengi noktası da burada.

Bu konuyu açımlamaya girişmeden önce, dilerseniz gelin, Türkiye’de radikal devrimci hareketin biçimlendiği 1968 kesitine bir göz atalım…

 

Uluslararası Bağlam

1960’lı yıllarda sol/devrimci hareketlerde, Batı Avrupa’dan başlamak üzere SSCB’nin lideri olduğu sosyalist sisteme ve SBKP’nin temsil ettiği Marksizm yorumuna karşı radikal bir eleştirelliğin yükselişine sahne oldu. Bu eleştirellikte birkaç etkenin etkisi gözlemlenebilir. Özetle:

– Savaş sonrası SSCB’nin ağırlığı tahrip olan sınai altyapısının onarımına ve Batı kapitalizmiyle “kalkınma” yarışına girmesi sonucu devrimci atılımların atalete girmesi ve yönetimde bürokratikleşme;

– İkinci Dünya Savaşı sonundan itibaren uygulanagelen Keynesyen politikaların Batı kapitalizminde yol açtığı görece refah ve istikrardan Batılı ülke işçi sınıflarının nemalanması sonucu Komünist partilerde uzlaşmacı eğilimlerin ağırlık kazanması;

– Savaş sonrası bağımsızlığına kavuşan eski sömürgelerde (Güneydoğu Asya, Afrika; ABD emperyalizminin doğrudan “lebensraum”u olarak gördüğü Latin Amerika) siyasal bağımsızlığın emperyalist sistemden bağımsızlıkla pekişmedikçe bir avuç işbirlikçinin semirmesinden başka bir işe yaramayacağına dair bilincin yaygınlaşması; dolayısıyla da Üçüncü Dünya’da köylülüğün ve köylü mücadelelerinin öne çıkışı (Çin’de Mao, Vietnam’da Ho Chi Minh, Kore’de Kim Il Sung, Gine Bissau’da Amilcar Cabral, Kongo’da Lumumba, Küba’da Fidel Castro; Che ve Frantz Fanon’un görüşleri…) Ve birbiri peşisıra patlak veren ve başarıyla sonuçlanan bir dizi antiemperyalist devrim: 1952’de Mısır’da ve 1958’de Irak’ta İngiliz emperyalizmine darbe indiren ve kitlelerin desteğini alan ulusal burjuva devrimleri, 1954’te patlak veren ve sekiz yıl süren çetin bir savaştan sonra 1962’de Fransız emperyalistlerini ülkeden defeden Cezayir halkının bağımsızlık savaşının zaferi, 1959’da zafere ulaşan ve Latin Amerika’da bir dizi gerilla hareketine esin kaynağı olan Küba devrimi, 1960’lı yıllarda Angola, Mozambik ve Gine Bissau’da Portekiz sömürgeciliğine karşı gerilla savaşının başlaması ve Güney Afrika halkının Apartheid rejimine karşı direnişe geçmesi, yine 1960’ların ikinci yarısında Vietnam halkının ABD emperyalizmine ve uşaklarına ağır darbeler indiren ulusal kurtuluş savaşının zafere doğru yürümesi, 1965’de El Fetih’ın İsrail Siyonizmine karşı silahlı savaşıma başlaması, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Laos’ta, Filipinler’de, Birmanya’da, Tayland’da, İran’da, Kolombiya’da, Hindistan’da vb. çoğu Maoist eğilimli gerilla hareketlerinin gerici ve faşist yönetimlere karşı silahlı savaşıma girişmeleri…

“Bu dönemde devrimci güçler yüzlerini; ABD emperyalistlerine ve onlarla örtük bir anlaşma içinde olan Sovyetler Birliği’nin ‘barışçı geçiş’i öngören revizyonist yoluna karşı dünya proletaryası ve halklarını devrim yapmaya çağıran ve 1966’da ‘Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni başlatan Mao Zedung’un Çin’ine ve 1967’de OLAS’ı (=Latin Amerika Dayanışma Örgütü) kurarak bir başka devrimci odak olarak ortaya çıkan ve Latin Amerika ülkeleri başta gelmek üzere tüm dünyada özellikle ezilen halkların ABD emperyalizmine karşı devrimci kurtuluş savaşlarını destekleyeceğini ilan eden Castro’nun Küba’sına çevirmişlerdi. Bu dönemin kahramanları Ho Amca’lar, Che Guevara’lar, Amilcar Cabral’lar, Leyla Halit’ler, Çaru Mazumdar’lar, Douglas Bravo’lardı. Onlar, ideolojik esinlerini, esas olarak reformizme ve sosyal-demokrasiye doğru evrilmekte ve evrilmiş olan revizyonist ‘komünist partileri’nden ve Sovyet modern revizyonizminden değil, dünya proletaryası ve halklarını emperyalizme ve gericiliğe karşı silah elde savaşmaya çağıran Maoizm’den ve Kastroizm’den alıyorlardı,” diyor Garbis Altınoğlu[7].

Bunlara bir de, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yükselen 68 gençlik hareketlerinin anti-otoriter, anti-hiyerarşik ve ırkçılık karşıtı söylemlerinin Marksizm’in “kireçlenmiş” yorumları üzerindeki çözücü etkilerini eklemek gerekir.

Bu olguların tümü, şu ya da bu ölçüde, Türkiye’de 1960’ların sonlarında yaygınlaşan devrimci hareketlerin (büyük ölçüde TİP ve -gizli konumundan ötürü sınırlı ölçüde de- TKP ile karakterize olan) Sovyetik etkinin dışında gelişmesinde etken olmuştur.

 

İç Dinamikler: Kemalizm’le Ünsiyet

Ancak hiç kuşku yok ki, esas ağırlık, ülkenin iç dinamiklerindedir.

Ülkede devrimci gençlik hareketlerinin boy verdiği 1960’ların ortalarında sol sahne başlıca iki yönelimin etkisi altındadır: Türkiye’nin orta ölçüde sanayileşmiş bir ülke olduğu, bu nedenle de önündeki stratejinin işçi sınıfının fiilî öncülüğünde bir sosyalist devrim olduğunu ve bunun parlamentarist yoldan gerçekleştirilebileceğini savunan Türkiye İşçi partisi hattı ile, bir yandan TKP geleneğinden, bir yandan da 27 Mayıs askerî müdahalesinin teorisyenlerinden sol-Kemalist Doğan Avcıoğlu ekibi ve Yön hareketinden beslenen[8] ve ülkede kapitalizm, dolayısıyla da işçi sınıfının yeterince gelişmemiş olduğunu, bu nedenle öncelikli adımın sosyalist devrimin yolunu açacak olan anti-emperyalist ve antifeodal nitelikteki milli demokratik devrim olduğunu; bunun ise, mevcut düzen icazetli demokrasi olduğundan, ancak parlamento dışı yollardan gerçekleştirilebileceğini öne süren Milli Demokratik Devrim (MDD) hattı…

1960’ların ortalarından itibaren hızla politize olan devrimci gençlik hareketinin ilk adresi, TİP olacaktır. Ancak iki hat arasındaki ayırım belirginleştikçe, radikal eylemlere ve silahlı mücadeleye daha yakın gözüken MDD etkilenimi daha ağır basacak ve 1960’ların sonu ve 70’li yıllara damgasını vuracak olan radikal devrimci hareketler, THKO, THKP-C ve TKP-ML, 1968’de -kısa bir süre sonra ayrışmak üzere- Mihri Belli’nin etkili olduğu Aydınlık Sosyalist Dergi çevresinde toplanacaklardı.

Aşamalı devrim stratejisini benimseyen, antiemperyalizmi antikapitalizmden daha güçlü biçimde vurgulayan, bununla bağlantılı olarak “millîcilik” vurgusu taşıyan MDD hattının, toplumun “ilerici” kesimleri olarak nitelediği asker-sivil aydınların ideolojisi olarak tanımladığı Kemalizm’le ünsiyeti daha belirgindir; onu sosyalist devrimin ön-evresi olarak görülen demokratik devrimde “doğal müttefik” olarak görür:

“Bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye’yi özleyen her Türk yurtseveri, politik ve meslek teşkilatlarıyla işçiler, köy ve şehir emekçileri, Atatürkçü aydınlar, Kemalist Gençlik bu çağrıya kayıtsız kalmayacaklardır. Milli Cephe’nin bir an önce, en derin ve geniş surette kurulması, uzuvlanması için yaratıcı bir ruhla bütün ilericiler seferber olmuşlardır.

Bu safhada yani demokratik devrim safhasında en önemli ana meselelerde, yani anti-emperyalist ve anti-feodal savaş zorunluluğu konusunda gerçekten Atatürkçü çevreler arasında güç birliğine doğru kuvvetli bir eğilim belirmişken, işçi sınıfı öncülüğü konusunda baş mesele olarak ele alıp, muhayyel Halkçı’lara çatmak pek olumlu ve yapıcı bir tutum sayılamaz.”[9]

Bu “sevda”nın fazla uzun sürmediği, biliniyor. Türkiyeli devrimcilerin büyük bölümü, işçi-köylü-öğrenci hareketlerinin yükselişe geçişinden paniğe kapılarak 12 Mart muhtırasını devreye sokan ülke egemenlerine ve ABD’li “patronları”na karşı silahlı mücadele vermek için çıktıkları kırsalda ve 12 Mart işkencehanelerinde karşılarına “Türk ordusu” kimliğiyle dikilen Kemalizm’le son bağlarını kopartacaktır. THKO lideri Deniz Gezmiş’in idam sehpasında haykırdığı son sözler, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!” bir bakıma bu “kopuş”un tescilidir.

İbrahim Kaypakkaya ise, 68 kuşağında bu kopuşu ilk gerçekleştiren devrimcilerdendir.

 

68 Hareketi ve Kürt Sorunu

Şimdi dilerseniz bu kopuşun izini en belirgin olduğu alanda, “Kürt sorunu” bağlamında izleyelim…

Kürtler Cumhuriyet tarihi boyunca şiddetli uygulamalarla te’dip edilmiş, katliamlara, sürgünlere, zorla asimilasyona tabi tutulmuş ve “Kürt sorunu” ülkenin geri kalanına “unutturulmuştu”… 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti ile birlikte, Kürt coğrafyasında kısmî bir canlanma başlayacak, altyapı yatırımları ve dolayısıyla iki coğrafya arasındaki iletişim artarken, çeşitli vesilelerle sürgün edilmişler, topraklarına geri dönebilecekti. 50 ve 60’lı yıllar aynı zamanda çok sayıda Kürt gencinin Türk üniversitelerinde öğrenim görmesine tanık oldu.

Irak’ta 1958 yılında Cumhuriyet ilan edilmesi ve o güne dek ağır baskılar altında yaşayan Kürtlerin göreli özgür bir ortama kavuşması; Molla Mustafa Barzani’nin sığındığı Moskova’dan ülkesine davet edilerek yeni kurulan Kürdistan Demokrat Partisinin başına geçmesi, Irak Kürtlerinin özerklik talebini yükseltmeleri, Türkiye Kürtlerinde ulusalcı bir siyasallaşmaya yol açacaktı. Bu siyasallaşmanın gövdesini üniversitelerde okuyan Kürt öğrenciler ile Kürt entelijensiyası oluşturuyordu. Kürt illerinde ve İstanbul’da Kürt aydınlarının öncülüğünde dergiler yayınlanmaya başlamıştı.

Ne ki bu hareketlenme, Türk egemenlerin paniğe kapılması için yeterliydi. İktidarda son yıllarını yaşayan DP, düğmeye basmakta gecikmedi; 1959 Aralık’ında İstanbul ve Ankara’da 49 Kürt öğrenci ve aydın tutuklandı. MİT’ten Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a, “ekabiran”ın çoğunluğu tutuklananların asılmasından yanaydı; “Asalım ve İstanbul’da Taksim meydanında bir hafta sallandıralım, benzerlerine de ibret olur,”[10] diyordu örneğin, Celal Bayar.

49’lar davası 27 Mayıs darbesinden sonraya sarktı; 49’ları yeni Kürt toplu tutuklamaları izleyecekti. Askerî çevrelerde, “DP’nin ‘Kürtçüler’le işbirliği içerisinde ülkeyi bölünmenin eşiğine getirdiği” havası hâkimdi… 19 Ekim 1960’ta çıkartılan mecburi iskân yasasıyla tutuklu Kürtlerin bir kısmı sürgün edildi. Baskıların kamuoyuna yansıtılan gerekçesi ise, (27 Mayıs ruhuna uygun olarak), “Ağalığı, aşiret düzenini tasfiye etmek”ti… Ve şiddetli bir inkâr ve asimilasyon politikası bir kez daha devreye sokuldu: Kürtlerin Türk boyundan geldikleri iddiaları; “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Kürtçe ve Ermenice köy ve mıntıka adlarının Türkçeleştirilmesi; bölge yatılı okullarının kurulması…

Ancak 1960 darbesi, aynı zamanda (“sol Kemalistler”in “sosyalizme doğru bir ilk adım olarak karşıladığı) “planlı kalkınma” [ya da (gerçekte sosyalist alternatife karşı) uluslararası ölçekte devreye sokulan Keynesyen politikalar] çabalarının önünü açacaktı. “Kalkınma” retoriği, özellikle sol çevrelerde hegemonik hâle gelmişti; bu durum (sosyalizme değilse de) sola MBK indinde bir “meşruiyet” sağlıyordu.

27 Mayıs’ın sağladığı basın özgürlüğü ortamında Kürt (günün söyleminde “Doğu”) sorunu, Türkiye kalkınması problematiğinin mütemmim bir parçası olarak yerini almaktaydı: ağalığın, aşiret düzeninin, feodalitenin tasfiyesi; “Doğu”nun kalkınması… Kürt aydınları Kürt sorununu bu “kalkınma” retoriğinin içine yedirmelerine karşın, yayınladıkları – kısa yayın yaşamları çoğunlukla tutuklamalar ve yasaklanmalarla son bulan- dergilerde (Barış Dünyası, Dicle-Fırat, Roja Newe, Deng, Reya Rast, Yeni Akış…) Kürtler üzerindeki baskılar, anadil hakkı gibi kimliğe değgin sorunlara da eğiliyor ve sağ basında ırkçı ve şoven söylemlerin zincirinden boşanmasını tetikliyorlardı.

Kürt sorunu çevresindeki tartışmalar, Türk sağının azgın Kürt düşmanlığının da etkisiyle, giderek “ekonomik kalkınma” sorunundan “ulusal sorun” boyutuna doğru evrilmekteydi. Devrimci mücadelenin yükselişiyle atbaşı, çoğunlukla da içiçe gelişen bu sürecin ilk ete-kemiğe bürünmüş biçimi, Doğu mitingleri ile bu mitinglerin kattığı ivmeden doğan Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) idi. Ümit Fırat’ın tanıklığıyla:

“(…) Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kurulması ve örgütlenmesiyle birlikte pek çok Kürt aydını ve yerel politikacısı bu hareketin saflarında aktif olarak politik mücadeleye giriştiler. Bir çok üniversiteli Kürt genci, gerek TİP’in çeşitli örgüt birimlerinde, gerekse de başta Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) olmak üzere çeşitli ilerici gençlik örgütleri içerisinde yer aldılar. Ancak bu insanlar özellikle TİP içerisinde yasal bir dayanağa sahip olmamakla birlikte fiili olarak kendi ulusal kimlikleri ile çalışmalarını sürdürmekteydiler. Kendi aralarında alternatif bir politik platforma sahip olmamakla birlikte kendiliğinden meydana gelmiş bir gruplaşmaya yönelmişlerdi. Bu gruba o günün yasal bazı sakıncaları nedeniyle ‘Kürtler grubu’ denilmemesine karşın, ‘Doğulular grubu’ denilmek suretiyle ayrı bir grup oldukları bir bakıma statüleştirilmiştir. Bu grup TİP içerisindeki her bölgeden Kürtler için bir çekim ve ortak hareket alanı olmuştur.”[11]

60’lı yılların ikinci yarısında yükselen devrimci hareket, Kürt gençlerinin TİP’in sınırlarını aşmasında etken oldu: Bu gelişmede 1967’de Kürt (o zamanki adıyla “Doğu”) bölgelerinde, TİP’in de katılımıyla düzenlenen ve bölgenin geri bıraktırılmışlığına olduğu kadar, anaakımda egemen olan Kürtlere yönelik aşağılayıcı tutum ve ifadeleri de hedef alan “Doğu mitingleri”nin önemli bir payı vardır: 16 Eylül’de Diyarbakır; 24 Eylül’de Silvan; 1 Ekim’de Siverek; 8 Ekim’de Batman; 15 Ekim’de Dersim; 22 Ekim’de Ağrı ve nihayet 19 Kasım’da Ankara. Bu mitinglerde bir “ayrılık” talebi dile getirilmemekte, “ulusların kaderini tayin hakkı”ndan söz edilmemektedir; “geri bıraktırılmışlık” koşullarına tepki ön plandadır. Ancak Kürdistan doğal kaynaklarının yağmalanması ve emek sömürüsüne tepkinin yanısıra, ulusal onura saygı ve anadile ilişkin talepler de yükseltilmektedir.[12]

Bu mitingler, ve onların yarattığı ivmeyle Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO – 1969) kurulması, tahmin edilebileceği üzere tüm düzen partilerinin sinir uçlarını ayağa kaldıracaktı.

DDKO amaç olarak,

– “Üniversitelerde bulunan Kürt gençlerini belirli bir kültür çalışması içine çekmek, aralarında maddi dayanışmayı kolaylaştırmak; ve

– Türkiye’de ırkçı-şoven, resmi ideolojik kaynaklı bütün şartlanmaları kırmak, halkların kardeşçe ve eşitçe yaşayabilmeleri yönünde mücadele veren demokrat ve devrimci kuruluşlar yelpazesinde yerlerini almak”

düsturlarını benimsemişti ve “özellikle ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı konusunda çeşitli sol çevreler arasında geniş ve yaygın tartışmalar”ı hedefliyordu. Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Ergani, Silvan, Kozluk ve Batman’da örgütlenen Ocaklar, “Kürt halkının varlığına, dilinin, kültürünün, tarihinin ve folklorunun varlığına saygı gösterilmesini istemiş; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ışığı altında Kürt halkının asimile edilmesine, Kürtlerin yaşadığı bölgede komando zulmüne, toprak ağalığına, şeyhliğe ve aşiretçiliğe” karşı çıkmış; “Türkiye’deki tüm halkların eşitliğine ve özgürlüğüne dayanan bir amaca yönelmişlerdir.”[13]

Bu gelişmeler Türk düzen partilerinin, statükonun sinir uçlarını ayağa kaldırmaya yetmişti, dedim. Üstüne üstlük, Molla Mustafa Barzani Kuzey Irak’ta (Güney Kürdistan) bir süredir sürdüregeldiği özerklik mücadelesini kısmen kazanmış, 11 Mart 1970 tarihinde Kürtlerle Irak hükümeti arasında bir anlaşma imzalanmıştı. Anaakım basında dizginlerinden boşanan ırkçı-şoven söylem bir yana, devlet, o bildik yöntemini, “devlet terörü”nü harekete geçirmekte gecikmedi. 1970 başlarından itibaren Silvan, Kozluk, Batman, Hakkâri, Mardin, Siirt, Diyarbakır gibi, özellikle DDKO’nun etkin olduğu illerde yoğun komando operasyonları başlatıldı. DDKO’nun Cumhurbaşkanı’na sunduğu 15 Mayıs 1970 tarihli raporda Kürt illerindeki komando faaliyetleri şöyle betimlenmekteydi:

“Ocak ayı sonlarından beri Doğu’da askeri birliklerce tatbik edilen toplu indirme harekâtına özellikle Diyarbakır, Mardin, Siirt, Hakkâri yörelerinde girişilmiş ve hâlen eşkıya avı maskesi altında devam etmektedir. Her köy aynı saat ve aynı şekilde basılmakta, her köyde aynı işkence biçimleri uygulanmaktadır. Köyün etrafı motorlu araçlarla sarılmakta, helikopterlerle köyün üzerinde uçuşlar yaptırmakta, köylülere hiçbir şey sorulmadan dövülerek, evlerinden alınarak, belli alanlarda kadın-erkek ayrı ayrı toplanmaktadır. Bu özel kamp yerlerinde onlara ‘silah getirin’ denilmekte, köylü silah olmadığını söyleyince falakaya yatırılmakta, yerlerde süründürülüp koşturulmakta, piramitler kurdurularak birbirine bindirilmekte, bunlarla da yetinmeyerek köylüler çırılçıplak soyundurulmakta, kadınların mahrem yerlerine el atılıp iğrenç muameleler yapılmaktadır. Bu işkencelerde ölenlerin sayısı fazladır. Çırılçıplak soyunan kadın ve erkeklerin üzerlerine su dökülerek saatlerce kamçılanarak sehpalardan baş aşağı astırılmaktadır. Bu işkenceler sonucunda intihara teşebbüs eden köylüler oldu. Yer yer çıplak edilen erkeklerin tenasül uzuvlarına ip bağlanıp kadınların eline verilerek, bütün köy gezdirilmektedir. Yine çırılçıplak edilen kadınların köy içinde bütün gün boyu dolaştırılmaları olayına sık sık rastlanılmaktadır. Yine bu baskınlardan birçoğunda köylülerden kadın istenmiş ve bunun için kadınlarını vermeyen köy halkı işkenceye tabi tutulmuştur.”[14]

Türkiye devrimci-sosyalist hareketi içerisinde yer alan unsurların Kürt sorunundaki bu gelişmeler karşısındaki tepkileri ikircimli olmuştur. Bir yandan Stalin’in Türkçe’ye çevrilerek (1969, Sol Yayınları) geniş okur kitleleriyle buluşan Marksizm ve Milli Mesele’sinde, Lenin’in Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nda ulusal sorun üzerine yazdıkları; bir yandan Kürt halkının eşitlik ve onur talepleri karşısında rejimin acımasız baskıları, bir yandan Kemalizm ile henüz kapatılamamış hesaplar, Mustafa Kemal’i “tamamlanmamış bir millî demokratik devrim”in önderi, “ulusal bağımsızlık”ın kalpaklı komutanı sanma yanılsaması.

Böylelikle solun biçimlenmekte olan Kürt sorun ve talepleri karşısındaki tutumu, genellikle, “Kürt halkı vardır; Kürt sorunu vardır; ama bu sorun ancak sosyalizmde çözülecektir; bunun için de Kürt ve Türk devrimcilerin, devrim için omuz omuza mücadele etmesi gerekir. Böl-yönet, emperyalizmin politikasıdır; bölünmeyelim, parçalanmayalım”la sınırlıdır.[15]

 

İbrahim Kaypakkaya ve Kürt Sorunu

Ancak Türkiye devrimci hareketi içerisinde sorunun, “Kürt ulusunun ayrılma hakkı dâhil kendi kaderini tayin hakkı” çerçevesinde en net telaffuzu İbrahim Kaypakkaya’dan gelmiştir.

“Kürt sorunu” üzerine düşünceleri, öyle gözüküyor ki Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP)’nin, Malatya-Tunceli sorumlusu olarak görev yaptığı Doğu Anadolu Bölge Komitesi’ndeki (DABK) faaliyetleri (1970-72) sırasında kristalize oldu. Partisine sunduğu “Kürecik Bölge Raporu” Kürtler arasındaki çalışmalarının somut örneklerindendir. Kaypakkaya Kürecik’de 20’si Kürt, çoğu Alevi 21 köyde çalışma yürüttüğünü belirtmektedir.[16] Köylerin sınıfsal yapısı, üretim araçları, mülkiyet ilişkileri, ticaret, sınıfların devrimci mücadele karşısındaki tutumları, köylülerin ağalara karşı mücadeleleri gibi başlıkların ele alındığı rapordaki şu ifadeler, Kürtler üzerindeki ulusal baskıların yol açabileceği sonuçlar konusundaki “farkındalığı”na işaret ediyor:

“Faaliyet gösterdiğimiz 21 köyden, 20 tanesi Kürt’tür, Alevi köylerin hepsi de Kürt’tür. Fakat bölgede Kürt milliyetçiliğinin en küçük bir belirtisine bile rastlamak olanaksızdır. Tersine, egemen sınıfların zorla “Türk’leştirme” politikası epey başarı kazanmış ve Kürtler arasında bile ‘Türk milliyetçiliği’nin baş göstermesine yol açmıştır. Halkın çoğunluğu, yoksul Kürt ve Alevi olduğu için yüzyıllardan beri üçlü bir baskının (ekonomik, ulusal ve dini baskıların) boyunduruğuna koşulmuşlardır. Baskıların baş uygulayıcısı olan egemen sınıfların zorba devlet gücü, halkta korku yaratmayı da bir ölçüde başarmıştır. Bu korku özellikle yaşlılarda kendini gösteriyor ve bunlar, silahlı mücadele söz konusu olunca aşırı çekinceli davranıyorlar. Kasımoğlu ve Dersim ayaklanmalarının bastırılmasının ve bundan sonra ezilen halka vahşice işkence edilmesinin de bu aşırı ihtiyatlılıkta payı vardır.”[17]

Lenin ve Stalin’in ulusal sorun konusundaki tezlerinin kuramsal çerçevesi ile Kürt hareketinin 1960’ların sonlarında yakaladığı ivmenin pratik deneyimlerine ilişkin gözlemleri, mensubu olduğu PDA/TİİKP hareketine yönelik eleştirileriyle birleştiğinde, onda Kemalizm’le de kesin kopuşu oluşturan görüşlerini biçimlendirmiş olmalı. Nitekim sonradan TKP-ML’yi oluşturmak üzere ayrılacağı TİİKP hattına yönelik ilk eleştirileri, “Milli Mesele” çerçevesindedir ve Kaypakkaya’nın Aralık 1971’de kaleme alıp, PDA’dan ayrıldıktan sonra gözden geçirerek Haziran 1972’de yayınladığı “Türkiye’de Milli Mesele” başlıklı makalesinde yer alır. (Bu makale Kaypakkaya’nın Kürt sorununa ilişkin tüm görüşlerini derli toplu biçimde sunduğu için, yazının bundan sonraki bölümünde esas alınacaktır):

Kaypakkaya’nın Kürt sorunu konusunda TİİKP’ne yönelttiği eleştirinin özü, parti program taslağında Kürtlerden bir “ulus” olarak değil de bir “halk” olarak söz edilmesi ve parti desteğinin “Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı”yla sınırlı tutulmasıydı. Oysa Kaypakkaya “halk” ile “millet” kavramlarının ayırt edilmesi gereğini ısrarla vurgulamaktadır:

“Şafak revizyonizmine göre milli baskı, Kürt halkına uygulanmaktadır. Bu, milli baskının ne olduğunu anlamamaktır. Milli baskı, ezen, sömüren ve hâkim milletlerin hâkim sınıflarının, ezilen bağımlı ve uyruk milletlere uyguladığı baskıdır. Türkiye’de milli baskı, hâkim Türk milletinin hâkim sınıflarının, sadece Kürt halkına değil, bütün Kürt milletine, sadece Kürt milletine de değil, bütün azınlık uyruk milliyetlere uyguladığı baskıdır.

Halk ve millet aynı şeyler değildirler. Halk kavramı, bugün genel olarak işçi sınıfını, yoksul ve orta hâlli köylüleri, yarı-proleterleri ve şehir küçük-burjuvazisini kapsar. Geri ülkelerde, halk sınıflarına bir de emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizmine karşı, demokratik halk devrimi safında yer alan milli burjuvazinin devrimci kanadı girer. Oysa millet, hâkim sınıflar da dâhil, bütün sınıf ve tabakaları içine alır. ‘Millet [veya ulus]; dil, toprak, iktisadi yaşantı birliğinin ve ortak kültür biçiminde beliren ruhi şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi olarak meydana gelmiş istikrarlı bir topluluktur’ (Stalin). Aynı dili konuşan, aynı toprak üzerinde oturan, iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme birliği içinde olan bütün sınıf ve tabakalar, milletin kapsamına dâhildirler. Bunların içinde devrimden menfaati olan, devrim safında yer alan sınıf ve tabakalar olduğu gibi, devrime düşman olan ve devrimle karşı-devrim arasında bocalayan sınıf ve tabakalar da vardır. (…)

Bugün Kürt halkı kavramına Kürt işçileri, Kürt yoksul ve orta hâlli köylüleri, şehir yarı-proleterleri, şehir küçük-burjuvazisi ve Kürt burjuvazisinin demokratik halk devrimi saflarına katılacak olan devrimci kanadı girer. Oysa Kürt milleti kavramına, bu sınıf ve tabakalardan başka, Kürt burjuvalarının diğer bütün kesimleri ve Kürt toprak ağaları da girer. Bazı çokbilmiş akıldaneler, toprak ağalarının milletten sayılamayacağını iddia ediyorlar. Hatta bunlar Kürt bölgesinde toprak ağalarının mevcut olması sebebiyle Kürtlerin henüz bir millet teşkil etmediği kerametini de yumurtluyorlar. Bu, korkunç bir demagoji ve safsatadır. Toprak ağaları aynı ortak dili konuşmuyor mu? Aynı toprak üzerinde oturmuyor mu? Aynı iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme birliği içinde bulunmuyor mu? (…)

Kürtlerin bir millet oluşturmadığını ileri süren tez, besbelli ki baştan sona saçmadır, gerçeklere aykırıdır ve pratikte de zararlıdır. Zararlıdır, çünkü böyle bir tez, ancak ezen, sömüren ve hâkim milletlerin hâkim sınıflarının işine yarar. Onlar böylece ezilen, bağımlı ve uyruk milletlere uyguladıkları milli baskıyı ve zulmü, kendi lehlerine olan bütün imtiyazları ve eşitsizliği haklı çıkaracak bir gerekçe bulmuş olurlar. Böylece proletaryanın, milletlerin eşitliği uğruna, milli baskıların, imtiyazların vs… kalkması uğruna yürütmesi gereken mücadele suya düşmüş olur. Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı suya düşmüş olur. (…) Türkiye’de Kürtlerin bir millet teşkil etmediğini iddia edenler, Türk hâkim sınıflarının borusunu öttürmektedirler. Bilindiği gibi Türk hâkim sınıfları da Kürtlerin bir millet olmadığını iddia etmektedir. Bunlar, Türk hâkim sınıflarının imtiyazlarını savunmak suretiyle çeşitli milliyetlere mensup emekçi halk kitleleri arasındaki güveni, dayanışmayı ve birliği alçakça sabote etmektedirler.”[18]

Net bir biçimde görülüyor; Kaypakkaya “Kürtleri devrim mücadelesine yedeklemek” kaygısıyla, onların bir ulus olduğunu inkâr etmiyor. Tersine, söze, Kürt burjuvalarının, toprak ağalarının vb. dâhil olduğu bir “Kürt ulusu”nun varlığını vurgulayarak başlıyor; yalnızca ezilenlerin, yoksulların, köylülüğün vb. (halk) değil, (Türk hâkim sınıflarıyla bütünleşen büyük toprak ağaları dışında) tüm Kürt ulusal kesimlerin “milli baskı” altında olduğunu belirtiyor (“Kürt işçileriyle, yarı-proleterleriyle, yoksul ve orta köylüleriyle, şehir küçük-burjuvazisiyle birlikte Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları da milli baskıya maruzdur. Ve Kürt milli hareketinin saflarını bu sınıflar teşkil ediyor. Milli baskılara karşı birleşen bu saflardaki her bir sınıfın elbette kendine has emelleri ve hedefleri de var. Biz bunlardan neyi, nereye kadar destekleyeceğimizi ilerde belirteceğiz”) ve “kaderini tayin hakkı”nın sınıfsal (“halk”) bir konumlanışa değil, “ulus”a ait olduğunu vurguluyor.[19]

Kaypakkaya’ya göre “ulusal baskı”nın nedeni, yalnızca “yıldırmak” değil, ülkenin bütün pazarlarının maddi zenginliklerinin rakipsiz hâkimi olmak”, Yeni imtiyazlar edinmek, eski imtiyazları en son sınırına kadar genişletmek ve kullanmak”tır. Bir başka deyişle, “ulusal sorun”, ezen ulus egemen sınıflarının iktisadî çıkarları, “ulusal Pazar” üzerindeki hâkimiyeti tesis etme girişimiyle ilintilidir. Ezen ulus egemen sınıfları, bu amaçları doğrultusunda ezilen ulusun (çıkarlarını doğrudan kendilerine bağlamış kesimler dışındaki) tüm unsurları üzerinde baskı uygularlar.

Bu bağlamda, Kaypakkaya’nın “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na yönelik tutumu “ama’sız, fakat’sız”, tereddütsüz bir destektir. Örneğin MDD’nin lideri Mihri Belli’nin şu satırlarında duyumsanan, “Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmesi durumunda tercihlerini gericilikten, feodal bağlardan yana kullanabilirler” kaygısını hiçbir şekilde paylaşmamaktadır:

“Türkiye’de etkin topluluklar için ve özellikle Kürtler için ana dil ve kültür eğitimlerinin, merkezi, laik, devrimci bir cumhuriyet maarifi yönetiminde olmasını gerekli gördüğümüzü belirttik… Tarihi köklere dayanan Türklerle Kürtler arasındaki kardeşliğin, Türkiye’de ulusal birliğin, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün hangi biçimde olursa olsun baltalanması, hem Türklerin, hem Kürtlerin gerçek çıkarlarına aykırı sonuçlara varır ve dünyanın bu bölgesinde emperyalizmin durumunu güçlendirir.”

Kaypakkaya M. Belli’nin bu kaygısını “hâkim millet şovenizmi” olarak tanımlamaktadır. Ona göre “komünist tutum”, “Kürt milletinin ayrı devlet kurma hakkını olanca gücümüzle savun”mak, “devlet kurma hakkının herhangi bir ulusun tekelinde imtiyaz olmasını reddet”mektir..

Kaypakkaya tüm bunları tanır tanımasına da, “ulusal devlet”in eninde sonunda burjuvazinin iç pazarı ele geçirmek zorunluluğunu karşılayan bir mekanizma olduğu olgusunu da gözardı etmez; bir başka deyişle, ezen ya da ezilen ulusun “devlet”ini fetişleştirmez. “Ulusal hareketler”in ezilen ulusların burjuvazisinin öncülüğünde geliştiği olgusunu görmezden gelmez. Ona göre, Türkiye Kürdistanı’nda ikili bir dinamik yürürlüktedir:

“Bugün Türkiye Kürdistanı’nda ‘hızla güçlenmekte’ olan hareket, hem Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının başını çektiği Kürt milli hareketidir, hem de ezilen ve sömürülen Kürt işçi ve köylülerinin, gittikçe komünist bir önderlikle birleşme istidadı gösteren sınıf hareketi yani, halk hareketidir. Birincisi, sadece Türk hâkim sınıflarının milli baskılarını ortadan kaldırmaya ve aynı zamanda Kürt burjuvazisinin ve toprak ağalarının ‘iç pazarı’ ele geçirmesi amacına yöneldiği hâlde; ikincisi hem Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının sömürü ve baskısına, hem de milli baskıya, milliyetlerin ezilmesi politikasına karşı yönelmiştir.”

İbrahim Kaypakkaya’ya göre, günümüzde “ister ayrı bir devlet kurmakla sonuçlansın, ister başka şekilde” ezilen ulus burjuvazileri, toprak ağaları vb. öncülüğünde yürütülen ulusal hareketlerin, “milli demokratik devrim”i tamamlama, yani emperyalizm ve feodalizmi tasfiye etme yeteneği yoktur. Yine de bu, proletaryanın gerçekleştirebileceği bir görevdir. Komünistlerin “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunması, bu durumun saptanması ve kabulünden bağımsızdır.

Öyle ki, Kaypakkaya, dönemin devrimci/sosyalistlerini de etkilemiş olan “Şeyh Sait İsyanı’nın gerici/işbirlikçi niteliği”, “emperyalizmin bir oyunu” olduğu retoriği karşısında bu durumu çok net hatlarla ifade ediyor:

“Kürt isyanlarının yeni Türk devleti tarafından vahşice bastırılmasını ve peşinden yapılan kitle katliamlarını feodalizme karşı yönelmiş ‘ilerici’, ‘devrimci’ bir hareket diye alkışlayanlar, sadece ve sadece iflah olmaz hâkim ulus milliyetçileridir. Böyleleri, yeni Türk devletinin sadece feodal Kürt beylerine saldırmadığını, çoluk-çocuk, kadın-erkek bütün Kürt halkına da vahşice saldırdığını, onbinlerce köylüyü katlettiğini görmezlikten geliyorlar. Böyleleri, yeni Türk devletinin bu katliamları yaparken, kendisine karşı çıkmayan feodal beylere candan dostluk gösterdiğini, bunlara destek olduğunu ve bunları güçlendirdiğini unutuyorlar. (…)

Bir de, Şeyh Sait ayaklanmasının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu iddiasıyla, Türk hâkim sınıflarının milli baskı politikasını savunmaya yeltenen sözümona ‘komünistler’ var. Biz burada İngiliz emperyalizminin parmağı olup olmadığını tartışmayacağız. Böyle bir iddiayla milli baskı politikasının savunulup savunulmayacağını tartışacağız. Şeyh Sait isyanının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağının olduğunu varsayalım. Bu şartlarda bir komünist hareketin tutumunun nasıl olması gerekir? Birinci olarak, Türk hâkim sınıflarının Kürt milli hareketini zorla bastırma ve ezme politikasına kesinlikle karşı çıkmak, buna karşı aktif bir şekilde mücadele etmek, Kürt milletinin kendi kaderini kendisinin tayin etmesini istemek, yani ayrı bir devlet kurup kurmamaya bizzat Kürt milletinin karar vermesini istemek. Bu, pratikte dışarıdan müdahale edilmeksizin, Kürt bölgesinde genel oylama yapılması, ayrılma veya ayrılmama kararının bu yolla veya buna benzer bir yolla bizzat Kürt milleti tarafından verilmesi anlamına gelir. Kürt hareketini bastırmak için yollanan bütün askeri birliklerin geri çekilmesi, her türlü müdahalenin kesinlikle önlenmesi, Kürt milletinin kendi geleceği hakkında kendisinin karar vermesi, komünist hareket birinci olarak bunun için mücadele eder ve Türk hâkim sınıflarının bastırma, ezme, müdahale politikasını kitlelere teşhir eder, ona karşı aktif olarak savaşırdı. İkincisi, İngiliz emperyalizminin milliyetleri birbirine düşürme politikasını, bunu her milliyetten emekçi halka, bunların birliğine verdiği zararı kitlelere teşhir eder, İngiliz emperyalizminin müdahale, içişlere burnunu sokma politikasıyla aktif olarak savaşırdı. Üçüncüsü, Kürt ulusunun ayrılmasını, ‘bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar’, bizzat ayrılmayı destekleme veya desteklememe yolunda bir karara varırdı. Eğer ayrılmamayı proletaryanın sınıf menfaatlerine uygun buluyorsa, Kürt işçileri ve köylüleri arasında bunun propagandasını yapardı; özellikle Kürt komünistleri, kendi halkı arasında birleşmenin propagandasını yapardı ve milli baskılara karşı mücadeleyi toprak ağalarının, mollaların, şeyhlerin, vb. durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele ederdi. Buna rağmen Kürt ulusu ayrılma yönünde karar verirse, Türk komünistleri buna razı olur, ayrılma isteğinin karşısına zor çıkarma eğilimleriyle kesinlikle mücadele ederdi. Kürt komünistleri ise Kürt işçi ve emekçileri arasında “birleşme”nin propagandasını yapmaya, emperyalist müdahaleyle mücadeleye; Kürt feodal beyleriyle, şeyhlerle, mollalarla, burjuvazinin milliyetçi amaçlarıyla mücadeleye devam ederdi. 

Eğer komünist hareket, Kürt ulusunun ayrılmasının proletaryanın sınıf menfaatleri açısından faydalı olacağına karar verirse, mesela ayrılma hâlinde Kürt bölgesinde devrim imkânı artacaksa, o takdirde bizzat ayrılmayı savunurdu; hem Türk işçi ve emekçileri arasında, hem de Kürt işçi ve emekçileri arasında ayrılmanın propagandasını yapardı. Her iki hâlde de, Türk işçi ve emekçileriyle Kürt işçi ve emekçileri arasında sıcak ve samimi bağlar doğardı. Kürt halkı, Türk halkına ve komünistlere büyük bir güven ve dostluk duygusu beslerdi. Halkların birliği pekişir, devrimin başarısı daha da kolaylaşırdı.” (ss.189-190.)

Bu satırların programatik bir değer taşıdığını düşünüyorum. Devrimcilerin, sosyalistlerin desteklediği UKTH, bir “ilke”dir. Bu ilkeyi, kendi egemen sınıflarının ezilen ulus karşısında uyguladığı her türlü baskı ve tahakküme karşı çıkarak hayata geçirirler. Ötesi, yani ilkenin pratikte alacağı biçimler ise, farklı tutumlara yol açabilir. Bir başka deyişle, ezilen ulusun ayrı devlet kurma “hakkı”nın desteklenmesi başka, o ulusun egemen sınıflarının desteklenmesi[20] başka şeylerdir. Devrimciler, sosyalistler, bir yandan ezilen ulusların ulusal tahakkümden, boyunduruktan kurtulma mücadelelerini, yani ezilen ulusun ezen ulusa karşı mücadelesini, ama aynı zamanda (her iki ulustaki) tüm ezilenlerin, sömürülenlerin kardeşliğini ve sömürücü sınıflara karşı mücadelesini desteklerler. Ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı ilkeseldir; ama her iki ulusun komünistlerinin bu hakkın kullanılış tarzı konusundaki tutumlarını, konjonktür belirleyecektir… İşçi sınıfı açısından aslolan ise, “farklı milliyetlerden proleterlerin” şu ya da bu ulusal bayrağın değil, kendi sancağının etrafında toplanması, yani “Enternasyonal”dir.

“Türkiye’de Milli Mesele” makalesinin bir başka çarpıcı yönü ise, onun “işçi-köylü-emekçi güzellemeleri”ne prim vermeksizin, popülizme düşmeksizin Türkiye’de emekçilerin egemen sınıfların ideolojik hegemonyası altında olduğunun bilinci ve bunu çekinmeden dile getirmesidir. Kaypakkaya emekçiler üzerindeki ideolojik hegemonyaya karşı mücadelenin de altını çizer:

“Öte yandan, ‘Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri’nin bugün Kürt milletinin en haklı ve ileri isteklerini dahi desteklediğini iddia edemeyiz. Bu, sadece arzu edilen bir şeydir ama, ne yapalım ki, gerçek değildir. Türk işçi ve köylülerinin bilinçleri, Türk hâkim sınıfları tarafından milliyetçilik ideolojisiyle geniş ölçüde karartılmıştır. Hâkim ulus milliyetçiliği, değil köylülerin, proleterlerin en ileri unsurlarının bile gözlerini az çok karartmıştır. Yani özellikle Türk komünistlerinin önünde Türk milliyetçiliğini yıkmak görevi, işçi ve köylüleri burjuva milliyetçiliğinin her türlü kalıntılarından temizlemek görevi vardır.” (s.201.)

Ve Kaypakkaya’ya göre Türkiye’de “hâkim sınıf milliyetçiliği”nin, ya da egemen ideolojinin kaynağı, Mustafa Kemal ve Kemalizm’dir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkına olan ilkesel bağlılık, onun Kemalizm’le kopuş momentlerinin en önemlilerinden birini oluşturmaktadır:

“Kaldı ki, M. Kemal, Sivas Kongresi’nde merkezi otorite diye bir şeyin mevcut olmadığı veya iyice çöktüğü şartlarda Kürtlerin varlığından sahte bir edayla bahsederek, gerçekte Kürt milletinin olası bir ayrılma hareketini engellemek istemiştir. Onların, Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının boyunduruğuna razı olmalarını sağlamak istemiştir. M. Kemal’in bütün hayatı Kürt milletine ve diğer azınlık milliyetlere baskı ve zulüm örnekleriyle doludur. Türkiye’de milli meselede komünistlerin kendilerine destek edinemeyeceği biri varsa, o da M. Kemal’dir. Hatta Türkiye’de en başta mücadele edilecek milliyetçilik, hâkim ulus milliyetçiliği olan M. Kemal milliyetçiliğidir. İnönü’nün Lozan’da Kürtlerin de temsilcisi olduğunu iddia etmesi de, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkına açıkça bir saldırıdır. Kürt milletinin kaderini dışarıdan tayin etme alçaklığıdır. Kürt milletinin oturduğu bölgeyi Türkiye sınırlarına yani Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının hâkimiyet alanına, emperyalistlerle pazarlık yaparak dâhil etme kurnazlığıdır! Ve Türk milliyetçiliğinin en azgın bir biçimde tezahür etmesidir.” (s.212.)

Özetle, “millî mesele” ya da Türkiye’deki bağlamıyla Kürt sorunu konusunda Lenin ve Stalin’in görüşlerinden kalkınan İbrahim Kaypakkaya, “devlet kurma hakkı” olarak tanımladığı “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” konusunda, işçi sınıfının enternasyonal birliği[21] ile ulusların kendi devletlerini kurma hakkını aynı solukta savunmaktadır. Onun tercihi, emekçilerin “birliği”nden yanadır; ama “gönüllülüğe dayalı sağlam bir birlik”. “Yine komünistler,” demektedir, “genel olarak büyük devletler hâlinde örgütlenmiş olmayı, küçük küçük devletler hâlinde örgütlenmiş olmaya tercih ederler. Çünkü geniş bir alana kurulmuş büyük devletler, sınıf mücadelesi açısından, geniş çapta üretim yapılması açısından ve sosyalizmin inşası açısından daha elverişli şartlara sahiptir.” (s.206.)

Bu ol(a)madığı durumda, yani ezilen ulus tercihini ayrılmaktan, kendi devletini kurmaktan yana kullanıyorsa, o zaman yapılacak iş, bu karara (aktif destek sunulmasa, “birleşme” lehine propaganda yürütülse de) saygı göstermektir:

“Komünistler, Kürt milletinin ayrı bir devlet kurup kurmayacağı kararını tamamen ve kesinlikle Kürt milletine bırakır. Kürt milleti isterse ayrı bir devlet kurar, istemezse kurmaz. Buna karar verecek olan başkaları değil, Kürt milletidir. Komünistler, bir milletin ayrılma isteğinin önüne kendileri asla engel çıkarmayacağı gibi, burjuva ve toprak ağalarının hükümetinin engel çıkarma, zor kullanma girişimleriyle de aktif olarak mücadele eder. Her türlü dış müdahaleye karşı mücadele eder. Eğer Kürt proletaryası ve emekçileri ayrılmanın devrimi zayıflatacağının bilincinde ise, o zaten birleşmek yolunda elinden geleni yapacaktır; bilincinde değilse, onun adına dışarıdan müdahaleye kimsenin hakkı yoktur. Dışarıdan müdahale, zor kullanma, ayrılma isteğinin önüne engel çıkarma hangi gerekçeyle olursa olsun, ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’na bir tecavüzdür. Böyle bir tecavüz, işçilerin ve emekçilerin birliğini baltalar, birbirine güvenini sarsar, milli düşmanlıkları körükler, sonuç olarak, uzun vadede proletaryanın davasına büyük zararlar verir.” (s.209.)

Ve nihayet, İbrahim Kaypakkaya’nın, “peki ama bütün bunlar nasıl olacak? Sizin iktidarınızda ulusal sorun nasıl çözümlenecek?” gibi “projeci” bir soruya verdiği bir yanıt vardır:

“Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa, kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb… temeli üzerinde, bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir.” (s.215.)

Günümüzde Kürt çevreleri tarafından sıkça telaffuz edilen “Demokratik özerklik”, “komünalizm”, “ekolojik-demokratik toplum”, “demokratik cumhuriyet” gibi muğlak ve müphem kavramlardan çok daha net, açık ve akla yakın bir formülasyon, değil mi?

Eğer öyleyse, Kürt Hareketi’nin İbrahim Kaypaya’yı bir kez daha (örneğin Murray Bookchin’den daha) dikkatle okuması gerekmiyor mu?

 

15 Mayıs 2016, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 22 Mayıs 2016 tarihinde İstanbul’da, 29 Mayıs 2016’da Dersim’de düzenlenen “Tarihsel Miras ve Kaypakkaya Sempozyumu”na sunulan tebliğ…

[2] René Char.

[3] “Babası İbrahim Kaypakkaya’yı Anlatıyor”… http://www.cafrande.org/babasi-ibrahim-kaypakkayayi-anlatiyor-bir-defa-yuzunu-goreyim-dedim-ama-gostermediler/

[4] “TKP(M-L), TİKKO, TMLGB Davası” (Klasör No 3, Dosya No 1, Sıra No. 4).

[5] “Babası İbrahim Kaypakkaya’yı Anlatıyor”, http://www.cafrande.org/babasi-ibrahim-kaypakkayayi-anlatiyor-bir-defa-yuzunu-goreyim-dedim-ama-gostermediler/

[6] Turhan Feyizoğlu, İbo (İbrahim Kaypakkaya), Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2000.

[7] Garbis Altınoğlu, “Bir İbrahim Kaypakkaya Değerlendirmesi”, Teori ve Politika, Ekim 2006… http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/210-bir-ibrahim-kaypakkaya-degerlendirmesi

[8] Yön Hareketi’yle MDD arasındaki ilişki için bkz: Melek Zorlu, “TKP’den TİP’e Sol Kemalizm: MDD Örneği”, (Y. Lisans Tezi), A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Ana Bilim Dalı, Ankara 2006, öz. ss. 121-124.

[9] Mihri Belli (Mehmet Doğu), Yön Dergisi, Sayı: 48. Akt.: Haluk Yurtsever, Marksizm ve Türkiye Solu, El Yayınevi, ss. 186-187.

[10] “Sosyalizm ve Kürtler”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, s. 2112, İletişim Yayınları, 1988.

[11] Ümit Fırat, “Devrimci Doğu Kültür Ocakları”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, s. 2118, İletişim Yayınları, 1988.

[12] Bu mitinglerde taşınan pankart ve dövizler; “zamanın ruhu” hakkında fikir vermekte: “Doğu’nun kaderi açlık, işsizlik, hor görülme. Batı vatan, ya Doğu ne? Doğulu insanlığını ve vatandaşlığını mutlaka kabul ettirecektir. Batı’ya fabrika, yol, Doğu’ya komando, karakol. Batı’ya imar, Doğu’ya istismar. Milli gelir: Manisa 2350, Ağrı 500, Aydın 2500, Hakkâri 250… Dipçik değil uzanan el istiyoruz… Petrol, bakır krom bizde, yaşamak sizde!… Bazoka değil fabrika isteriz… Doğuluyu kovmak isteyenler kovulacaktır. Baskı cenderesi son bulsun… Mezarda yaşayanlar geliyor. Petrol kanımızdı onu da aldınız… Siyasi ve iktisadi baskınız içimizdeki ateşi söndüremeyecektir. Bölücü diyor kalkmış da. Oşt Ha! Bize mağara onlara villa. Birlik eşitlik ile olur. Ayrılanlar dağılır, parçalanır; birleşenler boyun eğmez, dayanır. Hak verilmez, alınır. Doğu müstemleke değildir! Dilimize hürmet ediniz. Ağa, şeyh komprador üçlüsüne paydos…” (“Sosyalizm ve Kürtler”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, s. 2129, İletişim Yayınları, 1988).

[13] Ümit Fırat, “Devrimci Doğu Kültür Ocakları”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, s. 2119, İletişim Yayınları, 1988.

[14] “Sosyalizm ve Kürtler”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, ss. 2131-32, İletişim Yayınları, 1988.

[15] Ne ki Türkiye devrimci hareketi günümüzde kimi çevrelerin iddia ettiği üzere Kürt sorunu karşısında “düşmanca” bir tutum içerisinde değildir; olmamıştır. Örneğin İsmail Beşikçi’nin Kürt sorununa ilişkin ilk ayrıntılı çalışması Doğu Anadolu’nun Düzeni’nin ilk baskısı Temmuz 1969’da 5000 nüsha olarak yapılmış ve kitap kısa sürede tükenmişti. O dönemin “ulusalcı” sol önderlerinden Mihri Belli dahi “hükümet gözetiminde Kürtçe yayın ve eğitim yapılması gereği”nden söz etmektedir. Ve Türkiye İşçi Partisi, 12 Mart rejiminde kapatılmasına yol açacak o ünlü kararı, 29 Ekim 1970’de gerçekleştirilen 4. Büyük Kongresi’nde almıştır. Kararda:

“(1) Türkiye’nin Doğu’sunda Kürt halkının yaşamakta olduğu; (2) Kürt halkı üzerinde, baştan beri, hâkim sınıfların faşist iktidarlarının, zaman zaman kanlı zulüm hareketleri niteliğine bürünen, baskı, terör ve asimilasyon politikasını uyguladıkları; (3) Kürt halkının yaşadığı bölgenin, Türkiye’nin öteki bölgelerine oranla geri kalmış olmasının temel nedenlerinden birinin, kapitalizmin eşitsiz gelişme kanununa ek olarak, bu bölgede Kürt halkının yaşadığı gerçeğini göz önüne alan hâkim sınıf iktidarlarının güttükleri ekonomik ve sosyal politikanın bir sonucu olduğu; (4) Bu nedenle ‘Doğu sorununu’ bir bölgesel kalkınma sorunu olarak ele almanın, hâkim sınıf iktidarlarının şoven-milliyetçi görüşlerinin ve tutumunun uzantısından başka bir şey olmadığı; (5) Kürt halkının Anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin, bütün anti-demokratik, faşist, baskıcı, şoven-milliyetçi akımların amansız düşmanı olan Partimiz tarafından desteklenmesinin olağan ve zorunlu bir devrimci görev olduğu; (6) Kürt halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini ifade ve gerçekleştirme mücadelesi ile işçi sınıfının ve onun öncü örgütü Partimiz öncülüğünde yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmek için, Kürt ve Türk sosyalistlerinin Parti içinde omuz omuza çalışmaları gerektiği; (7) Kürt halkına karşı uygulanan ırkçı-milliyetçi şoven burjuva ideolojisinin, Partililer, sosyalistler ve bütün işçi ve diğer emekçi yığınlar arasında yerle bir edilmesini sağlamanın, Partinin ideolojik mücadelesinin ve gelişmesinin temel ve devamlı bir davası olduğu; (8) Partinin, Kürt sorununa, işçi sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından baktığı” kayıt altına alınmıştır (Metin Çulhaoğlu, “40 Yıl Önce Kürt Sorunu”, Birgün, 20 Temmuz 2010, http://www.birgun.net/haber-detay/40-yil-once-kurt-sorunu-15348.html).

[16] İbrahim Kaypakkaya, “Kürecik Bölge Raporu”, (Ekim 1971). Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, 2004.

[17] İbrahim Kaypakkaya, “Kürecik Bölge Raporu”, (Ekim 1971). Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, 2004.

[18] İbrahim Kaypakkaya, “Türkiye’de Milli Mesele”, Aralık 1971, ss.171-173.

[19] Konumuzla doğrudan ilintili olmamakla birlikte, Kaypakkaya’nın, “Kürt milletinin dışında da bir ulus teşkil etmeyen azınlık milliyetler”in varlığına dikkat çekmesi ve “bunlar üzerinde de dillerini yasaklamak vb. şeklinde milli baskı uygulandığını” belirtmesi, kendi döneminde istisnai bir tutumdur.

[20] “…Dördüncü olarak, milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası, çeşitli milliyetlere mensup burjuvazi ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için yürüttükleri mücadelede tamamen tarafsız kalacaktır. Bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt milli hareketi içindeki Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eğilime asla destek olmayacaktır; burjuva milliyetçiliğine asla yardım etmeyecektir; Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için giriştikleri mücadeleyi kesinlikle desteklemeyecektir; yani, Kürt milli hareketi içindeki genel demokratik muhtevayı desteklemekle yetinecek, onun ötesine geçmeyecektir.” (İbrahim Kaypakkaya, “Türkiye’de Milli Mesele”, s. 194).

[21] “Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde, siyasi sendikal, kooperatif, eğitsel vb. örgütlerde kaynaştırılmasını savunur. İşçileri ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlerde toplama eğilimleriyle mücadele eder. Çünkü değişik milliyetlerin işçileri ve emekçileri, uluslararası sermayeye ve gericiliğe karşı ancak bu şekilde başarılı mücadele yürütme imkânına kavuşur; bütün milliyetlerin toprak ağalarının, din adamlarının ve burjuva milliyetçilerinin propagandasıyla ve gerici özlemleriyle ancak bu şekilde başarıyla mücadele etme imkânına kavuşur.” (İbrahim Kaypakkaya, “Milli Mesele”, s. 215).

Soykırımdan sürgüne Çerkesler

 

Karl Marx’ın, “Avrupa halkları! Bağımsızlık ve özgürlük için nasıl savaşılacağını kahraman dağlılardan öğreniniz. Onlar bu ilkelerin en belirli, en saygıdeğer temsilcileridir. Çerkesya haritada bağımsız bir ülke olarak görünmektedir. Hiçbir şey, parlamentodaki oylamalar bile tarihin akışını ve haklının sesinin kısılmasına yetmeyecektir. Çerkesya’nın Rusya’ya ait olmadığı gerçeği, o savaşçıların silahlarıyla kanıtlanacaktır,” diye tanımladığı bir halktır onlar…

Ve onlar için 21 Mayıs; Karadeniz’i daha karartan tarihtir; Karadeniz’in toplu mezara dönüştüğü günün simgesidir.

Çerkesler 1864’te sona eren Rus-Kafkas Savaşı ile birlikte insanlık tarihinin en trajik sürgünlerinden birini yaşadı. Nüfusun yüzde 70’i yurtlarından edildi. Onbinlercesi sürgün yollarında can verdi. Sağ kalanlar, dönemin Osmanlı topraklarına dağıtıldı. Bu trajik sürgün, Tuapse, Soçi ve Sohum gibi liman kentlerine toplanan yüzbinlerin gemilerle Varna, Samsun, Sinop, Trabzon gibi Osmanlı liman kentlerine nakledilmesi, oradan da Osmanlı topraklarına (Anadolu’ya, Ortadoğu’ya ve Balkanlar’a) dağıtılması ile sonuçlandı. Onbinlerce kişi yollarda açlıktan, hastalıktan ve soğuktan can verdi.[2]

Bilmem duydunuz mu, bilir misiniz? Öldüğünü anlayıp da Karadeniz’e atılmasınlar diye, anneler ölü çocuklarına durmadan -yaşıyormuşcasına!- ninni söylermiş!

Sürgünlerin binlercesi zor şartlarda yollarda, denizde öldü. Osmanlı topraklarına ulaşanların da binlercesi hastalık ve açlıktan kaybedildi. Göç edenlerin büyük kısmı deniz yolu ile gelmeye çalıştı. Yolcuların büyük kısmı hastalıktan kırıldı, bir kısmının bindirildiği gemiler Karadeniz’in dalgalarına dayanamayarak battı. Ölüm korkusu ile ne buldularsa binmeye çalıştılar. Yollarda bir kısım hasta ve zayıf yolcular, çocuklar, ihtiyarlar taşıyıcı gemi sahipleri tarafından denize atıldı.[3]

Bu Çerkesleri tarihi toprakları Çerkesya’dan çıkarıp, atmak üzere uygulamaya konan soykırım politikasının bir ürünüydü. 80 yıl süren savaşlardan sonra nihayet Rusya’nın galibiyeti ile sonlanmıştı. 21 Mayıs 1864’te son Çerkeslerin de gözyaşlarıyla ayrıldığı vatan topraklarında artık sadece yanmış, yıkılmış köyler ve gömülmesine bile izin verilmeyen cesetler kalmıştı.

Çarlık Rusyası’nın Çerkesya’ya karşı başlattığı sürgün ve soykırım harekâtında sonun başlangıcı 1862’ydi. Hedef; “Ya itaat, ya imha”ydı. Yaklaşık 1700’lere uzanan savaşlar boyunca teslim alamadıkları Çerkeslere uygulanan baskı ve şiddet politikaları bizzat Rus generallerin ağzından itiraf ediliyordu. Uygulanan kırım politikası; en ateşli savunucularından ve dönemin ünlü komutanlarından General Fadeyev’in, 1865’de yazdığı ‘Kafkasya Mektupları’nda kayıtlara şöyle geçiyordu: ‘Açık cinayetler, öldürme olaylarından tutun da hakaretler, aşağılamalar ve toprakların gaspına kadar, Çerkeslere her türlü eziyet ediliyor, baskı ve mezalim yapılıyordu.’

Rusya, Britanya ve Osmanlı İmparatorluğu üçgeninde Kafkas tarihinin en büyük insanlık suçuydu Çerkes Soykırımı…

Tarihi belgelere göre, Kafkasya Danışma Kurulu’nca hazırlanan ve 10 Mayıs 1862’de Çar I. Nikola tarafından imzalanan kararname ile Çerkesler için sonun başlangıcı da yürürlüğe giriyordu.

Bu tarihten iki yıl sonra, 1864’te Konsolos Dickson’ın Sohumkale’den dönemin İngiltere Başbakanı Earl Russell’a yazdığı raporda şu ifadeler kullanılıyordu:

“Rus birlikleri kıyıda toprak kazandıkça işgal edilen yerlerde bulunan yerli halkın hiçbir şekilde orada kalmalarına izin verilmemekte, yerli halk ya Kuban ovalarına ya da Türkiye’ye göç etmeye zorlanmaktadır.

Yaşadıkları topraklar, ateş ve kılıçla harabeye çevrildikten sonra Kuban steplerine nakledilmeyi ve böylece işgalcilere düzenli asker kaynağı hâline gelmeyi reddeden dağlıların önünde Türkiye’ye göç etmek dışında bir seçenek kalmamıştır.”[4]

Evet Çerkeslerin “Kara Günü”dür; 1915 veya Holokost neyse, 21 Mayıs 1864 de odur.

Dünya tarihindeki insanlık dramlarından biridir; en büyük sürgün ve soykırımlardan birinin simgesidir; tarihteki kara lekelerdendir; zalimliğe tepkinin ve öfkeyle gözyaşı dökmenin günüdür.[5]

21 Mayıs 1864 tarihi Çerkeslerin “Yas Günü” olarak kabul edilirken; “Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış kemikler vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafatasını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini islemem,” sözleri 1894 yılındaki Çerkes Sürgünü’nden 65 yıl sonra bölgeye giden Gürcü tarihçi Simon Canaşia’nın Şapsığ bölgesinde karşılaştığı sürgünün tanığı 91 yaşındaki bir Çerkes’e aittir![6]

Evet 21 Mayıs yas tutulacak bir tarih olmakla birlikte, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzan asimilasyon politikasının hatırlandığı gün de olmalıdır!

 

DİRENİŞ, MÜCADELE TARİH(LER)İ

Kafkasya coğrafyasının otonom halklarından Çerkeslerin, tarihinin M.Ö. 8000’li yıllardan daha da eski olduğu, yeni kazılarla bilinir hâle geldi.

Tarih boyunca büyük güçlerin siyasi ve askeri didişme alanı olan Kafkasya coğrafyası, Hunlar, Moğollar, Türkler ve Ruslar gibi büyük askerileşmiş toplumların yer değiştirmelerinin geçiş alanı olurken; komşu halkların güçlenmesine bağlı olarak, yayılma alanları açısından iştah kabartıcıydı da. Tatar Hanlığı, Çarlık Rusyası gibi…[7]

Genelde Kabardey,[8] Abzekh, Bjedug, Şapsığ, Besleney, Hatukhoay, Cemguy gibi boylardan oluşan Adigelerin M.Ö. VI. yüzyıldan bu yana, Azak Denizi’ni Karadeniz’e bağlayan Kırım Boğazı’ndan Gürcistan’a kadar uzanan ve Kafkasya diye anılan bölgenin kıyı şeridinde yaşadıkları kabul edilir.[9]

  1. yüzyıldan sonra Hıristiyanlıkla tanışan Adigelerin bir bölümü, VIII. yüzyılda Bizans’tan kaçan yaklaşık 20 bin Yahudi’nin Kafkasya’ya yerleşmesi ve Türk kökenli Musevi Hazar Krallığı’yla kurulan ilişkiler sonucu Museviliği seçmişti. Çerkesler ve Abazaların İslâmiyet’le tanışması XVIII. yüzyıl gibi geç bir tarihte oldu. Çerkesler Hanefî mezhebine girerken, Dağıstan ve Çeçen-İnguş bölgesinde ise daha önceki yüzyıllardan itibaren Şafiîlik yayılmaya başlamıştı.

Taman Yarımadası’ndan Soçi’ye kadar uzanan Çerkesya, 1479’dan 1810 Rus istilasına kadar görünüşte Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfuz alanındaydı ama aslında her zaman hür olmayı başarmıştı. Yine de 1787-1792, 1806-1812 ve 1827-1829 Osmanlı-Rus savaşlarında Osmanlı’dan yana olan Çerkeslerin kaderi, sonuncu savaşı (da) Rusların kazanması üzerine radikal biçimde değişti. 1829 Edirne Antlaşması’yla Çerkesya Rusya’ya bırakılmıştı. Çar I. Nikola, Özel Kafkasya Kolordu Komutanı Kont Paskeviç’e, “Dağlılar” dediği bölge halkları için sadece iki seçenek olduğunu söylemişti: Bunlardan ilki “Dağlı halkları ebediyen itaat altına almak”, ikincisi “itaat etmeyenleri yok etmek”ti.

1837-1839 kesitinde Kuban nehri ve kolları boyunca kale ve karakollar inşa edildikten sonra Batı Adigelerinin dış dünya ile irtibatı kesildi. Bu nedenle 1839 kıtlığında bölge halkları büyük zarar gördü. 1840’larda baltalı Rus askerleri dağlıların bütün bahçe ve bağlarını yok etti.

Çerkesler, 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında topraklarını kaptırmamak için Osmanlılardan ve İngilizlerden yardım almaya çalışınca Rusya’nın tepkisi iyice sertleşti. 1857 yılının kışında Adagum Rus birliği Natukhay ağıllarını yakıp yıktı, dağlıların mallarını ve hayvanlarını yağmaladı. Köyler harabeye çevrildi, binlerce “dağlı” esir edildi.

6 Eylül 1859’da Doğu Kafkasya’da (Dağıstan-Çeçen-İnguş bölgesinde) efsanevi siyasi ve dini lider Şeyh Şamil’in esir alınmasından sonra Rusya bütün dikkatini Adige, Abaza ve Ubıhlara çevirdi. (Moskova civarındaki Kaluga’ya sürülen Şeyh Şamil, Rusların izniyle 1870’te hacca giderken İstanbul’a uğrayacak, bir yıl sonra Arabistan’da vefat edecekti.)

İlk adım General Melikov’un 1860’da İstanbul’a gönderilmesiydi. Abdülmecid’le yapılan anlaşma sonucunda Müslüman Kafkasyalıların küçük grup ve partiler hâlinde Osmanlı topraklarına göç etmelerine ilişkin mutabakat belgesi imzalandı. Bu anlaşma, ileriki yıllarda, Çerkeslerin ülkelerinden Rusya’nın zorlamasıyla değil gönüllü olarak ayrıldıkları yönündeki Rus tezine dayanak yapılacaktı. (Kemal Karpat’a göre bu anlaşma sadece 40-50 bin kişiyi kapsıyordu. Hâlbuki çeşitli kaynaklara gore 1858’den 1866’ya kadar 500 bin ila 2 milyon arasında mülteci Osmanlı topraklarına sığınacaktı. Bunların üçte biri Kırım Hanlığından, üçte ikisi Kafkasya’dandı.)

1861’de ikinci adım atıldı. Çar II. Aleksander Çerkesya’ya geldi ve Çerkeslere iki seçenek sundu: Ya silahlarını bırakarak Kuban Nehri’nin sol kıyısındaki bataklık Don bölgesine yerleşeceklerdi ya da Osmanlı topraklarına sürgün edileceklerdi. Onlardan boşalan yerlere de Ruslar ve Kazaklar iskân edileceklerdi. Çar’ın Çerkes toplumsal sisteminde önemli yeri olan serfliği de kaldırmayı planladığını bilen Çerkeslerin buna cevabı bağımsız bir devlet kurduklarını ilan etmek oldu.

1862-1864 arasındaki kanlı Rus-Çerkes savaşlarından sonra Rus ordularının Mzımta nehri civarında nihai zaferi kazandığı 21 Mayıs 1864 günü bu kanlı süreci sembolize eden tarih olarak Çerkeslerin yüreğine ve beynine nakşedildi. 27 Temmuz 1864’te de Kafkasya Genel Valisi Mihail, “1567 yılında Çar VI. İvan’ın başlatmış olduğu Kafkas-Rus savaşlarının bittiğini” belirten belgeyi imzaladı ama sürgünler iki yıl daha devam edecekti… Üstelik bu süreçte Rusların en büyük yardımcısı bazı Adige, Şapsığ, Abhaz komutanlar, toplum liderleri olacaktı… Üstelik Çerkeslerin yanında olan Kazaklar, Polonyalılar ve Ruslar da vardı…

Malvarlıklarının yükte ağır kısmını, asıl olarak da sürülerini yanlarında götürememeleri için, “Dağlılar”ın kara yoluyla göçü yasaklanmıştı. Dolayısıyla sürgünler Karadeniz kıyılarına yöneldiler. Aç ve çıplak yığınlar başta Taman, Tuapse, Anapa, Novorossiysk, Tsemez, Soçi, Adler, Sohum, Poti, Batum, limanları olmak üzere sayısız liman, iskele ve koyda kendilerini yeni yurtlarına götürecek tekneleri, gemileri bekliyorlardı. Bu bekleyiş bazen günler, bazen aylar bazen ise bir yıl sürecekti. Bu yüzden daha ilk aylardan itibaren kadınlar, çocuklar ve güçsüz olanlar, açlık, hastalık ve soğuktan kitlesel hâlde ölmeye başladılar.

Rejimin Kafkasya politikalarına hak veren Adolf Berje adlı Çarlık bürokratı bile şöyle yazacaktı: “17 bin dağlının toplandığı Novorossiysk koyunda gördüklerimi unutmayacağım. Hıristiyan olsun, Müslüman olsun, ateist olsun onların durumlarını görenler mutlaka çöker ve perişan olurdu. Ruslar, Çerkeslere hayvanlara bile yapılmayacak şeyler yaptılar. Şu gördüğüm olayları kâğıda gözyaşım damlamadan nasıl yazacağım? Kışın soğuğunda, kar, yağmur altında, evsiz, yiyeceksiz ve elbisesiz bu insanları tifo ve çiçek hastalığı da durumlarını iyice kötüleştiriyordu. Anasız kalmış bebekler ağlaşıyor, aç bebekler ölmüş annelerinin göğüslerinden anne sütü arıyorlardı. Genç bir Çerkes kadını paçavralar içinde, açık havada, ıslak toprağın üzerinde iki yavrusu ile birlikte uzanmış, biri ölüm öncesi çırpınışlarla yaşamla mücadele veriyor, diğeri ise soğuktan kaskatı kesilmiş annenin göğsünden açlığını gidermeye çalıyor. Binlerce insan göz önünde ölüp tükeniyordu ve böyle manzaralara sık sık rastlanıyordu (…) Dinsel bağnazlık, Rusya’ya karşı nefret ve Osmanlı Cennetiyle ilgili vaatler milleti bu duruma getirmişti…”

Bir başka kaynaktan sürgünlerin zorlu yolculuğunu izleyelim: “Osmanlı gemicilerinin gözü doymuyordu. 50-60 kişilik yelkenlilere üç yüzden fazla sürgün Kafkasyalıyı balık istifi dolduruyorlardı. Biraz su ve azıktan başka yanlarına hiçbir şey alma özgürlükleri yoktu. 5-6 gün denizde kalındığında suları ve azıkları biten, salgın hastalıkların zayıflattığı sürgünlerin birçoğu yolda ölüyordu. 6 yüz kişiyle yola çıkan bir gemiden denizi aşıp sağ olarak karaya çıkabilenler yalnızca 370 kişiydi, Nusred Bahri gemisine Tsemez’den 470 kişi bindirildi. Fırtınaya yakalanıp kayalara vuran bu gemiden yalnızca 50 kişi kurtulabildi.”[10]

 

SOYKIRIMDAN SÜRGÜNE

Soykırımdan sürgüne benzer tanıklıklar bir hayli çoktur. İşte bunlardan kimileri…

 

TANIKLIKLAR[11]
Yüzbaşı Alexander Zyatov (1865) “Çerkeslerin köyünü yaktık, hayvanlarını öldürdük, ekinlerinin üstünde atlarımızı sürdük. Çocuklarını acımasızca öldürdük. Ve Çar bize bu katliamları yaptık diye bu onur madalyasını verdi. Hangi onur? Hangi onurlu insan bunları yapar? Ben tanrıya beni affetmesi için her gün yalvarıyorum. Onlar vatanlarını savundular ve yiğit insanlardı. Biz ise insanlıktan çıkmış birer ucubeden farksızdık. Elimize esir düşen Çerkeslerle yan yana geldiğimizde sanki biz onların esiri gibi duruyorduk. Onlar ise dimdik vakur duruşlarından taviz vermiyorlardı. Tanrı beni affetsin…”
Rus Edebiyatçı Lev Tolstoy “Köylere gece karanlığında dalıvermek adet hâline gelmişti. Gece karanlığının örtüsü altında Rus askerlerinin ikişer üçer evlere girmesini izleyen dehşet sahneleri öylesineydi ki, bunları hiçbir rapor görevlisi aktarmaya cesaret edemezdi…”
Rus Edebiyatçı Alexandre Puşkin “Çerkesler bizden nefret ediyor. Çünkü onları özgür yaylalarından attık, köylerini yaktık ve kabileleri toptan yok ettik…”
Çar Naibi Prens Baryatinski “Karadeniz’in kıyılarını bir Rus denizi ve toprağı hâline getirmek için dağlıları kıyıdan temizlemek zorundaydık. Dağlı Çerkeslere ulaşabilmemize engel olan Kuban ötesi halkların da tümüyle yerlerinden kaldırılması gerekiyordu…”
Kafkasya Orduları Kurmay Başkanı Milyutin “Dağlıları, zorla ve bizim istediğimiz yerlere göndermeliyiz. Gerekiyorsa Don yöresine sürmeliyiz. Bizim esas gayemiz Kafkas Dağlarının eteklerindeki bölgelere Rusları yerleştirmektir. Ancak bunu şimdiden dağlılara hissettirmeyelim…”
Rus Tarihçi Y. D. Felisin “Bu, gerçek ve acımasız bir savaştı. Yüzlerce Çerkes köyü ateşe verildi. Ekin ve bahçelerini imha için atlara çiğnettik, sonuçta bir harabeye dönüştü…”
N. N. Rayevski “Bizim Kafkasya’da yaptıklarımız, İspanyol’ların Amerika topraklarında yürüttükleri savaşların olumsuzluklarının aynısıydı. Dilerim ki, yüce tanrı Rus tarihinde kan izlerini bırakmasın…”
Y. Abramov (Narodnik Rus gazetecinin ‘Kafkas Dağlıları’ kitabından) “Dağlılar her türlü eşya ve emlaktan yoksun, sefil ve muhtaç hâlde Anapa ve Novorossiysk limanlarında bekliyorlardı… Yaklaşık yarım milyon insanı bu kadar kısa sürede taşıyabilecek gemi filosu düşünülemezdi.. Kimi dağlılar kendilerine sıra gelmesi için altı ay, hatta bir yıl beklemek zorunda kalıyorlardı. Aylarca kıyıda kalan bu insanlar adeta ölüme terk edilmişlerdi. Açık havada, kış soğuğunda, karda, yağmurda doğru dürüst yiyecek bulamayan, giysi ve parası olmayan binlerce insan ölüme mahkûmdu. Açlık ve hastalıklardan her gün yüzlerce dağlı yaşamını yitiriyordu.

Karadeniz’in kuzeydoğu kıyısı boydan boya cesetle doluydu, sayısız cenazeyi gömecek olanak bile yoktu. Hayatta kalmış diriler, ölüler arasında bekliyorlardı. Bu korkunç faciayı görenlerin anlattıkları insanın kanını donduruyor; ölmüş annelerinin göğüslerini emen sabi çocuklar, ölmüş çocuklarını kucağından ayıramayan anneler, soğuktan donmamak için adeta birbirine yapışmış ve donarak tepe gibi vahim bir görüntü oluşturan cesetler.’

“Dağlıların başına gelenleri anlatmaya sözcüklerin gücü yetmez. Binlercesi yollarda, binlercesi açlık ve sefaletten öldüler. Kıyılar ölü ve ölmek üzere olan insan doluydu. Annesinin soğumuş cesedinde süt arayan yavrular, donup öldüğü hâlde çocuğunu kucağından bırakmayan analar ve sırf ısınmak için sıkışarak yattıkları yerde birlikte donarak ölen gruplar, Karadeniz sahilinde olağan manzaralardı…”

Dekabrist Lorer “Alman kökenli general Zass, karargâhının yakınında, özel olarak yapılmış küçük bir tepenin üzerine, mızraklara geçirilmiş, sakalları rüzgârda uçuşan Çerkes kafaları dizmişti. Bu iğrenç tabloyu seyretmek üzüntü vericiydi… Bir gün Zass, davetlisi bir hanımın ricası üzerine düşman kafalarını kaldırmayı kabul etti. Generalin çalışma odasına girdiğimizde dayanılmaz, iğrenç bir kokuyla sarsıldım. Zass gülerek, yatağın altında kafaların konduğu sandıkların bulunduğunu söyleyerek şaşkınlığımızı giderdi ve camlaşmış gözleriyle korkunç şekilde bize bakan birkaç kafanın bulunduğu kocaman bir sandığı çekip çıkardı. ‘Onları neden burada tutuyorsunuz?’ diye sordum. ‘Onları kaynatıyorum, temizliyorum ve anatomi çalışmaları için Berlin’deki profesör dostlarıma gönderiyorum’ diye karşılık verdi…”
Rus askeri I. Drozdov “Oraya buraya dağılmış ve köpekler tarafından parçalanmış, yarı yenmiş, çocuk, kadın ve yaşlı cesetleri… Açlıktan ve hastalıktan tükenmiş, zayıflıktan bacaklarını zor kaldıran, bitkinlikten düşen ve aç köpeklere canlı canlı yem olan göçmenler. Bu ölçülerde ve böyle sefalete insanlık nadiren şahit olmuştur…”
Fransız gazeteci A. Fonvill “Gemicilerin gözü doymuyordu. 50-60 kişilik gemiye 200-300 kişi alıyorlardı. Yanlarına aldıkları biraz su ve ekmek 5-6 günü aşınca tükeniyor, açlıktan salgın hastalıklara yakalanıyor, yolda ölüyor ve denize atılıyorlardı. 600 kişiyle yola çıkan gemiden ancak 370 kişi sağ kalabilmişti…”
Polonyalı Albay Teofil Lapinski “Göçmenlerin sorunu felakete dönüşüyor. Açlık ve hastalık had safhada. Trabzon’a gelen 100.000 kişi 70.000 kişiye indi. Samsun’a 70.000 kişi indi. Günlük ölü sayısı 500 kişidir. Trabzon’da bu sayı 400 kişidir. Gerede Kampı’nda 300 kişi, Akçakale ve Sarıdere’de günlük ölüm 120-150 kişi arasındadır. İtalyan Barazzi’nin raporlarında şu ibareler dikkat çekicidir: ‘İnsanlar, uzun süre bitkiler, bitki kökleri ve ekmek kırıntılarıyla hayatta kalmaya çalışıyorlar’…”
Tarihçi Koppel Pinson “Karadeniz sahilinde Çerkeslerin ölüm oranı yüzde 50’ye yakındır. Sırf Trabzon’da 53.000 kişi öldü. Savaş artığı ‘yüzen mezarlar’ olan gemilerden kaç tanesinin battığı bilinmiyor. Kafkasya’dan Balkan’lara sürülen aile sayısı 70.000’dir. Edirne: 6.000, Silistre-Vidin: 13.000, Niş-Sofya: 12.000, Dobruca-Kosova-Priştina-Svista: 42.000 ailedir. Ölüm oranı daha az ve yüzde 15-20 dolaylarındadır…”
‘Allgemeine Zeitung’un İstanbul muhabiri (19 Eylül 1864) “Samsun’da bildirildiğine göre (…) Ölüm oranı sadece göçmenler arasında değil yerliler arasında da duyulmamış ölçülere vardı. 50 bin kadar ölü gömüldü. 60 bin göçmen açık havada veya şehrin sokaklarında yatıp kalkıyor. Benzer raporların imparatorluğun Karadeniz kıyısındaki Giresun, Fatsa, Ayancık, İnebolu, Akçaabat veya Varna, Burgaz, Köstence limanlarından, hatta Kıbrıs’taki Larnaka limanından da gelir. Sürgünler hayatta kalmaları için evlatlarını köle olarak satıyorlardı. Bu amaçla, Trabzon ve Samsun’da geçici köle pazarları kurulmuştu. Tahmini rakamlara göre sadece 1863- 1867 arasında 150 binden fazla Çerkes köle alınıp satılmıştı…”
Rus Araştırmacı A. P. Berge “Novorosisk koyunda 17 bin kadar dağlının toplandığı kıyıda gördüklerimi unutamam. Onların bu durumunu görenler dayanamaz, çökerdi. Kışın soğuğunda, karda evsiz, yiyeceksiz ve doğru dürüst giyeceksiz bu insanlar tifo, tifüs ve çiçek hastalığının pençesindeydiler. Anasız kalmış çocuklar ölmüş annelerinin göğsünde süt arıyorlardı… Rus tarihinin yüz karası olan bu acılı sayfa Adige tarihi açısından büyük zararlara yol açtı. Sürgün, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmelerinin tarihini ve politik bir birlik olma sürecini uzun yıllar kesintiye uğrattı…”
Görevli Sağlık Müfettişi Barozzi (“Çerkes Göçü”, The Times, 13 Haziran 1864) “Baylar, Samsun’a 6 gün önce geldim. Kentin ve talihsiz göçmenlerin içinde bulundukları durumu tarif etmeye sözcükler yeterli değil. Kentin hanlarında, harabe binalarında ve ahırlarında yığılan Çerkeslerden (8.000 ila 10.000 kadar) Gayri, Irmak ve Dervent’teki kamptan gelen 30.000’i aşkın insan meydanları doldurmakta, caddeleri tıkamakta, sahipli arazilere girmekte, her yeri işgal etmekte ve gün boyu buralarda kaldıktan sonra ancak gün batımından sonra ortalıktan çekilmektedir. Kapı eşiklerinde, dükkân önlerinde, yolların-meydanların orta yerlerinde, bahçelerde, ağaç diplerinde, her yerde, hasta, ölmek üzere ve ölmüş insanlar dolu. Göçmenlerin bulunduğu her yer, her sokak köşesi, uğradıkları her bir nokta bir enfeksiyon yatağı hâline gelmiştir. Karantina bürosunun birkaç adım ötesindeki ancak 30 kişi alabilecek bir depo binası önceki güne kadar hepsi hasta veya ölmek üzere olan 207 kişiyi barındırıyordu. Ben bu bulaşıcı hastalık yuvasını boşaltmayı üstlendim. Bu korkunç izbenin içine girmeyi hamallar bile reddetti. Oradan, değerli iş arkadaşım Ali Efendi’nin yardımı ile çürüme hâlinde birçok ceset çıkarttım. Bu olay kentte kalmalarına izin verilen göçmenlerin acıklı durumu hakkında bir nebze fikir verebilir. Trabzon’da gördüklerim Samsun kentinin sergilediği ürkünç manzara ile kıyas kabul etmez. Kamplar ise bundan daha az iğrenç bir manzara sergilemiyor. 40.000 ila 50.000 kişi, kesin bir yoksulluk içinde, hastalıkların saldırısı altında, büyük kısmı ölüp giderek, başlarının üzerinde bir çatıdan, ekmekten ve mezardan bile mahrum, buraya atılmış durumdadır.

Mutasarrıfı, donup kalmış ve böylesi bir acil durumda ne yapacağını bilemez durumda buldum. Ata Bey’in ne parası var ne de kredisi. Ölüleri kaldıran adamlara ödeyecek parası bile yok. Pazarda ona peşin parasız hiçbir şey verilmiyor. Kefen için birkaç metre kaput bezi bile. Göçmenlerle ilgilenecek hiç kimse yok. Ölüleri gömmek için bir düzenleme yok. At yok, araba yok, tekne yok, hiçbir şey yok… Büyük çoğunluğu günlerdir bir şey yememiş olan göçmenleri beslemek için derhâl çare bulmak gerekiyordu. Birçok mısır tüccarına ve özellikle de bay Serkis Kirorkyan’a başvurdum. Onları mutasarrıfla bir araya getirdim. Şimdi onların sağladığı unu kullanmaktayız. Benimle birlikte buraya gelen İsmail Bey her bir göçmene günde 50 dram (yaklaşık 200 gram-y.n) ekmek verilmesini gözetiyor. Ayrıca, bir miktar da Hint mısır unu buldum ve bu kısıtlı olanaklarla 70.000 ila 80.000 sürgüne biraz rahatlık sağlayabildik.

İkinci sorumluluğum ölülerin kaldırılması için bir düzenleme yapmaktı. Bunun için karantina bürosunun sandığına başvurmam gerekti. Orada birkaç yüz lira buldum. Sonra kentin boşaltılması ve limandaki 11 gemi ve 7 büyük sandalda bekletmekte olduğum Çerkeslerin karaya çıkarılması için girişimde bulundum. Yolcular kentten birkaç mil uzaktaki Kumluca’da karaya çıktılar. Buraya son üç günde kentteki kovuklardan çıkardığım 3.000 ila 4.000 kişiyi yolladım. Kentin boşaltılmasına devam ediliyor, ancak sandığın kaynakları da tükenmek üzeredir…”

 

Evet bu seyr-ü seferde 1 milyonu aşkın Çerkes topraklarından sürülerek hayatını kaybetti. Bu, modern Avrupa tarihinde ilk soykırımdı.[12]

20 Mayıs 2011 tarihinde Gürcistan Meclisi, Çarlık Rusya’sının Çerkeslere soykırım uyguladığını kabul etti. Böylelikle Gürcistan, Çerkes soykırımını tanıyan ilk ve tek ülke olsa da; Çerkes soykırımı/ sürgünü, insanlık tarihinin en acı ama en az bilinen trajedilerinden birisi oldu.

Nihayetinde Çerkesler, Euripides’in, “Anayurdun yitirilmesinden daha büyük bir acı yoktur,” diye betimlediği acılara gark oldu.

Örneğin yaklaşık 1.5 milyon insan vatanını terketti, 500 binin üzerinde insan sürgün yolculuğunda ve ilk yerleştikleri bölgelerde yaşamını yitirdi. Sadece Trabzon’ da 53 bin civarında insan öldü.

Kafkasya’nın yerli halklarından Ubıhların dilini konuşabilen çok az sayıda insanın kaldı.

Yine Kafkasya’nın yerli halklarından Adigelerin bir boyu olan Natuhayların adı bugün sadece tarih kitaplarında kaldı, Kafkas-Rus Savaşları bu halkı tümüyle yok etti.[13]

 

MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ

Gelelim madalyonun öteki yüzüne!

Çarlık Rusya’sının ‘etnik temizlik’ kararı ile 1.500.000 civarında Çerkes, yurtlarından kopartılarak Osmanlı topraklarına gönderilmek üzere, Tuapse, Soçi ve Sohum gibi liman kentlerine toplandı. Yüz binler gemilerle Varna, Samsun, Sinop ve Trabzon olmak üzere Osmanlı kentlerine hırçın Karadeniz üzerinden nakledildi. Köhne gemilerle yola çıkarılanların yaklaşık üçte biri, yollarda ve yerleştirildikleri bölgelerde kötü yaşam koşulları nedenleriyle hayatlarını kaybetti. Osmanlı topraklarına ulaşabilenler, belli bir iskân politikası çerçevesinde, geniş Osmanlı coğrafyasına dağıtıldı.[14]

Osmanlı İmparatorluğu, dinsel, politik ve askeri nedenlerle mülteci akınından memnun görünse de devletin en azından mali olanakları bu göçü kaldıracak durumda değildi. Daha 1860 göçlerinde İstanbul’da işler çığırından çıkmıştı. Bu yüzden daha sonraki yıllarda mültecilerin İstanbul’a sokulmaması, Anadolu’da tutulması kararlaştırılmıştı. Trabzon’daki Rusya Konsolosu Moşnin şöyle yazıyordu: “Sürgün başladığından beri Trabzon ve çevresine getirilen göçmen sayısı 247.000 kişiye varmıştır. Bunlardan 19.000’i yaşamını yitirmişti. Şu anda kamplarda 63.290 kişi kalmıştır. Burada günlük ortalama ölüm sayısı 180-250 kişidir. Tifo vahim boyutlardadır”.

Yine bu raporlara göre sürgünler hayatta kalmaları için evlatlarını köle olarak satıyorlardı. Bu amaçla, Trabzon ve Samsun’da geçici köle pazarları kurulmuştu. Tahmini rakamlara göre sadece 1863- 1867 arasında 150 binden fazla Çerkes köle alınıp satılmıştı.

Çerkeslerin dili de gelenekleri de Türklere benzemediği için entegrasyonları (daha doğrusu asimilasyonları) zor oldu. Çerkeslerin çoğu Bulgaristan, Sırbistan, Makedonya ve Kuzey Yunanistan’a yerleştirildiler. Amaç hem Rusya’ya karşı tampon olmaları hem de yerel liberal hareketlere karşı silahlı güç olarak kullanılmalarıydı. Nitekim Çerkes çeteleri 1867 ve 1868’de Bulgar çetelerine karşı savaştı. Bu göçmenler açısından da uygun bir amaçtı çünkü onlar da Rusya tarafından desteklenen bu ayrılıkçı hareketlere karşı savaşarak adeta Rusya’ya karşı savaşlarını devam ettirmiş oluyorlardı.

Ancak 1872’de İstanbul’daki Rusya Konsolosu İgnatyev’e verilen bir dilekçedeki şu satırlar, Çerkes mültecilerin kısıldıkları kapana dair önemli ipuçları içeriyordu: “8 yıldır beylerimiz eziyetler çektirerek bizi akıl almaz bir esaret altında tutuyorlar (…) Yapılan hataların ağırlığını itiraf ederek, 8.500 aile adına aşağıda imzası bulunan bizler (…) Çar II. Aleksandr’ın yüksek himayesinden yararlanmak için vatanımıza geri dönmemize izin verilmesini rica ediyoruz. Bunun için her türlü fedakârlığa hazırız.” Çarın bu dilekçeye cevabı kısa ve net oldu: “Geri dönüş söz konusu bile edilemez”!

Konuya ilişkin olarak Rus tarihçi Tamara V. Polovinkina, ‘Çerkesya, Gönül Yaram’ başlıklı yapıtında, tarihi belgelere ve tanıklıklara yer verirken; bu soykırım ve sürgünde Osmanlı İmparatorluğu ile Britanya İmparatorluğu’nun oynadığı rolün de üzerinde de durur.

Örneğin, Kafkasya Askerî Komutanlığı, dağlıların Osmanlı arazilerine sürülmesini teklif ederken Sultan yönetiminin bazı garantilerini de esas almaktaydı. Daha 1856’da Rusya ve Osmanlı hükümetleri arasında Kafkasya dağlı nüfusunun kısmen göç etmesini öngören ve göç şartlarını belirleyen bir anlaşma imzalanmış, Kafkasyalı göçmenlerle ilgili yasa (Muhacirler Hakkında Kanun) Osmanlı’da 9 Mart’ta yürürlüğe girmişti.

“Rusya, Britanya ve Osmanlı İmparatorlukları Adigelerin toplu göçü konusunda adeta ortak bir anlaşmaya varmışçasına hareket etmişlerdir. Rusların Kafkasya yönünde ilerleyişini engellemeyi başaramayan İngilizler, Rus ordusunun Kafkasya’nın yerli halkları sayesinde güçleneceğinden korkuyordu. Bu nedenledir ki İngiltere, Adigelerin göç vahşeti ve facialarına açıkça seyirci kalmıştır. Londra, Osmanlı devletinin göçmenleri ülkenin güvenliğini pekiştirmek için kullanmasını istiyordu.

Hayatta kalmak için birçok Çerkes Osmanlı ordusuna yazılıyordu, oysa 20 yıl askerlikten muaftılar. Ayrıca jandarma, milis ve polis gücüne katılanlar da epeyce çoktu. Göç şartlarının zorluğu, açlık ve sefalet nedeniyle birçok Adıge çocuklarını satıyordu, onların ölmektense yabancı ailelerde yaşamasını tercih ediyordu.”[15]

Bu tabloda Osmanlı, -politik bir örgütlenmeye meydan bırakmamak için!- Çerkesleri bilinçli olarak dağıtarak yerleştirdi. Böylelikle asimile edilmeleri biraz daha kolaylaştı. Ayrıca Osmanlı’nın yaptığı sadece dağıtmak değil, sınır boylarına yerleştirip savaştırmaktı da!

Bu bağlamda ‘93 Harbi’ diye anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Osmanlı, Çerkesleri Balkanlar’dan çekmek zorunda kaldı. 1877’de Kars’ın Rusların eline geçmesi üzerine buradaki Çerkesler de şehri terk etmek zorunda kaldı. 1878’de Çukurova bölgesinde 48 köy Kafkasya ve Bulgaristan’dan getirilen Çerkeslerce iskan edilmişti.

Çerkesler, görece homojen gruplar olarak yerleştirildikleri Batı Anadolu ve Orta Anadolu’da fazla sorun yaşamadılar ama Sivas’ta ve Adana’da Avşarlar gibi Türkmen aşiretlerinin yaz-kış göçleri sırasında maddi zararlara uğradılar. Ayrıca Akdeniz’in sıcak iklimi de Çerkesleri çok zorladı. Batı Karadeniz bölgesinde Gürcülerle, Çerkesler ve Abazalar arasında çatışmalar yaşandı Karadeniz bölgesinde Gürcü ve Çerkes kılığına giren Müslümanların eşkıyalık faaliyetleri ile Ermenilerin siyasi amaçlı çetecilik faaliyetlerinin faturası da ağırdı. Daha sonra Çerkeslerin bir bölümü (Şapsığlar, Kabardaylar, Abhazlar, Bjeduğlar) Suriye, Filistin ve Ürdün’e kaydırıldı. Bu yeni göçler, genel olarak Çerkeslerin ekonomik, sosyal durumunu kötüleştirdi.

Çerkesler egemen etnik grup olan Türklerle iyi geçiniyordu ama diğer gruplarla ilişkileri ya Türklerin çizdiği şekilde ilerliyordu ya da güçler dengesine göre şekilleniyordu. Örneğin 1880’lerde Rumların yoğun bulunduğu Ordu-Samsun hattında Gürcülerle birlikte Rumlara karşı konumlandırıldılar. Buralarda hatta Erzurum, Sivas gibi bölgelerde Gürcü kıyafetiyle eylem yapan Abazalar vardı. Maraş bölgesindeki kadim Ermeni yerleşimi Zeytun, merkezi devletin yönlendirdiği Çerkes gruplarca sarmalanmaya çalışıldı. Yine önemli bir Ermeni nüfusu barındıran Doğu Anadolu’da, Kürtlerle birlikte Ermenileri taciz ettiler. Ürdün ve Lübnan’da, merkeze boyun eğmeyen Dürzîler ve Bedevîler gibi grupları ezmek için Çerkesler kullanıldı. Bu görevleri öyle iyi yerine getirdiler ki, ileriki yıllarda Ürdün’de yönetici sınıflara dahil olmayı başardılar.

Bunlar olurken, bir yandan Çerkesler yerli halk tarafından asimile edilmeye karşı koymaya çalışıyordu, hem de kendi alt gruplarını (örneğin Adigeler Ubıhları) asimile ediyordu. Çerkeslerin izole yaşantıları onların sosyal ve kültürel açıdan muhafazakâr olmalarına neden oldu. Aslında pek çok Çerkes, sivil ve askeri bürokraside önemli görevler aldı ama entelektüel gelişim bununla uyumlu olmadı. Çünkü içinde hareket ettikleri siyasal ortam II. Abdülhamit’in baskıcı yönetimi idi. Çerkes elitlerinin alfabe geliştirme, edebiyat eserleri veya gazete yayımlama girişimleri Abdülhamit’in sansür yönetimine takılıyordu.

Durum Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği 1908’den itibaren değişmeye başladı. Çünkü İttihatçıların Balkanlar’dan Altaylara uzanan Turan ülküsü, Rusya’ya karşı Kafkas halklarına, bu bağlamda Çerkes mültecilere önemli roller yüklemeye müsaitti. Yine de 1908’de kurulan Çerkes Teavün Cemiyeti’nin nizamnamesinden anlaşıldığı üzere bu yıllarda hâlâ Çerkesler için anavatana dönmek çok güçlü bir hedefti.

Buna rağmen Çerkesler, Osmanlı Devleti’nin pis işlerinde görev almaya da devam ettiler.[16] 1915’te Çerkes çeteleri ve Çerkes askeri elitleri önemli görevler üstlendiler. Örneğin İTC’nin yeraltı örgütü Teşkilât-ı Mahsusa’nın ünlü tetikçisi Yakup Cemil Çerkes’ti. Kuşçubaşı Eşref Teşkilât-ı Mahsusa’nın liderlerindendi. 1915 Haziranında Ermeni Milletvekili Avukat Krikor Zohrap’ın başını taşla ezerek öldüren Binbaşı Çerkes Ahmet’ti. Bu durum, bir çeşit rehine psikolojinin ürünü mü yoksa Çerkeslerin İttihatçıların Türkçülük fikriyatına duydukları sempatinin bir ürünü mü denirse; her ikisi de olabilir!

Ama asıl neden XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bölgeye hâkim olan milliyetçi gerilim, çatışma ve savaş atmosferiydi. Böylesi bir ortamda, egemen grupların (bizim olayımızda Osmanlı, Rus ve İngiliz hükümetlerinin), azınlıkta olan etnik gruplar arasındaki gerilimleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri çok kolaydı. Hele de bu gruplar Çerkesler gibi otokton (yerli) halklardan değillerse, yani kendi siyasi projelerini gerçekleştirecekleri bir coğrafyadan yoksunlarsa…[17]

 

OSMANLI BAKİYESİ CUMHURİYET’TE ÇERKESLER

1908’le başlayan İkinci Meşrutiyet döneminde Çerkes Teavün Cemiyeti kuruldu. Çerkesçe ‘Ğuaze’ dergisi çıkarıldı. İstanbul’da bir Çerkes okulu açılarak Çerkesce eğitim yapıldı. 1919 yılında bunların hepsi kapatılarak bir daha açılmalarına izin verilmedi. Cumhuriyete geçiş sürecinde “Milli Mücadele”nin başlamasında öncü bir rol oynayan Çerkesler, düzenli orduya geçiş sürecinde Kemalistler tarafından tasfiye edildiler. Kuvayi Seyyare’nin tasfiye edilmesine karşı çıktıkları için hain ilan edilen Çerkes Ethem, Tevfik ve Reşit kardeşlerin şahsında tüm Çerkesler dışlanarak ulusal onurları karıldı. Sonraki yıllarda başlayan Türk-İslâm asimilasyonu Çerkesleri yok olma aşamasına getirdi. Anadillerini, etnik ve kültürel kimliklerini yitirdiler.

Ekim Devrimi’nden sonra Kuzey Kafkasya’da kalan Çerkesler özerk devletler bünyesinde ulusal kimliklerini koruma ve geliştirme imkânına kavuştular. Sayıları az olmasına rağmen Suriye’de ve Ürdün’de anadillerini öğrenme, etnik ve kültürel kimliklerini ifade etme özgürlüklerine sahip oldular. Ancak Türkiye’de her şeyden mahrum bırakıldılar. Çerkesler için uydurulan “Kafkas Türkü” söylemi ve Türk milliyetçiliğine dayalı “tek dil, tek millet, tek vatan” uygulamaları onları devletle ve Türk kimliğiyle bütünleştirdi. Sayıları 5 milyonu geçmesine rağmen, Türkiye’de Çerkesçe’yi ana dili olarak kullanan insan sayısı birkaç yüzbin kişiye düştü.

Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde devlet, Çerkesleri sivil ve askeri bürokraside yoğun bir şekilde istihdam etti. Hazır asker olarak kullandı. Ordunun süvari bölükleri Çerkeslerden oluşturdu. At yetiştirmeleri için nispeten verimli tarım arazilerine yerleştirdi. Böylelikle Çerkeslere bir tür ayrıcalık tanıyormuş gibi görünerek gönüllü ve rızaya dayalı asimilasyon uyguladı. Devletin ulusal baskı, inkâr ve asimilasyon politikalarına karış hiçbir Çerkes isyanı veya bir toplumsal tepki olmadı. Kendi çıkarları için klan geleneklerini de sürdüren Çerkes feodal aristokrasisi devletin politikalarını destekleyerek Çerkes halkını devletin yanına itti.

Çerkeslerin Sünnî ve Hanefî olmaları da, Türk-İslâm asimilasyonu uygulamalarında etkili oldu. Türk-İslâm asimilasyonu Kürtler, Gürcüler, Pomaklar, Boşnaklar, Arnavutlar ve Romanlar üzerinde de yoğun bir şekilde uygulandı. Kürtler kendilerine dayatılan tedip, tenkil ve tehcire karşı direnerek dillerini, kimliklerini ve kültürlerini korudular. Diğerleri bunu başaramadılar. Dinin dönüştürücü gücü olmasına karşın, gerçekte kültürün en baskın unsuru din değil, dildir. Toplumların tarihinde din değişiyor, yurt değişiyor, fakat dil değişmez bir olgu olarak kalıyor. Dil yok olunca bir ulus, bir halk da yok oluyor. Bir millet dilini korudukça varlığını koruyabiliyor. Çerkesler dillerini kaybettikçe etnik ve kültürel kimliklerini de unutmaya başladılar. Halkın kendi tarihinden, dilinden ve kültüründen uzaklaştırılması Çerkes kimliğini ulusal inkâra dönüştürdü.

Bu kapsamda Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kemalistlerle Çerkeslerin ilişkilere gelince…

  1. Abdülhamit ve İttihat ve Terakki dönemlerinde olduğu gibi Milli Mücadele yıllarında Çerkeslere gerek İstanbul gerekse Ankara, önemli görevler yükledi. Örneğin Sivas Kongresi’nden sonra, İstanbul Hükümeti, Kuvay-ı Milliye hareketini bastırmak için 7 bin kişilik bir Hilafet Ordusu (resmi adıyla Kuvay-ı İnzibatiye) kurmuştu. Ordunun başına getirilen Bigalı Ahmed Anzavur, bir Adige ailesindendi. Kız kardeşinin II. Abdülhamid’in sarayında cariye olmasından dolayı jandarma zabitliğine getirilmişti. Bu dönemde bazı yolsuzluk olaylarına karıştığı için gözden düşerek görevinden ayrılmak zorunda kalan Anzavur, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Biga’da at yetiştirmiş ve at yarışlarına katılarak geçimini sağlamıştı. Savaş sonunda İzmit Mutasarrıflığı ve Karesi Mutasarrıflığı görevinde bulunan Anzavur 1919 başlarında İstanbul Hükümeti tarafından affedilerek Bursa, Çanakkale ve Balıkesir Umum Jandarma Mıntıka Kumandanı Hamdi Bey’in yardımcılığına getirildi. 18 Nisan 1919’da Halife Ordusu’nun başına getirildi ve Kuvay-ı Milliyeci’lerin dine ve Halife’ye karşı olduğu propagandası ile Marmara ve Kuzey Ege Bölgesi’nden (ağırlıklı olarak Çerkeslerden) topladığı birlikler ile Ankara’ya korkulu anlar yaşattı.

Ankara’nın Anzavur Ahmed’i durdurmak için görevlendirdiği kişi de bir başka Çerkesti. Ethem ve ağabeyi Reşit Bey’i Millî Mücadele’ye davet eden kişinin Rauf (Orbay) Bey, Bekir Sami (Günsav), Kâzım (Özalp) ile Hacim Muhittin (Çarıklı) Bey olduğuna dair kaynaklar var. Sonuçta Ethem Bey, Ayvalık Mıntıka Komutanı Yarbay Ali Bey’in talebiyle mayıs sonlarında Ayvalık Cephesi’ne intikal etmişti. Ethem Bey burada bazı sorunlar yaşadığı için Salihli’ye geçti.

Ethem Bey, Gönen, Balıkesir, Kirmastı, Bandırma ve Bursa’da sözünü geçirdiği Çerkeslere çağrıda bulunarak Kuvay-ı Seyyare’ye katılmalarını istedi. Bazı Çerkesler daveti kabul edip Salihli’ye geldiler. Daha sonra bunlara bölgenin ‘efe’ denilen önemli çetecileri eklendi. Ardından Ethem Bey, bölgedeki hapishaneleri boşalttı ve mahkûmları da vurucu güç olarak yanına aldı. Bu güçlere ‘Kuvay-ı Seyyare’ (gezici güçler) adı verildi. Bunlar olurken ortada Ege’yi işgal eden Yunan kuvvetleriyle savaşacak düzenli ordu diye bir şey yoktu. hâl bu iken, Ethem’in ‘Kuvay-ı Seyyare’si, resmi tarihteki adlandırma ile Anzavur Ahmed isyanlarını, Bolu, Düzce Adapazarı isyanlarını ve Yozgat Çapanoğlu isyanlarını çok kanlı usullerle bastırdı.

Anımsatalım: Ethem Bey, hatıratında adının başına ‘Çerkes’ eklenmesini, kendisine yapılmış en büyük haksızlıklardan biri olduğunu yazmıştı. Hakikâten de, Ethem Bey’in Çerkeslerin etnik duyarlılıklarından yararlandığını, birliklerini oluştururken Çerkesliğini öne çıkardığını, Çerkeslere yönelik siyasi bir projesinin olduğuna dair bir bilgi yok. Nitekim Ahmed Anzavur’un birlikleri Ethem Bey’in çeteleri tarafından yenilgiye uğratılırken Ethem Bey’in aşırı bir şiddet uygulaması, Çerkes toplumunda etkileri günümüze kadar süren bir bölünmeye yol açmıştır…

Kuvay-ı Seyyare yıllarında öyle olaylar yaşanmıştı ki, Mustafa Kemal, o ana kadar son derece ‘kullanışlı’ bir figür olan Ethem Bey’in kendi yerine göz koyduğunu anlamıştı. Bundan sonra taraflar arasında yaşanan taktik ve strateji savaşının ayrıntılarını anlatmaya yerimiz yetmez ama 1921 Ocak’ında Ankara ile Ethem Bey kozlarını silahla paylaşacak hâle gelmişlerdi.

Ethem Bey’in Kuvay-ı Seyyare’nin mevcudu 4.650 askerdi. Kendisini teslim almak için gönderilen Kuvay-ı Milliye tümenlerinin toplam mevcudu ise yaklaşık 15.311 asker idi. Ayrıca silah ve hayvan sayısı açısından da büyük dengesizlik vardı. Durumun aleyhine olduğunu anlayan Ethem Bey, muhtemelen Yunanlarla ilk olarak bu günlerde görüşmelere başladı. Önce 1. Kolordu Kumandanı General Nider’e başvurdu. Esasını Türklerin teşkil ettiği bir kuvvetin Mustafa Kemal’e karşı savaşmasının Yunanlar için ne kadar faydalı olacağını sezen Nider, Ethem Bey’e mühimmat, haberleşme araçları ve ilaçların verilmesi için Küçük Asya Ordusu’nun idaresini üstlenen General Papulas’a ricada bulundu. Ethem Bey, önce emrindeki 159. Alay’ın askerlerine terhis tezkerelerini verdi, geriye kalan 2.326 adamına düzenli orduya teslim olmak; dağa çıkmak ve Yunanlara sığınmak şeklinde üç seçenek sundu.

Askerî harekât sürerken Mustafa Kemal 8 Ocak 1921’de BMM’ye Ethem Bey Meselesi ile ilgili izahatta bulundu. Yapılan oylamayla Reşit Bey’in milletvekilliği düşürüldü. Aynı gün, (İsmet Bey’e soyadını kazandıran) I. İnönü Muharebesi’nin kazanılmasından sonra Ankara’nın elinin güçlendiğini gören Ethem Bey, 27 Ocak’ta, 64 adamı ile Yunanlara teslim olmak zorunda kaldı. Ethem hatıralarında “Ben, Yunanlılara sığınmadım onlardan, bir geçiş hakkı ve yolu istedim, nitekim İzmir’de sıkı bir kontrol altında hastalık günlerimi atlatıp yola çıkabilecek hâle gelince vatanı terk ettim” diyecekti. 1919-1922 yılları arasında Anadolu’da Yunan işgal ordusunda görev alan ve ‘bütün olayları yüksek bir mevkiden ve bizzat yaşamak imkânı bulduğunu’ ifade eden Yarbay Kanellopulos’a göre Ethem Bey cephanesi bittiği, yaralı adamlarını tedavi araçlarına sahip olmadığı için Yunan ordusundan yardım istemeye mecbur olmuştu.

27 Ocak 1921’de Yunanlara teslim olduktan sonra İzmir’de hastaneye yatırılan Ethem Bey, oradan nisan ayının sonlarına doğru, 19 ay kalacağı Atina’ya, ardından da Almanya’ya götürüldü. (Ethem Bey, bütün heybetli görünüşüne rağmen çok ciddi sağlık sorunlarıyla savaşıyordu. Bedeninde savaşlardan kalma 17 kurşun yarası taşıyordu. Sık sık kanamalara varan ülseri vardı. Kırık kaburga kemiklerinin ciğerlerine batmasından dolayı kemik vereminden mustaripti.) Bu arada Ankara İstiklal Mahkemesi Ethem Bey ve kardeşlerini gıyaplarında yargıladı ve 9 Mayıs 1921’de verilen kararla vatana ihanet suçundan idama mahkûm etti. İstiklal Mahkemesi daha sonra THİF’ye ve Kuvay-ı Seyyare’ye katıldıkları gerekçesiyle mahkemeye sevk edilenleri yargıladı. Pek çok kişiye idam dahil ağır cezalar verildi. Suçu sabit olmayanlar sınır dışı edildi.

Hayatının son yıllarını Ürdün’ün başkenti Amman’da hasta, yalnız ve yoksul biri olarak geçiren ve 1948’de öldüğünde Amman’daki Kabartay Mezarlığı’na gömülen Ethem Bey düşmana teslim olmasaydı bile muhtemelen tasfiye edilecekti. Çünkü çatışma her ne kadar Mustafa Kemal ile Ethem Bey arasında gibi görünüyorsa da aslında, eski düzende kendini daha güvenli hissedenlerle, değişimin kaçınılmazlığını görenler arasında geçmişti…

Milli Mücadele sonrasında Çerkeslerin tasfiyesi sürdü. 1923’te Lozan Barış Konferansı’nda gelecekleri tartışılan azınlıklar arasında Çerkesler de vardı. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon Çerkeslere de azınlık statüsünün tanınmasını istiyor, İsmet Paşa aynen Kürtler için söylediği gibi “Çerkesler bizim öz kardeşimiz” diyordu ama 150’likler Listesi ile devam etti.

24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması, birçok alt anlaşma ve sözleşmenin yanı sıra, 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 arasında işlenen savaş ve ‘Ermeni Tehciri’ suçlarına karışanlara genel af, yasa ve protokoller de içeriyordu. Bu maddeleri, İttihatçı gelenekten gelen mesai arkadaşlarını cezadan korumak isteyen Mustafa Kemal eklettirmişti ancak, dava arkadaşlarını koruyayım derken, ‘davaya katılmamış/karşı çıkmış/ihanet etmiş’ kişilerin cezalandırılması konusunda rejimin elini de bağlamıştı. Bu paradoksu çözmek Lozan Delegasyonu üyesi Dr. Rıza Nur’a nasip oldu. Büyük tartışmalardan sonra, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne, Milli Mücadele sırasında İtilaf Devletleri’yle ya da İstanbul hükümetleriyle işbirliği yapmış 150 kişiyi af kapsamı dışında tutma hakkı tanındı. Ancak Türkiye bu kişileri herhangi bir şekilde cezalandıramayacak, sadece eğer hâlen yurtdışındaysalar bunların Türkiye’ye girmesini ya da hâlen Türkiye’de oturuyorlarsa, bunların Türkiye’de yaşamasını yasaklayabilecekti.

Kimin ‘hain’, kimin ‘milli mücadeleye karşı’, kimin ‘suçlu’ olduğu kapalı kapılar ardında, kişisel kanaatlerle, şüphelerle ‘tespit edildi’. Öncelikle Mustafa Kemal ve ekibinin iktidar mücadelesinde saf dışı bırakmak istediği çok kişi tespit edildi. Sonra, iktidara yakın milletvekillerinin, yöneticilerin veya önemli şahısların şu veya bu nedenle karşı oldukları, istemedikleri adamlar listeye eklendi. Liste şiştikçe şişti, sayı binlere vardı. Ardından 600’e indirildi, nihayet Lozan’da anlaşılan 150 sayısına çekildi.

Bu listeye girenler on grupta toplandı. Altıncı grupta, ‘Çerkes’ Ethem Bey ve iki kardeşi (Reşit ve Tevfik Beyler) ile Ethem Bey’le hareket etmiş olan Teşkilât-ı Mahsusa’nın başkanlarından Kuşçubaşı Eşref ve kardeşi Hacı Sami ile Ethem Bey’in dört adamı bulunuyordu (Yeri gelmişken belirteyim, Ethem Bey’in bu kongreye katıldığı iddiası doğru değildir).

Devlet listeye koyamadığı Çerkes köylülerini ise ülke içinde sürgün etme kararı aldı. Mayıs 1923’ten itibaren Gönen ve Manyas’a bağlı bazı köylerde yaşayan Çerkesler köylerinden çıkarıldı, mallarına el kondu. Afyon’a, Konya’ya, Niğde’ye, Malatya’ya gönderildi. Sürgünler bir yıl sonra evlerine dönmüşlerdi ama evlerinde Bulgar göçmenleri oturuyordu.

Özetle, 1920-1923 arası da Çerkesler için tasfiye ve sürgün yıllarıydı. Milli Mücadele yıllarında Ankara güçlerine karşı isyan eden başka (Müslüman) gruplar da olduğu hâlde, sadece Çerkeslere bu kadar sert davranılmasının ardında muhtemelen savaşçı nitelikleri malum olan Çerkeslerden gerçekten ürkütülmesi vardı.

Bugün Çerkes toplumu, sadece simgesel olarak 21 Mayıs 1864 tarihiyle başlattığı sürgünün yaralarını sarmaya çalışıyor. 1920-1923 arasında yaşananları kolektif bilinçaltına itmiş görünüyor.[18] Bu da çok doğal, çünkü bu ikinci dönem yaşananlar, ilkinin yanında “devede kulak”. Fakat “Çerkes Ethem Olayı”, koca bir Çerkes toplumunu vatan hainliği gibi taşınması çok zor bir yükün altına sokmuştur![19]

Özetlelersek: Dansları, çalgıları, kıyafetleri, yemekleri, töreleri ve kahramanlıklarıyla Kafkasların mazlum ulusu Çerkeslerin Cumhuriyet tarihinde de önemli bir yeri varken; Osmanlı’nın mirasını devralan Cumhuriyet de, yaratmak istediği devlete bir millet lazım olduğundan Anadolu’daki tüm farklı etnik kimlik ve inançtakilerle birlikte Çerkesleri de Türkleştirmeye çalışmış, kabul etmek gerekir ki büyük ölçüde de başarılı olmuştur.[20]

Ve bu koordinatlar da “Çerkes sorunu ulusal ve sınıfsal bir sorundur. Bu sorun sadece Çerkeslerin değil, Türkiye’de yaşayan herkesin sorundur. Özellikle de egemen ulus ve devlet şovenizminin temsilcisi konumunda olan Türklerin sorunudur,”[21] Şaban İba’nın işaret ettiği üzere…

O zaman altını çizelim: 21 Mayıs yalnızca Çerkesler için soykırım ve sürgün anma günü değil, T.“C” yurttaşları için “Türkler” denilen bileşimin nasıl imal edildiği üzerine düşünmenin vesilesi olmalıdır.

 

11 Mayıs 2016, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Hasan Hüseyin Korkmazgil.

[2] Sezai Babakuş, “Biz Halkız, Biz Sürgünde Bir Halkız…”, Radikal, 26 Mayıs 2010, s.17.

[3] Bu trajik olaylar çok sayıda bir tanesi, Dr. Cemalettin Umil Bey tarafından şöyle nakledilir: Yüzlerce ilticacı kişiler arasında bir teknede kucağında ölen bebeğinin denizciler tarafından denize atılmasını önlemek için bir annenin yavrusunun kucağında sallayarak söylediği ninni:

“Uyu yavrum uyu (Shich nane)/ Kabaran denizin dalgaları beşiğin olmuş sallıyorlar seni/ Rüzgâr vuruyor yağmacıların ak renkli yelkenlerine/ Beşiğin gemiye/ Shich nane – shish noniy (uyu yavrum uyu)/ Artık babanın evinde değilsin Karadeniz’in koynundasın/ Rüzgâr tam hızıyla vurduğunda/ Küçük vatanlarına geri dönmek için, hatırla denizin tuzlandığını/ Göç edenlerin gözyaşları ile/ Büyüdüğünde tekrar geç Karadeniz’i/ Bul evinden geri kalanları, temizle ocağını sarmış sarmaşıklardan/ Tekrar yak sönen evin ateşini (Hibla-Gerzmava-shish nane)” (Cengiz Kuday, “1864-21 Mayıs Çerkes Soykırımı”, Milliyet, 21 Mayıs 2015, s.20.)

[4] İnci Hekimoğlu, “Çerkeslerin Büyük Dramı”, Günlük, 21 Mayıs 2010, s.11.

[5] İşte her 21 Mayıs’ta yas tutan Çerkeslerden iki tanıklık:

“Ablam anlatırdı. Annem ile annesi, her ayın 15’inde dolunayda, balkona çıkarlar, birlikte ağlarlarmış. Anneannem öldükten sonra da annem, yıllarca bunu sürdürdü. Annem sürgünle gelen kuşaktan değildi ama annesi genç kız iken sürgünle gelmişti. Yurtlarından koparılıp sürülürken akrabalar-arkadaşlar aralarında sözleşmişler, ‘Her dolunayda aya bakarak birbirimizi düşünelim; birbirimizi unutmayalım’ diye… Sonraları bu sessiz anma-yas eyleminin Türkiye’de ve Kafkasya’da birçok yerde yapıldığını öğrendim. Her ay tekrarlanan bu dramatik ritüel, kitle iletişim araçlarının olmadığı bir zamanda, bir tür telepati yoluyla karşılıklı duygu transferini, fiziki olarak koparılmış bağları korumayı ve yaşatmayı olanaklı kılmış. Çerkeslerde yas, hatırlamanın, ayakta kalmanın ve kolektif aidiyetin bir biçimi olarak yaşanmış, yaşatılmış…” (Mansur Balcı, “Çerkeslerin Bitmeyen Yası”, Radikal İki, 19 Mayıs 2013, s.13.)

“Büyük dayımın canı balık çekmiş, Hendek’ten aldığı koca bir yayın balığını eve getirmişti. Büyük teyzem ise balığı istememiş, kapının önüne koymuştu. Dayı durmadan, bunun bir ‘tatlı su balığı’ olduğunu, Karadeniz’in tuzlu suyunda yaşayamayacağını anlatıyordu ama ‘Balık balıktır’ diyordu babaannem. Sonunda dayım beni gösterip, ‘Çocuk yiyecek, bu yaptığınız günah!’ deyince, artık susulmuştu. İçeri giremesek de dayımla ağacın altında oturduk, balığımızı yedik. O günlerde Çerkes evlerinin çoğuna girmezdi balık, hele ki Karadeniz’den çıktıysa. Bu bir ritüel değil, yastı. Anadolu’da yaşayan ikinci kuşaktı bizimkiler. Karadeniz’de dedelerini, babalarını, ninelerini, halalarını kaybetmişler, tanımıyorlarsa da tek tek isimlerini biliyorlardı, büyüklerinden devralmışlar, yasları tazeydi daha. Dokunmuyorlardı balığa, o balıklar sevdiklerini yemişti.” (Levent Kazak, “Çerkes Soykırımı, Babaannem ve Sochi”, Radikal, 14 Şubat 2014, s.17.)

[6] Miyase İlknur, “Karadeniz, Acıma Sen Şahitsin”, Cumhuriyet Pazar, No:1469, 18 Mayıs 2014, s.7.

[7] Mansur Balcı, “Çerkeslerin Bitmeyen Yası”, Radikal İki, 19 Mayıs 2013, s.13.

[8] “Kabartaylar 1799-1825 yılları arasında Rus kolonyalist politikasına karşı sık sık ayaklandılar. Sert ve kanlı bir biçimde bastırılan bu ayaklanmalar sonucu nüfus iyice azaldı, bir veriye göre 200 binden 30-35 bine düştü.” (Ali Kasumov-Hasan Kasumov, Çerkes Soykırımı, Çev: Orhan Uravelli, KAF-DER Yay., 1995, s.20.)

[9] Osmanlı kaynakları, XIII. yüzyıldan beri Kafkasya halklarından Adigelere, XVII. yüzyıldan itibaren de Abhazlar, Ubıhlar, Dağıstanlılar, Çeçenler, İnguşlar ve diğer Müslüman Kafkasyalılara ‘Çerkes’ der. Bugün ise Çerkes deyince sadece Adigeler anlaşılıyor.

[10] Ayşe Hür, “21 Mayıs 1864: Çerkeslerin Kara Günü”, Radikal, 19 Mayıs 2013, s.26-27.

[11] “Büyük Çerkes Sürgünü 21 Mayıs 1864”, Evrensel, 19 Mayıs 2009, s.11.

[12] Levent Kazak, “Çerkes Soykırımı, Babaannem ve Sochi”, Radikal, 14 Şubat 2014, s.17.

[13] “Büyük Çerkes Sürgünü 21 Mayıs 1864”, Evrensel, 19 Mayıs 2009, s.11.

[14] Nilhan Aydın, “Çerkeslerin Sessiz Çığlığı”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2014, s.14.

[15] İnci Hekimoğlu, “Çerkeslerin Büyük Dramı”, Günlük, 21 Mayıs 2010, s.11.

[16] Ürdün de Kraliyet Muhafızı olarak görev yaparlar. Türkiye’de devlet kademelerinde çokça yer alırlar. Daha çok emniyet, MİT ve askeriye gibi güvenlik ile ilgili kuruluşlarda.

[17] Ayşe Hür, “21 Mayıs 1864: Çerkeslerin Kara Günü”, Radikal, 19 Mayıs 2013, s.26-27.

[18] Yıl 1922 Aralık. Manyas Mürüvetler köyüne bir haber ulaşır. Haber, kısa ve özdür: “Sürgün”. Nereye olduğu belli olmayan, nedeni doğru düzgün açıklanmayan bir ‘Emir’den ibarettir aslında gelen haber.

İlk deneme gerçekleştirilmiş ve gelecek tepkiler ölçülmüştür. İl içerisinde Kepsut civarına sürgün edilen Mürüvetlerli Çerkesler ile alâkâlı bir tepki oluşmaz, o günün kamuoyunda. Ne Ankara’dan bir itiraz yükselir ne İstanbul’dan ne de bölgeden.

Rivayete göre, bu süre zarfında bölge Çerkesleri hakkında çeşitli kampanyalar da yürütülür. Birçoğu tahrik edilir. Hatta halk arasında ‘Biz bu Çerkesleri istemiyoruz’ şeklinde imza kampanyası başlatıldığını söyleyenler dahi vardır. Yapılan kampanyalar ve Mürüvetler sürgününe veril(e)meyen tepki, uygulayıcılara güç verir.

Toplam 14 köy sürgün yoluna çıkartılır. Hepsinde süreç benzer işler. Jandarma eşliğinde yola çıkarlar. Ne suçları söylenir kendilerine, ne de nereye gidecekleri hakkında bir bilgi verilir.

Sürgüne yollanmayan diğer Çerkes köyleri ne mi olur? Onlarda her an sürgüne gönderilecekmiş gibi hazırda bekletilir. Malları sattırılır, kendileri hakkında kampanyalar ve tahrikler devam eder.

Tam bu esnada İstanbul’dan bir ses yükselir. Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün kurucuları arasında da bulunan Çerkes aydını Mehmet Fetgeri Şoenü, olayın vahametini anlatan ve neredeyse ‘Çerkesleri sürgün etmeyin, asimile edin. Bunun çeşitli yolları vardır, sürgün ise işe yaramaz’ şeklinde özetlenebilecek, içerik olarak eleştiriye açık bir rapor yayınlar, kamuoyuna.

Ancak bu hüzünlü çığlık karşılık bulmaz. Kamuoyunda sukûnet devam ederken sürgün acıları ağırlaşır. Bunun üzerine Mehmet Fetgeri, bu sefer muhtemelen bölgeyi de ziyaret ederek daha detaylı bir rapor hazırlar ve içerik olarak “Çerkesleri Türkleştirin!” yakarmalarını dillendirir.

[19] Ayşe Hür, “150 Yıllık Çerkes Sürgünü’nün 1920-1923 Dönemi”, Radikal, 18 Mayıs 2014, s.20-21.

[20] İnci Hekimoğlu, “Hem Tarihçi Müsveddesi Hem de Irkçı ve Edepsiz”, 26 Ocak 2015… http://sendika10.org/2015/01/hem-tarihci-musveddesi-hem-de-irkci-ve-edepsiz-inci-hekimoglu/

[21] Şaban İba, “Çerkes Sorunu”, Gündem, 23 Mayıs 2013, s.13.

 

44 yıl sonra onlar yani sonsuzlar

 

“Üç Fidan”ın 6 Mayıs’ından veya THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) savaşçılarından, 44. yıldaki sonsuzluklarından söz etmek zor olsa da; “olmazsa olmaz”…

Edip Cansever’in, “biz/ aykırıya/ ayrıntıya/ ayrıksıya/ azınlığa tutkunuz…”; Özdemir Asaf’ın, “ben çiçeklileri/ renklileri/ delileri/ bir de delilikleri severim…”; Turgut Uyar’ın, “serseriliğe,/ insanlara,/ toprağa/ meylim var,” dizeleriyle betimlenen Onlar -Anadolu halk geleneğinde 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gecenin- adıyla Hıdrellez’dirler; hani sevenlerin, özlem çekenlerin kavuşma günüdür…

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Acıyı bal eyledik” dizelerindeki 6 Mayıs’ın, Hıdrellez’in devrimcileri, bir yanıyla Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın -tutuklanmasına yol açan!- ‘Horoz’ şiirinde altı çizilen sarsıcı gerçektir:

“Erken öten güzel horoz/ Öt söküp giden gecede bir daha/ inlesin sessizlik/ Korku girsin yüreğine karanlıkta çalanların/… / Öt ki kara dağlar allana/ Yiğitlerin amacına yollana/… / Erken öten horozun başı kesilirmiş/ Bitmez tükenmez ki başın kesile kesile/ Her çağda her yüzyılda her gün/… / senin altın sesindir getiren ışığımızı/ Öt ki kara dağlar allana/ Aç eller tok tarlalara çullana”…

“Erken öten güzel horoz”ların Mayıs’ı, devrimci hareketin büyük bedeller ödendiği, sayısız devrimcinin dağlarda, meydanlarda düştüğü isyancı, ve tabiatın güneşle kucaklaştığı bereketli ayıdır baharın.

Kürdistan’da Mehmet Karasungur, 1 Mayıs 1977’nin 34 karanfili, Nurhak Dağları’nda Sinan Cemgil ile yoldaşları, Antep’te Haki Karer, Diyarbakır Zindanı’nda ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya Mayıs’ın ölümsüz devrimcileridir, Üç Fidan’ın yanı sıra.

Ulucanlar Cezaevi’nde 6 Mayıs sabahı idam sehpasına çıkan THKO önderi Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın da devrim tarihine önemli bir miras bıraktığı tarihin tanığıdır Mayıs ayı…

Mayıs ayı devrimci hareket açısından 1960’lı yılların sonu ve 70’li yılların başına uzanan bir kırılmanın ürünüyken; 68 kuşağı, Cumhuriyet’in Osmanlıdan miras aldığı “devlet baba” biatını yıkarak, günümüze uzanan devrimciliğin zeminini de oluşturdu.

“Üç Fidan”ın idam sehpasında haykırdığı son sözleri mücadelenin geleceğine ışık tutup, kavgayı daha ileri boyutlara taşıdı; Sabahattin Ali’nin, “Mayıs’ta gönlüm delidir,” dizelerindeki üzere!

Deniz’in, 70’li yıllarda hâlâ teorik bir tartışma konusu olan Kürt halkından ilk defa, idam sehpasında bir ulus olarak söz etmesi ileriki yıllarda, Kürt ulusunun varlığının kamuoyunda tartışılmasının önünü açtı. Deniz’in “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!” sözleri Kemalist çevreler tarafından “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” cümlesiyle değiştirilmek istense de, Deniz’in muradı olan Türk ve Kürt halklarının ortak mücadelesi “Üç Fidan”ı sahiplenen herkes tarafından günümüzde yürütülmesine engel olamadı.[2]

Hıdırellez’di; gülün solduğu akşamdı ve 6 Mayıs sabahı öylece çekip gittiler.

“Gün gelir öldürmekten daha kuvvetlidir ölebilmek!” diyen Deniz, Yusuf, Hüseyin bir Hıdırellez gecesi, böyle örgütlediler baharı; alçaklık tarihine inat…

Üç Fidan gitmiş, üç bin ormana dönmüştü; “bak işte yaklaşıyor fırtına/ bak yine yükseliyor dalgalar/ yıllardan sonra/ yollardan sonra/ şarkılar söylüyor çocuklar/ yıllardan sonra/ yollardan sonra/ yeniden yan yana onlar/ ne geçmiş tükendi/ ne yarınlar/ hayat yeniler bizleri/ geçse de yolumuz bozkırlardan/ Denizlere çıkar sokaklar,” dedirterek Murathan Mungan’ca…

Onlar Karşıyaka’nın üç gülü yani Denizgülü, Yusufgülü, Hüseyingülüdürler; bir an dahi unutulmayanlardır.

Bir başka dünyanın insanı olmaları yanında; Pir Sultan, Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa ile başlayan kıyımların devamı; kıyamların da sürdürücüleridirler; aşk, isyan, kardeşlik, özgürlük adına…

İş bu nedenle Mayıs ayı hareket, bereket ve hüznün isyana dönüştü(rüldü)ğü aydır Nâzım Hikmet’in dizelerindeki üzere:

“ölenler dövüşerek öldüler;/ güneşe gömüldüler./ vaktimiz yok onların matemini tutmaya!/ akın var akın/ güneşe akın/ güneşi zaptedeceğiz/ güneşin zaptı yakın!”

 

I) KARŞIYAKA’NIN HÜSEYİNGÜLÜ

Karşıyaka’nın Hüseyingülü, zekâsı ve soğukkanlılığıyla maruftu.

“Biz, ODTÜ’de İngilizce üç kelime öğrendik: Yankee go home,” diyen Sinan Cemgil (Hoca)[3] ile birlikte THKO’nun en önemli teorisyenlerindendi.

68’li Mehmet Hakkı Yazıcı’nın ifadesiyle, “THKO isim olarak kendini ifade etmese de ilişkiler bakımından kendi yapısını kurmuştu. Biz biliyorduk. Deniz Gezmiş ODTÜ’de yurtlarda kalıyor, kitle çalışmasının dışında kalıp farklı faaliyetler yürütüyorlardı. Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan hepsi ODTÜ’deydi ve belki de Deniz kendini en çok ODTÜ’de ifade etme olanağı bulabilmişti.

Deniz Gezmiş ayrımsız tüm devrimci gençler için efsaneydi. Mimarlık Amfisi’nde yaptığımız toplantılara gelir uzaktan bakardı. Deniz gelmiş, diye fısıltı başlardı hemen. Ama kitle çalışması içinde yoktu Deniz. Sinan Cemgil, Hüseyin İnan o dönem içerisinde çok donanımlı insanlardı.”[4]

Evet THKO’nun temel taşlarındandı; öne çıkmamakla birlikte davanın beyniydi; ODTÜ stadyumundaki “Devrim” yazısını yazan dört öğrenciden biriydi Hüseyin İnan.

Atilla İlhan’ın, “bir yangın ormanından püskürmüş genç bir fidandı./ güneşten ışık yontardı, sert adamdı,” dizelerindeki Hüseyin İnan çok okur, düşünür ve az konuşurdu. Hareketin “gizli” öncüsü odur. Boşa konuşmazdı. İnsanlarla olağanüstü iletişim yeteneğine sahipti. Herkes ona inanırdı. Eylemleriyle kanıtlar düşüncelerini; sakin bir bilgeydi.

“Politik mücadele yöntemlerinin en üst düzeyine şiddet politikası ve şiddet politikasının temel yöntem olduğu politik mücadeleye de silahlı mücadele diyoruz,” diyen Hüseyin İnan Alevî kökenliydi; aynı zamanda dede soyundandı; takma adı da “Dede”ydi.

“Suçsuzluğumuz, ezilmişliğimiz kadar meşru, alın terimiz kadar kutsaldır. Tek suçumuz geri kalmış bir ülkenin çocukları olmamız ve emperyalizmin ne olduğunu bilmemizdir… 150 saatten fazla işkenceye tabi tutulduk,” diyen O; İki ay yirmi üç günün sonunda idam cezası verilen bir davanın “sanığı”ydı!

1949’da Kayseri’nin Sarız ilçesine bağlı Bozhüyük köyünde doğdu. İlk ve ortaokulu Sarız’da, liseyi Kayseri’de okudu.

1966’da ODTÜ İdari Bilimler Bölümü’ne kayıt oldu. Sosyalist Fikir Kulübü (SFK) ve bu derneğin bağlı olduğu DEV-GENÇ’e üye oldu. Bu arada TİP’e de katılarak, bu partinin etkinliklerinde yer aldı.

Aynı dönemde, gerek İstanbul ve Ankara, gerek İzmir ve diğer yörelerde anti-emperyalist eylemlere katıldı; ABD 6. Filo’suna yönelik eylem ve mitinglerin içinde bulundu. Toprak işgalleri, kırsal yörelerdeki etkinlikler vb’ne katıldı. 1966-67 öğretim yılında, gerçekleşen ODTÜ hazırlık boykotunun örgütlenmesine önderlik etti.

Hüseyin İnan, 1968’de, TİP ve daha sonra MDD içindeki ayrılıklarda, giderek belirginleşen gizli ve dar örgüt fikri doğrultusunda çekirdek bir grup oluşturup, kır gerillası yoluyla anti-emperyalist mücadele verme düşüncesini geliştirmeye çalıştı.

Ankara, özellikle ODTÜ kökenli olan ve temelini İnan’ın attığı grup, daha sonra THKO’nun çekirdek kadrosunu oluşturacaktı.

Aynı yıl İdari Bilimler Fakültesi’nden çıkarılan Hüseyin İnan, ODTÜ yurtlarında kalmaya devam etti. 14 Ekim 1969’da, grubun önemli bir kesimiyle birlikte Suriye üzerinden Ürdün’e, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)’nün asıl gücünü oluşturan El Fetih kamplarına gitti. Burada FKÖ’nün yanında İsrail’e karşı savaştı. İsrail içlerindeki karakol baskınlarında bizzat yer aldı. Şubat 1970’de Türkiye’ye geri döndüğünde, Diyarbakır-Antep yolunda bir otobüste yakalandı. Diyarbakır’da devam eden yargılama sonunda, Ekim 1970’de tahliye oldu.

Hüseyin İnan Ankara’ya döndüğünde kafasındaki kır gerillası fikri iyice berraklaşmıştı. Benzeri düşünceler taşıyan ve aynı eylem çizgisini benimseyen, başlarında Deniz Gezmiş’in yer aldığı İstanbul grubuyla biraraya gelerek THKO’nun kuruluşunda yer aldı.

İnan, kitle hareketleri içinde hemen hiç tanınmayan biri olmakla birlikte, örgütleyici niteliği, insanlarla ilişki kurma becerisi ve kararlılığıyla grup içinde sivrilmişti. Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Cihan Alptekin’in de yer aldığı THKO’nun lideri hâline geldi. Daha sonra, yaygınlaşan silahlı eylemlere önderlik etmekle kalmadı, bütün eylemlerin bizzat içerisinde oldu.

29 Aralık 1970’de, DEV-GENÇ üyelerinden İlker Mansuroğlu’nun öldürülmesi üzerine, THKO’nun örgüt olarak kendini ortaya koyduğu Kavaklıdere polis karakolunun kurşunlanması, 1 Ocak 1971’de Türkiye İş Bankası Emek Şubesi kamulaştırılması, Amerikan askeri tesislerinin basılarak bir Amerikalı’nın kaçırılması ve daha sonra dört Amerikalı’nın kaçırılması eylemlerinde gösterdiği gözüpek tavrı ve kararlılığıyla THKO’nun varlığında büyük etken oldu.

24 Mart 1971’de Kayseri’nin Pınarbaşı ilçesinde yakalanarak, Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslan’la birlikte Ankara 1. Nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından 9 Kasım 1971’de idama mahkûm oldu. İdamların önlenmesi için gerek TBMM’de, gerek kamuoyunda ve gerekse örgüt arkadaşları tarafından çeşitli girişimlerde bulunulmasına rağmen idam edildi.

Asılmadan önce yazdığı son mektubunda, “Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil, hem de sırası değil,” demişti.

Hasan Ataol’un, “Gittim Hüseyin’in yanına. ‘Karnın aç mı?’ dedi. Ben de “Açım, epeydir yememişim, açım’ dedim. D şeklinde sucuklar vardı o zamanlar, kendine hazırlamış, ‘İyi, otur ye’ dedi. Ben ne biliyim, sabah öğrendim, o aç yatmış, yememiş. Yani ‘Birlikte yiyelim’ demiyor, ‘Sen ye’ diyor,” biçiminde anlattığı Hüseyin İnan, idam infazından iki gün önce avukatları Orhan İzzet Kök’ten toprak ve tarım reformu ön tedbirler yasa tasarısı ile ilgili doküman isteyip, son anlarına kadar kendisine ulaştırılan gazete kupürlerini okuyup, kenarlarına notlar düşmüştü…

Mektup satırlarındaki metanetini ölümüne az bir zaman kalmışken dahi sürdüren O, son bir sözü olup olmadığını belirten görevliye ayağındaki ayakkabıları işaret ederek, “Babam yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları görünce, oğlumun doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş diye üzülecek. Ayakkabımı bile giyemeden beni apar topar buraya getirdiler. Babama söyleyin, ayakkabım yoktur diye üzülmesin. Onlara hediyem olsun,” der…

Tabureye çıkmadan önce avukatlarına dönüp, “Hadi eyvallah, Şekibe Ablaya selam,”[5] der.

Hüseyin’e beyaz idam gömleği giydirildi.

Hüseyin avukatlarına veda etti ve çevresine dönüp, “Bu mücadele bizimle bitecek mi?” dedi.

Son sözleri ardından, boynunu ilmiğe geçirip, ayağının altındaki tabureyi tekmeleyerek devirdi Hüseyin…

İnce dal bedeni boşluğa düştü; ileri geri sallanıp döndü; Deniz’le, Yusuf’la bir kez daha buluştu; Ankara’da gece 03.00’dü…

 

II) KARŞIYAKA’NIN YUSUFGÜLÜ

Karşıyaka’nın Yusufgülü; dünya tatlısı, bir devrimciydi.

Cesurdu; gözü karaydı; inançları için yaşamını feda edebilenlerdendi; her daim gülen, her şeyden mutlu olabilenlerdendi.

ODTÜ’de okurken, bir mitingde arkadaşı İbrahim Seven’i döven polislere sille tokat girişecek kadar cüretkârdı.

İlk yargılandığı eylem, CIA ajanı, Amerikan büyükelçisi Commer’in arabasının yakmasıydı.

1969’da arkadaşlarıyla birlikte Filistin’e gitti.

Deniz Gezmiş’in Cihan Alptekin’den sonra en çok sevdiği yoldaşıydı.

“Uzatmalı itin biri, Yusuf’u gaflette vurmuş” türküsündeki O, Deniz’le beraber kırsal alana geçmek için Ankara’yı terk ettikten sonra, Sivas’ın Şarkışla ilçesinde güvenlik güçleri tarafından kasığından vurulmuş, saatlerce kendisiyle ilgilenilmemiş, adeta ölüme terkedilmişti. Neden sonra ameliyata alınmış, ancak daha sonra da o soğukta çıplak bekletildiği için zatürre olmuştu.

İdam öncesindeki mektubunda, “Biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi uğruna şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi asanlar ve astıranlar ise hergün bin defa ölecekler,” diyen O, Aşık Veysel’in, “uzun ince bir yoldayım/ gidiyorum gündüz gece/ bilmiyorum ne hâldayım/ gidiyorum gündüz gece” türküsünü çok severdi.

Hatta asılmadan önceki gün, kapatıldığı hücrede, sürekli bu türküyü söylemişti.

Ve Ankara’nın 6 Mayıs 1972 gecesi 02.25 asıldı Yusuf Aslan…

 

III) KARŞIYAKA’NIN DENİZGÜLÜ

Sunay Akın’ın, “kağıt bir gemidir devrim/ bütün gemiler/ hurdaya çıksa da sonunda/ taşıdığı özgürlük şiiriyle/ batmadan yüzer nicedir/ dünya sularında/ kim bilir kaç yunus görmüş/ kaç Deniz Gezmiş…”; Can Yücel’in, “en uzun koşuysa elbet/ Türkiye’de de devrim/ o, onun en güzel yüz metresini koştu/ en sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…/ en hızlısıydı hepimizin,/ en önce göğüsledi ipi…/ acıyorsam sana anam avradım olsun/ ama aşk olsun sana çocuk,/ aşk olsun”; Nevzat Çelik’in, “pir sultan’ı düşün anne/ şeyh bedrettin’i/ börklüce’yi/ torlak kemal’i düşün anne/ / deniz’i düşün anne / her mayıs şafağında uzun/ uzun döverken darağaçlarını/ ve o şafaktan doğma,” dizelerindeki Karşıyaka’nın Denizgülü, Deniz Gezmiş’i öğretmen babası Cemil Gezmiş şöyle anlatır:

“Her babaya göre, evladı akıllıdır, zekidir. Bana göre Deniz, zeki ve yetenekliydi. Ona düşkündüm ben. Annesi de, her annenin çocuğuna düşkün olduğu kadar düşkündü… Her annenin evladı üzerine titrediği kadar üzerine titrerdi… Severdik oğlumuzu, her anne ve babanın çocuğunu sevdiği kadar. Toramandı oğlum… Dokuz aylıkken yürüdü. İlkokulu birincilikle bitirdi. Teste soktum. Üstün zekâlı olduğu sonucu çıktı. Ağabeyi ve küçük kardeşi ile iyi geçinirdi. Uysaldı… Hayvanları, çocukları çok severdi. Yaşlılara yardım ederdi. Deniz çocukken dersi derste yapar, çok çalışmaz ama çabuk kavrardı. O nedenle de her sene sınıf ve okul birincisi olurdu.”

 

III.1) YAŞAM ÖYKÜSÜ

1965’ten sonra Türkiye’de gelişen gençlik hareketinin en önemli önderlerinden ve THKO’nun yöneticilerindendi.

Deniz Gezmiş, 27 Şubat 1947’de Ankara’nın Ayaş ilçesinde doğdu. Öğretmen bir ailenin çocuğu olması sebebiyle ilk ve ortaöğrenimini Sivas’ta, liseyi İstanbul’da okudu. Gezmiş, henüz lise öğrencisiyken sol düşünceyle tanıştı ve dönemin eylemlerinde yerini aldı. 1965’de Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin Üsküdar ilçesine üye oldu.

İlk kez 31 Ağustos 1966’da Ankara’dan İstanbul’a yürüyen Çorum belediyesi temizlik işçilerinin Taksim anıtı’na çelenk koymaları sırasında isçileri destekleyen ve TÜRK-İŞ yöneticilerini protesto eden gösteri sırasında gözaltına alındı.

7 Kasım 1966’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. Ardından 19 Ocak 1967’de Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) binasının yedd-i emine verilmesi sırasında çıkan olaylarda yakalandı ve bir gün sonra iki arkadaşıyla çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakıldı.

22 Kasım 1967’de öğrenci örgütlerinin düzenlediği Kıbrıs mitingi sırasında Aşık İhsani ile birlikte ABD bayrağını yaktıkları gerekçesi ile gözaltına alınıp daha sonra serbest bırakılan Deniz Gezmiş, Hukuk Fakültesi’nde birlikte okuduğu arkadaşlarıyla birlikte 30 Ocak 1968’de devrimci hukuklular örgütünü kurdu.

7 Mart 1968’de İÜ Fen Fakültesi konferans salonunda düzenlenen toplantıda konuşan Devlet Bakanı Seyfi Öztürk’ü protesto ettiği için tutuklandı. 2 Mayıs’a kadar tutuklu kalan Gezmiş, 30 Mayıs’ta 6. Filo’yu protesto ettiği için yargılandı ve beraat etti.

Öğrenci eylemleri içinde etkinliği giderek artan Deniz Gezmiş, 12 Haziran 1968’de İstanbul Üniversitesi’nin işgal edilmesinde önderlik etti. İşgal konseyi adına İÜ senatosu ile Baltalimanı’nda yapılan görüşmelere katılan öğrenci heyetinin içinde yer aldı. Öğrenci haklarının elde edilip işgalin sona erdirilmesinde etkili oldu. İşgalden kısa bir süre sonra İstanbul’a gelen 6. Filo’yu protesto eylemlerinde yer alan Gezmiş, 30 Temmuz’da bu eylemlerden dolayı tutuklandı ve 20 Eylül’de serbest bırakıldı.

TİP içinde yoğunlaşarak, ayrılıklara ve tartışmalara yol açan ideolojik sorunlarda milli demokratik devrim (MDD) görüşünü benimseyen Deniz Gezmiş, bu görüşün özellikle devrimci öğrenciler arasında yayılmasında etkili oldu. Ekim 1968’de eylemlerde birlikte olduğu Cihan Alptekin, Mustafa İlker Gürkan, Mustafa Lütfi Kıyıcı, Cevat Ercişli, M. Mehdi Beşpınar, Selahattin Okur, Saim Kurul ve Ömer Erim Süerkan’la birlikte Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB)’ni kurdu. 1 Kasım 1968’de TMGT (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı), AÜTB, ODTÜÖB ve DÖB’ün başlattığı Samsun’dan Ankara’ya ‘Mustafa Kemal Yürüyüşü’nü düzenledi. Ardından 28 Kasım 1968’de ABD büyükelçisi Kommer’in gelişi sırasında Yeşilköy havaalanında düzenlenen protesto gösterileri nedeniyle tutuklandı ve bir süre sonra serbest bırakıldı.

İstanbul Üniversitesi’nde sağcı güçlerin 16 Mart 1969’da girişmiş olduğu hareketlere öğrenci kitlesiyle birlikte karşı koyan Gezmiş, bu eylemi gerekçe gösterilerek 19 Mart’ta yeniden tutuklanarak 3 Nisan’a kadar hapis yattı. Ardından 31 Mayıs 1969’da İÜ Hukuk Fakültesi öğrencilerinin, reform tasarısının gerçekleşmemesini protesto için giriştikleri işgale önderlik etti. Üniversitenin kapatılıp, polise teslim edilmesi nedeniyle çıkan çatışmalarda yaralandı. Hakkında gıyabi tutuklama kararı olmasına rağmen hastaneden kaçan Gezmiş, Haziran’ın sonunda Filistin’e gitti. Filistin’e gitmeden önce 23 Haziran 1969’da TMGT’nin topladığı ‘1. Devrimci Milliyetçi Gençlik Kurultayı’na kendisi gibi haklarında tutuklama kararı olan FKF Genel Başkanı Yusuf Küpeli ile birlikte bir mücadele programı gönderdi.

Eylül’e kadar Filistin’de gerilla kamplarında kalan Deniz Gezmiş, 1 Eylül 1969’da, 10 Haziran’da “üniversiteyi işgal” ettiği gerekçesiyle Hukuk Fakültesi’nden ihraç edildi. Hakkında tutuklama kararının olduğu bu dönemde gazetecilere gizlendiği yerden demeçler verdi. 23 Eylül 1969’da Hukuk Fakültesi’nde olduğu sırada haber verilen polislerin de fakülteye gelmesi üzerine yakalanan Gezmiş, 25 Kasım’da serbest bırakıldı.

Ancak Yıldız Devlet ve Mühendislik Akademisi’nde Battal Mehetoğlu’nun sağcılarca öldürülmesinden sonra okulda yapılan aramada, ele geçirilen dürbünlü bir tüfeğin Gezmiş’e ait olduğu öne sürülerek hakkında yeniden tutuklama kararı alındı. 20 Aralık 1969’da yakalanan Gezmiş, kendisiyle birlikte tutuklanan Cihan Alptekin’le birlikte 18 Eylül 1970’e kadar tutuklu kaldı.

Bundan sonra öğrenci eylemlerinden uzaklaşarak, mücadelesini değişik alanlarda sürdürdü. Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan’la birlikte THKO’yu kuruluşunda yer aldı.

11 Ocak 1971’de THKO adına Ankara İş Bankası Emek Şubesi’nin soygununu gerçekleştirenler arasında yeraldı. 4 Mart 1971’de dört ABD’li erin Balgat’taki Tuslog Tesisleri’nden kaçırılması eyleminde de bulundu. Kaçırılan erler daha sonra serbest bırakıldı

12 Mart darbesinin ilk günlerinde Yusuf Aslan ile birlikte Sivas’a gitmekte iken motosikletleri bozulur. Bir ihbar sonucu polislerin gelmesi üzerine çıkan çatışmada Yusuf Aslan ile birbirlerini kaybederler. Yaralanan Yusuf Arslan o sırada Deniz Gezmiş ise 16 Mart 1971 salı günü Sivas’ın Gemerek ilçesinde yakalandı ve Kayseri’ye getirildi. Buradan Ankara’ya götürüldü ve zamanının içişleri bakanı Haldun Menteşoğlu’nun makamına götürüldü.

Deniz Gezmiş’in parkalı sembol fotoğrafını çeken gazeteci Ergin Konuksever’in ifadesiyle,[6] “Yakalandığının ertesi günü (17 Mart) Ankara’ya, İçişleri Bakanlığı’na getirildi. İki yanında polis vardı. Daha önce de yakalanmıştı. İyi ve güçlü gözüküyordu. İdam edileceği ne bizim ne onun aklına geldi. Ama bakışları veda eder gibiydi. Yeşil parkasının içinde dimdik duruyordu. Konuşmak istedim ama hızla uzaklaştırdılar. Yukarı çıktığında Bakan Haldun Menteşeoğlu’nun yüzüne tükürdü”![7]

Savcı Baki Tuğ tarafından idamları istenen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yargılanmasına Tuğgeneral Ali Elverdi başkanlığındaki Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Mahkemesi’nde 16 Temmuz 1971 günü başlandı.

Günlerdir bu duruşmaya hazırlanıyorlardı. Mahkemede dimdik duracaklar, savunmalarıyla bir karşı iddianame yazacaklardı.

Altındağ’da 1 No’lu sıkıyönetim mahkemesine çevrilen Askeri Veteriner Okulu binasına bu kararlılıkla geldiler. İkişer ikişer birbirlerine kelepçeli hâldeydiler. Kapıda “Gündoğdu hep uyandık/ siperlere dayandık” diye haykırarak, sloganlar atarak girdiler.

Görevli askerler, susturmak için yumruk ve dipçiklerle sanıklara girişti. Deniz, yüzüne bir yumruk yedi, bir sanığın başı yarıldı. Gerilim had safhadaydı. Duruşma başlayınca yargıç usulen “Mahkemeye itimadınız var mı” diye sordu. Deniz, “Kapısında dipçikle kafa yarılan bir mahkemeye nasıl itimat edelim” diye yanıtladı…[8]

Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 No’lu Mahkemesi, 9 Ekim 1971 tarihinde Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ı, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını, bir kısmını tağyir, tebdil veya ilgaya cebren teşebbüs suçunu” işlediklerini sabit görerek “TCK 146/1 maddesi uyarınca ölüm cezasına” çarptırdı.

Bütün dava, toplam 2 ay 23 günde bitti. Ve son duruşmada kalemler kırıldı: “18 idam!” Deniz’in karara tepkisi, yanındaki Yusuf’a dönüp gülümsemek ve Kahrolsun faşizm” diye haykırmak oldu!

Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan ile birlikte 6 Mayıs 1972 tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde idam edildi. İdamları önlemek için aileleri ile büyük mücadele veren ve 5 Mayıs 2011’de yaşamını yitiren Avukat Halit Çelenk, Deniz’in son özlerinin “Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun emperyalizm. Yaşasın işçiler, köylüler” olduğunu aktardı.[9]

 

III.2) DENİZ DEYİNCE!

“delikanlım./ iyi bak yıldızlara./ onları belki bir daha göremezsin./ belki bir daha/ yıldızların ışığında kollarını/ ufuklar gibi açıp geremezsin/ delikanlım,/ sen ki, ya bi köşe başında/ kaşından kan sızarak gebereceksin/ ya da bir devrimci gibi darağacında/ can vereceksin,” dizelerini dilinden düşürmeyen Deniz Gezmiş; “yarin yanağından gayrı,/ her yerde her şeyde hep beraber” diyenlerdendi.

Soren Kierkegaard’ın “Yaşam geriye doğru anlaşır, ileriye doğru yaşanır” tezini, yaşamıyla ve bıraktığı gelenekle, anlar üstü bir zamansallıktan kurtarıp, o geleneği sahiplenenlere mal ederek, yaşamı ve kavgayı yüceltenlerdendi…

Filistin halkı için yalandan “efelenmeler”e kalkışmadan, bizzat Filistin’e gidip mücadele eden devrimciydi…

“Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz,” diyen bir başbakanın hükümeti döneminde, birer birer katledilen Taylan Özgür’lerin, Koray Doğan’ların, Mehmet Cantekin’lerin ve daha nice devrimcinin yoldaşıydı…

Devrimci gençlik hareketinin simgelerindendi; isyan ahlâkıydı; Abdullah Gül’ü[10] üniversiteye sokmayan[11] O; devrimci mücadelenin sembol isimlerdendi…

6 Mayıs 1972’den sonra doğan “Deniz”lerin isim babasıydı; her zaman 25 yaşında olandı; yüreğimizin sesiydi; vicdanımızdı…

Esprili bir kişiliği vardı;[12] direnişin en ön safındaydı; ölüme tereddütsüz, onuruyla yürüyendi; boyun eğmeyendi; bir rüzgârdı ve iş bu nedenle de adı isyan tarihine alınteri ve kanla yazılmıştı…

Özetle -sosyolojik değerlendirmelerde- “idol” kelimesinin tam karşılığıydı; O, siyasi düşüncelerini benimsemeyenlerin bile hayranlığına mazhar olmuştu.

Deniz kadar engindi, coşkundu; yüreklerden hiç çıkmayan bir imgeydi; kocaman umutların bir insanda özetiydi…

Fedakârdı; ahlâktı; bilinçtir; inandıkları için gözünü kırpmadan ölümü kucakladı.

“Yaşam, yaşamı tekmeleyebilmektir,” diyenlerdendi; lûgatında korku yazmayandı; idam gününden sadece bir önce, 5 Mayıs 1972’de çekilen fotoğrafında gülebilme cüretiyle maruftu…

“Eğer vatan zenginin gezdiği, fakirin yattığı yerse vatan sağ olmasın”…

“Vatan için uykularınız kaçıyorsa, devrim başlamış demektir”…

“Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığın süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir”…

“Fedakârlık olmazsa devrim de olmaz”…[13]

“Biz şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, halkımızın bağımsızlığı ve mutluluğu için savaştık!”

“Biz stratejik olarak düşüncemizi hiçbir zaman saklamayız. Hangi şartlar altında olursak olalım, bunu açıkça söyleriz. Düşüncelerimizi mezara kadar götürürüz. Nasıl burada namluların ve dipçiklerin gölgesi altında konuşuyorsak, düşüncemizi her zaman açıkça ifade ederiz. Tarih evvelce bunu yapanları nasıl temize çıkarmışsa bizi de temize çıkartacaktır, buna da inanıyoruz,” diyendi…

İsmi Deniz konulan her çocukla tekrar doğan O; efsane değil, gerçekti.

Her daim ölümsüz devrimciydi; “Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı sürede çok şeyler yapabilmektir” gerçeğini doğrulayan Deniz Gezmiş, tarihsel bir kişilik, ideolojik bir simgeydi.

Zulme karşı direnme hakkını kullandı; umudu, isyanı sürdürenlerin soyundandı; omurgalı dik duruştu.

Halkı için savaşan gerillaydı, devrimci liderdi; Mahir Çayan’ın uğruna ölümü göze aldığı özgürlük savaşçısıydı.

O Mayıs şafaklarında gözyaşlarıyla hatırlanacak bir figür değil, kavgasıyla mücadeleye yön veren bir önderdi.

Topraklarını çok sevmekti; coğrafyamızın namusuydu, onuruydu.

Deniz’in kişiliğini -Hamdi Gezmiş’in aktardığı- şu anı yeterince net sergiler:

“Bir gün evimize iki sivil gelmişti; belki Emniyet’tendi, belki MİT görevlileriydi. Babama kapıda kimliklerini ve silahlarını gösterdiler. ‘Yanlış anlamayın, konuşmaya geldik. İsterseniz bunları bırakalım,’ dediler.

Babam yine takibe geldiklerini sanıp, ‘Deniz hapiste, biliyorsunuz,’ dedi. ‘Yok, biz başka bir konuyu konuşmak istiyoruz,’ dediler.

Bunun üzerine içeri buyur ettik; girdiler. Annem,[14] babam ve ben vardık. Oturduktan sonra, ‘Başbakanımız bu eylemlerden çok rahatsız, acaba bir çözüm bulabilir miyiz? Bunu görüşmeye geldik,’ dediler.

Başbakan, Demirel’di o dönem… Merakla dinliyorduk. Babam, ‘Biz de üzülüyoruz. Ben de evladımın ziyan olmasını istemem,’ dedi.

Bunun üzerine sivillerden biri, ‘Acaba yurtdışına gitse, Avrupa’ya, mesela İsviçre’ye gitse. Oradaki masraflarını devlet karşılasa…’ diye ağız yokladı.

Babam anladı teklifi: ‘Tabii yurtdışında tahsil görmesini çok isterim. Burada canından olmasındansa dışarıda okumasını en başta ben arzularım. Ama kabul eder mi, etmez mi, bilemem. Zor görünüyor,’ dedi. Yine de bu teklifi abime ileteceğine söz verdi.

Adamlar sevinir gibi oldu. ‘Başbakanımız önümüzdeki günlerde İstanbul’a gelecek. Bir olumlu cevap alırsak, hemen kendisine iletiriz. Gereken işlemlere başlanır,’ dediler. Teşekkür edip gittiler.

Babam, bu teklifi abime iletti. Güldü abim. ‘Dalga mı geçiyorsun baba’ dedi. Geçti. Üzerinde bile durmadı.”[15]

 

III.3) “KEMALİST(LER) MİYDİ(LER)”?!

Hakkında “Yoluna Kemalist olarak başlayıp, komünist olarak noktalamıştı,” denilen O; popüler kültürün veya “ulusal sol saçmalığı”nın figürlerinden biri hâline getirilmeye çalışılmaktadır.

Evet, ne yazıktır ki gerçek ile onun magazinleştirilmiş hâli arasındaki açı, aynı zamanda toplumsal yozlaşmanın, yabancılaşmanın şiddetini de ele verir. Bu tür magazinleştirme, içi boşaltılıp koflaştırılmaya çalışma çabaları Deniz’ler için de kullanılıyor.[16]

Her olguda olduğu gibi, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının da nasıllarsa öyle anlatılması gerekiyor. Bu en başta insan olmanın, vicdanın gereği! Çünkü onlar dillerinde yeminler, ölümü ölerek de yendiler… Ölümsüzleştiler.[17]

Bu tam da böyleyken unutulmasın: V. İ. Lenin’in, “Egemenlerin; ezilen sınıf savaşımlarının düşünsel ve eylemsel önderlerini, hayatta iken, sonu gelmeyen kıyıcılıklar, en koyu kin, en taşkın yalan ve karaçalma kampanyaları ile ödüllendirip de sonradan basit ikonalara dönüştürmeleri” ifadesiyle belirttiği hâl Deniz Gezmiş’ler için de geçerlidir.

“Böylelikle, devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve törpülenerek devrimci keskinliği giderilir,” vurgusuyla söz konusu tavrı açıklayan V. İ. Lenin uyarısını şöyle sürdürür:

“Burjuvazi, egemenler ve işçi hareketi oportünistleri, bugün işte Marksizmi ‘evcilleştirme’ biçimi üzerinde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılıyor ve övülüyor.”

Bir zamanlar Kemalizm etkisinde de olsa bir Marksist Leninist’tir, komünisttir. Ancak ne yazık ki popüler kültür onu temellük etmeye çalıştı, çalışıyor.

Oysa, “ulusal sol saçmalığı”nın figürüne dönüştürülmek istense de O; “ulusalcı” değil; radikal sosyalisttir, anti-emperyalisttir, enternasyonalisttir.

Evet, aynı dönemde Kemalizm ile hesaplaşabilmiş Kaypakkaya gibi örnekler olsa da, Türkiye’nin 68 hareketine baktığımızda genel olarak anti-emperyalizm üzerinde şekillenen Kemalizme (“Kurtuluş Savaşına”) de sık referans veren bir hareketle karşılaşırız.

Bu da daha evvelden Türkiye Solu’nun Kemalizm ile ciddi bir hesaplaşmaya gitmemesi, koşulların bu hesaplaşmayı yeterince zorlamamış olmasıdır. Henüz o tarihlerde “Kemalizm bir ulusal kurtuluş ideolojisi” olarak gençlik hareketinin çoğunluğu üzerinde etkisini korumaktaydı.

Deniz’lerin ve ardıllarının teorik eksikliği zaten mücadele içinde deneyim kazanarak belli bir olgunluğa erişmiştir, kimi hesaplar bu deneyimleri kazandıkça görülmüştür.

Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal yürüyüşü yapması ile idam sehpasında Kürt-Türk halkının kardeşliğini haykırması: Bu aslında, sadece Deniz Gezmiş’in değil, Mustafa Kemal’i “sosyalist olarak düşünen” yaygın dönem çelişkisidir;[18] “aşılmıştır”.

Kaldı ki, insanları hiçbir zaman yaşadıkları dönemin koşulları dışında değerlendirmek mümkün değilken; “Mücadeleye baş koymuş, canlarını vermeyi göze almış devrimcilere eleştiri yöneltmek, masa başlarında ahkâm kesenlerin değil, mücadelenin en keskin noktalarındaki devrimcilerin hakkıdır,”[19] Doğan Özgüden’in de altını çizdiği üzere…

Bir an ‘Taraf’ta “Deniz’lerin yolu bizi nereye götürür?” diyen[20] Rasim Ozan Kütahyalı’nın, Deniz Gezmiş hareketinin “humaniter, enternasyonalist ve demokrat bir ruh miras bırakmadığı” iddiasıyla “cunta” beklentisinde olduğu savlarını anımsayın!

Kütahyalı ile AKP’li Bülent Arınç’ın “çamur at izi kalır”cılıkta birbirlerinden ne farkları var ki?![21]

Yeri gelmişken hatırlatalım: “THKO’nun kurulma öncesi Deniz, İstanbul’daki arkadaş grubuyla tamamen kopmuştur. O günlerde Deniz’in örgütlenme önerisine karşı çıkanlar ve Atatürkçü düşünceyi o gün ve bugün de hâlâ savunan İstanbul’daki yoldaşlarıdır. Dolayısıyla Deniz bu Kemalist kadrolardan koparak Ankara’ya ODTÜ’deki sosyalist kadroların yanına gelmiştir. Mısır patlatır gibi sağa sola bomba atma bilgisi Hasan Cemal ve benzer konumdaki kişilerin yetersiz ilişkilerinden dolayı ortaya koydukları görüşlerden başka bir şey değildir. Ve dönemi tarif edebilecek bir özelliği yoktur. Eğer bu konuda bilgi sahibi olmak isterseniz benim kitapta daha çarpıcı ve sarsıcı bilgiler var. Uzağa gitmenize gerek yok. Bu konumdakilerin yaptığı körün fili tarif etmesine benzer,”[22] der Selçuk Polat…

Ayrıca Mustafa İlker Gürkan da şunları ekler: “68 kuşağının Deniz’le olan birliğinin ortak noktası İstanbul Hukuk 1. amfisidir, Hürriyet Meydanı’dır… Dolmabahçe’dir, Taksim Meydanı’dır… 68 kuşağının Deniz’le olan ortak paydası ‘71’ Nurhak değildir. Deniz’le Nurhak’ı paylaşanların anılarına gösterdikleri bağlılığı saygıyla karşılarız. Ama Deniz’in adı arkasından koca bir kuşağı oraya bağlamaya karşı çıkarız ve çıkıyoruz. 68’li olan ‘açık’, ‘bağımsız’, ‘yığınsal’ bir gençlik hareketidir… 71’li olan ‘illegal’, ‘siyasal’, ‘kadro’ nitelikli bir harekettir. 68 ile 71’in karşılaştırılması bu tabloyu verir… Ki, ‘71’ bu anlamda 68’in inkârıdır”![23]

Evet, yürekten inandığı şeylerin hiçbirinden ödün vermeden savaştı Onlar; THKO Davası’nda Deniz ile yoldaşları ortak savunmalarındaki netlikle:

“İçinde bulunduğumuz şartlar, geniş bir savunma yapmamızı ve şahsımızda zincire vurulmak istenen bilimi ve gerçekleri savunmamızı gerektiriyor.

Amacımız, aleyhimize verilecek cezayı önlemekten çok doğruluğuna inandığımız doğa ve toplum kanunlarının insanlık tarihine nasıl yön verdiğini açıklamaktır.

Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin tarihidir. Çağımıza kadar bu mücadelelerde ezilenler daima yenilmişlerdi. Fakat XX. yüzyıl tarihimiz ezenlerin barbarlığına bütün baskılarına rağmen ezilenlerin kurtuluşuna sahne olmaktadır.

Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul ulusları boyunduruğu altında tutan emperyalizm’dir. İnsanlık tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi olan emperyalizmin de sonunu müjdeliyor.

Bütün ezilen uluslar, emperyalizme hergün darbe üstüne darbe vuruyorlar. Asırlardır ezenlere karşı mücadelelerde hayatlarını feda edenlerin çabaları boşa gitmemiştir. Dünyamız zafer türkülerini söylemek üzeredir.

Ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde ölen, tüm ezilenlere selam olsun…”

 

IV) “İDAM(LARI)”

Nâzım Hikmet’in, “ben yanmazsam, sen yanmazsan nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” dizelerini tartışmasız bir haklılıkla telaffuz eden Onlar, Serez Çarşısı’ndakilerin takipçileridirler![24]

“İnsanlar katledilebilir ama davalar ölümsüz,” gerçeğinin Ahmed Arif’in, “açardın yalnızlığımda/ mavi ve yeşil açardın…/ keklik kanı, kınalı berrak/ yenerdim acıları, kahpelikleri/ sıktıkça cellat kemendi,” dizelerindeki ispatıdır.

Evet nihayetinde birçok Deniz, Hüseyin, Yusuf vardır.

“Nasıl” mı? “İnsan için ömür, eyleminin yoğunluğudur. İdam sehpasını tekmeleyebilen genç çok uzun yaşamıştır; çünkü, zamanını belirleyen kendisinin hızıdır”[25] da ondan!

1960’ların sonunda Ankara’da Devrimci Liseliler Örgütü’nün (DEV-LİS) önder isimlerinden Fehmi Erbaş, Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idam gecesini şöyle anlatır:[26]

“Bütün uğraşlara ve bu yolda şehitler vermemize karşın, olayın akışını değiştiremediğimiz o bilinen gece, bulunduğumuz Mamak Askeri Cezaevi’nde alışılmışın dışında güvenlik önlemleri vardı. İlk kez iç ve dış güvenlik birleşmiş, yasalara uygun olmadığı hâlde silahlarıyla girmişlerdi koğuş koridorlarına. Bu telaş, bizim beklediğimiz o korkunç ayrılık anının yakınlaştığını gösteriyordu. Küçük gözetleme deliklerinden sanki yüreğimizde gözler varmış da, o gözleri dışarıya uzatırcasına koridoru izliyorduk. Hepimiz kulak kesilmiştik.

Bir kaç dakika sonra, 5’inci koğuştaki arkadaş, çakmağı yakıp yakıp söndürerek bizim koğuşun penceresindeki arkadaşa çıktıklarının işaretini vermişti.

Sonra, cezaevinin koridorlarında, şakırdayan zincir sesleri yankılanmaya başladı. Bunu bir anlık sessizlik izledi ve arkasından Deniz, o gür sesiyle; ‘Haydi eyvallah arkadaşlar, hakkınızı helal edin!’ diye seslendi. Arkasından önce Yusuf, sonra Hüseyin çıktı. İki kez ‘Hoşça kalın arkadaşlar’ sözlerini işittik.

Gidenler gitmişti, sessizlik devam ediyordu. Sessizliği bozan tek şey, koridorlardaki askerlerin cezaevini alelacele terk edişlerinde, postallarının çıkardığı sert ve tekdüze ayak sesleriydi.

Gardiyan Nafiz ve Mehmet Dayı, gözyaşlarını tutamıyorlardı. ‘Olmaz, olmaz! Böyle gülerek gidilmez!’ diyorlardı, mesleklerinin getirdiği tecrübe ve katılığa rağmen. Daha birkaç ay önce Nafiz’le Deniz’in şakalaşmasını gözümün önüne getirdim, ‘Deniz! İpini ben çekeceğim ve meşhur olacağım’ diyordu Nafiz. Hepimiz kahkahalarla gülüyorduk bu espriye.

O gece, uyumadı hiç kimse ve konuşmadı hiç kimse, gün ağarana kadar. Sessizliği bozan, kapatılmamış olan radyo cızırtısıydı. Haberlerin başlamasıyla hepimiz birbirimizin yüzüne bakmaya çalıştık. İlk haberleri verirken, üç arkadaşımızın ölüm cezasının infaz edildiğini söylüyordu kalın sesli bir spiker.

Arkasından askerler, sayım için hışımla girdiler koğuşumuza. Ve sayım hemen bitti. Dağılmadık. ‘Onlar’ için yalnızca bir saygı duruşunda bulunduk. O gece, ‘Onlar’ giderken gelenek olmasına rağmen sloganlarımızı haykırmadık. Çünkü Onlar, ‘Ajitasyona ihtiyacımız yok!’ diyerek istememişlerdi bunu. Bense bugün bile hayıflanırım bu katı duruşumuza.

Ve yaşam devam etti, uzun yıllar geçti o geceden günümüze. Çok sözler verildi, çok antlar içildi. Unutanlar zaten unuttu, unutmayanlar devam ediyor yoluna, zincir seslerinin şakırtılarını bugün de yüreklerinde hissederek…”[27]

Çok zor bir kesitti. O günlerde O’nu ve davasını, “Ben bir savunmanım. Güzel insanları savundum. Halkını seven, onların ‘bir orman gibi kardeşçesine’ yaşaması için gencecik yaşamlarını veren insanları. Özgürlüklerini, yaşanmamış yemyeşil yıllarını ortaya koyan insanları. Hakça toplumsal bir düzene giden yola ışık saçan insanları savundum. Onlar bir çiçek gibi arı, taze ve renkliydiler. İnsan olmaktı suçları. İnsanları sevmekti. Her biri birer dünyaydı. İdealleri için öldüler, idam edildiler, hapis yattılar. Ben bu güzel insanları savunarak, onlarla beraber, insan sevgisini, barış dolu, özgür ve mutlu bir dünyayı savundum. Bu güzel insanları seviyorum. Bir yaşam bu sevgiyle geçti. Kendilerini tüm insanlığa adayanlara bir yaşam vermek çok mu?” diye anlatan avukatı Halit Çelenk’in aktardığı üzere son sözleri, programatiktir, hamasi değildir. Duygudan çok akla hitap eder, radikal bir manifestodur. Radikal sosyalist bağlamda isyanın o günkü anlayışını, duruşunu yansıtmaktadır.

İdam sonrasında Deniz’e ait eşyalar, infazdan sonra, siyah bir torba içinde babasına teslim edildi. Torbada 31 kalem malzeme vardı: Yeni açılmış Birinci sigarası… İki tükenmez kalem… Askılı atlet, fanila ve yün başlık… Kahverengi ceket ve pantolon… Haki renk bir yün gömlek… Füme terilen pantolon… Kendi yeşil, yakası beyaz, fermuarlı kazak… Bir küçük, bir büyük İngilizce lügat… Türkçe-Almanca sözlük… Brecht, Ahmet Arif, Memet Fuat’ın kitapları Babasından gelen mektuplar… Bir cep aynası, bir cep defteri…

Ve cep defterinin kapak arkasına kendi el yazısıyla karaladığı, kimi satırlarını çizdiği bir şiir: “Yenilmişsem/ Elim kolum bağlı/ Boynumda yağlı ip/ Gelip dayanmışsam/ darağacına/ Dudaklarımda yarın/ Gözlerim yarınlarda/ Unutmak mı gerek seni?/ Kapılar kapalı/ Tutulmuşsa gece/ kapkara yollar/ Sıcacık bir sevgi/ sunmayacak mıyım/ insanlara?/ Bakmayacak mıyım yarınlara/ Seslenmeyecek miyim/ insanlara?”[28]

İnsanlara seslenen Deniz Gezmiş’in, idamı esnasında darağacında 55 dakika daha nefes aldığı infazına gelince!

Uzun boylu ve iri yarı olduğu için boynuna geçirilen ip, cellatlar tarafından çift ilmek yapılmış, bu da en fazla on dakika sürmesi gereken infazın 55 dakikaya uzamasına neden olmuştur. Ölürken bile kendisine işkence edilmiş, 55 dakika boyunca nabzı atmış, 55 dakika boyunca son nefesini verememiştir. Üstelik infazını, en yakın arkadaşı Yusuf Aslan’ın da izlemesi sağlanmıştır.

Attila İlhan’ın, “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/ hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı/ gittiler akşam olmadan ortalık karardı,” diye tarif ettiği isyancılar için bunun böyle olması “tesadüfi” değildi![29]

Kolay mı? “Bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir, ” demişti O son mektubunda; tıpkı bir zamanlar Julius Fucik’ın, “Mutluluk için yaşadık, bunun için mücadeleye girdik ve bunun için ölüyoruz. Hüzün adımızın yanına bile yanaşmasın,”[30] diye haykırdığı ‘Darağacından Notlar’ındaki ya da Ataol Behramoğlu’nun, “cellat uyandı yatağında bir gece/ tanrım dedi, ne zor bilmece/ öldürdükçe çoğalıyor adamlar/ ve ben tükenmekteyim öldürdükçe,” dizelerindeki gibi…

 

V) BİRKAÇ -ZORUNLU- NOT YA DA “SON(UÇ)”

İbrahim Ekdial’ın, “İdam kararını veren hâkimleri bugün hiç kimse hatırlamazken Deniz’ler, milletin vicdanında, yüreğinde adeta parlayan birer yıldıza dönüşmüşlerdir,”[31] notunu düştüğü Üç Fidan’ın infazını Nâzım Hikmet’in, “daha son sözü söylemedi hayat;/ belki yarınlar, mutlu sonlar var?”; Ahmet Telli’nin, “yenilirsen dövüşerek yenilmelisin/ hiç kimseye vereceğin hesap kalmamalı”; Adnan Yücel’in, “sen ki;/ bilirsin kır çiçeklerini,/ hangi rüzgâr dağıtırsa dağıtsın,/ düştükleri yerde yeniden çoğalırlar,” dizeleri betimlerken; “Onun kimliğine hiçbir aracıya ve anlatıcıya gerek bırakmaksızın kondurduğu son dokunuş, son soluğunda üstlendiği tarihsel duruştu,” diye ekler Ertuğrul Kürkçü de…

İş bu nedenle Nurettin Topçu’nun, “Ölçüsüz kamu gücüne karşı direnen bir isyan ahlâkçısı” sıfatıyla betimlediği Deniz Gezmiş’i duruşmalara götürürken sıkı güvenlik önlemi alındığını vurgulayan dönemin Ulucanlar Merkezcezaevi Jandarma Karakol Komutanı Kazım, “Deniz’e ayrıca parmak kelepçesi takıyordum. Bu kelepçenin özelliği anahtarı olmadan kolay çözülememesiydi” derken;[32] 21 Mayıs 1963’te ihtilal teşebbüsünde bulunulduğu esnada arkadaşlarının idam kararını veren Ali Elverdi’yi sorguya alan askerler arasında olduğunu anlatan Deniz Gezmiş’in arkadaşı Zihni Çetiner, “Alın bunu siz sorgulayın dedi, biz biraz sorguladık. Tir tir titriyordu. İnsanoğlunun böyle namert olduğunu o olayla görmüş oldum,” demişti.

Deniz Gezmiş ile İstanbul Üniversitesinde tanıştıklarını söyleyen Çetiner, “Benim tanıdığım Deniz Gezmiş, inançlarını bilinçli şekilde hayata geçirmek isteyen, bu nedenle namluya sürülmüş her an patlamaya hazır bir mermiydi. İnandığı şeyler için hiçbir şeyi kendisine dert edinmez, önüne çıkan her engeli aşmak için boyu ve yürüyüşü ile uygun şekilde hareket ederdi. Emperyalizmi mağlup eden Che Guevara ve Fidel Castro ikilisi, Deniz’in mücadelesinin temsiliydi.[33] Bu temsili örnek alarak aynı hareketi uygulamak istedi,”[34] diye eklemişti.

Burada Onlara dair bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü Onların, “Özgürlük, kardeşlik, adalet, demokrasi istedikleri için idam edildiler. Tam bağımsız bir ülke istedikleri için katledildiler,”[35] türünde tespitler eksiklidir. Onlar devrim için ölümsüz ölümü kucakladılar.

Bunu yaparlarken de; “Çok cenaze kaldırdık biz. Bu bakımdan ‘Bir daha böyle bir kuşak olmasın’ diyorum. Deniz’ler, Hüseyin’ler, Yusuf’lar çok gençtiler,”[36] diyen Nadire Mater’in “gençlik ve olmasın” vurguları Onları hümanizmin labirentlerinde anlamsızlaştırır.

Evet, “genç”tiler ama devrimcilerdi; hem de yaşlı, olgun akîllere inat…

Bir şey daha: Gevezelik ederek değil; mücadeleleriyle, son nefeslerini verirken bile dik duruşlarıyla, sömürüye, ötekileştirmeye karşı, halkların kardeşliğine fdayalı, özgür ve sosyalist bir coğrafya ütopyaları için isyan eden Onların, “Bugün Türkiye’de önemli bir siyasal güce ulaşan HDK-HDP projesi de 6 Mayıs ruhunun pratikleşmesidir,”[37] diyen Hüseyin Ali’nin saptamasıyla ilişkilendirilmesi mümkün değildir; Onların TİP’e karşı tutumu bilgimiz dahilindeyken…

O hâlde diyeceklerimi tamamlıyorum: 12 Mart 1971 darbesi zulmü ardından ne oldu? Kim anımsıyor zalimlerin adını? Kimler silindi tarihten? Gerçekte kazanan ve kaybeden kim? Kazanan elbette “Mare Nostrum/ Bizim Deniz.”

“Ayaklar baş olmalı! Deniz’leşme zamanıdır!” vurgusuyla şimdi aslolan Deniz Gezmiş’in mücadelesini; eğip bükmemek, çarpıtmamaktır. Steril kalıplara sokarak yumuşatmamaktır.

Devrimcilik, kalabalıklara karışarak sıradanlaşmak değil, sıradanlaşmayı yıkarak, değiştirmektir.

Kitlelerden kabul görmek, alkış almak, sistemin adamlarına özgü bir statü biçimidir.

Deniz’in attığı taşlar ve döşediği barikatlar okuduğu kitaplar kadar çoktur.

Onu ve bizlere miras bıraktığı sistemle barışmak değil; mücadeledir.

Deniz Gezmiş, Marksist’tir, devrimcidir ve eylemcidir.

Teoriyle pratiği bütünleştirip, devrim için savaşandır.

Onun bu yönünü görmezden gelmek; hatta kimilerinin yaptığı gibi komünistliğinin üstünü örtmeye çalışmak, oligarşinin ekmeğine yağ sürmektir.

O, emperyalizme, kapitalizme, liberalizme, oligarşiye, CIA’ya, kontrgerilla’ya, 6. Filo’ya, NATO’ya, revizyonizme, oportünizme karşı halkın yanında saf tutmaktır.

Söz konusu mücadelenin kimlikleşmiş hâlidir Deniz Gezmiş.

Ancak bunların böyle olduğunu unutturup, “es” geçenler için Denizler’in sahiplenilişi de, tarihi değerlerimizin istismarına acı bir örnektir. Her yıl özellikle onların idam edilişlerinin yıldönümlerinde bu istismara bir kez daha tanık oluruz.

Denizler’le, onların devrimci mücadele anlayışlarıyla, stratejileriyle, uğruna canlarını verdikleri iddialarıyla hemen hiçbir ilgisi kalmamış kesimler, Denizler’i sahipleniyor görünürken, aslında onları özlerinden uzaklaştırıp, olduklarından farklı gösteriyorlar. Böylelikle kendi reformist, uzlaşmacı çizgilerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar; başka bir ifadeyle, kendilerini olduklarından farklı göstermek isterken, buna Denizler’i alet ediyorlar.

Sonuç; bu da işte, tam da burjuvazinin devrimci önderlerin içini boşaltarak yapmak istediğine paralel bir sahiplenmedir. Bu durum, açık ki, “sahipleniyor” gözükerek tarihimizi, şehitlerimizin yarattığı mirası büyütmez tam tersine onlara zarar verir.

Denizler’in darağaçlarında düşmelerinin yıldönümünde yine nice istismara tanık olduk. Neyin gerçek bir sahiplenme, neyin istismar olduğunu kestirmek için baştan beri sıraladığımız ölçülere bakmak yeterlidir. Kimdir Denizler? Onların siyasi mirası nelerden oluşmaktadır? O tarihin özü, esası nedir? O mirası sahiplenmenin ve sürdürmenin asgari koşulları nelerdir?..

Soracağımız sorular bunlardır. Açık, yalın sorulardır.

Denizler’i anarken “ama hiç kimseyi öldürmemişlerdi” demeden yapamayanlar, Denizler’in mirasını sahiplenemezler. Denizler’i “kimseyi öldürmedikleri”yle bugüne taşıyanlar, utanmadan, onların düşüncelerini, uğrunda canlarını feda ettikleri inançlarını inkâr etmektedirler. Denizler için, Denizler’le ilgisi olmayan bir tarih yazmaktadırlar. Bunun adı tarihi çarpıtmaktır elbette.

Yayınladıkları bildirilerde “THKO, halkımızın bağımsızlığının silahlı mücadeleyle kazanılacağına ve bu yolun tek yol olduğuna inanır” diyen bir hareketin önderlerini, “ama onlar kimseyi öldürmemişlerdi” diye bugüne taşımak, o önderlere de, tarihe de saygısızlık değil midir?

Denizler’in geleneğine, mirasına sahip çıktığını iddia eden reformistler, elbette yukarıda aktarılan bildiride yazılanları savunamıyorlar. Onların savunduğu Deniz, ideolojisinden, stratejisinden, örgütünden, militan savaşçı kişiliğinden arındırılmış bir Deniz’dir. Yani Deniz’i Deniz yapan hiçbir şey yoktur onların sahiplendikleri Deniz’de. Tarih karşısındaki riyakârlık, istismar ve çarpıtma buradadır.

Denizler “adam öldürmemişti, suçsuz yere asıldılar, devlet onları boşu boşuna astı” diyorlar. Hayır, devlet ne yaptığını çok iyi biliyordu, onları “boşu boşuna” asmadı. Denizler, şimdilerde yine kimilerinin karikatürize ettiği gibi, “gençlik hevesleri ve heyecanlarıyla” da çıkmadılar dağlara. “devrimciler; barışçıl şartlar içinde mücadele metotlarını bırakınız. Halk kitlelerini kurtuluşa götürecek olan şiddet politikasını temel alan silahlı mücadeleye… Katılınız” diyorlardı. Oligarşi, silahlı devrim cephesinde, kendi iktidarına alternatif olanı görüyordu. 12 Mart terörü, asıl olarak bu alternatifi yoketmek içindir.

“Şerefsiz yaşamaktansa şerefle ölmek, yalvarmak yerine zora başvurmak, başkasına değil kendine ve kendin gibi olanlara güvenmek, nerede ve nasıl olursa olsun hainlere boyun eğmemek parolamızdır” diyordu Deniz. Bu parolaya uygun davranmayanlar, Denizler’i sahiplenemez ve savunamaz.

Bu parola, Mahirler’in ve Cheler’in yani aslında tüm ihtilalci önderlerin parolasıdır. Onları sahiplenmek bu yüzden bu parolayı bir yaşam tarzı, bir mücadele anlayışı hâline getirmekten geçer. Devrim için savaşmayanlar, devrim için savaşta ölümü göze alamayanlar, halk savaşı yerine parlamenterist politikaları, militanca direniş yerine uzlaşmacılığı statükoculuğu esas alanlar, en iyisi Mahirler’i, Denizler’i ve Cheler’i hiç ağızlarına almasınlar. Siyasi olarak tutarlı ve ahlâkî olan budur.

Ve de “En kötü şartlarda olsam bile/ Ne korktum, ne de ağladım kimselere/ Kaderin pervasız darbelerinde bile/ Kana bulansa da başım, eğilmedi asla,”[38] haykırışıyla “Güneşi İçenlerin Türküsünü” söyleyen Üç Fidan’ın arkasından, gereksizce atıp tutan tipler her daim olacaktır. Ancak Onlar, laf ebeliğiyle değeri düşürülemeyecek insanlardır; şarkıları sert rüzgârların eşliğinde söylendi, şiirleri gibi; isyancı hikâyelerindeki üzere. Çünkü “Onlar kimliklere kazılmış gül suretidir. Kanayan yaralarımıza sargı bezidir… Birer halk sancağı gibidir onlar…”[39]

 

9 Mayıs 2016, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Melih Cevdet Anday.

[2] “… ‘Devlet Baba’ Fikrini Yıkan Üç Fidan”, Gündem, 6 Mayıs 2016, s.14.

[3] THKO’nun Elazığ kanadından Zeynel Metin, “Sinan Cemgil çok zeki, çok iyi bir beyindi. Sinan’a bir gün sormuştum biz hepi topu 20 kişiyiz ne yapabiliriz ki, bizi kolaylıkla alt edebilirler. Kürecik Radar Üssü’nü bastık sonra ne olacak dedim.. ‘Biz bir çoban ateşi yakacağız, bir kıvılcım, arkası gelir ama’ demişti,” (“THKO’nun Elazığ kanadından Zeynel Metin: Deniz’ler, Nurhak Dağı’na Gelebilse Katliam Olmazdı”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.12.) diye aktarır bir anısını.

[4] Yaşar Aydın, “Mehmet Hakkı Yazıcı: Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız”, Birgün, 6 Mayıs 2015, s.6.

[5] “Deniz, Yusuf, Hüseyin asılınca gidip ‘Bu ülkede adalet yok’ diye barodan kaydını sildirir Avukat Şekibe Çelenk.” (Sennur Sezer, “Dün 6 Mayıs’tı”, Evrensel, 7 Mayıs 2015, s.12.)

[6] Ergin Konuksever, “O zamanlar NATO’da görev yapan çok subay arkadaşım vardı. Parka getirilerdi bana. Bende hep birkaç tane olurdu, biri de Deniz’in payına düştü! Birkaç parkalı fotoğrafı çekildi. Ama galiba en güzelini çekmek de bana kısmet oldu. Aslında cezaevinde ziyaret ettiğim Mahir Çayan’a verdiğim mavi renkli kazağın öyküsü daha trajiktir. Üşüdüğü için verdim. Kızıldere’de öldürüldüğünde üzerinde o kazak vardı, delik deşik olmuştu,” (Erk Acarer, “Babıali’nin Ağabeyi Ergin Konuksever: Ah O Parka ve O Güzel Çocuklar”, Birgün, 6 Mayıs 2015, s.2.) der.

[7] Gökhan Karakaş, “Yeşil Parkalı Fotoğrafın Hikâyesi”, Milliyet, 6 Mayıs 2015, s.24.

[8] Can Dündar, “Bağımsızlık Uğruna Al Kanlara Boyandık”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2014, s.11.

[9] “Aşkolsun Size”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2014, s.9.

[10] Öğrenci olaylarının yaşandığı dönemleri anlatan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, üniversitede okurken kantinde sıkıştırılıp alnına silah dayandığını belirterek şunları kaydetti: “O zamanki dönemlere bakarsanız, özellikle 1960’dan sonra Türkiye’de çok yoğun bir sol propaganda başlamıştı… Sol akım gelişiyordu.” (Abdullah Karakuş, “11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül: Alnıma Silah Dayadılar”, Milliyet, 21 Nisan 2016, s.17.)

[11] http://www.telgrafhane.com/basliklar/guncel/6239

[12] Deniz Gezmiş’in ODTÜ’de atla gelip “bohçanı hazırla seni kaçıracağım” dediği Şule Albayrakoğlu, yıllar sonra olayı Can Dündar’ın hazırladığı ‘Delikanlım’ belgeselinde anlatırken, gülmek ister boğazına küçük bir düğüm oturur, kısa bir an durup, “at beyazdı rica ederim” der ve devam eder: “Anılarımızı en güzel en komik anılarımızı boğazımızda zaman düğümlemiyor, faşizm düğümlüyor. Yine de hesabı sorulacak.”

[13] “Deniz Gezmiş: Parkamı Getirirseniz Memnun Olurum”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2016, s.16.

[14] Deniz Gezmiş’in annesi, emekli öğretmen Mukaddes Gezmiş (94) 20 Kasım 2014’de İstanbul Selimiye’deki evinde yaşamını yitirdi. Hamdi Gezmiş, annesinin Deniz’e duyduğu hasreti “Zaman zaman, ‘Çıkar şu mektupları bir bakayım’ der abimin attığı kartpostalları inceler, ‘Ah canım ne güzel yazmış’ diye iç çekerdi” ifadeleriyle dile getiriyor. (“Deniz’e Son Ziyaret”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2014, s.3.)

[15] Can Dündar, “Devlet, Deniz Gezmiş’e Ne Teklifi Götürdü?”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2014, s.9.

[16] Alın size bir örnek: “Soru şöyle de sorulabilirdi? İlk gençlik yıllarımdaki devrimci yönelişimlerimde ‘esas olan devrimcilik miydi, yoksa masumiyet mi?’ Daha da iddialı soru şuydu: – ‘Deniz Gezmiş’i Deniz Gezmiş yapan, onu efsaneleştiren, ikonlaştıran, mitleştiren, kutsallaştıran, gençlik mücadelesinin sembolü hâline getiren gerçek değer, onun sosyalizme sunduğu katkı mıydı, yoksa vatan sevgisiyle gözünü kırpmadan ölüme giden 22 yaşındaki devrimci, idealist gencin masum bakışlarındaki sonsuzluk mu?’ Sanıyorum ikincisi… Biliyordum ki; Deniz’i Deniz yapan esasen ‘masum’luğuydu…” (Reha Muhtar, “Doğmamış Çocuklarımın İsminin Yanına ‘Deniz’ Koydum…”, Vatan, 6 Mayıs 2014, s.13.)

[17] A. Hicri İzgören, “Kökleriyle Yerde Başları Yıldızlarda Üç Fidan”, Gündem, 5 Mayıs 2016, s.15.

[18] Bakın Mustafa Kemal neler demişti?

“Bolşeviklere gelince, bizim memleketimizde bu doktrinin hiçbir şekilde bir yeri olamaz. Dinimiz, adetlerimiz ve aynı zamanda sosyal bünyemiz tamamiyle böyle bir fikrin yerleşmesine müsait değildir. Türkiye’de ne büyük kapitalistler, ne de milyonlarca zanaatkâr ve işçi vardır. Diğer taraftan zirai bir problemimiz yoktur. Son olarak, sosyal bakımdan dini prensiplerimiz Bolşevizmi benimsemekten bizi uzak tutmaktadır.” (Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV (1917-1938), Derleyen: Nimet Arsan, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1964, s.78.)

“Komünizm içtimai bir meseledir. Memleketimizin hâli, memleketimizin içtimai şeraiti, dini ve milli ananelerinin kuvvetli, Rusya’daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatini teyit eder bir mahiyettedir.” (Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV (1917-1938), Derleyen: Nimet Arsan, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1964, s.99.)

“Biz ne Bolşeviğiz ne de komünist; ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetperver ve dinimize hürmetkarız. Hülasa, bizim şekli hükümetimiz tam bir demokrat hükümetidir ve lisanımızda bu hükümet halk hükümeti diye yad edilir”(Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Cilt:3, Derleyen: Nimet Arsan, Ankara Üniversitesi Basımevi, 2. baskı, 1964, s.20.)

[19] Doğan Özgüden, ‘Vatansız’ Gazeteci, Cilt I, Sürgün Öncesi, Belge Yay., 2010.

[20] Rasim Ozan Kütahyalı, “Denizlerin Yolu Bizi Nereye Götürür?”, Taraf, 17 Mayıs 2008… http://www.taraf.com.tr/haberv.asp?haberno=8731

[21] “Sanki meclis başkanı değil; Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan’ı, Hüseyin İnan’ı yeniden diriltip yeniden asmaya doymayan bir hınçla, öfkeyle, kin ve intikamla dönen bir değirmen! Sayın Arınç, 17. Milli Eğitim Şûrası’nın ardından Ankara Öğretmenevi’ndeki akşam yemeğinde şûra üyeleriyle bir araya gelip, ‘Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını değerlendirme konuşması’ yapmış. Demiş ki: ‘Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hayatını incelediğimizde çoğu 68’linin ideolojik kavga, lider olma hevesi, para ve kadınla elde edildiklerini görüyoruz.’ Ben de 68’liyim. Deniz’i tanıdım. Öğrenci eylemlerinde de beraber oldum. Devrimin olacağına inanmıştı. En hızlısıydı hepimizin, en önde giderdi. Para için, kadın için, şarap için, menfaat için, önder olma egoizmine yenik düştüğü için değil, ‘devrim denen uzun koşunun en güzel 100 metresini koşmaya’ soyunmuş olduğu için eylem yapardı.” (Necati Doğru, “Deniz Gezmiş Para ve Kadın İçin Mi Asılmayı Göze Aldı?”, Vatan, 20 Kasım 2006.)

[22] Selçuk Polat, “Şimdi 68’li Olma Zamanı”, Taraf, 27 Mayıs 2008… http://www.taraf.com.tr/haberv.asp?HaberNo=8939

[23] Mustafa İlker Gürkan, “68, İdeallerini Paylaşan Herkesindir”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2002, s.6.

[24] “yağmur çiseliyor,/ serez’in esnaf çarşısında/ yağmur çiseliyor./ korkak/ yavaş sesle/ bir ihanet konuşması gibi./ yağmur çiseliyor,/ beyaz ve çıplak mürted ayaklarının/ ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi./ yağmur çiseliyor,/ serez’in esnaf çarşısında,/ bir bakırcı dükkânının karşısında/ bedreddin’im bir ağaca asılı./ yağmur çiseliyor,/ gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir./ ve yağmurda ıslanan/ yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin/ çırılçıplak etidir./ yağmur çiseliyor,/ serez çarşısı dilsiz,/ serez çarşısı kör./ havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü/ ve serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü./ yağmur çiseliyor.” (Nâzım Hikmet.)

[25] Yalçın Küçük, Küfür Romanları, Tekin Yayınevi, 1988, s.69.

[26] Bir diğer tanıklıkta Deniz’lerin hem yoldaşı hem mapushane arkadaşı Hacı Tonak’tan: “Bizlerin açlık grevine katılmasını istemediler, ‘Bizi nasılsa öldürecekler’ dediler, ‘Sadece biz yapacağız!’ İlk kez açlık greviyle karşılaşmıştık, su içmeyi de kabul etmemişlerdi. Kısa bir süre sonra, derileri çekilmeye, gözleri tuhaf bakmaya başladı, öğrendik ki, susuzluğa dayanmak mümkün değil, hemen ölüm geliyor. ‘Yapmayın, etmeyin,’ diye adeta yalvarıyoruz, o zaman Deniz dedi ki, ‘Asılırken dinç ve sağlıklı görünmeliyiz, bizleri arkamızdan gelecek devrimciler, öyle hatırlamalı.’ Böylece açlık grevini bitirdiler, o gün nasıl sevindiğimizi anlatamam.” (Işıl Özgentürk, “Gerçekçi Ol, İmkânsızı İste”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2016, s.15.)

[27] Fehmi Erbaş, “O Gece…”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.12.

[28] Can Dündar, “Deniz Gezmiş’in İlk Kez Ortaya Çıkan Şiiri”, Cumhuriyet, 11 Kasım 2014, s.9.

[29] Ece Ayhan’ın “nerede kalmıştık? tarihe ağarken üç ağır yıldız/ sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk!” dizelerindeki (‘Yort Savul’ şiirinde) “tarihe ağarkan üç ağır yıldız” dizesinde sözü edilenlerden biri Deniz Gezmiş’ti; diğerleri de Yusuf Aslan ile Hüseyin İnan. “Sürünerek geçen hükümet kuşu” da Süleyman Demirel’di.

[30] Julius Fucik, Darağacından Notlar, çev: Celal Üster, Yordam Kitap., 2015.

[31] İbrahim Ekdial, “Deniz’ler Vakıfla Yaşayacak”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2016, s.16.

[32] Ömür Ünver, “Deniz’e Parmak Kelepçesi Takıyordum!”, Milliyet, 6 Mayıs 2016… http://www.milliyet.com.tr/deniz-e-parmak–kelepcesi–gundem-2240239/

[33] Füsun Erbulak, “Devrim şehitlerinden Che Guevera’nın izdüşümüsün sanki. Sana, sizlere müteşekkirim,” (Can Dündar, “Bizim kuşağın Ethem’leri, Ali İsmail’leri, Abdocan’ları”, Cumhuriyet, 12 Kasım 2014, s.7.) derdi.

[34] “İdam Kararını Veren Hâkim Tir Tir Titriyordu”, Hürriyet, http://www.hurriyet.com.tr/idam-kararini-veren-hâkim-tir-tir-titriyordu-40100080

[35] Uğur Güç, “Denizlerin Yolunda Barışı Savunmak”, Gündem, 6 Mayıs 2016, s.6.

[36] “Nadire Mater: 68’den Günümüze Bitmeyen Özgürlük Mirası”, Gündem, 5 Mayıs 2016, s.11.

[37] Hüseyin Ali, “6 Mayıs Şehitlerine Verilen Söz”, Gündem, 5 Mayıs 2015, s.11.

[38] İngiliz şairi William Ernest Henley’in ünlü ‘İnvictus/ Yenilmez’ şiirinden.

[39] A. Hicri İzgören, “Anıları Hepimize Emanettir”, Gündem, 7 Mayıs 2015, s.15.

 

“Bu yasa sosyal bir yıkımdır, mücadeleyi büyütelim!”

İşçi Gazetesi: Merhaba… Okurlarımıza biraz sendikadan bahsedebilir misiniz?

Stephane Enjalran: Solidaires, kamu ve özel sektöre bağlı farklı meslek gruplarından organizasyonları bir araya getiren mesleklerarası bir sendikal federasyondur. 57 meslek grubundan ulusal sendikalar ve neredeyse tüm yerellerde birçok yerel sendika Solidaires’e üyedir. Havacılık, banka ve finans, perakende satış, kültür, eğitim, enerji, turizm, iletişim, güvenlik, taşımacılık, sağlık, sivil toplum örgütleri gibi birçok sektörde örgütlüyüz. Temel perspektifimiz, bir yandan üye sendikaların otonom yapısı ve kimliklerini korurken bir yandan da yeni bir anlayış yaratarak işçilerin çıkarları etrafında birlikte hareket etmeyi güçlendirmektir. Bunun ötesinde, mevcut sendikal krizi aşmayı ve yeni bir yaklaşım yaratmayı, ortaya koyduğumuz pratikle işçileri yeniden kolektif davranmaya ikna etmeyi amaçlıyoruz.

 

‘BU YASA HERKES İÇİN SOSYAL BİR YIKIM’ 

İşçi Gazetesi: İşçi Gazetesi okurları olarak Fransa’da bu süreçte yaşanan işçi haklarına dönük saldırıları ve işçi eylemlerini yakından takip etmekteyiz. Fransa’da yasalaşan kölelik yasasının benzeri olan kiralık işçilik uygulaması Türkiye’de de eşzamanlı olarak yasalaştı. Bize bu yasanın içeriğinden bahseder misiniz?

Stephane Enjalran: Bu proje Fransa yasalarına aykırıdır ve onları tümüyle yok saymaktadır. İşverenin ücretleri arttırmadan çalışma saatlerini arttırmasına olanak sağlayacaktır. Sendikaların gücünü kıracaktır. Bugün tüm sektörler için sektörel çalışma anlaşmaları var ve bu her sektörde tüm işçilerin asgarî haklarını garanti altına alıyor. Bu proje ile tüm anlaşmalar yerel işletmelerde yapılacak. Böylece tüm işçilerin asgarî düzeyde de olsa sosyal hakları ellerinden alınabilecek. Mesela aynı firmanın farklı işletmelerinde uygulamalar değişebilecek. Kısa vadede, bu projenin herkesin haklarını teslim alacağını söyleyebiliriz… Bu herkes için sosyal bir yıkım.

İşçi Gazetesi: Hangi sektörde çalışanlar bu süreçten daha fazla etkilenecek?

Stephane Enjalran: Öncelikle özel sektörün tamamı ve özellikle sendikalaşmanın daha zayıf olduğu küçük işletmeler… Elbette ki kamu sektörü de etkilenecek genel iş yasalarındaki değişikliklere bağlı olarak kamu çalışma yasası da yeniden düzenlenecek. Kamusal eğitimde şimdiden başladı, mesela kısa süre önce öğretmenlerin statüleri yeniden düzenlendi.

İşçi Gazetesi: Bu yasaların işçilere dönük uzun dönemli yansımalarından bahseder misiniz?

Stephane Enjalran: Bunun ne gibi sonuçlar doğuracağını tahmin edebilmek içinde elimizde ABD örneği var. 1947’de Taft Hartley yasaları ile ülkedeki sendikal hareket parçalandı. Bu yasa ile toplu iş görüşmeleri yerelleştirilerek işletme düzeyinde yapılmaya başlandı. Bugün Fransa’da uygulanmaya çalışılan El Khomri yasaları gibi… Taft Hartley yasası işletmelerde referandum yapılabilmesinin önünü açtı. Bu bir kısım çalışanın referandum çağrısı yapabilmesi ve asgari ücret, tatiller gibi konulardaki uygulamaları değiştirebilmesi anlamına geliyor. El Khomri yasalarının önerdiği gibi…

Sonuç: ABD’de sendikal hareket tüm gücünü kaybetti. İşçiler arasındaki dayanışmayı parçalara ayırdı. İşçi haklarından arındırılmış alanlar yaratılabileceğini yani daha az haklara sahip işçilerin çalışabileceğini erken anlayan patronlara hediye sundu, mesela ABD’nin güneyinde… Her şeyin yerel işletmelerde karar verileceğini söylediğiniz zaman, her bir kişinin diğerine karşı savaşının başladığını söylemiş olursunuz. Patronlar: “Bu anlaşmayı kabul etmiyor musunuz, umurumda değil, üretimi ülkenin başka bir yerindeki, bizim için daha iyi kuralların olduğu yani işçilerin daha az korunaklı olduğu başka bir tesise ya da işletmeye taşırız” diyecekler. Bu sadece bir örnek… Daha kötü sonuçları olacak.

 

‘DİĞER SEKTÖRLER DE SÜRESİZ GREVE ÇIKMALI’

İşçi Gazetesi: Takip edebildiğimiz kadarıyla kölelik yasasına karşı yapılan eylemlerde daha çok gençlerin ve öğrencilerin yoğunluklu olduğunu gördük. İşçilerin katılımı ve sendikaların rolü nedir?

Stephane Enjalran: Yasaya karşı ilk eylemler öğrenciler tarafından başlatıldı. Fakat kitleselleşmekte problem yaşadılar ve daha fazla güçlendirilemedi. Bazı üniversiteler greve katılmadı. Paris’teki birkaç okul dışında ortaöğretim öğrencileri hareketlerde yer almadı. Mart ayı ortasında, Ulusal Öğrenci Koordinasyonu temsilcileri ile görüşme yaptık. Hareketin dinamizminin düştüğünü düşünüyorlardı ve sendikaların bir genel grev organize etme zamanı gelmişti. 49,3’ten önce (Fransa Anayasası’nın 49/3’üncü maddesi),[1] hareket daha da güçsüzleşmek üzereydi. Fakat 49,3 deprem etkisi yarattı, harekete güç verdi. Demokrasi yadsınıyor ve polis şiddeti daha da görünür hale geliyordu. Bunlar halk tarafından kabul edilemezdi. Bu harekete ikinci bir soluk verdi.

Bugünlerde petrol, enerji işçileri, liman işçileri mücadelenin merkezinde… Fakat diğer sektörler de süresiz greve çıkılmazsa, onlar da grevi çok uzun süre devam ettiremezler. Mesela 2010 yılında yapılan grev 17 gün sürmüştü. Demiryolu ve ulaşımda çalışan işçiler 31 Mayıs’ta ve 2 Haziran’da greve gidecek. Bu örnekler arttırılmalı.

İşçi Gazetesi: Sendikalar ve özellikle siz nasıl bir tutum sergiliyorsunuz?

Stephane Enjalran: Şu an Fransa’da iki çeşit sendikalaşma var ve bunların perspektifi arasında uçurum var. CFDT, Unsa ve daha sonra CGD hükümetin kendilerinden istediği her şeyi imzalar durumda. Öte yandan FO ve CGT bu süreçte daha mücadeleci davranmak zorunda kaldılar. Solidaires bir yandan ulusal sendikalararası koordinasyon (CGT, FO, FSU, Solidaires) ile hareket ediyor. Öte yandan farklı sendikalarda sendikacıların kolektif çağrıcısı olduğu Nuits Debout hareketi var. Solidaires ayrıca bunun içinde de yer alıyor.

 

‘FARKLILIKLARA SAYGI DUYARAK BİRLİKTE HAREKET EDEBİLMELİYİZ’ 

İşçi Gazetesi: Nuits Debout’tan biraz daha bahsedebilir misiniz?

Stephane Enjalran: Nuits Debout (ND) toplumsal konuları tartışmayı ve ilgili eylemlilikleri gerçekleştirmek için kurulmuş gayri resmi bir hareket. Genellikle iş yasasına ve kemer sıkma politikalarına karşı tavır sergiliyorlar. Bu süreç içinde, bu yasanın uygulanmasının nasıl durdurulacağı tartışılmaya başlandı ve bu konu ile ilgili sendikalarla işbirliği içine girdiler.

Place De la Republique’da yapılan bir toplantıya sendikaları da çağırdılar ve mücadeleleri birleştirmek için ne yapılabileceğini, farklı grevlerin nasıl birleştirilebileceğini tartıştık. Harikaydı. Başlangıçta ND’nin içinde tabi ki sendikacılar da vardı; öğrenciler, halk… Fakat genel olarak sendikaların ve siyasi partilerin bu oluşumu bir araç olarak görmesinden endişeliydiler. Birlikte hareket edebilmek çok önemli bir deneyim oldu. Mesela sendika olarak biz lojistik ve güvenlik açısından destek sağladık. Birlikte hareket edebilmeliyiz ama herkesin kimliğine, farklılıklara saygı duyarak. Zor ama hiçbir zaman unutamayacağım çok önemli bir deneyim oldu.

İşçi Gazetesi: Önümüzdeki günlerde neler olacak? Neler yapılabilir?

Stephane Enjalran: Önümüzdeki günlerde eylemlerin tüm şehirlere ve sektörlere yayılmasını sağlamalıyız. 2 Haziran’da diğer şehirlerde de eylemler olacak. Bunların ötesinde, şu ana kadar greve çıkmamış sektörlerde grevi örgütlememiz gerekiyor.

14 Haziran’da Paris’te merkezi bir eylem olacak. Bu eyleme tüm dünyadan sendikalar davet edildi. Bu eylem için iyi çalışmamamız gerekiyor. Mesela ben eğitim sektöründe çalışıyorum. Maalesef hareket içinde çok fazla kamu çalışanı yok, çünkü kendileri ile ilgilenilmediğini düşünüyorlar ya da öyle düşünmek istiyorlar. Neler yapılabileceği konusunda bir örnek olarak, final sınavları 15’inde başlıyor. Eğer öğretmenler grevi bugünden tartışmaya başlarsa bu iyi bir dinamik yaratır.

İşçi Gazetesi: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Stephane Enjalran: Bu süreçte Uluslararası Dayanışma ve Mücadeleler Sendikal Ağı’ndaki sendikalardan birçok destek ve dayanışma mesajı aldık. Tüm dünyadan diğer sendikalarla birlikte 14 Haziran’da yapılacak olan merkezi mitinge de katılım sağlayacaklarını ifade edenler oldu. Türkiye’den de sendikaların, DİSK’ten arkadaşlarımızın katılımını umuyoruz. Bu uluslararası dayanışma gerçekten çok güzel.

İşçi Gazetesi: Teşekkürler ve Dayanışmayla…

28 Mayıs 2016/ İşçi Gazetesi

 

1 Fransa Anayasası’nın 49/3’üncü maddesi hükümetlere tanıdığı yetkiyle, önerilen bir yasanın görüşülmeden kabulünü içeren kanun hükmündeki kararnameyi içeriyor. Fransa’daki iş yasası da bu madde devreye sokularak parlamentodan geçirildi

Parlamentoda özgürlük mücadelesine karşı darbe

Erdoğan’ın Davutoğlu’nu tasfiyesiyle başlayan ve parlamentoda HDP’nin tasfiye edilmesiyle devam eden süreç, Türkiye’nin politik geleceği bakımından önemli veriler sunuyor. Artık darbeleri askerden beklemeye gerek yok. Küresel kapitalist sistemde darbe türleri oldukça fazlalaşmıştır.  HDP’lilerin tasfiyesi bir devlet politikası olarak kabul gördüğü için sistemin bütün partileri tarafından aktif olarak desteklenmesi, tam anlamıyla bir parlamento darbesidir. Bu bakımdan Erdoğan’ın Davutoğlu’na karşı gerçekleştirmiş olduğu darbe, tek güç olma hırsının ötesinde devletin içerisinde bulunduğu krize nefes aldırma politikasının bir parçasıdır. Bu durum sistemin kendi iç krizi veya darbesi olarak görülebilir ancak parlamentoda AKP-MHP-CHP ittifakına dayanan HDP’ye yönelik gerçekleştirilen darbe ise rejimin stratejik çözülüşünün önemli bir halkasını oluşturuyor. Bu bakımdan Türkiye’nin karşı karşıya olduğu yapısal sorunlar anlaşılmadan, parlamento darbesinin nedenleri yeterince anlaşılamaz.

Sistem içerisinde tek kişi egemenliğine dayanmak isteyen bir rejimin oluşturulmasında iki yönlü bir baskı ortaya çıkar: Birincisi sistem içerisinde muhalif olan güçleri gruplara ayırarak tasfiye etmeyi planlar. Bunlar içerisinde kendisi için tehlikeli olanları belirler ve öncelikler sırasına göre saldırır. Ne kadar saldırılırsa toplumun o kadar örgütsüz kalacağı ve kendi içine kapanacağı hesabı yapılır. Amaç kişiliksizleşmiş ve etkisizleşmiş bir toplumsal yapı oluşturmak. İkincisi ise yıllarca desteğini aldığı yol arkadaşlığı yaptığı grup içerisinde tasfiyeye yönelir. Etrafından kendisine muhalif olabilecek bir grubu veya kişiyi hiçbir şekilde istemez ve onları da aşamalı olarak tasfiye eder.  Bütün bunları sağlayan güçlü ve psikolojik savaşı örgütleyen bir medya gücü ile mutlak iktidarını garantilemeye çalışır. Bugün devletin stratejik yönelimi de çok daha merkezileşmiş, katılığı devam eden rejimi korumaya çalışmaktadır. Parlamento darbesinin Erdoğan’ın başkanlık hesaplarını güçlendirdiği bilinmesine rağmen özellikle CHP tarafından desteklenmiş olması, devletin stratejik çıkarları ve rejimin varlık yokluk sorunu yaşamasıyla doğrudan ilişkilidir.

Türkiye’nin politik dengeleri bütünüyle alt üst olmuş durumda. HDP’lilerin parlamentoda tasfiyesinin istenmesinin siyasal sonuçları tahmin edilenden çok daha ağır sonuçlara yol açacaktır. Türkiye’nin çok yönlü kaybetmesinin önü açıldı. Artık süreç tersine işleyecektir. Özellikle bölgesel ve iç politik gelişmeler ve faktörler hesaplanmadan hiçbir şey beklenildiği gibi olmaz.

Birincisi, Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel ilişkilerde çok önemli oranda izole olması ve güç dengelerinin dışına düşmüş olmasıdır.  Rusya’dan ABD’ye kadar AB’den Çin’e kadar hiçbir güçle istikrarlı bir çizgi kurabilmiş değil. Erdoğan, küresel güçler tarafından artık kabul görmeyen ve bütünüyle izole olmuş bir konumda bulunuyor. Bu bakımdan Türkiye’nin güç dengelerinin dışına düşmesinin resmini yansıtıyor.

İkincisi, çöken Suriye merkezli Ortadoğu politikasının iki mimarı bulunuyor: Erdoğan ve Davutoğlu. Neo-Osmanlıcık yayılma hayallerine kapılan ikili, öyle ki Halep üzerinde egemenlik ilan ettiler. Suriye politikasında batağa saplanan, AKP, iki müttefik gücünü ön plana çıkarttı: Dünyanın en barbar rejimlerine sahip olan Körfezin yapay devletleri ve IŞİD ve El Nusra gibi radikal İslamcı hareketler.  Bunlarla Ortadoğu’yu değiştireceğine inanan AKP iktidarı kendisi yenildi. Bu aynı zamanda devletin yenilmesidir. Türkiye’nin uluslararası mahkemelerde yargılanmasına dair bazı verilerin ortaya çıkması, Erdoğan’dan çok devletin çözülmesinde etkili olacaktır.

Üçüncüsü, Türkiye’de sistem ciddi bir krizle karşı karşıyadır. Artık çökme noktasına gelen rejimin yeniden yapılandırılması bir türlü organize edilemiyor. Rejimin üzerinde şekillendiği devletin iflas ettiği, toplumsal ve politik gelişmelerin çok gerisinde kaldığı herkesin kabul ettiği bir realitedir. Artık hiçbir özelliği ve işlevi kalmamış olan parlamenter rejimin yerine neyin konulacağı konusunda sistem içi güçler arasında belli bir farklılaşma bulunuyor. Halen içte politik bir güç olan Erdoğan merkezli AKP, sistemin stratejik yapısını koruyarak ‘başkanlık’ sistemine geçişte ısrar ediyor. CHP-MHP merkezli ve ordunun halen önemli bir kesimi, devletin geleneksel yapısının devamından yana görünüyorlar. İki tarafın buluştuğu en önemli nokta ise: çözümsüzlüğün merkezi olan üniter devlet yapısıdır.

Erdoğan’ın anayasayı da yok hükmünde sayarak fiilen uyguladığı başkanlık, rejimin iç krizini süreklileştiren bir faktör olarak ön plana çıkıyor. Bugün devletin farklı stratejik kurumları arasında ortaya çıkan gizli çatışma, esasen rejimin içyapısının hangi modele göre reorganize edileceği tartışmasından kaynaklanıyor. Sistemin yeniden organize edilmesinin önemli halkalarından biri devletin ideolojik-politik çizgisinin yeniden tanımlanmasıdır. Bunun somutlaşmış hali de Anayasanın içeriğine dair yapılan tartışmalardır. Meclis Başkanının ‘laikliğin anayasada olmaması’ çıkışı, dini faktörün anayasada ön plana çıkartılması gibi değerlendirmeler, iç dinamikleri çok daha kırılgan hale getirdi. Cumhurbaşkanı’nın ısrarla, HDP’lilerin parlamentodan atılması ve yargılanmalarının önünün açılmasını gündemde tutarak AKP dışında CHP ve MHP’yi baskı altında tutması, Milli Güvenlik Kurulunda çıkan kararların uygulattırılmasının bir parçasıdır. Bu bakımdan Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a boyun eğmesi, devletin belirlemiş olduğu politikaların bir parçasıdır.

Dördüncüsü, Kürtlere karşı başlatılan çok kapsamlı savaş, Türkiye’de çok kapsamlı politik değişikliklere yol açacaktır. Sistem güçlerinin üzerinde ittifak oldukları tek ortak nokta: Kürtlerin tasfiyesidir. Erdoğan, bu ittifakı kendisinde somutlaştırmak için Kürtlere yönelik savaşın başkomutanlığını yapmaya karar verdi. Kürtlerle yürütülen müzakerelere son veren Erdoğan, Öcalan üzerindeki tecritti yeniden yoğunlaştırdı, Kandile yönelik hava operasyonları süreklileştirdi, Kürt şehirlerini tank ve toplarla yerle bir etmeye başladı. Bu saldırılara paralel olarak HDP’lilerin parlamentoda tasfiye edilmesine yöneldi. 22 yıl önce Orhan Doğan’lara, Leyla Zana’lara karşı yapılan tasfiye operasyonları yeniden uygulanmaya konuldu. Gündeme alınan dokunulmazlıkların kaldırılması bahanesiyle Anayasanın tek bir maddesi değiştirilerek HDP milletvekillerinin tutuklanmasına ‘yasal’ bir zemin oluşturulacak. Bir bakıma AKP merkezli MHP ve CHP’nin desteğiyle parlamentoda yapılan bir başka darbedir.

Kürt illerine yönelik savaş, sistemin çözülmesinin önemli bir halkasını oluşturacağı kesin. Örneğin 5 aylık bir çatışma sürecinde aktif savaş gücünü yetiren asker ve polis sayısı bir tugay sayısına eşittir. Yani 5000 asker ve polis çatışmalarda ölmüş veya yaralanmış. Bu bakımdan savaşın süreklileşmesi, Türkiye’nin iç krizini çok daha derinleştirecektir. Bu hem devletin çözülmesinde önemli bir etki yaratacak hem de AKP iktidarının sonunu hazırlayan önemli bir faktör olacaktır. Bu durum aynı zamanda Erdoğan’ın kendi iktidarının sürdürülemez bir konuma gelmesini sağlayacaktır.  Kürtlerin tasfiyesi için savaş kararı alanların tasfiye olması kaçınılmazdır. Eğer savaş durdurulmaz, çözüm için masaya oturup resmi düzeyde müzakerelere devam edilmezse önümüzdeki bir yıl içinde AKP iktidarından bahsetmek oldukça zor olacaktır. Kürtlerle yürütülen ve ciddi kayıpların verildiği savaşın yenilgisi AKP’nin değil devletin yenilgisidir. Önümüzdeki süreçte bu yenilginin verileri çok daha fazla ortaya çıktıkça saldırıların kapsamı da bir o kadar artacaktır. HDP’nin tasfiyesine yönelik izlenen politika, Kürtlere karşı yürütülen çok yönlü savaşın önemli bir halkasını oluşturuyor. Yaklaşık 5 milyon kişinin oy verdiği HDP’nin toplumsal tabanı yaklaşık olarak 12-14 milyondur. Bunların çok önemli bir kesimini Kürtler oluşturuyor. Bu bakımdan Sur’da, Nusaybin’de, Yüksekova’da yürütülen savaş ile parlamentoda HDP’ye karşı yürütülen savaş aynı nitelikte ve düzeydedir.

Beşincisi, Erdoğan, Davutoğlu’na yönelik darbe gerçekleştirdi ve kendisine sadık Yıldırım’ı başbakan yaparak önemli bir adım attı. Ancak en önemli hamlesi HDP’lilere yönelik başlatılan savaşın lider gücü haline gelerek stratejik ittifaklarını güçlendirmeye çalışıyor. Böylelikle oluşturmaya çalıştığı dengelerde kendi geleceğini süreklileştirmeyi esas alıyor. Önce cemaatle ortak bir ittifak kurdu. ‘İstediğiniz her şeyi verdim’ diyen cumhurbaşkanı, 17-25 Aralık operasyonları nedeniyle aktif olarak desteklediği Cemaate karşı saldırılarını kesintisizce sürdürüyor. Ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kalan Erdoğan, önce ‘savcısı olduğu’ Silivri davasındaki generallerle anlaştı. Daha sonra Genelkurmay ile ittifak kurdu ve politik dengelerdeki güç yeniden generallerin lehine döndü. Bu durum Erdoğan’ın güçlü yanını değil tersine güçsüz/zayıf yanını ortaya koyuyor. Cemaatin devlet içerisindeki kadroları tasfiye edilirken yerlerini MHP ve Ergenekon geleneğini temsil edenler almaya başladı. Sanıldığı gibi Erdoğan kendi kadrosunu oluşturmuş değil. Hızlı değişen politik dengeler, sağlıklı düşünmesini ve stratejik hesap yapmasını önemli oranda engelliyor. Generaller, Erdoğan’ın ‘Silivri davalarının savcısı’ olduğunu unutmuş değiller. Ancak cumhurbaşkanı aracılığıyla sistem kurumlarında örgütlenen Gülen cemaatinin tasfiyesini sağladıktan sonra, bu kez kendisiyle bir hesaplaşmaya gidecekler. MHP, CHP ve Genelkurmay’ın en zayıf halkası ise Kürt sorunudur. Milliyetçi ve ırkçı politikaları esas alan bu üçlü üzerinde bir denge oluşturmak için Kürtlere karşı topyekûn bir savaş başlatıldı. Parlamento darbesinin önemli halkalarından biri de budur.

Altıncısı, Türkiye’de artık yapısal bir hal alan ekonomik kriz, toplumun bütün katmanlarını kontrol altına almış bulunuyor. Krizin ertelenmesi veya örtbas edilmesi artık söz konusu değil. Bugüne kadar özellikle körfezden aktarılan sıcak sermeye ile sürdürülmeye çalışılan ekonomik dengeler son noktasına geldi. Sanayi’den Tekstil’e kadar hemen her sektörde başlayan iflaslar ekonominin bütün dinamiklerini alt üst etmiş durumda. Ülke ekonomisini ayakta tutan üretime dayalı sektörlerde ihracatın nerdeyse durma noktasına gelmiş olması, sürdürülebilir ekonomik gücün kalmadığını gösteriyor. Ekonomik kriz toplumun gündelik yaşamını çok ciddi oranda etkiliyor. İşsizlik ve yoksulluk oranlarındaki hızlı artış, toplumun alt katmanları bakımından ciddi bir toplumsal tepkinin birikmesine yol açıyor. Davutoğlu darbesiyle Euro yeniden 3.40 civarına çıktı. Bundan sonra çok daha artacak gibi görünüyor. Savaş ekonomisi uygulayan Türkiye’nin küresel güçlerle politik ve diplomatik ilişkileri oldukça kırılgan ve zayıf, uluslararası şirketlerle de sanıldığı gibi ciddi güçlü bağları bulunmuyor. Bu dezavantajlara paralel olarak HDP’lilere yönelik başlatılan tasfiye hareketinin politik istikrarsızlığı derinleştirmesine yol açacağı, bunun da ekonomiye yansımaları beklenilenden çok daha fazla olacağı görülüyor.

Yedincisi, Peki, AKP içerisindeki gelişimeler nasıl şekillenecek ve Türkiye’yi önümüzdeki bir yıl içerisinde neler bekliyor. Bu sorunun yanıtını bir kısım olası gelişmelerle verebiliriz. HDP’lilere yönelik politika tutar mı?

Bütün baskılara rağmen ne Erdoğan ne de devlet kendi planını uygulayabiliyor. Sistem bütünüyle tıkanmış görünüyor. Hem AKP iktidarı hem de devlet bir tıkanma noktasına gelmiş bulunuyor. Süreç, AKP iktidarı şahsında esasen sistemin aleyhine işliyor. Burada Erdoğan öncelikli olarak kendi geleceğini bütünüyle garantilemek istiyor. Eğer başkanlık sistemini yaşama geçiremezse politik geleceğinin çok ciddi oranda sonlanacağını görüyor. Davutoğlu’nu AKP Başkanlığına ve Başbakanlığa getirmesinin esas amacı, Davutoğlu’nun zayıf ve güçsüz olmasıydı. Güçsüzleri kontrol etmek daha kolaydır ilkesini yaşama geçirmek isteyen Erdoğan, Davutoğlu’nda bekleneni bulamadı. Tersine Davutoğlu Erdoğan’ın ekibini parçalayarak kendisini örgütlemeye yöneldi. Davutoğlu’nun Başkanlık sistemine sıcak bakmaması, Başbakanlığı etkin bir kurum olarak kullanmak istemesiyle Erdoğan’ın planlarıyla çelişti ve AKP iktidarı içerisinde iktidar çatışması kaçınılmaz hale geldi. Erdoğan tarafından atanan Binali Yıldırım’ın kendisine biat etmede kusur etmeyeceği söyleniyor. Ancak iktidardaki koltukların sıcaklığı her zaman aynı sonucu vermeyebilir.

Davutoğlu’na karşı Saray darbesi, HDP’ye karşı parlamento darbesi birbirini tamamlayan iki olgudur. Bunların eşzamanlı ortaya çıkması bir tesadüf değildir. İzlenen bir politikanın parçalarıdır. HDP’ye yönelik gerçekleşen darbe, bir devlet politikasıdır. Strateji çok açık ve nettir: Parlamentodan başlayarak meşru bütün demokratik güçleri tasfiye etmektir. Bu saldırının boyutları artarak devam edecektir.

Sanıldığının aksine rejim en zayıf dönemini yaşıyor. Saldırılar ve katliam türü politikaları süreklileştirmek çözülmenin bir başka boyutunu oluşturur. Özellikle uluslararası alanda oldukça izole olmuş bir cumhurbaşkanı, bölgesel ilişkilerde çöken bir devlet. İçte Kürt illerinde savaş uçaklarının kullanıldığı bir kanlı bir döneme girildi. Bütün bunlar devletin karşısına çok daha büyük sorunlar olarak çıkacaktır. Darbeler ve saldırılar tersten çok daha kapsamlı politik çözümleri gündeme getirecektir. Sorun bu saldırılar karşısında örgütlü olmayı başarmaktır.

HDP, yaşama geçirilen çok yönlü savaş politikasıyla tasfiye edilmek isteniyor. Ancak bu silahın ters tepeceğine dair çok sayıda veri var. Önemli olan güçlü ve bilinçli bir karşı koyuşu örgütlemektir. HDP, parlamento darbesini ciddi bir şekilde örgütlü ve politik bir avantaja dönüştürebilir. Oy potansiyelini yeniden %15’in üzerine çıkartması sürpriz sayılmaz. AKP’ye oy veren muhafazakâr Kürt kitlesinin HDP’ye yönelmesi oldukça yüksek bir olasılıktır. CHP’ye oy veren Alevi kitlesinin kopuşu çok daha üst düzeyde artar. Ayrıca demokratik ve laik bir toplumdan yana olan kitlenin kazanılması için olanaklar oluşmuş durumda. Bu bakımdan hiçbir grupsal çıkar hesabı yapılmadan demokrasi güçlerine yönelik saldırılarda en geniş birliklere ihtiyaç olduğu herkesin gördüğü ve arzuladığı bir durum.

Ankara’da kalmak mutlak bir zorunluluk değil. Politik yaşam Ankara’ya göre örgütlendirilmez, ancak meclis politik dengeler ve ilişkiler bakımından gerekli. Bu bakımdan HDP yönetimi ve vekilleri bu dönemi, tarihsel bir fırsata dönüştürme imkânına sahiptirler. Kurumsal yapısı oturmuş çok yönlü örgütsel ağları oluşturarak, parlamento darbesini, demokrasi direnişine/mücadelesine dönüştürebilirler. HDP yöneticileri önderlik gücünü konuşturmayı başardıklarında toplumun farklı katmanlarını çok daha fazla etkileyeceklerdir. Başta HDP’yi temsil eden milletvekilleri olmak üzere tabandan tavana kadar örgütlü gücü oluşturmak başarının esasıdır. Parlamento darbesine karşı sokağı örgütlemek, darbenin boşa çıkartılmasının en önemli halkalarından biridir.

Kiminle çuvala girdiğini bilmek!

1. Resmi ideolojinin yüz yıldır yaymaya çalıştığının aksine 1923 yılında devlet kurulmadı. Adı değiştirildi. Bu devleti Türklerin ve Kürtlerin birlikte kurduğu söylemi de tam bir yalandı. Devletin kurulmaya ihtiyacı yoktu. Biraz sarsılmış olsa da yerli yerinde duruyordu. O süreçte bırakın Kürtlerin bir dahli olmasını Türklerin dahi bir dahli olmadı.

2. Türkiye Büyük Millet Meclisi [TBMM] ne büyüktü ve ne de “milletin meclisiydi”. Baştan itibaren mülk sahibi egemen sınıfların ve devletin meclisiydi ve hep öyle kaldı. Oradaki “millet” dedikleri de kendileriydi. TBMM’nin halkla reel bir ilişkisi yoktu. İleri sürüdüğü gibi CHP, devleti kuran parti değildi. Devleti devralan devlet partisiydi. Nasıl TBMM’nin “milletle” bir ilgisi yok idiyse, CHP’nin de halkla reel bir ilişkisi yoktu. Tamı tamına bir devlet partisiydi ve hep öyle kaldı. Zaten 1923-1946 aralığında parti, hükümet ve devlet bir ve aynı şeydi. Şimdilerde de bu üçü yeniden birleşmiş bulunuyor. Bugün artık iktidar partisi, hükümet ve devlet arasındaki “sınırlı ayrım” ortadan kalkmış bulunuyor. Böyle bir durumda burjuva anlamda bir siyasi partiden söz etmek artık mümkün değil. Bu “Az gittik, uz gittik ama sonunda başa döndük.” demeye gelir.

3. Geride kalan 97 yılda halk kitleleri, şeylerin seyri üzerinde yeteri kadar etkili olamadı. Tüm düzenlemeler devlet (memleketin sahipleri)  tarafından dayatıldı. Bu durum siyasal kültürün azgelişmişliğinin sonucuydu. İmparatorluk döneminin tebaası, kulu, modern bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı. Bütün bu zaman zarfında kolayca itilip-kakıldı, aşağılandı… Demokratik-sol, muhalefet bu yüzden akıl almaz bedeller ödemek zorunda kaldı. Geniş halk kitlelerinde “aydınlanma” bir karşılık bulabilmiş değildi. Elbette bu hep böyle olacak diye bir kural yok. Şeylerin seyri önünde sonunda değişecektir. Zira, özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda kaybetmek diye bir şey yoktur.

4. Siyasi partiler halkın değil, devletin ve daha genel bir çerçevede mülk sahibi egemen sınıfların (oligarşinin) partileridir ki, zaten bu ikisi bir ve aynı şeydir. Mülk sahibi sınıflar devlet, devlet de mülk sahibi sınıflar demektir. Bütün bu zaman zarfında ezilen ve sömürülen halk sınıflarının kendi iradelerini temsil eden siyasi partiler kurup sürece müdahale etmelerine izin verilmedi. Her şeye rağmen kurulanlara da yaşama şansı tanınmadı. Sanılanın aksine siyasi partilerle halk arasında, seçenle seçilen arasında bir temsil ilişkisi söz konusu değildir. Siyasi partiler halktan oy alıyorlar ama aslında mülk sahibi oligarşiyi ve devleti temsil ediyorlar! Bizde siyasi partiler devletin diğer kurumları gibidirler, devletin uzantısıdırlar. Dolayısıyla kullanılan oyun bir karşılığı yoktur.

5. 1946 yılında “çok partili sisteme” geçiş, iktidarın (devletin) bir manipülasyonuydu. Sadece birden çok devlet partisinin kurulmasına izin verilmişti. İşçilerin, küçük çiftçilerin, daha genel olarak ezilen ve sömürülen sınıfların örgütlenmesi yasaktı. Kurulanların tamamı kapatıldı ve cezalandırıldı. 1962 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin ve 1990’lı yıllardan beri kurulan Kürt partilerinin başına nasıl çorap örüldüğü biliniyor.

6. Türkiye’de siyasi partilerin iki işlevi var: a. rejimi meşrulaştırıp-dayatmak, bu amaçla kitleleri aldatmak- oyalamak, sisteme “demokratiklik” süsü vermek ve b. bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak ve yağmalamak, eşi-dostu zengin etmek. Halkı aldatıp oyunu alıyorlar, sonra da “milli irade” tecelli etti diyorlar! Şeylerin seyri üzerinde halk kitlelerinin gerçekten bir dahli olsaydı bugün burası böyle mi olurdu? Siyasi partiler, aslında benim “asıl devlet partisi” dediğim güç ve iktidar odağının (memleketin sahiplerinin) taşeronudurlar. Sınırı aştıkları düşünüldüğünde bir darbeyle veya “mevzuat gereği” kapatılırlar, “sözleşmeleri” feshedilir. Zira devlet partisi de olsalar oy almak için halka bir şeyler vadetmek zorundadırlar. Bu onları kendilerine tanınan sınırı geçmeye, güdümlü olmaktan çıkmaya zorluyor. Yaşanan gerilimin nedeni budur.

7. Türkiye’de “demokrasi” denilen şey, tam bir sirk oyunudur. Siyasi partiler de zaten bir devlet kurumudur ve öyle işler. İç işleyişlerinde demokrasinin kırıntısı bile yoktur. Tek adam şirketidirler. Her şey bir tek adamın iradesine bağlıdır. Ve o tek adam bir kere partinin tepesine çöreklendi mi, öyle kolay kolay  orayı terk etmez. Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahların tahtta kalma süresi ortalama (aritmetik ortalama) 17,3 yıldı. Bizde sadece siyasi partilerin değil, derneklerin, sendikaların, odaların vb. 30-40 yıl başkanlığını yapanların sayısı az değildir… 30 yıl belediye başkanlığı, 40 yıl muhtarlık yapanlar var… Velhasıl anti-demokratizm tüm örgütlerin “Normal işleyiş halidir”!

8. “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganının da bir karşılığı yok. Türkiye’de din hiçbir zaman devletten ayrılmadı. Devlet oldum olası dine karışmaya devam etti. Eğer siz dine karışırsanız, din de size karışırdı ve karıştı. Bütün bu zaman zarfında bu rejim, dozunu kendi ayarladığı bir dinci gericiliğe ihtiyaç duydu. Şimdilerde bir “doz aşımı” durumu ortaya çıkmış bulunuyor. Rejim hızlı bir tempoyla Suudi Arabistanlaştırılıyor. Hilafeti ihya etme planları var. Zira mülk sahibi sınıfların sadece  yalan-tahrifat ve yok saymaya dayalı uyduruk  resmi ideolojiye dayanarak yönetebilmeleri, iktidarlarını koruyabilmeleri mümkün değildi. Toplumsal uyanışı engellemek, demokratikleşme taleplerini etkisizleştirmek, sol muhalefeti  bir alternatif olmaktan çıkarmak için dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar. Aslında o sloganı şu şekilde formüle etmek gerekiyor: “Türkiye laik değil ama mutlaka laik olacak”!

9. HDP’li milletvekillerini Meclis dışına atma operasyonunun terörle mücadeleyle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Tam tersine savaşı şiddetlendirmek ve faşist tırmanışı kurumsallaştırmak için öyle bir yola giriliyor. Asıl amaç tek adam diktatörlüğünü tesis etmek! Savaş ve çatışma ortamı egemen sınıflar için bulunmaz bir nimettir. Savaş ve çatışma dönemleri sömürü, yağma, talan, çalıp-çırpma için son derecede uygun bir zemin oluşturur. Kimseye hesap vermeye ihtiyaç kalmaz. Her türlü hukuksuzluk, ahlaksızlık mümkün  hale gelir. Öyle bir “parlamento” ki, bir çoğunluk güruhu  milyonlarca insanın oyunu alarak seçilmiş başka milletvekillerini oradan atmaya cüret edebiliyor. Bunun dünyanın başka bir ülkesinde bir benzeri var mıdır? Kendilerine savunma hakkı bile tanınmadan milletvekillerinin meclisten atılması ne demektir? Bu,  Türk demokrasisinin bir marifetidir. Tabii böylece TBMM’nin ne mene bir gericilik yuvası olduğu, nasıl bir devlet kurumu olduğu, aslında kimin “meclisi” olduğu da netleşmiş olmalıdır! HDP’li vekilleri oradan atmak, milyonlarca insanın iradesini yok saymak değil midir? İşlerine gelince “milli irade” diyorlar ve utanmadan milyonlarca insanın iradesini yok sayıyorlar.

10. O halde neden bu kadar kolay yönetebiliyor, bu kadar küstahlaşabiliyorlar?

“Hırsızın kabahati” arş-ı alayı geçti de ondan. İnsanlar kolay aldanıyor, aldatılıyor, kandırılıyor… Aksi halde bunca zamandır hırsızlara oy vermezler, onları iktidara taşımazlar, yağma ve talana yol vermezlerdi. Tabii kapitalizmin kültürü çürüttüğünü, insanların tam birer tüketim nesnesine dönüştürüldüğünü de dikkate almak gerekiyor. Artık her türlü değerin, değer ölçüsünün, nirengi noktasının yok olduğu bir zamandayız. Geride kalan yaklaşık yüz yılda ezilen-sömürülen kitleler, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi bahsinde başarısız oldular. Daha da ötede bu kavramlar geniş halk kitlelerinde yeterli karşılığı bulamadı, kök salamadı. Bu ülkeyi yönetenler öyle olması için ellerinden geleni yere koymadılar. Elbette bu hep böyle gidecek diye bir kural yok. İçine sürüklendiğimiz bu durum, solun, ilericilerin, demokratların, faşizme karşı olanların, dinci gericiliği sorun edenlerin, gerçek laiklerin,  gerçek cumhuriyetçilerin, anti-kapitalistlerin… rüştünü ispat etmesi için bir fırsat sunuyor. Başka türlü söylersek aslında şeylerin seyrini değiştirmek için  önümüze bir fırsat çıkmış bulunuyor. O halde bütün mesele bu fırsatı kullanıp-kullanmamakla ilgili demektir.

Hastalıklı iktidar

Tüm devlet makinası artık bir baskı aygıtı olarak, bir diktatörlük aracı olarak, bir bastırma aygıtı olarak, bizim adlandırmamıza göre tekelci polis devleti olarak çıplak hâldedir.

Ve doğrusu, gelişen ve daha da gelişecek olan direniş karşısında tutunmaları her geçen gün zorlaşacaktır. Kürt halkının direnişi, artık milliyetçilik zırhı ile Batı’ya kabul ettirilemez. Burada, yakın tarihimizde bir Gezi Direnişi var. Herkes farklı anlamlar yükleme, farklı analiz etme hakkına sahiptir. Ama Gezi Direnişi’nin ruhu, derinlere kök salmaktadır. Yine Adalı’nın deyişi ile devrim mayalanmaktadır. Direniş, elbette Kürdistan’daki gibi boyutlar almaktan çok uzaktır. Ama gelişmekte olduğu da bir o kadar gerçektir.

Hastalıklı iktidara işte bu koşullar altında göz atmalıyız.

Bu mudur yani? Sen, padişahım diyeceksin, haşa “allahın tüm sıfatlarını üstünde taşıyan adam” olacaksın, kendine övgüler dizdireceksin, ama daha dün atadığın Davutoğlu’nu, pelikan dosyaları ile yıkacaksın. İşte size Reis’in zaferi. Ama ne zafer, tadından yenmeye doymaz mıdır?

Başkanımsı Cumhurbaşkanı, Muktedir, Saray’ın %100 yerlisi, Davutoğlu’nu görevden aldı. Davutoğlu, istifa mı etti, hayır. Peki ne yaptı? Bu benim kararım değildir, dedi. Ne laf ama! Kendi kararı olmayan bir kararı, ülkenin başbakanı, yasalara göre yürütmenin başı, kameraların karşısında kendisi dile getirdi ve buna uyacağını söyledi. Bildiğimiz kadarı ile hakkında yolsuzluk iddiaları da yok. Yani, Muktedir’e bu açıdan benzemiyor. Hatta AK Parti iktidarının içine düştüğü yolsuzluk bataklığının boyutlarını gizlemeye, iktidara “ideolojik” bir kisve vermeye de yetenekli biri idi Davutoğlu. Ama bir anda yerle bir oldu. Ne imaj ama, ne güç gösterisi, ne zafer!

Pelikan Dosyası diye bir dosya yayımlandı. Davutoğlu’nun kameralar karşısında kendi iradesi dışında görevini bıraktığını açıkladığı olaydan birkaç gün önce Pelikan Bildirisi yayınlandı. Bu dosyada, Erdoğan “reis”, Davutoğlu da “hoca” olarak adlandırılıyor. Bildiri, Hoca’nın ihanetini deşifre etme amacını güdüyor. Büyük bir edebiyat fukarası, küçük bir küfür dizisi olan metin, birçok bilgi veriyor.

Metne göre, öğreniyoruz ki, Hoca, aslında İngiltere ile yakından öte ilişki içindedir. Ama bu pek de suç değil, milli ve yerli olma dışına da düşmüyor. Ama Hoca, yine de ihanet içinde imiş. Kime karşı, reisine karşı, yoksa ülkeye karşı vb. değil. Suçları sayılmakla bitmiyor. Ama kendisini, tüm AK Parti içi eğilimlere rağmen seçen Reis’e karşı komplolar kurmuş. İlkin, 4 bakanın yargılanmasını istemiş. Bunun, Reis’in emri olduğunu söylemiş. Ama adı geçen bakanlardan biri, bunu yememiş ve geceyarısı Reis’i aramış, Reis Ankara’ya gelmiş ve sabah 06.00’da buluşmuşlar. Komplo ortaya çıkmış ve Reis, Davutoğlu’nu fırçalamış. Böylece bakanların yargılanması önlenmiş. Aslında bu olay, genel teamüllere göre Davutoğlu için, eğer gerçek ise, bir övgü olmalıdır. Ama metni yazanın gözü görmüyor, sadece alacağı ödülün etkisi ile yazıyor. Peki bu komplo, belli ki önemsiz bir Davutoğlu eylemi de değil, öyle ise, neden affediliyor da hemen Davutoğlu görevinden “alınmıyor”? Yanıtını bilmiyoruz.

Pelikan Dosyası, isimlerle dolu. Mesela Ülker Grubu’nun Reis’e karşı ve gayri milli olduğunu öğreniyoruz. Bizim için bilgi olanı bu değil, bizim için bilgi olanı Ülker ile Erdoğan’ın aynı cephede olmadığı bilgisidir.

Davutoğlu, kendine bağlı bir gazete çıkarmış. Karar gazetesinin tüm önde gelenlerinin tek tek isimleri yazılıyor ve ihanet içinde oldukları belirtiliyor.

Hoca, Suriye politikasının mimarı olarak sunuluyor. Muhtemelen de doğrudur. Ama deniyor ki, şu an TC devletinin Suriye konusundaki açmazının nedeni Hoca’dır. Hoca, 6 ayda Esad’ın düşeceğini iddia etmiş ve yanılmış. O kadar ki, bu yüksek iddia nedeni ile devletin bir B planı bile olmamış. Bu da elbette Davutoğlu’nun suçudur. Bizim için burada yeni olan şudur: Demek ki, Pelikan Bildirisi ve muhtemelen o bildiriye açıkça onay vermiş olan Saray, aslında şu anda Suriye politikasını ciddi olarak değiştirmek istiyor. Peki aklımıza gelmişken, IŞİD üyelerinin hapishaneden kaçması konusunda Bekir Bozdağ’ın açıklamaları ne anlama geliyor? Adalat Bakanı diyor ki: “Açık cezaevinden ayrılma bizim literatürümüzde firar sayılmaz”. Bunu Adalet Bakanı diyor. Demek ki, ortada firar eden yok, “ayrılma” durumu var. Acaba Adalet Bakanı, halkı salak mı sayıyor, yoksa kendisinin gerçekte hukuk bilgisi bu mudur? Acaba Adalet Bakanı, IŞİD’i destekliyor da, Reis, Suriye politikasını değiştirmek mi istiyor? Pelikan Bildirisi, artık bu konularda bir otorite olacağa benzemektedir. Öyle ise, bu konudaki görüşleri nedir? Yoksa Reis, Davutoğlu’nu çağırdığında, “bak, senin hakkında yolsuzluk dosyası yok, ama Suriye’deki tüm suçları sana yıkarım ve seni vatan haini olarak yargılarım, tez elden kongreyi topla ve çekil” mi demiştir?

Davutoğlu’nun bir başka suçu, Obama ile randevu alma girişimidir ve bunda başarılı olmasıdır. Öyle anlaşılıyor, Davutoğlu, İngilizce bildiği için, kendi başına hareket etme yeteneğine sahiptir ve bu, nedense Muktedir’i rahatsız etmektedir. Pelikan Bildirisi, bunun neden suç olduğunu yazmıyor, ama diyor ki, Reis ABD’ye gitmiş ve büyük bir ilgi ve sevgi ile karşılaşmış iken, sen neden Amerika’ya gitmeye kalkıyorsun? Yani, sen de mi Amerika’dan ilgi istiyorsun? “Ağanın pohunun üstüne poh” olur mu?

Bu gerçekten de acaba, kimin daha üste pisleyeceği ile ilgili bir sorun mudur? Yoksa, Davutoğlu, ABD’ye, Zarrab dosyası için mi çağrılmıştır? ABD’de ne yapacaktı ki, bu durum Reis’i rahatsız edip, Pelikan Dosyası’na girmiştir?

Mesela Dışişleri Bakanı, sağa sola, şu ya da bu ülkeye gidince niye sorun olmuyor? Mesela Katar’da Dışişleri Bakanı, beyaz elbise giymiş onlarca insan arasında, kravatı ve takım elbisesi ile poz verdiğinde, Reis bundan rahatsızlık duymuyor mu? Yoksa Reis, Dışişleri Bakanı’nı, Yemen’den dönen Suudi gaziler için Katar’da düzenlenen moral gecesine bizzat kendisi mi göndermiştir? Hadi oraya gittin, o fotoğrafa niye girersin? Yoksa bu fotoğraf da milli ve yerli midir?

Acaba Davutoğlu Amerika’ya gidebilse idi, milli ve yerli olmayan ne gibi fotoğraf karelerinin içine girecekti? Bunu Pelikan Dosyası biliyor mudur?

Pelikan Dosyası’na göre, komplocu Davutoğlu’nun bir başka suçu, AB ile vize anlaşmasını öne çekme girişimidir. Söylenene göre, zaten Reis bu anlaşmayı yapmış ve Ekim’de yürürlüğe sokacaktı. Sen nasıl olursun da bunu Temmuz’a çekmeye kalkarsın? Aslında, ülkeyi bir şirket gibi yönetme konusunda iddialı olan CEO Erdoğan, bundan rahatsız olmamalıdır. Ama galiba burada işler karışıyor. CEO yerine sultan olmak öne çıkıyor. Normalde her anonim şirketin CEO’su, daha erken bitirilmiş işlerden dolayı çalışanlara ödüller verir. Ama burada Davutoğlu, bilmediğimiz nedenlerden dolayı, suçlu bulunuyor.

Ya MİT müsteşarının milletvekili olma meselesi? Pelikan Bildirisi buna da yer veriyor. Sen kalk, Reis’e sormadan, Fidan’ı milletvekili adayı yap. Olacak iş midir?

Bununla bitmiyor elbette. 4 bakanın dokunulmazlık dosyaları oylanacakken, sen kalk İngiltere’ye git. Sen kalk, Reis’e yalancı demiş bir Arınç’ı ağırla.

Kim bilir daha ne ağır suçları vardır…

Ve Pelikan Bildirisi, Davutoğlu’nu alaşağı eden süreçte, kendine rol çaldı. Peki ya yarın Reis çıkar da, “siz kimsiniz, sizi alçaklar, nasıl kalkar da benim bizzat alaşağı ettiğim bir adamın alaşağı edilişinden kendinize pay çıkarmaya çalışırsınız” derse ne olacak? Bunu da Pelikan Dosyası’nı yazanlar düşünsün. Arınç’ın “Troliçe” dediği Hilal Kaplan’dan söz ediliyor. Yazar o imiş. Elbette bunlar basına sızanlar. Bu vesile ile Arınç’ın trol-sultan demeyip, troliçe demesinin de altında bir şey var mı, diye sormalıyız.

Olmaz demeyin, Pelikan Bildirisi’ni yazanlar, ciddi bir konum elde ettiler. O kadar ki, Cemil Barlas, bu durumu kıskanmıştır. Ve annesinin programına çıkıp, Davutoğlu’nu eleştirirken, “adam resmen başbakanlık yapmaya çalıştı” demiştir. Biz, bunu da rol kapma, yaranma olarak ele alırsak, nedenini Troliçe’yi kıskanma olarak görüyoruz. Eee, saray varsa soytarısı da olacaktır mutlaka.

Böylece Başbakan, istifa etmeden, harakiri yaparak, AK Parti kongresine kadar sahne arkasında rol almayı kabul etti. Bu süre içinde uçağı elinden alındı, kendini taksi duraklarına vurdu ve taksicilerle telsizden-telefondan konuştu, “ben başbakanım” dedi. Acaba, bu taksi durağının İngiltere ile bir bağı var mıdır? MİT bunun üzerinde çalışmalıdır. Zira Başbakan, “ben başbakanım” derken, gayet çocukça bir ruh hâli içinde idi. Bunun anlamı ne ola?

Ardından, Başbakan, etkisiz eleman olarak hayatına ilk adımlarını attı. Yürüme güçlüğü çekiyor mu bilmiyoruz.

Ama şimdilerde AK Parti içinden gelen açıklamalara bakılırsa, “düşük profilli bir Başbakan” aranmaktadır. Bulunacağı da kesin. Düşük profil, ne demektir? Hakaret sayılır mı? Mesela Davutoğlu yüksek profilli idi denirse, bu Reis’in profilinin Davutoğlu’nunkinden daha düşük olduğu anlamına mı gelir? Bu hakaret değil midir? Hatta bu nasıl bir açıklamadır ki, kudretinden sual olunmaz Reis ile bir başkasını kıyaslamaya olanak vermektedir. Bu gaflet ve delalet değil midir?

Düşük profilli denilirken, mesela, ilkin İngilizce bilmeyecek mi denmek isteniyor? Mesela boyu Reis’in boyundan uzun olmasın diyor olamaz, çünkü Davutoğlu boy konusunda Reis ile yarışamazdı. Mesela ismi Binali olsun mu demek isteniyor? Görüldüğü gibi, bu konu fazla da konuşma kaldırmaz. Ama bu konuda Gemerek mahkemesine sormak iyi olabilir. Bekir Bozdağ, MHP kongresini ertelemek için, Gemerek mahkemesini nasıl buldu ise, Gemerek mahkemesinin de bu konuda alacağı bir karar mutlaka olmalıdır.

Şimdi, siz tüm bunları bir araya toplayın, acaba bir komedi midir?

Yoksa hastalıklı iktidarlar hep böyle mi olur?

Biz Kaldıraç sayfalarında bir süredir yazıyoruz, AK Parti diye bir parti yoktur. Parlamento yoktur, MHP diye bir parti yoktur.

Çürüyen, mutlaka dökülür.

Bu nedenle, biz, direnişe, gelişmekte olan direnişe bakmalıyız. Gelecek oradadır.

Hep bugünden yarına bakmaya çalışmayın, bir an için geleceğe gidin, yarına gidin ve bugüne oradan bakın, göreceksiniz ki, umutsuz olmak için hiç ama hiçbir neden yoktur. Göreceksiniz ki, direniş için çok ama çok neden vardır.