Ana Sayfa Blog Sayfa 205

“Macbeth muhitimize uyarlama denemesi”

 

Ümit Kıvanç: 1956’da doğdu. Büyüdü.

Gazeteci oldu.

Efsanevi Mozaik grubunda davul çaldı.

Ayşe Tütüncü Piyano Perküsyon grubunun “Çeşitlemeler” albümünde davul çaldı.

Kitaplar yazdı.

Çeviriler yaptı.

Halit Kıvanç’ın oğlu.

Senaryolar yazdı.

Belgesel fimler çekti.

Yazar, çevirir, film yapar, davul çalar.

Muhitimize uyarlanan Macbeth’te kahramanlar:

Macbeth

Macbeth’in karısı

Lider

Cadılar (Üç cadı, basının nadide gülleri)

Sağ Kol

Sol Kol

Ak Kurt

Pak Kurt

Söz Kurt

Öz Kurt

Laz Kurt

Yavru Kurt

Boş Kurt

Örgütçü

Çaycı

Macbeth’in adamı

Hizmetçi

Parti yöneticilerinin karıları

Orgeneral Hekate

Askeri İstihbarat Görevlisi

Birinci ara dönem başbakanı

İkinci ara dönem başbakanı

Üçüncü ara dönem başbakanı

Beş General

Birinci Subay

İkinci Subay

Üçüncü Subay

Kavat Godo

Benli Naciye

Gazeteciler

Hayalet

Evet ekip kalabalık gibi fakat isterse yönetmen farklı karakterleri aynı oyuncuya oynatabileceğinden yedi ila on arasında sınırlı bir ekip ile bu oyunu sahneleyebilir. Ki biz bu işe karışmıyoruz.

Şekspir’in Macbeth’ini uyarlama denemesi demiş Kıvanç; denenmiş ve olmuş bence hatta başarılı da olmuş.

Kıvanç’ın tozlu raflarda kalan sinirli, ihtiras ile dolu, aşkla bezenmiş illa ki insana ait hafızanın unutularak muhafaza etmenin tüm zamanlar için geçerliliğini koruduğu gerçeğini ortaya koyduğu günümüze ait uyarlama. Muhafaza etmenin korunmasından kastımız iktidarın, hırsızlığın, emek düşmanlığının, halk düşmanlığının erk tarafından muhafaza edilmesidir biline…

Kıvanç diyor ki; “Macbeth’i uyarlama ve sözümona gerilim oyunu yapmaya kalkmak, aşırı cüretkârlık mıdır, haddini aşmak mıdır, bilemiyorum. Eğer böyleyse, biliniz ki bu şaibeli davranışım ithal ikameci tutkulardan kaynaklanmıyor. Cüretkârlığımın sebebi, tamamen milletimizin çoktan hak etmiş olduğu hâlde kendi öz Macbeth’ine kavuşamayışından duyduğum soylu huzursuzluktur.

“Ayrıca, Parti Genel Sekreteri Macbeth, Orgeneral Hekate, muhabir cadılar vesairenin ‘mevzu’ya çok iyi ‘oturduğunu’ ve bugüne kadar böyle bir oyunda bulunmamalarının alenen haksızlık olduğunu düşündüm.Umarım bana hak verirsiniz.”

“HAKLISIN” Ümit Kıvanç.

Usul olduğu üzere tadımlık:

Başkent, milletvekilleri, bürokratlar, askerî istihbarat görevlileri, muhabir cadılar, parti başkanı, genel sekreter, onun sekreteri, bunun sekreteri, şunun danışmanı, berikinin başdanışmanı, ötekinin en bi aşıranı, bilumum yalakalar, hırsızlar, arsızlar, karanlığa karanlık katanlar, onların karıları, karanlığın insanları vs. vs. ila ahir…

Parti’de kurultay öncesi, esnası, sonrası partinin korunmaya çalışılması, içine bomba koyulması, parti içi karmaşanın arttırılması, burjuva siyasetin kasabalı beylerce nasıl yürütüldüğünün anlatılması, devletin oyuna girerek olayı çözmesi; yaklaşık doksan dört sayfada dört perdelik oyun ile anlatılması.

“İşi ne zaman bitireceğiz peki?”

“Gürültü patırtı bitsin de öyle”

“Bu gürültü bir şey değil

Daha ne dolaplar dönecek

Bugünün parlak yıldızları

Yarın bir bir silinecek” sözleriyle açılır perde.

Parti merkezinde yüksek perdeden koşuşturmacalar, kongre yapılmış, ortalık karışık, lider az tırsmış çokça cesurmuş gibi…

Lider “Ah!.. Zaferle bozgunun böyle sarmaş dolaş gezinmesi. Birinin indiği ata hemen ötekinin binmesi.

Muhalif il başkanları bundan böyle,

Kalleşlik etsin de görelim.

Onların başına file çorap örelim.

Ama yok! Söyleyin, hepsi derhal kovulsun.

İl yönetimleri Macbeth’in olsun.

İstediğinden fazlasını veriyorum işte,

Azıcık eğlensin.”

Muhabir Cadılar:

Selam sana Macbeth!

Selam partinin genel sekreterine!

Selam bütün il yönetimlerini götürene!

Selam yarının liderine!

Macbeth’te yarılma başlar.

Laz Kurt, Söz Kurt, Öz Kurt, Sağ Kol, Sol Kol, Ak Kurt, Pak Kurt, Boş Kurt, Yavru Kurt tümü girer devreye ve entrika, kargaşa, derin devlet siyaset, siyaset kontrgerilla, siyaset karanlık işleri başlar erkin elde edilmesi, elde edilenin muhafaza edilmesi, muhafaza edilenin muhafazası, yeni muhafaza edileceklerin hayalleri…

Macbeth ve Bayan Macbeth lidere karşı yeni lider için güven duyuyormuş gibi oldukları parti ileri gelenleriyle işbirliği hâlinde tüm ahlâk kurallarını parlatarak yeni muhafız güç olmak için başlarlar çalışmaya.

Soylu huzur işbaşındadır artık.

Parti yöneticileri, Subaylar, Orgeneral Hekate, Macbeth, bayan Macbeth ve show must go on…

Merak etmeyin dostum,

Osmanlı artığıdır bunlar:

Küpünü doldurunca gider.

O vakit de aziz millet,

Bizim için bayram eder.

Hem arada bunlar gelip

Zindana çevirmese memleketi

Millet her seferinde göz göre göre

Yeniden seçer miydi Macbeth’i?

Sahne kararır. Perde kapanırken boru trampet vs enstrüman ile halay müzikleri duyulur. Bütün subaylar ve politikacılar halay çekerek sahneden geçer. Seyreden “Millet” de alkışlar. SON.

Tabii ki; kitabı okuduğunuzda ilaveniz olacak olur ise yayıncı ile görüşebilir mail atabilir, mektup yazabilirsiniz, ki sevinirler ben de mutlu bile olurum.

Kıvanç, güzel iş çıkarmış bilinenin tekrarı gibi görülebilir belki ama elde bir eserin olması bile büyük bir şıklık bundan dolayı Kıvanç’a teşekkürler…

Sistem aygıtının iç yapısı, işleyişi, oyuncuların seçimi, yeni oyuncu kastının ayarlanması, figüranların salyalı ağızlarıyla apartta beklemeleri, işler işler…

Alkışlayanlar… Alkışlayanlar.

Dinleme önerileri:

Emekli Albay Hilmi Ertunç (Mozaik)

Kader Senfonisi (Beethoven 5. Senfoni)

Kurşun askerin gerçekleşmeyen kaçışı (Mozaik)

Küçük Bir Gece Müziği (Mozart)

Hareket Etmeliyim (Mozaik)

Sonunda oldu, seni aldattım (Aşkın Nur Yengi olabilir başkaları da var)

Çok Alametler Belirdi (Mozaik)

Tüm Mozaik parçaları hasılı

İçme önerileri:

Koyu tok filtre kahve, demli çay, isteyene süt veya taze sıkılmış meyva suları, belki de kırmızı şarap

Teşekkürlerimle

Hoş Çakallar…

Hayatı örgütleyen aşkınlıktır sanat (ile tiyatro)*

 

Sanat hakkında birçok şey söylendi; söyleniyor ve söylenecek de; ancak ne nasıl sunulursa sunulsun, “Artes serviunt vitae, sapientia imperat/ Sanat, hayatın hizmetkârı; akılsa idarecisi”dir!

Bu böyleyken siz sakın ola Orhan Gencebay’ın, “Sanatın siyasetle hiçbir alâkâsı yoktur. Sanat, siyaset yapmaz. Kişiler yapar. Sanat muhalif değildir. Sanat, sevgiyi, saygıyı, estetiği, güzelliği, güzel olan ne varsa, yaşamın güzelliğini anlatır. Sanatın amacı budur,”[2] zırvasını ka’le almayın.

Sanat insan olma/ ve kalma gücüdür. Yaşama mündemiç bir estetiğin politik dili ve bütünüdür; ifade özgürlüğüdür; politiktir.

“Politik” vurguma; “Evveleski, sanatçı tanımına hak kazanmayan insanların ‘devrimci’ etiketini yapıştırmak suretiyle bu saflara katılmalarını onaylamamışımdır… Tamam, siyaseti sanattan silip atmak mümkün de değil, doğru da,”[3] diyen Sevin Okyay gibilerin “ama”lı, “fakat”lı itirazları oluyor ve olacak da!

Kaldı ki, “Sanatın toplumsallık dışı, bireysel bir özgürlük alanı, bir amaçtan kopuk, ahlâktan azade bir eylem olarak kurgulanması hiç şüphesiz burjuva modernizmin kolektif yaşama, toplumsalı inşa etmeye dair yaşam formuna ve tasavvuruna karşı geliştirdiği en büyük saldırıdır. Sanat, emek kadar insanın insanlaşma sürecinin belirleyen unsuru iken nasıl olur da ahlâki ve toplumsal bağlamdan kopuk amaçsız bireysel bir eylem olabilir. Bu sav, insanın toplumsallığını inşa etmede ve toplumsallığını korumada geliştirdiği en etkili kurma ve savunma aracını etkisizleştirmek ve sanatı burjuva düzenin ihtiyaçları için yeniden kurgulamanın argümanıdır.”[4]

Sakın ola unutulmasın: “İyi sanat politiktir,” der Marc-Olivier Waller.[5] Haksız da değildir! Çünkü dünyaya ait bir bakışı olmayan, o bakışı eserine yansıtamayan sanatçı olamaz.

Apolitik olması mümkün olmayan sanat, “zulme karşıdır”;[6] yaşamı şeyleştiren meta fetişizmi karşısında dik durur[7] ve Julien Benda’nın, “Dünyanın efendisi hâline gelmiş haksız ve yanlış karşısında cümle âlem diz çökerken bile, ayakta kalıp, ona insanlık bilinciyle karşı çıkmaktır,” saptamasındaki üzere diklenir.

Toplumsal zorunluluklar ekseninde estetik değerler aracılığıyla gerçekleşen sanat; “Gözümüzün gerçekle kamaşmasıdır: Geri geri kaçan ucube maskelere düşen ışıktır gerçek, başka bir şey değil,” Franz Kafka’ya göre…

Bu böyleyse, gerçeği değişik biçimde yansıtma ısrarıyla var olan sanat, alınıp-satılamayan bir değerdir; Friedrich Hölderlin’in, “Bir ülkede akıl ve sanattan çok, servete değer verilirse, bilinmelidir ki, orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır,” uyarısındaki üzere!

XIV. İstanbul Bienali açılışında konuşan Eczacıbaşı Holding ve İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, “Sanat Türkiye’nin tanıtımına çok büyük katkı yapıyor ve adeta nefes aldırıyor,” vurgusuyla sanata yapılan yatırımların sanayi kadar önemli olduğuna işaret edip, “Türkiye rekabetçi üretime ve girişimciliğe odaklanmalı,”[8] dediği koordinatlarda; kapitalist tüketimin “Sanatı ‘mal’ olarak gösterme eğilimi”ni[9] öne çıkardığı dünyada; İlkay Akaya’nın, “Sanatın alınıp satılamadığını düşünerek yola çıktık biz,”[10] sözlerini kulağına küpe eden “Sanatçı, iktidarın nesneler düzeninde bir nesne olmak istemiyorsa, içindeki iktidarı öldürmeli”dir[11] elbette…

* * * * *

İnsanı, insanca, insanla anlatan tiyatro, yaşam için bir çift kanattan başka bir şey değildir.

Ya da gerçek olabilme, gerçeği olduğu gibi dürüstçe yansıtabilme, bütün “meli, malı”ları kaldıran bir var oluş hâlidir. Çünkü Yıldız Kenter’in anlatımıyla, “Tiyatro ile uğraşmak demek dünyanın ortasında duruyor olmak demektir.”

“İki kalas bir heves” olarak da sunulan tiyatro; bir tutku, bir renk, bir kokudur; insanca olabilme imkânı ve hâlidir. Yedi sanatın üçüncüsü olan tiyatro bir duygu, bir düşüncedir. Tiyatroyu sahneyle sınırlı sananlar yanılırlar. Çünkü o insanın hayata bakışını, dolayısıyla da hayatını değiştirebilendir.

Bu bağlamda “Memleket her gün 1 Nisan şakası gibi ama şakalar biraz ağır,” vurgusuyla ekler Ali Poyrazoğlu: “Tiyatro benim hayatımda her gün yeni sorulara, yeni bakışlara, bir yeniden doğuşa perde açıyor. Benim görüşüme göre tiyatro gidilen bir şey değil, gittikten sonra kapıdan seninle beraber çıkıp hayatına giren bir şey olmalı. Seyirciyi zenginleştirmeli. Tiyatro seyirciye gündemle ilgili yeni sorular sordurur.”[12]

Bu nedenle insan(lık)a mündemiç ahlakî deneydir tiyatro. Kameranın, rejinin, fotoğraf editörünün seçtiğini değil; kendi estetiğine, iç dünyana uyanını izlediğin… Kolay mı? Tiyatroda herkesin yaşadığını yaşarsınız. Herkesin hissettiğini hissedersiniz. Herkesin koşullarına girersiniz. Ne acıları, ne heyecanları, ne aşkları yaşarsınız.

Antik Yunan’da, şarap (üzüm, bağ-bahçe) tanrısı Dionysos için gerçekleştirilen ritüellerden doğan tiyatro; yaşama tutkusunun yansısıdır; hayatın -aynası değil- aynısıdır; aşkla içinde büyü barındırandır; bir nev’i temizlenme, aklanma, paklanmadır.

Post-modernizmin getirisi olan gerçeklik algısındaki deformasyonlar; tiyatroyu omurgasızlaştırılıp; post-modern insanın görsel dünyası, tiyatroyu gerçek dışı, yapmacıklığa indirgeyip, “öldürmeye kalkışsa”[13] da; hâlâ tiyatroya ihtiyacımız var.

“Niçin” mi? Çünkü tiyatronun aracıya ihtiyacı yoktur. Kendisi ışığın en şeffaf yanını oluşturur. Her zaman var olan, sonsuza kadar olacak olan tiyatro her şeyi anlatabilir.

Kolay mı? “En siyasî yani en insanî sanat dalıdır” der tiyatro için Hannah Arendt.

Hayallerimizi, isteklerimizi, sevdiklerimizi, sevmediklerimizi kalbimiz durana dek ifade etme çabasıdır tiyatro; insan(lar)ın yeterince farkında olmadığı dünyayı ve kendini fark ettiği, öğrendiği bir zemindir.

Denilebilir ki, insan(lık) için tiyatro yaşam kadar önemlidir. Çünkü tiyatro, mevcut sisteme, mevcut anlayışa, gelenekselliğe karşı çıkan muhalif bir duruştur ki, bu da gelişme ve değişmenin, ilerlemenin ön koşuludur. Bunsuz; böyle olmadan ilerleyemez toplumlar. Tam da bunun için adaletsizliğe, köleliğe, faşizme karşı çıkar tiyatro (ve sanat).

Eski Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un, “Devletin operası balesi olur ama tiyatrosu olmaz,”[14] sözlerine ve Recep İvedik’(ler)e “Hayır” diyen tiyatro; Aristo’ya göre, “Ruhun temizleyicisidir”.

Haluk Bilginer’in,[15] “Sevişmenin modası ne zaman geçerse tiyatronun da o zaman geçer,” notunu düştüğüdür![16]

Peter Brook’un, “Ayakkabıcının zanaatının temeli ayağı vurmayan bir ayakkabı yapmaktır; tiyatro zanaatının temeli de çok somut öğelerle, seyirciyle birlikte işleyen bir ilişki kurmaktır,”[17] formülasyonundaki hayata mündemiç inceliğin altı çizilesi sanat dalıdır…

Albert Camus için de tiyatro sanatın zirvesiydi. Çağının parçalanmışlığının ve ölçüsüzlüğünün üstesinden gelme yolu Camus’ye göre sanattan geçiyordu: Bu noktada sanatın birleştiriciliğine atıf yaparken sanata değerini veren şeyin başkalarıyla paylaşılması olduğunu belirtmişti. Sanatın bu yönleri, Camus’nün tiyatro eserlerinde yoğun biçimde göze çarpmaktaydı. Çünkü tiyatro (insanlarla oyuncular arasında bağ kurarak) kişiyi yalnızlıktan kurtaran bir etkinlikti.[18]

“Tiyatro hayatın aynasıdır!” derler; ama bu kadar değil; ötesidir.

“Tiyatro” deyince Augusto Boal’ın, “Entelektüellik ya da elit bir kavramı içermez tiyatro… Tiyatro hayattır o hâlde hayatın her yönüne yayılmalıdır düşüncesinin sahibi… Tiyatro eylemdir! Belki de tiyatro kendi içinde devrimci değildir; ama hiç kuşku yok ki tiyatro bir devrim provasıdır… Etrafımıza baktığımızda tüm toplumların, etnik grupların, sınıfların ve kastların içinde ezen ve ezilenleri görürüz, adaletsiz ve merhametsiz bir dünya görürüz. Başka bir dünya yaratmak zorundayız çünkü bunun mümkün olduğunu biliyoruz. Fakat hem sahnede hem de hayatımızda oynayarak bu dünyayı kurmak bizim elimizde. Az sonra başlayacak etkinliğe katılın, eve döndüğünüzde arkadaşlarınızla kendi oyunlarınızı oynayın ve daha önce göremediğiniz apaçık olan şeye bakın: tiyatro sadece bir etkinlik değildir, bir yaşam biçimidir ”…

Federico García Lorca’nın, “Tiyatro, kitaptan uyanan ve insana dönüşen şiirdir”…

Muhsin Ertuğrul’un, “Tiyatro bir meslek değildir, bir karasevdadır”…

Sultan Bin Mohammed Al Qasimi’nin, “Bizler önemsiz ölümlüleriz, tiyatro ise yaşamın kendisi kadar sonsuz”…

Robert Lepage’nin, “Ateşle oynadığımız, risk aldığımız doğrudur. Ama aynı zamanda bir şansı da yakalamış oluruz: Yanabiliriz ama aynı zamanda şaşırtabilir ve aydınlatabiliriz”…

Ariane Mnouchkine’in, “İmdat!/ Tiyatro, yetiş imdadıma!/ Uyuyorum, uyandır beni/ Karanlıkta kayboldum, yol göster bana ya da bir ışık yak/ Tembelim, utandır beni/ Yorgunum, kaldır beni/ İlgisizim, vur bana/ Aldırış etmiyorum, yok et bu hâlimi/ Korkuyorum, cesaret ver bana/ Cahilim, öğret bana/ Canavarım, insancıllaştır beni/ Yüksekten atıyorum, gülmekten öldür beni/ Edepsizim, alaşağı et beni/ Kafasızım, değiştir beni/ Yaramazım, cezalandır beni/ Baskın ve zalimim, savaş benimle/ Ukalayım, alay et benimle/ Avamım, eğit beni/ Suskunum, çöz beni/ Artık hayal kurmuyorum, bir korkak ya da budala gibi davran bana/ Unuttum, bana hafıza yükle/ Kendimi yaşlı ve tükenmiş hissediyorum, çocukluğu coştur benim için/ ağırım, müzik ver bana/ Üzgünüm, mutluluk getir bana/ Sağırım, fırtınada acılara çığlık attır/ Kışkırtıldım, bilgeliği göster bana/ Zayıfım, dostluğun ışığını yak/ Körüm, bütün ışıkları bir araya topla/ Çirkinliğin boyunduruğu altındayım, galebe güzelliğin girmesini sağla/ Nefretle kuşatıldım, sevginin tüm gücünü ver bana,” uyarılarını “es” geçmek mümkün mü?

Yunanca’da “seyirlik yeri” anlamına gelen “theatron”dan türetilmiş bir hayat biçimi olan tiyatro; resim, müzik ve heykel sanatı ile birlikte kökleri muhtemelen Paleolitik Çağ’a kadar giden bir sanattır. (Mağara duvar resimleri yaklaşık 40.000 yaşındadır)

Tiyatronun en ilkel hâlinin, günümüz sanat anlayışından çok uzak, daha çok dini bir ritüele ya da büyüye yakın olduğunu belirtmek gerek. Gece ateş etrafında toplanıp, ertesi günkü avın bereketli geçmesi için sırtlarına aldıkları hayvan postlarından kostümlerle, başlarına geçirdikleri hayvan boynuzları ile bir av hayvanına öykünüp, o hayvan gibi sesler çıkarmaya, o hayvan gibi vücut devinimlerinde bulunmaya çalışmak gibi…

Tiyatro sanatı, insanlık tarihi boyunca av ritüllerinden bugünün modern tiyatro anlayışına kadar insanla beraber evrilen; sosyolojinin sahne hâli olan; insan(lık)ı irdeleyerek, insanı insanlaştıran eyleme yönelten özgürlük kapısı olarak tiyatro, daima günceli yakalar, yerelden beslenir, evrenseli özümser, yasak elmaya uzanıp ısırır ve cennetten kovulur.

Tiyatro insan(lık)ın maskesini çıkartan sanattır. Hayatın sahnesidir; sahnenin hayata uyarlanmış hâlidir. Var oluşun ilk sanatıdır ve sonsuza kadar da var olacaktır. Hayatın aynası olabildiğince özgürlüktür; özgür olabildiğince de tiyatrodur. Nihayet muhalif bir sanat ve silahtır.

Örneğin muhalefin önde gideniydi Aristofanes. Ülkede kötü giden şeyleri eleştiren oyunlar yazar, çıkar oynardı binlerce kişilik anfi tiyatrolarda. Ön sırada ülkeyi yönetenler oturur, halkla birlikte dikkatle izlerler, bundan ve halkın tepkisinden kendilerine ders çıkarırlar, alkışlarlardı Aristofanes’i.

Tiyatro bin yıldır muhaliftir, muhalif kalacaktır, çünkü halkın sesidir. Yöneticilere yanlışlarını anlatmak için var tiyatro. (Ve antik Yunan’da suç işleyen bir insana verilebilecek en büyük cezalardan biri, belirli bir süreliğine tiyatroya gitmesine engel olunmasıydı!)

* * * * *

“Sanatçıların, sahne emekçilerinin söz hakkının olduğu bir tiyatro”; “Sanatta yeterliliğin olduğu bir tiyatro,”[19] gereksiniminin hâlâ gündem(imiz)in acil maddesini oluşturduğu koordinatlarda tiyatroyu iktidardan geri almak, baskılarına karşı durmak temel meselemizdir; bu da bir mücadele ve örgütlülük sorunudur.

Yeri gelmişken aktarayım: İşçi sınıfının sanata, edebiyata, felsefeye ya da genel olarak entelektüel faaliyetlere ilgisi anlamında “kültürlü bir sınıf” olabilme olasılığı, sınıfın kendisine ait bir kültürel faaliyetler alanı yaratması anlamında önemli bir noktadır. Nitekim Marx Alman işçi sınıfını “en kültürlü sınıf” olarak tanımlarken hiç de abartmış değildir. Ancak kültür, sadece entelektüel ve imgesel çalışmalardan oluşan bir yığın değil, aynı zamanda ve temel olarak bütün bir yaşam biçimidir. Bu nedenle entelektüel ve imgesel çalışmalar burjuva ve işçi sınıfı arasındaki ayrımın temelini belirlemede ikincil önemdedir. Bu nedenle burjuva ve işçi sınıfı arasındaki ilk ayrım bütün bir yaşam biçiminde aranmalıdır, ancak bunu da giyim biçimine, boş zamanı kullanmaya vb. hapsetmemek gerekir. Çünkü yaşam biçimi dendiğinde asıl ve temel olarak toplumsal ilişkilerin doğasına ilişkin alternatif fikirler akla gelmelidir, tıpkı Raymond Williams’ın vurguladığı gibi.

Dolayısıyla burjuva sınıfı ile işçi sınıfını birbirinden ayıran bir takım alternatif fikirler olduğunu tespit edebiliriz. Zira Williams’ın vurguladığı gibi “burjuvazi” önemli bir terimdir ve bu terim genellikle bireycilik denilen bir sosyal ilişki biçimini ifade eder. Yani her bireyin doğal bir hak olarak kendi kârının peşinde olmakta özgür olduğu bir nötr alan olarak toplum fikri. Bu ise işçi sınıfının toplumsal ilişki fikriyle tamamen bir zıtlık içerir. Çünkü işçi sınıfının toplum fikri, her bireyin bireysel gelişimini de içeren bütün gelişme biçimlerinin pozitif araçları olarak ortaya çıkar. Bu durumda gelişme ve çıkar, bireysel değil fakat ortak bir biçimde yorumlanır. Bu çerçeveden yola çıkarak işçi sınıfı kültürü ile ne anlatılmak istendiği açıklığa kavuşur: Bu kültür, bir proleter sanatı, dilin özel bir kullanımı ya da işçi konseyi değil, fakat daha çok temel bir kolektif fikir ve bundan türeyen niyetler, düşünce alışkanlıkları, davranışlar, tutumlar, kurumlar ve örflerdir. Bunun tam da tersine burjuva düşüncesi, bireyselci bir düşüncedir ve bu kültür bundan türeyen niyetler, düşünce alışkanlıkları, davranışlar, tutumlar, kurumlar ve örflere işaret eder.

Dolayısıyla bir işçi sınıfı kültürü, dayanışmaya, paylaşıma ve ortak bir düşünce tarzına dayalı bir yaşam biçimi anlamına gelir ve bu kültür toplumun diğer alanlarıyla bağlantılı olarak gelişir. İşçi sınıfının kültürel başarısı demokratik sendikal kurumlar, kooperatifler ve politik partiler olmuştur. İşçi sınıfı bilinci hem bu kurumların yaratılmasını ve gelişmesini sağlamış, hem de bu kurumlar işçi sınıfı bilinci ve kültürünün bir ifadesi olmuştur. Bu anlamda sınıf kültürünü ifade etmenin yollarından biri, hem politik düzeydeki –örneğin sendikanın etkili olabilmesi için mücadele etmek gibi- hem de bu güç yapısına direnmeyi ya da eşitsizliğe uyum sağlamayı içeren gündelik düzeydeki pratiklerle meşgul olmaktır.

Bu çerçevede bir işçi sınıfı kültürünün iki özelliğinden bahsetmek mümkün. Bunlardan birincisi, işçilerin adalet ve hakkaniyet arayışlarıdır. Zira sömürüyü doğrudan doğruya kendi yaşam pratikleri içinde kolektif olarak deneyimlemeleri, işçileri bir sınıf olarak diğer sınıflardan ayırır.

İşçi sınıfı kültürünün adalet ve hakkaniyet arayışından kaynaklanan ikinci özelliği dayanışmadır. Burada kast edilen dayanışma, aynı sınıf içerisinde yer almış olmaktan kaynaklanan bir dayanışmadır ki, bu, gerek gündelik hayatta kurumsallaşmamış biçimde, gerek grev gibi mücadelelerde ortaya çıkan direniş olarak, gerekse de üretim sürecinde ortaya çıkan biçimleriyle karşımıza çıkabilir. Bu üç dayanışma biçimi de birbiriyle iç içe geçmiştir.[20]

Bu bağlamlı bir kültürel gelişim olmadan ne sosyal, ne demokratik ne de ekonomik gelişme olur.

Kültür kavramı, bir toplumun ürettiği etik, sosyal, siyasal, sanatsal, dini tüm değerlerin toplamını kapsar, insana dair niteliklerin saygınlığını sağlar.

Tekelci burjuvazinin AKP eliyle uyguladığı kültür(süzlük) politikası, kültür tanımının reddidir; insan(lık)a rağmendir.

AKP sanat ve sanatçıyı yok sayan bir anlayışın kalıcı olmasını istemektedir. Çağdaşlık, Osmanlıcılık adı altında dini motiflerle süslenerek köreltilmeye çalışılmaktadır.

Hâl böyle olunca; devlet Tiyatroları, opera ve bale ile tüm sanat kurumları müthiş bir baskı altında. Sanatçıların özlük hakları kısıtlanıyor. Sanatçılar ve sanat kurumlarında çalışanlar yarınlarından korkuyorlar. Yardım yapılırken “Özel sanat kurumlarının” arasında siyasi ayırım yapılıyor. AKP döneminde sıkıyönetimleri aratacak şekilde tiyatro oyunu, film, sergi, kitap ve gazete yasaklanmış, toplatılmış ve müellifleri hapse atılmış…

“Anadolu Uygarlıklarının mirası değil, bize Müslümanların eserleri yeter” diyen bir söylem bakanlığa yerleşiyor…

Restore ediyoruz diye antik varlığın duvarlarını sıvayan, Aspendos’un koltuklarını beyaz mermerle kaplayarak hamama çeviren, ucube diyerek heykel yıkan, sanatın içine tüküren bir zihniyete kucak açılıyor.

Kısaca kültür ve sanat, yani insanın yaşamı ve yaratımı yok sayılıyor…

Oysa sanat avangarttır. Düşüncenin özgürleşmesine, sanatın güçlenmesine, yaratının çoğalmasına ve böylece toplumun gelişmesine öncülük eder. Kendisini ifade etmekten korkmayan bir toplum yaratır… Özgür birey, örgütlü toplumda eşit yurttaş hâline gelir. Sanatın gücüne dayanan kültürel gelişme, toplumlarda öncelikle barışı sağlar.

Ama ne yazık ki bugün, barış değil zorbalık yüceltiliyor. Bu böyle olunca kültüre yapılan baskı, topluma yapılan zülümdür.

Zulme göz yumanlar zalime biat ederler. Zalimin olduğu yerde, kültür de sanat da olmaz, olamaz![21]

* * * * *

İşte bunun örnekleri!

Melis Alphan’ın, “Freemuse’un raporuna göre 2013’ten itibaren sanatsal özgürlüğün en fazla kısıtlandığı ve sanatçılara bedel ödetilen ülkeler sıralamasında Türkiye, Çin ve Rusya’dan sonra üçüncü sırada. Böyle zamanlarda ‘Sus’ dedikçe sesini yükselten, kapının önüne konduğunda başka kapılardan içeri giren sanatçılara her zamankinden daha fazla ihtiyaç var,”[22] notunu düştüğü…

İdil Biret konserinin basılmasına ilişkin olarak Kültür ve Turizm Bakanı Yalçın Topçu, “(Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı olduğu dönemde Topkapı Sarayı’ndaki İdil Biret konserini basmak isteyen Alperen Ocakları’nı savunduğu iddialarına ilişkin olarak) Ben en azından senfoni orkestrasında bir eser icra edilirken minder atılıp, şarap içilip, ayak uzatarak dinlenmeyeceğini bilecek kadar bu işlerden anlarım. Bugün olsa Topkapı Sarayı’nda şaraplı, minderli konsere izin vermem. O sanatın çıktığı ülkelerde bir senfoni hangi adap, edeple dinlenir? Hanımefendiler, beyefendiler şıkır şıkır kıyafetleriyle gelir değil mi? Biz barda halaya dururuz, orada da vals yaparız. Bizi başkalarıyla karıştırmasınlar. Orada ideolojik bir linçe falan da eyvallah etmeyiz,”[23] diyebildiği bir atmosferde egemen(ler)in, devletin marifet(ler)ine ilişkin birkaç örnek bile, bunun nasıl da acil ve kaçınılmaz olduğunu sergilemeye yeter de artar!

 

AKP İKTİDARI DÖNEMİNDE UYGULANAN YASAKLARDAN BAZILARI[24]
51. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Reyan Tuvi’nin “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” filmine sansür uygulanması…
Tiyatro oyuncusu Haldun Akçıksözlü, “Laz Marks” adlı oyunda Erdoğan’a hakaret gerekçesiyle kesinleşen para cezasını ödemediği için gözaltına alındı…
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve oğlu Bilal Erdoğan’a hakaret suçlamasıyla yargılanan yazar Emrah Serbes hakkında zorla getirme kararı alındı…
“Berkin için 11 Mart’ta hayatı durdur” sloganı ile hazırlanan video klipten dolayı birçok sanatçıya “suç işlemeye alenen tahrik” suçundan soruşturma başlatıldı…
Batman Bahar Kültür Merkezi üyesi 13 kişiye, 5 yıl boyunca “Sanat yapmama” cezası verildi…
Bir mizah dergisinin kapağında Erdoğan’a hakaret edildiği iddiasıyla karikatüristler Bahadır Baruter ve Özer Aydoğan hakkında hapis istemiyle dava açıldı…
Cumhuriyet gazetesinin Paris’te terörist saldırıya uğrayan Charlie Hebdo ile dayanışma amacıyla seçki yayımlamasının ardından gazete ve yazarları hedef gösterildi…
İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi hakkında yıkım kararı çıkarıldı…
Şeker Portakalı müstehcen, Fareler ve İnsanlar sakıncalı bulundu…
Şair Can Yücel’in şiirlerinden oluşturulan “Can” adlı oyunu Edirne’de yasaklandı…
Erdoğan 2011’de Kars’taki mitingde, heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından yapılan ‘İnsanlık Anıtı’na “ucube” diyerek, yıktırdı…
34. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde “Bakur” belgeseli gösterimden kaldırıldı…
Cumhuriyet tarihinin en eski sinema salonu Emek Sineması yıkıldı…
‘Vajina Monologları’ oyunu, ahlâk kurallarına aykırı olduğu gerekçesiyle yasaklandı…
Ferhat Tunç, 1 Mayıs’ta, “Hepinizi Deniz Gezmiş’lerin, Mahir Çayan’ların, İbrahim Kaypakkaya’ların devrimci ruhuyla selamlıyorum” dediği için iki yıl hapisle cezalandırıldı…
Yönetmen Lars von Trier’in filmi “Nymphomaniac”ın Türkiye’de gösterimi yasaklandı…

 

  1. i) 27 Mart Dünya Tiyatro Günü, Türkiye’de “engellere” takıldı. Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı tiyatro öğrencileri okul yönetiminin ‘kendilerini cezalandırmak’ için oyunlarına sahne vermediğini açıkladılar. Ayrıca 10. Ankara Uluslararası ETHOS Tiyatro Festivali’nin sahne talebine de DT’den ret geldi…[25]
  2. ii) Darülbedayi’den bugüne 100 yıllık bir sanat kurumu olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın (İBBŞT) 100 yıllık arşivinin talan edildiği ortaya çıktı. Arşivinin üçte birinin talan edildiğini Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu ve Kütüphane Müdürü Enis Kayhan da doğruladılar. Şehir Tiyatroları’nın kuruluş belgeleri, müzelik eşyalar, Vasfi Rıza Zobu ve Bedia Muvahhit gibi sanatçıların fotoğrafları kayıp…[26]

iii) Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü 2015 yılında 22’ncisi düzenlenen Uluslararası Aspendos Opera ve Bale Festivali’ne 38 kişilik idari görevlendirme yaptı. Genel Koordinatör Yener Turan’ın parafıyla yapılan görevlendirmede, akrabalarının yer alması dikkat çekti…[27]

  1. iv) TRT’nin sınavla aldığı sanatçılar Cumhurbaşkanlığı’na yakınlıklarıyla şüphe yarattı. AKP’li Uğur Işılak’ın elemanları da sınavı kazandı. KPSS sınavlarından sonra devletin resmi yayın organı TRT sınavlarında da skandal yaşandı. Sesli ve görüntülü kaydın yapılmadığı sınavlarda puanlar ve yedek liste de açıklanmadı. Başvuranların kaç puanla kazanıp kaybettiği bilinmezken puanların kurşunkalemle yazılması, jüride sadece iki sanatçının bulunması ve AKP’ye yakın sanatçıların saz heyetlerindeki kişilerin seçilmesi şaşkınlık yarattı…[28]
  2. v) İBBŞT yönetmenliğinden istifa edeceğini açıklayan Erhan Yazıcıoğlu, ‘Tiyatroyu tiyatrocular yönetir’ ilkesini kabul ettiremediği için istifa edeceği vurgusuyla, “Her şeye rağmen tiyatro, her şeye rağmen sanat ve kültür,”[29]diyerek; tiyatro kavramının önemsenmeyişine dayanamadığını belirtip, “Sağlığımı yitirdim. Tiyatro adına çok şeye katlandım ama artık benim ve tiyatro kavramının önemsenmemesine dayanamıyorum. Verilen sözlerin hiç değilse birinin tutulmasını bekledim. Umurlarında değil. Çok üzgünüm… Sonuna kadar ölene kadar tiyatro. Nerede olursa,”[30]diye ekledi.
  3. vi) İBBŞT oyuncusu Levent Üzümcü işten atılmasına ilişkin olarak, disiplin kurulundakilerin “Emir büyük yerden” dediklerini ifade ederken;[31]kendisini “tanımadığını” iddia eden ve İBBŞT ihraç edilmesi üzerine kendisine üstü kapalı olarak “terörist” benzetmesi yapan dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Yalçın Topçu’ya, “Yangından mal kaçırır gibi kurulmuş bir hükümetin bakanından ne bekliyoruz ki? Bu faşizmin yansıması, yarın kimse duymadım, bilmiyorum demesin. Çok yazık, düştüğümüz hâllere bakın,”[32]deyip ekledi:

“Ne ben onun cumhuruyum ne de o benim başkanım. Ben onun cumhuru değilim, onun milli iradesi ben değilim. O da benim başkanım değil. Beni kendi cumhuru olarak görmeyen bir başkan benim umrumda değil. Bu ülkenin geleceğini, umudunu içinde barındıran insanlara bangır bangır “vatan haini” dedi. Kimse kendini kandırmasın”…[33]

* * * * *

Bu zulüm karşısında sanat cephesinin örgüt ve örgütlülük meselesi devasa bir önem kazanırken; hatırlayın:

“Aşk örgütlenmektir” derdi Ece Ayhan ‘Mor Külhani’ şiirindeki bir dizesinde…

“Örgütlemek için örgütlenmeli, örgütlemek için örgütlenmeli,” diye haykırırdı Hikmet Kıvılcımlı…

Faşizm karşısında birleşemeyenler faşizmin zindanlarında buluşurlar,” diye uyarırdı hepimizi Bertolt Brecht…

Ve nihayet “Maymundan insana geçişin dik durmak”la başladığının altını özenle çizerdi Friedrich Engels…

Bunlardan “Niye söz ettim” mi?

Gayet açık değil mi? Sanat olması gereken misyonunu, şimdi örgütlü bir dik duruşla taçlandırmakla mükelleftir.

Coğrafyamızın “geleneksel” önyargılarınca olumsuzlanan örgüt kavramı, de facto örgütsüzlükten başka anlam ifade etmese de -1980 sonrasında Türk(iye) insanlarının algısına “kötü” imgesiyle yerleştirilen- örgüt, Türkçe’deki, Türkiye’deki yasaklı sözcüklerin belki de en başında gelir. Ancak bu yasak yasalarla sınırlı değildir.[34] Yasalarla başlayan yasak, bir süre sonra hukuki düzlemi aşarak, insanların bilincine de sirayet ederek nüfuz alanını genişletip derinleştirmiştir.

Öyle ki bugün sınıf bilinçli olmayan bir işçiye ya da öğrenciye örgüt sözcüğünün ne olduğunu anlatmaya çalışırken, öncelikle ne olmadığından başlamak gerekiyor: Örgüt bir “teröristler” şebekesi değildir, örgüt yalnızca toplumun belirli bir kesimiyle sınırlı bir şey değildir, toplumun her alanında örgütler vardır vb. Ancak bu açıklamaları yaptıktan ve önyargıları kırdıktan sonra, örgütün ne olduğunu açıklamak mümkün hâle gelmektedir…

Oysa ortak bir amaç uğruna, bu amacı gerçekleştirmek için eylem hâlindeki kişiler, kategoriler, kurumlardan oluşan örgüt, varlığından haberdar olanların bilinçli, özgür birlikteliğidir. Takım ve ekip çalışmasıdır. Organize olmak, insanları tek vücut hâline getirmek, çeşitlilik içinde birliği gerçekleştirmektir…

Amaçlı bir şekilde bir araya gelmiş topluluktan başka bir şey olmayan örgüt, belli amaçlara ulaşmak için insan grubunun çabalarını düzenleştirmeye yarayan belirli yapı, kural ve süreçlerin bütünüdür. Ortak bir amacı veya işi gerçekleştirmek için bir araya gelmiş kurumların veya kişilerin oluşturduğu birlik, teşekkül, teşkilattır.

İnsan(lar) ile örülmüş ağ; insan(lar)ın, belli bir aşamada, iş bölümü bağlamlı birlikteliği veya toplumsal yapılanma olarak örgütlülük, ezilenlerin var olma imkânıdır.

Mücadele veren ezilenler, ancak örgütlenerek, ekonomik üstünlüğün hukuki ve siyasi ayrıcalıklarından nemalanan azınlıkla hesaplaşabilirler; bireysel olarak sınırlı olan etkisini toplumsal bir siyasi güç hâline getirebilirler. Nihai kertede otoriteyi ve iktidarı içermeyen örgüt yoktur.

Aslı sorulursa ezilenler olarak onunla var olduğumuz örgüt her şeyimizdir; kendimizi ona katarak onunla büyür, özgürleşir, gelişiriz.

Örgüt bir bütündür; programdır, kurallar bütünüdür, kadrodur, savaşçıdır, mücadele aygıtıdır; bunların toplamıdır. Örgüt aynı zamanda bir kurumlaşmadır; kolektivizmdir; insan olmaktır; ısrardır.

Beraber hareket etme anlamında gerekli olandır. Bireyler tek başına eğer siyasi hareketlerden kopuk iseler hiçbir şey yapamazlar. Bir eylemde bile süreklilik sağlayamaz.

Yaşayan en yüce güç, en aşılmaz barikat halkın örgütüdür.

Emek toplum denkleminden hareketle emek mücadelesinin de toplumsallaşması “olmazsa olmaz”dır.

Kapitalizm sömürüyü derinleştirmeyi ve yaygınlaştırmayı nasıl ki toplumu parçalarına ayırıp tek tek bireycileşmiş, toplumsallıktan kopmuş bireyler üzerinden sağlıyorsa, kapitalizmi ve sömürüyü geriletmenin, ortadan kaldırmanın yolu da, emek-toplum diyalektiğini doğru temellere oturtmuş bir mücadele anlayışıdır.

Unutulmasın: Güncel mücadele her zaman siyasi olan sorunun, çelişkinin üzerinde yükselirken; son yıllarda sıklaşan, siyasal niteliği daha belirgin öne çıkan emek eylemleri esaslı bir dip dalgasından güç alıyor.

Sendikaları siyasallaşmaya zorlayan emek hareketi, dip dalgası güncel mücadeleyi, onun hedeflerini de belirleyecek olan güçtür.

* * * * *

“İyi de ne yapmalı, tavrımız ne olmalı” mı?

Sanatçıların ‘Devlet’le ilişkisini mümkün olduğunca kopartması gerektiğinin altını çizen Fırat Tanış’ın ifadesiyle, “Kendi gücünü ortaya koyamayan kim varsa, bu ülkenin erkekleri tarafından maalesef ezilmeye, dövülmeye mahkûm”[35] olduğunu bir an dahi unutup/ unutturmadan sanatın büyük bir tehlike ve tehditle yüz yüze olduğunun altını ısrarla çizip, yanıtlar üretmek gerek…

Ama UNESCO resmi partneri IAA/AIAP Dünya Sanat Birlikleri Dünya Başkanı seçilen Bedri Baykam’ın, “Daima sanatçıların yaşamsal haklarının korunması için çalışıp bireysel veya genel sorunları ele alıyoruz,”[36] diyen boş genellemeciliğiyle değil elbet!

Soru(n)lar karşısındaki örgüt ve örgütlülüğün somut yanıtları olmak zorundadır.

O hâlde öncelikle sanat cephesinin örgütlülüklerini; kâğıt üstünde kalan, varlık nedenine yabancılaşan, tabela örgütleri olmaktan kurtarıp, sokaklardaki mücadeleyle birleştirmek gerekiyor.

Sanat artık salonlara sığamaz ve sığmamalıdır da!

Sanat alanın tüm disiplinlerinin sadece kendi içinde değil; tüm disiplinleri arası dayanışma ve örgütleme zorunluluğu vardır.

Bu mücadele iş güvenliği, güvencesi, sağlığı alanlarından sanat üzerindeki tüm vesayetleri reddeden özgürleşmeye kadar her alanda sürdürülmelidir.

Örgütlenme ihtiyacı sadece “ekonomik iyileşme”ye indirgenemez; “özgürlük talebi” de göz ardı edilemez ve edilmemelidir de!

Çünkü egemenlerin sanat alanında bir kural hâline getirdikleri sansür ve baskılara karşı dikilmek için örgütlü mücadele bir tercihten çok zorunluluktur.

Bunu yapabilmek için sanat örgütlenmelerinin emek eksenli bir kültür sanat politikasına olan gereksinimi büyüktür.

Toplumsal kültür için kültürel yabancılaşmaya karşı mücadeleyle, emekçilerin estetik algısını geliştirip, hayatı o estetik beğeniyle bilince dönüştüren örgütleme hedeflenmeliyken; piyasa koşullarına endekslenmiş yozlaşmaya “Hayır” denmelidir.

Kaygısı, hayatı ve toplumsal gerçekliği estetize etmek olan sanatın, politik atmosferin inşa ettiği korku ve yabancılaşma iktidarına karşı durması “olmazsa olmaz”dır. Bunu yapacak gücü ise, örütlülüğünden alabilir ancak.

 

29 Mart 2016, Ankara.

N O T L A R

[*] 34. Uluslararası İzmir Tiyatro Günleri kapsamında 2 – 3 Nisan 2016 tarihinde İzmir Sanat Oditoryum Salonu’nda düzenlenen “Tiyatro ve Örgütlenme Kurultayı”na sunulan tebliğ…

[1] Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu, Çev: Fuat Sevimay, Aylak Adam Yay., 2013, s.38.

[2] Ceren Çıplak, “Orhan Gencebay: Sanat Muhalif Değildir”, Cumhuriyet Sokak, 15 Kasım 2015, s.24.

[3] Sevin Okyay, “Devrim mi, Sanat mı?”, Birgün, 7 Aralık 2015, s.15.

[4] İlham Bakır, “Modernizmin Amaçsız Sanat Söylemi”, Gündem, 27 Mayıs 2015, s.15.

[5] Metin Celal, “İyi Sanat Politikse”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2015, s.16.

[6] A. Hicri İzgören, “Bilim ve Sanat Zulme Karşıdır”, Gündem, 21 Ocak 2016, s.15.

[7] “Beni şaşırtan, toplumumuzda sanatın bireylere ya da hayata değil de yalnızca nesnelere ilişkin birşey durumuna gelmesi. Sanatın yalnızca sanatçı denilen uzmanlar tarafından gerçekleştirilen bir uzmanlık dalına dönüşmesi. Neden her kişi kendi hayatını bir sanat yapıtına dönüştürmesin? Neden şu ev ya da lamba bir sanat yapıtı olsun da benim hayatım olmasın?” (Michel Foucault.)

[8] Elif Ergu, “Sanat Nefes Aldırıyor”, Hürriyet, 4 Ekim 2015, s.10.

[9] Beral Marda, “Direniş, İşbirliği ve Dayanışma Zamanı”, Cumhuriyet, 10 Aralık 2015, s.14.

[10] Burak Abatay, “İlkay Akaya: ‘Hayat’ Üzerine Birkaç Söz”, Birgün, 6 Ağustos 2015, s.15.

[11] Rahmi Öğdül, “Sanat Cinayettir, Ülke Cinayet Mahalli”, Birgün, 25 Aralık 2015, s.15.

[12] Ceren Çıplak, “Ali Poyrazoğlu: Her Gün 1 Nisan Gibi Ama Şakalar Biraz Ağır”, Cumhuriyet Sokak, 27 Mart 2016, s.18.

[13] “Bütün yeryüzündeki hâkim sınıfların kaçınılmaz olarak sarıldıkları bir slogan var: ‘Tiyatro öldü’. Evet, gerçekten tiyatro öldü. O dönüşümünü yapıp, Brecht olayı ortaya çıktıktan sonra gerçekten öldü. Ama anlaşılması gereken şu ki onlar tiyatro ölsün istiyordular zaten. Çağın tiyatrosu yeni doğdu. Emekliyor, bocalıyor, ama nitelik olarak kesin farklı, canlı, gürbüz yaşıyor. Tiyatro kapitalizmin ürünü bir sanat değil, sanayiye bağlı değil. Dolayısıyla hâkim sınıfların tekelinde kalmak zorunluğu yoktur. Tiyatroda devrim estetiği doğduğu zaman hâkim sınıflar tiyatroyu bütün güçleriyle engellemeye çalışıyorlar. Bu yüzden el birliği ile ve koro hâlinde ‘tiyatro öldü’ diyorlar…” (Vasıf Öngeren, Militan Dergisi, 1975.)

[14] Umut Erdem, “… ‘Kanlı Nigar’ Konuştu Müsteşar İsen Dinledi”, Hürriyet, 12 Aralık 2006… http://www.hurriyet.com.tr/kanli-nigar-konustu-mustesar-isen-dinledi-5596231

[15] Haluk Bilginer, “Tiyatro kalıcı değildir buza yazı yazmak gibidir derler ya ben de tam tersini söylüyorum, en kalıcısıdır. Yani elinde somut bir şey yoktur resim gibi, film gibi ama anı vardır anı. 30 yıl bile unutmazsınız. İlk öpüşmenizi unutmanız mümkün mü? Fotoğrafı var mı yanınızda ilk öpüşmenizin? Yok. Peki neden unutmuyorsunuz çünkü bir anıdır sizin için. Tiyatro da böyledir. Tiyatro bunu yapabildiği zaman ne mutlu tiyatrocuya da seyirciye de. Belki diğer sanat dalları gibi elinizde somut bir şey yoktur ama daha insanca bir şey vardır. Anı vardır. Bu 30-40-50 yıl gitmez kafanızdan,” der.

[16] Kardeşinin bir tiyatro eseri yazmakta olduğunu haber alan Çehov ona şu öğütleri verir: “Orijinal, elden geldiğince de zeki olmaya çalış. Ama aptal görünmekten de korkma! Tiyatroda elden geldiğince özgür düşünmek gerek. Tiyatroda özgür düşünenler, saçma sapan şeyler yazmaktan korkmayanlardır. Bu arada şunu da söyleyeyim ki, aşk ilanlarının, karı koca aldatmalarının, öksüz gözyaşlarının hatta her çeşit gözyaşının çoktan modası geçti. Eserinin entriği olmasa da olur, yeter ki konu yeni olsun. Süslü sözlerden kaçın! Dil güzel ve yalın olmalıdır. Burunları kızarmış emekli kaptanlar, alkolik gazete muhabirleri, aç yazarlar, veremli kadınlar, ceplerinde beş parası olmayan dürüst gençler, evde kalmış namuslu kızlar, iyi yürekli dadılar… Bütün bunlar çok yazıldı. Artık bunları bir kenara atmalı…” (Anton Pavloviç Çehov, Küçük Köpekli Kadın, Çev: Hasan Ali Ediz, Altın Kitaplar, 1971.)

[17] Peter Brook, Açık Kapı, YKY, 2004, s.55.

[18] Ali Bulunmaz, “Camüs’nün Tiyatrosu”, Cumhuriyet Kitap, No: 1308, 12 Mart 2015, s.8-9.

[19] Ezgi Çelik, “Alican Yücesoy Nasıl Bir Tiyatro İstediğini Anlattı: Devlet Yönetmesin!”, Birgün, 10 Mayıs 2015, s.10.

[20] Mustafa Kemal Coşkun, “Sınıf Kültürü mü Kültürlü Sınıf mı?”, Evrensel Pazar, 9 Ekim 2014, s.10.

[21] Fikri Sağlar, “Kültürel Baskı Topluma Zulümdür”, Birgün, 3 Mart 2016, s.8.

[22] Melis Alphan, “… ‘Sus’ Deyince Susmayanlar”, Hürriyet, 31 Ağustos 2015, s.6.

[23] Rıza Özel, “Kültür ve Turizm Bakanı Yalçın Topçu: Şaraplı Minderli Konsere İzin Vermem”, Hürriyet, 2 Eylül 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29965912.asp

[24] “Saray Yenilecek, Sanat Kazanacak”, Gündem, 24 Ekim 2015, s.15.

[25] Selda Güneysu, “27 Mart’ta Tiyatro’ya Engel”, Cumhuriyet, 28 Mart 2016, s.17.

[26] Ceren Çıplak, “Şehir Tiyatroları’nda Skandal: 100 Yıllık Arşiv Talan Edilmiş”, Cumhuriyet, 24 Aralık 2014, s.15.

[27] Umut Erdem, “Aspendos’a ‘Akraba’ Çıkarması”, Hürriyet, 4 Eylül 2015, s.4.

[28] Miyase İlknur, “Saray’ın Sazına TRT’de Kadro”, Cumhuriyet, 4 Eylül 2015, s.2.

[29] Ezgi Görgü, “Erhan Yazıcıoğlu: Verilen Sözler Tutulmalı”, Evrensel, 2 Aralık 2015, s.12.

[30] Ceren Çıplak, “Erhan Yazıcıoğlu ve Ekibi İstifa Ediyor”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2015, s.19.

[31] Ceren Çıplak, “Emir Büyük Yerden Geldi!”, Cumhuriyet, 26 Ağustos 2015, s.17.

[32] Selda Güneysu, “Bakanın Tavrı Faşizmin Yansıması”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2015, s.6.

[33] Ceren Çıplak, “Üzümcü: Ne Ben Onun Cumhuruyum, Ne de O Benim Başkanım”, Cumhuriyet, 27 Ağustos 2015, s.17.

[34] TCK’nın 220 maddesinden düzenlenmiş olan “suç”tur örgüt. Mevcudiyeti pek çok suçta da ağırlaştırıcı neden olarak öngörülmüştür. Bunun için: -En az 3 kişi olmalı -Bu birliktelik sürekli olmalı -Bu teşekkülde hiyerarşik yapı ve işbölümü olmalıdır.

[35] Ceren Çıplak, “Tanış: Kültürün Bakanlığı mı Olur?”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2015, s.2.

[36] Fisun Yalçınkaya, “Bedri Baykam: Sanatçı Hakları İçin Çalışıyoruz”, Milliyet, 27 Kasım 2015, s.6.

 

Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler*

Dolayısıyla olan, olması gereken değildi. Teorik olarak bir kurumun üniversite tanımına uygun olabilmesi, o tanımı hak edebilmesi için, devlet ve sermaye karşısında özerk olması gerekir. Özerklik vazgeçilmezdir ama bir başına amaç değildir. Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma özgürlüğünün güvencesi/garantisi/koruyucusu olduğu için son derecede önemlidir. Zira, bilimsel-entellektüel-estetik etkinlik, ifade özgürlüğünün/düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir. İkincisi, üniversitenin kendine mahsus bir ‘üslûbu’, bir ‘tarzı’ olması gerekir. Şundan dolayı ki, “öğretme” etkinliği özellik arz eder. Öğretmenlik herhangi bir meslekten farklıdır. Öğretmenin öğretmeyi sevmesi gerekir, öğrenciyi sevmesi gerekir, bu iki koşul yoksa öğretmenin adı vardır ama kendi yoktur. Fakat, öğretmenin öğretmeyi sevmesi için kendisinin de bizzat öğrenmeyi sevmesi gerekir. Öğrenmeyi sevmeyen öğretmen sayılmaz! Dolayısıyla öğretmenlik, herhangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. O diğer devlet memurlardan veya başka bir meslek erbabından farklı olmak zorundadır. Öğretmenlik sadece ekmek parası kazanılan bir meslek değildir. Elbette öğretmenin de karnı doymak zorunda, geçimini sağlamak zorunda ama o diğerlerinden farklı bir ‘özelliğe’ sahiptir.

Öğretmen için geçerli olan bu koşul, üniversite üyesi için daha da geçerlidir. Teorik olarak üniversite üyesi başka yerde iş bulamadığı için, tesadüfen oraya savrulmuş biri olamaz… Sivil savunmada memur, avukat, hekim, bankada müfettiş, bir şirkette yönetici, değilse üniversitede öğretim üyesi… olamaz, olmaması gerekir. Zira üniversite üyesinin diğerlerinden farklı olarak, etik- entellektüel- bilimsel- estetik, kaygılar taşıyor olması, tecessüs sahibi olması, şeylerin gerçeğine nüfûz etme arzusu ve kaygısı taşıması, yaptığı işi sadece bir karın doyurma, bir geçim vasıtası olarak görmemesi gerekir. Başka türlü söylersek, üniversitenin, diğerleri gibi bir kurum olmaması gerekir. ‘Ayrıksı’, ‘özel’ bir ‘niteliğe’ sahip olması gerekir. Dolayısıyla, kendine mahsus bir tarzı, üslubu ve geleneği olması gerekir derken kast edilen bu… Üçüncüsü, üniversitenin kendini savunabilmesi gerekir. Tabii kendine mahsus yöntem ve araçlarla. Mesela Amerikancı askeri cunta YÖK’ü dayatmak üzere harekete geçtiğinde, üniversite üyeleri, öğrencileri, üniversite personelini ve mümkünse kamuoyunun da desteğini alarak saldırıya karşı çıkabilseydi: “Biz üniversite üyeleri olarak, varlığımıza yönelik bu düzenlemeyi, bu saldırıyı kabul edemeyiz, akademinin bir askeri kışla haline getirilmesini kabul edemeyiz” deselerdi. Bilim namusunun ve entellektüel dürüstlüğün gereği olan tavrı ortaya koyabilselerdi, YÖK saldırısı püskürtülebilirdi. Değilse bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Nitekim, üniversitenin böyle bir karşı hamlesi karşısında cunta iki şey yapabilirdi: üniversiteleri kapatmak veya geri adım atmak… Fakat, üniversiteyi kapatmak, sadece orada okuyan birkaç yüz bin öğrenciyi angaje etmez… Onların aileleri var, akrabaları var, yakınları var… Sadece birkaç yüz bin kişi söz konusu değildir. Üniversiteyi kapatmak, oldukça geniş bir kitleyi karşısına almaktır!  Lâkin hiç de öyle olmadı. Dönemin rektörleri ve akademi başkanları Cunta şefinin karşısında esas duruşa geçtiler, Şefe fahri doktora (honoris causa) unvanı bile verdiler… Üniversite üyeleri de meslektaşlarını cuntaya ihbar ettiler… Geçtiğimiz aylarda ‘barış için akademisyenler bildirisi’ sonrasında üniversite yönetimlerinin ve meslektaşlarının tavrına bakılırsa, maalesef ‘garp cephesinde yeni bir şey yok’. Ve nihayet dördüncüsü de, üniversite dahilinde yapılanların, toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşmesi, kavuşması gerekir. Zira, toplumdaki özgürlük mücadelesine yabancılaşmış bir kurum, bir gericilik yuvası olmanın ötesine geçemez…

İşte bir kurumun üniversite adını hak edebilmesi için, vazgeçilmez, olmazsa olmaz  koşullar bunlardır. Dolayısıyla, bir binanın ön cephesine üniversite yazıldı diye orası üniversite olmaz… Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir

Bugünkü üniversitelerin ataları XI. yüzyıldan başlayarak Batı Avrupa’da ortaya çıktı. İşte ilk kurulanlardan biri, İtalya’da (1088) Bolonya Üniversitesi’ydi. Onu Paris’te Sorbonne izledi (1215), İngiltere’de Oxford (1243), Cambridge (1284), Almanya’da Heidelberg (1386), Köln (1388), Tubingen (1388)… Bu üniversitelerin tarih sahnesine çıktıkları dönem, Batı Avrupa’da kentlerin, (kent devletlerinin) ortaya çıktığı, meta ilişkilerinin ve ticaretin gelişmeye başladığı bir dönemdi. Söz konusu üniversiteler Kilise dahilinde faaliyet gösteriyorlardı ve esas itibariyle de Orta Çağ tarım toplumlarının dine dayalı egemen ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği kurumlardı. Bizde Batı’dakine benzer ilk üniversite Darülfünun adıyla 1863’de kuruldu. Birkaç defa kapanmak zorunda kaldı ve 1933 yılında bir reform geçirdi. Bugün 114’ü devlet, 76’sı özel olmak üzere, kapısında üniversite yazılı olan 190 kadar üniversite var…

Başlarda üniversitelerin işlevi esas itibariyle ideolojikti. Kurulu düzeni meşrulaştırmanın araçlarıydı. Rönesans, Reform, Aydınlanma, İngiliz Sanayi Devrimi ve Büyük Fransız Devrimi sonrasında, kapitalizmin egemen üretim tarzı haline gelmesiyle reforme edildi, dönüştürüldü ve/veya yenileri kuruldu. Hem ideolojik referansları ve hem de işlevleri değişti. Artık sadece egemen ideolojinin üretildiği kurumlar değillerdi. Bundan böyle yeni egemen sınıfın, kapitalist sınıfın, yükselen sanayinin ihtiyacı olan ‘yetişkin’ iş gücünü de yetiştireceklerdi. Neoliberal küreselleşmeyle birlikte bir eşik daha aşılmış görünüyor. Şimdilerde üniversiteler bildik birer kapitalist işletmeye, ticari işletmeye dönüşmekteler… Artık “özel teşebbüs üniversiteleri” çağındayız… Eğitim programları, ders müfredatları piyasanın ihtiyaçlarıyla uyumlandırılıyor!  Sermaye birikimine, kâra endeksli olmayan, insanı, toplumu, dünyayı anlamaya yarayan disiplinler (dersler) müfredat dışına atılıyor. Öyle ya, felsefe okutmanın ne alemi var! Temel bilimler, tarih, sosyoloji, antropoloji, gibi dersler de kârı artırmaya, sömürüyü ve yağmayı büyütmeye yaramadığına göre… Bundan sonra üniversitede artık sadece ‘faydalı bilgilerin’, ‘işe yarayan’ bilgilerin öğretilmesine izin verilecek! Hangi bilginin ‘faydalı’, ‘işe yarar’  olduğuna da ‘kutsal piyasa’ kadar vermek şartıyla… Bizdeki özel üniversiteler özel dersanelerin devamıdır. Özel dersaneler sınav ticareti, özel üniversitelerde de diploma ticareti yapılıyor… Tabii haklarını da yememek gerekir. Kutsal devleti meşrulaştırma işini de elden bırakmış değiller… Bunların tipik kapitalist işletmelerden pek bir farkı yok… Zira orada etik, bilimsel, entellektüel, estetik, filozofik, evrensel… kaygıların esamesi okunmaz. Gerçek durum böyle ama burunlarından da kıl aldırmazlar…

“Kutsal devlet” üniversiteye karşı

Türkiye’de üniversiteler hiçbir zaman üniversite tanımına uygun kurumlar olmadılar. “Kutsal Devlet” anlayışı ve bağnaz, köşeli, boğucu bir resmi ideoloji geçerliyken, özerk kafaların, özerk kurumların yaşamasına  izin verilmezdi ve verilmedi. Bizde üniversite denilen kurumlar, resmi ideolojiyi en çok içselleştirmiş kurumlardan biridir. Orada özgür düşünce ve radikal eleştiri en büyük düşman sayılır, lânetlenir ve cezalandırılır… Aslında bizdeki üniversiteler lisenin, orta dereceli eğitimin doğrudan devamıdırlar. Bir farkla: Öğrencilere bir “uzmanlık” kazandırıyorlar. Elbette bu gereklidir ama yeterli değildir. Orada verilen eğitim, sadece rejimin, egemenlik sisteminin ihtiyacı olana odaklanmıştır. Sömürü düzenini yeniden üretme işlevine koşulmuştur. Rejimi sorgulamak yasaklanmıştır. Rejimi, ideolojiyi sorgulamaya cüret edenler, devlet düşmanı ilan edilirler ve “hak ettikleri” cezaya çarptırılırlar. “Paradigmanın İflası” adlı kitabım yayımlandıktan 15 gün sonra soruşturma açıldı. Avukatım savcıya: “Bu kitabın yazarı bir akademisyendir, bir üniversite üyesidir, burada yapılan Türkiye’nin 90-100 yıllık döneminin  bilimsel tahlilidir, dolayısıyla bu kitabı ‘bölücü terör propagandası sayıp Terörle Mücadele Yasası dahilinde yargılayamazsınız.” diyor. Savcı kendinden gayet emin: “Yağma yok! Hem devletin ekmeğini yiyeceksin ve hem de devleti yıkmaya çalışacaksın, öyle şey olmaz diyor.” diyor! Aslında bu, dava açıldığı anda ceza da kesinleşmiş demeye gelir… Bu işin TC cephesini angaje eden yanı… Ceza Yargıtay’da onaylanıp kesinleşince, cezaevi yolu görününce, araştırma görevlilerimizden ikisi, kısa bir bildiri yazıp, imzaya açıyorlar, kapısını çaldıkları hocalardan biri: “Ben bu bildiriye imza atmam.” diyor. “Neden?” dediklerinde: “Devlet ceza verdiğine göre demek ki, bir bildiği var!” diyor… Bu da işin Akademiyi angaje eden yanı..   Netice itibariyle üniversite üyeleri ve devlet karşılıklı olarak birbirlerini üretiyorlar. Eleştirinin olmadığı, özgür düşüncenin olmadığı, farklı düşünenin hain, muhalifin düşman sayıldığı yerde, üniversiteden söz edilemez. Dolayısıyla “reel üniversite” tevatür edilenden çok farklıdır…

Gerçi Türkiye’de kelimenin gerçek anlamında üniversite olmadı ama her zaman sayıları az da olsa üniversiteye yakışan hocalar, üniversite üyeleri vardı bugün de var… Bilim namusuna, entellektüel dürüstlüğe sahip olan, söylediklerinin arkasında sonuna kadar duran öğretim üyelerinin başına nasıl çorap örüldüğü de ilgili herkesin malumudur… Tabii özgür düşüncenin, özgür yaratıcılığın, eleştirel düşüncenin iflah olmaz düşmanı olan bu rejimin, en büyük yazarlarına, sanatçılarına, şairlerine, düşünce adamlarına, üniversite üyelerine, gazetecilerine…  nasıl bir muameleyi reva gördüğü de bir sır değil! Eğer üniversite, üniversite olsaydı, üniversite üyeleri bilim namusunun ve entellektüel dürüstlüğün gereğini yapsaydı, YÖK gibi bir ucube var olabilir ve 34 yıl yerinde kalabilir miydi? Üniversite üyeleri ‘ortalama bir memur kafası’ taşımasalar, kendi varlık nedenine yönelen saldırının karşısında durmayı başarsalardı, bugünkü kepazelik mümkün olur muydu? Sınırlı bir istisna dışındaki üniversite üyeleri ‘devletimiz gibi, devletimizin istediği gibi’ düşünürler… Eğer adına layık gerçek bir üniversite olabilseydi, toplum bugünkü sefil hallerde olur muydu? Elbette bir belirleyicilik ilişkisi var… Nitekim devlet ve toplum böyle olduğu için de biraz üniversite ve diğer kurumlar böyle… Aslında düşünce özgürlüğü hayati öneme sahiptir. Zira, özgür düşüncenin, özgür eleştirinin, özgür yaratıcılığın yasaklandığı bir toplum, kendisi hakkında düşünme yeteneğini kaybeder, önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker.  Bu yüzden boşuna özgür düşünce, ifade özgürlüğü, eleştirel düşünce hayatî öneme sahiptir denmiyor!

Devletten ve sermayeden bağımsız, halk üniversitelerini, ezilen halkların-sömürülen sınıfların, “büyük insanlığın’  üniversitelerini kurmak hem mümkün ve hem de gereklidir.

Eğer mevcut üniversiteler devletin ve sermayenin hizmetinde birer gericilik yuvalarına, tuhaf ticarethanelere dönüşmüşse, insanların bilincini köreltmenin, köleleştirmenin ve kâr etmenin araçları haline getirilmişlerse, bu durum karşısında eli-kolu bağlı kalmak, “sayın seyirciliğe” devam etmek mi gerekiyor? Neden hayatî öneme sahip bu ‘alan’ sermayeye ve onun devletine bırakılsın? Birer gericilik yuvaları olmalarına izin verilsin? Fakat bir şeyi başarmak için önce onu akıl etmek, gündeme almak, iş edinmek, farkındalık gerekir. Zira bu gün Türkiye’deki bilimsel-entellektüel birikim, devletten ve sermayeden bağımsız (özerk değil, tam bağımsız) eğitim kurumları, tartışma odakları, enstitüler, okullar, adı ne olursa olsun, ‘gerçek üniversite’ tanımına uygun, dinamik, canlı, toplumun gerçek anlamda politikleşmesinin ve özgürleşmesinin önünü açacak kurumlar oluşturmak için yeterlidir. Bütün mesele o potansiyeli harekete geçirip, geçirememekle ilgilidir.  Meramımızı daha iyi anlatmak için, Özgür Üniversite’nin [Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı’nın] kuruluş bildirgesinden bir alıntı yapalım:

“İnsanlık ve uygarlık böyle bir döneme girmişken, eleştirel bilgi ve düşünce her zamankinden daha büyük gereksinim haline geliyor. Bilimin ve entelektüel yaratıcılığın artık emperyalist sermayenin, komprador burjuvazinin bilgi tacirlerinin ve “neoliberal aydın” bozuntularının sultasından kurtarılmaya ihtiyacı var. Tüm kamusal alanları ve eğitimi metalaştıran, özel yaşama alanlarını da atomize eden kapitalist ideolojik hegemonyaya karşı bayrak açılmadan, ne bilimsel bilgi üretilebilir ne de emekçi sınıfların ideolojik köleliği aşmasının önündeki engeller ortadan kaldırılabilir. Tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin toplumsal kurtuluş ve özgürleşme projelerinin de yaratıcı bir tarzda yeniden üretilmeye ihtiyacı vardır.

İşte Türkiye ve Ortadoğu Forumu böyle bir tespitten yola çıkıyor ve eleştirel bilgiyi emekçi kitlelerin hizmetine sunmanın gerekli ve mümkün olduğunu ilan ediyor. Emekçilerin devletten ve sermayeden bağımsız, eğitim kurumları ve ideolojik müdahale araçları oluşturmaları gerçek bilimin ve eleştirel düşüncenin de bir gereğidir. Zira, gerçeğe ihtiyacı olanlar da, bilime ihtiyacı olanlar da, onlardır ve “Devrimci olan da sadece gerçeğin kendisidir.”. Sermayenin küresel saldırısından zarar görenler aynı zamanda bilimsel bilgiye ihtiyacı olanlardır. Ve bu coğrafyada ezilen halkların özgürleşme çabası ve onların anti-emperyalist mücadelesi, dayatılan karanlığı ve gericiliği püskürtebilecek potansiyele sahiptir. Geriye potansiyeli bilince çıkarmak, olanaklarını araştırmak kalıyor. Zaten Türkiye ve Ortadoğu Forumu ve Özgür Üniversite’nin varlık nedeni de budur.

Forum ve Özgür Üniversite, eleştirel bilimsel bilginin, (zira eleştirel değilse bilim de değildir) yönetilenler, sömürülenler ve ezilen halklar yararına yeniden üretebileceğini kanıtlama iddiasıyla ortaya çıkıyor. Ve işçilerin, işsizlerin, yoksulların, sermaye düzeni tarafından dışlanmışların, kimlikleri bastırılmış halkların, onurlu aydınların ortak çabalarıyla, kendi bilim kurumlarını, kendi “organik aydınlarını” eğitim süreçlerini, kendi dillerini, bilimsel yöntem ve araçlarını, üniversitelerini, tartışma kültürlerini, enstitülerini, yazar ve araştırmacılarını, düşünürlerini yaratabilecek potansiyele fazlasıyla sahip oldukları inancıyla yola çıkıyor.”

İşte bütün mesele bu! Bütün mesele haysiyetli insanlar olarak yaşama iradesini ortaya koyacak mıyız, öyle bir şeye cüret edecek miyiz, yoksa, itilip-kakılmaya, aşağılanmaya, bize dayatılan kepazeliğe razı mı olacağız?!

Özgür Üniversite devletten ve sermayeden tam bağımsız bir üniversitenin mümkün olduğunu kanıtladı…

Özgür Üniversite sorunlara, şeylere, ezilen ve sömürülen sınıflar tarafından bakmanın, devletten ve sermayeden tam bağımsız bir üniversitenin mümkün olduğunu gösterdi. Özgür Üniversite özerk değil, tam bağımsızdır. Hiçbir yerle, hiçbir güçle, hiçbir iktidar odağıyla bir bağımlılık ilişkisi içinde değildir. Neyi nasıl yapacağına kendi karar verir. Ders programını oluştururken hiçbir odağı dikkate alması gerekmiyor. Fakat Türkiye’deki ilerici-sol muhalefet, Özgür Üniversite’nin işlevini kavramakta yetersiz kaldı. Türkiye ve Ortadoğu Doğu Forumunu, Özgür Üniversite’yi bir ‘politik fraksiyon’ gibi görme eğilimindeydiler. Oysa Özgür Üniversite’nin misyonu ve varlık nedeni tartışma açmak, sorunları tartışılabilir ve anlaşılabilir kılmak, bilinç alanına müdahale etmektir. Aksi halde biz de pekâlâ  bir fraksiyon, diğerleri gibi bir ‘politik örgüt’ kurabilir ve onlarla “yarışa girebilirdik!”. Aslında Özgür Üniversite hakkında böyle bir algının varlığı, solun bilimsel-entelektüel faaliyeti küçümsemesinin sonucudur ki, eleştirel teorik bilginin küçümsendiği yerde devrimcilik taslamak beyhudedir… Zira entelektüel etkinliği, teorik yaratıcılığı küçümseyen bir sol muhalefet olamaz. Dünyayı anlamadan onu değiştirmek mümkün değildir ve bu yüzden “Anlamak aşmaktır.” denmiştir…

Fakat Türkiye’de sola musallat olmuş tuhaf bir aymazlık var: “Artık söylenmesi gereken her şeyin söylendiği, dolayısıyla geriye bu düzeni değiştirmek kaldığı” şeklinde köklü bir anlayış geçerli… Başka türlü söylersek “Anlama işi tamam, şimdi sıra dönüştürmekte.”… Bu kafayla sürekli yerinde saymak, patinaj yapmak kaçınılmazdır. Toplumu anlamadan onu nasıl değiştireceksiniz?.. Aslında bizde solun böyle bir tavır ve anlayışa sahip olmasının da bir nedeni var: Okumayı, araştırmayı, tartışmayı önemsemiyor, sevmiyor, öyle bir zahmete katlanmaya  pek niyetli değil…  Söylenmiş olanı tekrarlamakla bu dünyayı nasıl değiştireceksiniz? Kulaktan dolma bilgilerle realiteyi değiştirmek mümkün müdür?

Özgür Üniversite kurulduğu günden beri sadece gönüllülüğe dayandı. Orada ders veren, konferans veren, yazan, çeviri yapan… her ne surette olursa olsun, katkı sunan değerli dostlarımız o işi gönüllü yaptılar, yaptıklanının maddi bir karşılığı yoktu. Kaldi ki, zaten ‘Kuruluş Bildirgesinde’ de “parayla bilim ve sanat olmaz” yazılıdır… Dolayısıyla Özgür Üniversite bilimsel-entelektüel-estetik etkinliği meta ilişkileri, meta kategorileri dışında, müşterekler alanında gerçekleştirmenin mümkün olduğunu göstermiş bulunuyor. Velhasıl elimizin armut toplamayabileceğini gösterdi… Bu vesileyle bunca zamanda Özgür Üniversite’ye emeği geçen herkese minnet ve şükranlarımı sunuyorum. Netice itibariyle şeylerin seyrine müdahale etmek, güce meydan okumak bizim irademizi aşan bir şey değildir…

 

* Mesele dergisinin Nisan 2016 sayısında yayınlanmıştır…

Çağdaş emperyalizm*

Yirminci yüzyıldan dersler

Rusya’da Lenin, Buharin, Stalin ve Troçki’nin yanı sıra Çin’de Mao, Zhou Enlai ve Den Xiaoping yirminci yüzyılın iki büyük devriminin tarihini şekillendirdiler.(1) Devrimci komünist partilerin ve sonrasında da devrimci ülkelerin liderleri olarak, çevresel kapitalizm ülkelerinde muzaffer bir devrimin karşı karşıya olduğu sorunlarla yüzleştiler ve İkinci Enternasyonal’in tarihsel Marksizm’inden miras kalan tezleri “revize etmek” (birçokları için kutsala hakaret anlamına gelen bu kavramı bilinçli olarak kullanıyorum) zorunda kaldılar. Lenin ve Buharin, tekelci kapitalizm ve emperyalizm analizlerinde Hobson ve Hilferding’den çok daha ileri gittiler ve şu temel sonuca ulaştılar (tek değilseler bile bunu öngören çok az sayıdaki insan arasındaydılar): 1914-1918 arasındaki emperyalist savaş proletarya öncülüğündeki bir devrimi gerekli ve mümkün hale getirmiştir.

Geriye dönüp bakarak, burada analizlerindeki sınırlılıkları göstereceğim. Lenin ve Buharin, emperyalizmi kapitalizmin – tekellerin gelişimi ile bağlantılı – yeni bir (en yüksek) aşaması olarak değerlendirdiler. Bu tezi sorguluyorum ve tarihsel kapitalizmin, kökenlerinden (16. yüzyıl) beri merkezlerle çevreler arasında, daha sonraki küreselleşme sürecinde yalnızca artmış olan bir kutuplaşmaya yol açması itibariyle, daima emperyalist olduğunu ileri sürüyorum. On dokuzuncu yüzyıl tekelci dönem öncesi sistem, daha az emperyalist değildi. Büyük Britanya hegemonyasını tam da Hindistan üzerindeki sömürgeci tahakkümü sayesinde elde etti ve korudu. Lenin ve Buharin, Rusya’da (“zayıf halka”) başlayan devrimin, merkezlerde (özel olarak da Almanya’da) devam edeceğini düşündüler. Umutları, emperyalist kutuplaşmanın merkezlerde devrimci beklentileri yok edecek olan etkilerini hafife almalarına dayanıyordu.

Yine de Lenin ve hatta daha büyük ölçüde Buharin, gereken tarihsel dersi hızla öğrendiler. Sosyalizm (ve komünizm) adına gerçekleştirilen devrim, aslında başka bir şeydi: esas olarak bir köylü devrimi. Öyleyse ne yapmalı? Köylülük sosyalizmin inşası ile nasıl ilişkilendirilebilir? Piyasaya tavizler vererek ve yeni edinilen köylü mülküne saygı göstererek, böylelikle sosyalizme yavaş yavaş ilerleyerek mi? Yeni Ekonomik Plan (NEP) bu stratejiyi uyguladı.

Evet ama… Lenin, Buharin ve Stalin emperyalist güçlerin Devrimi ve hatta NEP’i asla kabul etmeyeceğini de anlıyorlardı. Müdahaleler üzerinden yürüyen sıcak savaşların ardından soğuk savaş 1920’den 1990’a dek kalıcı hale gelecekti.(2) Sovyet Rusya, sosyalizmi inşa edebilmekten uzak olmasına rağmen, emperyalizmin, hâkimi olduğu dünya sisteminin tüm çevrelerine daima dayatmak istediği deli gömleğinden kendisini kurtarabilmişti. Gerçekten de, Sovyet Rusya bağlantısızdı. Peki şimdi ne yapılacaktı? Gerekirse tavizler vererek ve uluslararası arenada fazla aktif şekilde müdahale etmekten kaçınarak barış içinde bir arada yaşamı zorlama girişimi mi? Ancak aynı zamanda, yeni ve kaçınılmaz saldırılara karşı koyabilmek için silahlanmak da gerekliydi. Ve bu, en nihayetinde köylülüğün çıkarları ile çatışacak ve dolayısıyla işçi-köylü ittifakını, yani devrimci devletin temelini bozma tehdidini ortaya çıkaracak hızlı sanayileşme anlamına geliyordu.

Öyleyse, Lenin, Buharin ve Stalin’in kaçamaklı sözlerini anlamak mümkün. Teorik açıdan, bir uçtan diğerine U dönüşleri yaşandı. Bazen erken Marksizm’in aşamalı yaklaşımından (önce burjuva demokratik devrim, sonra sosyalist devrim) esinlenilen determinist bir tutum hakim oldu, bazen de iradeci bir yaklaşım (politik eylem aşamaları atlamayı mümkün kılacaktı). En nihayetinde, 1930-1933 arasında, Stalin hızlı sanayileşmeyi ve silahlanmayı seçti (ve bu tercih faşizmin yükselişi ile ilgisiz değildi). Bu tercihin bedeli kolektivizasyon oldu. Burada tekrardan, hızla bir fikre varmaktan kaçınmalıyız. O dönemin tüm sosyalistleri (hatta daha da fazla kapitalistleri), Kaustky’nin bu noktadaki analizlerini paylaşıyordu ve geleceğin büyük çaplı tarıma bağlı olduğuna iknaydılar.(3) Devrimci demokrasinin terk edilmesinin ve otokratik dönüşün arkasında, işçi-köylü ittifakında bir kırılma demek olan bu tercih yatmaktadır.

Benim görüşüme göre, bu konuda Troçki de daha iyisini yapamayacaktı. Troçki’nin Kronstadt denizcilerinin ayaklanmasına yönelik tutumu ve sonraki kaçamak sözleri, hükümetteki diğer Bolşevik liderlerden farklı olmadığını gösteriyor. Ancak 1927 sonrasında, sürgünde yaşarken ve artık Sovyet devletini yönetme sorumluluğu yokken, sosyalizmin kutsal ilkelerini sonsuzca tekrar etmenin keyfini sürebildi. Gerçeğe dönüştürme konusunda ne kadar etkili olunduğundan kaygı duymadan ilkelere olan bağlılıklarını ileri sürme lüksüne sahip birçok akademik Marksist gibi oldu.(4)

Çinli komünistler devrim sahnesinde daha sonra belirdiler. Mao Bolşeviklerin kelime oyunlarından öğrenebilmişti. Çin de Sovyet Rusya ile aynı sorunlarla yüz yüze kaldı: geri bir ülkede devrim, köylülüğün devrimci dönüşüme dâhil edilmesi gerekliliği ve emperyalist güçlerin düşmanlığı. Ancak Mao Lenin, Buharin ve Stalin’den çok daha net şekilde görebildi. Evet, Çin devrimi antiemperyalist ve köylü devrimi (anti-feodal devrim) idi. Ancak burjuva demokratik bir devrim değildi; demokratik halk devrimiydi. Bu fark önemli: ikinci devrim tipi işçi-köylü ittifakının uzun vadede sürdürülmesini gerektirir. Çin bu nedenle zorla kolektifleştirme gibi ölümcül bir hatadan kaçınabildi ve başka bir yol buldu: tüm tarım topraklarını devlet mülkiyeti yapmak, köylülüğe bu toprağa eşit erişim sağlamak ve aile tarımını yenilemek.(5)

İki devrim de istikrara ulaşma konusunda zorlandı çünkü sosyalist bir perspektifte olma ile kapitalizme tavizler verme arasında denge kurmak zorundaydılar. Bu iki eğilimden hangisi üstün geldi? Bu devrimler, Troçki’nin kavramını kullanırsak, ancak kendi “Termidor”larından(I) sonra istikrara ulaştılar. Peki, Rusya’nın Termidor’u ne zamandı? Troçki’nin söylediği gibi1930’da mı? Yoksa 1920’lerde, NEP ile birlikte mi? Ya da Brejnev döneminin buzul çağı mıydı? Ve Çin’de, Mao Termidor’u 1950’den itibaren mi seçti? Yoksa Deng Xiaoping’in 1980 Termidor konuşmasına kadar beklemeli miyiz?

Fransız Devrimi’nin derslerine göndermeler yapılması tesadüf değil. Modern çağın üç büyük devrimi (Fransız, Rus ve Çin), tam da anın acil gerekliliklerinin ötesine baktıkları için büyükler. Ulusal Konvansiyon’da(II) Robespierre liderliğindeki Dağlılar (Montagnardlar) grubunun yükselişi ile birlikte, Fransız Devrimi hem halkta hem de burjuva nezdinde güçlendi; tıpkı, (yenilgiyi bertaraf etme gerekliliği yüzünden gündemlerinde olmasa bile komünizme kadar tüm yolu gitme çabasında olan) Rus ve Çin Devrimlerinin sonraki dönemde daha da ileriye gitme görüşünü sürdürmesi gibi. Termidor Restorasyon(III) değildir. Restorasyon Fransa’da Napolyon’la değil, ancak 1815’te başlayarak gerçekleşmiştir. Yine de, Restorasyon’un, devrimin yol açtığı devasa toplumsal dönüşümden tam olarak kurtulamadığı akılda tutulmalıdır. Rusya’da restorasyon, kendi devrimci tarihinde, Gorbaçov ve Yeltsin ile daha da geç yaşanmıştır. Putin’in halen karşı karşıya olduğu zorluklardan görülebileceği üzere, bu restorasyonun halen kırılganlığını koruduğu not edilmelidir. Çin’de bir restorasyon ise (henüz!) gerçekleşmemiştir.(6)

Tekelci Sermayenin Yeni Bir Aşaması

Çağdaş dünya halen yirminci yüzyıl devrimlerinin karşı karşıya kaldığı aynı zorluklarla yüz yüze. Merkez/periferi(IV) karşıtlığının devam eden derinleşmesi, küresel kapitalizmin yayılma karakteristiği, halen aynı temel siyasal sonuca yol açmakta: dünyanın dönüşümü, öngörülebilir gelecekte gündeme oturacak yegane devrimler olan antiemperyalist, ulusal, popüler ve antikapitalist potansiyelli devrimlerle başlamaktadır. Ancak bu dönüşüm yalnızca ilk adımların ötesine geçebilecektir ve sosyalizm yoluna ancak merkez ülke halkları, evrensel insanlık medeniyetinin daha yüksek bir aşaması olarak görülen komünizm mücadelesine başladığında devam edilebilecektir. Kapitalizmin merkezlerdeki sistemsel krizi, bu olasılığın realiteye dönüştürülmesi için bir şans sunuyor.

Bu arada, Güney halklarını ve ülkelerini bekleyen iki kat zorlu bir meydan okuma var: (1) çağdaş kapitalizmin, sistemin tüm periferilerine dayattığı lümpen kalkınmanın insanlığın üçte birine sunacak hiçbir şeyi yok; özellikle de, Asya ve Afrika’daki köylü toplumlarının hızla yıkımına yol açıyor ve dolayısıyla gelecekteki değişimlerin doğasını büyük oranda köylü sorununa verilen yanıt belirleyecek;(7) (2) periferi halklarının ve ülkelerinin çıkmazdan kurtulmaya yönelik her türlü girişimine karşı olan emperyalist güçlerin yürüttüğü saldırgan jeostrateji, bu halkları ABD ve onun Avrupalı ve Japon müttefiklerinin dünya çapındaki askeri kontrolünü yenilgiye uğratmaya zorluyor.

Kapitalizmin ilk uzun sistemsel krizi 1870’lerde başladı. Tarihsel kapitalizmin uzun erimliliğine dair öne sürdüğüm versiyon, birbirini izleyen üç dönemi gösteriyor: Çin’de 1000 yılından İngiltere ve Fransa’daki on sekizinci yüzyıl devrimlerine kadar on yüzyıllık kuluçka, kısa bir muzafferane kalkınma yüzyılı (on dokuzuncu yüzyıl), kendi içinde ilk uzun krizi içeren muhtemelen uzun bir düşüş dönemi (1875-1945) ve ardından ikincisi (1975’te başladı ve halen sürüyor). Bu iki uzun krizde de sermaye, meydan okumaya aynı üçlü formülle yanıt verdi: sermayenin kontrolünde yoğunlaşma, eşitsiz küreselleşmenin derinleşmesi, sistemin yönetiminin finansallaşması.(8) İki büyük düşünür (Hobson ve Hilferding) kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşümünün muazzam önemini hemen kavradılar. Ancak kapitalizmin düşüşünü başlatan ve böylelikle sosyalist devrimi gündeme taşıyan bu dönüşümden siyasal sonuç çıkaranlar Lenin ve Buharin oldu.(9)

Dolayısıyla tekelci kapitalizmin ilk oluşumu on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar gider, fakat tekelci kapitalizm ABD’de kendisini gerçekten bir sistem olarak ancak 1920’lerle birlikte kurmuş, sonrasında İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen “otuz şanlı yılın” Batı Avrupa’sını ve Japonya’sını fethetmiştir. 1950-1960 arası on yılda Baran ve Sweezy tarafından ortaya konulan artı değer konsepti, kapitalizmin dönüşümünde neyin temel olduğunu kavramaya imkân veriyor. Kapitalizmin Marksist eleştirisine katkı olan bu çalışmanın yayınlandığı anda kararımı vererek, 1970’lerle birlikte, bana göre “ilk” tekelci kapitalizmin (1920-1970) genelleşmiş tekelci kapitalizme dönüşümünün, sistemin niteliksel olarak yeni bir aşaması olarak analiz edilmesini gerektiren yeniden formülasyonuna giriştim.

Aynı kullanım değerini üreten firmalar -o zamanlar sayısız ve birbirinden bağımsız- arasındaki önceki rekabet formlarında, kararlar bu firmaların kapitalist sahiplerince kendisini dışsal bir veri olarak dayatan kabul edilmiş piyasa fiyatı temel alınarak alınıyordu. Baran ve Sweezy, yeni tekellerin farklı hareket ettiğini gözlemlediler: ürünlerinin fiyatını, niteliği ve hacmi ile eşzamanlı olarak belirliyorlardı. Dolayısıyla bu, geleneksel ekonomi retoriğinin gerçekliğe tamamen zıt şekilde halen merkezinde yer almaya devam eden “adil ve açık rekabetin” sonuydu! Rekabetin ortadan kaldırılması – bu kavramın anlamında, işleyişinde ve sonuçlarındaki radikal dönüşüm – fiyat sistemini temelinden, yani değerler sisteminden koparır ve tam bu yolla, kapitalizmin rasyonelliğini tanımlamak için kullanılan ima yollu çerçeveyi gözlerden saklar. Kullanım değerleri eskiden büyük oranda otonom gerçeklikler oluşturuyor olsa da, tekelci kapitalizmde, agresif ve belirlenmiş satış stratejileri (reklamlar, markalar vb.) üzerinden sistematik olarak üretilen gerçek üretimlerin amacı haline geldiler. Tekelci kapitalizmde, üretim sisteminin uyumlu bir yeniden üretimi, sadece Kapital’in ikinci cildinde ortaya konulan iki bölümün karşılıklı ele alınışlarıyla artık mümkün değil: o zamandan beri, Baran ve Sweezy tarafından tasarlanan bir 3. bölümü de hesaba katmak gerekli hale geldi. Bu üçüncü bölüm, 1. Bölüm (özel yatırım) ve kapitalist tüketime ayrılan 2. bölümün (özel tüketim) haricinde ek üretim fazlasının devlet tarafından emilmesine olanak sağlar. Üçüncü bölüm harcamaları için klasik örnek askeri harcamalardır. Ancak, 3. bölüm fikri, genelleşmiş tekelci kapitalizm tarafından düzenlenen, toplumsal olarak yeniden üretken olmayan, daha geniş bir harcamalar dizisini kapsayacak şekilde genişletilebilir.(10)

Üçüncü bölümün fazlalığı, sonuç olarak, aslında Marx tarafından (artı değerde) üretken emek ile üretken olmayan emek arasında yapılan ayrımın ortadan kaldırılmasına neden olmaktadır. Tüm ücretli emek formları olası kârın kaynağı haline gelebilir ve gelmektedir. Bir kuaför hizmetini ona gelirinden ödeme yapan bir müşteriye satar. Ancak o kuaför bir güzellik salonunun çalışanı haline gelirse, işletme sahibi için kâr sağlamalıdır. Söz konusu ülke 1, 2 ve 3. bölümlere, on iki milyon yıllık soyut emeğin eşdeğerini sağlayacak şekilde, on milyon ücretli işçi yerleştirirse ve bu işçilerin aldığı ücretler onların sadece altı milyon yıllık soyut emek gerektiren mal ve hizmet satın almasını sağlarsa, bunların tümü için sömürü oranı, üretken ve üretken olmayan iç içe geçmiş olarak, aynı yüzde 100’dür. Ancak işçilerin almadığı altı milyon yıllık soyut emeğin tümü, 1. ve 2. bölümleri genişletmesi öngörülmüş üretici malların satın alınmasına yatırılamaz; bunların bir kısmı 3. bölümün genişletilmesine gidecektir.

Genelleşmiş Tekelci Kapitalizm (1975’ten bugüne)

İlk tekelci kapitalizmden bugünkü formuna (genelleşmiş tekelci kapitalizme) geçiş, düşüşteki kapitalizmin ikinci uzun krizine yanıt olarak kısa bir sürede gerçekleştirildi. On beş yılda, tekel gücünün merkezileşmesi ve tüm üretken sistem üzerindeki kontrol kapasitesi, o zamana kadar olanla karşılaştırılamayacak zirvelere ulaştı.

Genelleşmiş kapitalizme dair ilk formülasyonum, sermayenin, 1971-1975’le açılışını yapan uzun sistemsel krizinin yarattığı meydan okumaya yanıtının bir yorumunu öne sürdüğüm 1978 yılına gider. O yorumda bu beklenen yanıtın, o zamanlar ancak başlangıç aşamasında olan üç yönünü vurgulamıştım: ekonomi üzerinde tekellerin kontrolünün güçlenen merkezileşmesi, küreselleşmenin derinleşmesi (ve imalat sanayiinin periferilere kaydırılması) ve finansallaşma. 1978’de André Gunder Frank ile birlikte yayınladığımız çalışma belki de tezlerimizin zamanın ilerisinde olması sebebiyle hiç ilgi çekmedi. Ancak bugün söz konusu üç karakteristik herkes için kör göze batar hâle gelmiş durumda.(11)

Tekelci kapitalizmin bu yeni aşamasına bir ad verilmesi gerekiyor. “Genelleşmiş” sıfatı, neyin yeni olduğunu belirtiyor: tekeller artık tüm ekonomik faaliyetleri taşeron statüsüne indirebilme kapasitesine sahip bir pozisyondalar. Kapitalist merkezlerdeki aile çiftçiliği örneği, bunun en iyi örneğini sunuyor. Bu çiftçiler, kendilerine dayatılan fiyat yapılarının emeklerindeki geliri silip süpürdüğü bir noktaya kadar, girdilerini ve finansmanlarını sağlayan tekeller tarafından yukarıdan ve pazarlama zincirleri tarafından aşağıdan kontrol ediliyorlar. Çiftçiler ancak vergi mükelleflerinin ödediği devlet sübvansiyonları sayesinde ayakta kalabiliyorlar. Dolayısıyla tekel kârlarının kökeninde bu sömürü var! Banka iflaslarında da görüldüğü şekilde, ekonomi yönetiminin yeni ilkesi, tek bir ifadede özetleniyor: tekel kârlarının özelleştirilmesi, zararlarının ise toplumsallaştırılması! “Adil ve açık rekabetten” ve “piyasaların ortaya çıkardığı fiyatların gerçekliğinden” söz etmeye devam etmek saçmalıktan ibaret.

Mülk sahibi burjuva ailelerin parçalı ve dolayısıyla somut ekonomik gücü, tekel yöneticilerinin ve onların ücretli uşaklarının kullandığı merkezileşmiş bir güce yolu açıyor. Çünkü genelleşmiş tekelci kapitalizm mülkiyetin yoğunlaşması ile değil – ki tersine her zamankinden daha yayılmış haldedir – onu yöneten gücün yoğunlaşması ile ilgilidir. Çağdaş kapitalizme “patrimonyal” (babadan kalma, miras – editörün notu) sıfatının eklenmesi bu yüzden aldatıcıdır. “Hissedarların” hükmü yalnızca görüntüdedir. Onlar adına her şeye karar veren mutlak monarşiler, tekellerin üst düzey yöneticileridir. Dahası, sistemin küreselleşmesinin derinleşmesi, yerine hiçbir küresel mantık koymaksızın ulusal sistemlerin bütüncül (örneğin eşzamanlı ekonomik, siyasi ve sosyal) mantığını ortadan kaldırmaktadır. Bu bir kaos imparatorluğudur – 1991’de yayınlanan bir çalışmamın sonrasında başkalarınca da benimsenen başlığı: ekonomik rekabetin yerini aslında uluslararası politik şiddet almaktadır.(12)

Birikimin Finansallaşması

Sermayenin gücündeki bu dönüşümü ekonomik yaşamın yeni finansallaşması taçlandırmaktadır. Parçalı sermayenin gerçek sahiplerinin belirlediği stratejilerin yerini, sermaye üzerinde mülkiyet unvanları olan yöneticilerin stratejileri almıştır. Kabaca fiktif sermaye (sahiplik belgelerinin tahmini değeri) denilen şey, bu yer değiştirmenin, sanal ile gerçek dünyalar arasındaki bu bağlantısızlığın ifadesinden başka bir şey değildir.

Özü itibariyle sermaye birikimi, Marx’ın bu kavrama verdiği anlamla, daima düzensizlikle eşanlamlı olmuştur: sınıf mücadelelerinin ve güç çatışmalarının etkisiyle bir dengesizlik durumundan diğerine, denge durumuna hiç meyletmeksizin hareket edip duran bir sistem. Fakat parçalı sermayeler arasındaki rekabetten kaynaklanan bu düzensizlik, kredi sisteminin ulusal devletin kontrolü altında yürütülen yönetimi üzerinden makul sınırlar dâhilinde tutuluyordu. Günümüzün finansallaşmış ve küreselleşmiş kapitalizmiyle bu sınırlar ortadan kalkıyor; bir dengesizlikten diğerine hareketlerin şiddeti artıyor. Düzensizliğin yerini kaos alıyor.

Genelleşmiş tekellerin sermaye üzerindeki egemenliği, para ve finansal piyasanın, artık esnek döviz kurları ilkesine dayanan dünya ölçeğindeki küresel entegrasyonu ve sermaye akışı üzerindeki ulusal kontrolün terk edilmesi üzerinden hükmünü icra ediyor. Her şeye rağmen bu hâkimiyet, yükselmekte olan ülkelerin devlet politikaları ile çeşitli derecelerde sorgulanıyor. Bu ikinci politikalar ile üçlünün(V) kolektif emperyalizminin stratejik hedefleri arasındaki uzlaşmazlık, o nedenle genelleşmiş tekelci kapitalizmi muhtemelen bir kez daha sanık koltuğuna oturtmak için merkezi eksenlerden bir tanesi haline geliyor.(13)

Demokrasinin Düşüşü

Sistem merkezlerinde, genelleşmiş tekelci kapitalizm ücret formunun genelleşmesini beraberinde getirdi. Üst yöneticiler artık tüketicisi haline geldikleri artı değerin oluşumuna katkıda bulunmayan çalışanlar. Diğer toplumsal kutupta, ücret biçiminin işaret ettiği genelleşmiş proleterleşmeye, işgücünün bölümlendirilme biçimlerindeki artış eşlik ediyor. Yani (geçmişte bilinen şekliyle) “proletarya”, proleterleşme genelleştiği anda ortadan kayboluyor. Periferilerde, genelleşmiş tekelci kapitalizmin hâkimiyetinin etkileri daha az görünür değil. Egemen sınıflar ve alt sınıflar ve statü gruplarından oluşan hâlihazırda çeşitlilik arz eden bir toplumsal yapının üzerine, küreselleşme sonrasında ortaya çıkan dominant bir süper sınıf yerleşiyor. Bu süper sınıf bazen “yeni işbirlikçi üyeler”, bazen yöneten siyasi sınıf (veya sınıf-devlet-parti) veya ikisinin bir karışımı oluyor.
Eşanlamlı olmaktan alabildiğine uzak “piyasa” ve “demokrasi” terimleri, tersine zıt anlamlıdırlar. Merkezlerde, burjuva demokrasisinin ifadesi olan sağ-sol karşıtlığına ve bu çerçevede çatışmalı sınıf mücadelelerine ithafa dayanan eski politik kültürün yerini, apolitikleşmeyle eşanlamlı bir yeni siyasal uzlaşı kültürü (belki sadece görünürde ama yine de etkin şekilde) almış durumda. Periferilerde, hâkim yerel süper sınıf tarafından ele geçirilmiş iktidar tekeli de, benzer şekilde, demokrasinin olumsuzlanmasını içeriyor. Siyasal İslam’ın yükselişi bu gerilemenin bir örneği.

Çağdaş Emperyalizmin Saldırgan Jeostratejisi

Üçlünün Kolektif Emperyalizmi: Çağdaş Kapitalizmde Devlet

André Gunder Frank ile birlikte 1978’de yayınlanan bir çalışmamızdaki bu tezi, 1970’lerde Sweezy ve Magdoff ile hâlihazırda ilerletmiş durumdaydık. Tekelci kapitalizmin, ulusal üretim sistemlerinin aşamalı ama hızlı bir şekilde tasfiyesi ile karakterize olan yeni bir çağa girdiğini söylemiştik. Giderek artan sayıda piyasa malının üretimi artık “Fransa’da üretildi” (veya Sovyetler Birliği’nde ya da ABD’de) etiketi ile tanımlanamıyor, bundan ziyade “dünyada üretildi” haline geliyor, çünkü üretim süreci artık parçalara ayrılmış durumda, tüm dünyada şurada ve burada bulunuyor.

Artık sıradanlaşan bu gerçeği görmek, söz konusu dönüşümün temel sebebinin tek bir açıklaması olduğu anlamına gelmiyor. Kendi açımdan, bunu, sermayenin tekellerce kontrolündeki merkezileşme derecesinde, tekellerin kapitalizminden genelleşmiş tekellerin kapitalizmine geçiş olarak tanımladığım, ileriye doğru bir sıçrama olarak açıklıyorum. Diğer şeylerin yanı sıra bilgi devrimi, küresel olarak yayılmış bu üretim sisteminin yönetimini mümkün hale getirmenin yollarını sağlıyor. Ancak benim için, bu yollar yalnızca sermayenin merkezi kontrolünde ileri sıçramanın yarattığı yeni bir nesnel ihtiyaca yanıt olarak hayata geçiriliyor.

Bu küresel üretim sisteminin ortaya çıkışı, tutarlı “ulusal kalkınma” politikalarını (çeşitlilik arz eden ve eşitsiz etkili) ortadan kaldırmakta, ancak yerine, küresel sistemin tutarlılığı şeklinde yeni bir tutarlılık da getirmemektedir. Bunun sebebi, daha sonra ele alacağım bir konu olan, küresel bir burjuvazinin ve küresel bir devletin yokluğudur. Sonuç olarak, küresel üretim sistemi doğası itibariyle tutarsızdır.

Çağdaş kapitalizmdeki bu niteliksel dönüşümün bir başka önemli sonucu ise, tarihsel ulusal emperyalizmlerin (ABD, Büyük Britanya, Japonya, Almanya, Fransa ve diğer birkaçı) yerini alan üçlünün kolektif emperyalizminin ortaya çıkışıdır. Kolektif emperyalizm, varlık sebebini, üçlü ülkelerindeki burjuvazilerin, dünyayı, özel olarak ise periferilerdeki tebaa ve henüz tebaa haline getirilememiş toplumları, ortak olarak yönetmeleri gerekliliğinin farkında olmasıyla bulur.

Kimileri küresel üretim sisteminin ortaya çıkışına dair tezden iki ilişki çıkarmaktadır: ikisinin de kendi nesnel zeminini bu yeni üretimde bulduğu, küresel bir burjuvazinin ve küresel bir devletin ortaya çıkışı. Şu anki değişimlere ve krizlere dair yorumum, beni bu iki bağıntıyı reddetmeye götürüyor.

Oluşmakta olan bir küresel burjuvazi (veya egemen sınıf) yoktur, ne dünya ölçeğinde ne de emperyalist üçlü ülkelerinde. Tekellerin sermaye üzerindeki kontrolünün merkezileşmesinin, üçlünün ulus devletleri içinde, üçlünün partnerleri arasındaki ve hatta Avrupa Birliği üyeleri arasındaki ilişkilerde olduğundan çok daha fazla olduğu gerçeğini vurgulamam gerekiyor. Burjuvaziler (veya oligopolcü gruplar), uluslar içinde (ve bu rekabeti en azından kısmen ulus devlet yönetiyor) ve uluslar arasında rekabet halinde. Bu nedenle Almanya oligopolleri (ve Alman devleti), herkesin eşit çıkarı için değil ama öncelikle kendi çıkarları için Avrupa içişlerinin liderliğini ele aldı. Üçlü seviyesinde, bir kez daha eşitsiz çıkar dağılımı ile ABD burjuvazisinin ittifaka önderlik ettiği kesin. Nesnel nedenin, yani küresel üretim sisteminin ortaya çıkışının, kendiliğinden küresel bir hâkim sınıfın ortaya çıkışına yol açacağı fikri sistemin tutarlı olması gerektiği hipotezine dayanmaktadır. Gerçekte ise, tutarlı olmaması mümkündür. Aslında, tutarlı değildir ve bu nedenle bu kaotik sistem yaşayabilir de değildir.

Periferilerde üretim sisteminin küreselleşmesi; önceki dönemlerin egemen bloklarının yerini, küresel burjuvazinin kurucu unsurları olmayıp hâkim üçlünün burjuvazilerinin ast müttefikleri olmaktan ibaret yeni komprador burjuvazilerin hâkimiyetindeki yeni bir egemen blokun alması ile bağlantılı şekilde gerçekleşmektedir. Oluşmakta olan bir küresel burjuvazi olmadığı gibi, ufukta bir küresel devlet de yoktur. Bunun temel sebebi mevcut küresel sistemin zayıflamakta olmayıp aslında üçlünün toplumları ile dünyanın geri kalanı arasındaki (hâlihazırda görünür olan veya potansiyel) çelişkiyi belirginleştiriyor olmasıdır. Burada gerçekten de toplumlar arasındaki ve, sonuç olarak da, devletler arasındaki çelişkiyi kastediyorum. Üçlünün hâkim pozisyonunun getirdiği avantaj, genelleşmiş tekeller etrafında oluşan egemen bloka, sağdaki ve soldaki tüm önemli seçim partilerinin birbirine benzemesinde ve hepsinin, neoliberal ekonomi politikalarına ve periferilerin içişlerine kesintisiz müdahaleye eşit şekilde bağlılığında ifadesini bulan bir meşruiyetten fayda sağlama imkânı veriyor. Öte yandan, periferilerin neo-komprador burjuvazileri kendi halklarının gözünde ne meşrudurlar ne de güvenilir (çünkü sundukları politikalar “arayı kapatma” imkanı vermiyor ve çoğu zaman lümpen kalkınma çıkmazına yol açıyor). Bu nedenle mevcut hükümetlerin istikrarsızlığı, bu bağlamda aslında kural.

Üçlü seviyesinde bile, veya Avrupa Birliği seviyesinde bir küresel burjuvazi olmadığı gibi, bu seviyelerde küresel devlet de yok. Bunun yerine yalnızca bir devletler ittifakı var. Bu devletler, sonuç olarak, ittifakın işlemesini sağlayan hiyerarşiyi isteyerek kabul ediyorlar: genel liderlik Washington’da, Avrupa’da ise liderlik Berlin’de. Ulus devlet, küreselleşmeye hizmet etmek üzere, olduğu gibi yerinde duruyor.
Post-modern akımlarda, çağdaş kapitalizmin dünya ekonomisini yönetmek için artık devlete ihtiyaç duymadığına ve bu nedenle de devlet sisteminin, sivil toplumun ortaya çıkışı lehine sönümlenme sürecinde olduğuna dair bir fikir dolaşıyor. Bu zayıf, dahası hâkim hükümetlerce ve onların hizmetindeki medya tarafından propaganda edilen teze karşı başka yerlerde geliştirmiş olduğum argümanlara tekrar dönmeyeceğim. Devletsiz kapitalizm yoktur. Kapitalist küreselleşme ABD silahlı kuvvetlerinin müdahaleleri ve doların idaresi olmaksızın gerçekleşemezdi. Açık ki, silahlı kuvvetler ve para, devletin araçlarıdır, piyasanın değil.

Ancak bir dünya devleti olmadığı için, ABD onun işlevini yerine getirme niyetindedir. Üçlünün toplumları bu işlevi meşru görmektedirler; diğer toplumlar ise görmemektedir. Ama ne önemi var? Kendinden menkul “uluslararası toplum”, yani G7+ ‘bir demokratik cumhuriyet haline geldiği su götürmez olan’ Suudi Arabistan, dünya nüfusunun yüzde 85’inin görüşünün meşruluğunu kabul etmiyor!

Bu nedenle hâkim emperyalist merkezlerdeki devletlerin işlevleri ile tebaa durumundaki veya tebaa haline getirilecek periferilerdeki devletlerin işlevleri arasında bir asimetri mevcuttur. İşbirlikçi haline gelmiş periferilerdeki devlet, tabiatı gereği istikrarsız ve sonuç olarak, henüz bir tanesi olmadığı durumda, potansiyel bir düşmandır.

Hâkim emperyalist güçlerin –en azından şimdiye kadar– bir arada var olmak zorunda kaldığı düşmanlar da var. Çin ile söz konusu olan durum budur çünkü yeni işbirlikçi olma seçeneğini (şimdiye dek) reddetmiştir ve kendi bütünleşmiş ve tutarlı, bağımsız ulusal kalkınma projesinin peşinden gitmektedir. Rusya, ekonomik liberalizm yolunu (belki de henüz?) terk etmeyi düşünmese bile, Putin’in siyasi olarak üçlünün hizasına girmeyi reddetmesi ve Ukrayna’daki genişlemeci emellerini engellemek istemesi ile birlikte anında düşman haline gelmiştir. Güneydeki işbirlikçi devletlerin büyük çoğunluğu (yani kendi işbirlikçi burjuvazilerinin hizmetinde olan devletler), her biri kendi ülkesinin kontrolüne sahipmiş görünümü verdiği sürece, düşman değil müttefiktirler. Ancak Washington, Londra, Berlin ve Paris’teki liderler, bu devletlerin kırılgan olduğunu biliyorlar. Popüler bir başkaldırı hareketi – uygulanabilir, alternatif bir stratejileri olsun ya da olmasın – bu devletlerden birini tehdit ettiği anda, üçlü müdahale hakkı olduğunu iddia edecektir. Müdahale bu devletlerin, hatta daha da ötesinde, söz konusu başkaldıran toplumların yıkımını tasarlamaya bile gidebilir. Bu strateji şu anda Irak, Suriye ve başka yerlerde iş başındadır. Washington öncülüğündeki üçlü tarafından dünyanın askeri kontrolü stratejisinin varlık sebebi, bütünüyle, küresel bir devletin oluşum sürecinde olduğuna dair zayıf görüşün – örneğin Negri’ninkinin – doğrudan zıddı olan bu “realist” vizyonda yatmaktadır.(14)

Güneyin Halklarının ve Devletlerinin Yanıtları

ABD/Avrupa/Japonya kolektif emperyalizminin Güneyin tüm halklarına karşı süregiden saldırganlığı iki ayak üzerinden ilerliyor: ekonomik ayak – olası tek ekonomi politikası olarak dayatılan küresel neoliberalizm ve siyasi ayak – emperyalist müdahaleyi reddedenlere karşı önleyici savaşlar dâhil sürekli müdahaleler. Yanıt olarak, bazı Güney ülkeleri, örneğin BRICS, en fazla tek ayak üzerinde ilerlemektedir: emperyalizmin jeopolitiğini reddetmek ama ekonomik liberalizmi kabul etmek. Bu sebeple, mevcut durumda Rusya’nın gösterdiği üzere, kırılgan kalıyorlar.(15) Evet, Yash Tandon’un yazdığı gibi, “ticaretin savaş olduğunu” anlamak zorundalar.(16)

Üçlü dışında dünyanın tüm ülkeleri, onun ekonomik ve siyasi stratejisine tamamen teslim olmuş olanlar haricinde, düşman veya potansiyel düşmandırlar. Bu çerçevede Rusya “bir düşman”.(17) Sovyetler Birliği’ne dair değerlendirmemiz ne olursa olsun, üçlü onunla sırf hâkim kapitalizm/emperyalizmden bağımsız bir kalkınma girişimi olduğu için savaştı. Sovyet sisteminin çöküşü sonrasında, bazı insanlar (özellikle Rusya’da) “Batı”nın “kapitalist bir Rusya” ile zıtlaşmayacağını düşündüler. Ne de olsa Almanya ve Japonya da “savaşı kaybetmiş ama barışı kazanmıştı.” Batılı güçlerin, daha önce faşist olan bu ülkelerin yeniden inşasını, tam da Sovyetler Birliği’nin bağımsız politikalarının ortaya çıkardığı meydan okumaya karşı desteklediğini unuttular. Artık bu meydan okuma ortadan kalktığından, üçlünün hedefi komple teslimiyet, Rusya’nın direnme kapasitesini yok etmek. Ukrayna’daki mevcut trajedi, üçlünün stratejik hedefinin gerçekliğini gösteriyor. Üçlü, Kiev’de “Avro/Nazi komplosu” olarak adlandırılması gereken bir dolap organize etti. Batı medyasının, üçlünün politikalarının demokrasiyi teşvik etmek olduğuna ilişkin retoriği, yalandan ibaret. Doğu Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliği’ne eşit ortaklar olarak değil ana Batı ve Orta Avrupa kapitalist/emperyalist güçlerinin “yarı sömürgeleri” olarak dâhil edildi. Avrupa sisteminde Batı ile Doğu arasındaki ilişki, ABD ile Latin Amerika arasındaki ilişkilere hâkim olana bir derece benziyor!

Rusya’nın Ukrayna’nın sömürgeleştirilmesi projesine direnme politikası bu nedenle desteklenmeli. Fakat bu pozitif Rus “uluslararası politikası”, Rus halkınca desteklenmediği takdirde başarısızlığa mahkûm. Ve bu destek sadece “milliyetçilik” temelinde kazanılamaz, ancak izlenen ulusal ekonomik ve sosyal politika emekçi halkın çoğunluğunun çıkarlarını desteklediği takdirde kazanılabilir. Halk odaklı bir politika, bu nedenle, “liberal” yoldan ve gerici sosyal politikalara meşruiyet kazandırdığı iddia edilen, onunla ilişkili seçim maskaralığından mümkün olduğunca uzaklaşmayı ifade ediyor. Onun yerine sosyal (sosyal diyorum, sosyalist değil) boyutu olan yeni bir devlet kapitalizminin kurulmasını öneriyorum. Bu sistem, ekonomi yönetiminin toplumsallaştırılmasına doğru olası ilerlemelerin ve dolayısıyla modern ekonominin zorluklarına yanıt üreten bir demokrasinin yaratılmasına doğru özgün ve yeni gelişmelere ilerlemelerin kapısını açacaktır.

Neoliberal yolun katı sınırları içinde kalan Rus devlet gücü, bağımsız bir dış politikanın başarı şansını ve Rusya’nın gerçekten de önemli bir uluslararası aktör olarak hareket eden yükselen bir ülke haline gelme şansını ortadan kaldırıyor. Neoliberalizm Rusya için yalnızca trajik bir ekonomik ve sosyal gerileme, bir “lümpen kalkınma” modeli ve küresel emperyalist düzende derinleşen bir tebaa statüsü üretebilir. Rusya üçlüye petrol, doğalgaz ve kimi başka doğal kaynaklar sağlayacaktır; sanayileri Batılı finans tekellerinin çıkarı için taşeron statüsüne indirgenecektir. Böylesi bir konumda, ki Rusya küresel sistemde bugün böyle bir konumdan pek de uzak değildir, uluslararası arenada bağımsız hareket etme girişimleri, Rusya’nın egemen ekonomi oligarşisinin, üçlünün hâkim tekellerinin talepleri doğrultusunda yıkıcı bir biçimde hizaya gelmesini sağlayacak “yaptırım” tehditleri altında, son derece kırılgan kalmaya devam edecektir. “Rus sermayesinin” Ukrayna krizi ile bağlantılı olarak şu anda dışarıya kaçıyor olması tehlikeyi göstermektedir. Sermaye hareketleri üzerinde devlet kontrolünün yeniden tesis edilmesi bu tehlikeye karşı tek etkili yanıttır.

Aile tarımının yenilenmesi ile bağlantılı şekilde, sanayide ulusal bir modern kalkınma projesi uygulayan Çin dışındaki diğer sözde yükselen Güney ülkeleri (BRICS), halen tek ayak üzerinde ilerliyorlar: militarist küreselleşmenin tahribatına karşılar ama neoliberalizmin deli gömleğine hapsolmuş durumdalar.(18)

Samir Amin

 

* Çeviren: Serap Güneş

1 Bu makalede, kendimi Rus ve Çin deneyimlerini incelemekle sınırlıyorum, diğer yirminci yüzyıl devrimlerini göz ardı etme niyetim yok (Kuzey Kore, Vietnam, Küba).

2 İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Stalin umutsuz ve başarısız bir şekilde Batı demokrasileri ile Nazizm’e karşı ittifak arayışında oldu. Savaş sonrasında Washington Soğuk Savaş’ı tercih ederken Stalin Batılı güçlerle yine başarısız olan bir dostluk arayışında oldu. Bkz. Geoffrey Roberts, Stalin’s Wars: From World War to Cold War, 1939–1953 (New Haven, CT: Yale University Press, 2007). Bkz. Annie Lacroix Riz’in Fransız baskısına önemli önsözü: Les guerres de Staline: De la guerre mondiale à la guerre froide (Paris: Éditions Delga, 2014).

3 Burada Kautsky’nin tezlerine gönderme yapıyorum, bkz. The Agrarian Question, 2 cilt. (Londra: Pluto Press, 1988; ilk basım, 1899).

4 Marksist entelektüeller arasında, devrimci partilerin veya yine de az olsalar da devrimci devletlerin liderliğinde sorumluluk almaksızın devlet sosyalizmlerinin karşılaştığı zorluklara ilgi göstermiş memnun edici istisnalar da var (Baran, Sweezy, Hobsbawn ve başkalarını kastediyorum).

I Fransa’da nisan 1794 ile temmuz 1794 arasındaki döneme ‘thermidor’ denir. bu danton ile robespierre’in asılışları arasındaki süreye tekabül eder. Troçki, Stalin dönemini, Fransız Devrimi’ndeki gericileşmeye benzeterek böyle nitelendirir (editörün notu).

II Ulusal Konvansiyon (Fransızca: Convention nationale), Fransız Devrimi sırasında Fransa’yı yöneten (20 Eylül 1792-26 Ekim 1795) ulusal meclis (e.n).

5 Bkz. Samir Amin, “China 2013,” Monthly Review 64, no. 10 (Mart 2013): 14–33, özellikle de Maoizm’in tarım sorununa ilişkin tezlerinin incelendiği kısımlar.

6 Bkz. Eric J. Hobsbawn, Echoes of the Marseillaise: Two Centuries Look Back on the French Revolution (London: Verso, 1990); ayrıca bkz. Florence Gauthier’in çalışmaları. Bu yazarlar Troçki’nin basitleştirmesinin yaptığı gibi Termidor’u restorasyonla eşitlemezler.

III Restorasyon kavramı, Fransız tarihinde Birinci Fransız İmparatorluğu’nun yıkılışıyla Temmuz Devrimi arasındaki dönemde Bourbon monarşisinin yeniden kuruluşunu ifade eder (e.n).

IV Çevre ve merkez devlet kavramlarından hareketle, emperyalist merkez devletlerin dışında kalan devletler anlamında (e. n.).

7 Asya ve Afrika köylülüğünün süregiden yıkımına ilişkin bkz. Samir Amin, “Contemporary Imperialism and the Agrarian Question,” Agrarian South: Journal of Political Economy 1, no. 1 (Nisan 2012): 11–26, http://ags.sagepub.com

8 Burada genelleşmiş tekellere geçişin yalnızca bazı temel sonuçlarını tartışıyorum (finansallaşma, demokrasinin düşüşü). Ekolojik meseleler için ise John Bellamy Foster’ın önemli çalışmalarını öneriyorum.

9 Nicolai Bukharin, Imperialism and the World Economy (New York: Monthly Review Press, 1973; yazıldığı tarih: 1915); V. I. Lenin, Imperialism, The Highest Stage of Capitalism (New York: International Publishers, 1969; yazıldığı tarih: 1916).

10 Üçüncü departman analizi ve bunun Baran ve Sweezy’nin artı değerin absorbe edilmesine dair teorisi ile ilişkisi hakkında diğer tartışmalar için bkz. Samir Amin, Three Essays on Marx’s Value Theory (New York: Monthly Review Press, 2013), 67–76; ve John Bellamy Foster, “Marxian Crisis Theory and the State,” John Bellamy Foster ve Henryk Szlajfer, editörler., The Faltering Economy (New York: Monthly Review Press, 1984), 325–49 içinde.

11 Andre Gunder Frank ve Samir Amin, “Let’s Not Wait for 1984,” Frank, Reflections on the World Economic Crisis (New York: Monthly Review Press, 1981) içinde.

V Daha önce bahsi geçen emperyalist merkezler; ABD, onun Avrupalı ve Japon müttefikleri (e.n)

12 Samir Amin, Empire of Chaos (New York: Monthly Review Press, 1992).

13 Finansal küreselleşme meselesi ile ilgili olarak bkz. Samir Amin, “From Bandung (1955) to 2015: New and Old Challenges for the Peoples and States of the South,” Dünya Sosyal Forumu’nda sunulan makale, Tunus, Mart 2015 ve “The Chinese Yuan,” Çince yayınlandı, 2013.

14 “Contra Hardt and Negri,” Monthly Review 66, no. 6 (Kasım 2014): 25–36.

15 Bağlantısızlaşma tercihi kaçınılmaz. Artı değerin emperyalist güçlerin tekelleri için emperyalist rant formunda dünya ölçeğinde aşırı merkezileşmesi periferinin tüm toplumları tarafından desteklenebilir değildir. Bu sistemi sonrasında, evrensel medeniyetin daha ileri bir aşaması olarak anlaşılan komünizm ile uyumlu başka bir küreselleşme formunda yeniden inşa etmek için yıkmak zorunludur. Bu bağlamda, Roma İmparatorluğu’nun merkezileşmesinin, feodal merkezsizleşmeye yolu açacak şekilde zorunlu yıkımı ile bir karşılaştırma önermiştim.

16 Yash Tandon, Trade is War (New York: OR Books, basılacak).

17 Samir Amin, “Russia in the World System,” Global History içinde bölüm 7: A View from the South (Londra: Pambazuka Press, 2010), “The Return of Fascism in Contemporary Capitalism,” Monthly Review 66, no. 4 (Eylül 2014): 1–12.

18 Hindistan ve Brezilya’nın yetersiz yanıtları için bkz. Samir Amin, The Implosion of Capitalism (New York: Monthly Review Press, 2013), bölüm 2 ve “Latin Amerterica Confronts the Challenge of Globalization,” Monthly Review 66, no. 7 (Aralık 2014): 1–6.

Kapitalizmin “çevre”si ya da ekolojik kâbus![1]

“Kapitalizm ile çevre” üzerine konuşmak, “ekolojik kâbus”un altını çizmeyi “olmazsa olmaz” kılar.[3]

Bence toplum-doğa metabolizması artık sorunlu hâle gelmiş bulunuyor. Başka türlü söylersek, sürdürülemez kapitalizm çerçevesinde insan toplumlarının etkinliği, doğanın kendini yenilemesine engel teşkil ediyor. Sistemin bundan böyle insânî, toplumsal ve ekolojik kötülükleri büyütmeden, insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmadan yol alması artık mümkün görünmüyor.

Hayır bunu bir muhalif, radikal sosyalist olarak sadece ben ifade etmiyorum. Örneğin dünyanın sayılı zenginlerinden ‘Microsoft’un kurucusu Bill Gates’e dahi, “Kapitalizm bizi iklim değişikliğinden kurtaramaz. Çare sosyalist politikalar,”[4] dedirten verili hâle ilişkin TÜSİAD Başkanı Cansen Başaran Symes de, ‘Dünya Ekonomik Forumu’ tarafından yapılan küresel risk araştırmasında iklim değişikliğinin 10 yıl için kitle imha silahlarından daha önemli tehdit olduğuna dikkat çekiyor.[5]

I) “ÇEVRE” DEYİNCE

Yaşadığımız paylaştığımız; üretirken tükettiğimiz çevre, etrafımız, ortamımız, doğamızdır.

Bu kapsamda çevre, insan ve insanın yaşadığı, maddi manevi üretimci (genel manada praksis) faaliyet alanıdır.

“Yeryüzünde her olay, birbirine neden-sonuç ilişkisiyle bağlı”yken;[6] “Yaşam birçok canlının birlikte dokuduğu bir ağdır ve bütün olarak korunmalıdır,”[7] der Ernest Callenbach.

Kolay mı? İnsan, yaşarken; bedeni ve zihni ile faaliyet içindedir. İhtiyacı için yeteneği çerçevesinde faaliyet gösterirken, üretici olduğu kadar, tüketicidir de.

Yani insan(lık) yaşam boyunca kendini yeniden üretmek için tüketirken; “Hayvan, kendi dışındaki doğayı yalnızca kullanmakla yetinir, doğada yalnızca kendi varlığı aracılığıyla değişiklikler yaratır. Oysa insan, doğayı değiştirerek onu kendi amaçlarına hizmet eder duruma getirir, doğanın efendisi olur,” notunu düşer Friedrich Engels.

“İnsanın doğanın efendisi olması” metaforunun (endüstiri fetişizimiyle) abartılmaması gerekliliğinin altını çizerek hatırlatalım: “Homo naturae minister et interpres/ İnsan tabiatın hizmetkârı ve yorumlayıcısıdır.” “Natura non nisi parendo vincitur/ Doğayı fethetmek için, ona boyun eğmeli,” diyen Francis Bacon vari bir tutum da anlamlı değildir.

Kapitalizm patentli bir ekolojik kâbusa karşı gerekli olan, “Consortium omnis vitae/ Bütün hayatın birliği” vurgusuyla, “Alterum non laedere/ Çevreye zarar verme” gerekliliğinin altını çizerek, Çiçeron gibi “Naturam si sequemur ducem, nunquam aberrabimus/ Doğanın gereklerine uyarsak, hiçbir zaman yanılmayız,” diyen bir duruştur.

Unutulmasın: Çevrenin kirlenmesinin, tahribatının, yıkımının gerçek sorumluları daha fazla kârdan başka bir şey düşünmeyen tekeller, çokuluslu şirketlerdir. Bunun kurbanları doğa ve emektir yani kelimenin geniş anlamında dünyanın lanetli mülksüzleridir.

Tıpkı ‘Grevler Üstüne’ başlıklı yazısında V. İ. Lenin’in dikkat çektiği üzere, “Kapitalizm denen toplum düzeyinde, toprak, fabrikalar, makineler vb bir avuç toprak ağasının ve kapitalistin elinde toplanmıştır, halk yığınlarının ise hiç ya da hemen hemen hiç mülkiyetleri yoktur ve bu yüzden, ücret karşılığında çalışmaları gerekmektedir.”

Mülksüzleştirilenlerin mülksüzleştirilmesiyle aşılması zorunlu olan kapitalizm insan(lar)ı, birey olarak değil, müşteri; doğayı da var olduğumuz bir zenginlik olarak değil, kâr nesnesi olarak görür.

Jose Mujica’nın, “Asıl fakirler sürekli yaşamdan talepleri olan ve elde ettikleriyle yetinmeyen insanlardır”; Clive James’ın, “Ürünü pazara uydurmanın son aşaması pazarı ürüne uydurmaktır,” uyarılarındaki üzere, insan(lar)ı, “Tüketim” eksenli yabancılaşmayla biçimlendirir kapitalizm.

Televizyondaki reklamlar, her gün, her an harcandıkça/ tükettikçe kazanacağınızı fısıldar kulağınıza, beyninizin en ücra köşelerine!

Evet, egemen medyanın aptal kutusundan körüklenen, dünyayı tüketen, insan(lık)ı yabancılaştıran devasa bir oburluktur; Terensius’un, “Nil quum est, nil defit tamen/ Bir şeyim yok, ihtiyacım da yok”; Sokrates’in, “Tokgözlülük, doğal zenginliktir; lüks ise yapay yoksulluk”; Heracleitus’un, “Mutluluk maddi sevinçlerden ibaret olsaydı, çayıra koşan öküzleri mutlu saymak gerekirdi,” türünden haklı uyarılarını unutturarak!

Özetle kapitalizmin, kan ve zorbalıkla yazılmış yıkım tarihinde, ahlâktan ve adaletten değil, kâbustan söz edilmelidir.

Tam da bunun için kan ve sömürüden beslenen kapitalizm konusunda Rosa Luxemburg şunların altını çizer:[8]

“Kapitalist üretimin amacı ve iteleyen sebebi, doğrusu artı değeri sadece herhangi bir miktarda, bir defaya mahsus gasp etmek değil, aksine artı değerin ölçüsüz, hiç bitmeyen bir artışta, hep daha fazla miktarda gasp edilmesidir.”

“Kapitalist üretim tarzının, daha önceki iktisat biçimlerinde amaç olan tüketimin sadece asıl amaca: kapitalist kârın birikimine yarayan bir araç olması vasfı vardır. Sermayenin öz büyümesi, bütün üretimin başlangıcı ve sonu, aslî amacı ve anlamı olarak görülmektedir.”

Bu nedenle kapitalizm ile ekoloji yan yana duramaz ve gelemez. Çünkü ekoloji[9] canlıların hem kendi aralarındaki, hem de çevreleriyle ilişkileri kapsamında -tek tek veya birlikte- inceleyen bilim dalıyken; ekolojik dengenin bozulmasının nedeni ise sürdürülemez kapitalizmdir.

Toplumsal kargaşa, ekolojik tükenişin yaşandığı sürdürülemez kapitalizm dünyası, sürekli büyüme anlayışı, fosil yakıt tüketimi, nükleer enerji, savaşlar vb. gibi daha birçok soru(n) yok oluşun habercisi. Bunun artısı makineleşmiş, köleleşmiş, yabancılaş(tırıl)mış insan(lık)tır.

Parayı verenin, düdüğü çaldığı sürdürülemez kapitalizm, küresel ısınma ile daha da görünür hâle geldiği üzere dünyayı bir felaket eşiğine mahkûm etmiştir.

Özetin özeti: “Doğaya aykırı” sistematiğiyle kapitalizm, “İhtiyaçtan değil, sadece istiyorum,” mantık(sızlığ)ıyla açıklanan yaşam biçimi (saldırganlığı)dır.

II) SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİZM!

Terry Eagleton’ın ifadesiyle, “Kapitalizmi diğer tarihsel yaşam tarzlarından ayıran, onun doğrudan insan türünün istikrarsız, kendiyle çelişen doğasına yönelmesidir. (…) Kapitalizm sırf varlığını sürdürebilmek için bile sürekli hareket hâlinde olmak zorunda olan bir sistemdir. Sürekli ihlâl onun özünde vardır. Başka hiçbir tarihsel sistem, özünde iyi olan insanın kolaylıkla ölümcül amaçlara yöneltilebileceğini bu kadar açık şekilde gözler önüne seremez. Kapitalizm bazı saf solcuların düşündüğünün aksine bizim ‘düşmüşlüğümüz’ün sebebi değildir. Ama bütün insan rejimleri arasında hiçbiri, bir dil hayvanının içindeki çelişkilerini bu denli kötüleştirmemiştir.”

“Nasıl” mı?

Karl Marx’ın, “Bilmiyorlar ama yapıyorlar,” notunu düştüğü kapitalizm, eşitsizlik ve yıkımdır.

Tüketimle pompalanan, popüler kültür ve magazinle afyonlanan, modernize edilmiş kölelik sistemidir, açgözlülüktür; demokrasiye karşıdır; eşitsizliği körükler; insan eti yer; doğayı tüketir; insanı ve doğayı öldürür.

Kapitalizm her şeyi metalaştırarak, tüketip-bitirirken; “Bir banka soygunu banka kuruluşuna karşı nedir ki?” diye soran Bertolt Brecht haksız mıdır?
Bakın “Merhaba ben kapitalizm!” diyen kara gerçeklik ne anlama gelir?

“Küçük kızlarınızı barbie bebeklerle büyüttükten sonra, bugün sizden estetik operasyon için para istiyorlar diye neden şaşırıyorsunuz?
Çıkarlarım uğruna kocaman bir moda endüstrisi yarattım!
İstediğimi de elde ettim, 17 yaşındaki kızların çoğu dış görünüşlerinden rahatsız.
Bir kadının bir moda dergisini 15 dakika karıştırması kendi vücudunu beğenmemesine yetiyor.
Ben kapitalizmim ve bakış açınızı öyle bir değiştirdim ki, hırsız bir CEO’nun hayat hikâyesi sizin için ‘azim ve başarı hikâyesi’ olabiliyor.
Ortalama bir insanın günde 5.5 saat TV izlediği,
Kitap okumadığı, tiyatro ve sinemaya çok az gittiği bir toplumda alaşağı edilmek gibi bir kaygım yok.
Ben kapitalizmim ve Steve Jobs tabii ki çok önemli biriydi,
Ancak yüzde 1’inizin ihtiyacı olan makineleri Üçüncü Dünya ülkelerinde, ucuz işçilerle üretmekte çok başarılıydı.
Elbette bütün kapitalistler birer ‘aziz’ gibi konuşacaklar, tıpkı Bill Gates gibi…
150 milyon dolarlık 66.000 m2 bir evde yaşayan bir aziz!
Ben kapitalizmim ve benim yüzümden ortalık miras kavgaları nedeniyle kanlı bıçaklı olmuş akrabalarla dolu.
Her yıl 20 milyon çocuk açlıktan ölürken siz bir koşu bandının üstünde fazla yağlarınızı eritmek için ter döküyorsunuz.
Ben kapitalizmim ve benim yüzümden dünyada 600 milyon obez ve 1.4 milyar aç insan var.
Starbucks için kahve üreten bir çiftçinin oradan bir bardak kahve satın alabilmesi için 3 gün çalışması gerek.
Uzak doğu’da 6-12 yaş arası kızlar 200 dolar gibi komik bir paralarla seks kölesi olarak satılıyorlar.
Ben kapitalizmim ve ‘serbest piyasa ekonomisi’ dünyanın en büyük yalanı.
Amerikalıların yüzde 24’ü eğer milyarder olmak için bütün ailelerini reddetmeleri gerekecekse, bunu yapabileceklerini söylüyor.
Ben kapitalizmim ve kadınlara sesleniyorum; lütfen birer obje hâline geldiğinizi aklınıza getirmeden Victoria’s Secret’a koşun.
Victoria’s Secret ülkelerine Türkiye de eklendi, avuç içi kadar çamaşıra 80 dolar verince çok mutlu olacağınızı garanti ediyorum.
Ben kapitalizmim ve 15 yaşındaki bir çocuğun ipad alabilmek için böbreğini sattığını duyunca zevkten dört köşe oldum.
Ben kapitalizmim ve Madonna’nın sadece Londra’da 8 evi var, ortalama 600 evsize barınak olabilecek büyüklükte.
Ben kapitalizmim ve Tayland’da Disney fabrikası için çalışan bir çocuğun Disneyland’e girecek parayı çıkarması için 55 gün çalışması gerek.
Afrika kıtası dünyanın altın rezervlerinin yüzde 90’ını elinde bulundurmasına rağmen, dünyada sadece 4 tane Afrikalı milyarder var.
Ben kapitalizmim ve Afrika kıtasından her sene 8.5 milyar dolar değerinde pırlanta çıkıyor, kıtanın açlık sorununu çözmeye yetecek miktar…
Ben kapitalizmim ve siz pırlantalara bayılırsınız, Hindistan’da 1 milyon kişi günde 1.2 dolar kazanarak o pırlantaları üretiyorlar.
Dünyayı sarışın kadınların güzel olduğuna inandırdım, bu yüzden Asya kıtasında 300 milyon kadın düzenli olarak beyazlatıcı sabun kullanıyor.
Ben kapitalizmim ve sizin hayatlarına özendiğiniz Hollywood yıldızlarının yüzde 64’ü kokain bağımlısı.
Ben kapitalizmim ve yılda 20 milyon çocuk açlıktan ölürken siz aynı tişörtü haftada iki kez giymeye utanıyorsunuz.
Ben kapitalizmim ve siz hangi tanrıdan bahsediyorsunuz, artık farkına varın, taptığınız tek tanrı benim!
Ben kapitalizmim ve siz hangi tanrıdan bahsediyorsunuz, Müslümanlar 5 yıldızlı Kabe manzaralı otellerinde, ‘ibadet’ ederlerken?
Ben kapitalizmim ve siz hangi tanrıdan bahsediyorsunuz, bütün dünya Hıristiyan bayramı Noel’i sırf alışveriş yapıp eğlenmek için ‘kutlarken’?
ABD’de 7 milyon evsiz insanın olduğundan kimsenin haberi yok çünkü TV’de gördüğünüz Amerikalıların hepsi havuzlu villalarda yaşıyorlar.
Ben kapitalizmim ve yine başardım!
Bütün kadınları dolapları tıka basa dolu olduğu hâlde giyecek hiçbir şeyleri olmadığına inandırdım.
Dünya nüfusunun yüzde 50’si dünya kaynaklarının ve zenginliklerinin yüzde 1’ine sahip.
Dünya nüfusunun yüzde 1’i dünya kaynaklarının ve zenginliklerinin yüzde 50’sine sahip.
Ben kapitalizmim ve bankacılar benim evlatlarım.
Amerikalıların yüzde 85’i eğer ekonomik durumlarını iyileştirebilecekse faşist bir hükümeti seçebileceklerini söylüyor.”[10]

İşte kapitalizm bu!

Yani genelleşmiş meta üretimi, muazzam sermaye birikimi ile kâr maksimizasyonu (ve maliyet minimizasyonu)’dur; işçilerin sömürüldüğü, patronların semirdiği düzen(sizlik); savunucularının bile vahşiliğini kabul ettikleri sistemdir.

Kapitalizm, özel mülkiyet ve azami kâra dayalı bir sömürü sistemidir; zengin daha da zenginleşirken; yoksulluğu gün be gün katmerlendirir.

Üretim araçları sahipliğinin kişilere ait olduğu, sermayeye dayalı ekonomik sistemdir; “laissez faire laissez passer/ bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” yıkımıdır; kriz, savaş, tüketim, yıkım ve daha da fazlasıdır.

Yani kapitalizm sadece bir ekonomik sistem değil, içtimai her olguyu paraya dönüştürmeyi düstur edinmiş bir tüketim sistemidir. Gözü yaşlı çocuk fotoğraflarından, bir kanadı kırık kuşa kadar her şeyi sömürerek kapital yığmayı hedefler. Saldırgan rekabet, ticaret ile israfı en yoğun yaşatan sistemdir.

Sömürülebilecek her şeyi sömürmek, nemalanılabilecek her şeyden nemalanmaktır. Canlı, cansız her şeyin değerini salt para ile ölçmektir. Kapitali her şeyin, herkesin üzerinde tutmaktır.

“İnsan güç ve para için yasar” düşüncesini temel alır; sadece iyi müşteriye yaşam hakkı tanıyan sistem: Tükettiğiniz kadar birey, vatandaş, insan olma sıfatına sahip olabilir, demokrasi ve adaletle tanışabilir, eğitim, sağlık, iletişim gibi insani haklardan yararlanabilirsiniz. İnsan olduğunuz için değil, müşteriliğinizin kalitesi kadar!

“Neden” mi?

Çünkü kapitalizmin tek hedefi kârı arttırmaktır. Bunu ya çalışma saatlerini arttırarak yapar ya da üretim süresini düşürerek. Bu özelliğiyle her ne yaparsa yapsın kapitalizm yoksullaşmaya yol açar. Zira çalışırsınız üretirsiniz ancak aldığınız maaş ne ürettiğiniz şeyleri almaya yeter, ne de karnınızın doymasına. Çalıştıkça daha da düşersiniz. İlk etkisi budur. İkinci etki de toplumdaki diğer kesimlerin işçileşmesi yani kolektif proletaryanın oluşmasıdır.

Kendinden önceki tarihsel üretim tarzlarından farklı olarak, kapitalist sistemde ekonomi-toplum arasında ilişki tersliği söz konusudur. Teorik olarak ekonomi toplumun hizmetinde ve ona tabi olması gerekirken, -Karl Polanyi’nin bir tabirini kullanırsak,- ekonominin toplumda içerilmiş olması gerekirken, kapitalizmde toplum ekonomiye içerilmiş, ona tabi durumdadır.

Oysa, piyasanın kör mantığına tabi bir toplum uzun vadede sürdürülebilir değildir. Bu niteliğin doğal sonucu olarak, kapitalist sistemde üretimin birincil amacı doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek üzere değişim değeri yani meta üretmektir. Dolayısıyla kapitalizm, yegâne amacı ve varlık nedeni sermaye üretmek ve sermayeyi büyütmek olan bir ölü emek uygarlığı veya aynı anlama gelmek üzere bir meta uygarlığıdır. Her bireysel kapitalist veya kapitalist firma, vahşi rekabet ortamında sermayesini büyütmeden varlığını sürdüremez. Bunun için rakipleri aleyhine toplam artı-değerin olabildiğince büyük bir kısmana el koymak, kâr etmek, kârını azamileştirmek ve elde ettiği kârı yeniden sermayeye dönüştürmek durumundadır. Velhasıl, kapitalizm demek, üretim için üretim demektir…

Bu yüzden kapitalistler arasındaki yarış cehennemi bir yarıştır ve her kapitalist ‘ileriye doğru kaçmak’ zorundadır. Kapitalist sermaye birikiminin kör mantığı, bizzat kapitalisti de ipte cambaz gibi oynatmaktadır. Kapitalist rekabet ve kâr’la ilgili olarak Pierre Joseph Prudhon: “Rekabet ve kâr: birincisi savaş, ikincisi ganimet” derken kapitalist mantığın ve işleyişin niteliğine gönderme yapıyor. Kapitalizmin bir tanımı da onun bir ücretli kölelik sistemi olduğudur. Artı değerin, kârın, sermayenin, dolayısıyla zenginliğin kaynağı canlı emektir [ücretli işçi] ve canlı emek ölü emeği [sermayeyi] büyütmenin hizmetindedir. Bu niteliği itibariyle kapitalizme kadavra medeniyeti demekte bir sakınca yoktur…[11]

Evet, evet her şeyin metalaştıran bir distopya olarak kapitalizm dünyayı yaşanmaz hâle getirmektedir. Doğayı kirletmiş, insanları açlıktan öldürmekteyken; kapitalizm kaybetmeye mahkûmdur aksi taktirde yaşanacak bir dünya kalmayacaktır.

“Güçlü güçsüzü ezerek daha da güçlenir,” diyerek, gölgesini satamadığı ağacı kesen kapitalizmin dinamiği sermayedir. Sermaye birikmiş emektir. Kapitalizmin dayattığı sömürü sisteminde, sermaye ile emek sürekli çelişirler. Bu da burjuva ile proletarya arasında sınıf mücadelesini doğurur.

Eşitsizlikler üzerinde yükselen kapitalizm, her geçen gün daha vahşileşmek zorunda olan sistemdir; krizlerle beslenen, krizsiz olamayan sistemdir.

A. Huxley’in ‘Cesur Yeni Dünya’sındaki “Atıp kurtulmak onarmaktan iyidir, yama artarsa refah düşer,” saptaması, kapitalizmin mottosuyken; doğayı ve tüm canlı türlerini yok olma tehdidiyle karşı karşıya bırakan ekolojik felaket eşiğidir.

“Tüket, itaat et, sömürül ve öl” diyen; bencilliği boyutlandıran; her şeyin para olarak görülmesini körükleyen yani “orman yasaları”nın modernleştirilmiş hâlidir kapitalizm.

Seks köleliği, organ ticareti, pornografi, vb’leri gibi insanlık onurunu ayaklar altına alan şeyleri pazarlar; başlarında Nike şapka, ayaklarında Converse, üstlerinde Adidas tişört, altlarında Diesel pantolon, ellerinde Coca Cola ile alışveriş merkezlerinde fink atanların; dünyaya kan, gözyaşı getirmiş, getirmekte olan ve getirmeye devam edecek olan sistemdir.

Hasılı “bir nevi aptalizm” olarak da betimlenmesi mümkün olan kapitalizm hayatın, doğanın sömürü ve kâra indirgendiği yabancılaşmadır.

100 kuruşa su satan, ardında da içtiğin suyu 125 kuruşa işeten; insanın kanını emen bir vampir olarak bir akıl yoksunluğudur, insana aykırıdır kapitalizm; kirli bir çarktır.

Kapitalizm krizlerle köşeye sıkışır. Ancak “sonu” gelmez. Ekonomi tek başına kapitalizmin sonunu getirecek bir neden olamaz. Kapitalizmin sonu için toplumsal bir isyan gerekir. Bu olmazsa kapitalizm krizle ve doğayı ile insanları çürüterek varlığını sürdürür.

Kapitalizm, insanlığın uçurumun kenarında olması hâlidir.

Kapitalizm tüketimdir, reklamdır, popüler kültürdür, yalandır; “yeni ihtiyaçlar yaratan”dır.

Dorio Bötancourt ile Maria Garcia’nın, “Kapitalizm yasal mafya, mafya da yasa dışı kapitalizmdir” tespitiyle betimlenen kapitalizmin dünyasında tek şey paradır: Din de, hukuk da, ahlâk da onun aksesuarıdır.

Tüketimi kutsayan yapısıyla, insan(lar)ı insanlığından çıkarır.

Ancak Starbucks için kahve temin eden bir çiftçinin oradan bir bardak kahve satın alabilmesi için 3 gün çalışması gerektiği sistemdir; milyonlarca çocuk açlıktan ölürken, bir koşu bandının fazla yediklerini eritmek için ter dökmenizdir!

Dünyanın en büyük çadır üreticisi Pakistan’ın, kendi depreminde çadırsız kalmasıdır[12] kapitalizm!

Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Düşmanın birçok yüzü vardır, ama tek bir ismi var; kapitalizm,” notunu düştüğü kara gerçeklik insanı ve doğayı tüketir.

Kapitalizm insanlara aslında ihtiyacı olmayan eşyalara bağımlı ederek beslenir.

Dolabımızdaki elbiseler yetmez bize hep daha fazlasını isteriz.

Kot taşlama işçileri üç kuruş para için kanserden ölürken biz aldığımız pantolonu 2 ay sonra çöpe atarız.

2000-3000 dolar para verip aldığımız bilgisayarları Çin’de günde 1 dolara çalışan işçilere yaptırırlar.

Televizyonlarda izlediğimiz mükemmel(!) mankenlere benzemek için bıçak altına yatarız.

Kadınların cinsel obje olarak kullanıldığını fark etmez; tam tersine seksi olmak için boya küpüne girer, vücudumuzu açarız.

Oturup iki kelam etmeye kalksa konuşamayacak ünlülerin hayatlarının her bir anını magazinlerle takip ederiz.

Çocuklarımızı okutup adam(!) etmek isteriz. Oysa okumalarını istemekteki tek amacımız daha fazla para kazanmaları olur.

Sevmediğimiz işleri sırf prestijli, paralı diye yaparız.

Reklamlarla bize tüketmemizi emrederler, sorgusuz sualsiz yaparız.

Kapitalizmin en çirkin ve sahtekâr yüzü banka reklamlarında arz-ı endam eder. Banka personelinin güleryüzü, sıcaklığı ve bankanın aile sıcaklığında gösterilmesi reklam dünyasının en büyük yalanıdır. Kredi kartı mağdurları ve bankazedeler bankaların kanlı dişlerini ve doymak bilmeyen kuyu gibi midelerini çok iyi bilir.

Dizilerle zenginliğin iyiliğinden dem vururlar, sonra o dizilerdeki milyarderlerin başına gelenleri her hafta takip ederiz. Başka hiçbir işimiz yokmuş gibi oturur dizilerden konuşuruz.

Tüm bunlar yetmez, silah tüccarları, devletler daha fazla para kazansınlar diye birbirimizle savaşırız.

Yani Bertolt Brecht’in bir şiirinde şöyle özetlediği sistemdir:

“iyice görüyorum artık düzeni./ orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda,/ aşağıda da bir çok kişi.
ve bağırıyor yukarıdakiler aşağıya:/ ‘çıkın buraya gelin ki,/ hepimiz olalım yukarıda.’
ama iyice gözlediğinde görüyorsun,/ neyin saklı olduğunu/ yukarıdakilerle, aşağıdakiler arasında.
bir yol gibi gözüküyor ilk bakışta./ yol değil ama./ bir tahta bu.
ve şimdi görüyorsun açıkça;/ bu bir tahterevalli tahtası./ bütün düzen bir tahterevalli aslında./ iki ucu birbirine bağımlı.
yukarıdakiler durabiliyorlar orada,/ sırf ötekiler durduğundan aşağıda/ ve ancak;/ aşağıdakiler, aşağıda oturduğu sürece/ kalabilirler orada./ yukarıda olamazlar çünkü,/ ötekiler yerlerini bırakıp çıksalar yukarı.
bu yüzden isterler ki;/ aşağıdakiler sonsuza dek/ hep orada kalsınlar./ çıkmasınlar yukarı.
bir de, aşağıda daha çok insan olmalı yukarıdakilerden./ yoksa durmaz tahterevalli./ tahterevalli./ evet, bütün düzen bir tahterevalli.”

Özetle Che’nin de işaret ettiği gibi, kapitalizm hâlinden memnun kölelerin işidir, eseridir; Slavoj Zizek’in, “Bugünkü tuhaflığı bir düşünün; 30-40 yıl önce, geleceğin komünist mi, faşist mi, kapitalist mi olacağını tartışıyorduk. Bugün kimse bu konular hakkında tartışmıyor. Hepimiz sessizce küresel kapitalizmin kalıcı olduğunu kabul ediyoruz. Diğer taraftan da evrensel felaketlere kafayı takmış durumdayız. Dünyadaki tüm yaşamın, bir tür virüs yahut bir göktaşı çarpması sonucunda yok olacağı ve bunun gibi şeyler. Yani paradoks şu ki, yerküredeki tüm hayatın bittiğini hayal etmek, kapitalizmde küçük ama radikal bir değişimi hayal etmekten daha kolay,” notundaki üzere…

Kolay mı?

Eskiden tanrıya tapardı insanlar, artık paraya tapıyorlarken; “para meta para” eksenli, kâr güdüsü ile hareket eden yeni kölecilik sistemidir; kaostur.

“Cimri, harikulade bir kapitalisttir; kapitalist ise akıllı cimridir,” diyen Karl Marx’ın ‘Ücretli Emek ve Sermaye’de gayet açık bir dille anlattığıdır.

“Kapitalist olarak o yalnızca kişileşmiş sermayedir. Onun ruhu sermayenin ruhudur. Ama sermayenin tek bir yaşam dürtüsü vardır: değer ve artı değer yaratmak, üretim araçlarını mümkün olduğu kadar büyük miktarda artı emeği emebilecek bir faktör hâline getirmek.

Sermaye ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse, o kadar çok yaşar. İşçinin çalıştığı süre, kapitalistin ondan satın aldığı, emek gücünü harcadığı süredir.

İşçi, eğer bu süreyi kendisi için harcarsa, kapitalisti soymuş olur,”[13] diyen Karl Marx tarafından şöyle betimlenendir:

“Her kapitalist, işçilerinin tasarrufta bulunmasını ister -ama sadece kendi işçilerinin, geri kalan işçiler topluluğunun değil. Çünkü ikinciler tüketici rolündedir. Bu yüzden kapitalist tüm ‘erdem’ lakırdılarına karşın bu ikincilerde tüketimi tahrik etmek, yeni ihtiyaçlarla beynini yıkamak, mallarını daha arzu edilir hâle getirmek için elinden geleni esirgemez.”

“Ama kapitalist salt sermaye demek değildir. Kendisi yaşamak zorundadır ve emekle yaşamadığı için kârla, yani kendine mal ettiği ötekinin emeğiyle yaşamak zorundadır. Böylece sermaye servetin kaynağı olarak ortaya çıkmıştır.”[14]

Özetle soru(n)ları yeniden üretip, çoğaltan kapitalizmin “Mezar kazıcılarını üreten” sınıflı-sömürücü formasyon konusunda Karl Marx’ın altını çizdikleri şudur:

“Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir. İşte bu sermaye ve onun kendisini genişletmesidir ki üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim araçları, sırf, üreticiler toplumunun yaşama sürecinde, devamlı bir gelişmenin araçları değildirler. Sermayenin değerinin, büyük üretici kitlelerin mülksüzleştirilmelerine ve yoksullaştırılmalarına dayanan kendisini koruma ve genişletme sürecinin içerisinde devam ettiği sınırlar yalnız başına hareket edebilirler; – işbu sınırlar, sermaye tarafından kendi amaçları için kullanılan ve üretimin sınırsız büyümesine, üretimin kendisinin bir amaç hâline gelmesine, emeğin toplumsal üretkenliğinin hiçbir koşula bağlı olmadan gelişmesine doğru yol alan üretim yöntemleri ile sürekli bir çatışma hâline girerler. Araçlar -toplumun üretici güçlerinin hiç bir koşula bağlı olamadan gelişmesi-, sınırlı bir amaçla, mevcut sermayenin kendisini genişletmesi amacı ile devamlı çatışma içersine girerler. Kapitalist üretim tarzı, bu nedenle, maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasası yaratılmasının tarihsel bir aracı olup, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır.”

III) KAPİTALİST YIKIMIN “ÇEVRE”Sİ

1960’lardan bu yana dünya nüfusu iki kat artarken gıda üretimi üç kat arttığına, dolayısıyla 12 milyar insan doyurulabileceğine göre, niçin bir buçuk milyar insan açlık çekiyor? Peki durumun en kötü olduğu yerlerdeki insanları açlıktan kurtarmak için ne gerekiyor: Afrika Boynuzu’ndaki açlığı sona erdirmek için gereken para 1.6 milyar dolarmış. Herhangi bir devlet için küçük bir para. Ama olmuyor, çünkü dünyanın değişmemesi gereken bir düzeni var.

Kaldı ki gıdaya erişimsizliğin bir nedeni üretimin olmadığı alanların genişlemesiyse öbürü de gıda fiyatlarının yüksekliği. Dünyanın yüzde 71’i günde on dolardan, her 5 kişiden birisi de iki dolardan az kazanıyor. Türkiye’de aylık geliri 370 liradan az olan nüfusun 12 milyon olduğu belirtiliyor. Rakamlar sıkıcı ve can sıkıcı. OECD ve FAO verilerine göre, dünyanın en yoksul ülkelerinde insanlar, kazandıkları paranın yüzde 80’ini gıdaya harcıyormuş, Türkiye’de yüzde 30’u. Kalan paralarını ne yaparsa yapsın insanlar.

Leo Huberman’ın Sosyalizmin Alfabesi kitabında, kapitalizmde insanların ulaşım, eğlence, eğitim, beslenme gibi özgürlüklerinin kâğıt üstünde kaldığının, kullanılamadıkları sürece o özgürlüklerin de olmadığı gerçeğinin çok basit anlatıldığı bir bölüm vardı, unutmam. Gerçeklerin her zaman yalın oluşu öyle bir şeydi demek.

İklim değişikliğiyle gıdaya ulaşma yollarının tıkanmaya başlayacağını biliyoruz bilmesine ama dünya yalnızca 3.5 derece ısındığı zaman canlıların yüzde 40 ile yüzde 70’inin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olacağını bilmek de önemli. Bu süreç atmosferden denizlere, dağlardan Amazon ormanlarına kadar gezegeni tehdit ederek şimdi de sürüyor.

İleri kapitalist ülkelerden çıkan büyük tekeller gıdayı ne yapıp edip yutturur insanlara. McDonald’s, KFC ya da Pizza Hut gibi gıda restoranları geleneksel yeme içme kültürünün yerini aldı almasına ama, ABD Senatosu bile, bu tür restoranlarda sunulan işlenmiş tavuk ve dana etlerinin her yedi saniyede bir, bir kişide ortaya çıkan kanserin nedenlerinden biri olduğunu açıklamış. İnanan inanır. Kanser nedenleri arasında hazır gıdanın sigaradan sonra ikinci sırayı aldığı da biliniyor.

Ama aynı ABD’nin gıdayla ilgili pek çok belanın kaynağı olduğu da biliniyor. Örnekse et tüketimi konusunda da şaşırtıcı rakamlara sahip ABD. Yaklaşık 1 kg sığır eti için, 14.4 kg hububat ya da soya, 9.460 litre su ve 3.7 litre benzin tüketiliyormuş. Türkiye’de neler olduğunu düşünün. Bir kg etin niçin o kadar pahalı olduğu anlaşılıyor, değil mi. Peki şu nedir: 1950-1999 yılları arasında bütün dünyada et tüketimi 50 kat artmış. Demek ki beslenme rejimi değişmiştir ve siyasal rejimin değişmesi gibi etkiler yarattığından kuşkumuz olmasın.

Bu tür rakamlar çekicidir: Et temelli beslenme ve fabrikasyon hayvan üretimi için ABD’de 220 milyon dönüm -adet değil- ağaç kesilmiş ve Orta Amerika’daki yağmur ormanlarının 25 milyon dönümü sığır yetiştirmek için yok edilmiş. Bu arada, etin çok ama çok büyük bölümü elbette Batı’nın zengin ülkelerinde tüketiliyor. Az gelişmiş ülkelerde aynı oranda et tüketilmesi için dünyadaki besi hayvanlarının sayısının iki katına çıkması gerektiği gerçeği de çarpıcı.[15]

Doğa katliamları nedeniyle her yıl dünyada 11 milyon insan ölüyorken;[16] şimdi durup düşünülmez mi, kapitalizm doğaya neler ediyor!

III.1) TÜKETME İLE YIKIM

Sürdürülemez kapitalizm koşullarında, “İnsanların mavi gezegenimizden talep ettiği doğal kaynakları (varlıkları) karşılamak için 1.6 Dünya’ya ihtiyaç duyuyoruz,”[17] diyor Özgür Gürbüz…

Kapitalist tüketim alışkanlıkları dünyanın geleceğini tehdit etmeye devam ediyorken; yerküredeki doğal kaynakların kendini yenileyebilmesi için tüketimin belli bir seviyede tutulması gerekiyorsa da, mevcut alışkanlıklar bu sınırları zorluyor; ‘Küresel Ayak İzi Ağı/ Global Footprint Network’ (GFN) Başkanı Mathis Wackernagel, “2030’da iki dünya bize ancak yetecek,”[18] ifadesindeki üzere!

Kolay mı? Duke Üniversitesi’nde yürütülen çalışmada, türlerin olması gerekenden 100 ila 1000 kat daha hızlı yok olmaya başladığının belirlendi güzergâhta dünya “yavaş yavaş tükeniyor”![19]

Kapitalizm tüketimi o denli körüklüyor ki, gezegenin 1 yıllık doğal kaynakları 7.3 milyar insan tarafından 7.5 ay gibi bir sürede tüketilmiş oluyor.

Mevcut tüketimi karşılamak için dünyamızın 1.6 kat daha büyük bir alana ihtiyaç duyuluyorken; sanayileşmiş kuzey ülkelerin kendi topraklarındaki doğal kaynaklardan daha fazla tükettikleri anlaşılıyor. Buna göre, Japonya’daki tüketimi karşılayabilmek için ülke topraklarının 5.5 katı daha büyük bir alana ihtiyaç duyulurken bu oran İtalya’da 3.8, İsviçre’de 3.5, Britanya’da 3 ve Almanya’da 2.1 olarak belirtiliyor. Fransızların tüketimini karşılayabilmesi için Fransa’nın 1.4 kat daha büyük olması gerekirken, ABD’de 1.9, Hindistan’da 2 ve Çin’de ise 2.7 kat daha büyük bir alana ihtiyaç var.[20]

“Doğanın kendi kendini yenilemesi kapitalizmin dayandığı endüstriyalizmin tahribat marjlarını çoktan aşmış”ken;[21] doğa tüketiliyor!
‘Doğayı Koruma Örgütü’ (IUCN) 519 balık türü hakkında araştırma yaptı ve Akdeniz balıklarıyla ilgili kırmızı liste yayımladı. Cebelitarık Boğazı ile Marmara Denizi’ne kadar tüm Akdeniz’i içine alan araştırmanın sonunda türler yok olma tehlikesiyle yüz yüze olan sınıfta 43 tür yer alıyor.[22]
Sadece bu kadar mı? Değil elbet! Kapitalizm kirletir…[23]

Örneğin sürdürülemez kapitalizmin dünyasında her şey bir çeşit kimyasal kokteyle bulanmış şekilde önümüze geliyor. Bu bileşimlerin bazıları zararsız olsa da çoğunun insan sağlığı üzerindeki etkileri henüz bilinmiyor. Dalından yeni koparılmış bir elmayı ele alalım. Amerikan Tarım Bakanlığı’nın yaptığı bir çalışmaya göre piyasada satılan tüm elmalar zararlı böcekleri, otları ve mantarları yok etmek için kullanılan kimyasalların kalıntılarını içeriyor. Aslında ağzımıza attığımız tüm yiyeceklerin içeriğine bir göz attığımızda benzer kimyasallarla kirlenmiş olduğunu görebiliriz. Kaldı ki bu zararlı maddeler yalnızca yiyeceklerimizle sınırlı değil. Kozmetikten, mobilyalara, soluduğumuz havadan giysilerimize dek her şey bizleri kimyasallara maruz bırakıyor.[24]

Bunun yanında araştırmalar, dünyadaki plastik atık miktarının 5 milyar tona ulaştığını ve dünyayı sarabilecek kadar plastik atık bulunduğunu gösteriyor.[25]

Ayrıca ‘Dünya Sağlık Örgütü’ (DSÖ), hava kirliliğine ilişkin 15 Mart 2016’da yayımladığı raporunda, dünyada 8 ölümden birinin hava kirliliğinden kaynaklandığını belirtti. 7 milyon kişinin hava kirliliği nedeniyle yaşamını yitirdiğinin belirtildiği raporda, 5,9 milyon kişinin öldüğü Asya ve Pasifik’in kirlilikten en fazla etkilenen bölgeler olduğu vurgulandı. Rapor, hava kirliliği ile kalp-damar hastalıkları, kanser ve solunum yolları hastalıklarıyla bağlantısı olduğunu ortaya koydu. DSÖ’nün Halk Sağlığı Bölümü Başkanı Dr. Maria Neira, bu rakamların 2008’de yapılan bir önceki araştırmaya göre ölümlerde büyük artış olduğunu gösterdiğini, durumun şoke edici ve endişe verici olduğunu belirtti.[26]

Bu kadar değil; bunlara eklenmesi gereken bir de yıkım boyutu var…

Örneğin Norveç Mülteci Konseyi’nin hazırladığı rapora göre 2014 yılında bütün dünyada yaklaşık 20 milyon kişi sel, fırtına ve deprem felaketleri yüzünden evlerini terk etmek zorunda kaldı.[27]

Ayrıca ‘Greenpeace’in açıklamalarına göre, dünyada her yıl yaklaşık 200 milyar ton plastik üretiliyor ve bunun en az yüzde 10’u okyanuslara karışıyor. Karışan bu oranın yüzde 70’i okyanus dibine batıyor ve zemindeki yaşama zarar veriyor. Yüzeydekiler ise ya girdaplarda kalıyor ya da dalgalarla sahillere vuruyor.

Bugüne kadar plastik kirliliği üzerine yapılmış en kapsamlı araştırmaya göre, 5 trilyondan fazla plastik parçası (yaklaşık 296 bin ton) dünyanın okyanuslarında yüzüyor, tüm besin zincirine zarar veriyor.

BM Çevre Programı bu tür atıkların yüzde 80’den fazlasının karasal olduğunu belirtiyor. Amerikan Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’ne göre, okyanuslardaki plastikler her sene 100 binden fazla deniz memelisinin, bir milyondan fazla su kuşunun ve birçok deniz canlısının ölümüne sebep oluyor.
‘Dünya Doğayı Koruma Vakfı’ (WWF) ve ‘Londra Zooloji Derneği tarafından yayımlanan yeni bir rapor, son 40 yılda denizlerde yaşayan canlı nüfusunun yarı yarıya azaldığını ortaya koydu. 1970’ten bugüne sualtında yaşayan memeliler, deniz kuşları, balıkları ve sürüngenlerin populasyonu yüzde 49 oranında azalmış. Balık türlerinde azalma ise yüzde 75. Rapor, insan kaynaklı yaşama alanlarının daraltılması, aşırı kirletilmesi, zamansız ve aşırı avlanma, kıyıların vahşice doldurulması ve küresel ısınmaya bağlı okyanus sularının asitlenmesi gibi konulara dikkat çekiyor.[28]

“Küresel ısınma” dedik!

III.2) KÜRESEL ISINMA YA DA İKLİM DEĞİŞİMİ

Bilindiği gibi küresel ısınma veya iklim değişikliğinin dünya üzerindeki yıkıcı etkileri her geçen gün şiddetleniyor. Grönland ve Kuzey Kutbu’ndaki buzulların erimesi, yaşanan kuraklıklar, deniz seviyesinin yükselmesi, aşırı hava olaylarının daha sık yaşanması, seller, orman yangınları iklim değişikliğinin günümüzdeki görünür etkilerinden yalnızca birkaçıdır.[29]

Naomi Klein’in, “Bizim ekonomik sistemimiz ile gezegen sistemimiz şu anda savaş hâlindedir. İklimin çökmesini engellemek için gerekli olan, insanlığın kaynak kullanımını daraltmasıdır; ekonomik modelimizin talep ettiği şey ise dizginlenmemiş bir büyümedir. Bu kural kümelerinin yalnızca biri değiştirilebilir ve değiştirilebilecek olan da doğanın yasaları değildir,”[30] diye uyardığı küresel ısınma ya da “Küresel iklim açısından kritik bir dönemdeyiz.”[31]

Dünya Meteoroloji Örgütü’nün 2010 ile 2015 yılları dünyanın en sıcak 5 yılı olduğunu açıkladığı;[32] 2016’nın da daha sıcak olacağı yerkürede, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un bile, “İklim değişikliği herkes için tehdit”[33] demek zorunda kaldığı bir tabloyla yüz yüzeyiz!

Çünkü küresel ısınma sonucu buzulların güneş ışınlarını yansıtma işlevini azaltması dünyamızın birçok sorun yaşamasına neden olur. Bunlar; Yüksek enlemlerin gezegenin kalan kısmına göre daha fazla ısınması permafrostun (arktik bölgelerdeki sürekli buzul kitlesi) erimesine neden olacaktır: Başta Sibirya olmak üzere, 25 metre derinlikte ve 1 milyon kilometrekarelik donmuş bir kar tabakası söz konusudur. Burada da 500 milyar ton karbon stoku olduğu tahmin edilmektedir bu buzullar eridiğinde bunlar da atmosfere salınacaktır.

Bu olaylara küresel ısınmaya neden olan uygulamaların müsebbibi olan sermaye ve yandaşları aldırmamaktadır. Bunun varsayım olduğunu ifade etmektedirler. Gerçek olabileceğini söyleyenleri de felaket tellallı olmakla suçlamaktadırlar.

Ancak birçok çalışma bunların gerçekleşeceğini göstermektedir. Avrupa’da 2003 yılında yaşanan aşırı sıcak yaz aylarında bitki örtüsünün karbon gazını özümsemek yerine saldığını göstermiştir! Başka araştırmacılar, buzulların eridiğini ve erimesinin aynı oranla devam etmesi durumunda stoklanmış karbonun yüz yıl içinde geri salınacağını söylemektedir.

Evet, iklim aniden değişebilir, bu değişim o kadar hızlı olur ki, insanlar çare üretemeyebilir.

Araştırmacıların çoğunluğu 10-15 yıl öncesine göre çok daha kötümserler. Burada “felaket tellallığı” yok. Uzmanlar, “Küresel ısınmayla gezegenin önemli bir bölümü çöle dönüşecek. Hayatta kalanlar kuzey kutbu çevresinde bir araya gelecekler. Ama herkese yetecek yer olmayacak, dolayısıyla, savaşlar, öfkeli halk kitleleri ve savaş ağaları olacak. Yani tehdit altında olan dünya değil, uygarlıktır” diye uyarılarını sıklaştırmaktadırlar.[34]

Haksız da değiller hani…

Örneğin Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nden Prof. Dr. M. Levent Kurnaz’a göre, Küresel yüzey sıcaklığı değişikliği, XXI. yüzyılın sonuna kadar, tüm IPCC senaryolarınca sanayi öncesi döneme göre 1.5°C’yi, en kötümser senaryoya göre ise 2°C’yi aşacak…

Karbondioksit ve metan gibi sera gazlarının atmosferdeki konsantrasyonları günümüzde en azından 800 bin yıllık dönemde hiç olmadığı kadar yüksek bir düzeye geldi. Atmosferdeki CO2 konsantrasyonu, birincil olarak fosil yakıtların yakılması ve ikincil olarak da orman alanlarının azalmasından dolayı 250 yıl öncesine göre yüzde 40 oranında arttı.

Grönland ve Antarktik buzulları 20 yıllık dönemde azalıyor, kara buzulları ise neredeyse tüm dünyada küçülmeyi sürdürüyor ve Kuzey Kutup deniz buzu ve Kuzey Yarım Küre ilkbahar kar örtüsü alansal olarak küçülmelerini sürdürüyor. Kuzey Kutup deniz buzu, 2012 Eylül ayında tarihte ölçülen en düşük alana indi. Okyanuslar atmosfere 250 senede salınan insan kaynaklı karbonun yaklaşık yüzde 30’unu emdi ve bu da okyanusların asitlenmesine yol açtı. Atmosferdeki sera gazlarındaki artış dünyadan kaçmaya çalışan ısının atmosfer ve okyanuslarda birikmesine neden olur. Okyanuslardaki ısınma iklim sisteminde biriken bu ısı artışını denetler. Bu kapsamda, 1971-2010 döneminde okyanuslarda biriken ısının yüzde 90’dan fazlası küresel okyanus ısınmayla bağlantılı. Okyanusların üst katmanı (0-700 m) 1971-2010 döneminde kesin olarak ısındı. [35]

“Emareler belirdi” gibi bir şey… Bu durum, “Titanik’in güvertesinde şezlong kapma yarışına” benziyor. Kapitalist uygarlığa hapsedilmiş insan faaliyeti, “kâr makinesini” beslemek için önce kömür, sonra petrol tüketiminin, yoğun tarım ve hayvancılığın atmosfere saldığı CO2 ve metan gibi gazlarla gezegenin ortalama ısısını sürekli artıran bir eğilim yarattı.

1950’de günlük 10 milyon varil olan petrol tüketimi 2015 yılında 100 milyon varile ulaşır, düşen fiyatlar tüketimi daha da teşvik ederken, okyanusların ortalama ısısı, XX. yüzyıl ortalamasından 0.81 0C daha yüksek oldu. ABD’deki ‘Ulusal Okyanuslar ve Atmosfer İdaresi Kurumu’ raporunda 2015’in, kayıtların tutulmaya başladığı 1880’den bu yana en sıcak yıl olacağını, kayıtlardaki en sıcak 10 ayın 9’unun 2005’ten bu yana yaşandığını, küresel ısınmanın hızlandığını söylüyor.[36]

İşte bu konuda kimi veriler:

i) ‘Dünya Sağlık Örgütü’ (WHO) tarafından COP21 zirvesi öncesi yayınlanan rapora göre, iklimsel değişiklikler nedeniyle 2030-2050 yılları arasında her yıl yaklaşık 250 bin kişi yaşamını yitirecek![37]

ii) Küresel ısınma ile okyanusların “benzeri görülmemiş bir biçimde” asitli hâle geldiği belirtilerek, bunun 300 milyon yıldan bu yana en hızlı asitlenme olabileceğinin altı çiziliyor. Araştırmaya göre, okyanuslardaki asitlenme 2100 yılında 170 oranında artacak. İnsanların yol açtığı bir sorun olan bu duruma göre okyanuslarda canlıların sadece yüzde 30’u yaşamını sürdürebilecek. Okyanuslardaki asitlenme konusunda çalışan dünyanın önde gelen 500 uzmanının 2012 yılında ABD’nin California kentinde yaptıkları toplantının henüz açıklanan sonucuna göre, her gün okyanuslara 24 milyon ton tutarında karbon ekleniyor. Araştırma söz konusu karbon karışımının suların kimyasını değiştirdiğini ortaya koydu![38]

iii) Alman bilim insanlarının Güney Kutbu’nda yaptığı araştırmaya göre 10 bin yıl içinde deniz seviyesi dünya genelinde yaklaşık 3 metre yükselecek. ‘Potsdam İklim Araştırmaları Enstitüsü’nden Johannes Feldmann, hazırladıkları simülasyonlara göre, Batı Antarktika’daki erimenin bu hızla devam etmesi hâlinde önü alınamayacak bir sürecin başlayacağını bildirdi. 10 bin yıl içinde deniz seviyesi dünya genelinde yaklaşık 3 metre yükseleceğinin de altını çizen Feldmann, “Elbette deniz seviyesi çok yavaş yükselecek. Ancak süreçte geri dönüş olmayacak” uyarısında bulundu![39]

iv) Antarktika’daki iklim değişikliğini inceleyen yeni bir araştırma, küresel deniz seviyesinin, mevcut tahminlerden iki kat fazla yükselebileceğini ortaya koydu. ‘Nature’ dergisinde yayımlanan araştırma, Batı Antartika’da bulunan Meksika’dan daha büyük bir buz örtüsünün beklenenden erken dağılabileceğini ve 2100’e kadar deniz seviyesinin 1.6 metre kadar yükselebileceğini ortaya çıkardı. Okyanusların 2800 yıldır hiç görülmediği hızda yükseldiği göz önüne alınırsa, bu senaryo, Birleşmiş Milletler tarafından üç yıl önce yayımlanan senaryonun bile daha kötüsü ve kısa süre içinde büyük bir krizi tetikleyebilir. ‘The New York Times’ın haberine göre, bu erime uzun yıllar yüksek seviyede devam ederse dünyadaki mevcut tüm kıyı şeritleri su altında kalabilir. Londra, New York, Avustralya’nın tamamı, Hong Kong, Roma, Barcelona gibi ülke ve şehirlerin yanı sıra Türkiye de bu felaket senaryosundan direkt olarak etkilenecek ülkeler arasında![40]

v) ‘Amerikan Ulusal Okyanus ve Atmosfer Yönetimi’nin (NOAA), tüm dünyadan 413 bilim adamından gelen verilerle yayınladığı 2015 yılı raporundaki tablo, öncekilerin hepsinden daha ürkütücü. Çünkü dünya, rekor sıcaklık, rekor su seviyeleri, daha fazla sıcak gün, daha az soğuk gece, artan kasırgalar, inanılmaz boyutlara ulaşmış kirlilik ve hızla eriyen buzullarla karşı karşıya![41]

vi) Bilim insanları, Hint Okyanusu’nda deniz seviyesinin yükselmesinin Bangladeş, Endonezya ve Sri Lanka’da deniz seviyesine yakın yerlerde yaşayan milyonlarca insanın yaşamını tehlikeye soktuğunu belirtti. ABD’li araştırmacılar, deniz seviyesinin yükselmesinin, iklim değişikliğinin bir parçası olduğunu vurguladı![42]

vii) Kuzey Buz Denizi üstünde bir zamanlar yer yer 80 metre kalınlığa ulaşan ve milyonlarca yılda oluşumu olan yaşlı buzul tabakası neredeyse tamamen ortadan kalktı. Deniz üstünde kalan buz tabakaları, küresel ısınma nedeniyle buzul özelliğini kaybettiği için bilimciler, “Kuzey Buz Denizi üzerindeki buzul tabakasının fiilen ortadan kalkmış sayılabileceğini” belirtiyor. Kanada’daki Manitoba Üniversitesi Arktik Sistem Bilimleri Araştırma Kürsüsü Başkanı David Barber, buzullarda erimenin önceki tahminleri aştığını, Kuzey Buz Denizi’nde 30 yıldır araştırma yaptığını ve ilk kez böyle bir durumla karşılaştığını söylüyor![43]

viii) Lüksemburg büyüklüğündeki bir buzdağı, Antarktika’daki Mertz Buzulu’na çarparak devasa büyüklükteki bir başka buzdağının daha ortaya çıkmasına neden oldu. 12 ya da 13 Şubat 2010’da meydana geldiği tahmin edilen çarpışma sonucu kopan kütlenin toplam yüzölçümünün 3 bin kilometrekare, yani Ankara’nın Çubuk ilçesinin yaklaşık 2 katı büyüklüğünde olduğu belirtiliyor![44]

ix) Kuzey Buz Denizi’ndeki buzlar, küresel ısınma bu hızla devam ederse 10 yıl içinde tamamen kaybolacak. Avrupa Uzay Ajansı’nın CryoSat-2 uydusundan elde ettiği sonuçlara göre Kuzey Buz Denizi’ndeki buzulların erime tahmin edilenden yüzde 50 daha hızlı gerçekleşiyor. Kutup buzullarının kalınlığını incelemek için gönderilen CryoSat-2 uydusu sadece 2011 yılında 900 kilometreküp buzun eridiğini ortaya çıkardı. Uzmanlar erimenin hızlanmasını küresel ısınma çerçevesinde karbondioksit emisyonlarının artışına bağladı. Bu hızla giderse kısa süre sonra bölgede hiç buz kalmayacağı konusunda uyarılarda bulunuldu. Kuzey Buz Denizi’nin buzsuz açık bir denize dönüşmesi ise bölgedeki balık, maden ve petrol yataklarının hızla tüketilmesine neden olacak![45]

x) Mercan kayalıkları küresel ısınmanın yol açtığı karbondioksit yüzünden hızla eriyor. Dünyanın önde gelen deniz bilimcileri, küresel ısınma yüzünden okyanuslardaki mercan kayalıklarının hızla eridiğini, bu konuda derhâl harekete geçilmesi gerektiğini bildirdi. Atmosferdeki fazla karbondioksidi emen okyanuslarda, asit düzeyi de hızla artıyor. Bilim insanları, “denizdeki osteoporoz” (kemik erimesi) olarak tanımlanan bu süreci, iklim değişikliğinin “şeytani ikizi” olarak görüyor. Avustralya’nın kuzeydoğusundaki Cairns şehrinde gerçekleşen uluslararası mercan kayalığı sempozyumunda açıklanan rapora göre, Endonezya, Malezya, Papua Yeni Gine, Filipinler ve Solomon Adaları’nı kapsayan ve dünyanın mercan kayalıklarının yüzde 30’unu ve 3 bin balık türünden fazlasını içinde barındıran “Mercan Üçgeni”ndeki kayalıkların yüzde 85’inden daha fazlası kirlilik, aşırı avlanma vb. yüzünden tehlike altında![46]

xi) Deniz seviyesindeki yükselme, dünyanın çeşitli bölgelerini tehdit ediyor. Birleşmiş Milletler Çevre Programı, iklim değişimi nedeniyle özellikle 52 küçük ada devletin tehlikede olduğunu bildirdi. Raporda, bu ada devletlerin küçük yüzölçümü ve büyük nüfus yoğunluğuna sahip olduğuna dikkat çekildi. BM Çevre Programı direktörü Achim Steiner, “62 milyon nüfuslu bu 52 ulus, dünya sera gazı salınımının yüzde 1’den daha az miktarından sorumlu. Buna rağmen, bunun yol açtığı iklim değişikliğinden orantısız derecede olumsuz etkileniyorlar” dedi. Deniz seviyeleri 1993-2009 yılları arasında dünya genelinde yılda üç milimetre kadar yükseldi. Pek çok küçük adanın bulunduğu Batı Pasifik’te ise yılda 12 milimetrelik bir artış kaydedildi. Mercan kayalıkları, sadece balık zenginliği değil, aynı zamanda çevredeki sahiller için bir koruma faktörü olması açısından da önem taşıyor. 2030 yılına kadar iklim değişikliğinin sonucu olarak mercan kayalıklarının yüzde 90’ının, 2050 yılına kadar ise tamamının tehlike altında olacağı belirtiliyor![47]

xii) Kuraklığın, yangınların, sellerin, fırtınaların, sıcak dalgaların şiddeti arttıkça artıyor. 2010 yılında rekor sıcaklıklar ve yangınlar 50 binden fazla insanın ölümüne neden oldu. 2011 yılında 250.000’den fazla Avustralyalı olağanüstü sellere maruz kaldı. Mağdur oldu. 2012 yılı ABD’de “kışsız yaz” olarak tarihe geçti![48]

xiii) Birçok ülke, kent ve topluluk, artan küresel sıcaklıkların etkisine hazırlanıyor. Sözgelimi Bangladeş’te hükümetin afetlere daha hazırlıklı olmak yönünde attığı adımlar, kasırgalar nedeniyle ölenlerin sayısının azalmasında etkili oldu. 2007’de Sidr Kasırgası 3400 can aldı, 1991’de benzer bir kasırga yaklaşık 140 bin insanı öldürmüştü. Ve Vietnam, kıyılarını sellerden koruyacak doğal bir duvar inşa etmek için yeniden mangrov ağacı dikimine yatırım yapmakta![49]

xiv) BM Gıda ve Tarım Örgütü Genel Direktörü José Graziano da Silva’ya göre, iklim değişikliği; yüzde 80’i kırsal alanlarda tarıma, ormancılığa ve balıkçılığa bağlı olarak yaşayan yoksul insanların geçim kaynaklarını ve gıda güvenliklerini tehlikeye atıyor![50]

xv) Akdeniz kıyısındaki üreme alanlarında dört yıldır yapılan incelemenin sonucuna göre iklim değişikliği, şimdiden, Akdeniz kıyısındaki kumsallara yumurtasını bırakan deniz kaplumbağalarının üreme sistemini tehdit ediyor: Sıcaklık artışıyla birlikte yumurtadan çıkan dişi yavru sayısı artarken erkek yavru sayısı azalacak![51]

Örnekleri çoğaltmak mümkün olsa da, bu kadarı yeter.

Tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşen iklimsel felaketlerine sebep olan kapitalizmdir. Bu bağlamda sorunu çözmek için kapitalizme karşı mücadeleden başka seçenek yokken; fosil yakıt endüstrisine karşı anti-apartheid tarzda boykot çağrısı yapan Güney Afrikalı lider Desmond Tutu’nun “Vicdanlı insanlar, iklim değişikliğinin yarattığı adaletsizliğe neden olanlarla ilişkisini kesmeli. Fosil yakıt şirketlerinin etkinliklerini, spor takımlarını, medya programlarını boykot edelim,” önerisini ciddiye almak mümkün mü?

Elbette değil! Çünkü G20 ülkeleri, dünya nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturuyorken; bu ülkeler dünya ekonomisinin yüzde 85’ine, küresel ticaretin ise yüzde 75’ine hâkim.

Söz konusu devasa ekonomik büyüklüğe sahip ülkeler, aynı zamanda dünyadaki enerji talebinin yüzde 75’inden, fosil yakıta dayalı enerjilerden kaynaklı sera gazı emisyonlarının yüzde 80’inden sorumlu.

G20 ülkelerinin fosil yakıt sübvansiyonlarına yıllık ayırdığı miktar 452 milyar doları geçiyor![52]

2010’da dünyamızda toplam sera gazı emisyonu yıllık 42.9 milyar ton idi. Bunun yüzde 61’ini beş ülke (bölge) gerçekleştiriyor: Çin, ABD, AB ülkeleri (28 ülke), Hindistan ve Rusya. Fert başına sera gazı emisyonunun dünya ortalaması 6.2 ton olarak hesaplanmakta. Burada ABD açık farkla birinci sırada: Kişi başına 22 ton. Türkiye’nin toplam emisyonlar içindeki payı yüzde 0.8, fert başına emisyonda ise dünya ortalamasını yakalamış durumda![53]

Nihayet aşırı karbon salınımıyla ısıyı arttırıp,[54] küresel iklim dengesini bozarak, çevre felaketleri devreye soktuğu güzergâhta küresel ısınmanın baş sorumlusu kapitalizm, kuzey ülkeleri, çokuluslu şirketlerdir. Son çeyrek asırda küresel ısınmanın yüzde 60’ından 90 küresel fosil yakıt şirketi sorumluyken; bilimsel verilere göre, eğer sera gazı salımı devam ederse gezegeni gelecek 30 yıl içinde 2 derece ısıtacak kadar karbon kullanılmış olacak…

NASA Uzay Bilimleri Enstitüsü’nün eski başkanı J. Hansen, şu anda bir eşikte bulunulduğunu vurgulayarak, 4 derecelik bir artışla dünyamızın tanınmaz, çok farklı bir gezegen olacağını belirtiyor. Gerçek şu: İklim değişikliğinin, ekolojik krizin sebebi kapitalist sistemdir. Eğer küresel ısınmaya karşı önlem alınacaksa kapitalizmle mücadele edilmelidir.[55]

IV) TÜRK(İYE) KAPİTALİZMİNİN AKP’Sİ İLE ÇEVRE

‘Dünya Çevre Performansı Endeksi’nde 99’uncu, Doğa ve Yaban Hayatı Koruma’da ise 180 ülke arasında 177’nci sıradaki Türkiye;[56] 2016 Davos Zirvesi’nde yayımlanan raporda 10 üzerinden 0.1 puan alarak çevre hassasiyetinde 60 ülke arasında 59’uncu; Yale Üniversitesi ‘Dünya Çevre Performansı Endeksi’nde (EPI) iki yılda 33 basamak geri giderek genelde 99’uncu; ‘Doğa ve Yaban Hayatı Koruma’ kategorisinde ise 100 üzerinden 22.5 puan alarak 180 ülke içinde 177’nci oldu.[57]

T.“C”nin çevreyle ilişkisini ortaya koyan bu verilerin altını çizerek ilerlersek yapılması gereken ilk şey uzun bir AKP parantezi açmak olur.
Çünkü AKP iktidarı, sermaye birikim yollarının en önemli adımlarından biri olan enerji yatırımlarıyla yaşadığımız toprakları tam bir cehenneme çevirmektedir. Türkiye’nin hemen her bölgesinde termik (kömür, doğalgaz vb.), HES, Nükleer, tehlikeli katı atık yakma, RES, GES, Jeotermal vb. her türlü yöntemle enerji üretmeyi hedeflerken doğal yaşamı adeta yok etmektedir.[58]

Örneğin AKP, Cerattepe’yi cerahat hâline getirirken;[59] doğa talanına tam gaz devam ediyor. Özelleştirme kapsamında ihalesi süren ve yeni açılacak HES’lerle birlikte, 2020 sonunda 8 milyar lira devletin kasasına gireceği bildiriliyor;[60] AKP marifetlerinde somutlanan kapitalizm işte tam da böyle bir şeydir. Kapitalist devlet, halkı maden şirketinin açgözlülüğünden korumaz. Ama maden şirketini halkın sağduyusundan korur. Ufacık bir direnişte gözünü kırpmadan tankını, tüfeğini halka doğrultur.[61]

Tıpkı İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın, Artvin’in Cerattepe mevkiinde, Cengiz İnşaat’ın çıkarmayı planladığı madene karşı vatandaşların direniş için “Vurun geçin” demesi gibi…[62]

Ha, siz siz olun sakın Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, “Artvin’in, Cerattepe’nin korunması aslî görevimizdir,”[63] demesini ciddiye almayın. Çünkü AKP’nin 14 yıllık iktidarı birçok alandaki talanı gözler önüne sererken bu dönemde ortaya çıkan “yandaş sermaye”nin yükselişi ise dikkatlerden kaçmıyor.

Bu gruplara devletin tüm imkânları seferber edilerek “ihale fırsatları” sunuluyor. AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana “devasa oranda” büyüyen şirketlerin başındaki isimlerin ortak özellikleri ise AKP ve Erdoğan’a çok yakın olmaları bazılarının ise akrabalık ilişkilerinin bulunması.

Medyadan çevre katliamı olarak bilinen maden projelerine kadar birçok alanda öne çıkan bu şirketler, iş cinayetlerinden yolsuzluğa kadar haklarında bir sürü iddia bulunmasına karşın hukuki olarak ciddi yaptırımla karşılaşmıyor.[64]

AKP DÖNEMİNDE “YÜRÜ YA KULUM…” DENEN ŞİRKETLER[65]

CENGİZ İNŞAAT AKP iktidarıyla birlikte hızla yükselen şirketlerden bir tanesi Cengiz Holding. Yolsuzluk tapelerinde ‘Bu milletin a…ına koyacağız’ diyerek ‘vatan-millet’ sevgisini ortaya koyan AKP’li işadamı Mehmet Cengiz’in sahibi olduğu Cengiz Holding de doğayı katleden projeleri yürüten şirketlerden. AKP döneminde aldığı ihalelerle ihya olan Cengiz Holding, Artvin Cerattepe’ye yapılmasına halkın direnişle tepkisini gösterdiği altın madenini işletmeye açmaya çalışıyor. 424.4 milyon liralık vergi borcu silinen Cengiz Holding’in inanılmaz yükselişi, bu holding ile AKP arasındaki sıkı bağı ve ilişkiyi de gözler önüne seriyor. Cengiz Holding’in AKP döneminde aldığı 10 büyük ihale şöyle: i) Eti Bakır (2004), ii) Eti Alüminyum (2005), iii) Ankara-İstanbul Hızlı Tren İnşaatı (2006), iv) Ilısu Barajı (2007), v) Ordu Havaalanı (2011), vi) Maltepe Sahil Düzenlemesi (2012), vii) Boğaziçi ve Akdeniz Elektrik Dağıtım (2013), viii) Üçüncü Havaalanı, ix) Ankara-Sivas Hızlı Tren Projesi, x) Mersin Akkuyu Nükleer Santrali.

LİMAK GRUP Limak Şirketler Grubu, 1976 yılında bir inşaat firması olarak faaliyetlerine başladı. Limak İnşaat AKP’nin iktidar olmasıyla ‘yükselişe geçen’ şirketlerin başında geliyor. Limak grubu ‘havuz medyası’ olarak bilinen oluşumun öne çıkan bileşenlerinden. Yüzlerce büyük projenin ihalesini alan şirket, Bölge illerindeki inşaat, enerji, medya ve turizm alanında yatırımlar yaptı. Doğayı katleden projelere attığı imza ile bilinen Limak Holding’in özelleştirme ihalelerinde sahneye çıkışı ise 2004 yılındaki TEKEL’le oldu. Limak Holding, Sabiha Gökçen Havalimanı’nın 20 yıllık işletmesini 3.1 milyar dolara aldı. Kolin, Limak ve Cengiz ortaklığı, Akşam Gazetesi ve SKYTURK 360 televizyonunu 60 milyon dolara satın alarak, ‘havuz medyası’ olarak nitelenen oluşuma da katılmıştı. Birçok yolsuzluk iddiasıyla anılan şirketin patronu Nihat Özdemir, dönemin Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın elinden Enerji Oscar Ödülü’nü almıştı.

KOLİN GRUBU Malatya’dan Gümüşhane’ye, Antalya’dan İstanbul’a kadar ülkenin neredeyse dört bir yanında baraj, HES, otoyol ve termik santral gibi onlarca proje Kolin tarafından inşa edildi ve edilmeye de devam ediyor. 3. Havalimanı ihalesini Mayıs 2013’te 22,1 milyar Euro’yla kazanan konsorsiyumda (Limak-Cengiz) yer alan diğer isimler gibi Kolin de bu tarihten sonra daha çok bilinir oldu. Kolin Şirketler Grubu, AKP’yle birlikte büyüyen, “ilgi alanları” genişleyen, ihalelerin vazgeçilmez ismi olan ve yağma projeleriyle doğayı katleden isimler sıralamasında başı çekiyor. Elektrik dağıtım şirketlerinin birer birer özelleştirilmesiyle ihalelerde Kolin-Limak-Cengiz konsorsiyumu baş gösterdi. 10 milyona yakın tüketiciye elektrik satacak işlere girip 4 büyük bölgenin ihalesini kazandılar. Bunlardan en büyüğü BEDAŞ ihalesi 2013 Mayıs ayında yaklaşık 2 milyar dolara alındı. Aynı ay Akdeniz elektrik işi de 550 milyon dolara alındı. Manisa’nın Soma ilçesine bağlı Yırca köyünde geçen yıllarda zeytinlikleri talan ederek termik santral yapılması projesine karşı çıkan köylülere saldıranlar da projenin sahibi Kolin grubunun özel güvenlikçileri olurken proje kapsamında 6 bin zeytin ağacı sökülerek çevre talanında kırılması güç bir ‘rekora’ imza atılmıştı.

ÇALIK HOLDİNG Çalık Holding’in başındaki isim Ahmet Çalık’ın AKP’ye ve Recep Tayyip Erdoğan’a en yakın işadamlarından olduğu biliniyor. Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak, Çalık Holding’in uzun süre genel müdürlüğünü yürüttü. Çalık grubu adından Sabah ve ATV ihalesini kazanarak söz ettirdi. Çalık grubu 5 dakika süren ihale sonucunda Sabah’ın ve ATV’nin sahibi oldu. Başbakan’ın damadının üst düzey yönetici olduğu Çalık Grubu’na, devletin malı olan Sabah-ATV grubunu 1.1 milyar dolara alması için iki kamu bankasından rekor miktarda ve ilk 3 yılı ana para ödemesiz 10 yıl vadeli kredi verildi. Halkbank ve Vakıfbank’tan toplam 750 milyon dolarlık proje kredisi kullanıldı. Katarlı medya grubu Al Wasaeel International Media Co. da 350 milyon dolar vererek Sabah-ATV’nin yüzde 25’ine sahip oldu. Böylelikle Çalık, 2008 yılında devletin parasıyla devletin televizyon ve gazetesine sahip oldu. Türkiye’nin en büyük ikinci medya grubuna sahip olduktan sonra Çalık, TOKİ’den ihale aldı, Irak’ta enerji işlerini büyüttü, Çalık grubunun uzun süre genel müdürlüğünü yürüten Berat Albayrak ise AKP’nin enerji bakanı olarak enerji alanındaki ‘tecrübesine’ resmiyet kazandırdı.

SANCAK GRUBU 17-25 Aralık tapelerinde adını en sık duyduğumuz isimlerin başında Sancak grubundan Ethem Sancak geliyordu. Sancak muhtelif zamanlarda yaptığı açıklamalarda Erdoğan’a aşkını açıkça ilan etti. Tapelerden de anlaşılacağı üzere Sancak’ın aşkı tamamen ‘duygusal’dı. AKP’nin kurduğu havuz medyasının kurmaylarından olan Ethem Sancak AKP döneminde medya alanında ‘yaptığı’ atılımla öne çıktı. Önce Kanal 24 ve Star gazetesini sahip olmasıyla adını duyuran Ethem Sancak ardından ise TMSF tarafından el konulan 360 televizyonu, Akşam ve Güneş gazetelerini girdiği ihaleler sonucu alarak havuzu doldurdu. Yolsuzluk tapelerinde ihalelerin kendisine ‘peşkeş çekilmemesinden’ şikâyet eden Ethem Sancak’ın bu serzenişleri karşılıksız kalmadı ve BMC ihalesine tek başına girerek ihaleyi kazanan isim oldu. TMSF’nin 985 milyon lira muhammen bedelle satışa çıkardığı BMC’yi 751 milyon liraya satın alan Ethem Sancak böylelikle bir anda arsa zengini oldu. TSK’ya Kirpi, kamyon, belediyelere otobüs üreten BMC’yi, hazır siparişleri ve gelecekte kamu kuruluşlarına araç satma ‘tekeli’yle birlikte devralan Erdoğan aşığı Sancak İzmir Bornova’da kurulu fabrikanın 220 dönümlük arsasının da sahibi oldu.

TORUNLAR GRUP Eski Ali Sami Yen stadının arazisinde bulunan Torun Center ve Mall of İstanbul gibi büyük projelerin ihalesi AKP’nin arkasındaki dev inşaat gücü olarak tanınan Torunlar grubuna verildi. Erdoğan’ın imam hatipten arkadaşı olarak bilinen Aziz Torun’un holdingi, AKP döneminde olağanüstü büyüyen bir inşaat grubu oldu. Torunlar GYO, Emlak Konut’un ardından en büyük emlak kuruluşu ve aktif toplamı 6 milyar doları buluyor. Erdoğan’ın arkadaşının sahibi olduğu ve AKP’nin inşaat sektöründeki en önemli dayanağı olan bu şirketin adını iş cinayetleriyle duymaya alıştık. Torun Center inşaatında 6 Eylül 2014’te meydana gelen iş cinayetinde 10 işçi yaşamını yitirirken söz konusu adli soruşturmalarda bir arpa boyu yol alınamadı.

Bu noktada AKP patentli kentsel dönüşümü ve HES alanlarındaki yıkımı fotoğraflayan Murat Germen’in, “Rant, güç ve para hırsı ile gözü hiçbir şey görmez hâle gelen ve diktatörleşen siyaset-din-para ittifakları”na dikkat çektiği[66] tabloya şunları da eklemek “olmazsa olmaz”.

i) Hacılar Koyu’nun hemen bitişiğindeki DHMİ tesislerini barındıran Zeytineli Koyu’nun, Ensar Vakfı’na verildiği bildirildi. Başbakan Erdoğan’a da armağan edildiği savlanan villaların bulunduğu Urla Zeytineli Hacılar Koyu’nun bitişiğindeki Zeytineli Koyu’nun ve buradaki Devlet Hava Meydanları’na ait tesislerin, Ensar Vakfı’na yıllık 120 bin liraya tahsis edildi![67]

ii) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, dönemin Başbakanı Recep Erdoğan’a da armağan edilen ve 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarındaki yasal dinlemelere takılan Urla Hacılar Koyu’ndaki villaların bulunduğu alanı imara açtı. Yapılan değişiklikle, 122 dönümlük alanın villaların bulunduğu 40 dönümü konut alanı olarak ayrıldı![68]

Sonra da Erdoğan’a armağan edilen Latif Topbaş ve ailesine ait villalardan ikisinin devletin hiçbir kurumunda resmi kaydı olmadığı ortaya çıktı![69]
Daha sonra da İzmir Bölge İdare Mahkemesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait olduğu ileri sürülen Urla’daki villaların yıkılmasının önünü açan karara yapılan itirazı reddetti. Urla Zeytineli’ndeki villaların bulunduğu bölgenin SİT derecesi düşürülerek, yeni planı yapılmıştı. İzmir 2. İdare Mahkemesi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılan yeni plan için yürütmeyi durdurma kararı vermişti. İdare Mahkemesi’nin villaların yıkımının önünü açan kararına Çevre ve Şehircilik Bakanlığı itiraz etti![70]

iii) AKP Hükümeti, ancak olağanüstü durumlarda başvurulması gereken “acele kamulaştırmaları” “olağan” hâle getirdi. Her gün yeni bir “acele kamulaştırma” kararı çıkarılıyor. Havaalanı için de, baraj için de, elektrik iletim hattı için de “acele kamulaştırma” kararı alınıyor![71]

iv) AKP inşa edilmesi planlanan 26 termik santralle, bölgedeki yaşamın mahvolması pahasına Adana-İskenderun hattını küresel enerji merkezi hâline getirmeye çalışıyor![72]

v) Çevre Bakanlığı’na sınırsız yetki tanıyan, kentsel dönüşüm ve havalimanları çevreleri dahil yeni imar planları yapma-uygulama hakkı veren düzenlemeler, AYM’ye taşındı![73]

vii) Cemaat – AKP çatışması tüm hızıyla süre dursun altın madenleri ile ilgili konuda değişen hiçbir şey yok. Kayyum atanarak Koza Holding’in elinden alınan Kozak Çukuralan Altın Madeni’ne 3. kez kapasite arttırımına gidildi![74]

viii) “İBB’nin (AKP) kimlere hizmet verdiği ortada. On binlerce İstanbulluyu gözden çıkararak, bir avuç tekne sahibine hizmet vererek, 150 milyon lira gelir uğruna akıl almaz projesiyle Boğaziçi’nin iki kıyısında Kuruçeşme, Bebek, İstinye, Tarabya, Çengelköy, Anadoluhisarı, Paşabahçe, Beykoz koylarına on bir marina inşa etmek. Kıyı boyunca beş bin tekne. Bunlar için karada otopark. İstinye ve Tarabya, işletme belgesi olmadan, açılmış bulunuyor”![75]

ix) Nükleer kararından geri dönüş olmadığı vurgusuyla, “Bunu sağlıklı şekilde yapmamız lazım,”[76] notunu düşüp, “Nükleerden korkmaya gerek yok,” diyen dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’a göre, “3. nesil en gelişmiş nükleer santral teknolojisini kullanacak olan Türkiye’de tarımsal üretim veya turizmin olumsuz etkilenmesi söz konusu değil”dir![77]

Ayrıca nükleer enerji konusundaki uyarılara ilişkin olarak dönemin Başbakanı Erdoğan da, “Risk var, patlayabilir diye tüpgaz kullanmayacak mıyız? Riski var diye arabaya binmeyecek miyiz? İstanbul köprüsünden geçmeyecek miyiz?” demişti![78]

Tamamlıyorum:

Coğrafyamızın dağlarını, ovalarını, koylarını, büklerini yağmalamaktan bıkmadılar…

Cemaate kıyak; Bergama Ovacık’ta siyanürle altın.

Eşme Kışladağ, Kaz Dağları, Bergama Kozak Yaylası, Kaçkarlar, Toroslar…

İzmir Efemçukuru, Biga Yarımadası…

Benim yurdumun her yerini işgal ettiler, yağmaladılar rant için.

Çivi bile çakamayacağın sit alanlarına villalar, oteller yaptılar, denizi doldurdular, Akdeniz foklarını yaşam alanından kopardılar…

Dağlarımızda 250 çeşit bitki türünü yok ettiler, kuş cennetlerini kuruttular.

Devlet, kurum ve kuruluşlarını aracı yaptı. Kumsalları kiraya verdi üç kuruşa…

Üç kuruş verenler köşeyi döndü, havuzu doldurdu…

Sözüm ona kıyılar, koylar, bükler halka açıktı…

Gidin bakın Güney Ege’ye, kıyılarımızın ne hâle geldiğini gözlerinizle göreceksiniz.

Aslında yağmalayan siyasal iktidar ama aracı kuruluş bakanlığın da aracısı bir kuruluş var ortada.

Vurgun, soygun çarkı böyle işliyor…[79]

Erzincan İliç Çöpler Çalık Maden İşletmeleri A.Ş. (Çalık Maden) Kanada şirketi Anatolia Minerals Development ortaklığıyla çalışma yapıyor…

90’lı yıllardan bugüne dek bölgede pek çok şirkete ruhsat verildi altın aramaları için…

Karadeniz’den Ege’ye; Trakya’dan Akdeniz’e dek on binlerce ruhsat…

Dağlar delik deşik edildi, on binlerce ağaç katledildi.

Manisa Turgutlu Çaldağ’da 2009 yılında Sardes Nikel Madencilik A.Ş’ye ruhsat verildi. El değiştirmeler oldu. Fethullahçılar bazı ruhsatlarını başka şirketlere devrettiler…

Çaldağ’da 60 bin çam ağacı katledildi haberiniz var mı?

Yolunuz düşerse Gömeç üzerinde Bergama’ya gidin Akın İpek’in Koza İpek Maden Şirketi’nin o fıstık çamlarını nasıl katlettiğini göreceksiniz…[80]

V) NİHAYET

Sürdürülemez kapitalizmin hepimize dikte ettiği ekolojik kâbusla yüz yüzeyiz.

Kabul etseniz de, etmeseniz de böyle bu!

Gerçeklik, ona inanmayı bıraktığında, görmezden geldiğinizde de karşınızda olan şeydir ki, ekolojik kâbusta böyle bir şeydir.

İnsan(lık)ın “Çevreciler ile kapitalist yatırımcılar nasıl uzlaşır?”[81] zırvalarıyla manipüle edilmek istendiği çığırından çıkmış zaman diliminde “Kirlettiğimiz hava ve su, kalbimizi ve ruhumuzu da kirletti”![82]

Bu kapitalizmin insan(lık)a dayattığı yabancılaşmadır.

Söz konusu yabancılaşma Kara Ayak Kabilesi’nin, “Karanlık gecelerin sabahında doğan güneşle uyandık, durgun göllerde yıkandık, esen yelde yüzümüzü güneşe çevirdik; kurumuş dalları yaktık, ağaçları kesmedik. Beyaz adamdan farkımız buydu,” diyen yerli özdeyişini…

Duwarmish Kabilesi şefi Seattle’ın, “Çocuklarınıza bizim öğrettiğimiz şeyleri öğretin. Toprak bizim anamızdır. Ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil, insan toprağa aittir. İnsan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece… Beyaz adam neyi satın almak istiyor? Gökyüzünü ve toprakların sıcaklığını mı? Koşan antilopların çabukluğunu mu? Biz size bunları nasıl satabiliriz? Ve siz nasıl satın alabilirsiniz?” sorusunu…

Siyu Kabilesi’nden Oturan Boğa’nın, “Sahip olma isteği beyazlarda bir hastalık olmuş. Bu insanlar, zenginlerin bozabileceği ama fakirlerin bozamayacağı birçok kural koymuşlar. Yönetici olan zenginleri güçlendirmek için fakirlerle güçsüzlerden vergiler alıyorlar. Bizim annemizin, toprağın, kendilerinin olduğunu söylüyor, komşularını çitler yaparak kendilerinden uzaklaştırıyorlar; toprağı binalarıyla ve diğer süprüntüleriyle çirkinleştiriyorlar. Bu ulus, baharda yatağından taşarak, yoluna çıkan herşeyi yok eden bir ırmağa benziyor,” sözlerini…

Yine Amerika yerlilerinin, “Ger ku ajalan tevde winda bibin û biçin wê benîademan di nav tenêtîya ruhekî mezin de bimirin. Çi ku bi ajalan bûye wê heman tişt bê serê mirovan jî/ Eğer bütün hayvanlar kaybolup giderse insanlığa büyük bir ruh yalnızlığı içinde ölecektir. Hayvanlara ne olduysa insanlara da aynısı olacaktır,” uyarısını anlayamaz.

Çünkü ekoloji sorununa kapitalizm ve dayattıkları çerçevesinde çözüm bulunamaz.

Yani Ömer Madra’nın ifadesiyle, “Kapitalizmle bu iş olmaz. Kapitalizmle bunun önüne geçilemez. Mutlaka bir devrim gerekiyor. İklimi değil, sistemi değiştirmek gerekiyor. Mevcut sistem küresel ısınmanın önüne geçmeye izin vermiyor. Yerel hareketler çok güçlenmeye başladı. Türkiye’nin çeşitli kesimleri bir araya gelmeye başladı. Ama böyle olması lazım. Çünkü durum fevkalade ciddi. Daha önemli hiçbir şey yok. Yükselen bir mücadele var. Özellikle de kadınların başını çektiği bir mücadele… Yaşadıkları yeri, doğalarını koruyorlar. Doğu Karadeniz’de gördük. Ve her yerde. Bütün dünyada bu mücadele yükseliyor. Zaten tek umut bu. Başka bir umut da yok. Aslında en büyük sınıfsal mücadele bu. Çünkü okkanın altına gidenler daima yoksul kesimler. Çevre mücadelesi aslında dünya çapında bir sınıf mücadelesi”dir.[83]

Hem de en olumlu örnek olarak sunulan Ekvador Anayasası’nı da aşacak türde![84]

27 Nisan 2016, Ankara.

N O T L A R
[1] ‘Yaylaların Kardeşliği Platformu’nun 8 Mayıs 2016 tarihinde Ankara’da düzenlediği ‘Yaşam Alanıma Dokunma’ başlığıklı sempozyuma sunulan tebliğ…
[2] Murray Bookchin.
[3] “Yerkürenin sallana yuvarlana, bilinmedik bir yerlere gitmekte olduğu apaçık ortadaydı.” (Gülten Dayıoğlu, Mo’nun Gizemi 2 Otran, Altın Kitaplar, 3. Basım, 2008, s.24.)
[4] “Bill Gates” “Çare Sosyalizm”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2015… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/401151/Bill_Gates__Care_sosyalizm.html
[5] Özlem Yüzak, “Türkiye’nin İklim Politikası…”, Cumhuriyet, 26 Şubat 2016, s.9.
[6] Gülten Dayıoğlu, Mo’nun Gizemi 2 Otran, Altın Kitaplar, 3. Basım, 2008, s.326.
[7] Ernest Callenbach, Ekoloji Cep Rehberi, Çev: Egemen Özkan, Sürdürülebilir Yaşam Kitapları, 2. Baskı, 2011, s.125.
[8] Rosa Luxemburg’un kapitalizm üzerine düşüncesinde üç öğe merkezidir:
Birincisi, kapitalizmi başlangıcından itibaren bir dünya sistemi olarak görmektedir ve bu nedenle kapitalizmin tek tek ülkelerdeki, hele Avrupa’daki gelişimini bilinçli ve sistematik bir biçimde dünya piyasası bağlamına koymaktadır.
İkincisi, kapitalist gelişmeyi, sermaye birikiminin temel sürecinden başlayarak, hem politik hem de ekonomik bir hadise -yani politik mücadeleyi, ihtilâfları, şiddeti içeren bir süreç olarak görmektedir. Rosa Luxemburg kapitalizmin ekonomisini, olduğunca politik olarak ele alır. Genel olarak kapitalizmin veya sermaye birikiminin sayısız yasası, örneğin ücret yasası sadece politik yol üzerinden, politik müdahale sonucu gerçekleşir.
Üçüncüsü, kapitalist gelişmenin tarihsel sınırlarını vurgular “eğer kapitalizm her yerde hüküm kurar, dünyadaki bütün insanlar için tek üretim biçim hâline gelirse, daha fazla yayılamaz ve gelişemez. O zaman olanaksızlığı çok açık bir şekilde görülür.”
Rosa Luxemburg’un aslî düşüncesi “Kapitalizm sadece sürekli hareket, genişleme ve yayılma içerisinde olanaklıdır ve dünya sistemi olmaya uğraşır. Ancak dünya sistemi olarak olanaksızlaşır.”
[9] “Ekolojizm yeni çağın komünizmi olarak görülür.” (Erkan Aktuğ, “Yeşim Akdeniz: Devrime İnanılan Bilim Çağından Felaketler Çağına Geçtik”, Radikal, 30 Mayıs 2015… http://www.radikal.com.tr/kultur/devrime_inanilan_bilim_cagindan_felaketler_cagina_gectik-1368064)
[10] http://m.radikal.com.tr/blog/ben-kapitalizm-47263
[11] Fikret Başkaya, “Daha Geç Olmadan Kapitalizmden Kurtulmak!”… http://adilozyigit.blogcu.com/daha-gec-olmadan-kapitalizmden-kurtulmak-fikret-baskaya/2056806
[12] http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=167382
[13] Karl Marx, Kapital, Cilt:1, “Onuncu Bölüm, İşgünü”, Yordam Kitap, 2011.
[14] Karl Marx, Grundrisse, çev: Sevan Nişanyan, Birikim Yay., 2008.
[15] Semih Gümüş, “Gıdasız Demokrasi Olmaz”, Radikal Kitap, 6 Kasım 2015… http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/gidasiz-demokrasi-olmaz-428562
[16] Abdullah Aysu, “Ampulün Yarattığı Karanlık”, Gündem, 16 Ekim 2015, s.4.
[17] Özgür Gürbüz, “İklimin Tek Derdi Kapitalizm Değil”, Birgün, 18 Aralık 2015, s.16.
[18] Serkan Ocak, “Gezegenin Yıllık Kotası Bugün Doldu”, Radikal, 13 Ağustos 2015… http://www.radikal.com.tr/cevre/gezenin_yillik_kotasi_bugun_doldu-1414316
[19] “Dünya Giderek Bitiyor”, Taraf, 1 Haziran 2014, s.20.
[20] “Dünya Artık Yetmiyor”, Gündem, 15 Ağustos 2015, s.16.
[21] Serhat Can, “Kapitalizm Doğayı Tüketiyor”, Gündem, 25 Ağustos 2015, s.14.
[22] Serkan Ocak, “Akdeniz Balıkları Tehlike Altında…”, Radikal, 1 Ocak 2012, s.4.
[23] Mersin Üniversitesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sibel Atış Naycı, iç ve dış ortam hava kirliliğinin dünya çapında doğrudan 7 milyon ölüme yol açtığını belirterek, “Türkiye’de doğrudan hava kirliliğine bağlı ölüm sayısı 29 bin civarında. Bilimsel çalışmalara göre hava kirliliğindeki her artış, ölüm ve hastalığa yakalanma oranını artırıyor,” dedi. (“Gizlenen Hava Kirliliğine Bağlı 29 Bin Ölüm!”, Gündem, 13 Şubat 2016, s.16.)
[24] “Boğazımıza Kadar Kimyasallara Batmış Durumdayız”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1448, 19 Aralık 2014, s.10-11-19.
[25] “Atıklar Dünyayı Saracak Kadar Çoğaldı”, Birgün, 27 Ocak 2016, s.2.
[26] “Hava Kirliliği Öldürüyor”, Gündem, 16 Mart 2016, s.16.
[27] “Dünyada 20 Milyon Kişi Felaket Mültecisi”, Milliyet, 22 Temmuz 2015, s.20.
[28] Barbaros Çetin, “Plastikleşen Gezegen ve Petrol Yiyen İnsan”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2015, s.11.
[29] Olgu Kundakçı, “İklim Değişikliğinin Bugünü Gelecek Felaketin Habercisi”, Birgün, 26 Şubat 2013, s.12.
[30] Naomi Klein, İşte Bu Her Şeyi Değiştirir, çev: Osman Akınhay Agora Kitaplığı, 2015.
[31] Onur Erem, “İklim Değil Sistem!”, Birgün, 11 Haziran 2015, s.14.
[32] Gökhan Ayalp, “Liderler Dünya’yı Kurtarabilecek mi?”, Milliyet, 30 Kasım 2015, s.23.
[33] Ban Ki-moon, “İklim Değişikliği Herkes İçin Tehdit”, Milliyet, 25 Kasım 2015, s.12.
[34] Abdullah Aysu, “Küresel Isınma Felaket Tellallığı mıdır?”, Gündem, 12 Temmuz 2013, s.4.
[35] M. Levent Kurnaz, “Umutsuz İklim Raporu”, Radikal İki, 13 Ekim 2013, s.15.
[36] Ergin Yıldızoğlu, “Uygarlığın Sonunda…”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2015, s.10.
[37] “İklim Değişikliği 250 Bin Can Alacak!”, Gündem, 30 Kasım 2015, s.3.
[38] “Asit Okyanusu”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2013, s.7.
[39] “Geri Dönüş Yok: Deniz Seviyesi 3 Metre Yükselecek”, Evrensel, 6 Kasım 2015, s.16.
[40] “Sular İki Kat Fazla Yükseliyor”, Milliyet, 1 Nisan 2016, s.6.
[41] “6 Grafikte Küresel Isınmanın Rekor Yılı”, Radikal, 31 Temmuz 2015… http://www.radikal.com.tr/cevre/6_grafikte_kuresel_isinmanin_rekor_yili-1406069
[42] “Hint Okyanusu’nda Korkutan Yükseliş: Milyonlarca Kişi Tehdit Altında”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2010, s.20.
[43] “Buzulsuz Bir Buz Denizi”, Radikal, 31 Ekim 2009, s.22.
[44] “Lüksemburg Büyüklüğünde İki Buzdağı Koptu”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2010, s.10.
[45] “Kuzey Buz Denizi Kritik Eşikte”, Milliyet, 14 Ağustos 2012, s.6.
[46] “Isınmanın Şeytani İkizi”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2012, s.18.
[47] “52 Ada Suya Gömülebilir”, Taraf, 8 Haziran 2014, s.14.
[48] Abdullah Aysu, “İnkâr Silgisi”, Gündem, 12 Şubat 2016, s.4.
[49] Manish Bapna-Jennifer Morgan, “Anormal Havalarla İlgili Beş Efsane”, The Washington Post, 22 Temmuz 2011.
[50] José Graziano da Silva, “İklim Değişikliği ve Açlıkla Mücadele Birlikte Yürütülmeli”, Birgün, 2 Aralık 2015, s.16.
[51] “Onları Bu Isınma Mahvedecek”, Radikal, 10 Mayıs 2010, s.3
[52] Pelin Cengiz, “G20, İklim Mücadelesinde Başını Yine Kuma Gömdü”, Taraf, 18 Kasım 2015… http://www.taraf.com.tr/g20-iklim-mucadelesinde-basini-yine-kuma-gomdu/
[53] Erinç Yeldan, “Paris’te İklim Değişikliği Mücadelesi”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2015, s.9.
[54] 2010 yılında atmosfere saldığımız karbondioksitin yüzde 85’ine enerji sektörü neden olmuş. Bu yüzde 85’in yüzde 41’i termik santrallar ve doğal gaz çevrim santrallarından kaynaklanmış. (İsmet Berkan, “İstanbul’u Neden Sel Bastı, İklim Neden Değişti?”, Hürriyet, 4 Haziran 2014, s.7.)
[55] Serdar Kızık, “İnsanlığın Toplu İntiharı!”, Cumhuriyet, 18 Aralık 2015, s.15.
[56] “AKP’nin Doğa Karnesi: 180 Ülke Arasında 177’nci Sırada!”, Gündem, 1 Şubat 2016, s.16.
[57] Mehmet Çınar, “Doğayı Korumada En Dibi Gördük!”, Milliyet, 30 Ocak 2016, s.3.
[58] Yusuf Gürsucu, “AKP’nin 13 Yıllık Ekoloji Karnesi: Doğaya İhanet Sermayeye Hizmet”, Gündem, 16 Mayıs 2015, s.16.
[59] Fikri Sağlar, “Cerattepe’yi Cerahat Hâline Getiren AKP’liler!”, Birgün, 23 Şubat 2016, s.8.
[60] “Doğayı Yok Eden HES’lerden 8 Milyar Kazanacaklar!”, Birgün, 22 Aralık 2015, s.16.
[61] Mine Söğüt, “Koca Yaşlı Şişko Dünya”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2016, s.11.
[62] Ömer Şan, “Efkan Ala ‘Vurun Geçin’ dedi, Cerattepe’de Gaz Bombalarıyla Müdahale Edildi”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2016, s.2.
[63] Volkan Yanardağ, “Davutoğlu: Artvin’in, Cerattepe’nin Korunması Asli Görevimizdir”, Haber Türk, 25 Şubat 2016, s.14.
[64] Rize’nin Çamlıhemşin Samistal Yaylası’nda başlayan ‘Yeşil Yol’ protestoları ve özellikle de kamuoyunda ‘Havva Ana’ olarak tanınan Rabiya Bekar’ın çıkışlarının ardından, Yeşil Yol olarak tanımlanan projeye destek vermeye çalışan bir kısım yandaş medya ve AKP’li, eylem yapan insanlara ve köylülere hakaretler yağdırmaya başladı. Rize’nin Hemşin ilçesinde Yeşil Yola karşı yapılan eyleme katılan kadınları hedef alan AKP Hemşin Gençlik Kolları Başkanı Şefik İnce, kendine ait sosyal medya hesabında, “Mini etekli kızlar gelmiş eylem yapıyor, sanki Yeşil Yol eylemi değil mini etek defilesi” şeklinde paylaşımlarda bulundu. (Ömer Şan, “AKP’li Başkandan Köylülere Hakaret”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2015, s.5.)
[65] Can Uğur, “… ‘Yürü Ya Kulum’ Denen 6 Şirket”, Birgün, 24 Şubat 2016, s.5.
[66] Aslı Uluşahin, “Murat Germen: Kutsal İttifak…”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2014, s.16.
[67] Emre Döker, “Cennet Koy da Yandaşa Verildi”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2014, s.6.
[68] Emre Döker, “Urla Villları’nı Kurtarma Planı”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2015, s.5.
[69] Emre Döker, “Urla’da İki Hayalet Villa”, Cumhuriyet, 30 Mart 2015, s.5.
[70] “Yargı, Urla Villaları İçin Yıkım Kararında Direndi”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2015, s.15.
[71] Mustafa Çakır, “AKP’nin Acelesi Var”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2014, s.8.
[72] Doğu Eroğlu, “26 Termik Santralla Yaşamı Bitirme Planı”, Birgün, 13 Haziran 2014, s.16.
[73] Adnan Keskin, “Çevre’nin Tüm Yetkisi Bakan’da Olmaz”, Taraf, 25 Haziran 2014, s.2.
[74] Özer Akdemir, “Siyanürcü Kayyum: Koza’nın Elinden Alınıp Kayyum Atanan Madende Kapasite Artırımına Gidildi”, Evrensel, 25 Kasım 2015, s.2.
[75] Yalçın Doğan, “Boğaziçi’nde Yüzyılın Cinayeti”, Hürriyet, 12 Temmuz 2015, s.22.
[76] “Nükleerden Geri Dönüş Yok”, Taraf, 19 Mart 2011, s.6.
[77] Fikret Bila, “Yıldız: Nükleerden Korkmaya Gerek Yok”, Milliyet, 15 Nisan 2012, s.18.
[78] Selçuk Erez, “Tüpgaz Tehlikesi”, Cumhuriyet Pazar, No:1307, 10 Nisan 2011, s.5.
[79] Hikmet Çetinkaya, “Doğaya Düşman İnsana Düşman…”, Cumhuriyet, 9 Nisan 2015, s.5.
[80] Hikmet Çetinkaya, “Doğayı Katleden Cellatlar…”, Cumhuriyet, 3 Mart 2016, s.5.
[81] Özlem Yüzak, “Çevreciler ile Yatırımcılar Nasıl Uzlaşır?”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2012, s.10.
[82] A. Hicri İzgören, “Zihinsel Çölleşme”, Gündem, 18 Haziran 2015, s.15.
[83] Eray Özer, “Ömer Madra Açık Konuşuyor: Şakası Yok, 35 Yılımız Kaldı”, Cumhuriyet Sokak, No:23, 16 Ağustos 2015, s.6-7.
[84] Ekvador Anayasası’nda “Doğa Hakları” başlıklı bölüm ülke genelinde büyük tartışmaların ardından anayasadaki yerini aldı. Buna göre anayasanın yedinci bölümü, doğa haklarına ayrıldı ve ilk maddede şu ifadeye yer verildi: “Hayatın yeniden üretildiği ve var olduğu doğa veya Pachamama (doğa ana), var olma, sürme, koruma ve yaşamsal döngüsünü, yapısını, işlevlerini ve evrim süreçlerini yeniden oluşturma hakkına sahiptir. Her birey, insan, topluluk veya ulus, kamu oluşumlarından önce doğanın haklarının tanınmasını talep edebilecektir. Bu hakların uygulaması ve yorumlaması, anayasada belirlenen ilgili ilkelere uyacaktır.”
İkinci madde, “Doğa, bütünleyici yenileme hakkına sahiptir. Bu bütünleyici yenileme, gerçek ve tüzel kişilerin veya devletin insanları koruma yükümlülüğünden ve tabii sistemlere bağlı topluluklardan bağımsızdır. Yenilenemez doğal kaynakların istismarını da içeren ağır veya kalıcı çevresel etki hâllerinde, devlet en etkili onarım mekanizmasını belirleyecek ve zararlı çevresel sonuçları bertaraf etmek veya azaltmak için yeterli önlemleri belirleyecektir.”
Üçüncü maddede, “Devlet, toplulukların yanı sıra gerçek ve tüzel kişilikleri doğayı korumaya sevk edecektir; ekosistemi oluşturan bütün unsurlara saygı göstermeye teşvik edecektir” denilirken, bir sonraki hüküm, “Devlet, canlı türlerinin soyunun tükenmesine, ekosistemin yok edilmesine veya doğal döngünün kalıcı değişimine neden olabilecek bütün fiillerde tedbir ve kısıtlayıcı önlemleri uygulayacaktır. Ulusal genetik mirası kesin bir biçimde başkalaştırabilecek organizmaların, organik veya inorganik maddelerin girişi yasaklanmıştır” vurgusu yapıldı. (Ozan Yayman, “Ekvador’da Doğa Anayasanın Baş Tacı”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2011, s.18.)

Başka bir dünya mümkün: Nasıl bir üniversite? -1-

Kısa Bir Üniversite Tarihi

Üniversite kavramı, Latince “universitas” kelimesinden türemiştir. “Universitas”, bağımsız ve ortak çıkarları olan kişiler topluluğu anlamına gelmektedir. Bugünkü üniversite kavramı 11-12. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Ortaçağ Avrupası’nda asıl anlamı ile “universitas”, öğrenci ve hocaların derneği anlamında kullanılmıştır.

Aslında üniversite tarihini Platon’dan başlayarak ele almamız gerekir. Platon, Akademia adı verilen bir zeytinlikte öğrencilerine ders veriyordu. Akademi’de öğrenciler, matematik, doğa felsefesi, politika ve moral değerler dersi alıyordu. Platon’un ölümünden sonra öğrencileri Akademi geleneğini sürdürdüler. MÖ. 5. yüzyılda kurulan Akademia, MS. 529’da Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından kapatıldı.

Antik Yunan’daki Akademiler gibi Hıristiyan dünyasındaki manastırlar ve katedraller ile İslam coğrafyasındaki medreseler alim, bilgin, kadı yetiştirmek gibi yüksek öğretim fonksiyonlarına devam ettiler.

Medreselerde din bilimleri, felsefe bilimleri, şer’i bilimler ve münazara (tartışma usülü ve adabı) dersleri okutulmaktaydı. Eğitimler bire bir şeklinde veya 2’şerli 3’erli gruplar şeklinde verilmekteydi. Öğrenciler, hocalar tarafından “zeka” testine tabi tutularak seçiliyordu ve sınıflar “zeka” seviyelerine göre belirleniyordu. Hocalar öğrencilerini, öğrenciler hocalarını seçebiliyordu. Medrese eğitimi için belli yaş sınırı yoktu. Medrese dersleri dinlemek üzere halka açıktı. Özellikle sabah derslerine dışarıdan katılım çoktu. Ayrıca eğitim ücretsizdi. Öğrencilere, belli seviyelerdeki dersleri aldıktan sonra icazetname (diploma yerine geçen belge) veriliyordu. İcazetname alan öğrenciler müderris (profesör) ve muid (asistan) olmaya hak kazanıyordu. Muidler, müderrislerin derslerine öğrencilerle birlikte giriyordu. Müderrisin dersinden sonra muidler aynı dersi öğrencilere tekrar anlatıyordu. (Müderrislere soru sormaya çekinen ve dersi anlamayan öğrenciler için.) Muidler, müderrisler ve öğrenciler arasında bir yer tutmaktadır.

Katedral okullarında geleneksel olarak yedi liberal sanat adı verilen ve iki ana grupta toplanan bir ders programı okutuluyordu. İlk grup olan Trivium; Gramer (dilbilgisi), Retorik (sözbilim) ve Lojik (mantık) derslerini içeriyordu. Quadrivium ise Müzik, Aritmetik, Geometri ve Astronomiden oluşmaktaydı. Yani öğrenciler metod öncelikli eğitim görmekteydiler. Ayrıca bazı okullarda diyalektik eğitimi verilmekteydi. Metodoloji derslerinden sonra temel bilim derslerinin verilmesi, bilim insanlarının farklı disiplinlerde uzmanlaşmalarını sağlamıştır.

Katedral okulları, günümüz üniversitelerinin temelini oluşturmaktadır.

Dönemin koşullarına göre üniversite sözcüğü, “universitas” tanımı, daha özelleşmiş bir kavrama büründü. Salerno tıp ve Bologna hukuk merkezlerinde okuyan öğrencilerin hem haklarını korumak hem de öğretim üyesi tutabilmek için 11. yüzyılda kurdukları loncayı tanımlamak için kullanılmıştır. Dönemin egemen gücünün kilise olması ve kilisenin ideolojisinin İtalya’dan yayılması “Universitas” kavramının İtalya’da tekrar tanımlanmasının nedeni olabilir.

Dönemdeki baskın güç din olduğu için üniversitelerde “dinsizlik ve sapkınlık” yapılmamasına özellikle dikkat ediliyordu. Öğrencilerle öğretim üyelerinin işbirliğine dayanan üniversitede, öğretim üyeleri geçimlerini öğrencilerden aldığı harçlarla sağlıyordu. Devletin merkezileşmemesinin etkisi üniversitelerde de görülmektedir. Sürekli kullanacakları binaları olmayan, merkezileşmemiş  üniversitelerde okuyan öğrenciler, eğitimden memnun kalmadıkları takdirde başka şehirlere giderek burada eğitim alabiliyordu.Avrupa’da feodal dönemde kurulan ilk üniversiteler Bologna (1088), Paris (1150) ve Oxford (1167) üniversiteleridir. Bu üniversiteler iki farklı pedagojik ve kurumsal model etrafında gelişmiştir:

  1. Hocalar federasyonu/üniversitesi: Paris Üniversitesinde geçerlidir. Ağıklıklı olarak Aritmetik, Mantık, Müzik ve İlahiyat üzerine eğitim verilmektedir.
  2. Öğrenciler federasyonu: Bologna Üniversitesi. Hukuk ve tıp eğitimi verilmektedir.
  3. yüzyılda Rönesans, Reform, Aydınlanma, Hümanizm süreçlerinin Ortaçağ üniversitesi sistemine yaptığı baskılar sonucu açılan “modern” üniversiteler evrilerek günümüz üniversitelerini oluşturmuştur.

Köleci toplumda ve feodal dönemde ayrıcalık olarak değerlendirilen üniversite eğitimine kapitalist sistemde ise sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak üzerine sürdürülen bir iş aynı zamanda da bir sektör gözüyle bakılmaktadır.

Günümüze hakim olan kapitalist üretim ilişkisi, üniversiteyi asli gayesi bilim üretiminden alıkoymuştur. Üniversitenin bugün getirildiği akıl almaz hal, toplum yararına bir şey sunmaktan bir hayli uzaktır. Okula kabulün, rekabeti örgütleyen, fırsat eşitliğinin noksanlığına karşın tek tip sınavla sağlandığı bu sistemde kişi, öznesi olacağı üniversite içinde de aradığını bulamayacaktır. Üniversitede eşitlik ve öznelerin dengelenimi sağlanamamış, otoriteler var edilmiştir. Bilgiye ulaşımın kolaylaşmasıyla orantılı olarak artan bilgi kirliliği, bilim üretimini kısırlaştırmış, dersler verimsizleştirilmiş, sınav odaklı süreçlere evrilmiştir. Süreç değerlendirmeleri sağlıklı bir şekilde yapılmamakta, pedagojinin önemi göz ardı edilmektedir. Üniversite sayısı artmakta, nicel artışla niteliksizleştirme, içini boşaltma çabaları paralel gitmektedir. Tekel-üniversite bağıntısı, kendini üniversitenin yegane karar mercii belleyen şirketlerin kar odaklı rekabetini getirmiştir. Eğitim paralı, beslenme-barınma paralı, öğrenciler müşteri, gidişat kısırdır. Bu rekabet atmosferinin neticesi gelecek kaygıları ve son dönemde sıkça duymaya başladığımız intiharlar, mevcut düzen devam ettikçe ne ilk ne de son olacaktır.

Bugün, üniversite hem halktan hem hayattan kopuk vaziyettedir. Etrafı duvarlarla örülü, içi ortak yaşam alanlarından yoksundur. Öğrencilerin hayatı üniversiteye taşıma çabalarına ket vurulmakta, üniversitelere yerleştirilmiş baskı aygıtlarıyla tehdit unsurları güçlendirilmektedir. Polisle işbirliği halindeki güvenlik birimleriyle, sivillerle hatta yaratılan polis-öğrencilerle kuşatılmış üniversite, devletin ve geliştirdiği korku mekanizmasının hegemonyası altındadır. Son dönemde barış çağrısı yapan akademisyenlere karşı baskılar, tutuklamalar, kapılara bırakılan imzasız tehdit mektupları, isimlerinin teşhiri gibi tutumlar bu kontrolün şiddetini açık etmektedir. Üniversitenin gerçek öznelerinin yetki-karar hakkı gasp edilmiş, öğrenciler ve akademisyenler gözaltılarla sindirilmeye çalışılmış, öğrenci kulüpleri kapatılmış, bu özneler tarafından seçilmiş rektörler yerine üstten inme kararlarla “başkaları” atanmıştır. Üniversite bünyesindeki emekçilere söz hakkı tanınmamış, bilim yerine sermayeye hizmet eder hale geliş, beraberinde emek sömürüsünü getirmiştir. İşçiler çalışma saatlerinin çok üzerinde çalışmaya zorlanmış, oluşan darboğazların bedeli onlara ödetilmeye çalışılmıştır.

Mevcut sistemin örgütlediği kıyas ve ayrımlar, üniversite içinde de kendini belli etmiştir. Kadın öğrenciler, akademisyenler ve emekçiler cinsiyetçi söylemlerle, tacizle yüzyüzedir. Eril dil, yozlaşmış bilimin diline de sızmıştır. Taciz; sınıflara, yurtlara girmiştir. Ayrım kendini ekonomik yönden de var etmekte, kadın, eşit iş koşullarında çalıştığı erkekten daha az ücret almaktadır. Derhal son bulması gereken bu halin üzerine gereğince gidilmemekte, kendi çaresini arayan ve üreten kadınlar yıldırılmaya çalışılmaktadır. Cinsiyet bazlı ayrım, bu yalnızlaştırma düzeninin içinden türemiştir. Aynı düzen insanları birçok yönden yaftalamaktadır. Kişinin anadilinde konuşmasının dahi alçakça tepkilerle karşılandığı bu günlerde, üniversite programlarında anadil sorunsalı büyümektedir. Anadilde eğitim sağlanamamış, akademisyenlerin ifade özgürlükleri bir yana, bilimsel açıdan da söyleyebilecekleri kısıtlanmıştır. Bilimi ilerletmeye yönelik tutum alması gereken üniversitede bu yönden bir durağanlık, nefreti pekiştirmekteyse hız kazanan yapılanmalar görülmektedir.

Üniversiteyi kuşatmış bu sorunların alenen teşhiri, olması gerekeni kurma yolumuza ışık tutacak. Çözümü, kapitalizmin doğası gereği bu sistemin içinde aramak yanılgı olacaktır. Nasıl bir üniversite sorusunu şimdiden sormak ve tartışmalarımızı derinleştirmek ise hem bugünü değiştirmek hem de yarını örmek açısından önemli bir yerde durmaktadır. o

ESRA SOYBİR

Kaynaklar

Gürel O. (2002) Doğa Bilimleri Tarihi, Ankara: İmge Kitabevi

Baran M. T. Medrese Eğitiminin Belli Başlı Özellikleri ve Bugünkü Eğitim Sistemi İle Bir Mukayese

Antalyalı Ö. L. (2007). Tarihsel Süreç İçerisinde Üniversite Misyonlarının Oluşumu. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2007/2, sayı: 6

Amerika’nın yeniden keşfi ya da işyeri örgütlenmeleri

Konumuza dönersek… Kamu alanındaki sendikal mücadelede de “Amerika’nın yeniden keşfine gerek yok.” Gerek yok diyoruz çünkü görünen, böyle bir arayış var. Özellikle 2005’te açılan Eğitim-Sen’in kapatılma davası sürecinden beri ivme kaybeden sendikal hareket, bugün geldiği noktada kimseyi tatmin etmemektedir. Dolayısıyla farklı tartışmalar, yaklaşımlar, çözüm arayışları oluşuyor.

Hâlihazırda iki temel tartışma, yaklaşım ortada duruyor. Bir tarafı neredeyse tüm siyasal sorunların çözümünü KESK’ten bekler bir yerde duruyorken, bir tarafı KESK’in sadece siyasal gündemlerle ilgilendiğini, üyelerinin ekonomik ve sosyal hak mücadelesini geri plana ittiğini ifade ediyor.

KESK, sınıf sendikacılığı perspektifiyle kurulmuş, peşinden milyonları sürükleyebilmiş, bu toprakların dinamik ve değerli örgütlerinden biridir. Fakat zaman içerisinde, kendi içinde yaptığı ve aslında kitlesi ile de çok tartışmadan aldığı kararlar sonucu KESK hantallaşmış, kitlesi ile bağı kopma noktasına gelmiştir (Özellikle üyeleri ile demiyoruz, çünkü sadece üyeleriyle değil, tüm kamu çalışanları ile bağını kopma noktasına getirmiştir). Kitle sendikacılığı yapayım derken, daralmayı ifade eden kadro sendikacılığı noktasına gelmiştir.

KESK’in bu durumunu sadece yönetimlerin yeteneksizliği ile açıklamak eksiklik olur. Ortada bir yönetim sorunu olduğu açık fakat sürekli ideolojik bombardıman altında kalan KESK üyelerinin de bunda payı yok değil. Kaybetmekten korktukları şeylerin sayısını artırmak için kimi zaman şuursuzca bir çalışma temposuna girmeyi mecbur sayan ve bu duruma kendini ikna eden insanların oranının çokluğu, KESK’in şu anki durumunun analizi aynı zamanda…

Fazla mesaisiz ya da ek derssiz çalışmayı hayal dahi etmeyen, insanca yaşamanın kriterlerini ev ve arabadan ibaret sayan insanlarla, KESK’ten “devrim yapmasını bekleyen” insanların oluştuğu bir karmaşa içerisinde mücadele etmek gibi zor bir görevimiz var.

Güzel olanın zorda gizli olduğunu biliyoruz ve diyoruz ki “Amerika’nın yeniden keşfine gerek yok.” KESK’in ihtiyacı olan, tarihindeki ruhu tekrar yakalamaktır. 1989 bahar eylemliliklerindeki ruhu, 1991-95 arası yaptığı Ankara yürüyüşü ruhunu, 350 bin üye iken bir milyon kişilik iş bırakma ruhunu yakalamaktır ihtiyaç. İhtiyaç olan şey 1989’da yapılan toplu boşanma ve çocuklarını evlatlık verme eylemleri zekâsı ve cüretidir.

Reçete çok uzaklarda değil, tarihimizdedir. KESK’e bu eylemleri yaptıran güç işyeri örgütlenmesinden aldığı örgütlülük gücüdür. Yaratılan KESK’li olma kimliğinin gücüdür. Yönetimde olsun olmasın, yaşadığı hayattan bir beklentisi olan herkesin artık onu değiştirmek gibi bir sorumluluğu var. Bu sorumluluğun gereği tüm KESK üyelerinin işyerlerini örgütlemesi, bu örgütlülüklerden yönetimleri ve yönetimin kararlarını belirlemesidir.

Eğer sendikal mücadele aynı zamanda sisteme karşı bir savaş ise, bu savaşın en önemli mevziisi iş yerleridir. İş yerlerini kazanmadan biz bu savaşı kazanamayız. Hayallerimizin büyüklüğü gözümüzü korkutmasın. Büyük düşler küçük ve sürekli adımlar ile gerçekleşir…

LOKMAN YILDIZ

İki, üç… Daha fazla Reno, daha fazla direniş! “Metal Fırtına”

İki temel talep ile ayağa kalktı işçiler:

  1. Ücretler BOSCH fabrikasında imzalanan sözleşme düzeyine çıkartılsın.
  2. Türk Metal defolsun gitsin.

Bu iki talebe, başlayan saldırılarla birlikte üçüncü bir talep eklendi; Sendikal tercihimize saygı gösterilecek, hiçbir işçi işten atılmayacak.

Eylemlerin öncülüğünü Reno işçileri yaptı. Yılların birikmiş öfkesi bir kıvılcımla patladı. Onlarca fabrikadan on binleri bulan işçi, “İşçi düşmanı Türk Metal defolsun gitsin!” sloganıyla Türk Metal’den istifa etti. Öfkenin diğer hedefi ise metal patronlarının örgütü MESS oldu.

Patronlar direnişe saldırıyla yanıt verdiler.

Metal patronları, öncü işçilerden başlayarak Türk Metal (TM) mafyası ve devlet güçleri ile birlikte direnişi kırmak için saldırdılar. Koç Grubuna bağlı Tofaş, Ford, Arçelik, Türk Traktör başta olmak üzere birçok fabrikada işçi kıyımı yapıldı. Yüzlerce işçi kapı önüne konuldu.

Direnişin kırılamadığı tek yer Renault fabrikası oldu.

İşçiler, 5 Mayıs’taki ilk işten atma saldırısına üretimi durdurarak net yanıt verdi. Talepleri hiçe sayılınca fabrikayı işgal eden işçiler, içerde ve dışarıda gün birliğini korumayı başararak ileri denilecek kısmi kazanımlarla direnişlerini sonuçlandırdılar. Reno direnişinin kısmi kazanımları, MESS üyesi fabrikalarda tüm işçilerin kazanımı oldu.

 

ÖRGÜTLENME ARAYIŞI

Metal işçilerinin direnişi, kazanım ve yenilgilerle yürüyen süreç içinde örgütlenme arayışlarına dönüştü.

Tofaş fabrikasında patron icazetli Hak-İş konfederasyonuna bağlı Çelik-İş seçeneği öne çıkarken, Reno işçileri sendikal örgütlülük bağlamında tercihini DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş Sendikası’ndan (BMİS) yana yaptı. Bir dizi tartışma ve ayrışma yaşanmakla beraber toplam ‘mavi yakalı’ sayısı 5000 civarı olan işçilerin 4000’i BMİS’e üye oldu. Metal İşçileri Birliği (MİB) ekseninde hareket eden işçilerin kurduğu Türkiye Otomotiv ve Metal İşçileri Sendikası (TOMİS) ise bu süreçte maruz kaldığı yoğun saldırılar altında sınırlı sayıda üyelik ile yeni bir sendika olarak sahaya çıkmış oldu.

Reno işçileri, yaptıkları sendikal tercih ile oluşan boşluğu ve çok başlılığı bir ölçüde engellemeyi başardılar. Ancak temel sorun olan örgütlenmedeki eksiklik ve zaaflar, her adımda karşılarına çıkmaya devam etti. Büyük ölçüde kendiliğinden hareket tarzı, büyük ölçüde kişiler üzerinden şekillenen davranış ve tutumlar egemenliğini korudu.

İşçilerin söz ve karar sahibi olduğu, aşağıdan yukarı doğru işleyen gerçek bir örgütlenme sistemi kurulamadı. UET olarak adlandırılan fabrikadaki 240 civarı üretim biriminin sözcülerinden oluşan “UET Sözcüler Kurulu” söz ve karar organı olarak sendikada toplantılar yapıyordu, tartışıp kararlar alıyordu. Ancak bu kurul şeklen işçi iradesinin temsiliyetini sağlıyor görünse de nitelik olarak sorunlu bir yapılanma idi. Sermaye sınıfının “kalite çemberi” örgütlenmesiyle oluşturulmuş bu sistemde sözcüler, iş yürütme yeteneklerine göre ya da başka saiklerle fabrika yönetimi tarafından belirlenen işçilerdir. Aralarında sınıf bilinçli işçiler olsa dahi, işçi örgütlenmesinin ihtiyaçlarına göre bir yapı olmadığı da açıktır.

Direniş sürecinde öne çıkan işçi sözcülerinin çoğu sendikal örgütlenme tartışmaları sürecinde dağıldı. 8 sözcüden 2’si BMİS tarafında kaldı.

Türk Metal mafyası, fabrikadan silinme noktasına geldiği halde mevcut kanunlar gereği 2016 sonuna kadar yetkili sendika idi. TM, tekrar eski günlerine dönme hayalleri ile tehdit, rüşvet, yalan ve BMİS’i karalama çabalarını hep sürdürdü…

 

‘VER KURTUL!’

Reno işçileri 2015 yılı sonuna doğru iki talep ile tekrar eylemlilik süreci başlattı.

Birinci talep, asgari ücrete yapılan artıştan pay verilmesi, ikincisi ise yeni temsilcilik seçiminin fabrikada yapılması talebi idi.

Asgari ücret artışı sonrasında ücretler arasında oluşan dengesizliğin giderilmesine yönelik haklı talep fabrika yönetimi tarafından yürürlükteki TİS’e aykırı olduğu gerekçesiyle kabul edilmedi.

İşçiler, mesailere kalmama kararı alıp iki aya yaklaşan süre boyunca “Ver kurtul!” sloganıyla vardiyalar halinde protesto eylemleri yaptılar. Reno işçilerinin bu eylemlilik süreci başka işkolları ve fabrikalara sirayet etti.

Eylemler, tüm işçiler üzerinde hak aramaya yönelik harekete geçirici bir etki yaratırken, aynı taleple eylemler yapan bazı fabrikalarda asgari ücret farkı alındı. Patronlar birçok yerde sessizce bu sorunu ‘gürültü kopmadan’ çözdüler.

Reno’da durmak bilmeyen eylemler ve mesailere kalmamanın üretimde yol açtığı tıkanıklığın baskısı altında fabrika yönetimi BMİS ile görüşmeyi kabul etti.

Küresel Sanayi İşçileri Sendikası’nın (IndustriALL) da katıldığı “Sosyal Diyalog Komitesi” 4 Şubat’ta İstanbul’da toplandı. Gerçekleştirilen görüşme sonucunda ücretler için somut bir sonuç alınamazken işçilerin temsilcilerini seçme talebi kabul edildi. 29 Şubat’ta fabrikada temsilci seçimi yapılacağı duyuruldu.

 

‘TEMİZLEME’ KARARI

İşçiler ve BMİS, Şubat’ın son günü yapılacak temsilci seçimi için çalışmalarını sürdürürken sermaye sınıfı da saldırı hazırlığını tamamlıyordu.

Türk Metal, Türk-İş yönetimi ile birlikte 15 Şubat’ta devlet katına çıktı. Hemen ertesinde fabrikaya bakanlık müfettişleri gönderildi. ‘BMİS işçilere mobbing uyguluyor’ iddiasına kılıf arandı. İşçiler sorguya alındı, Türk Metal’e dönüşe ikna edilmeye çalışıldı.

24 Şubat’ta Türk-İş Başkanlar Kurulu Bursa’da toplandı. Esas toplantı Valilik ve Emniyet’e yapılan ziyaretlerde gerçekleşti. Türk-İş Başkanı Ergun Atalay ardından açıklama yaptı: “Renault’ta işçilere mobbing uygulanıyor!”

25 Şubat Perşembe günü Renault’un tüm fabrikalarından sorumlu direktörü “General Franko”(!) saldırı startını 10 öncü işçiyi işten attığını duyurarak verdi. Adım adım devreye konulan bir “temizlik” operasyonu başlatıldı.

 

“BU BİR SAVAŞTIR”

İşçilerden, sendikacılardan, işçilerin sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımlardan topladığımız bilgilere göre 25 Şubat’ta fabrikada bir toplantı yapıldı. Toplantıyı, Reno’nun İspanyol asıllı üst düzey bir yöneticisi düzenliyor. Diktatör edası ve üslubu ile tam da sınıfının adamı denilecek performans sergilediği anlaşılan yöneticiye ‘General Franko’ yakıştırmasını da biz eklemiş olduk!

‘Franko’, net konuşuyor: “Ben burayı temizlemeye geldim, bitirmeden gitmeyeceğim” diyor, kendisini dinleyen amir-şef kademelerine… Fabrikayı gezip gördüğünü, Renault’un gözde fabrikasının çöplüğe dönüştüğünü, işçilerin fabrikada otorite haline geldiğini, bunun asla kabul edilemez olduğunu yöneticileri ‘haşlayarak’ anlatıyor.

“Bu bir savaştır” diyor General Franko… “Bu savaşı biz kazanacağız… Onlar güçlü ama biz daha güçlüyüz. Türk devletinin yasaları da bizden yana… İşçiler bu güne kadar ne yaptığımızı biliyorlardı. Artık ne yapacağımızı bilmeyecekler. Her tedbiri aldık. Adım adım uygulayacağız. 10’unu attım, yüzlercesini işten çıkarmak gerekiyorsa tereddütsüz çıkarılacaklar” deyip yöneticilere ne yapacaklarını anlatarak toplantıyı bitiriyor.

 

SALDIRI VE ÖRGÜTSÜZ OLMANIN ÇARESİZLİĞİ

27 Şubat: 24/08 vardiyası sona erdiğinde fabrika yönetimi, ‘teknik nedenle-elektrik arızası(!) üretime ara verildiğini açıkladı.

28 Şubat: 08/16 vardiyasının ardından 16/24 vardiyası da iptal edilerek, üretim şirket tarafından fiili olarak durduruldu…

29 Şubat: Öncesinden alınan 10 işçinin işten atılma kararı sabah saatlerinde mesaj yoluyla işçilere ulaşmaya başladı. Haber hızla yayıldı. İşçiler, Birleşik Metal-İş 5 Mayıs Şubesi önünde toplandı. Sendika genel başkanı Adnan Serdaroğlu işçilere yaptığı konuşmada, Renault yönetiminin varılan mutabakatı yok sayıp AKP ve MESS baskısıyla işçi kıyımına başlamasını kınadı, ‘işten atmalar kırmızı çizgimizdir, izin vermeyeceğiz’ dedi.

Somut bir eylem hattının belirlenemediği toplantının ardından işçiler sloganlarla fabrikaya doğru yürüyüşe geçti. Polisin engelleme çabalarına rağmen yürüyüşlerini sürdüren işçiler vardıkları fabrika önünde, işten atılan işçiler işe geri alınana kadar direneceklerini ifade ettiler; ‘arkadaşım yoksa üretim de yok’ dediler.

 

BOZGUN VE ‘FRANKO’NUN SEVİNÇ GÖZYAŞLARI!

1 Mart: Önce işçilerin aktardığı bir ön bilgiyi paylaşalım: UET şefleri (Franko’nun adım adım planına uygun olarak) tüm işçileri telefonla arıyorlar. “Çalışmak istiyor musun” diye soruyorlar. Bu adımdan haberdar olan işçiler öncesinden kararlaştırdıkları gibi “ben işimi seviyorum, çalışmak istiyorum” yanıtı veriyorlar.

İşçiler, direniş planlarını da şöyle özetlediler: “Pazartesi (1 Mart) 8/16 vardiyası işbaşı yapacak, çalışacak. Vardiya bitiminde gelen 16/24 vardiyası ile birleşecek ve direniş başlatılacak. İki vardiya içerde, üçüncü vardiya dayanışmaya gelen tüm güçler ile birlikte dışarıda büyütecek. İşten atılan arkadaşlarımız geri alınacak, kendi temsilcilerimizi seçeceğiz, ücretlerde iyileştirme sağlanacak.”

İşçilerin direniş planı gerçekleşmedi. İki neden görülüyor:

Birincisi; Fabrika yönetimi planı öngörüyor ya da bilgi ‘uçuran’ adamları var-ki bu talidir, karşı önlem ve saldırıların hesaplanması gerekir. Yönetim iki vardiyayı bir araya getirmiyor. İkincisi; Plan isabetli ancak örgütlenmemiş…

Örgütlenmediği pratikten anlaşılıyor. Şöyle ki: Sabah fabrikaya alınan 08/16 vardiyasının çoğunluğu üretim bantlarına geçerken 300 dolayında işçi üretim atölyesine girmiyor. Bu arada fabrika önünde – dışarıda direniş var. İşçiler polis ile cebelleşiyor. Polis işçileri fabrika önünden süre süre cadde boyundaki dar kaldırma sıkıştırdı.

Üretim bandına geçmeyen 300 işçi atölyelere girenleri dışarıya çekmeye çalışıyor. Yönetim öncesinden yüzlerce demir bariyer yığınağı yapmış, bölümler arası geçişleri kesmiş, kapılar kilitli, yemekhane, tuvaletler kilitlenmiş, fabrika hapishaneye dönüştürülmüş. Burada ortak karara uygun bir tutum yok.

Dışarıda cadde boyundaki dar alana sıkıştırılan işçiler bitmeyen polis tacizine isyan ederek ana yolu kapattılar. Yola yatan işçiler ve BMİS’in Bursa şube başkanı yaka-paça gözaltına alındı. İşçilerin üzerine gaz bombası atıldı. İşçiler öfkeli sloganlarla saldırıyı protesto etti. Defalarca terörist olmadıklarını haykırmaları pek bir işe yaramadı!

Renault yönetimi olup bitenlerden memnun halde vardiya bitimine saatler kala işçileri fabrikadan çıkarttı. Üretim bandına geçmeyen işçilerden 12’sinin işine son verildi.

Dışarıdaki işçilerin örgütsüz-kendiliğinden direnişi, her geçen saat sayısı azalarak gece saatlerine kadar sürdü. Sendikacılar arada çaresizce konuşmalar yaptılar: ‘Ey Reno yönetimi!.. Ekmeğini yediğin Türk işçisine hainlik yaparsan…’ türünden işçinin “hurra!” çektiği hamaset nutukları da atma gereği duydular… Oysa içine düşülen durum oldukça vahimdi.

Saldırıya uğrayan, ezilmek istenen sadece Reno işçisi değildi. İşçi sınıfına saldırdılar, BMİS’e-DİSK’e saldırdılar. Öyle hamasetle kotarılacak bir durum filan yok… BMİS yöneticilerinin bizzat kendi kafalarını-gözlerini yardıracak bir eyleme girişmeleri vaziyeti toparlamak için daha hayırlı olurdu. Mademki burjuvazi bize savaş ilan etti ve o an geçen her dakika çok kıymetli… Bir yiğitlik yapmaya değmez miydi ey BMİS!..

O gün 16/24 ve 24/08 vardiyaları da işe çağrıldı. Her vardiya yönetim tarafından test edildi. Sadece 24/08 vardiyasının bazı bantlarında üretim yapılabildi. Her vardiya sonunda atılan işçi sayısına yenileri eklendi.

İşten atılacaklar ile ilgili öncesinden bir liste yapıldığı ve 200 dolayında işçiyi kapsadığı öğrenildi. Her zaman yapıldığı gibi ilk atılanlar en ileri öncü işçiler oldu. Sonra tekrar gözaltına alındılar, mahkemeye çıkarılıp bırakıldılar. Bununla öncü işlere olduğu kadar tüm işçilere gözdağı verip korku ve panik havası yaratmaya çalıştılar. Büyük oranda da istedikleri gibi oldu.

Bir yandan tazminatsız işten atmalar, biryandan ‘çalışmak istemeyen haklarıyla birlikte çıkışını alıp gidebilir’ teşviki, bir yandan polis ablukası… Ve elbette ne yapacağını bilememe hali o gün Reno işçisini adeta bozguna uğrattı…

2 Mart sabahı Renault’ta tüm üretim bantları çalışmaya başladı.

Rivayet o ki; ‘General Franko’, günün akşamında zafer kazanmış komutan edasıyla ‘subay’, ‘çavuş’ ve ‘onbaşı’larını toplamış… Bu kadar çabuk üstünlük sağlayacağını beklemediğinden olmalı; neredeyse ağlama krizine girmiş!

Ah, biz işçiler de anlayabilsek gücümüzün nelere kadir olduğunu!..

 

KAVGA SÜRECEK;

DİRENEREK ÖĞRENECEĞİZ, ÖRGÜTLÜ GÜÇ İLE KAZANACAĞIZ!

Reno’daki saldırının bugün moral bozukluğuna, dağınıklığa yol açtığını söylemek, yenilgi psikolojisinin yer etmesine yol açtığını söylemek mümkündür ve bu gerçektir. Bu ne kadar gerçek ise, ‘bu iş bitti’ gibi sonuçlara varmak da o kadar saçmadır!

Emeklemeden yürünmüyor. Bu bir zaman ve emek işidir. Düşülecek, kalkılacak, kafa-göz yarılacak öyle ayaklarımızın üzerine kalkıp dik yürümeyi öğreneceğiz.

Söz konusu olan sınıf savaşımıdır. Çıkarları taban tabana zıt iki sınıfın savaşımı söz konusu ise, mücadele, emeklemeden yürümeye varan süreçteki gibi asla doğal mecrasında ilerlemez. Savaşın yasaları konuşur.

Bizim karşımızda öyle iki yumrukta yere sereceğimiz bir güç yok. Yaşayarak karşımızda kimlerin olduğunu bir ölçüde gördük; Renault patronları, MESS, Türk Metal, polisi-bakanı-mahkemesi-medyası ile devlet… Toplamıyla, sermaye sınıfı saldırdı.

Biz ise, kuru kuruya, “ben ekmeğimin davasındayım” deyip duruyoruz. Tamam, patron da kar’ının davasında… Demek ki, kim daha örgütlüyse bu mücadeleden kazançlı çıkan o taraf olacak.

Biz, “bu bir savaştır“ diyor muyuz? Demiyoruz. Karşımızdakiler çok net; “bu bir savaştır” diyorlar. Onlar savaş olduğu bilinciyle örgütlü, planlı saldırıyorlar. Biz bu bilinçten ve buna uygun örgütlülükten büyük oranda yoksun olduğumuz için başıbozuk ordu misali gidiyoruz. Sonra bozguna uğruyoruz…

Evet, ekmeğimiz için, çocuklarımızın geleceği için fabrika önündeyiz, polis bizi aşağılarcasına itip yol kenarına sıkıştırıyor, çaresiz-öfkeyle yola taşıyoruz, üzerimize gaz bombası atıp arkadaşlarımızı gözaltına alıyorlar, bizim bilincimiz nedir; ‘Terörist değil emekçiyiz biz!’, ‘Burası Cizre değil Bursa’ diye sitem ediyoruz.

Yani bize terör uygulayanlara diyoruz ki, ‘gidin Kürtlere saldırın, bize niye saldırıyorsunuz.’ Açıkça dediğimiz budur.

Cerattepe’de Artvinliye gaz bombası, Bursa’da Reno işçisine gaz bombası, Soma’da ölen madenci yakınına tekme-yumruk, Cizre’de-Sur’da Kürtlere ölüm, Suriye’de insan kafası kesen IŞİD’e silah, lojistik, militan desteği… Kıdem tazminatının iç edilmesi yasası, işçi simsarlığı yasası… Patronlara, milletin anasına sinkaf eden yağmacı alçaklara cennet, bize cehennem hayatı!.. Bu düzen budur.

İşçilerin ve halkların düşmanı sermaye devletinin şakşakçılığını yapan işçi sadece ekmeğini kaybetmez, onurunu, insanlığını da kaybeder.

Kimse kendi düşmanının aklıyla hareket ederek zafer kazanamaz.

Bu kavga sürecektir. Reno işçisi gerçekten istiyorsa mutlaka kazanmasını da öğrenecektir.

İşçiler, devrimci sosyalist işçilerle bağ kurmaktan korkmamalıdır. Tüm işçi arkadaşlarımızı İşçi Gazetesi ile bağ kurmaya, örgütlenmeye çağırıyoruz.

 

BMİS İŞÇİNİN SIRTINI SIVAZLAMAYI BIRAKMALIDIR!

BMİS sendikası kendisini tüm metal işçilerinin öncüsü-sendikası olarak açıklamaktadır. Elbette iddia bu olmalıdır. Biz de olanaklarımız ölçüsünde metal işçisi arkadaşlarımızın BMİS’te örgütlenmesi için çaba gösteriyoruz.

Metal işkolunda, özellikle ‘metal fırtına’ sonrasında işçilerde gelişen hak arama, örgütlenme duyarlılığı biliniyor. Bu sürecin öncü fabrikası Renault işçilerinin BMİS’te örgütlenmesi kuşkusuz sendika için ciddi bir sıçrama zeminidir de…

Renault’ta son yaşanılan gelişmelerin gösterdiği nedir?

Reno boş bırakılmıştır. İlk göze çarpan budur. Tartışmalar, üyelik süreci, sendika şube binası tutulması vb. elbette böyle bir zaman darlığı problemi var. Ancak örgütlenmenin acil ihtiyaçlarının önüne hiçbir şey konulamaz, konulmamalıdır.

BMİS’in pratiği bu süreçte meselenin ciddiyetinden uzaktır. İşçilerdeki hakim anlayış ve tutumun sınıfsal bilinç anlamındaki geri düzeyi biliniyor. Sermaye sınıfının, özellikle Türk Metal ve Reno yönetiminin mevcut örgütlülüğü dağıtmak için fırsat kolladığı biliniyor. Sendikanın eğitimci-örgütçü kadro takviyesi yaparak hızla niteliği yükseltecek bir çaba içine girmesi gerekiyordu, bu yapılmadı, işçinin sırtını sıvazlama anlamına gelen bir süreçle değerli zaman heba edildi.

Bu saatten sonra BMİS’e yapılabilecek en uygun öneri, ‘zararın neresinden dönülürse kardır!’ olabilir.

ARİF ÇINAR

 

Kızıldere tarihi(miz) hepimizindir

[2]

 

Mart ayı, katliamlar ile direnişlerin ayıdır; ölümsüzlüğün, sonsuzluğun da tanık ve tarafıdır.

8 Mart’ın emekçi kadınlar direncinden, Newroz’la taçlanan başkaldırılara uzanan tarih, hepimize baharın isyancılığını hatırlatır.

Bu kadar da değil! Devrimci dayanışma destanını kanla yazar Mart ayı Kızıldere’den, Diyarbakır Zindanları’na; darağaçlarından Gazi-Ümraniye’ye uzanan.

Mart direniş destanları kadar acının da ayıdır Halepçe’de, Kamışlı’da olduğu gibi.

Hızla sıralayalım!

16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nden çıkan öğrencilerin üzerine bomba atılıp, 7’sinin ölümüne, onlarcasının da yaralanmasına neden olan katliam…

13 Mart 1982’de İzmir’de devrimci mücadelenin yiğit neferleri Seyit Konuk, İbrahim Ethem Coşkun, Necati Vardar’ın idamı…

21 Mart 1982’de Newroz ateşini yakarak ölümsüzlüğü kucaklayan Mazlum Doğan…

2, 5 Mart 1984 tarihlerinde ölüm orucunda ölümsüzleşen Cemal Arat ve Orhan Keskin…

12 Mart 1995’de İstanbul’da Alevîlerin yoğun olduğu Gazi Mahallesi’ndeki kontrgerilla saldırısında Halil Kaya adlı Alevî dedesi ile 5’i ağır 25 kişi yaralanıp; bu katliamı Ümraniye’de protesto edenlerin üzerine polislerce kurşun yağdırılması; bunun sonucunda da Gazi’de 12, Ümraniye’de 5 kişi yaşamını yitirmesi…

16 Mart 1988’de Saddam’ın emriyle Irak’ta, 5.000 Kürt kimyasal bombalarla yok edilmesi…

12 Mart 2004’de Suriye’nin Kamışlı kentinde Baas güçlerinin kenti kana bulayıp, 52 kişinin öldürülüp, binlerce insanın yaralanması…

30 Mart 1972’de Mahir ile On’ların Kızıldere de katledilmesi…

Yine 30 Mart 1995’te evinin önünde kurulan pusuda silahlı saldırı ile katledilen Arap halkının yiğit evladı, Samandağ DEP eski ilçe başkanı ve Samandağ Halkevi kurucusu Mehmet Latifeci ve Babası Yahya Latifeci’nin öldürülmeleri, vd’leri de ölümsüzlüğe, sonsuzluğa tanık ve taraf olan Mart ayında yaşanmıştır.

 

ÖLÜMSÜZLÜK, SONSUZLUK MESELESİ

 

Pablo Neruda’nın, “dünyaya birçok kez gelmişim/ yok olmuş yıldızların dibinden/ ellerimde tuttuğum/ ölümsüzlük bağlarını dokuyarak/ şimdi öleceğim yeniden/ vücudumu örten toprağa sarınarak,” dizeleriyle betimlediği ölümsüzlük, ölümü çaresiz bırakandır; her zaman canlı kalabilendir; yani düşerken özgürlük renginde bir gülüş ve dalgalanan bir isyan sancağı bırakmaktır ardında…

Hikâyenin kendisinden sonra da yaşayıp, yol göstermesidir ölümsüzlük; tarihi anlar içinde yaşayan sınırları aşıp, hâlâ yaşıyor, yaşatıyor olmaktır; ardında bıraktıklarınla, insanlığa kattıklarınla yakalanabilendir; mücadelenin sona ermemesi durumudur.

Andrei Tarkovski’nin, “Öleceğimiz günü bilmemek bizi ölümsüz kılar,” saptamasının ya da “külli nefsin zâikatü’l-mevt”, yani “her nefis ölümü tadacaktır,”[3] hükmünün aşıldığı hâldir

Blaise Pascal, “Ölümsüz varlık, bir kez varolandır,” notunu düştüğü sonsuzluk “ölü” değildir; çünkü ölümü öldüren ölümsüzlüktür O!

Yapılan önemli işler ile tarihe adını yazdırıp, ismin tarihten asla silinememesidir; sonsuzluktur yani…

Evet mekânsızlığın, evrensel yersizliğin adıdır; olabilirliğin ötesidir; düşüncede, bilinçte bitmeyendir sonsuzluk.[4]

Sonsuzluk hiç bitmeyecek, başı ve sonu olmayan bir büyüklüğün ifadesiyken; Mart ayında ölümsüzlüğü kucaklayanların anıları, mücadeleleri yenilmezliği, sonsuzluğu muştular!

Hermes’in öğrencisi Askelopis’e göre, sonsuzluk, zaman ve mekân içinde anlatılamaz ve anlaşılamaz. Çünkü yaşarken zaman ve mekânla sınırlıyken; “sınırsızlık”, “sınırlılık” içinde kavranamaz.

Bir durumu kurgulayan düşünce kalıbı, bir soyutlama biçimidir; sınırlarını aşandır. Sonsuzluğa ulaşmanın nedeni yine sonsuzlukken; her şeyin bir “sonu” olduğu yanılsamasını aşan şeydir sonsuzluktur.

Düşünme sınırlarını zorlasa da ucu bucağı olmayan; “son”la sınırlanmayıp onu aşan; ölüme yenilmeyen tek şeydir. İlhan Berk’in, “sonsuzluk! sanırım ağaçların en eski tinidir!” diye altını çizdiği üzere sonsuza kadar varolmak, tükenmemek, bitmemek, ölmemektir.

Sıradanın algısı ötesindeki zaman kavramına verilen isim. Hiçbir şeyin sonu olmadığını, gerekmediğini belirtendir; bir şeyin sonunun gelmemesi durumunda kavuşmuş olacağı olgudur; kusursuzluk ile kazanılandır.

Hayat dediğin sonsuzluk içindeki ufak bir kıvılcımken; Platon’a göre de, “Zaman, sonsuzluğun hareketli bir imgesidir.”

Şimdiki zamanı aşıp, onun ötesinde var olandır; bir yoldur ki, ucu olmayan, başı bilinmeyen, ortasında insanlığın yer aldığı, sahipsiz bir patikadır.

Nikolay Berdyaev’in, “Gerçek aşk, sonsuzluğun kanatlanmasıdır”; Ahmet Uysal’ın, “Yaşam ki şiirle sonsuzdur,” notunu düştüğü o; bir diğer şaire göre, “aşkın aşkla çarpımı”; düşünebileceğimiz en büyük sayıdan daha büyük, en uzak mesafeden daha uzak, sonu olmayan şey olan sonsuzluk, yalnızca gerçek bir aşkın erişebileceği, hareket hâlindeki bir zaman imgelemidir.

Sonsuzluk kavramı çoğu zaman tam olarak kavranamaz; çünkü hep sınırlı zaman dilimleriyle, sınırlı uzaklık ya da büyüklüklerle düşünür. Fiziki olarak öldükten sonra bile insanların kalbinde sevgini bırakmaktır; sevginin, aşkının, mücadelenin sonsuza kadar yaşamasıdır.

Her şeyin hiçbir şeye eşit olduğu durumlarda ortaya çıkan ve kanatların bükülmeden, kırılmadan açılıp uçabileceği genişlik olarak sonsuzluk sınır(ımız)ı aşmaktır.

Sonlu bir referans sistemiyle açıklanamayan olgudur; sonsuzlukta her şey başlangıçtır; yani evrende eksiltilemeyen şeydir sonsuzluk; başlangıç ve bitim kavramlarından muaf olma durumudur; tıpkı 30 Mart 1972’nin Kızıldere’si gibi…

 

30 MART 1972 KIZILDERE’Sİ

 

30 Mart 1972 Kızıldere’sinde; Mahir Çayan, Cihan Alptekin,[5] Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Ömer Ayna, Nihat Yılmaz, Hüdai Arıkan, Sabahattin Kurt, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, 3 THKO militanının idamlarını engellemek için “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik,” kararlılığıyla Kızıldere’de ölümsüzlüğü kucakladılar…

Helikopter destekli güvenlik güçleri, ihbar üzerine On’ların buldu, kuşattı. Makineli tüfekler yaylım ateşine başladılar. Çatıdaki Mahir Çayan kafasına isabet eden mermiyle orada ölümsüzleşti. Geriye kalanlar savunma mevziine geçerek kapının arkasına yerleştiler. İçeri giren güvenlik görevlileri ateş açanları vurdu yaralananları da kafalarına kurşun sıkarak infaz etti. Otopside rehinelerin açılan ateş sonucu öldüğü kanıtlanmıştır. Bombanın açtığı delikten alt kattaki samanlığa düşen Ertuğrul Kürkçü[6] dışında evdekilerin tümü katledildi.

Nâzım Hikmet’in, “en bilgin aynalara/ en renkli şekilleri aksettiren onlardır./ aslında onlar yendi, onlar yenildi./ çok sözler edildi onlara dair/ ve onlar için:/ zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,/ denildi,” dizeleriyle betimlenen On’ları yüreğimizde kurşun, mor menekşe karanfil, türkü sizi şiir ve hiç solmayan bir yaşam gibi düşünüyoruz…

Ateşin, güneşin, isyanın çocuklarıydılar On’lar… Bir devlet katliamıyla ölümsüzleştiler. Ama o kadar değil; devrimci hareket tarihinde teslim olmama geleneğinin miladı oldular. Bu özelliğiyle Kızıldere bir manifestoydu. Çünkü ölüme sayılan günler özgürlüğe sayılsın diye yola düştü On’lar…

Evet, 30 Mart 1972’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının, – Hiram Abbas’ın bizzat planladığı ve uygulattığı- devlet terörü tarafından katledildiği ismi değiştirilmiş Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı bir köyüdür Kızıldere; şimdi ki adı Ataköy’dür, Niksar ilçesinden ayrılıp Almus ilçesine bağlanmıştır.

Umudun, inancın, devrim ruhunun rengiyle kızıla boyanmıştır. Onlardan dökülen her bir damla kan ölüme değil ölümsüzlüğe giden bir yol olmuştur; ne yapmadığımızı, neler yapamadığımızı görmemiz gereken yerdir; “sayılmayız parmak ile/ tükenmeyiz kırmak ile” dedirtendir.

“düşmesin bizimle yola:/ evinde ağlayanların/ gözyaşlarını/ boynunda ağır bir/ zincir/ gibi taşıyanlar!/ bıraksın peşimizi/ kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!” diye haykıran Kızıldere, düşüncelere kurşun işlemediğinin kanıtıdır; On’ların bayrak olduğu yerdir.

Devrimin tanımının tarihe kaydedildiği yerdir; sömürü ve zulme karşı başkaldırıdır; devrim ateşinin körüklendiği yerdir; direnişin kızıl hâlidir.

Siper yoldaşlığının, bedel ödeme yürekliliğinin, devrimci dayanışmanın tarihe not düştüğü yerdir Kızıldere ve söylenecek her şey söylenmiştir orada![7]

Evet bir cüretkârlıkken -aynı zamanda- bir savaş çağrısıdır; devrimci tarihin kıpkırmızı adıdır; “umuda bin kursun sıksa da ölüm/ unutma, umuda kurşun işlemez ölüm,” dedirtendir; tarihten silinmeyenlerin güneşe akın ettikleri yerdir; “Yaşasın Türkiye Halk Kurtuluş Partisi!”, “Yaşasın Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu!” sloganlarının yükseldiği sonsuzluktur.

Eski Romalılar, yitirdikleri insanların ardından “Öldü” demez, “Yaşadı” anlamına gelen “Vixit” sözünü kullanırlarmış… Devlet dersinde öldürülmüş olsa da, On’lara, “Yaşadı” demek ve eşitlik, özgürlük, tüm insanlık için hâlâ yaşayan bir kızıl tarih olarak bakmak en doğrusu olacaktır.

On’lar, “yüreklerinin götürdüğü yere giden”lerken; son nefeslerine, son mermilerine kadar savaşarak düştükleri Kızıldere son değildir, savaş sürmekteyken…

İyi de “Akıp giden zaman ırmağında 30 Mart 1972 tarihini bu gün nasıl hatırlamalıyız?

Geçmiş, şimdinin eleştirisidir bir bakıma. Geçmişi özlemek için değil, ona uğrayarak gelecek ütopyası için bu gün nasıl eyleyeceğimizi düşünmek için hatırlamalıyız.

Kızıldere’deki tohumun Fatsa’da çiçek açtığını, ilk meyvelerini direniş komitelerinde veren o görkemli ağaçtan çıkan fidanlardan birinin Gezi’de bir daha toprağa dikildiğini hatırlamak için… Her dönemin devrimci eyleminin bir öncekinin bire bir tekrarı değil, aynı zamanda eleştirisi olduğunu bilerek hatırlamak için…

Mahir Çayan’ın yurt dışına çıkabilme imkânı varken bu yolculuğa çıktığı biliniyor. Onu ve arkadaşlarını, üstelik de politik olarak ayrıştıkları başka devrimcileri kurtarmak için ölüme doğru yola çıkaran neydi? Maceracılık mı, gözü peklik mi, kör cesaret mi?

On’lar, galiplerin değil tarihin tüm mağluplarının mirasını üzerlerinde taşıyarak başarılması imkânsız olan bu yolculuğa, başka türlü yapmak ellerinden gelmediği için çıkmış olmalılar…

Kızıldere’deki tohum bin çiçek açtı, bin meyve verdi o zamandan bu yana.[8] Her dönem kendi koşulları ve gereklilikleri içinde başka başka şekillerde aynı mücadele yürütüldü. Amaç bu sömürü düzenini bir gün yıkmak olsa da, önemli olan kazanmaktan öte ezilenlerin tarihinin bir parçası olmak oldu.”[9]

On’ların tarihi, “Bu ülkede yenilmeyeceksin, ölmeyeceksin. Yenilirsen vururlar, ölürsen unuturlar,”[10] saptamasını yapan Celalettin Can’ı tekzip edendir.

 

MAHİR ÇAYAN DESTANI

 

Nâzım’casından, “hudutsuz ve allahsız bir baştı o, yoldaştı o…”

“Varsın bütün oklar üstümüze yağsın. Biz, doğru gördüğümüz bu yolda sonuna kadar yürüyeceğiz,” der ve eklerdi Mahir Çayan:

“Onların bugün büyük görünen güçleri ve imkânları bizlere vız gelir. Onlar bir avuç biz ise milyonlarız. Kaybedeceğimiz hiçbir şey yoktur ama kazanacağımız koca bir dünya vardır…

“Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır. Kurtuluş bayrağı bu yolu tırmanan gerillaların birbirlerine iletmesi ile oligarşinin burcuna dikilecektir. Her engelde düşen gerillaların gövdesi bir devrim fırtınası yaratır. Her düşen gerillanın kanı devrim yolunu kızıllaştırır, aydınlatır. Düşenler geride kalmazlar. Onlar emekçi halkın kalbinde, ruhunda ve bilincinde, devrimin önder ve itici sembolleri olarak yaşarlar. Düşenler devrim için, devrim yolunda vuruşarak düştüler. Kalbimize, ruhumuza ve bilincimize gömüldüler. Onlar kurtuluşa kadar savaş şiarını, devrim yoluna kanları ile yazdılar. Yolumuz bu yolda düşenlerin yoludur. Kurtuluşa kadar savaş!

“Silahı propaganda, askeri değil politik mücadeledir. Ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir. Yani silahlı propaganda, pasifistlerin iddia ettiği gibi kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır…

“Emperyalizmin işgali altındaki ülkelerde bu çark hep böyle döner. Ülkemizde de parçalanana kadar bu çark hep böyle dönecektir…

“Bugün gerici parlamentarizme kanat gerenler, seçimlerden sonra yanıldıklarını görerek, bu yolla düzen değişikliğinin imkânsız olduğunu görecektir…

“Biz Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz…

“Bu mücadele; sınıflar mücadelesidir. Burada el titremesine, tereddüde ve kararsızlığa yer yoktur. Sınıflar mücadelesinde, proletarya yoldaşlığın dışında feodal ve ataerkil ilişkilere yer yoktur…

“Bütün ideolojik ayrılıkların temeli devrim isteyip istememeye değil, (çünkü sosyalist geçinen herkesin sübjektif niyeti genellikle devrimin olması doğrultusundadır) devrim yapmak için yola çıkmaya, savaşmaya cesaret edip edememeye dayanır. İşte bu yüzden devrim için savaşmayana sosyalist denmez…

“Örgütü, örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan programlar veya yaldızlı laflar değil devrimci eylemdir…”

Mahir Çayan, tüm sözlerinin hakkını vermişti; hem de Kasım 1971’deki THKP-C Savunması’nda haykırdığı üzere: “Bizim kellelerimiz alınır ama yüreklerimiz alınamaz”!

Hâlâ akıllarda, fikirlerde ve dahi zikirlerdedir O(’nun destanı)…

İlk, orta ve liseyi İstanbul’da okuyacaktır. İlk eylemi de lise yıllarındadır. 1963 Mart’ında Haydarpaşa lisesi öğrencisiyken ‘Hürriyet’ gazetesini protesto etmek için yapılan eylemde yer alır. Eylemin “elebaşılarından” olduğu gerekçesiyle Selimiye Karakolu’nda gözaltına alınır. Bu, Kızıldere’ye kadar sürecek olan bir çatışmanın ve “elebaşılığın” da ilk küçük muharebesidir.

1964’te Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Yaklaşık bir yıl sonra, SBF fikir kulübü başkan yardımcılığına seçildi. Bundan sonrası son derece hızlı bir süreçtir. TİP içinde başlayan örgütlü yaşamı, bir süre ‘milli demokratik devrim’i savundukları Türk Solu’nda devam etti. Sonra Aydınlık grubu gelir. Aydınlık Sosyalist Dergi’nin yazı kurulunda yer alır. Türkiye devriminin yolunu netleştirmesine paralel ‘Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup’la yeni bir örgütlenmenin de adımları atılmaya başlanır. Dev-Genç’in oluşumu ve onun ardından da Parti-Cephe’nin kuruluşunun teorik, pratik önderliğini üstlenir. Son nefesine kadar da bu misyonu yerine getirir. “Liderler devrim savaşında masa başında oturmazlar, bu savaşta en ön safta savaşırlar,” derdi bir yazısında; yazdığı gibi yaşayıp, ölümsüzleşti.

Mahir Çayan, ilk kent gerilla eylemlerini de planlamış ve bizzat eylemlerin içinde yer almıştır. İsrail’in İstanbul başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırılıp cezalandırılmasının ardından 1 Haziran 1971’de Maltepe’de Hüseyin Cevahir ile birlikte kuşatıldıkları evde teslim olmayarak çatışır ve yaralı olarak tutsak düşer.

Mahir, THKO’lularla birlikte 29 Kasım’da Maltepe Askeri Cezaevi’nden bir özgürlük eylemiyle çıktı. Bu dönemde, Çayan ve THKP kadrolarının önemli bir bölümünün içerde olmasını fırsat bilip örgütün çizgisini değiştirmeye çalışmış olan Münir Ramazan ve Yusuf Küpeli, Çayan’ın çıkışından sonra THKP-C’den ihraç edildiler. Bir süre sonra ise Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idam edilmesini engellemek için Ünye’deki radar üssünde görevli İngiliz teknisyenleri rehin alarak Kızıldere köyüne geçtiler. Ancak bir ihbar sonucu evde pusuya düşürülen Çayan ve 9 yoldaşı, Kızıldere’de kuşatıldılar. Mahir ve yoldaşları Kızıldere’de bir manifesto yazarak düştüler.

On’ları anlamak haksızlığa başkaldırmaktır; her şeyden önce insan olabilmektir! Pierre-Jean de Béranger’in, “yolun düşerse kıyıya bir gün/ ve maviliklerini enginin seyre dalarsan/ dalgalara göğüs germiş olanları hatırla/ selamla, yüreğin sevgi dolu/ çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar/ eşit olmayan bir savaşta/ ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden önce,/ sana liman gösterdiler uzakta,” dizelerini anımsatan On’lardan ilk düşen Mahir Çayan döneminin komünist öncüleri arasında fikirsel-düşünce ve analiz anlamda saygıyı hakkeden bir kişiliğe sahiptir.

Onu anlatmak sayfalar alabilir aslında ancak, Kızıldere’de söylediği, “Erleri geri çekin, rütbeliler gelsin!” sözü Mahir’i en iyi özetleyen sözüdür.

26 yaşında katledilmiş bir teorisyen ve eylem insanıdır; 68 Devrimci hareketinin öncü liderlerindendir; “dostluk, yoldaşlık mertlik ormanı/ bütün ada’mı kaplar./ erdemin güneşi,/ yirmi dört saat aydınlatır adamı./ biz ada sakinleri,/ bilmeyiz karanlığı,” diye haykıran bir Adalı’lıdır; Düşüncelerinde Carlos Marighella etkisi de vardır.

Devrime yeni bir soluk getiren, kararlılığı, zekâsı, kendine olan güveni ile birçok insanı kendine hayran bırakandı; tohumdu düştü toprağa

“Kesintisiz Devrim”ciliğiyle “silah” kavramını en çok irdeleyenlerden birisidir Mahir Çayan. “Silah”ın kimdeyse, ona göre anlamlandırılması gereğini en çok anlatan devrimcilerdendir…

Karl Marx’ın, eylem içinde kana ve cana gelmeyen bir teorinin hiçbir anlam ifade etmeyeceği tezini hayatının temel dayanağı yapan ve ömrünü buna adayan büyük Adalı’dır O; Şeyh Bedrettin’in, Pir Sultan’ın, Mustafa Suphi’nin yoldaşıdır…

Mahir’in entelektüelliği, militanlığı devrimciliğin nasıl bir uğraş olması gerektiğine bir yanıttır. (Onun ‘Toplu Yazıları’, Mayıs 2008’de İstanbul XIII. Ağır Ceza Mahkemesi’nce, “Suçu ve suçluyu överek yasadışı terör örgütlerinin propagandası yaptığı” gerekçesiyle toplatıldı.)

Nâzım Hikmet’in, “ölenler/ dövüşerek öldüler;/ güneşe gömüldüler./ vaktimiz yok onların matemini tutmaya!/ akın var/ güneşe akın/ güneşi zaptedeceğiz/ güneşin zaptı yakın!” dizelerini büyük bir içtenlikle terennüm eden O; 27 yaşındayken “Dönmeye değil ölmeye geldik” diyendi… Kolay mı? Tam da bunlardan ötürü o; her 30 Mart’ta hepimize uzaklardan gülümseyerek el sallayan, “Büyük Firar”ı unutulmayan devrimcidir.[11]

 

“BÜYÜK FİRAR(I)”

 

Kartal Maltepe Askeri Cezaevi’nde firar hazırlığı başlamıştı. Cezaevi yönetiminin “Buradan kimse kaçamaz” rehaveti ve cezaevi içindeki devrimci subayların gayreti, tutuklulara cesaret vermişti.

1971 güzünde THKO tutuklusu Oktay Kaynak, hürriyete çıkacak kapının inşasını başlattı.[12] Elinde betonu delecek bir miktar tuzruhu vardı. Sapı ayrı, ucu ayrı gelmiş, 500 gramlık adi bir çekiç… Ve kapının kolundaki demir mil sökülerek elde edilmiş bir çivi… Başlangıç malzemesi bunlardı.

Çay ocağından bozma koğuşun, dış avluya en yakın duvarına dayalı ranzasının altına tuzruhunu döktü ve sabahı bekledi. Sabah, betonu kısmen erimiş olarak buldu. Ömer Ayna’ya teybi açtırdı; yüksek sesle halay çekmeye başlamasını tembihledi ve toprağa ilk çekici vurdu. Özgürlük kazısı böyle başladı. Oktay, çekici çiviye vurunca, tuzruhuyla ufalanmış beton dağıldı. Asidi döke döke zemini eşelemeye başladı.[13]

O, izole odada tek başına çekiç sallarken, dışarda Ömer Ayna, sürekli başa sardığı teyp eşliğinde halay çekmekten kanter içinde kalmıştı. Onun gayreti, kendisini izleyen jandarmaları hayrete düşünüyordu. Hiç kimse, bunun içerdeki çekiç seslerini engellemeyi amaçlayan bir halkoyunları etkinliği olduğunu aklına getirmiyordu.

Kazı sürerken Maltepe’de gardiyanlık görevi üstlenen Teğmen Ali Haydar Yedek, nasıl olup da bu faaliyeti fark etmediklerini yıllar sonra şöyle izah ediyor:

“İçeride sık sık protestolar, gürültüler, ayaklanma benzeri olaylar meydana geliyordu. Bunların, inşasına başlanan tünelin gürültüsünü örtmeye yönelik olduğunu bilmiyorduk.”

İlk akşamın sonunda beton zemin kalkmış, toprağa ulaşılmıştı.

Bu zaferi, kendi aralarında şarapla kutladılar.

Mustafa Lütfi Kıyıcı’nın, Yaşar Kemal ile Dündar Kılıç’ın yolladığı üzümlerden damıtarak yaptığı şarap, plastik leğenden bardaklara dökülerek içildi; “Özgürlük için şerefe” denildi.

Oktay yatmadan, deliğin üstünü battal ahşap bavulla kapattı. Bavulun kapağını açık bıraktı, içine de nöbetçilerin elini değmeye iğreneceği kadar pisletilmiş kirli çamaşırları yerleştirdi.[14]

O günlerde Ulaş, mahkemede Mahir’in kulağına fısıldadı: Sabret, seni yanımıza alacağız

16 Ağustos Pazartesi günü saat 9.30’da Selimiye’deki Sıkıyönetim Mahkemesi’nde duygusal bir sahne yaşandı.

O gün Mahir Çayan ve 25 arkadaşının ilk duruşması yapıldı. 13 sanık için banka soymak, fidye almak, İsrail Başkonsolosu Elrom’u öldürmek gibi suçlardan idam isteniyordu.

Maltepe’deki baskında ağır yaralanan Mahir, hastaneden çıktığı günden beri Selimiye’de bir hücrede tek başına kalıyordu. O gün ilk kez duruşmaya getirilecekti.

Mahkeme salonuna girdiğinde güçlükle yürüyordu. Zayıflamış, benzi solmuştu. Arkadaşlarıyla ilk kez karşılaşıyordu. Ağır işkenceler görmüşlerdi; yaraları hâlâ tazeydi.

İlkin Ulaş Bardakçı kucaklaştı. Elleri sımsıkı kilitlendi. Jandarmalar ayırmaya çalıştı, ayrılmadılar.

Yan yana oturup ellerini çözmeden öfkeyle kameralara baktılar.

(Ayşe Emel Mesci’nin tanıklığına göre) Mahir, Hüseyin’in -Cevahir- öldüğünü orada öğrendi. Yüzü acıyla gerildi.

Mahkeme başlayınca kimlik tespitini reddettiler; gördükleri işkencelerden bahsettiler. Mahir, kimliği sorulunca “Devrim savaşçısıyım” dedi ve kararlı konuştu:

“Aylardır Selimiye’de bir hücrede, arkadaşlarımdan ayrı, yatağa zincirlenmiş bekletiliyorum. Avukatlarımla görüştürülmüyorum. Beni vurup ‘Hücresinde ölü bulundu’ diyebilirler. Can güvenliğim tehlikede. Bu uygulamaya son vermezseniz hücreden ölüm çıkacaktır.”

Hâkim, “Can güvenliğin var, korkma” diyecek oldu.

“Ölümden korksam zaten devrimci eylemlere girmezdim. Şunu iyi bilin ki ben ve arkadaşlarım ölümden korkmuyoruz. Mahkemenizi de tanımıyoruz. Tarih ve insanlık önünde suçlusunuz.”

Bu çıkışın ardından soruları cevaplamayacağını söyledi.

Arkadaşlarıyla ortak savunma yapabilmek için Maltepe’ye naklini istedi. Daha sonra söz alan Ulaş da aynı talebi yineledi.

İddianamenin okunması 3 saat 50 dakika sürdü. Savcı, iddialarını sıralarken Ulaş, bir ara Mahir’in kulağına eğildi ve müjdeyi verdi:

“Kaçış hazırlığındayız. Seni de yanımıza aldıracağız. Sabret!”

Ulaş’ın bahsettiği “kaçış hazırlığı”, Kartal Maltepe’ye getirildikleri gün başlamıştı aslında…[15]

Mahir Çayan, arkadaşlarının slogan ve marşları eşliğinde Kartal Maltepe Askeri Ceza ve Tutukevi’ne getirildi.

Hâlsiz ve bitkin olsa da yüzü gülüyordu.

Onu ortak savunmanın hazırlanacağı (D) koğuşuna aldılar.

Şimdi, yoldaşları Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Necmi Demir’le birlikteydi.

Hemen THKO’luların koğuşuna gidip Ömer Ayna ve Cihan Alptekin’in odasına girdiler. Oktay Kaynak, Mahir’e tüneli gösterdi. Bu, onları bekleyen özgürlüğün çıkış kapısıydı.[16]

Tünelden kaçacak isimlerin başında Mahir Çayan geliyordu, ama hâlâ bitkin hâldeydi. Toparlanması gerekiyordu.

Herkes Mahir’in toparlanması için süreye ihtiyaç olduğunun farkındaydı. O yüzden bir seferberlik başlatıldı ve tam anlamıyla Mahir, besiye çekildi.

Diğer koğuşlardan etler, tavuklar, ciğerler, meyveler geliyor, Mahir besleniyor, güç toplaması için ne gerekirse yapılıyordu.

Tabii sadece beslenmek yetmezdi; aylardır zincire vurulmuş hâlde eriyen vücudunun da hareket kabiliyeti kazanması gerekiyordu.

Bunun için de bir yol bulundu: Futbol maçları…

Mahir’in futbolculuğu malumdu; onu yeniden sahaya sürüp vücudunu güçlendirmeyi düşündüler. Sahaya çıktılar. Maçlarda bütün pasları ona veriyorlardı.

Maçların tek amacı bu da değildi. Tünelden çıkan toprağı koyacak yer kalmamıştı.

Tuvalet dolup taşmıştı. Bir baskında yakalanması an meselesiydi. O yüzden hiç değilse bir kısmının ortadan kaybedilmesi gerekiyordu. Ama nasıl?

Tuvalete, rögara dökmeyi, bahçeye serpmeyi, yatağa yerleştirmeyi denemişlerdi; yetmemişti.

Akıllarına futbol sahasına dökmek geldi.

Tugayın futbol sahasında maça çıkan futbolcular, toprağı eşofmanlarının ceplerine, çoraplarının içlerine doldurup maç sırasında sahaya bırakmaya başladı.

Maçların bir yararı daha oldu:

Kıran kırana geçen karşılaşmalarda büyük hırsla oynuyor, sürekli yere düşüp kalkarak kıyafetlerini toprağa buluyor, böylece üstlerindeki çamurun tünelden geldiğini gizliyorlardı.

Askeri yetkililerin, jandarmaların ve gardiyanların keyifle izlediği bu maçlar, firar arifesinin en eğlenceli bölümü oldu.[17]

O günlere ilişkin anlatır Ziya Yılmaz:

“Sürekli maç yapmaya başladık. Gerçekçi olsun diye kendimizi sürekli yerlere atıyoruz; iddialı oynuyoruz yani… Durum çakılmasın diye hırslı oynuyor herkes…

İşte öyle bir maçta Ömer (Ayna) ayağıma bir daldı, ama profesyonel futbolcu gibi, iki ayağıyla yerden kayarak… Ayağım kırıldı sandım; nasıl bir acı… Ben de sinirlendim tabii…

‘Ne yapıyorsun lan’ diye çıkıştım.

Ömer de, ‘Çaktırma şef, maçı jandarmalar izliyor’ diyor, ama bir yandan da tatlı tatlı gülüyor. Can acımdan içim içimi yiyor ama öyle deyince hiçbir şey yapamadım tabii… Tüm bunlar, jandarmanın hatta idarenin tam gözünün önünde oldu.”[18]

Firar günü geldiğinde içerde ve dışarıda hazırlıklar tamamlanmıştı. Tek sorun kuledeki nöbetçilerdi. Ona da 20 yaşındaki bale sanatçısı Ayşe Emel Mesci çare buldu.

27 Kasım 1971 Cumartesi günü, Maltepe Askeri Cezaevi’nin dışında bütün hazırlık tamamlanmıştı.

Kimi sivil, kimi üniformalı THKP-C sempatizanları, önceden saptanan değişik noktalarda firarileri bekliyordu. Bazıları silahlıydı. Gidecekleri evlerde de hazırlıklar tamamdı. Nefesler tutulmuş, havanın kararması bekleniyordu.

Oktay, tünelin içinde toprağa dayadığı bardaktan ayak seslerini duyuyordu.

O gün hava açıktı; sis yoktu. Nöbetçi kulübelerindeki askerler, çevreyi rahatlıkla görebiliyordu.

Kaçışı ertesi güne bıraktılar. Dışarıda bekleyenler, sabahın 4’üne kadar orada bekledi; gün ağarırken bir aksilik olduğunu tahmin edip dağıldılar.

28 Kasım Pazar hava hafif yağmurluydu. Toprak ıslanmış, hafif de sis basmıştı. Tam firar havasıydı. Yine de nöbetçi kulübesindeki askerlere bir çözüm bulmak gerekiyordu. Aranan çözüm, kadınlar koğuşunda bulundu. Tutuklulardan Ayşe Emel Mesci balerindi.

O gün öğle yemeğinde İlkay Demir, Ayşe Emel Mesci’ye, “Sen akşamları bale yapsana; hamlıyorsun” dedi…

Mesci, işin içinde başka iş olduğunu anladı; çaktırmadı.

O akşam, gün batımına yakın, nöbetçiler akşam yemeğinden çıkıp nöbet yerlerine giderken pikaba bir Çaykovski plağı yerleştirdi. Sesini sonuna kadar açtı. Işıkları yaktı, pencereleri aralayıp bale yapmaya başladı.

İnce vücudunu olabildiğince pencereye yakın hareket ettiriyor, uzun saçlarını bir yere bir tavana savuruyor, en görünür hareketlerle dans ediyordu.

Arada başını kaldırdığında, kuledeki nöbetçilerin ve nöbet değişimi için hazırlanan askerlerin bakışlarını üzerinde hissetti.

Dansa devam etti. Dikkatler balerindeyken… Devriyedeki askerin gözlerini yine üzerindeydi. O sırada hava kararmıştı. Duvarın ötesinde firarilere yardımcı olacak görevliler yerlerini almıştı.

Firariler hazırlanmıştı. Maltepe tugayının semalarına Çaykovski notaları dağılırken, yeraltına önce Cihan indi; en cüsselileri oydu; özgürlüğe çıkan deliği o açacaktı.

29 Kasım Pazartesi, tarihe firar günü olarak geçecekti.[19]

Sonrasını Kamil Dede şöyle anlatır:

“İstesek o tünelden 30-40 kişi rahat kaçardı, fakat riskliydi. Bir kişi bile görülse asker ayağa kalkardı; kaçanları yakalar veya infaz ederdi. Risk almamak için 5’erli iki ekibe böldük.

Cumartesi ilk ekip kaçacaktı; delik kapatılacaktı, ertesi gün de ikinci 5’li kaçacaktı.

İlk beşte Mahir, Ulaş, Ziya, Cihan ve Ömer vardı.

İkinci beşte ise Oktay Kaynak, Yavuz Yıldırımtürk, Osman Bahadır, Necmi Demir ve ben.

Seçim sürecinde ben yoktum, ama muhtemelen çıkacaklar, eylem içindeki ağırlıklarına ve alacakları cezalara göre belirlendi. Kimler topun ağzındaysa onlara öncelik tanındı. Bir de Ziya gibi dışarıdaki iyi ilişkileri olan örgütçüler veya Oktay Kaynak gibi şoförlük yeteneği bulunanlar seçildi.

Bana da gelip ‘Sen ikinci ekipte çıkacaksın’ dediler.

Ben, ‘Kaçan arkadaşlar bir süre yurtdışına çıksın’ dedim, kabul edilmedi, ‘Biz halkın mücadelesine katılacağız,’ dediler.’

Bir meçhule doğru yolculuğa çıkıyorduk…”[20]

Kazıda başı çeken Oktay Kaynak’ın anlatımıyla toparlarsak:

“Bu sadece bir firar değildi; çok büyük bir eylemdi. Yaptığımız en ciddi eylemdi. Muktedirleri, hâkimleri alay konusu yapacaktık. Biraz da o yüzden çıldırıyordum kaçmak için…

Bırakmamaları lazımdı beni… Ama götürmediler, bıraktılar.

Sonuna kadar da bana söylemediler.

Gece ayıldım. Baktım; tünelin ağzı açık. Gitmişler.

İnanamadım, dehşete kapıldım, perişan oldum.

Kızdım. Çok kızdım. Çok alındım. Çok kırıldım.

Orada kalakaldım.

‘Beni bırakırsanız, iplerimiz kopar. Ona göre’ demiştim.

Koptu. Vedalaşamadık bile hiçbirisiyle…”[21]

Firar sonrası koğuşta direniş yapıldı. Direniş bittikten sonraki yoklamada kaçanların adı okununca derin bir sessizlik oldu. Org. Faik Türün, onlara ne olduğunu el işaretiyle gösterdi: Mahir Çayan? Pırrrrr!!!

Cezaevinin askeri nakliye aracı tutukluları mahkemeye götürdü. Mahkemeye alınırken isimler okunarak yoklama yapıldı.

Görevli asker, ‘Mahir Çayan’ ismini okuduğunda, bütün tutsaklar hep bir ağızdan bağırdı: “Uçtuuuu..!”

“Ömer Ayna!” “Uçtuuuu..!”

“Ulaş Bardakçı!” “Uçtuuuu..!”

“Ziya Yılmaz!” “Uçtuuu..!”

“Cihan Alptekin!” “Uçtuuuu…”

Saat 16.15’te mahkeme başladı.

Kamil Dede ayağa kalkarak söz aldı ve yazılı ortak savunmayı okumaya geçmeden önce bir açıklaması olduğunu söyledi.

Şöyle dedi: “Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi savaşçıları olan arkadaşlarımız, dün gece kazılan 15 metrelik tünelden kaçmışlardır.”[22]

‘Cumhuriyet’ gazetesi, 1 Aralık 1971 Çarşamba günü, “Mahir Çayan ve 4 Arkadaşı Kaçtı” manşetiyle çıktı. Habere göre Sıkıyönetim, tünel açarak cezaevinden kaçanların yakalanmaları için halkı yardıma çağırmıştı. 2 gün sonra tünelin ve geride kalan eşyaların fotoğrafları basına dağıtıldı.

Konu Meclis’e geldi. Başbakan Nihat Erim, bunun basit bir kaçma olayı olmadığını, devletin büyük bir komployla karşı karşıya olduğunu söyledi. Kaçanları yakalamayı, ihmali olanları cezalandırmayı vaat etti. Sıkıyönetim’in otoritesi ciddi hasar almış, muhalifler moral bulurken, askeri yönetim deliye dönmüştü.

Sıkıyönetim komutanları derhâl toplantıya çağrıldı. Ülke çapında bir insan avı başlatıldı. Maltepe’nin idarecileri ve gardiyanları gözaltına, sorguya alındı. Şimdi gardiyanlarla tutsaklar yer değiştirmiş, hücreyi, sorguyu, işkenceyi tatma sırası onlara gelmişti.[23]

Özetin özeti: “Büyük Firar” ile 12 Mart 1971 darbesinden sonra 5 devrimci Kartal Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçışına tarihi önem kazandıran birkaç unsur vardı; i) Askeri yönetimin itibarını sıfırlayan bir eylem olması… ii) Türkiye solunun iki büyük örgütünün ilk ortak eylemi sayılması…[24] Sonra da örnek olması, alınmasıdır![25]

Özetin özeti mücadelesi karanlıkta ışıktır, gecemizi güne çevirendir O; halka hiç yalan söylemedi; gözünü budaktan esirgemeyen kararlılığıyla halkın kurtuluşu yolunda ölümsüzleşirken silahlı eylem kronolojisi de şöyledir:

  1. i) 12 Şubat 1971’de Ankara’da Ziraat Bankası Küçükesat şubesi kamulaştırılmasına katıldı.
  2. ii) 15 Mart 1971’de Türk Ticaret Bankası Erenköy şubesi kamulaştırılmasında yer aldı.

iii) 4 Nisan 1971’de patron Mete Has ve Talip Aksoy’un kaçırılıp 400 bin liralık fidye alınması eylemini arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdi.

  1. iv) 17 Mayıs 1971 günü İsrail’in İstanbul başkonsolosu Ephrahim Elrom’un kaçırılması eylemini Ulaş Bardakçı[26]ve Hüseyin Cevahir ile birlikte gerçekleştirdi.
  2. v) 1 Haziran 1971’de polisin açtığı ateş sonunda Hüseyin Cevahir öldü. Mahir Çayan yaralı olarak ele geçti.
  3. vi) 26 Mart 1972’de Ünye’deki radar üssünde çalışan üç İngiliz teknisyeni kaçırılması eyleminin planlama ve gerçekleştirilme aşamalarında yer aldı.

vii) 30 Mart 1972’de Tokat’ın Kızıldere köyünde askerlerle girdiği çatışmada katledilerek ölümsüzleşti.

 

TARİHİ(MİZ)

 

1840’larda Osmanlı topraklarına Kafkaslar üzerinden ilk devrimci ve komünist fikirleri sokan Gürcü öncülerden…

Selanik, İstanbul, İzmir, Kütahya, Konya’da ilk işçi hareketlerini örgütleyen Osmanlı’da işçilerin devrimci fikirlerle buluşmasının köprüsünü kuran Sefarad, ve Aşkenaz Yahudisi devrimcilerden…

Osmanlı’nın geleceği henüz devrimci müzakereye açıkken, ilk sokak örgütlenmesi ve direnme biçimlerini tarihe sokan Rum, Sırp, Müslüman devrimcilerden…

Osmanlı’nın çöküş döneminde tarih treninin raydan çıkarmak ve özgür bir Anadolu yaratmak için Beyazıd Meydan’ından geleceğe devrimci cüreti ve iradeyi bırakan Matheos Sarkisyan ve 19 yoldaşından…

Osmanlı’nın işçi ve köylülerini örgütlemek için canlarını veren Mustafa Suphi ve yoldaşlarından…

Deniz’ler, Mahir’ler, İbo’lardan…

Mazlum Doğan’dan, Haki Karer, Kemal Pir’lerden…

Erdal Eren’den, Tamer Arda’ya, Necdet Adalı’dan, Osman Yoldaşçan’a kadar devrimci mücadelede hayatını yitirenlerden…

Haziran/ Gezi ayaklanmasından Rojava’da yaşamını yitiren Aziz’den, Serkan’dan, Sibel’den, İvana’dan, Mahir’den, Bedreddin’den geleceğe yönelen tarih(imiz) hepimizindir…[27]

Bu tarihte, “Biz sadece Ermenilerin kurtuluşu için çalışmıyoruz, insanlığın kurtuluşu için çalışıyoruz, bizim vatanımız bütün dünyadır,” diye haykıran Paramaz yani Madteos Sarkisyan’dan,[28] Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katline, yani ilk “faili meçhul”lerin altında İttihatçı Cumhuriyet’in “kurucu şifre”leri ve günümüze uzanan yol haritası yatar.[29]

Kimse inkâra kalkışmasın: “Bu devletin yol açtığı acılar, bundan sonraki hiçbir iktidarın bedelini ödeyemeyeceği kadar büyüktür…”[30]

TKP’den Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya;[31] TİP’den Dev-Genç’in 71 isyancılara uzanan kesitte, 12 Mart müdahalesiyle devrimci önderler fiziken yok edilmiş olsalar da, devrimci hareket beklenen büyük çöküşü yaşamadı. Çıkarılan bir aftan yararlanıp bir kaç yıl yatıp çıkan devrimciler, dışarıda kalan dağınık örgütsel potansiyeli toparlama uğraşısına koyuldular. İbo, Deniz, Mahir artık yoktu ama onların -sembol demek hafif kalacaktır- ikonlaşmış kişilikleri ve rehberleşmiş yaşamları ve eylemleri üzerinden yeni ve güçlü bir hareket yaratılacaktı.[32]

68’in paltosu altından çıkan bu hareket; yani “68’li dünyayı emekten yana değerlendirir… Tevekkülden hoşlanmaz. Sorar, beğenmediğine karşı çıkmayı sever… ‘Ne olacak bu dünyanın hâli’ diye yakınmaz, bu dünyanın nasıl iyi olacağına ilişkin düşünmeyi, bu yolda devinmeyi seçer… Hemşehrisini ayırmaz; herkes hemşerisi, yurttaşı, yandaşı, -kendi gibi düşünmeye gayret edenlerin hepsi de- yoldaşıdır… Üzülmeye öfkelenmeyi yeğler, pasif olmak yerine yapabileceği bir şeyler arar… Söyleme değil söylemle örtüşen eyleme bakar… Kişisel günübirlik çıkarları uğruna düşüncesinden, onurundan geçmez. Daha kalıcı yararlara yönelir… ‘Yetmez ama’ diye başlamaz söze, efendice yeterle yetmezi ayırır, yürür gider… Ehvenle hele de ehven-i şerle yetinmez, en iyisine yönelir…”[33]

Bu tarihe ilişkin olarak, Atilla Keskin’in, “PKK bizim ütopyalarımızı gerçekleştirdi,”[34] türünden abartılarına ya da Henry James’in, “Şimdiki zaman, geçmişe epey kötü muamele ediyor,”[35] küçümsemeye veya Jean Paul Sartre’ın, “Aramızdan birini alıyorlar, onu öfkesinden ya da kederinden öldürüyorlar, yirmi beş yıl sonra da onun adına bir anıt dikiyorlar. Aynı adamlar, hem öldürüyorlar hem de anıt başında nutuk çekiyorlar, bir ölüyü şana şerefe boğuyorlar ki, daha sonra bir başkasının yaşamını zehir edebilsinler,” diye formüle ettiği “azizleştirmelere” prim vermezken; Kızıldere tarihi(miz)in her koşulda Nâzım Hikmet’in, “Bir sabah fethine çıktı/ güzelin, doğrunun ve haklının:/ Önünde şirret, aptal devleriyle dünya,/ altında mahzun ve kahraman Rosinant’ı./ Bilirim,/ hele bir düşmeyegör hasretin halisine,/ hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,/ yolu yok, Don Kişot’um benim yolu yok,/ yeldeğirmenleriyle dövüşülecek,” dizelerini terennüm etmek ısrarıyla var olduğu, olacağı bir an dahi unutulmamalıdır!

 

16 Mart 2016 13:48:54, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi Samandağ İlçe Örgütü’nün 30 Mart 2016 tarihinde ‘Direnenler Kazanacak’ başlığıyla düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma…

[2] Ahmet Telli.

[3] âl-i imran, 3/185; enbiyâ: 21/35; ankebut, 29/57.

[4] “Bilinç, sonsuz tartışmalara yol açabilecek felsefi bir durumdur.” (Richard Leakey-Roger Lewin, Göl İnsanları – Evrim Sürecinden Bir Kesit, Çev: Füsun Baytok, TÜBİTAK Yay., 5. Basım, 1999, s.143.)

[5] “Ana, tüm bunları bilerek ve inanarak yaptım. Tek düşüncem devrimci halk hareketinin selameti, sağlıklı gelişmesidir. Sana açıklamayı görev bildiğim bir durum daha var. O da bu kavga içinde hayatımın önemli olmadığıdır. Benim ve gerilla arkadaşlarımın tek düşünce ve hedefi hareketin zafere ulaşmasıdır. Gelecek bizimdir. Tarihi zafer bizim olacaktır. Benim mutluluğum hareketimizin başarısı olacaktır. Varsın düşmanlarımız ölüm cezası versinler, ölüme kadar hapsetsinler. Ne çıkar. Sonunda zafer bizim olacaktır. Ana biz ne çılgınız ne de maceraperestiz. Baskı ve zulüm altındaki bir kurtuluş davasının öncüleriyiz,” demişti Cihan Alptekin, 6 Eylül 1971’de…

[6] “Dev Genç’in uzun saçlı, hippi başkanı, bugün meclisin bisikletli, kadife ceketli vekili, yakasında Kızıldere’de, yanı başında kaybettiği on yoldaşı, isyanının izinde durmadan koşmaya devam ediyor.” (Çiğdem Mater, “Öfkesi ve Heyecanıyla İsyanının İzinde”, Radikal Kitap, Yıl:12, No:660, 8 Kasım 2013, s.18.)

[7] “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor; belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak,”vurgusuyla İbrahim Kaypakkaya, “Sinan Cemgil’i vuranları kendim sorguladım ve onları kurşuna dizdim. Yoldaş kanı akıtanlardan yoldaşları hesap sorar,” demişti… Çok sonraları da 67 yaşındaki emekli Albay Çetin Oğuz ve eşi Asuman Oğuz (66) yolda yürürken iki kişinin bulunduğu motosikletten açılan ateş sonucu yaralandı. Yaralı çift götürüldükleri hastanede tedavi altına alındı. Albay Çetin Oğuz’un sahte kimlik kullandığı, Kızıldere katliamında Mahir Çayan ve 9 devrimcinin ölümüyle sonuçlanan askeri operasyonu, TİKKO lideri İbrahim Kaypakkaya’nın yaralı olarak yakalandığı operasyonu yöneten Albay Fehmi Altınbilek olduğu iddia edildi. İstanbul Jandarma Merkez Komutanlığı ise Çetin Oğuz’un Altınbilek olduğu iddialarını yalanladı. (“O Albay’ı Vurdular”, Cumhuriyet, 8 Haziran 2015, s.20.)

[8] “O gün Mamak Askeri Cezaevi’nin arka taraflarındaki bir hücrede tutuluyordum. Diğer tutuklularla görüştürmemek için beni oraya koymuşlardı. Sonradan adının Abdullah Kuloğlu olduğunu öğrendiğim bir general tutulduğum yerin önüne geldi, yanındaki cezaevi müdürüne ‘Oğuzhan bu mu’ diye sordu. Bir süre benim işkenceden gelmiş perişan hâlime baktıktan sonra elindeki asayı bana doğru kaldırarak ‘Bütün arkadaşlarını öldürdük, hepsini öldürdük’ dedi. Ben ilk kez orada duydum, ilk anda inanmak istemedim, ama sonra bir askerin elinde manşetinde ‘öldürüldüler’ yazan bir gazete görünce anladım.

Kızıldere’de yetmiş öncesi Devrimci Gençlik hareketinin önde gelen kadrolarının katledilmesi Türkiye’deki devrimci hareketler üzerinde çok derin etkileri oldu. Birkaç yıl önce yayımlanan ‘Bitmeyen Yolculuk’ isimli söyleşi kitabında da ifade etmiştim; Denizler’in idamıyla birlikte Kızıldere katliamı sonraki dönemin devrimci ruhunun biçimlenişinde çok derin etkileri oldu. Mustafa Suphiler bizim kuşağımızdan çok gerilerde kalmıştı, geriye dönüp baktığında en yakınımızda görülebilen 27 Mayıs öncesinin gençlik eylemleriydi. Oysa 78 kuşağı denilen yetmişli yılların gençliği ise Denizler’in idamıyla Kızıldere katliamının yarattığı bir sol siyasi iklim içinde oluştu. Bunu sadece olumlu veya olumsuz bir anlam içinde söylemiyorum; yetmişli yılların devrimci ruhunun oluşumundan, dayanışma kadar uzlaşmazlıklara da uzanan sol içindeki ayrılık ve kavgalara ve nihayet yetmişlerin ikinci yarısında ülke çapında yaşanan olayların şekillenmesinden bugüne kadar sürüp gelen geniş ve derin bir belirlenişten söz ediyorum. Kızıldere’den sonra Devrimci hareketin 65 ten 71’e kadar süren bir dönemi sona erdi, ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı demiştim.” (“Oğuzhan Müftüoğlu: Komutan: Bütün Arkadaşlarını Öldürdük”, Cumhuriyet, 30 Mart 2015, s.11.)

[9] Selçuk Candansayar, “Mahir Çayan’ı ‘Hatırlamak’…”, Birgün, 30 Mart 2015, s.8.

[10] Tuğba Tekerek, “Celalettin Can: Solun Silahtan Başka Çaresi Yoktu”, Taraf, 17 Mayıs 2012, s.13.

[11] Temel Demirer, “On’ların Öğrettiği”, Kaldıraç, No:147, Eylül 2013.

[12] İnşaat öğrencisi olan Oktay Kaynak fikri ortaya attı. Gerekli malzemeyi Aydın Engin sağladı ve tünel hazırlığı başladı.

Kartal Maltepe askeri tutukevinden tünel kazarak kaçma fikri THKO’lu Oktay Kaynak’tan çıktı. Kaynak, İTÜ İnşaat Fakültesi 4. sınıf öğrencisiydi. Maltepe’ye girer girmez, meyilli arazide kurulu bu cezaevinin zemininin tünel kazmaya elverişli olduğunu fark etmişti.

Amaç, Deniz’leri kurtarmaktı; 1971 yılı, Eylül başıydı. Ankara’da savcı Deniz Gezmiş ve 17 arkadaşı için idam istemişti. Zaman daralıyordu. THKO, bu idamları durdurmak için mutlaka bir şey yapmalıydı.

Yapılacak şey, ilkin Oktay Kaynak’ın aklına düştü… THKO’lular kaçış planını, aynı tutukevinde birlikte yattıkları THKP-C’li tutsaklardan ayrı yapamazdı. Planı onlara da açmaya karar verdiler.

Sonrasını THKP-C’li Ziya Yılmaz, şöyle anlatır: “Bir gün Cihan çıkıp geldi; tünel projesini kalem kalem anlattı. Epey de ayrıntılı düşünmüştü. Önce uygun koğuşa geçilecek, tuzruhu getirtilecek, kazılacak. Çıkan toprak çaktırılmadan başka bir yere aktarılacak.

Dürüst olayım; benim hiç aklıma yatmamıştı, olacak şey değildi. Bu kadar teferruatlı düşündüğü, planladığı için takdir etmiştim, ama biraz da ti’ye almıştım, fark ettirmeden… Yine de bu kadar ayrıntılı düşünmesi bile saygıyı hak ediyordu.” (Can Dündar, “Kezzabı İçeri Ben Taşıdım”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.13.)

[13] Kazıda başı çeken Oktay Kaynak şöyle anlatıyor:

“Önceleri kafa aşağı inip kazıyorduk. 2 metre kadar derine inmiştik. Çalıştıktan sonra birisi iple yukarı çekiyordu. Bir gün ellerimi toparlayamadım, aşağı düştüm. Çok kötü oldum. Yukarıda da kimse yok… Ayaklarımı birbirine vuruyorum, ‘Beni yukarı çekin’ diye, duyuramıyorum. O günden sonra ayaküstü inmeye başladık. Artık ileri doğru kazıyorduk. Çıkan toprağı çuvala dolduruyoruz, ipi iki kez çekiyoruz, o uyarıyla çuvalı yukarı çıkarıp toprağı boşaltıyorlar, geri gönderiyorlar.

Tünel uzayınca iki kişi inmeye başladık: Ben öndeyim, Cihan arkada… Hem yardımlaşıyoruz, hem de havasızlıktan ölür kalırız diye birbirimizi kolluyoruz. Ama bir gün ben orada ciddi havasız kaldım. Ön taraf zaten kapalı, Cihan da şişman; kapadı arka tarafı… ‘Cihan geri git, ben boğuluyorum’ diye bağırdım. Allahtan aşağıdaki ses, yukarıdan duyulmuyordu. Geri geri sürünerek çekildi, ama hakikâten boğuluyordum havasızlıktan… O günden sonra iki kişi girmemeye karar verdik.

Belli bir mesafeye varıp birliğin duvarını alttan geçince, zemine doğru yukarı çıktık ve yeniden 2 metreye yakın yukarı doğru kazarak küçücük bir delik açtık. Geceleri tünele girip sürüne sürüne sona kadar gidiyordum; orada sırtüstü yatıyordum. Yattığım yerden yıldızları seyrediyordum. Gökyüzünde bir yıldız oluyordu hep… Yattığım yerden, o daracık delikten gördüğüm o tek yıldız, bana bir acayip geliyordu. Koğuşa döndüğümde, pencereden o yıldızı bulamıyordum. Yıllar sonra tahliye edildikten sonra her gittiğim yerde o yıldızı aradım; bir daha hiçbir yerde göremedim.” (Can Dündar, “MİT Haber Verdi… Dikkat! Kaçacaklar”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2015, s.10.)

[14] Can Dündar, “Ve Özgürlük Kazısı Başladı”, Cumhuriyet, 7 Mayıs 2015, s.15.

[15] Can Dündar, “Solcu Teğmenin Aşkı Kaçış Fırsatı Yarattı”, Cumhuriyet, 5 Mayıs 2015, s.10.

[16] Can Dündar, “MİT Haber Verdi… Dikkat! Kaçacaklar”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2015, s.10.

[17] Can Dündar, “Ve Mahir Çayan Sahaya Çıkıyor”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 2015, s.17.

[18] Barış Mutluay, Ziya Yılmaz (TİP’ten THKP-C’ye Fatsa’dan Türkiye’ye), Nota Bene, 2014.

[19] Can Dündar, “Nöbetçilerin Dikkatini Çekmek İçin Bale Yaptım”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2015, s.16.

[20] Can Dündar, “Herkes Çaktırmadan Birbiriyle Helalleşti”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2015, s.8.

[21] Can Dündar, “Özgürlüğün Nefesi”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2015, s.13.

[22] Can Dündar, “Mahir Çayan? Pırrrrrr!!!”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.14.

[23] Can Dündar, “Firarın Ardından Gardiyanları Mehmet Eymür Sorguladı”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2015, s.17.

[24] Can Dündar, “Cezaevi Müdürü Cihan’ı Vuracaktı”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2015, s.12-13.

[25] Erhan’ın ‘Yine Kazacağız, Yine Kaçacağız!’ anıları, 12 Eylül’ün hüküm sürdüğü yıllarda imkânsızı başaran, kendi güçleri ve düşleriyle askeri cezaevinden tünel kazarak kaçan firarileri anlatır.

12 Mart’ta Mahir Çayan ve arkadaşlarının tünel kazarak kaçmasının ardından askeri bir cezaevinden başarıya ulaşan ilk kaçma girişimidir bu… Sebahattin Selim Erhan’ın arkadaşlarıyla birlikte, 74 koğuş ve tünel aramasını atlatarak 37 hafta süren, 97 metrelik tünelden söz ediyoruz. Her metreden yastık büyüklüğünde 100 torba toprak çıkmaktadır ve her biri ortalama 5.5 kilodur. Yıllar sonra anılarını bizlerle paylaşan Sebahattin Selim Erhan, çatıya serilerek gizlenen toprağın 59 bin 400 kilo olduğunu bile hesaplamış. Tavandaki toprak nedeniyle ısınamamaktan yakınanlara gülmeleri ise işin ironisi… Çünkü sadece kazanlar biliyordur tüneli ve ucunda görünmesi olası ışığı…

Türkülerde dillerine doladıkları “uğruna ölümlere gidip geldikleri” inançları ve idealleri vardır bu genç ve gözü kara insanların. Kimi yaşam boyu ceza almıştır, kimi idamlıktır ama içlerindeki özgürlük aşkı sönmemiştir. O ışık, kendilerine’doğru’ yolu göstermiştir. Ucunda, çok çok ölüm vardır ve zaten tarih boyunca ölümle kardeş bir geleneğin çocuklarıdırlar. Ölüm tanıdıktır, korkacak bir şey yoktur: “yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir”. Günün kurgulanmış ve örgütlenmiş saatlerinde çalışılarak ilerleyen tünel, 1 Mayıs 1987 günü şahlanır ve rekora koşar. Yeraltında gözleriyle konuşarak anlaşırlar… Dikkat! Sessizce dünyanın bu en ilginç ve zor koşullarında 1 Mayıs’ı kutlarlar. O gün, 1 Mayıs motivasyonuyla, mitingde yürür gibi “Yaşasın!” coşkusuyla 135 santim kazmışlardır…

Çoğu aynı örgütsel yapının içinden gelen, birlikte mücadele eden arkadaşlar hem birbirlerinin gücünü, kapasitesini, çalışkanlığını ve dayanışmacılığını biliyor hem de -tüm bunlarla beraber anılması zorunlu- güveniyor. İmkânsızı başaran tünelciler birer kahramandırlar o günden beri. Ancak tünelcileri değişik özellikleriyle okura tanıtan Sebahattin Selim Erhan, hiçbirini kahramanlaştırmamaya dikkat ediyor. İlginçtir, son anda tüneli öğrenenler o delikten sığamayacaklarını düşünürler. Tünelciler, kalın kitap kapaklarından yapılan körükle hava üflenen karanlık dehliz(!)de ters dönmeyi yani bir tür takla atmayı bile başarmaktadırlar oysa. ‘Toprak kardeşliği’ diye tanımlıyor Erhan tünelle ilişkilerini. Başarıya ulaşanları da, düşüncede kalanları da, yarı yolda yakalananları da aynı coşku ve aşkla anlatıyor. Herbiri bir başka öykü, her biri bir başka kalp çarpıntısı…

Kapital’dir tünelin adı… Hem mana ve ehemmiyetiyle barışıktır insanlarla hem de iyi bir şifredir. Kazılan her santim bir sayfaya karşılık gelir. Erzincan, Eskişehir, Buca… Elbette aynı zamanlarda aynı özgürlük duygularıyla başka cezaevlerinde kazılanlar… Tam bir özgürlük mücadelesidir o dönemde yaşananlar ve tabii anlatılanlar. Düşlerde başarıya ulaşan ya da ulaştığı varsayılandır…

Sebahattin Selim Erhan, “Biz olmazı olur, imkânsızı imkânlı hâle getirecek bir şeyler yapmalıydık. Ülkenin içinde bulunduğu 1987 şartlarında insanlığın, demokrasi güçlerinin, sosyalist güçlerin moral kazanması için, ölmediğimizi, her şartta mücadele ettiğimizi göstermek için olağanüstü bir şey yapmalıydık. Bu (Erzincan) cezaevinin özel şartlarına bakıldığında, aklın almayacağı bir eylem olan tünel kazmaya karar verdik,” sözleriyle özetledi anılarını. (Sebahattin Selim Erhan, Yine Kazacağız, Yine Kaçacağız!, İletişim Yay., 2010.)

[26] “THKP ve THKC’nin bir savaşçısıyım,” diye haykırırdı Ulaş Bardakçı…

[27] Bkz: Vehbi Ersan, 1970’lerde Türkiye Solu, İletişim Yay., 2013; Türkiye Sosyalist Solu Kitabı I, Haz: Emir Ali Türkmen, Dipnot Yay., 2013.

[28] 1915’te Osmanlı’nın mahkemesinde yargılanan Ermeni devrimci Paramaz savunmasında şöyle diyor: “Biz sadece Ermenilerin kurtuluşu için çalışmıyoruz, bütün insanlığın kurtuluşu için çalışıyoruz, bizim vatanımız bütün dünyadır… Bu ülkenin refahı için yapmadığımız ne kaldı? Ermenilerin ve Türklerin kardeşliğini sağlamak için ne fedakârlıkları kabul ettik. Ne kadar enerji tükettik ve ne kadar çok kanımızı akıttık. Bu kadar acıya katlanmamızın nedeni güven yoluyla birbirimizi yükseltmek idi. Ve bizim karşılaştığımız nedir? Yalnızca bizim olağanüstü çabalarımızı yok saymakla kalmadınız, aynı zamanda bilinçli olarak bizi imha etmeye çalıştınız. Şunu unuttunuz ki, Ermenilerin imha edilmesi bütün Türkiye’nin yıkımı demektir.” (Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, Dipnot Yay., 2015.)

[29] Tal’ât Ulusoy, “… ‘Onbeşler’, Faili Meçhul mü?”, Taraf, 28 Ocak 2014, s.12.

[30] Semih Gümüş, “Sosyalist Solun Temel Metinleri”, Radikal Kitap, Yıl:12, No:665, 13 Aralık 2013, s.31.

[31] Ahmet Kale, “112. Yaşında Dr. Hikmet Kıvılcımlı”, İnsancıl, Yıl:24, No:283, Şubat 2014, s.16-19

[32] İsmail Güney Yılmaz, “Türkiye Soluna Bir Solukluk Tarihçe (2)”, www.sendika.org, 2 Ağustos 2012.

[33] Gülşen Karakadıoğlu, “68’lilik”, Birgün, 25 Kasım 2015, s.15.

[34] Önder Elaldı, “Atilla Keskin: PKK Bizim Ütopyalarımızı Gerçekleştirdi”, Gündem, 2 Mayıs 2015, s.15.

[35] Henry James, Aspern’in Mektupları, Çev: Emre Ağanoğlu, 2008, s.90.

Duran’a…

Hayalleri, gülüşleri güzel dostun ardından veda değil bu sınırları olmayan yarınlara!

Bir film repliği dilimde -ki yaşadıklarımız gerçek olsa da-

“Toprağa gideceksin, sonra toprak olacaksın, sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin, oradan özüne ulaşacaksın, çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki o arı ben olacağım.’’

Yitip giden çiçeklerin bu aleme dağılmış tohumlarından biriydin; sevgi dolu, güzel yürekli, güzel gülüşlü, cesur, aklı aydınlık, sınıfının savaşçısıydın. Toprak olmak korkutucu gelse de kulağımıza, şimdi özüne ulaşacaksın ya, kim bilir kaç arı konacak özüne, kaç çiçek açacak senin serptiğin tohumlardan…

Fotoğraflarına bakınca, işte işte böyle gülerdi diyorum. Koşturunca, Ankara’nın ayazını yiyince al al olurdu yanakların, en neşeli hallerin aklımızda hep diyeceğim ama gülmeyi devrimci bir eylem olarak görürdün, öyle tembihlerdin. Duvarları boyardın titizlikle, duvarlara yazılar yazardın cesaretle. Her hâlin biraz biziz, bizim her hâlimiz biraz sen.

Doğup büyüdüğün yerleri görünce daha çok anlıyor insan, senin al al olan yüzüne yansıyan mütevaziliğini, sıcaklığını, sevecenliğini…

Toprak uyanmaya başladı, hadi sen de uyan diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum, toprak duyar sesimi-seslerimizi. Bu bahar toprak bir başka kokuyla uyanacak, bu bahar toprak çok daha güzel kokmalı. Duran’ımızı çekti koynuna, onun gülüşlerini aldı diğerlerinin arasına. Madem bizim sevdiklerimizi alıyor, mecbur toprak çok daha bereketli olmaya, çok daha güzel kokmaya…

“kentin en yüksek kulesine tırmanacağım

ağzımda kızıl bir bayrak

çıldırarak.”

O gün gelene kadar, kızıl bayraklarla yolculayacaksak yoldaşları, dostları…

O gün gelene kadar bir fotoğrafın arkasında taşıyacaksak…

Kızıl karanfiller ekeceksek toprağa, toprak sevdiklerimiz gibi kokacak,

“ve istediğimiz yağmurda ıslanıp kanat çırpsak, keşke sınırlar olmasa keşke herkes özgür olabilse”

Gözlerinin içi gülerek bu cümleleri kurduğunu bilmek, senin hayallerini altında ezilinen bir yük gibi koymuyor omuzlarımıza…  Kanat çırpıyor içimizde bir kuş, kapatmayın gözlerinizi, ufalamayın yüreğinizi, gidecek yerlerim var, konacak dallarım, ıslanacak yağmurlarım var diyor…

Dağları, tepeleri seven Duran’ım, bisiklete binmeyi de severmiş de hayıflanırmış; ‘bizimkiler binmiyor binip de gezemiyorum’ diye. Bizden ayrı binemezmiş ya bisikletine; Bizimkiler! çevirelim pedalları şimdi, çok daha kuvvetli, çok daha umutla, yüzümüzde Duran’ımızdan kalan bir gülümseme ile.

Kollarımızı açalım rüzgara onun kokusunu duyalım, yüzüne dökülen saçları bizde savrulsun.

Sevda Emel Eyiol

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...