Ana Sayfa Blog Sayfa 197

Ekonomi tıkırında!

Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması ve çökmesi sürecinden gelen, Osmanlı’yı paylaşan güçlerin sömürgesi olan bir ülkedir. Buna rağmen, en çok Batılı kültüre hayran, en çok ondan yanadır. Emperyalist güçlerin, Ekim Devrimi’ni durdurmak için organize ettiği bir tampon ülke, bir ileri karakol olarak iş görmüştür. Bölgesinde var olan tüm ülkelere karşı bir araç olarak kullanılmıştır. En başından beri, birçok halkın yaşadığı bu coğrafya halkların imhası ve inkârı üzerinden, komünizme karşı savaş temelinde bir egemenlik sahası hâline gelmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında, bir “ortaklaşa sömürge” olarak kendine yol bulmuştur. AB ülkelerinin sermayesi, ama ABD kontrolü ile var olmuştur. Ve kendini Batılı değerler denilen değerlerle şekillendirmeye çalışmıştır. Her zaman efendilerine göre hareket etmiş ve burada siyasal iktidarda yer alanlar, ilgili yerlerden icazet almanın ne anlama geldiğini gayet iyi bilmişlerdir.

Peki bugün, bu topraklarda var olan iktidarı ilginç bulmamak mümkün müdür?

Seçim mi istiyorsun; âlâsından yaparız, buyurun size bir seçim. Ama sonuçları önceden belli. Kural vb. yok, eşit yarışın esamesi olmayacak. İşte size sandık.

Parlamento mu istiyorsun; al sana, ama hiçbir işe yaramayan, sadece vekil adı altında 550 kişinin gelip gittiği bir at serası, maaşlarını alırlar, elbette alsınlar, sosyal hakları var, elbette olsun, ama başka bir şeye yaramazlar.

Muhalefet partisi mi istersin, olur. Al sana bir CHP. İster Baykal’lı olsun, ister diğeri ile, rolleri Erdoğan projesinin senaristlerince yazılmış bir partidir. Parti midir? Gerçekte, AK Parti, CHP ya da MHP, birer parti midir? Akademik anlamda bir tez konusudur. Bir tez konusu olarak da ilginç değildir, çünkü hiçbir dirençleri yoktur. Kanarya sevenler derneği, daha anlamlı, daha demokratik, daha çok kurumdur. AK Parti, Erdoğan olmadan bir tek ses çıkartamaz. CHP, Erdoğan’a, ne kadar ciddi konu varsa destek verir, ne kadar eften püften mesele varsa, o zaman karşı çıkar gibi yapar. Tıpkı, 10 soruda Ahmet Hakan gibi nasıl yazı yazılır kılavuzundaki gibi, hem CHP’de, hem de MHP’de birer kılavuz vardır. Bunların parti olduğunu söylemek mümkün müdür? Burjuva anlamda, bunlar birer parti midir?

Demek ki, ne seçimi seçim, ne parlamentosu parlamento, ne siyasi partileri siyasi parti. Peki bu nasıl bir “parlamenter demokrasi”dir?

Siyasal iktidar da, artık devre dışındadır. Başbakan, zaman zaman açıktan şaşırmış gibi bir açıklama yapıp, sonra bunu hemen geriye alan, el altından danışmanları aracılığı ile rahatsızlıklarını ortaya koyan biridir. Bir ülkede Başbakan, kendi siyasal görüşlerini açıkça söyleyemez durumdadır. Strasbourg’da, geçen ay, Ertuğrul Kürkçü’ye, siz parlamentoda özgürce konuşamıyor musunuz, diye soruyor. Öyle anlaşılıyor, bunlara daha çok soru sormak gerekir. Parlamentoda bulunan arkadaşlarımızın her türlü soruya soru ile yanıt vermesi gerekir. Yoksa savunma yapmak değil. Kendisi, bizzat Başbakan, acaba, siyasal görüşlerini parlamentoda açıktan söyleyebiliyor mu ki, Ertuğrul Kürkçü veya diğer arkadaşların söyleyebilip, söyleyemediğini sorabilsin. Evet, biz görüşlerimizi her ortamda söyleriz, ama bu “demokrasinizin” buna izin verdiği anlamına gelmiyor. Siz daha siz, kendi görüşlerinizi gizleyerek iş yapıyorsunuz. Başka örneğe gerek var mı, siyasal iktidar olarak bakanlar kurulu devrede midir? Hayır. Sur’da, Cizre’de, bakanları dinlemeyen bir polis veya asker varsa, siyasal iktidarın da önemi yoktur. Bizzat siyasi partilerde, düzenin partilerinde, kendi görüşlerini açıkça dile getiremiyorlarsa, o partiler yoktur.

Peki bu nasıl bir “demokrasi”dir?

Yanlış anlaşılmasın, bizim için sormuyoruz. Bizim için yanıtı belli. İşçiler ve emekçiler için sormuyoruz, biz Soma’da, sadece Soma’da bile bunun yanıtını aldık. Hayır, biz Kürt halkı için sormuyoruz, buzdolabında saklanan cesetlerin varlığı yeterince anlamlı bir yanıttır. Biz halklar için sormuyoruz, “afedersin Ermeni” diyen bir mantıktan, Türk veya Laz, Rum veya Kürt, Çerkes veya Pomak, kimsenin bir beklentisi olamaz. Soruyu burjuva anlamda soruyoruz.

Pakistanlaşan, bizzat devlet eli ile İslamî bir kontr-gerillanın beslendiği, Saray gladiosu ile Ergenekon artıklarının iç içe geçtiği, mafya dahil her tür çetenin devletin parçası olduğu bir siyasal durumla karşı karşıyayız.

Mesela sosyal anlamda, toplumsal yaşam anlamında, kültürel alanda tartışsak, burası nasıl bir ülke? Kanımca, bu daha iyi bir tez konusu olur.

Acaba, “yüzde doksan bilmem kaçı” Müslüman olan bir toplumda, sokakta günlerce cenazelerin bırakılması, çocuk cesetlerinin buzdolaplarında saklanır hâle getirilmesi, cenazelere işkence yapılması, nasıl açıklanabilir? Tersinden soralım, devlete bağlı her gücün, mafya da olsa, trafik kazasında da ölse, şehit ilan edilmesi nasıl bir durumun dışa vurumudur? Ya da, oğlunu, eşini, savaşta kaybetmiş bir insanın feryatlarına karşılık, en üst düzeyde hakaretler işitmesi, “ananı da al git” cumhuriyetinin belirtisi midir? Acaba, en küçük bir olayda birbirini boğazlama noktasına gelmiş bir toplum nasıl bir toplumdur? Acaba, ‘gebe kadın sokakta dolaşmaz’, ‘babaya kızı helâldır’, ‘kadın kahkaha atmaz’ nasıl bir sosyal durumun ifadesidir? 200 bin çocuk gelin, sonu gelmez imam nikâhlı çocuk gelin, Ensar Vakfı olayındaki resmî tutum, kadın cinayetleri, nasıl bir sosyal yapının ifadesidir, dışa vurumudur? Acaba yolsuzluklar karşısında fetva çıkartmak, fabrikalarda güvenlik önlemi almak Allah’a karşı gelmektir, demek, bunu cuma hutbesi hâline getirmek, nasıl bir bakışın ifadesidir?

Bunları acaba bir araştırmacı, tek tek olaylar olarak alıp bir liste yapsa, sadece yorumsuz haber gibi birer paragraf açıklama ile alt alta dizse, gerçekten bizi de hayrete düşürecek bir tablo ortaya çıkmış olur mu? Belki de herkes, olup bitene aşırı alışmıştır da, artık hiçbir anormalite kimseyi şaşırtmıyordur.

Peki ya ekonomi? İşte bizim aslında konumuz da bu. Başlık da bunu gösteriyor. Kelimenin gerçek anlamı ile, ekonomi biliminin açıklayamacağı kadar ilgi çekici bir ekonomik durum var.

Başbakan’ın, eski Başbakan’ın hayali, ülkesini pazarlamak, onu bir anonim şirket gibi yönetmek ve rant üretmektir. Aslında bu hayal, belki de gençliğinde hep limited şirketlere ortak olup da, Ülker gibi büyük bir firmayı yönetme hayali kurmaktan geliyordur. Hayal bu. Ne yaparsın ki, şirketin ceo’su olmadı da, geldi ülkenin başbakanı oldu. Ama hayal hayaldir ve mutlaka gerçekleşecektir.

Yine de bu hayal, çok tehlikelidir. Mesela bizim için şöyle bir tehlikesi var, rant üretmeyi görev edinen bir siyasal iktidar oldu mu, nerede bir yeşil varsa, oraya AVM kondurmak, dikine inşaatlar dikmek, arsa avcılığı yapmak, tüm inşaat şirketlerini denetimine almak, büyük para getirecek büyük ihaleler geliştirmek kaçınılmaz oluyor. Bu rant üretme görevi, halk için şehirlerin yok edilmesi, yaşam alanlarının yok edilmesi, günlük yaşamda kargaşa, ciddi bir fakirleşme demektir. Bu konuda ne burjuvaların, ne de devlet çarkının hiç rahatsız olacağını sanmıyoruz, zaten olmuyorlar da. Hep beraber rant üretmenin ne demek olduğunu Soma’da ve Torunlar inşaat olayında gördük. Başkaları da sıralanabilir elbette. Kısacası bunu biliyoruz.

Ama ülkeyi bir AŞ gibi yönetmek denildi mi, bu sefer bu, burjuvaları ilgilendiren bir konudur. Uzan vakasında olduğu gibi siyasete soyunan bir burjuvanın sonunun nasıl geleceğini ya da Fethullah Gülen şirketlerinde olduğu gibi “inlerine” nasıl girileceğini görmek, burjuvalar için ülkenin bir AŞ olarak yönetilmesi meselesini de “ilginç” hâle getirmiş olmalıdır.

Zarrab, acaba istisna mıdır?

Tüm inşaat sektörünün, başkanlık sistemine uygun tarzda organize edilmesi acaba, burjuvaların midelerini ağızlarına mı getirmektedir?

Tüm bunlara, uzun dönemde, başkanlık sistemine uygun bir ekonomik organizasyon diyebilir miyiz? Sarayın ekonomi danışmanları, acaba boş zamanlarında, Burhan Kuzu’nun anayasa üzerinde çalıştığı kadar, ekonomi üzerinde çalışmakta mıdırlar? Öyle Saray danışmanlığı yan gelip yatma yeri değildir. Ekonomi yönetiminin diyanet işleri kadar ya da harem yönetimi kadar aktif olması gerekmez mi? Ya da şöyle soralım; haremin yönetiminin danışmanı olarak Ahmet Hakan’ın devreye girmesi, Doğan Holding’i ekonomik olarak kurtarır mı?

Konut meselesini ele alalım. Bunca konut fazlası var iken, konut fiyatlarının düşmemesini ne açıklar? Acaba, devletin TOKİ eli ile bizzat arsa sahibi pozisyonuna geçip, müteahhitlere arsa pazarlaması nedeni ile mi konut fiyatları düşmüyor, yoksa, Arap sermayesinin İstanbul’da sürekli mülk ediniyor olması mı konut fiyatlarını düşürmüyor ya da yoksa, bizzat Muktedir’in inşaat firmalarına ortak olması nedeni ile mi konut fiyatları düşmüyor? Buyurun size bir ekonomik soru ve gelin de bunu açıklayın.

Acaba faiz oranlarını düşürme isteğinin arkasında ne var? Bir, nasılsa faizler düşse de, bizden yabancı sermaye kaçmaz, kaçandan çok Arap sermayesi içeri gelir düşüncesi mi? Yoksa, endüstriyel yatırım yapmak için, düşük kâr oranlı alanlarda fabrika kuruluşunu teşvik edebilmek için mi faiz oranları düşsün isteniyor, eğer bu doğru ise, neden devlet eli ile fabrika kuruluşu ve doğrudan yatırımlara teşvik verilmiyor ya da ucuz krediler bu alanlara kaydırılmıyor? Yoksa faiz oranlarını düşürme isteği, bankaların konut kredi faizlerini aşağıya çekebilmesine olanak vermek için mi isteniyor?

Hem halkın tasarruf eğilimi azalıyor. Çünkü gelir düşüyor. Hem halkta konut kredisi, kredi kartı borcu, bireysel kredi borcu yolu ile gırtlağına kadar borçlanma hâli var. Yani, pek çok kişi, milyonlarca aile, gelecek bir yıllık gelirlerini çoktan harcamış bulunuyorlar. Bu borçlanma hâlinin, “ekonomik istikrar için AK Parti’ye oy verme” durumuna yol açtığı da söylenmektedir. Öte yandan işsizlik artmaktadır. TÜİK sürekli olarak işsizlik tanımını vb. değiştirerek işsizlik rakamları ile oymaktadır. Buna rağmen işsizlik artmaktadır. İhracatta da düşme var. Bu durumda ekonomi nasıl büyüyor? Acaba, örtülü ödenek, acaba büyük rantlar anlamına gelen projeler ekonomiyi ayakta mı tutmaktadır?

Borsa, son derece hassas bir barometre olarak iş görmekten çıktı mı? Çıkmadı ise, borsada düşme olmamasını nasıl yorumlamak gerekir? Dünya çapında var olan kriz nedeni ile, Türkiye borsası cazip midir, bundan mı düşmüyor? Yoksa, ülkeye bir kayıt dışı sermaye girişi mi var? Eğer varsa bu sermaye, kan banyosu yapmaya hevesli mafya grupları ile bağlantılı mıdır? O kadar küçük değil ise, acaba daha büyük çaplı karapara aklama operasyonları mı söz konusudur?

Bizim ekonomistlerimiz biraz şair ruhlu olabilselerdi, durumu açıklayabilecek kelimeler bulur, uygun cümlelerle halka anlatabilirlerdi. Ama onlarda da kabahat yok, borsa ekonomisi şairlerimizin ruhlarını söküp alırken, onların artık şair ruhlu olmaları da mümkün değil. Bu durumda da açıklama bulmaları zor elbette.

Osmanlı’nın gaza savaşı biliniyor. Gaza savaşı, ganimet paylaşımını da düzenleyen bir tarzdır. Ganimet, yeni yerler fethetme güdüsünü besliyor. Ama her şey çelişkisini içinde taşır. Gaza savaşı da öyledir. ganimet elde etmek için yeni yerler fethetmek, bunu sürekli yapmak gerekir. Ama gelgelelim, Osmanlı, Viyana’ya yöneldiğinde, oraya varmak ayları alıyor, bahar kışa evriliyor, mevsimler değişiyor. Ordu eli boş dönmeye başlayınca, ganimetin yerini yağma alıyor, kendi topraklarına yöneliyor. Kendi topraklarına yönelince, cepheyi de kendi içine taşıyor demektir.

Ülkemizde burjuva sınıf ciddi bir hırsızlık üzerine yükseliyor. Sadece işçilerin emeğine el konmuyor, o zaten her kapitalist ülkede var. Burada ayrıca, devlet olanakları ve halkın vergileri yağmalanıyor. Ve bugün bu yağma farklı bir evreye dönüşmüştür. Hırsızlık, sistemin ana ekonomik faaliyeti hâline gelmiştir. Rant yaratma bu değilse nedir? Şimdi bunun üzerine anonim şirket gibi ülke ekonomisinin yönetilmesi devreye giriyor. Gerçekten de bunun fiili Başkanlık sistemi ile birleşimi, ilginç oluyor, olacak.

Her şeyin yeşil dolarlara endekslendiği bir sosyal ve siyasal kültürde bugün için ekonomi tıkırındadır. O kadar ki, hiçbir ekonomiste ihtiyaç yoktur.

İktidar “hastalığı”ndan hastalıklı iktidara

Sadece bu kadar da değil. Muktedir, derin saray glodiosunu oluşturmada Âlâ bir yol almış olmalı ki, Ergenekon kadroları ile girdiği ilişkileri de üzerine ekleyerek, savaş naraları atıyor. İçeride savaş, dışarıda savaş.

Ve bu arada, Muktedir ve iktidar etrafından, bazı gerçekler açık ediliyor.

Kuşku yok ki, Erdoğan, bir uluslararası projedir, bir ABD projesidir ve AB tarafından da desteklenmiş bir projedir. Ama bu gerçeği aklımızdan çıkarmadan, sürece bir de iktidar hırsı açısından bakmakta fayda var.

Mesela İsmail Kahraman, meclis başkanıdır. Meclis başkanı olarak bir olumlu iş yaptığını gören herhâlde olmamıştır. Mesela parlamentodan milletvekilleri, HDP vekilleri atılsın diye gelen baskılara karşı, “arkadaş, bu ne iştir” dediğini duyan olmamıştır. Hani, sıra HDP milletvekillerine gelince ne kişisel fikri kalıyor, ne hak ne hukuk anlayışı kalıyor. Ama meclis başkanımızın, kişisel görüşleri de varmış. Bir “küçük” toplantıda, “yeni anayasada laiklik olmamalı” dedi.

Aslında, zaten TC anayasası ve TC devleti, laik bir devlet değildir. Eğer bir ülkede, diyanet işleri başkanlığı var ise, eğer diyanet işleri başkanlığının 120 bin kişilik kadrosu devletten, halkın vergilerinden maaş alıyorsa, eğer bir diyanet işleri başkanının zırhlı arabası oluyorsa, bu ülkede laiklik olabilir mi? Elbette hayır. Mesela devlet, tüm din ve inançlara eşit mesafede midir? Bırakın başka dinleri, diyanet işleri, sadece bir mezhebin, Sünni İslam’ın emrindedir.

Aslında bu, Müslümanlar için de doğru değildir. Onlara da devlet eli ile, inançları “şekillendirilip” paketlenerek verilmektedir. Kişi ile allah arasındaki ilişkilerde devletin yeri olmamalıdır. Burada kişi, kendi inançları için bir aracıya ihtiyaç duymaz. Bu durumda, diyanet işleri başkanlığı, gerçekte dini denetleme aracıdır ve devletin dine yön verme aracıdır. Ülkemizde inançların bu kadar vahşice, ölçüsüzce, hoyratça kullanılması, işte bu zemin üzerinde yükselmektedir.

Peki buna rağmen, İsmail Kahraman, meclis başkanı, ne demek ister? Meclis başkanı diyor ki, fırsat var ve dini temel alan, İslam inancının bir kolunu temel alan bir anayasa yapalım.

Bunu söylüyor ve sonrasında, bununla tepkiler ölçülüyor. Sonra da, kişisel görüşüm, deniyor.

Mesela, bir dinî otorite, devlet adamlarının yaptığı yolsuzluğu, %10 halifenin hakkıdır, diyen bir fetva ile desteklerse, ne olur? İşte din bu açıdan, devleti yönetenlere gereklidir.

Meclis Başkanı, TBMM’nin fiili olarak devredışı bırakılmasına sessizdir. HDP’li milletvekillerinin meclisten çıkarılması girişimlerine karşı sessizdir. Ama sıra anayasaya geldi mi, aklına ilk gelen, dini referans alan bir anayasadır. Bu dini referans alan anayasada, hak hukuk, çalışma yaşamı, kuvvetler ayrılığı vb. nasıl düzenlenecek? Bunlar, onun gündeminde değildir.

Ülkemizin İslamî kesimi, gerçek anlamı ile inanan bir kesimi, birçok açıdan baskı altına alınmıştır. Bunun da uzun bir geçmişi vardır. Bu kitlelerde var olan ezilmişlik, bazı İslamî hareketler için kullanılarak, iktidara gelmenin aracı olarak örgütlenmek istenmiştir. 12 Eylül, komünizme karşı dini kullanma projesi olan ABD’nin yeşil kuşak projesinin devamı olarak, bu işe sarıldı. İslamî hareketi, hem ABD ekseninde, komünizme ve halka karşı, hem de iktidar olma amacı ile devreye soktu. İsmail Kahraman, mesela ABD emperyalizmine karşı mücadele eden devrimci gençlerin üzerine linç etmek üzere sürülmüş devlet milisleri, yani kontrgerilla içinde yer almıştır. Irkçı Türkçülük ile Türk-İslam sentezi arasında, zaman farkı dışında bir farklılık da yoktur.

İktidar olma hırsı, bugün iktidarı eline alanların durumunda hastalıklı bir iktidar etme biçimine dönüştürülmüştür.

Hep sorulan bir sorudur, Nazi Almanyası’nda soykırımı ile karşı karşıya kalmış olan Yahudiler, bugün, ellerindeki İsrail devleti ile, bir başka halka, Filistin halkına karşı bir soykırım politikasını nasıl uygulayabilir? Bu soru, siyasal analizleri bir yana bırakırsak, insanî açıdan son derece yerindedir. Elbette siyasal olarak, süreçleri görmemek, abartılı bir “iyi niyet”e sahip olmak anlamına da gelir.

Aynı soru, İslamî hareket için sorulabilir. Yöneticilerini, İsmail Kahraman’ı, Erdoğan’ı, Gül’ü, Davutoğlu’nu vb. bir yana bırakırsak, geniş inanan kesimler için, anlamlı bir sorudur: Sen baskı görmüş isen, bugün senin adına iktidar olduğunu söyleyenlerin ölçüsüz baskı ve zulüm politikalarını nasıl onaylarsın? Yine dediğimiz gibi, bu salt insan olarak sorulabilecek bir sorudur. Çünkü siyasal olarak dinin kullanılmasını, geniş halk kitleleri kavramaktan uzaktır.

Kürt halkına karşı içeride, dışarıda ise Suriye’ye karşı bir savaş yürütmekte bu kadar hevesli olan bir “İslamî iktidar” nasıl olur da İslamî kesimden oy alabilir?

Parlamento devre dışıdır.

Ama parlamentonun başkanı devrededir.

Bakanlar Kurulu, bizzat Saray tarafından by-pas edilmiş ve içinden dışından isimlerle yeni bir yürütme organı organize edilmiştir. Bu, aslında bir nevî paralel yapıdır da. Bu Saray’a bağlı yürütme içinde görev alan Âlâ, binaları uzaktan yok ediyoruz, diyor. Bunu söylerken, Kürt illerinden söz ediyor. Kürt şehirlerini yerle bir etmekten söz ediyorlar.

İktidar hastalığı, tiranlığa dönüşünce, hastalıklı bir iktidara dönüşmektedir. Devletin-hükümetin birçok uygulaması, hastalıklı bir iktidarın uygulamalarıdır. Tam bir polis devleti, tam bir karanlık egemenlik devrededir. Basın susturulmaktadır. Ve savaş emirleri, ölüm emirleri yağdırılmaktadır. Cenazelere işkenceler yapılmaktadır.

En başta Kürt halkı olmak üzere, tüm halklar düşman ilan edilmektedir. Karadeniz’de mafya örgütlenmesi ile, halk sindirilmektedir. Ya bendensiz ya düşman söylemi tam da budur. Bu hastalıklı bir iktidar demek değilse nedir?

Bir resmî bakanlar kurulu üyesi (kendisinin fiili, saraya bağlı yürütmede olup olmadığını bilmiyoruz), bir iç savaşta değiliz, diyor. Neden bunu belirtme gereği duyuyor? Çünkü, tam bir iç savaş senaryosu devreye sokulmuştur ve buna uygun katliamlar yapılmaktadır. Bombalamalar, Kürt illerine dönük katliamlar üst üste konulduğunda son bir yılda ölen insan sayısı oldukça kabarıktır. İç savaşta değiliz açıklaması, komiktir.

Hastalıklı iktidara bir örnek, Kilis Valisi’nden gelmiştir. Uzun süre, günlerce, Kilis’e gelen füzelerin havadan düştüğü, nasıl düştüğü vb. tartışılmıştır. Konu yerçekimine kadar gitmiştir. Ve Kilis Valisi, valilere verilen olağanüstü güç ile, yetkili bir vali olarak, “sokağa abdestsiz çıkmayın” demektedir. Yani ölecekseniz bari abdestli ölün, denilmektedir. Traji-komiktir.

Ensar Vakfı olayı ve çocuk tacizlerini ele alın, kadın cinayetlerini ve kadının namusu üzerine atılan nutukları ele alın, bunlar iktidar hastalığının hastalıklı iktidara dönüşmesi değilse nedir?

Diyanetin, Soma sonrasında iş cinayetleri karşısında tutumunu hatırlayalım; diyanet, işyerlerinde bu kadar fazla önlem almak, allaha şirk koşmaktır, diye hutbeler verdi. Şimdilerde diyanet, yolsuzluklara karşı, cuma hutbesi verme kararı almıştır. Neden? Yolsuzlukları yapanlar, affedilsin diye cuma namazına mı geliyor da, orada imamı dinleyip insafa gelecekler? Yoksa tüm tepeyi sarmış olan yolsuzluklar, devlet bürokrasinin her kademesine yayılmasın diye önlem mi alınmak istenmektedir?

İktidar, Saray, tüm kaos ve savaş ortamı içinde, kurduğu ittifakları da kullanarak kendi iktidarını mutlak kılma peşindedir. Bu nedenle, tarihi yeniden yazmaktadır. Kut’ül Amare zaferi gibi, Osmanlı’nın tüm padişahlarının yeniden yad edilmesi gibi girişimler, aslında bir anlamda tarihi yeni tarzda yazma girişimidir. Bu konuda derin bir çalışma olduğu anlaşılmaktadır. Evet, TC devleti bu konularda da deneyimlidir. istenildiğinde Timur aslan Türk, ama sonra bir anda pis Moğol olabilmektedir. Bu tarihi, aynı anlayışla, ama bu sefer yeni iktidarın ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden yazmak, acaba neyi değiştirecektir? Tarihle yüzleşemeyen, gerçeklerle yüzleşemeyen bir anlayış ile nasıl bir iktidar organize edilebilir? Ya bendensin ya düşmansın, anlayışını tarihe uygulayarak ne kadar ilerleme sağlanabilir, hangi sorun gerçek anlamda çözülebilir? Tarih uydurulduğunda yeniden yazılmış mı olur?

Bu topraklarda burjuva egemenlik, her zaman halkları inkâr etmiştir. Kendine düşman olarak görmüştür ve her zaman o veciz cümle devreye sokulmuştur; ya bendensin ya düşman.

Bu topraklarda burjuva egemenlik, her zaman işçi ve emekçileri yok hükmünde saymıştır, onları ayak takımı olarak adlandırmıştır.

Bu topraklarda burjuva egemenlik, her zaman kendini rant üretmeye adapte etmiştir. Daha çok rant elde etmek için, her yola başvurmuştur. Kamunun kaynakları, başıboş bulunmuş bir çiftlik gibi yağmalanmıştır.

Ve bu topraklarda egemenlerin emperyalist efendileri, bunu her zaman teşvik etmiştir.

Bugün de olan budur.

Bugün, biraz daha ileri gidilmiş, tüm bölgenin yağmalanması için, her yola başvurulmaya başlanmıştır. Emperyalist odakların çetelerden devlet yaratma politikasına, devletlerin çeteleşmesi eşlik etmektedir.

Ve iktidar hastalığına yakalananlar ellerine geçirdikleri güç ile zehirlenerek, hastalıklı bir iktidar oluşturmaktadırlar. Savaş, doğanın yağmalanması, rant uğruna tüm kaynakların heba edilmesi, yaşamın her alanında şiddetin egemen kılınması bu hastalıklı iktidarın göstergeleridir.

Fazladan ömür süren kapitalist sistemin tüm pislikleri, bu hastalıklı iktidar eli ile ülkemizde ölçüsüzce devreye sokulmuştur.

İşte aceleleri de bundandır. Bu mutlak iktidarı kurabilmek için, halkların, kitlelerin tamamen karanlığa gömülmesi, esir hâline getirilmesi istenmektedir. Bunu acele ile, bir an önce yapmak istiyorlar. Çünkü vakitleri dardır. Korkuları bundandır.

Acaba korkunun hastalığa, ecele çare olduğu görülmüş müdür?

ABD ve Erdoğan ilişkileri

Liberaller, hür dünyanın temsilcisi diye düşündükleri için olacak, ABD’nin, bu görüşme yolu ile Erdoğan’a bir tarz destek vermiş olma ihtimalini zayıf gördükleri için, belki de öyle görmek istedikleri için, bu görüşmenin olmayacağını düşünüyorlardı.

RTE basını ise, bir dünya lideri olarak sunmak istedikleri Erdoğan’ın görüşmesinden önce, eski görüntüler kullanıp, Obama’nın Erdoğan karşısında ceket düğmelerini iliklemesini yayınlıyorlardı.

Yani, iki taraf açısından da iş iddia idi.

Liberaller, Erdoğan’dan kurtuluşun, ABD’nin onun üzerini çizmesi dışında mümkün olmayacağını düşündüklerinden olacak, bu yönde işaretler arıyorlar. Ve buldukları her veriyi, bu açıdan yorumluyorlar. RTE basını ise, ne kadar uydurma şey varsa hepsini devreye koyarak, aslında Erdoğan’ın ne kadar önemli olduğunu göstermek istiyorlar. Zaten değil mi ki, kılı olunabilendir, değil mi ki, onu görmek peygamberi görmeye eştir, değil mi ki, allahın bütün sıfatlarını üzerinde taşıyan adamdır, değil mi ki, kocası ile sevişirken bir kadının onu hayal etmesi açıklanabilirdir, değil mi ki, ona her şey helâldir vb. Bunca övgüden sonra, havuz medyasının övgü için, çok yorulacağı açıktır. Bu övgülerle yarışabilmek için, her gün daha “hoşa” gidenini bulmak, kesinlikle bir maharet ister. Bunun için, tüm medya, tüm araştırma şirketleri, tüm danışmanlar çalışmalıdır.

Biz, elbette Erdoğan’ın, saray iktidarının, tüm entrikaları ile, halkların direnişi ile yıkılacağını düşünüyoruz, bunun için mücadele ediyoruz ve bu yolla yıkılırsa, yerine geçecek bir başka entrikacıyı da yıkabileceğimizi düşünüyoruz. Bu nedenle, mesele sadece Erdoğan’ın, Saray’ın iktidarının, AK Parti iktidarının yıkılması değil, mesele ülkenin bu vesile ile yağma ve talandan, sömürü ve zorbalıktan, burjuva egemenlikten kurtuluşunun yolunun açılmasıdır.

Erdoğan, ABD’de, bir onbaşı tarafından ve Türk dışişleri yetkililerince karşılandı. Bu durum, Amerika’ya umudunu bağlamış olanlar için, oldukça ciddi bir mesaj idi.

Kerry, Erdoğan’la görüşmüş ve bilmem kaç kelime kullanmış. Amerikalı, bu fırsatı değerlendirmekte kararlıdır. Madem bizim ne yapacağımız sizin için bu kadar önemli, öyle ise, bakın, kelimeleri sayıyoruz. Ne kadar az kelime, o kadar az saygı mıdır? Bunu bilmiyoruz, ama Erdoğan’a 57 kelime yeterlidir, diyorlar. Ama buradan, ABD’nin Erdoğan ile ilişkisi meselesi hakkında bir sonuç çıkar mı? Kanımızca çıkmaz. Sadece bir oyunun bir perdesi ortaya konmuş olur.

Erdoğan’ın ziyareti öncesinde, aslında bu zorlanmış ziyaret öncesinde demeliyiz, ABD, iflas etmiş bir politika olarak “eğit-donat” projesini yeniden devreye sokuyor.

Rusya, Suriye’de işgalci olmayacağını gösteren adımlar atar atmaz, ABD, Türkiye eli ile tekrar sürece dalmaya başlamıştır. Bu tam bir “dalma”dır. Ve sonucu, kafasını bir kere daha çarpmak olacaktır. Bu nedenle, kafa kaskı olarak, Türkiye’yi kullanmak istiyorlar. Zaten her zaman tetikçi olmuş Türkiye, Erdoğan aracılığı ile buna evet demekte tereddüt etmeyecektir. Etmediği de anlaşılıyor. Hazır ABD yeniden Erdoğan’dan bazı taleplerde bulunmuştur, fırsat bu fırsat, Erdoğan, hemen ABD’ye yolculuğa başlamıştır. Obama ile görüşerek, içeride imaj tazeleyecektir.

Hemen, devlet çalışmaya başlar. Doğan Holding, tüm ilişkilerini kullanarak, TÜSİAD aracılığı ile bir görüşme organize eder. Doğan Holding’in ayarlamaları, yine de kapıda kargaşa oluşmasını engellemez. Birkaç gazeteci korumalarca tartaklanır. Liberaller için bu akıl almaz ve ABD demokrasisine yakışmayan olayın hesabını ABD sormalıdır. Ama durum pek de öyle değildir.

Daha ilgi çekici olan, Erdoğan’ı protesto eden kalabalığın sesini bastırmak için, korumaların meleme vb. gibi tuhaf sesler çıkartma girişimleridir. Saray’ın “doğadan sesler korosu” olduğunu, korumaların gönüllü olarak bu koroda çalıştıklarını bilmeyen kalmadı. Demek ki saray sadece Sultan’ın yaşadığı yer değildir. Saray varsa, harem de olacaktır ve başöğretmeni de “harem bir eğitim yuvasıdır” dedi ve Ahmet Hakan’ın, kendisinin bu başöğretmene danışman olmak istediğini ilan ettiğini de gördük. Saray varsa, entrika da vardır. Zarraf gibi kanallarla bu entrikaların ulaşmadığı yer yoktur. Saray varsa soytarısı da olacaktır. Saray varsa içoğlanı da vardır vb. Listeyi uzatmak mümkün, ama korumaların “doğadan sesler” çıkarma girişimi, son derece başarılı olmuştur.

Doğan medyası, tüm çabalarına rağmen, bu görüntülerin yayılmasını engelleyememiştir. Gazetecilerin tartaklanması, “doğadan sesler korosu”, soru sorulmasının engellenmesi, sadece Erdoğan ve Doğan medya grubunun başarı işbirliğini göstermez, liberallerimize duyurulur, aynı zamanda Amerikan demokrasisini de gösterir.

ABD, ikiyüzlü bir politika izlemektedir. Bir yandan Erdoğan ile birlikte yürümekte, öbür yandan ise, bazı alanlarda Erdoğan’ın kendilerini dinlemediğini göstermek istemektedirler. Biden Türkiye’ye geldiğinde aynı şeyi yaptı, bir yandan muhalif isimlerle görüştü, ama diğer yandan devlet yetkilileri ile işler açısından bir sorun çıkmadan devam edecek adımları attılar. Obama-Erdoğan görüşmesi de öyledir. Ne görüştüklerini bilmiyoruz, ama Obama, basın özgürlüğü ve bazı demokratik sorunlar konusunda kendisini uyardığını söylerken, Erdoğan bunu yalanlamaktadır.

Demek ki, ABD, diyor ki, yola devam ama bazı sorunlar var. Biz Erdoğan’ın her işinin arkasında değiliz, ama bize lazım.

Ve demek ki, Erdoğan, Obama aracılığı ile ABD devletinin yeniden desteğini resme ekletmek istiyor. Madem ki, sizin yeniden bizden bazı talepleriniz var, o zaman bize güzel bir görüntü verin ki kullanalım. İşte Erdoğan’ın da isteği budur.

İkili arasında “resmî olmayan” görüşme ne demektir bunu bilemiyoruz. Biz devrimciler, henüz bu ülkede devleti ele geçirmedik. Ama bunu başardığımız zaman, “resmî olmayan” görüşme terimini, liderlerin satranç maçları için bile kullanmamayı yeğleriz.

ABD, bir yandan Erdoğan’a açıkça destek vermektedir. Ama diğer yandan, kendini, bu ülkede işlenen suçların faili ve destekçisi olarak gösterme olasılığına önlem almak istemektedir. Hepsi budur, oyun bu nedenle böylesine çelişkili bir tarzda sahneye sunulmaktadır.

ABD desteğini, AB desteğini, örneğin Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikalarında görmek, açıktan görmek mümkün değil midir? Elbette ki mümkündür. AB ve ABD, Kürt halkına karşı yürütülen katliam politikalarının açık destekçileridir. Ne insan hakları, ne de yaşam hakkına ilişkin herhangi bir kaygı taşımadan, bu desteği sürdürmektedirler. AB ve ABD, rüşvet politikası ile, Erdoğan’la her konuda bir pazarlık yürütmektedir. Bu, Erdoğan, artık onların işine yaramaz hâle gelene kadar sürecektir. Erdoğan, hazır fırsat varken, savaşı daha da büyütme hevesindedir. Kürt halkına dönük katliam politikaları, bölgeyi saracak biçimde genişletilmek istenmektedir. ABD, bu durum, kendi politikalarına hizmet ettiği sürece, bu yönde devam edecektir.

Erdoğan, bu desteğin geçici olduğunu bildiğinden, bir yandan ciddiyetle, efendilerinin istediklerini yerine getiriyor, diğer yandan ise, zaman kazanıp iktidarını pekiştirmek istiyor.

Obama-Erdoğan görüşmesinde Zarraf meselesi gündeme gelmiş midir? Acaba, Obama, bunun karşılığında neler istemiştir? Acaba, Erdoğan neler teklif etmiştir?

Acaba, Erdoğan, Obama’ya, eğer beni uluslararası bir mahkemeye çıkarmak için BM’ye yol verirseniz, sizinle ilgili bilgileri açıklayacağım demiş midir, ima etmiş midir? Saddam’ın uluslararası mahkemeye çıkma talepleri biliniyordu, ama ABD buna izin vermemişti, çünkü suç ortağı olduğu ortaya çıkacaktı. Acaba bu kez, hangi yol izlenmektedir? Bu nedenle Erdoğan’ın Obama’dan ne istediği çok ama çok önemlidir.

Erdoğan’ın, halka değil ama kendisini destekleyenlere söylediği, “ben gidersem devlet de gider” sözleri, bu görüşmede de gündeme gelmiş midir?

Erdoğan, ordu da dahil, bazı güçlere, kendi eski yol arkadaşlarına, TÜSİAD’a, seslenerek “ben gidersem devlet de gider” sözünü boşuna mı söylemiştir?

Aynı şekilde, ABD gezisinin öncesinde, orduya hitaben, ben sizin başkomutanınızım, tek millet, tek devlet, tek ordu, tek başkomutan sözlerini niye zikretmiştir? Bu sadece, bir darbe geliyor düşüncesi yayıldıkça, bir önlem olsun diye mi söylenmiştir? Yine, acaba Genelkurmay, ABD gezisi öncesi, darbe yapmayız, türünden bir açıklamaya neden gerek duymuştur?

Acaba Erdoğan, Obama ile görüşmesinde bu darbe meselesini gündeme getirmiş midir? Mısır örneği üzerinde durmuş mudur? Obama’nın “seçilerek geldi” sözleri acaba, bu nedenle mi söylenmiştir?

Bu görüşme, tüm bu nedenlerle önemli bir görüşmedir. ABD’nin tavrında da bir değişiklik yoktur. ABD, Erdoğan ve Saray iktidarını, Ortadoğu’daki işleri için sonuna kadar kullanmaktan yanadır. Ve elbette ki, sonuçta ABD, işlediği suçlarını birisine yıkacaktır. Bu birisi için aday da bellidir. Erdoğan’ın bunu ne ölçüde gördüğü ayrı bir konudur. Ama Obama’ya giderken, hem ordu hem de TÜSİAD’dan açık destek aldığını göstermek istemesi boşuna değildir.

İşte bir kere daha gerçek çözüm yolunu anlama olanağı ortaya çıkmaktadır. Halkların kurtuluşu, direnişten geçmektedir. Kürt halkının direnişi, bu yolu göstermektedir. Bir kere daha söylemekten geri durmamalıyız, tüm Anadolu halkları, işçi ve emekçileri, tüm yoksullar, insanım diyen herkes için çözüm, Batı’da da direnişi geliştirmektedir. Bunun ne kadar zorlu bir yol olduğunu biliyoruz. Ama ne kadar zorunlu olduğunu da biliyor olmalıyız.

Bu direniş karşısında ABD, AB, Saray iktidarının, devletin arkasındadır. IŞİD bu açıdan kullanılmaktadır ve halkların direnişini kırmak için devreye sokulmuştur. Ve tüm bu gerici güruha karşı tek çıkış yolu, direniştir.

Adım adım direnişi örmek!

Bu direniş elbette, tarihî bir derinliğe sahiptir. Yıllardır süren özgürlük mücadelesi, aşağılanmanın her türüne karşı mücadeleye dayanıyor. 30 yılı geçmiş olan bir örgütlü silahlı mücadele geleneğine dayanıyor. Bugün Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de ortaya konan halk direnişi, bu arka plana dayanıyor, öyle gelişiyor, öyle yol alıyor.

Ama aynı zamanda, bu direniş, ABD başta olmak üzere, Ortadoğu’da, emperyalist odakların halkları boğma ve aynı zamanda bölgeyi ve dünyayı yeniden paylaşma savaşlarına karşı gelişen, her yerde farklı büyüklükte olan, farklı özelliklerde olan halkların direnişinin de içindedir. Kürt halkının Suriye Kürt bölgesinde geliştirdiği direniş, hepimize Kobanê ismini öğretti. Sadece bir ismi değil, bir direnişi, modern kapitalist barbarlığının en azgın türlerine karşı bir direnişi de öğretti.

Direniş, nerede olursa olsun, halklara, işçi ve emekçilere, insanım diyen herkese umut salıyor, emperyalist para babalarına da korku salıyor. Direniş, ister Küba’da olsun, ister Kolombiya’da, ister Mısır’da olsun, ister Kürdistan’da, umudunu kaybetmeye yüz tutmuş, “hasta” insanlara yeniden direnme arzusu aşılıyor, onları deyim uygun düşerse hasta yataklarından ayağa kaldırıyor.

Zalime karşı, zulme karşı, sömürüye karşı, insanın insana kulluğuna karşı, aşağılanmanın her türüne karşı direnmek, direnişi geliştirmek ve örmek, büyük bir öğretmen görevini görüyor.

Direniş öğretiyor.

Bugün Kürdistan’da devlet eli ile dayatılan savaş, organize edilen abluka ve katliam politikası, ülkemizin her yanında büyük bir kirlenmeye, çirkinliğe yol açıyor. Baskı ve şiddet, tüm Anadolu halklarını teslim almaya, esir almaya yönelik bir politikadır. Ve tersinden de Kürt halkının direnişi, bu kirlenmeye karşı, insan olmayı savunmak anlamına geliyor.

Devlet, aynı zamanda Batı’da, Gezi Direnişi’nden bu yana, kitleleri bastırmak, sokağa çıkmalarını, en sıradan hak arama talepleri için hareket etmelerini önlemeye çalışıyor. Medya, korkunç ve tarihte eşine az rastlanan bir karanlık örgütlüyor. Güneşi ve havayı kesmeye çalışıyorlar. İnsanlığa karşı bu savaş, güneşi ve havayı yok etme savaşı hâlini almıştır. Gerçeklerden korkuyorlar, bunun için büyük karanlık yaratmaya çalışıyorlar. Bugün, iktidar, büyük karanlık iktidarıdır. Bu karanlık, onların rant düzenlerini, soygun ve yolsuzluk düzenlerini, bunlara dayalı egemenliklerini sürdürmek için, ölçüsüz derecede geliştiriliyor. Toplum esir alınmaya çalışılıyor.

İşte bu karanlığı dağıtacak, bu ablukayı dağıtacak tek şey, halkların, insanların, işçi ve emekçilerin, kendine insanım diyen herkesin geliştireceği direniştir.

Sadece direnmek isteği yetmiyor.

Direnişi adım adım örmek, örgütlemek gerekiyor.

Açıktır ki, Kürt illerinde halkın geliştirdiği direniş, büyük çaplı bir örgütlülüğe, yılların deneyimine dayanıyor. Sur’da, Nusaybin’de ortaya konan direnişi, bir anda, Batı’da, İstanbul’da, Ankara’da, Bursa’da, İzmir’de geliştirmek, bunu bir anda yapmak şimdilik uzaktır. Çünkü, örgütlülüğümüz zayıftır. Ama bu büyüklükte olmasa da, bir direnişi örgütlemek, tersinden mümkündür ve yapılmaktadır. Kürt halkının direnişi yanında, bizim geliştirdiğimiz direniş elbette daha küçük çaplıdır, ama değerlidir, önemlidir.

Şimdi mesele, bu direnişi, ebatlarına bakmadan, adım adım geliştirmek, örgütlemektir.

Burada önemli bir soru, bunu nasıl gerçekleştireceğimiz sorusudur.

Bir anda, Gezi’de olduğu gibi, sokaklara taşan bir tepkiyi, o denli kitlesellikle gerçekleştirmek mümkün değildir. Bunu biliyoruz. Gezi Direnişi, bir örgütlülükten çok, bir toplumsal patlamaya dayanmaktaydı. Ama bugün bizim hem Gezi deneyimimiz, hem de Kürt halkının geliştirdiği direniş desteğimiz vardır. Bu iki avantaj, bize güç vermektedir.

Direnişi, adım adım örgütlemek, kitleselliği yeniden sağlamanın da yolu olacaktır.

Bunun yolu, gözümüzü sadece büyük meydanlara dikmekle yetinmemekten geçmektedir. Evet büyük meydanlara çıkmaktan geri durmamalıyız. Ama aynı zamanda, yerellerde bir örgütlenme ve direnişin kıymetini kavramalıyız. Öyle hayal kurup beklemek kazandırmayacaktır. Tersine, diyelim ki bir mahallede, diyelim ki bir fabrikada, diyelim ki bir okulda, yaşamın her alanında, adım adım, büyük bir enerji ile çalışarak, direniş bayrağını açmak, bu doğrultuda yılmadan örgütlenmek gerekiyor. Meydanlara akma isteği, kitlesel eylemlerle direnme isteği elbette çok değerlidir ve bunu istemekten geri durmamalıyız. Ama aynı zamanda, sabırla, en uygun metotları geliştirerek, akıl, zekâ ile emeği birleştirerek, adım adım örgütlenmekten geri durmamalıyız.

Susmak, sessizleşmek, eli kolu bağlı durmak, doğru tutum değildir. Ses vermek, tutum almak, harekete geçmek, tepkini uygun yollarla örgütlemek gereklidir. Halkın, insanların, bu noktada yaratıcı metotlar geliştireceğine inanmak gereklidir. Bu nedenle, yaşamın her anı, her alanı bir direniş odağıdır, bir direniş yeridir. Her öğrenci, her işçi, her emekçi, arkadaşları ile bir araya gelerek bir direniş ateşi yakmayı başarmalıdır. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Direnme iradesi, en zor koşullarda, bir çıkış yolunu bulmakla ilgilidir.

Direnmek, aklımızı esir hâle getirmekten kurtarmak demektir.

Direnmek, değerlerimize sahip çıkmak demektir.

Direnmek, onurumuzu korumak demektir.

Direnmek, irademizi örgütlemek demektir.

İnsan olmanın bundan gayrı anlamı var mıdır?

Direnmek, güzelleşmektir, güzellikler yaratmaktır.

Binlerce fabrikadan, binlerce okuldan, binlerce mahalleden, en yaratıcı örneklerimizle, örgütlenmek, halkın zekâsını ortaya koymanın, güzelleşmenin, insanlaşmanın tek yoludur. Yenilmez bir güç böyle yaratılabilir. Gerçekte halkın gücü yenilmezdir. Ama örgütlü ise, ama devrimci ise. Bunu örgütlemek, bu yenilmez gücü akıl ve emekle geliştirmek gereklidir.

Örgütlü gücümüzü, doğru kullanmak tarihî bir sorumluluktur. Gezi Direnişi, bizim öz gücümüzün bir ürünü değildi. Halkın patlamasıdır. Bu patlama, halka ve bizlere çok şey kattı ve öğretti. Şimdi mesele, direnişi büyütmektir. Batı’da da bir direniş vardır. Bu direnişi, Gezi’de olduğu gibi büyük kitlesel eylemlerle karşılaştırmak doğru değildir. Bu aynı zamanda, elimizi kolumuzu bağlar. Tersine, bugün, adım adım, ama hayatın her alanında direnişi, küçük büyük demeden geliştirmek, yolumuzu açacaktır, direnişi büyütecektir. Atı arabanın arkasına değil, önüne koymalıyız. Direniş, ancak böyle büyüyecektir.

Tüm bölgede gelişmekte olan direnişi, bu gözle ele almak gerekir.

Toplumda var olan ama yeterince örgütlenmemiş olduğu için zaman zaman ortaya çıkan tepki, ancak örgütlendiği ölçüde kararlılık kazanacaktır. Bugün, mücadele çetinleştikçe bize gerekli olan bu kararlılık, ancak örgütlenme ile, ancak direniş ile gelişecektir. Burada irade kadar, burada emek kadar akıl da devreye sokulmalıdır.

Bugün her yerel, her mahalle, her okul, her fabrika, bu akıl ile adım atmalıdır. Yaratıcı metotlarla direniş geliştirilmeli, kitlelerin örgütlenmesinin yolları bulunmalıdır.

Bu anlamda, önümüzde geniş olanaklar, geniş bir hareket sahası olduğu da açıktır. Yeter ki bu iradeyi geliştirebilelim. Devrimcilik, her koşul altında en doğru mücadeleyi geliştirmek demektir. Akla ilk geleni değil, en doğru olanı yapabilme becerisidir.

Kürt halkının mücadelesi, Kobanê direnişi bize bunu öğretmektedir. Gezi Direnişi’nin olanaklarına bu gözle bakabildiğimiz ölçüde, iyi birer öğrenci olabildiğimiz ölçüde değerlendirebiliriz. Bu sadece gerekli, sadece zorunlu değildir, olanaklıdır.

Dünya gericiliği tüm metotlarını devreye sokmuştur. Şimdi, gelişmekte olan direnişe bakmak, ona odaklanmak gereklidir. Direniş, dünyanın her yerinde, en çok bizim coğrafyamızda, müthiş güzellikler yaratmaktadır. Ve daha da fazlasını yaratacaktır.

Direniş öğretmenimizdir.

Direneceğiz, öğreneceğiz, örgütleneceğiz, kazanacağız.

Fidel Castro: Son Konuşmam Olabilir Ama Sonuna Kadar Savaşmalıyız

Küba devriminin lideri Fidel Castro, Küba Komünist Partisi’nin kongresinde konuştu. 90 yaşına yaklaştığını ifade eden Castro, hayatının sonuna yaklaştığını söyledi. Kendisinin yakında hayatını kaybedecek olmasına karşın, Kübalı komünistlerin fikirlerinin sürmesi gerektiğini belirten Fidel, coşku ve onurla çalışıldığında bu fikirlerin insanların ihtiyaç duyduğu maddi ve kültürel ürünleri üretebileceğini söyledi.

Kongrede Fidel’in kardeşi Raul Castro’nun partideki liderlik görevini sürdürmesi kararlaştırılırken, kapitalizmin bir tehdit olmayı sürdürdüğü ifade edildi.

ABD ile yeniden başlayan ilişkiler de kongrenin konusu olurken, üst düzey parti yetkilileri ABD Başkanı Barack Obama’nın gezisinin ideolojik bir saldırı olduğunu ve ABD’nin hâlâ Küba’yı kontrol etmek istediğini vurguladı.

“Buradaki son konuşmalarımdan birini yapıyor olabilirim” diyen Fidel Castro, “Latin Amerika’daki kardeşlerimize ve dünyaya Küba halkının zafer kazanacağını söylemeliyiz” dedi.

direnisteyiz3.org

Meksika’da 42 Şehirde Kadınlar Sokağa Çıktı

Twitter’de #MiPrimerAcoso (ilk kez cinsel tacize uğradığım an) hastagi ile bir araya gelen kadınlar, Meksika’da sokaklara çıkarak süregiden kadına yönelik şiddeti kınadılar. Ülke genelinde 42 şehirde protesto gösterisi düzenleyen kadınlar, sadece kendilerine saldıranların değil aynı zamanda yasaların, yetkililerin, medyanın ve tacizi normalleştiren insanlarında cinsel şiddet ve tacizin artmasında etkili olduğunu söylediler.

Yürüyüşte kadınlar, pembe haçlar ve “sessiz kalmayın, sessiz kalmak sizi suç ortağı yapar” yazılı dövizler taşıdılar.

Mexico City’de yapılan açıklamada, “Kadına karşı şiddeti münferit örnekler olarak gösteren yetkililer, tüm eyaletlerde ve özellikle Mexcio City’de şiddet atmosferinde yaşayan kadınları öz-savunma yapmaya ve ne olup bittiğini göstermek için sokaklara çıkmaya zorladılar,” denildi.

Meksika Ulusal İstatistik Enstitüsü, Meksikalı kadınların %63’ünün çeşitli zamanlarda cinsel şiddete uğramış olduğunu rapor ediyor. Mexico City’de ise bu rakam % 72’ye çıkıyor. Son bir yılda tecavüze uğradığını beyan ederek savcılığa başvuran kadın sayısı 15.000. Yani bir günde 40 kadın tecavüze uğruyor, 1.643 kadın cinsel tacize uğruyor ve her 5 tecavüz başvurusundan sadece 1’i ceza alıyor. İstatistik kurumunun raporunda 30 yılda 50.000 kadının acımasız bir şekilde öldürüldüğü belirtilirken, kadınların % 65’inin ateşli silahlarla öldürüldüğünün altı çiziliyor.

isyandan.org

FARC-EP: Brezilya’da Darbe Girişimine Karşı Direnelim

FARC-EP’in açıklamasında “2009’da Honduras’ta, 2012’de Paraguay’da olduğu gibi bugünde Brezilya ve Venezuela’da “Parlamenter Darbe” formülü arayışını FARC-EP Barış Delegasyonu olarak hiçbir tereddüt taşımadan reddediyoruz.” denirken, Rouseff’in yargılanmasının “teknik olarak Brezilya’nın federal ve eyalet yönetimlerinin bütçe kaynaklarının kamu yararına kullanılması prosedürüne yönelik mali bir saldırı” olarak görüldüğüne dikkat çekildi.

“Gerçek nedenin”, uluslararası sağın BRICS grubunu zayıflatma ve kıtamızdaki anti-ilerici güçlere yardım etmek için jeopolitik manevralarının içinde aranması gerektiğine işaret edilen açıklamada Brezilya’nın CELAC, MERCASUR, UNASUR ve diğer büyük projelerle Latin Amerika’da ki mevcut entegrasyon süreci içinde önemli bir ülke olduğu belirtildi.

“Brezilya hükümeti Kolombiya’da süren çatışmalara politik çözüm aramakta, ELN ile süren görüşmelerde garantör ülkelerden biri olarak  rol oynamaktadır” denilen açıklamada, Latin Amerika’nın demokratik yapısının altınının oyulması, küresel istikrarsızlaştırma eylemleri ve  Kolombiya barış sürecinin başarısızlığa uğratılması ile birlikte  Amerikamızın kurtuluşuna yönelik bir saldırıya girişildiği belirtildi.

direnisteyiz3.org

Bolivya’dan ABD’ye: Devrimlerle Başa Geçenler Durdurulamaz

Bolivya’nın resmi haber ajansı ABI’de yayınlanan habere göre Morales, Latin Amerika ülkelerinde ABD tarafından sağa dönük yargı ve meclis darbesi metotlarına başvurulduğunu söyledi.

Morales, Brezilya’da Lula ve Rousseff’e Arjantin’de de Kirchner’e yönelik aynı planın uygulandığını söyledi. Bölge ülkelerindeki orduların daha önce olduğu gibi darbe konusunda ABD’ye destek vermediklerini vurgulayan Morales, ABD’nin medya kampanyaları, meclis ve yargı darbeleriyle hükümetleri zayıflatmaya çalıştığını hatırlattı.

direnisteyiz3.org

PKP Peru’da Seçim Sandıklarını Taşıyan Askeri Konvoya Saldırdı

Hareketin yasal alandaki örgütlenmesi Peru Halkının Savunulması ve Birliği Cephesi “Yeni Kapitalist Sömürü Planına Karşı Boş Oy” kampanyası yürütmüştü. Peru Komünist Partisi (Aydınlık Yol) seçimden bir gün önce seçim malzemeleri taşıyan askeri bir konvoya saldırı düzenleyerek 3 asker ve bir şoförü öldürüp, 6 kişiyi de yaraladı.

PKP ayrıca bir nehirde seçim malzemesi taşıyan bir askeri tekneye yapılan saldırıda da iki askeri yaraladı, seçimlerin ikinci turu için güvenlik önlemi almaya giden askeri bir konvoya düzenlediği  saldırıda da 8 asker ve 2 sivil öldürdü..

1990’larda önemli ölçüde gücü zayıflayan PKP’nin hala And dağlarının bazı bölgelerinde yüzlerce savaşçısının bulunduğu düşünülüyor.

isyandan.org

BM’nin Sistematik Tecavüz Politikası Sürüyor; “Barış Gücü Askerleri Çocukları Köpekle İlişkiye Zorladı”

DW’nin haberine göre, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde 2014 yılında görev yapan BM Barış Gücü askerlerinin yaklaşık 100 cinsel taciz ve tecavüz suçlaması vakasına karıştığı belirtildi. İddialara göre BM askerleri 4 kızı da bir köpekle cinsel ilişkiye girmeye zorladılar.

ABD yardım kuruluşu “AIDS-Free World”ün uzmanlarına olayla ilgili bilgi veren 3 kız, “Fransız askerler bizi bağladıktan sonra bir köpekle sekse zorladı” ifadelerini kullandılar. Köpeğin tecavüzüne uğrayan 4’üncü kızın daha sonra henüz belirlenemeyen bir hastalıktan dolayı yaşamını yitirdiği belirtildi.

İşgal, Soykırım ve Tecavüz İlişkisi

BM’nin “barış gücü” altında askerlerini devreye soktuğu bölgeler işgal veya sömürü için hazırlandığı biliniyor. Bosna’da da BM askerlerinin tecavüzleri ortaya çıkmış, tecavüzün sistematik bir durum olduğu da gözler önüne serilmişti.

Soykırım ve asimilasyon ile birlikte, yerel halkların iradesini kırma, onları aşağılama ve geleceksizleştirmenin bir parçası olarak tecavüz emperyalist saldırganlıkta olduğu gibi, iç savaşlarda da başvurulan insanlık dışı bir uygulama. Bunun kirli savaş politikalarının parçası olarak devreye sokulduğuna dair ise birçok örnek mevcut.

Ensar Vakfı’nda ortaya çıkan çocuklara tecavüz olayının ve ardından birçok yerden gelen özellikle çocuklara yönelik cinsel saldırılar, Pozantı Cezaevi’nde çocukların tecavüze uğraması, Kürt illerinde aralarında kamu görevlileri, askerler ve polislerin de olduğu tecavüzcülerin sürekli yargı eliyle aklanması, Türkiye’de de tecavüzün sistematik olarak kirli savaşın bir aracı olduğunu gözler önüne seriyor.

direnisteyiz3.org

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...