Ana Sayfa Blog Sayfa 194

Egemenler arası iktidar kavgası: Darbe girişimi!

Bu darbe girişimi, egemenler arası iktidar kavgası ve bunun yarattığı siyasi krizin sonucunda ortaya çıkmıştır.
Siyasi krizin bir boyutu, Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de, emperyalizmin tetikçiliğine soyunan devletin girdiği bataklıktır.
Diğer boyutu ise, içerde Gezi ve Kobanê direnişlerinin, 7 Haziran seçimlerinde bulduğu karşılık ve giderek artan halkların ortak mücadele eğiliminin egemenler cephesinde yarattığı korkudur. 7 Haziran seçimlerinden bu yana halka karşı yürüttükleri savaşta karşılaştıkları direniş, siyasi krizi derinleştirmiştir.
Hükümet cephesinden başlayarak yapılan propaganda; ‘demokrasiye bir saldırı olduğu ve buna karşı demokrasinin sahiplenilmesi’ çağrısıdır. Özellikle televizyonlardan, sosyal medyadan ve camilerden yapılan çağrılarla AK Parti seçmeni sokağa davet edildi.
“Darbeye, halk karşı darbe yaptı”, “darbe bertaraf edildi!” açıklamalarına bakılırsa halk 2 saat içinde darbecileri yenilgiye uğratmış, demokrasi kurtarılmıştır!
Hangi demokrasi!
Darbe girişiminde bulunanlar da, buna karşı çıktığını açıklayan MHP’sinden CHP’sine, ordusundan, TÜSİAD’ndan MÜSİAD’ına, bu topraklarda, öncesi bir yana, 7 Haziran seçimlerinden bu yana, eşitlik-özgürlük-adalet ve kardeşlik isteyen halklara karşı acımasızca bir savaş yürütmüşler, yürütmektedirler.
Kendi belirledikleri hukuku dahi rafa kaldıranların; “fiili durum”dan söz edenlerin; içerde ve dışarda savaşla iktidarını pekiştirmeye çalışanların; işçilerin tüm haklarını gasp edip, kölelik dayatanların; kadın cinayetlerinden, doğanın ve kentlerin yağmasına kadar her alanda pervasızca saldıranların ve bunlara karşı çıkan tüm toplumsal kesimlere saldıranların, katledenlerin demokrasisidir bu.
İşçi-emekçilerin, halkların lehine bir demokrasi kavgası değildir yaşananlar.
İşçi-emekçiler, halklar bu kavgada birinden yana taraf olmamalı, kendi mücadelesini yükseltmelidir.
7 Haziran seçimlerinde daha da somutlaşan, eşitlik-özgürlük-kardeşlik için mücadele edenlerin ortak mücadelesi dışında bir kurtuluş yoktur.

Kaldıraç / 16 Temmuz 2016

Dış politika manevraları ve iç savaş

Değişime bakılırsa, son derece hızlı bir çark ediş var. Bunca büyük ve “okkalı” sözden sonra, geri dönüp Rusya’dan özür dilemek, sıkışmışlığın boyutlarını mı gösterir? Kanımızca öyledir. Yoksa Türkiye, ilkesel bir tutum içinde Rusya ile ilişkilerini onarma yolunu tutmuyor.
İsrail işi başkadır. TC devletinin İsrail ile ilişkileri, hiçbir zaman geri düşmemiştir. En “kavgalı” gibi görünen dönemlerde en kapsamlı anlaşmalar imzalanmıştır. Hele şimdilerde, Zarrab dosyası konusunda İsrail’den yardım istemiş ise Erdoğan, ‘dünya lideri’, Muhammet Ali ünvanının yeni taşıyıcısı, elbette İsrail ile ilişkilerin rehabilite edilmesi çok olanaklıdır. Daha fazlasını ver, ama sessizce, iç politika açısından “zafer senin olsun.” İşte İsrail ile uzlaşmanın arka planı. Erdoğan, İsrail ile Zarrab dosyasında yardım alma karşılığında süreci olumluya çevirme emri vermiştir. Bunda devletin âli çıkarlarının bir katkısı yoktur.
Ama Rusya ile ilişkiler meselesi farklıdır. Uçağı düşürdükten sonra NATO’yu arayan Türkiye, öyle kuru bir özür ile ve Erdoğan’ın kişisel kararı ile dönüşü yapmaz. Rusya’nın Zarrab dosyasında kendisine bir desteği de olmaz. Dahası, İsrail özür dileyen taraf olarak görülmektedir, oysa konu Rusya olunca özrü dileyen, ama dilemedik demekten de geri durmayan, kudretli haşmetmeap, cihan padişahıdır. Bu öyle kolay değil.
Türkiye’de bugün devlet, parçalı bir egemen ittifakının elindedir. Erdoğan, bunun sadece ve nispeten küçük bir parçasıdır. Sarayına saray, örtülü ödeneğine para vb. katmakla ilgilidir. Oysa Kürtlere ve tüm halklara karşı, işçi ve emekçilere karşı, Gezi Direnişi’nin yol açtığı özgürleşmeye karşı savaşı yürüten, Erdoğan kadar ve ondan da etkili olarak bir “karma” yapı var.
Karma bize ait değil. Karışık bir şey yaptık sözü, ilk Sur saldırıları başladığı dönemde, Efkan Âlâ’ya aittir. Âlâ, karma bir şey yaptık, diyordu. Biz bunu, Türkçe’ye şöyle çevirebiliriz; biraz asker, biraz polis, biraz IŞİD ve Saray gladiosu.
İşte iç savaşı yürüten, vahşi bir savaşı sahneleyen, Kürt halkını bölgeden sürme ve bölgede nüfus hareketleri yaratarak katliamlara genişletme planını yürüten, bu güçlerin hepsidir. Erdoğan da içindedir. Ancak savaşı daha çok yüz yıllık devlet geleneği dediğimiz, 1900’lerin başlarından tanıdığımız devlet yürütmektedir. Özel TİM’leri ile, galdiosu ile, Ergenekon’u ile, İslamcı çeteleri ile, IŞİD ile, kontr-gerillası ile, en son devreye sokulan SADAT ile (Lice’de 34 köylüyü yakma girişimini Sabahat Tuncel 10 Temmuz’da duyurdu. Tuncel, gözaltındaki 34 köylüyü, jandarma gözaltına aldıktan sonra, “sakallı, kollarında Arapça yazılar” olan bir grubun gelip, bu köylüleri yakmak istediği, ama subayın buna izin vermediği bilgisini aktardı. 28 Şubat döneminde emekli olan bir tümgeneral olan Adnan Tanrıverdi’nin SADAT adlı bir organizasyon kurduğu, bu devlet-çetesinin doğrudan veya Âlâ aracılığı ile Saray’a bağlı olduğu söyleniyor) bu katliam politikası yürütülmektedir.
Tüm devlet, bu işin içindedir ve aralarında başka hesaplar olsa da, bu konuda beraberdirler. Bu süreçte Erdoğan, elbette, kendi iktidarını sağlamlaştırmaya çalışıyor. Elbette Ergenekon operasyonları ile güç kaybedenler eski konumlarını kazanmaya çalışıyor. Elbette İslamcı bir eğilim ile, ayrı bir çeteleşme güç toplamaya çalışıyor. Dahası da vardır. Bizim bildiklerimiz, basına yansıyanlardan çıkardıklarımız bunlardır.
Bu savaş, aslında Suriye’deki savaşın içe yansımalarını da içermektedir.
Türkiye, Suriye’de giriştiği savaşta kaybetmiştir. Elbette hâlâ, El Nusra terör örgütü değildir, diye bağıracaklardır. Elbette hâlâ başka manevralar yapacaklardır. Ama bu savaşı kaybettiklerini anlamış bulunuyorlar.
Bu savaşla birlikte, Kürtlere karşı savaşı da yoğunlaştırdılar ve katliam boyutlarına vardırdılar. Ama karşılarında buldukları direniş, burada da durumun iyi olmadığını ortaya koymuştur.
Uluslararası alanda, özellikle de Rusya ile gerilen ilişkilerle kaybedilen sadece prestij olmadı. Bu arada ekonomi de ciddi bir biçimde sallanmaya başlamıştır. Turizm sektörünün durumu, anlaşma sonrasında 9 Temmuz’da Rusya’dan gelen 190 kişilik ilk turist kafilesi ile yaşanan sevinç ve akan gözyaşlarından çıkarılabilir. Ve elbette bu sadece turizm sektörü meselesi de değildir. Aynı anda ihracat alanında, aynı anda inşaat alanında kriz daha da derinlik kazanmaya başlamıştır.
Rusya ile Türkiye’nin, büyük lafları bir yana bırakarak barışma isteği, yapılan manevralar, hem Suriye savaşının sonuçları, hem de ekonomik krizin ağırlaşması nedeni iledir.
Türkiye, Suriye savaşından daha fazla etikilenmemek, etkiyi sınırlandırmak, bu arada olur da Rusların Kürtlere verebileceği desteği kesmek isteğindedir. Türkiye aynı zamanda ekonomisinin tamamen dibe vurmasını önlemek istemektedir. Her iki alanda çok geç kalmış olduğu da açıktır.
Erdoğan iki ülke ile manevrayı aynı döneme denk getirmiştir. İsrail görünüşe göre ona bir küçük zafer vermiştir. Filistin’e yardım geçişine izin vermiş, hemen bayram öncesinde de bombalamayı ihmal etmemiştir. Ama bu arada Mavi Marmara gemisini organize edenlere, “bana mı sordunuz” demekten geri durmamış, İsrail ile ilişkilerde ciddi olduğunu göstermiştir. Zira Zarrab dosyası için yardımlar beklemektedir.
İsrail ile ilişkilerin düzeltilmesinde ciddi oldukları kesindir.
Ama konu Rusya olunca, bunu söylemek o kadar kolay mıdır?
Rusya, Erdoğan’ın özürüne ne ölçüde inanacaktır? Elbette biz, arada başka anlaşmaların olup olmadığını bilemiyoruz. Ama Erdoğan’ın, Suriye ile ilişkiler kurduğu, Türkiye’nin Esad ile barışma noktasına geldiği söylenmektedir. Halep ile Türkiye arasındaki ilişkiler fiili olarak kesildikten sonra, Türkiye’nin yapabilecekleri sınırlanmaya başlamış demek idi. Bu zaten böyle idi. Türkiye, bu durumda Esad ile ilişkilerini geliştirecek ve Rusya’nın müttefiki mi olacaktır? İlişkileri geliştirse dahi, Rusya’nın böylesi bir politikaya inanması ne ölçüde mümkündür?
İki ülke arasında yeniden ilişkilerin kurulmaya başlandığı, Rusya’dan Antalya’ya inen uçağın çiçekler ve gözyaşları ile karşılandığı günlerde, Türkiye’nin, örneğin Hatay’da cihatçı çetelere hastahanelerde verdiği önceliği devam ettirdiğini ortaya koyan haberler geldi.
Aynı dönemde, Türkiye, AA aracılığı ile, Fehman Hüseyin’in öldürüldüğünü duyurarak, aslında neyin peşinde olduğunu çok net ortaya koymuştur. Fehman Hüseyin’in Tel Hamis Tugayları tarafından öldürüldüğü haberi, aslında Türkiye’nin Rojava’da, PYD’ye ve içeride PKK’ye karşı suikast planlarına hız verdiğini göstermektedir. Haberlerin aynı dönemlere rastgelmesi, bizce tesadüf değildir.
Buradan Türkiye’nin Suriye politikasının alttan alta bu savaşı sürdürme yönünde değişeceğini, samimi bir barışın olanaklı olmadığını çıkartabiliriz. Cihatçılara verilen destek, Türkiye’nin ana politikası olmaya devam edecektir.
Muhtemelen Türkiye, Erdoğan’ı da aşan bir irade ile, Rusya ile ilişkilerin düzeltilmesi yolunda adımlar atma kararı almıştır. Ama bu adımın inandırıcı olması için, Ruslara ne verdikleri, onları ne ile ikna ettikleri hâlâ belirsizdir.
Türkiye’nin Esad ile görüşmelere başlamış olması, durumu bir miktar olsun açıklar hâle getirmektedir. Türkiye, Rusya ve ABD arasında Suriye konusunda var olan hem çatışma ve hem de işbirliği sürecinde, ABD adına oyunbozanlık yapma işinden, tetikçilikten vazgeçeceğini mi söylemiştir? Bu durumda dahi, sürecin geçici ve çetrefil bir süreç olacağı açıktır.
Türkiye, bu alanda rahatlama yaratarak, içeride sürdürdüğü savaşı ve katliam politikalarını daha da yoğunlaştırma peşinde midir? Öyle ya, bir alanda yaşanan yenilgi, başka alanda zafer süsü verilmiş işler ile örtülür.
Kanımızca, her olasılıkta, her şart altında, devletin yaşadığı çözülme, çeteleşme, daha da yoğunlaşacaktır. Erdoğan için, rahatlatıcı günlerin geleceği tartışma götürür.
Öte yandan, her şart altında, bize düşen, direnişi adım adım, kararlılıkla yükseltmek, örgütlemektir. q

Nüfus hareketleri ve halklara karşı savaş

Osmanlı coğrafyası, 1800’lerden başlayarak, pek çok nüfus hareketliliğine sahne olmuştur. İmparatorluk çökmeye başlayınca, dışardan yer fethetmek ve ganimet elde etmek için yürütülen gaza savaşının da sınırlarına gelindi. Savaşları kazanmak için sadece başkentten yola çıkmanın yol açacağı zaman kaybı düşünülürse, bu işin bir sonunun olduğu zaten sır olamazdı. Kaldı ki, Osmanlı, en başından olduğu gibi, gönüllü gaza savaşçılarından oluşan uç beylikleri ile artık iş yürütmüyordu. Adı gaza savaşı kalsa bile, ganimet, ordunun önemli bir motivasyonu idi. Derken işin sonuna gelindikçe, mesela Viyana’yı kuşatıp da, aylar sonra evine boş dönmek, bu ganimet savaşçıları için pek de uygun olmuyordu. Böylece dışarıya dönük ganimet savaşı, içeride yağmaya dönüşmeye başlamıştı. Bunun için bir kılıf bulmak da zor değil, ne de olsa Balkanların Müslüman olmayan halklarını yağmalıyorlardı ya da mutlaka yağmaladıkları beyliklerden biri bir gün Osmanlı’ya kafa tutmuş olmalıydı. Bahane de hazır demek ki.
İşin tümü ile doğasına uygundur.
Aslında halkların bir yerden bir yere sürülmesi böyle başlamadı. Ama elbette bunun sonunda başladı. Osmanlı, büyüyemeyince, yenilgiler peşi sıra geldi ve sonunda içeride gelişmeye başlayan yağma, halkları da Osmanlı’ya karşı isyana teşvik eden unsurlara eklendi.
Ganimet olmadan savaş, sadece içeride yağmaya dönüşmek demek değil, aynı zamanda ordunun beslenmesi için daha büyük vergiler de demektir. Bunun da ahali için pek hoş sonuçları olmayacağı da açıktır. Böylece sadece askerin geri dönerken yaptığı yağma değil, bizzat Osmanlı merkezî devletinin de vergiler için artan baskısının sonucu, halklar açısından bir başka yağma demek idi.
Yenilgiler gelmeye başlayınca, Osmanlı, tersi yönde, içte devleti kurtarmak için, nüfus hareketlerine planlı olarak başvurmaya başladı.
Rum, Ermeni, Süryani ve diğer halkların kıyımında bu nüfus hareketlerinin planlı uygulanmasını ve aynı zamanda “devlet beslemesi çeteleri” birlikte görebilirsiniz. Devlet denetiminde çeteler, bugün, NATO örgütlenmesi içindeki Ergenekon, kontr-gerilla ya da gladio olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik tüm bunlar sadece ülkemize ait gerçekler de değildir. Ama TC devletinin, üzerine oturduğu miras, halkların katledilmesi ve inkârı olduğundan, bu nüfus hareketleri ve çeteler eli ile katliamları yakın tarihimizden iyi bilmekteyiz. Elbette, bizzat bunu uygulayan devletin de bu konuda küçümsenemez bir birikimi olduğu akılda tutulmalıdır.
Elbette, konumuz Suriye’den göç etmek, kaçmak zorunda kalan insanların, devlet tarafından planlı bir nüfus hareketliliğinin ve katliam politikasının temeli olarak kullanılması konusunda gösterilen çabalar, ortaya konan devlet iradesidir.
Maraş iyi bir örnektir. TC devleti, ne hikmetse, Maraş’ta, daha Maraş katliamının acıları canlı iken, Alevi nüfusunun yoğunluğunu kırmak üzere, Suriyeli Sünni bir kesimi yerleştirmek için kamplar kurma kararı verdi. Aslında, Maraş katliamının anmasına bile hâlâ izin vermeyen, TOMA’larla, katliamın anmasını kınamak isteyen halka savaş açan bir devlet, şimdi yeni bir plan peşinde ise, bunda şaşacak bir şey yoktur. Ama planlı olduğu da açıktır.
Antep, Hatay, önemli hedeflerdendir. Bu da açık ve planlıdır.
Şimdi, planının yeni evresine geçmeden, Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikalarını hatırlayalım. Son bir yıldır, özellikle planlı bir katliam politikası devreye sokulmuştur. Bu katliamın örnekleri, Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de vb. yaşandı ve hâlâ yaşanmaya devam ediliyor. Yüzlerce çocuk, yüzlerce kadın ve yaşlı öldürüldü, binalara bombalar atıldı, tanklar toplar devreye sokuldu, keskin nişancılarla adam avlar gibi çocuklar öldürüldü, cesetler sokaklarda sürüklendi.
Ve şimdi, bir yandan, Sur örneğinde olduğu gibi, Kürt halkına, “buyurun size İstanbul’dan ev verelim, Mardin veya Urfa’dan ev verelim, tapularınızı teslim edin” deniyor. Böylece açık olarak bombalarla tehditlerle halkın göçü için yaptıklarına ilave olarak, ev vaadi de devreye sokuldu. İstekleri açıktır, Kürt halkını bölgeden sürmek istiyorlar. Eski Başbakan’ın verdiği bilgilere bakarsak, 12 şehirden- ilçeden, halkın sürülmesini sağlamak istiyorlar.
Öte yandan ise, Suriyeli göçmenlere, bu göçmenlerin “nitelikli” olanlarına vatandaşlık hakkı verilmesi uygulaması devreye sokulmak isteniyor.
“Nitelikli” denildi mi, hemen herkes, vahşi kapitalizmin ucuz işgücü talebini hatırlıyor. Öyle ya, bir mühendisi, bir doktoru vb. asgarî ücretle çalıştırma olanağın ortaya çıkıyor. Avrupa, bunu yıllardır yapıyor. Ve şimdi de Türkiye tekellerinin bu ihtiyacına çare arandığı düşünülüyor.
Hatta, deniliyor ki, Erdoğan, 3 milyona yakın bir yeni oy deposu peşindedir. Holdingler için ise bu, ucuz işgücüdür.
Bunların hepsi doğrudur. Kesinlikle doğrudur ama eksiktir.
Erdoğan, ilave 3 milyon yeni oy deposu ile, başkanlığa giden yolu mu garanti altına alacak? Elbette yardımı olur. Ama zaten Erdoğan, fiili olarak başkanlık sistemini kurmuş ve öyle davranmaktadır. Artık, bakanların isimlerini hatırlayan var mı? Eğer bakanlar yeni ise, ismini hatırlayan da yoktur. Çünkü bir önemleri yoktur. Binali önemlidir, Enerji Bakanı Damat önemlidir, Efkan Âlâ önemlidir, Adalet Bakanı önemlidir. Diğerlerini kimse hesaba katmıyor, Erdoğan da dahil.
Parlamento desek, onun da bir önemi yoktur. Sadece bazı matematik hesapları için önemlidir ve bu konuda Bahçeli gibi açık yedekleri, Baykal vb. var iken, bunun da çok önemli olmadığı açıktır.
AK Parti diye bir partinin var olmadığını söylersek ileri gitmiş olmayız. MHP’den daha iyi durumda değildir. CHP ise can çekişmektedir. Kılıçdaroğlu’nun görevi, Alevi kitleleri sisteme karşı isyan etmekten alıkoymaktır. CHP, Alevi kitleleri, devlete yapıştırmak için görev yapan bir partidir ve bu görevi nedeni ile, bir miktar varlığı vardır.
Erdoğan, yargıyı, orduyu, polisi “istediği gibi” yönlendirebilmektedir.
Elbette, bu vurgu, kimin kimi kontrol edip yönettiği konusu, ayrı bir konudur. Konu, Kürt halkının direnişi, konu işçi ve emekçiler, konu devrimciler olduğu zaman ordu, Erdoğan’ın emrine girmekten çekinmemektedir. Ama gerçekte ipler Erdoğan’ın elinde midir? Tamamen ordunun kontrolüne girmiş bir Erdoğan var desek yanlış olmaz. Elbette Erdoğan’ın ve elbette ordunun kendince hesapları var. Birlikte dereyi geçiyorlar ve birbirine dayı diyorlar.
Peki bu durumda Erdoğan’ın 3 milyon oya ihtiyacı ne kadar ciddidir? Elbette ister, ama çok mu önemlidir? Acaba işin içinde başka bir şey var mıdır?
Suriye vatandaşları nerelere yerleştirilecektir?
Bu yeni vatandaşlar, Kürt halkına karşı planlanmış bir katliamın parçası olarak Saray gladiosunun içinde mi ele alınacaktır? Acaba “nitelikli” sadece eğitilmiş işgücü anlamına mı geliyor, yoksa, çaresiz kalmış ve devlet tarafından özel olarak kullanılacak bir insan niteliğinden mi söz ediyoruz?
Maraş örneği bir “nitelik” demek değil midir? Alevilerin yaşadığı bölgeye, Sünni ağırlıklı olma niteliği önde bir grubun yerleştirilmesi, “nitelik” vurgusunun başka anlamları olduğunu da düşündürmelidir.
Acaba, sırada Mardin, sırada Hatay, sırada Urfa, sırada Diyarbakır var mıdır? Buralara da “nitelikli” yeni vatandaşların yerleştirilmesi mümkün müdür?
Suriye savaşı boyunca, dışarıdan gelen çetelerin ülkemiz üzerinden planlı bir biçimde Suriye’ye soklulmaları, bunun devlet eli ile organize edilmesi, defalarca giriş ve çıkış işlemlerinin kontrollü olarak yapılması, gerektiğinde bu unsurların Suruç ve Ankara bombalamalarında olduğu gibi, devlet eli ile kullanılması, gerektiğinde bu unsurların Avrupa’ya ihraç edilmesi, Türkiye’nin nitelikli unsur ile neyi kestetmekte olduğunun kanıtlarıdır.
Suriyeli insanlar, bugün, 600 TL maaşla, devletçe bilinen ve organize edilen insan tacirleri tarafından, fabrikalara satılmaktadır. Bu insanların ilk maaşlarının 300 TL’si, doğrudan simsara verilmekte, kalan para işçilere verilmektedir. Bu insanlar, mesai saati, sosyal haklar gibi uygulamalara tabi değildir. Ülkenin küçük fabrikalarından söz etmiyoruz, büyük çaplı, dev fabrikalarından söz ediyoruz. Soma’da ölen sayısının daha fazla olduğu tartışmalarının nedeni de budur, Suriyeli çalışanlara sahip çıkan bir aile vb. olmadığı için, ölü sayılarının gizlenmesi de çok olanaklı olmaktadır.
Holdingler, bu uygulamadan memnundur. Vatandaş olmaları durumunda, bu aylık 600 TL’nin yerine, asgarî ücret vermek zorunda kalacaklardır, sigortası vb. de cabası.
Elbette, Suriyeli göçmenler, hem ucuz işgücü olacaktır, hem Erdoğan için belli bir süre oy deposu olacaktır. Ama ondan daha da önemlisi, bu insanların, ülke içinde planlanan nüfus hareketleri ve katliamlar için kullanılacak olmalarıdır.
Halkları birbirine karşı savaştırmak, egemenlerin, tüm yeryüzünde uyguladıkları bir eski politikadır. Türkiye Cumhuriyeti de bu politikayı uygulamış bir gelenekten gelmektedir.
TC devleti, Kobani devriminin yol açtığı gelişmeler, Kürt halkının gelişen özyönetim talebi ve Gezi Direnişi’nin ülkede yarattığı isyan ve özgürleşme havası karşısında, Kürt illerini insansızlaştırmak da dahil, her türlü çılgınlığın peşindedir. Bu sadece Erdoğan’ın politikası değildir. Bu bir bütün olarak devletin politikasıdır.
Erdoğan, bu politika için en uygun adam olarak, tüm egemenlerden destek almaktadır. Kuşku yok ki, bunun bir sınırı vardır.
İşte bu süreç içinde, halklara ve devrime karşı, işçi ve emekçilere karşı birlikte hareket eden egemenlerin, kendi aralarında da bir “mutlak iktidar” savaşı sürmektedir. Ordunun kendince hesapları vardır, Erdoğan’ın kendince hesapları vardır, tekellerin kendince hesapları vardır, yeni İslamcı elitlerin kendince hesapları vardır. Ve bu hesapların tümü, ABD başta olmak üzere, tüm emperyalist güçlerin politikaları ile paraleldir. Bu güçlerin hiç ama hiçbiri, ABD ve Batı’nın denetimi dışında hareket etmez, etmemektedir. Onları şekillendiren de bu değildir. Her biri, Ergenekon’undan ordusuna, polisinden Erdoğan’ına, yeşil sermayesinden TÜSİAD’ına, İslamcı yeni elitlerinden şeriat yanlılarına, yargısından siyasi partilerine kadar hepsi, bu içeride süren iktidar savaşının belirleyicisi olarak ABD’ye biat etmekte yarışmaktadırlar.
Kan ve katliam üzerine kurulu bu egemenlik, gerçekte, derinden derine çürümektedir, çatlamıştır ve dökülmektedir.
Bu nedenle, tüm bu çılgın nüfus politikaları, katliamlar ve daha büyük katliam planları, güçsüzlük üzerine oturmaktadır. Bu saldırganlık, direnişle yenilecektir. Ve bu direniş, tüm bu azgın saldırılara, tüm devlet gücünün devreye sokulmuş olmasına, medyanın karanlığına rağmen, santim santim de olsa büyümektedir. q

Darbeden OHAL’e filler tepişiyor Ya halkların seçeneği?

Herkes daha yatmamış olduğu için, darbe ile ilgili bir “ilk an”a sahip olabildi. Kimisi alçak uçan helikopterlerden anladı darbeyi, kimisi Boğaz Köprüsü’nün bir yönünü kapatan askerlerden, büyük çoğunluk ise TV kanallarından.
İlk soru şudur: Bu generaller -ki çoğunun Fethullahçı olduğu açık- kurmay eğitimi almış, az ya da çok starteji ve taktik bilgileri olduğu varsayılan kişiler olmalıdır. Uzun yıllar devlet içinde yuvalanmış, “ne istediniz de vermedik” kadar takdir görmüş, bunu başarmış kişilerdir. Fethullahçı olsa da, ki çoğu öyle gibi, yine de bu alt yapıya sahiptirler. Öyle ise, saat 21.00’da ya da saat 22.00’da bir darbeye neden kalkışırlar?
Yanıtlar şöyledir: Çünkü darbe deşifre olmuştur.
İşte bu yanıt, bir yanıltma, bir kafa karıştırma değil ise, büyük bir bilgisizlik demektir. Darbe yapmayı akıl eden birileri, Fethullahçı ya da başka bir grup, başarısızlığa uğrayacak bir darbenin ne demek olduğunu bilebilecek durumda olmalıdır. Mantık bunu söyler. Darbeye kalkışacakken, deşifre oldu diye durup geri çekilirlerse, çok daha az kayıp verirlerdi. Oysa saat 21.00’da bir darbeye kalkışırsanız, kesinlikle başarılı olamazsınız. Tabii amacınız başarılı bir darbe ise.
Acaba darbeyi yapanlar, başarısız bir darbe olsun mu istediler? Öyle ise neden?
Demek ki, saat 21.00’da darbe olmaz ama bunlar öyle başladılar.
O saatte köprüyü kesmek, kendine karşı bir tehdit biriktirmek demektir. O insanlar bir yolla evlerine gitmek isteyecektir. Oysa gece, sabaha karşı mesela 03.00’da darbe yaparsanız, yolları kesmek de kolay olur. Bunu bu generallerin bilmeme ihtimali yoktur. Bildiklerini varsaymak zorundayız.
Hem sonra, köprüyü kesmeye de gerek kalmaz.
Dahası, köprüyü kesen akıl, dalga geçer gibi, özensiz bir tiyatro gibi, neden sadece köprünün bir yanını keser? Köprüde trafik iki yönde akar. Neden her iki köprünün de tek yönünü kesiyorlar?
Köprüyü kesen akıl, havalimanının ana girişine asker koymadan önce, alana giden yolları tutmaz mı? Bu yollar, köprüden daha mı az önemlidir?
Bizim bildiğimiz darbeler, seçilmiş hükümeti hedef alır. Bu durumda da, sabaha karşı 04.00’da mesela Demirel’in kapısını çalar ve kendisine “nazik” davranarak gözaltına alırlar. Bunu hem siyasi parti liderlerine, hem de bakanlara yaparlar. Hatta siyasi parti liderlerini de alırlar. Kuşku yok ki, Demirel’i ve siyasileri alan 12 Eylül darbesi, gerçekte onlara karşı yapılmış değildir. En başta halka karşı, işçi ve emekçilere karşı, devrimcilere karşı yapılmıştır. Darbe, 12 Eylül sabahından başlayarak, gerçek muhalifleri, devrimcileri, sendikaları vb. ezmeye yönelmiştir. TRT’den bildiri okunması darbe “imajına” uymuş ama, bu Yurtta Sulh Komitesi, bildiride söyledikleri “yönetime el koyduk” konusunda şaka mı yapmaya çalışmışlardır? Yönetime el koymak demek, bakanları vb. almak, onların yerine geçmek demektir. Yurtta Sulh Konseyi, acaba hangi yönetime el koymuştur?
TRT’de bildiri okuma işini bile kendileri askerî kıyafetlerle yapmamışlardır.
Yine, her darbeci bilir ki, darbe yapacakken, sadece TRT basılmaz, tüm kanalların denetimi ele alınır ve bildiri hepsinden aynı anda okunur. Hatta, bunu kanalları keserek yapamıyorsanız, o zaman her kanala reklâm parası diye yüksek miktarda para verin ve ardından bu metni reklâm olarak okumalarını isteyin, kendiniz okumak istemiyorsanız, o zaman asker kıyafeti giyen bir sanatçı bulabilirsiniz ve daha başarılı olursunuz.
Sen, TRT’den bildiri okuyacaksın ve aynı anda, diğer kanallardan Bakanlara ulaşılmasına olanak tanıyıp, onların açıklamalar yapmasına fırsat vereceksin! Demek ki, sen bu darbenin başarılı olmasını istemiyorsun demektir. Madem istemiyorsun, peki niye yapıyorsun, niye kalkışıyorsun? Hem sonra TRT’nin reytingi diğer kanallardan daha fazla değil ki, neden onu basıyorsun?
Uzatmaya gerek yok.
Demek ki, darbe, ya bizzat başarısız olsun diye yapılmıştır ya da darbenin içinde olduğu düşünülen bazı unsurlar, son anda bu darbeden vazgeçmiştir. Darbeyi erkenden başlatmışlar ve darbenin başarı şansını yok etmişlerdir.
Bu durumda darbenin amacının ne olduğu sorusu da ortaya çıkıyor. Amaçlanan nedir? Senaryoyu kim yazmıştır? Bu darbecileri sahaya kim sürmüştür?
Doğrudan, dolandırmadan, söyleyeceklerimize geçelim.
1- Ya bu darbe, başarılı olmak için yapılmamıştır ya da darbenin içindeymiş gibi yapan bazı unsurlar, darbeyi önlemek için süreci erkenden ve teatral bir vaziyette başlatmıştır. Darbe, Fethullah örgütünün işi olarak ortaya çıkmış ise, demek ki, darbeye destek verir gibi yapan, ama desteğini keserek darbeyi deşifre eden unsurlar “ulusalcı-NATO’cu” unsurlardır.
Fethullah grubunu tanımlamak kolaydır. Kimlerin Fethullahçı olduğu anlamında değil, bunu biz bilmesek de zaten Erdoğan çok iyi biliyor. Ama biz biliyoruz ki, Fethullah örgütü ABD’ye bağlı çalışan, ılımlı İslam projelerinde görevli, AK Parti hükümetini de “iktidar” yapan bir harekettir. Bugün darbe ile kapatılmaya başlanan Gülen okullarını, dünya çok önceden beri kapatmaktaydı ve kapatmada hep ana suçlama CIA bağlantısıydı.
“Ulusalcı-NATO’cu” kesimi tanımlamak biraz zor. Erdoğan, 17-25 Aralık’a kadar Balyoz ve Ergenekon davaları yolu ile bu kesimin tasfiye edilmesinde başrolde idi. Gülen hareketine en büyük destek bizzat iktidardan gelmekte idi. Ama belli bir tarihten sonra “kandırıldım” nidaları ile, bu kez tasfiye edilenlerle ilişkiye girdi.
Bu yüzyıllık devlet geleneği, Ergenekon vb. aslında ordunun ana gövdesidir. Bugün Kürtlere karşı operasyonlarda Veli Küçük’ün protokolde yer alması rastlantı değildir.
Bu “ulusalcı-NATO’cu” kesim de, tıpkı diğer devlet güçleri gibi, iktidar savaşındaki rakipleri gibi, Amerikan yanlısıdır. NATO’ya bağlı ordunun eğitimi, örgütlenişi, şekillenmesi bu yöndedir, hep öyle olmuştur.
Bu güçler, acaba darbecilere destek verir gibi görünüp sonra çark mı etmişlerdir?
Ama egemen TC devleti içinde üçüncü ve en zayıf güç olan Erdoğan ve hükümet, darbeyi akrabalarından haber aldığına göre, darbe önlendikten sonra sahne almışlardır.
2- Darbeyi Erdoğan planlamamıştır. Senarist o değildir. Darbenin sonunda Fethullahçıların ya da büyük çoğunluğu Fethullahçı olanların temizlenmesine bakarak, darbeyi Erdoğan’ın planladığını söylemek doğru değildir.
Evet bu bir tiyatrodur ama senaristi kimdir?
Erdoğan, bu tiyatroda, istese de istemese de bir rol almış ve oynamıştır. “Ulusalcı- NATO’cu” kanat, bu darbede rol almıştır, baştan darbecilere engel olmamış, ama darbeyi başarısız kılacak hamleler yapmıştır.
TC devletinde bir darbe planlanıyorsa, ABD’nin ve NATO’nun bundan haberdar olmama şansı yoktur. ABD, darbeyi uçan uçaklardan anladım diyor. Komiktir ve doğru olma şansı yoktur.
ABD acaba, darbenin başarılı olmasını istemiş midir? Yoksa, zaten başarısız olmasını mı istemektedir? Bu gerçekten en önemli sorudur.
Eğer ABD, darbenin başarısını gerçekten istiyor idi ise, şu anda büyük bir başarısızlık yaşıyor demektir. Bu durumda, TC devleti dışında darbeyi haber veren güçler var demektir. Bu senaryonun zayıf ihtimal olduğu açık. Elbette haber veren üçüncü ülkeler olmuş olabilir. Ama ABD, başarısızlığa uğrayacak ve kendine bağlı kadroları kaza sonucu kaybedecek kadar güçsüz müdür?
Nasıl ki, Ergenekon operasyonları, Fethullah eli ile, Erdoğan’ın desteği ile ABD tarafından yapılan bir tasfiye idi ise, bugün de yaşanan süreçler ABD için sır değildir. Bu, ABD’nin her şeyi planladığı anlamında bir söz değildir; tersine, Türkiye’de, ordu, hükümet, Erdoğan ve Fethullah’ın, ABD ile ilişkilerinin niteliği nedeni ile böyledir.
Yok eğer senarist, darbenin zaten başarısız olmasını istiyor idi ise, bu durumda, süreç yeni başlıyor demektir. Bu durumda ABD, Ortadoğu’nun paylaşılması, Suriye savaşında aldığı yenilgi, TC devletinin Suriye savaşındaki yenilgisi, buna bağlı olarak Rusya ile ilişkiler, Kürt sorununda ortaya çıkan savaş ve direniş, halkların gelişen direnişi gibi faktörler altında bir düzenleme içine giriyor demektir.
Bu durumda başarısız darbe girişimi ile, nereye ulaşmak istediği analize muhtaçtır.
3- Darbe, Erdoğan’ı öldürmek ya da esir almak ya da indirmek amacında değildir. Elbette Erdoğan korkmuştur, korkutulmuştur. Ama yaverinin Fethullahçı olduğu doğru ise, bu ölçüde generaller, savcılar, hakimler, öğretmenler vb. işin içinde ise, Erdoğan’ı öldürmek için darbe yapmalarına gerek de yok demektir.
Kimin tarafından olduğunu bilmesek de, Erdoğan’ın hem korunduğu ve hem de korkutulduğu açıktır. F-16’lar, otelin çıkışından sonra bombalanması, olaydan birkaç gün önce Erdoğan’ın Antalya’da olduğu haberleri bunu göstermektedir.
Biz bilmesek de, Erdoğan, kendisini koruyan ve tehdit edenleri bilmektedir.
4- Bu darbenin, sonuçlarından biri, Erdoğan’ın “darbe allahın bir lütfudur” demesine neden olan durumdur. Erdoğan, Fethullahçıların temizlenmesine ve kendisine halkın sokağa dökülmesi için fırsat verilmesine şükür etmektedir. Fethullahçıların temizlenmesi, “ulusalcı NATO’cu”ların kazancı ise, başkanlık hayallerinde bir adım daha ilerlemek Erdoğan’ın kazancıdır.
Suriye politikasındaki çıkmaz, İsrail ile geri dönüş, Rusya ile ilişkilerde yeni manevralar, Erdoğan’ı bunaltmıştı. Bu nedenle, allahın lütfu, demektedir.
Doğrusu, arkasında Enerji Bakanı damadın sırıtmasını görmemiş olsak, kendisinin allah tarafından korunduğuna inandığı fikrinde olduğuna inanabilirdik.
Erdoğan, fırsatı yakalamak, buradan ilerlemek istiyor. Acaba sadece Fethullahçılarla mı hesaplaşacak, yoksa aynı zamanda “ulusalcı-Ergenekoncu” kesimin esaretinden de kurtulmak için manevralar mı deneyecek, hep birlikte göreceğiz. Demokrasiyi korumak için hareket etmediği kesindir.
Şiddetle, kendine bağlı bir grubu tahkim etmek, güçlendirmek ve kendi etrafına yığmak istemektedir. Korkunun en açık göstergesi budur ve bu durum, darbe içinde darbe sürecinin işlediğinin de açık kanıtıdır.
Kaldı ki, 7 Haziran seçimlerinin iptali de bir darbedir. Parlamento zaten işlevsizdir, siyasi partiler zaten var ile yok arasındadır. Hükümet işlevsizdir. Zaten darbe de bunları yapar.
5- Darbeye kalkışan, “planlayıcı” olarak ilan edilen Fethullahçılar, gerçekten de darbenin içindedir ve heveslidirler. Darbenin başarılı olacağına inanmışlardır. Yoksa kalkışmazlardı. Peki, darbenin başarılı olacak şekilde planlanmadığını söylediğimize göre, bunlar buna nasıl inandırılmıştır?
Öyle anlaşılıyor, darbeyi planlayan ABD, aynı zamanda orduda bazı güçlere de bilgi vermiş, bu güçler, darbecilere engel olmaktan uzakmış gibi bir hava yaratmıştır. Fethullahçı generaller, NATO’cu-sağcı-ulusalcıların ya da Amerikancı Kemalistlerin, kendilerine destek vereceklerine inandırılmıştır. Eğer bu böyle ise, darbeye erken başlayanlar bu generallerdir. Bunlar darbeyi saat 21.00’da başlatarak, fiili olarak deşifre etmekle kalmamış, bizzat başarısızlığını garanti altına alacak şekilde harekete geçmişlerdir. Bu durumda, Fethullahçı kanat, bazı generalleri esir almış, aldatıldıklarını anlamaya başlamış, bakanlar kurulunu, basını vb. ele geçirme planları fiilen devre dışı kalmıştır. Bu, ihtimal dahilindedir.
Böylece, Fethullahçı kanadın devletten tasfiyesi süreci başlatılmıştır. Ellerinde zaten listeler vardır. Listeler devreye sokulmuştur. Demek ki, bu egemen sınıf içinde bir çatışmanın devamıdır.
İşin bu noktasında, ulusalcıların müttefikleri Erdoğan, bir yandan prestij elde ederken, diğer yandan, kendi isteklerini de açılan meydanda hamle yaparak öne çıkmaya başlamıştır. Hem sokağa çağırdıkları ile, zaferini daha da pekiştirmek istedi, hem de bu vesile ile devlet kadrolarında yapılacak temizlik işini Fethullahçı olmayan bazılarını da içine katarak yürütmek istedi.
Suriye, İsrail, Rusya, Mısır ilişkilerinde yaşanan çark etme sürecinin verdiği sıkıntıyı, bu yolla aşmaya kalkıştığı görüldü. Buradan moral bulmaya çalıştı, çalışıyor. Böylece, sahnedeki üçüncü güç olarak Erdoğan da kendi hedeflerine yürümek istiyor. Demek ki, darbeden faydalanmak isteyen çok sayıda güç devrededir. “Ulusalcılar” bir yandan devleti temizledikleri düşüncesindedirler, diğer yandan ise, Erdoğan, elde ettiği prestij ile boşlukları doldurmaya çalışmaktadır.
6- Meclisin bombalanmasını, acaba darbeciler mi yaptı, yoksa başkaları mı? Kimin tarafından yapıldığının ortaya çıkarılması zor olmasa gerek. Bombaları atanların tümünün kimliği, uçuş sistemlerinden herhâlde anlaşılır.
Ama bu saldırılar, halka ateş açılması, darbecilerin başarısız olmasının ardından gelecek şiddetli tasfiyenin temelini oluşturmaktadır.
Bu yolla, önlenmiş olan Fethullahçı darbe, yeni bir sivil darbe yaratmaktadır. Parlamentoda dört partinin ortak bildirisine rağmen, saldırgan bir tutum ile, paramiliter güçler için yollar açılmaktadır.
Daha önceden başlamış olan bir başka darbe sürecini hatırlamalıyız. Parlamento işlevsizleşmiştir, milletvekillerine dokunma kampanyaları yapılmaktadır, Kürt halkı başta olmak üzere halklara karşı girişilen savaşın parlamentoda yansımaları hatırlanmalıdır, dahası AK Parti dahil, MHP dahil, CHP dahil, partiler bitirilmiştir. Hukuk sistemi vb. askıya alınmıştır.
Şimdi, Fethullahçı darbe vesilesi ile, bu sivil darbe süreci genişletilmektedir.
Halk, Fethullahçı olmak ya da iktidarı desteklemek (Erdoğan’ı desteklemek) ikilemine sokulmaktadır. Oysa, bunların ikisi de aynı şeydir. Hiçbiri seçilebilir, asgarî insanî alternatifler değildir.
Özetle, iç içe geçmiş iki savaş, bu darbe sürecinin arka planında işlemektedir. Bunlardan biri, emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımıdır. Bu savaşım, Suriye’de, Irak’ta çok sıcak biçimler alırken, birçok ülke de kendi güçlerini devletler içinde yuvalandırarak gelişmektedir. Hem AK Parti’nin içinde, hem Fethullah’ın içinde, ABD, Almanya, İngiltere, Fransa gibi güçler cirit atmaktadır. Bu bilinmez değildir. Bu aynı durum, devletin tüm kurumlarının içinde de söz konusudur.
Bu arada ise, Türkiye’nin egemen güçleri arasında da bir iktidar savaşı vardır. Fethullah bu güçlerden biridir, Ergenekoncu gelenek bir diğeridir ve bugün Erdoğan ve Saray örgütlenmesi bir başka güçtür. Bir nevî parçalı bir iktidar söz konudur. Bunların dışında güçler olması da mümkündür. Biz bugün bunları görebiliyoruz.
7- Bu darbenin ardında, hem emperyalist güçler arasında süren paylaşım savaşımı vardır. Emperyalist güçler, dünyayı yeniden paylaşmak için savaşa tutuşmuştur. Bu da yeni değildir. Bu savaş, dünyanın her yerinde halkların kıyımına yol açacak savaşlarla sahneye konmaktadır. TC devleti, bu paylaşım savaşında, NATO mekanizmaları içinde ABD tetikçisi olarak hizmet görmüştür.
Her emperyalist güç, aynı zamanda devletin, aynı zamanda Fethullah örgütünün, aynı zamanda AK Parti’nin vb. içinde örgütlüdür. Bu darbe, daha çok ABD’nin temizliğine benzemektedir.
Gülen hareketi de, ordu da, Erdoğan da ABD tarafından kontrol edilmektedir. Öyle ise, burada ABD ne istiyorsa, bu daha bitmemiştir. Bu darbe süreci, daha başka adımlara gebedir.
8- Bu darbenin arkasında, Suriye savaşında alınan yenilginin de payı vardır. Davutoğlu’nun başbakanlığına son veren süreç de budur. Şimdi, Rus uçağını düşüren pilotun Fethullahçı olarak tutuklandığı söylenmektedir. Boşuna değildir.
Ama ne Davutoğlu’nu almak Erdoğan’ı kurtaracak ve Suriye savaşının tüm yükünü üzerinden atacak, ne de Rus uçağını düşüren pilotun Fethullahçı olması işini kolaylaştıracak. Erdoğan, emri ben verdim, gene veririm demekten geri durmamıştı, Davutoğlu aynı sözleri söylemişti.
Evet Suriye savaşında alınan yenilgi, içeride ABD tarafından yeni bir düzenlemeyi gerekli kılmışa benzemektedir.
Acaba, bu doğru ise, bu darbe sonrasında ABD istediği sonuçların tümüne ulaşmış mıdır, yoksa arkası var mıdır?
Erdoğan darbenin bir üst aklın işi olduğunu söylemektedir. Peki bu üst akıl, beceriksiz midir, yoksa zaten başka sonuçlar ve planlar peşinde midir?
9- Bu darbenin arkasında, Kürt halkına karşı yürütülen savaşın sonuçları da vardır. Kürt halkının direnişi ve Gezi Direnişi ile gelişen halk direnişini kırma isteği, bu darbenin amaçlarından biridir.
Darbe girişiminin bastırılmasına rağmen “olağanüstü hâl” ilanı budur.
Gerçekte darbeler, daha çok “olağanüstü hâl” uygulamalarının ardından başarıya ulaşırlar. 12 Eylül, yıllarca süren sıkıyönetim ve olağanüstü hâl uygulamalarının ardından gelmiştir.
10- Darbeinin arkasında, aynı zamanda egemen güçler içindeki çatışmanın da etkisi vardır. Devlet içinde farklı güçler arasında süren savaş, darbede kendini açıkça dışa vurmuştur. Görülen odur ki, bu güçlerden biri olan Fethullah grubu kaybetmiştir, bu süreçten zararlı çıkmıştır. Devlet içinde, hemen her kurumdan 50 bine yakın kişi, Fethullahçı diye atılmıştır. Bunların %50’sinin doğru olması durumunda bile, burada büyük bir tasfiye vardır. Gülen grubu bu tasfiyeyi, elbette ABD planları ile yaşamaktadır.
Görünen odur ki, bu güçlerden biri olan Erdoğan, “prestij” kazanarak süreçten çıkmıştır. Erdoğan, hem kendine destek veren kitlelerden destek almış, onları sokağa çağırmıştır. Ama iyice bakılırsa bu destek, kof bir destektir. Elbette bu vesile ile başkanlık umutları artmıştır. İnanmak ister gibi sık sık, “ben başkomutanım” demesi ve bu arada damadın arkada sırıtıyor olması, durumun nazikliğini göstermektedir.
Ve görünen odur ki, sürecin esas kazananı, şu anda ağır prestij kaybı yaşasa da, ordu olmuştur. Şimdi, demokrasiyi rafa kaldırma olanakları daha da ilerleyecektir. Ordunun Erdoğan üzerindeki nüfuzu daha da artacaktır. Görünen budur. “Ulusalcı”-Erdoğan ittifakı, darbeden başarılı çıkmıştır.
11- Tüm bu süreç, iç savaşı genişletme ortamına da olanak sağlamaktadır. Meydanları doldurma çağrısı, olmayan bir demokrasiyi korumak için değildir. Demokratları olmayan bir demokrasiyi kimsenin koruması mümkün değildir. Ama İslamcı bir kitleyi, aktif kılmak, cesaretlendirmek, sokakta tutmak amacına hizmet etmektedir.
Öte yandan, çeşitli yöneticilerce yapılan silâhlanma çağrıları da buna işarettir.
Kalabalıklara dönük silâhlanma çağrılarının devlet içinden gelmesi, sıradan bir sorumsuzluk değildir. Bu aynı zamanda iç savaşı genişletme hazırlığıdır.
Ve bu hazırlıklar, camilerden selalar okunarak, çağrılar yapılarak yapılmaktadır. Fethullahçı darbeci generallerin namazını kılmayacağız diyen Diyanet İşleri, aslında demokrasinin ve İslamın ruhuna fatiha okumaktadır.
Şimdi soru şudur: İşçiler, emekçiler, halklar, barıştan yana olanlar ne yapmalıdır? Devrimciler, demokratlar ne yapmalıdır?
Kuşku yok ki, biz devrimciler, biz sosyalistler, biz işçiler, darbelerin karşısındayız. Her darbe, ister 12 Eylül gibi, gelişen devrimi ve toplumsal muhalefeti ezmek için gelsin, ister bugünkü darbe gibi paylaşım savaşımının içinde egemen güçler arasında bir çatışmanın parçası olarak gelişsin, esas olarak halklara darbe vurur. Esas olarak işçi ve emekçilere darbe vurur. Her zaman devrimci ve demokratlara darbe vurur. Her zaman halkların özgürlük mücadelesine darbe vurur.
Kuşku yok ki biz, tüm burjuva iktidarların karşısındayız. Kuşku yok ki biz, burjuva diktatörlüğün her biçiminin sonuna kadar karşısındayız.
Ve yine kuşku yok ki, biz, 7 Haziran seçimlerinin ardından gelen iç savaş uygulamalarının da karşısındayız.
Bu bir orta yol da değildir. Biz, işçilerin, emekçilerin, halkların ortak devrimci mücadelesinin yolundayız. Bu, darbeden önce de böyle idi, bugün de böyledir. Burjuva egemenliğe, insanın insana kulluğuna, savaşa ve sömürüye son verme mücadelesidir bu. Bu, özgürlük mücadelesidir. Darbe girişimi hiç olmasa idi de bizim yolumuz budur, darbe başarılı olsa idi de yolumuz budur, yarın başka bir darbe ortaya çıkarsa da yolumuz budur, sivil görünümlü darbelere karşı da yolumuz budur.
Bu ülkede sosyalizm ve devrim mücadelesinin, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurma mücadelesinin esas eksiği örgütsüzlüktür.
Gerçek budur.
Halkların örgütlü mücadelesi, işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesi tek çıkış yoludur.
Bu açıdan örgütsüzlüğün yenilmesi gereken ilk sorun olduğunu bilince çıkarmak gerekir.
Darbeleri önlemenin gerçek yolu, ülkemizde barışı kurmanın gerçek yolu, her türden baskıya karşı durmanın gerçek yolu, özgürlükleri savunmanın gerçek yolu, direnişten geçmektedir.
Örgütlenmek ve her yolla, her koşulda örgütlenmek, geleceğimizi elimize almanın, kaderimizi kendi ellerimizle yazmanın tek yoludur.
İşçi ve emekçiler, ancak kendi örgütlenmeleri ile kendileri olurlar. Hiçbir burjuva parti, hiçbir burjuva iktidar, işçi ve emekçilere kölelikten başka bir şey veremez.
Bugün bölgemizde sürmekte olan paylaşım savaşımını durdurmanın, halklara dönük katliam politikalarını durdurmanın, bölgemizin yağmalanmasını durdurmanın, köleleştirme politikalarını durdurmanın tek yolu, halkların ortak devrimci mücadelesidir.
Bu mücadelenin hangi hızla gelişeceği, bu yönde mücadele eden devrimcilerin iradesine bağlıdır. Ama hangi hızla gelişirse gelişsin, başka çıkış yolu yoktur. q

İşçi ve emekçilerin seçeneği, halkların seçeneği direnmek ve örgütlenmektir

Öyle görünüyor ki, burada Gülen grubu, Erdoğan-Saray grubu, ulusalcı-Ergenekoncu Amerikancılar gibi gruplar var.
Ama bize göre, Gülen cemaatinin içinde de birden çok grup ya da çete var. İngiltere’nin, İsrail’in, ABD’nin vb. Gülencileri var. Erdoğan-Saray grubunun içinde de bu aynı uluslararası güçler var, Ergenekoncuların içinde de.
Belki de bizim göremediğimiz başka gruplar, çeteler de vardır.
İşte darbe, bu çetelerin kendi aralarındaki paylaşım savaşımının bir ürünüdür.
12 Eylül, böylesi bir darbe değildi. O, sistemi kontrol altına alıp, tüm toplumsal muhalefeti ezmek ve karşı-devrimi örgütlemek için gelmişti. Egemen güçler tam bir birlik içinde idi.
Tarihe bakınca, her darbe, ister 12 Eylül gibi tüm egemen sınıfın birlik içinde gerçekleştirdiği tarzda olsun, ister egemen sınıflar içinde bir çatışma olarak gelişsin, tüm darbeler, işçi ve emekçiler için, halklar için bir yeni cehennem, bir yeni saldırı demektir.
Her darbede, işçi ve emekçilerin yaşamları zorlaşır. Her darbe, işçi ve emekçilerin, halkların elini kolunu daha da bağlar. Sadece kemerleri sıkmaz, sadece ekonomik olarak yaşamı ağırlaştırmaz, aynı zamanda akılları da sıkar, özgürlükleri bir kere daha tırpanlar.
Darbelerden önceki hâl, darbelerden önceki siyasal sistem, bir demokrasi olmadığı için, darbeler demokrasiye karşı yapılmıştır, söylemi laftır.
AK Parti iktidarı, kendine ne kadar ileri demokrasi dese de, daha çok “demokratı olmayan bir demokrasi” gibidir. Hiçbir yöneticisinin asgarî anlamda, burjuva anlamda dahi demokrat olmadığı bir devlet çarkının, bir kabinenin demokrasisi olur mu?
Ama yine de her darbe, işçi ve emekçilerin her türlü örgütlenmesini yok eder, hayatı zorlaştırır, ekonomik haklarını tırpanlar.
İşte bu nedenle, işçi ve emekçiler, bu egemen sınıflar arasında, devletin “yüksek” çarklarında süren bu savaşlara umut bağlamazlar.
İşçi ve emekçilerin, halkların temel ilkesi; hak verilmez alınır, ilkesidir.
Eğer öyle ise, bu mücadele etmek, bu direnmek demektir. Bu ise en başta örgütlenmek demektir.
Örgütsüz bir işçi sınıfı, örgütsüz bir halk hiçbir şeydir. Ama örgütlü halk, örgütlü bir işçi sınıfı, her şeydir.
Egemenlerin kendi aralarındaki mücadelede taraf olmak işçi ve emekçilerin kendi iradelerini, kendi çıkarlarını görmezlikten gelmeleri demektir.
İşçi ve emekçiler örgütlü oldukları oranda, tüm pislikleri ile, tüm çeteleri ile egemen sınıfı alaşağı etme, özgür, bağımsız ve sömürüsüz bir ülke kurma olanağını elde edebilirler.
Egemen güçlerin kendi aralarındaki bu paylaşım kavgasında, kimin haklı, kimin haksız olduğunu tartışmak, işçi ve emekçilerin bağımsız bir güç olarak gelişimini reddetmek demektir. İşçi ve emekçiler, toplumun büyük, ezici çoğunluğudur. Ve bu çoğunluk, her türlü sosyal, ekonomik ve siyasal haktan yoksundur. İşçilerin sendikaları, devlet kontrolünde ve işçileri boğazlamak için kullanılmaktadır. İşçilerin siyasal eylemleri, karşılarında devleti bulmaktadır. Öğrencilerin en sıradan bir hak arama eylemi, karşısında TOMA’ları ve zırhlı araçları ile devleti bulmaktadır. Kadınların cinayetlere, cinsel saldırılara karşı her eylemi, karşısında devleti bulmaktadır. İşçi ve emekçilerin, halkların çıkarlarını savunan siyasal her girişim, her türlü baskı aracı ile devlet güçlerini karşısında bulmaktadır.
İşçilerin, emekçilerin alınterlerinin üzerinde yükselen toplumsal zenginliği paylaşmak için, iktidarlarını ebedî kılmak için bir savaş yürüyorlar. Kim kazanırsa kazansın, egemen sınıfın hangi kanadı galip gelirse gelsin, sonuçta, işçi ve emekçilerin kaderine daha fazla sömürülmek, daha fazla işkence, daha fazla ezilmek, daha fazla aşağılanmak düşmektedir.
İşte bu nedenle, işçi sınıfı, sınıfsız, sömürsüz, savaşsız, özgür bir dünya için, halkların ortaklaşa kuracağı kardeşçe bir yaşam için, kendi bağımsız devrimci hattını örgütlemelidir.
Tüm gelişmeler, bir devrimi çağırmaktadır.
Tüm gelişmeler, köhnemiş bir burjuva egemenliğin sonunu haber vermektedir.
Tüm gelişmeler, işçi ve emekçileri, örgütlü bir mücadeleye davet etmektedir.
Örgüt özgürlüktür.
Tüm güçlerimizle, büyük bir sabırla örgütlenme zamanıdır.

Honduras’ta binlerce öğrenci neo-liberal eğitim reformlarını protesto etti

Özgür, kamusal ve eşitlikçi eğitim talebi ile başlayan kitlesel hareket Haziran ayında öğrencilerin ulusal devlet üniversitesini (UNAH) işgal etmesiyle doruk noktasına varmıştı. Eylemciler Pazar günü, kampüslerdeki neoliberal reformlara son verilmesi, üniversitelerdeki harcamaların şeffaflaştırılması ve üniversite yönetiminde öğrenci temsilcilerine yer verilmesi taleplerini yinelediler.
Göstericiler ayrıca hareketin kriminalize edilmesine yönelik uygulamalara son verilmesini ve 75 öğrenci için yapılan suçlamaların düşürülmesini istediler.
Eylemciler ‘UNAH senin kamusallaşmanı istiyorum’ yazılı pankartlar taşıdılar ve yüzlerine işgal sırasında ikonikleşmiş olan üçgen maskelerden taktılar. Yaklaşık bir ay boyunca süren işgale katılan öğrenciler 1 Temmuz’da polis zoru ile üniversitelerden çıkarılmıştı. Öğrenci hareketi ise müzakere çağrısına askeri güçle karşılık veren hükümeti eleştirmişti.
İkinci en büyük kent San Pedro Sula başta olmak üzere ülke çapında ulusal devlet üniversitesine ait farklı noktalarda protestolar ve oturma eylemleri düzenlendi.
Öğrenci hareketi, UNAH rektörü Julieta Castellanos’u protestoları öne sürerek gelecek akademik dönemi iptal etmek gibi tek taraflı ve keyfi kararlarından dolayı itham etti. Öğrenciler geçen sene de hükümetin yolsuzluklarını protesto etmek ve iktidarı döneminde bir dizi neoliberal reformun hayata geçirildiği Başkan Juan Orlando Hernandez’in istifasını talep etmek için sokaklara dökülmüştü.
11 Temmuz 2016
direnisteyiz3.org

Meksika: Zapatistalardan eğitim emekçilerine destek

Yerli Zapatista grupları, 3 ton civarındaki gıda maddesini Güney Meksika’nın yoksul Chiapas eyaletindeki muhalif CNTE sendikası eğitim emekçilerine dağıtılmak üzere teslim etti.
Destek için gönderilen gıda maddeleri, Başkan Enrique Peña Nieto’nun eğitim reformlarına karşı düzenlenen protestoların bir parçası olarak otoyolları bloke eden öğretmenler arasında dağıtılmak üzere sendikaya teslim edildi.
Ulusal Yerli Konseyi ve Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN), Chiapas’daki CNTE’li eğitim emekçilerini uzun süredir desteklerken, protestocular ve eylemcilere yönelik devlet baskısını da açıkça eleştirdi.
Zapatistalar, 19 Haziran tarihinde Oaxaca Nochixtlan Yerli topluluğundan, 11 kişinin hayatını kaybettiği katliamdan sonra CNTE’li eğitim emekçilerini savaşmaya devam etmeleri için teşvik etti.
Bu arada, Zapatistaların gönderdiği gıda desteği, üyelerinin çoğunluğu talepleri karşılanıncaya dek protestolarına devam edeceğine söz vermiş genellikle yoksul eğitim emekçilerinden oluşan CNTE sendikası tarafından takdirle karşılandı. Zapatista Yerli gruplarının eğitim emekçilerine bağışladığı gıda maddeleri arasında fasulye, pirinç, kahve, biber, kabak, tatlı patates, manyok ve muz yer alıyor.
11 Temmuz 2016
direnisteyiz3.org

Rio’da öfke büyüyor: Halk yolları kesti, olimpiyat meşalesini söndürdü

Brezilya’da Rio Olimpiyatları sebebiyle uygulanan politikalara tepki gösteren Angra dos Reis halkı, olimpiyat meşalesini taşıyan heyeti protesto etti, yolları kesti, meşaleyi söndürdü.
Heyetin bölgeden geçişi sırasında Japuíba mahallesinde bir araya gelen bölge halkı, yolu kapatarak meşalenin ilerleyişini durdurdu. Olimpiyatlar sebebiyle halk sağlığını sağlamaya dönük politikaların sonlanmasını hesabını sordu. Heyeti ablukaya alan ve araçlara saldıran mahalleli, polisin engelleme çabalarına karşın meşalenin ateşini söndürmeyi de başardı.
Meşaleyi taşıyan heyet, protestolar üzerine yoluna devam etmeden bölgeyi terk etmek zorunda kaldı.
27 Temmuz 2016
direnisteyiz3.org

ABD’de protesto gösterisinde 5 polis öldü 6’sı ise yaralandı

ABD’de, önce Louisiana eyaletinde sonra da Minnesota’da polisin iki siyahi vatandaşı öldürmesine karşı, Dallas Belo Garden Park’ta yapılan protesto gösterisi 5 polisin ölümü, 6 polisin de yaralanması ile son buldu.
Saldırıyı “Black Power Political Organization” adlı örgüt üstlendi
Örgütün sosyal medyadan yayınladığı mesaj şöyle:
“#Siyahgücü! #Siyahşövalyeler! Keskin nişancı suikastçılar, beş polis memurunu indirdi! Gelecek günlerde daha fazlası suikaste uğrayacak. Suikastçılarımızın eserini beğeniyor musunuz? Kendi suikast tüfeğinizi alıp, baskıya karşı dünya çapında savaşan binlerce keskin nişancı arasına katılın.”

ABD’de binlerce kişi polis şiddetine karşı sokakta
ABD’de bir hafta içinde iki siyahın polis tarafından öldürülmesinin ardından, binlerce kişi protesto için sokaklara döküldü.
ABD’de iki siyahın öldürülmesinin ardından Dallas’taki protestolarda bir keskin nişancı 5 polisi öldürmüştü. Ülkede 11 Eylül saldırılarından bu yana en fazla polisin öldüğü bu saldırının ardından yeni bir protesto dalgası başladı.
New York, Atlanta, Philadelphia, Phoenix, San Francisco ve 37 yaşındaki Alton Sterling’in öldürüldüğü Luisiana’da sokaklar binlerce protestocuyla doldu.
Phoneix Polis Departmanı’ndan yapılan açıklamada altı kişinin yaralandığı, üç kişinin de gözaltına alındığı protestoya biber gazıyla müdahale edildi.Protestoların en kalabalık adresi Atlanta’da ise 10 kişinin gözaltına alındığı belirtildi.
10 Temmuz 2016
direnisteyiz3.org

ABD, Kanada, Avustralya ve İngiltere’de göçmenlerle dayanışma eylemleri

ABD, Kanada, Avustralya ve İngiltere’de göçmen düşmanlığı eylemlerle protesto edildi. ABD Clevand’da Mijente Göçmen Hakları örgütü ile Savaşa Karşı Irak Savaşı Gazileri Hareketi Trump’ın göçmen karşıtı politikalarını protesto etti ve “Göçmenlere değil Trump’a duvar örelim” dedi. Trump’ın göçmen düşmanlığına karşı ABD’nin her yerinde Trump karşıtı gösteriler örgütlendi.
Kanada’da 50’ye yakın tutuklu göçmen, Kamu Güvenliği Bakanı ile görüşmek için açlık grevine girdi. Tutuklu göçmenler 90 gün olan tutukluluk süresinin indirilmesini ve tutukluların yüksek güvenlikli cezaevlerine (F tipi Cezaevleri) konulmamasını talep ediyor.
Avustralya’da göçmen mevzuatı ve tutuldukları koşulları protesto etmek için, göçmenlerin intihar etme ve kendilerini yakma eylemlerine başlaması ile dünya gündemine giren Nauru göçmen toplama merkezinde direniş 100 günü aşkındır sürüyor.
İngiltere, Southampton’da faşistlerin düzenlediği göçmen karşıtı yürüyüşlere karşı bir eylem gerçekleştirildi. Bu eylem bölgede göçmen dayanışması için bugüne kadar yapılan yürüyüşlerin en büyüğü oldu.
29 Temmuz 2016