Ana Sayfa Blog Sayfa 206

Çelik bir bilek, temiz bir yürek

İster çünkü artık hayatta kalmasının başka yolu kalmamıştır. İster çünkü insan kalmak, insanlık onuruna sahip çıkmak bugün kapitalizme karşı bir başkaldırı haline gelmiştir.
Bizler, Anadolu halkları olarak bu çürümenin belki de en yoğun yaşandığı dönemlerden birine şahitlik ediyoruz. Kız kardeşine tecavüz eden imamın “ama…” ile başlayan o cümleyi kurma cesaretini göstermesini, 45 çocuğun tecavüz edildiği günyüzüne çıkan vakfı “bir kereden bir şey olmaz” diye savunan bakanı, kendi eşini cumhurbaşkanına hakaretten ihbar eden adamı, barış isteyen akademisyenlerin kanıyla duş alacağını alenen ilan eden mafya bozuntusunu, verilen kan donduran fetvaları, öldürülen kadın gerillaların bedenlerinin teşhirini başka nasıl açıklayabiliriz ki?
Evet, bunlar çürümenin, kirlenmenin karşılaştığımız en yoğun, en bariz örnekleri. Bir de günlük hayatımızda daha çok karşılaştığımız ama artık normal karşıladığımız türü var. Komşularını gözetleyen, gerekirse ihbar eden, daha güzel bir eve sahip olduğu için kendini üstün sayan bir “insan” modelidir bu. Tüm yaşamını en ilkel güdülerinin esiri olarak geçiren, yaşadıkça tüketen, tükettikçe insanlıktan daha da uzaklaşan bir varlık. Sokakta yardıma ihtiyacı olan birini gördüğünde “bana ne faydası olacak ki?” diye düşünen bir yaratık… Sistem hayatta kalabilmek için tam da böylesi bir yaratığı yaratmaya çalışır. Sonucunda öylesi varlıklarla dolu bir dünya ortaya çıkar ki en insani duyguların, aşkın, sevginin, dostluğun bile parayla alınıp satıldığı, herkesin ve her şeyin fiyatı olduğu bir dünyadır bu. Bu dünya tam da kapitalistlerin istediği dünyadır. İnsanların iliklerine kadar sömürüldükleri hâlde eyvallah dedikleri, komşusu polis tarafından sürüklenen insanların kendi güvenliklerine şükrettikleri bu dünyayı yaratmak için elinden geleni ardına koymaz kapitalizm. Hiçbirimiz öyle yaşamadığımız hâlde her gün dizilerde zengin insanları izleyen, fakirlerin onlara nasıl zulüm ettiğini gören bir toplumdaki kirlenmeden bahsediyoruz. Her an cep telefonlarından, medyadan, panolardan reklam adı altında fışkıran propagandadan…
Uzun süredir kapitalist sistem insana dair her şeye savaş açmış durumda ve bu savaşta insan kalmayı seçenler onlar için her zaman korkutucudur, düşmandır. Kendilerine dayatılan tüm kirliliğe rağmen insanlığını korumayı seçenler, devrimci olma iradesini gösterenler en büyük yanıttır bu kirlenmeye. Korku, bencillik, köşeyi dönme, kariyer yapma hırsı, sevgisizlik insanı kirleten, bitiren özelliklerdir. Bir devrimci her şeyden önce tüm bunlara karşı koyan, temiz kalmayı seçen kişidir. Devrime giden yol ve devrimciler arasındaki ilişkiler her şeyden önce her türlü duygunun üstünde olan savaş arkadaşlığı ve yoldaşlığa dayanır. Bir insan devrimci olma iradesini gösterdikten sonra yaşamını dönüştürmeye, temizlenmeye başlar. Beyin ve yürek böyle özgürleşir, böyle insanlaşılır. İnsanlaşan kişi çevresini, kendi ilişkilerini de bu yönde değiştirmeye başlar. Devrim, bu açıdan bir temizlenme, arınma mücadelesi, insanın doğuşu mücadelesidir.
Bugün bunlardan bahsetmemizin sebebi, bir devrimci işçiyi, Duran Baysal’ı kaybetmiş olmamızdır. Giderken ardında yoldaşlarına çelik bir bilek, temiz bir yürek bırakan bir devrimciyi uğurlayışımızdır. Duran hakkında ölümünden sonra geçen kısa sürede pek çok şey yazıldı, pek çok şey söylendi. Daha da yazılacaktır, söylenecektir. Duran’ı anlatmak, her yönüyle anlatabilmek pek çok cilt kitabın bile hakkını veremeyeceği bir iştir aslında. Burada Duran’ın yaşamını her ayrıntısıyla anlatmaktan, onun sözlerini yaldızlı harflerle basmaktan bahsetmiyoruz. Duran’ın ortaklarına, yoldaşlarına, kendisini tanıyan ya da tanımayan en ufak bir teması olan insanda dahi yarattığı izden bahsediyoruz ve hiçbir kitap, hiçbir söz bunu anlatmaya yetmeyecektir. Her şeyden önce Duran devrimci olmayı seçmiş, yaşamını devrim mücadelesine adamış bir işçidir. Bekir ortağının dediği gibi, “Bir işçi çocuğu olarak doğmuş, bir işçi olarak yaşamış ve sınıfının bir savaşçısı olarak ölmüştür.” Aslında tüm mesele budur ancak bundan çok daha ötesidir. “Keşke hemen devrim olsa, tüm insanlar özgür olabilse.” diyen, ablasına birlikte Amed Newroz’una, Kübaya gitme sözü veren ideallerine olan inancı, samimiyeti ve saflığıdır onu tarif eden. Mevcut düzende “saflık”; salaklık, enayilik olarak görülürken, aşağılanırken o devrime olan inancıyla yaşamayı seçmiştir saflığını. Çok sevdiği fotoğrafçılığını, cesaretini, tez canlılığını devrime, yoldaşlarına adamış bir İNSANdır. Hayatının her döneminde ekonomik sıkıntılar içinde yaşamasına, ailesinin geçimine katkıda bulunabilmek için 13 yaşında çalışmaya başlamış olmasına rağmen hiçbir zaman köşeyi dönme hayalleri kurmayan, yaşamını mütevazılığıyla zenginleştiren bir devrimcidir. Kirli bir savaşın yaşandığı Amed’e inşaat işçisi olarak çalışmaya giderken kendisi için endişelenen ailesine “ölürsem ölümsüz olurum” deme rahatlığına sahip bir insandır ve ölümsüzleşmiştir.
Belki diğer yoldaşları kadar güzel bildiriler yazabilen, etkili konuşmalar verebilen biri değildir, olabilir. Bir insan olarak hepimiz gibi pek çok eksiğe de sahiptir. Ancak tüm bunlara rağmen bir yandan işçilere gazete dağıtıp, bir yandan bisikletiyle gezintilere çıkıp fotoğraf çeken, bulduğu her barikatın arkasında mevzilenen, Rojava’da savaşma hayalleri kuran, cesaretiyle yoldaşlarına ilham veren, tüm yaşamını insanlığın kurtuluşuna adamış biridir. Duran, bizler için her şeyden önce insan kalmakta ısrardır! Ve bu ısrar belki de yazılmış pek çok bildiriye, yapılan pek çok eyleme bedeldir.
Duran hakkında daha anlatılabilecek çok şey vardır ve anlatılacaktır da. Bugün Duran’ın ortakları olarak, yoldaşlarımızı, dostlarımızı kaybetmenin verdiği acıya karşı önümüzde üç seçenek vardır. Ya yüreğimiz taşlaşacak ve yaşadığımız acıyla, Duran’ı ve temsil ettiği değerleri unutarak, onlardan uzaklaşarak, alışarak yolumuza devam edeceğiz ya acımızın, kederimizin yüreğimizi parçalamasına izin vereceğiz ve mücadele edemez hale geleceğiz. Ya da üçüncü seçeneğimiz, yüreğimizi çelikleştireceğiz. Duran’ın ve kaybettiğimiz tüm yoldaşlarımızın bizlerde bıraktığı izi sonsuza kadar taşıyarak, onlardan öğrenerek mücadelemizi sürdüreceğiz. Artık Duran görevini yerine getirdi ve mücadelesini bizlere emanet etti. Bugün, ustalar diye adlandırdığı Deniz’in, Mahir’in, İbrahim’in, Mazlum’un, Bekir’in, Ali Serkan’ın yanına uğurluyoruz ortağımızı. Uğurlarken ant içiyoruz ondan devraldığımız meşaleyi taşımaya devam edeceğimize, o meşaleyi bir yangına dönüştüreceğimize. Artık Duran’ın samimiyeti, mütevazılığı, mücadeleye olan inancı, çelik bileği, temiz yüreği ortaklarının mücadelesinde, devrimde, insanlığın kurtuluşunda yaşayacak. Gözün arkada kalmasın Duran, bizler, ortakların, yoldaşların çelik bir yürek ile senin hayallerini gerçeğe çevireceğiz.

Ekin Erdem Evliya

IŞİD’in saldırıları ya da kaybedenlerin blokları çatırdıyor

19 MART: IŞİD’İN TAKSİM SALDIRISI

19 Mart’ta Taksim’de IŞİD’in canlı bomba saldırısı ve İsrail vatandaşlarına yönelik olduğu yönündeki iddialar bölgemizdeki savaşın yarattığı tablonun derinleşmekte olduğunun göstergesi.

Elbette Taksim’de bombanın patlatılması Taksim’in öznelerine yönelik de bir gözdağıdır. Taksim sokak muhalefetinin en önemli merkezlerinden biridir. Bu anlamıyla IŞİD’in saldırısında Taksim’in seçilmiş olması, başta savaşa karşı olmak üzere iktidara karşı sesini yükseltenlerin eylem mekanının korku yoluyla insansızlaştırılması da hedefleniyor olmalıdır.

 

IŞİD VE İSRAİL

IŞİD’in bugüne kadar İsrail’i hedef alan bir saldırısı olmadığı gibi İsrail’e yönelik tek bir açıklamasının dahi olmaması dikkatlerden kaçmıyordu.

Independent’ın deneyimli Orta Doğu muhabiri Robert Fisk geçtiğimiz yıl köşesinde bir yazı kale almış, IŞİD İsrail’i İsrail IŞİD’i neden vurmuyor, sorusunu gündeme getirmişti. Fisk, şu soruları yöneltiyor:  “IŞİD İsrail’e neden hiç saldırmıyor? İsrail’in Suriye’deki hava saldırıları neden hiçbir zaman IŞİD’i hedef almıyor da hep Suriye yönetimini ve Suriye yanlısı İran güçlerini hedef alıyor? Neden Türkiye’nin PKK’ya yönelik hava saldırıları IŞİD’e yönelik hava saldırılarından çok daha fazla? Türk mühendisler, Suriyeli mühendislerin iddia ettiği gibi IŞİD kontrolündeki petrol kuyularını işletiyor mu?”[1]

İsrail Savunma Bakanı’nın İsrail’in baş düşmanının İran olduğunu söyleyerek “İran ve IŞİD arasında tercih yapmam istense IŞİD’i seçerim”açıklaması da İsrail’in yaklaşımını ortaya koyuyordu.[2]

İslam adına hareket ettiğini iddia eden IŞİD’in, Ortadoğu’nun kan gölüne çevrilmesinde işgalci İsrail’in rolünü görmezden gelmesi IŞİD’in ABD, İsrail, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar ve TC’nin oluşturduğu çete devletler ittifakı tarafından geliştirilip büyütüldüğünün de bir kanıtı olarak ele alınıyor.

Taksim saldırısı ise öncesindeki bir haftayı göz önüne alındığında daha anlaşılır olacaktır.

 

CENEVRE GÖRÜŞMELERİ VE FEDERASYON IŞIĞINDA ÇELİŞKİLER SU YÜZÜNE ÇIKIYOR

Rusya’nın Suriye’de savaşa dahil olması ile sıkışan çete devletlerin kendi çıkarlarına uygun bir süreç için içinde de çelişkiler olduğu açıktır. Nitekim İsrail’in “federasyon” açıklaması tam da buraya oturmaktadır.

İsrail Suriye ve Irak için federasyonun bir çözüm olabileceğini gündeme taşıdı.

ABD Savunma Bakanı Ashton Carter ile görüşmek için başkent Washington’a giden İsrail Savunma Bakanı Moşe Yaalon, görüşme öncesinde düşünce kuruluşu Woodrow Wilson’un merkezinde 14 Mart’ta yaptığı konuşmada, Suriye’de halihazırda federal gruplar olduğunu bu nedenle ülkeyi birleştirebilecek siyasi görüşmelerin sonuç vermeceğini savunarak, “Suriye’de federalizm tarzı bir yapılanma olması gerektiğine inanıyoruz. Suriye’de bütünlüğün sağlanması sadece bir arzudur. Bunlar, Suriye üzerine yapılan stratejik ve sadece iyi niyetli yaklaşımlar” demişti. Yaalon şunları söylüyordu: “Suriye’de federalizm konuşulacaksa, zaten Beşar Esad öncülüğünde bir Alevistan var, ülkenin yüzde 30’unu kontrol ediyor. Türkler çok mutlu olmasa da Kürdistan da var. Suriye’de ve Irak’ta Kürtler’in bölgeleri var. Dürzistan da olabilir ve rejimle çalışabilir. Zaten şu anda da bunu yapıyorlar.” Yaalon sözlerine “İran kontrolü altındaki bir Suriye’yi kabul edemeyiz” diyerek baş başa kaldıkları çözümsüzlükte ehveni şer bir çıkış aradıklarının sinyalini veriyordu. [3]

16 Mart’ta PYD öncülüğünde biraraya gelen ve Arap, Süryani ve Ezidi grupları da içeren kongre ‘Kuzey Suriye Federasyonu’nun kuruluşunu ilan etti.[4] ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mark Toner, Federasyon  kuruluşu ilanından bir gün önce, “Suriye’de özerk ya da yarı özerk herhangi bir bölgeyi tanımayacağız”demişti.

İsrail’in İŞİD’i tercih ederiz mesajının ardından Cenevre’den bir sonuç elde edilemeyeceği açıklaması ışığında sürdürülemez tablonun kendi lehlerine çevrilmesini sağlayacak nefes almak için bir çıkış arayışında olduğu görünüyor. İşte federasyon ilanından bir gün önce yapılan açıklama da tam buraya oturuyor.

Cenevre’de yapılan ve defalarca ertelenen görüşmelerde çeteleri destekleyen çete devletlerin bölgedeki sıkışmışlığının sürdüğü de ortaya çıkmıştı.

“Ilımlı muhalif” görünümlü çetelerden masaya oturtabileceklerinin birer birer öldürülmesiyle masanın istedikleri yönde sonuçlardan uzaklaşmasını da hızlandırmıştı.

2014 yılı Ekim ayında Ahraruş Şam’ın genel komutanı ve İslami Cephe’nin siyasi lideri Hasan Abbud (Ebu Abdullah Hamavi) uğradığı bombalı saldırıda öldürülmüştü. Hassan Abbud İstanbul’da Amerikan istihbarat yetkilileri ile de görüştüğü de basına yansımıştı.

“İran yerine IŞİD’i tercih ederiz” diyen İsrail’in Federasyon açıklamasından 5 gün önce (11 Mart)  Arap Birliği’nin Hizbullah’ı “terör örgütü” listesine aldığını hatırlatalım.[5]

Öte yandan federasyon ilanı gerek bölgede çete devletlerin hesabını bozacak bir duruma tekabül etmesi ile gerekse savaşın geçici olsa da sonlanması durumunun yukarıda bahsettiğimiz nedenlerle TC’nin hesaplarına uymaması nedeniyle bu çelişkiler daha da görünürlük kazanıyor.

İşte tüm bunlar ışığında İstanbul’un merkezi Taksim’de IŞİD’in canlı bombasının İsrailli olduğu açıklananlara yönelik intihar saldırısı bize önümüzdeki sürece dair ipuçları sunuyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan muhtarlar toplantısında, “Ölüm türküleriyle halay çekenleri demokrasi havarisi gösteremezsiniz” diyerek 10 Ekim’de Ankara’da Barış Mitinginin hedef alınmasını meşrulaştırmasının ardından yaşanan Taksim IŞİD saldırısının “İsrail” hedefli görüntüsü, içeride IŞİD’i Müslümanlar için “sempatik” gösterme argümanı olarak da iş görecek gibi.[6]

Saldırının IŞİD tarafından gerçekleştiği ortaya çıkmış olmasına rağmen bazı bakanların “PKK yaptı” sözlerini havuz medyası manşetleri ile yaratılmak istenen algı operasyonu, IŞİD ile TC ilişkisinin, IŞİD’in saldırısının TC’nin planlarının neresinde yer aldığına da ışık tutuyor.[7]

 

22 MART: BRÜKSEL’DE IŞİD SALDIRISI

Belçika’nın başkenti Brüksel’de havalimanı ve metro istasyonunda bombalı saldırılar işte tam bunların ardından geldi. Brüksel’in sadece bir başkent olmadığı herkes tarafından biliniyor. Nitekim “AB’nin kalbi” şeklinde tanımlanan Brüksel’de 22 Mart’ta gerçekleşen saldırı öncesi ve sonrasında iktidar ve iktidar yanlısı medya tarafından  yapılan açıklamalar ve “haberler” ile IŞİD ve TC ilişkisine tüm dünyanın gözü önünde yeni bir boyut katmaktadır.

Belçika’daki IŞİD saldırısından yalnızca 4 gün önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Çanakkale Savaşının yıl dönümü nedeniyle 18 Mart Stadyumu’nda düzenlenen törende konuşmuş ve “Brüksel’de patlamaması için hiçbir sebep yok.” ifadelerini kullanmıştı.[8]

Paris Katliamı öncesi de benzer “uyarıları” yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz yıl Kasım ayında Fransa’da eş zamanlı yapılan 7 saldırının hemen ardından canlı yayında yaptığı açıklamada; “ Suruç’ta, Diyarbakır’da ne hissettiysek onu hissediyoruz” demişti.[9]

Belçika’daki saldırıdan 3 gün sonra ise Yozgat’ta katıldığı toplu açılış töreninde Brüksel’de gerçekleştirilen bombalı saldırılarla ilgili şehirdeki ‘PKK çadırı’ arasında bağ kuran Erdoğan: “Alma mazlumun ahını… Yazık oldu o insanlara” sözleri dikkat çekti.[10] Konuşmasında benzer saldırıların devam edeceği “uyarı”larını tekrarlaması da cabası.

AB Bakanı Volkan Bozkır, Belçika’da art arda meydana gelen patlamalardan hemen bir kaç saat sonra, “Terör dünyayı sarmış durumda. Terörle mücadelede AB’yi her zaman ayrı tutmak lazım. Ama ülkeler bazında gerektiği kadar mücadele yapılmayabiliyor. PKK bayraklarının Brüksel’de dalgalanması içimizi burktu.” ifadelerini kullandığını da bir kenara yazalım.[11]

 

“AL SANA TERÖR”

İktidar yanlısı ırkçı sitelerde daha açık dille “tebrik” edilen saldırı biat medyasında da benzer göndermelerle yer aldı. Irkçı yayınları ile tanınan Haber Vaktim IŞİD’in Brüksel saldırılarını sevinçle karşıladı.  Belçika’nın başkenti Brüksel’deki IŞİD saldırıları için ise “PKK’ya sahip çıkan ey Belçika. Al Sana Terör. O’nun intikamı için” başlığı atmaktan geri durmadı.[12]

Anlaşılan o ki, kazanamayacak olma durumu yalnız iktidarın değil, çete devletlerin de içinde yeni çelişkiler ortaya çıkarıyor. ABD’in de İsrail’in de açıklamalarından bunu görüyoruz. Bir süre daha kaybetmemek için dünyanın her yerinde halkların kanının akmasından zerre imtina etmeyecekleri ve TC’nin de  bir “ABD dostu” olarak bu süreçte üzerini düşeni yapmaktan geri durmayacağı bu örneklerle daha da netlik kazanmıştır. Ancak bu kaçınılmaz tarihsel yenilgi öncesi emperyalist paylaşım ittifakları kadar, bunun parçası olan ülkelerdeki iktidar blokları da çatırdamaktadır. İçerideki “başkanlık” ve “yeni anayasa”yı da bu çerçevede okumak mümkündür.

Elbette TC açısından Suriye’de savaşın sürmesinin ne anlama geldiği, ABD’nin ihtiyaçları doğrultusunda buradaki iktidarın kendi kaderini ülkenin kaderi haline getirdiği gördüğümüzde Kürdistan’daki savaş, mülteciler üzerinden yürütülen pazarlık, bölgede yıkımı takip eden asimilasyoncu yerleşim politikaları planları, arka arkaya patlayan IŞİD bombaları ve hatta Sarraf operasyonu da daha anlaşılır olmaktadır.

 

VE SARRAF TUTUKLANDI

Bu noktada Rıza Sarraf’ın ABD’de tutuklanmasına ilişkin de birkaç öngörüde bulunmak mümkün. İran ile Nükleer Müzakerelerin ardından yapılan anlaşma sonrası, İran’ın Zencani’ye idam kararı vermesinin ardından Sarraf’ın ABD’de tutuklanması içeride yalnız yolsuzlukların ortaya döküleceği korkusunu ortaya çıkarmamıştır. Bir boyutu da, ABD’nin Ortadoğu planları içinde TC’nin pozisyonunun zayıfladığına yönelik bir ibare olabileceği, iktidarı korkutmaktadır. Hele ki AKP’lilerin iddia ettiği gibi bir “cemaat “ parmağı ile yapılmış ise, TC’nin pozisyonunun buradaki iktidar değişikli ile devam edebileceği yönünde bir sinyal de olabilir ki bu da Erdoğan ve şurekası için tehlike çanlarının çaldığı anlamına gelir.

Bir yanıyla ise yukarıda bahsettiğimiz çelişkilerin derinlik kazandığı günlerde Sarraf gibi bir “şantaj” malzemesinin ABD’nin elinde hangi politikalar için kullanılacağını ise önümüzdeki günler gösterecektir.

 

24 MART: IŞİD DAVASINDA TAHLİYE: ŞANTAJ MI ÖDÜL MÜ?

Yukarıda saydıklarımızın hemen ardından yani Taksim saldırısından 5, Brüksel saldırısından yalnızca 2 gün sonra, 24 Mart’ta İstanbul’da 7’si tutuklu 96 sanık hakkında açılan davanın 4’üncü duruşması yapıldı. Mahkeme IŞİD’in Türkiye lideri olduğu idda edilen Halis Bayuncuk dahil tüm sanıkların tahliyesine karar verdi.

  1. Ağır Ceza’da görülen davada tüm sanıkların serbest bırakılması iki farklı görüşün ortaya konmasına neden oldu. Birincisi Taksim saldırısı sonrası hükümetin IŞİD şantajına boyun eğdiğinin göstergesi olarak düşünülürken, ikincisi ise IŞİD’in Taksim ve Brüksel saldırıları sonrası ödüllendirilmiş olduğu.

TC ile IŞİD arasındaki ilişki göz önüne alındığında sonuçlarının bedellerini ödeyenlerin değişmeyeceğini de hatırlatarak, bu mahkeme kararının IŞİD üzerinden korkuyu örgütleme, savaşa tepki gösterenler üzerinde de baskıyı artırma olanağı olarak da kullanılacağının da sinyallerini görmek mümkün.[13] o

20 Mart – 26 Mart, İstanbul

İLKNUR KAVLAK

 

[1]    http://direnisteyiz3.org/isid-israili-israil-isidi-neden-vurmuyor/

 

[2]    http://direnisteyiz3.org/israilden-sasirtmayan-aciklama-isidi-irana-tercih-ederiz/

 

[3]    http://direnisteyiz3.org/israil-savunma-bakani-suriye-federal-sisteme-gecmeli/

 

[4]    http://direnisteyiz3.org/kuzey-suriye-federasyonunun-kurulusunu-ilan-etti/

 

[5]    http://direnisteyiz3.org/arap-birligi-hizbullahi-teror-orgutu-ilan-etti/

 

[6]    http://direnisteyiz3.org/erdogan-baris-derken-katledilenler-icin-oyle-sozler-soyledi-ki/

 

[7]    http://direnisteyiz3.org/taksimdeki-isid-saldirisini-boyle-gorduler/

 

[8]    http://direnisteyiz3.org/erdogan-4-gun-once-brukselde-patlamamasi-icin-hicbir-sebep-yok/

 

[9]    http://direnisteyiz3.org/erdogan-fransa-saldirisina-iliskin-ankarada-suructa-ne-hissettiysek-onu-hissediyoruz/

 

[10]  http://direnisteyiz3.org/erdogan-paralelci-asker-polis-istihbarat-sakladigi-icin-sehit-sayisi-artiyor/

 

[11]  http://direnisteyiz3.org/ab-bakani-pkk-bayraklarinin-brukselde-dalgalanmasi-icimizi-burktu/

 

[12]  http://direnisteyiz3.org/isidin-yoldaslari-brukseldeki-katliami-coskuyla-karsiladi/

 

[13]  http://direnisteyiz3.org/istanbulda-gorulen-isid-davasinda-tum-saniklar-tahliye-edildi/

 

TC’nin savaş ısrarı ve mülteciler üzerine kirli planlar

“4 füze attırıp” savaş çıkartmaktan söz edenlerin sığlığına yakışmayacak derinlikli bir plan gibi görünse de, şu an kazanmak için değil, kaybetmemek için saldıran iktidarın “fabrika ayarları”nda gizli yöntemleri kullanması anlaşılmaz bir durum değil.
CHP İstanbul Milletvekili Erdoğan Toprak’ın hazırladığı rapor Erdoğan’ın “yeni bir güneydoğu yaratacağız” açıklamalarının hemen ardından geldi.
Elbette bu noktaya gelesiye kadar Kürt illerinde göçe zorlayacak politikalar, saldırı ve katliamlar çoktan devreye konmuştu ve halen devam ediyor.
Buna son olarak Sur’da gözaltına alınıp tutuklananların çocuklarının devlet tarafından ailelerinden koparılmasını da ekleyelim.
Türkiye’nin kantonların birleşmesi ile “Kuzey Irak benzeri” diye tariflediği bir bölgenin Suriye sınırları içinde oluşmasına karşı duruşu net olarak bilinirken, Suriye’deki savaşın devam etmesi için gösterdiği çabanın içerideki saldırılar ile ne kadar iç içe olduğu da netlik kazanıyor.

“Mülteciler” egemenlerin aracı haline getirilmek isteniyor
Soykırım, asimilasyon, göç ettirme politikaları eş zamanlı olarak devreye sokulurken, bölgenin demografik yapısının, yerleşik halkın kültürünü kaybetmesinin bir aracı olacak şekilde değiştirilmesi için “mülteciler” egemenlerin aracı haline getirilmek isteniyor.
Bunun bir parçası olarak da TSK’nın Suriye’de ateşkes ihlalleri de sürüyor. Bölgede devam eden savaşın yarattığı etkiler çerçevesinde gündeme gelen, bir sorun olarak ele alınan mülteci meselesi geçtiğimiz ay AB ile Türkiye arasındaki kirli pazarlığın başlaması ile başka bir boyut kazandı.
Herkes AB’nin temel ilkeler olarak ilan ettiği konularda TC’nin hak ihlallerini görmezden gelmesinin altında bu mülteci pazarlığının yattığını açıkça görebilir hale geldi.
Ne kadar mülteci gerekir Kürt illerindeki “demografiyi değiştirmek” için?
2 milyon yetmeyeceği ön görülüyor olmalı ki 3-4 milyondan bahsediliyor.
Bir yandan tanklarla toplarla yıkım sürüyor. Bölgede yaşayanların bir kısmı yine bölgede olmak kaydıyla başka il ve ilçelere göçerken, adeta sırasıyla oralardan da göçertilmek zorunda bırakılıyor. Bölgede kalmaya devam edenleri ise bunca katliam ve yıkım ile birlikte ekonomik yıkım baskısı da tehdit ediyor.

Osmanlı’dan İTC’ye, İTC’den TC ve AKP’ye devri miras: Asimilasyon politikaları
Göç ettirme ve yerleşim yerleri ile demografiyi değiştirerek asimilasyon çabaları Osmanlı’dan İttihat Terakki’ye ve TC’ye devrolan bir miras.
1915’te Ermeni Tehcir ve Soykırımı, 1916’da Talat Paşa talimatı ile Kürtlerin zorunlu iskana tabi tutulmasını, 1923-24 arası 1 milyondan fazla Rum’u etkileyen tehcir, 1934’de İskan Yasası ise Trakya’da yaşayan Yahudilerin Tehciri ve aynı yıl Şark ıslahat Planı Kürtlerin zorunlu göçe tabii tutulması, 1927 tarihli “Bazı Kişilerin Doğudan Batıya Aktarılmasına Dair Kanun”, 1942 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül pogromu, 90’lı yıllarda köy yakma ve köy boşaltmalar… Burada saymak ve detaylandırmanın mümkün olmadığı kadar kapsamlı olan politika ve uygulamalar devletin hafızasında olduğu kadar halkların da hafızasında taze. Asimilasyon ve soykırım politikalarında yerinden etme, zorunlu göç, göçe mecbur bırakma, yerleşim yerlerine farklı bölgelerden halkların taşınması yolu ile asimilasyon birlikte işlediği de yine tarihteki örneklerinden biliniyor.
Bugün yapılması planlanan TOKİ projeleri ile bölgenin yeniden şekillendirilmesi ile buralara sığınmacıların yerleştirilmesinin gündeme getirilmiş olması bu açıdan inkar ve katliamlar tarihinin bugünkü iktidar eliyle devam ettirildiğini gösteriyor.
Yine çocukların ailelerinden koparılması da soykırım ile birlikte yürütülen asimilasyonun çocuklar üzerinden devreye sokulduğunun bir göstergesi. Soykırımlarda çocuklar özel olarak ele alınıyor. Bunun bu coğrafyada en çarpıcı örneklerinden biri Ermeni Soykırımı’ndan hayatta kalan çocukların ve Dersim Soykırımı sonrası çocuklarına yaşatılanlar. Başkabakan Davutoğlu’nun abluka altındaki kentlerdeki çocukları işaret ederek, “Bu öğrencilere sahip çıkılacak. İddialı bir şey söylüyorum; alır onları ülkenin en iyi okullarında yatılı eğitim ile kayıpları telafi ederiz.” sözlerinin de böylesi bir sinyal taşıdığını görmüştük. Geçen yıl Aralık ayında gündeme getirdiğimizde henüz çocukların ailelerinden alması gündemde değildi. Bu söylem, Dersim’in Kayıp Kızları, Ermeni Soykırımı’ndan hayatta kalan çocukları ve dünyada bunun en çarpıcı örneklerinden Aborjinler’e yapılanları akıllara getirmişti. Bugün uygulamalarıyla karşı karşıyayız.
90’arda köy yakmalarla, köy boşaltmalarla metropollere sürgün edilen Kürt halkı, bugün metropollerde de açlıkla, işsizlikle karşı karşıya kalacağı bir tablo ile baş başa. Zira “mülteciler” buralarda “ucuz işgücü” olarak bir çok yeri doldurmuş bulunuyor. Buna medya eliyle de körüklenen ırkçı saldırıları, linç girişimlerini de eklediğimizde Kürtler için 90’larda yaşadıkları “göç”ün bir benzerinin aynı sonuçlar vermeyeceği de ortada.

AB pazarlığının başka bir boyutu
Devletin 3 veya 6 milyar ile ne yapacağını ise tahmin etmek zor değil. Elbette AB bu paranın mülteciler için kullanılması şartını öne sürüyor. Bu şartı da yerine getirecek şekilde bölgenin insansızlaştırılarak yeniden yapılanması ve mültecilerin buraya yerleştirilmesini hayata geçirerek karşılamış olacak. Plan budur. AB’nin de buna itirazı olmayacaktır. Zira sokağa çıkma yasağı, sivil ölümler, yaralıların tedavi edilmesi gibi temel insan hakları ihlalleri konusunda AİHM kararları ortadadır.
Şimdi tablo şudur, Suriye’de devam eden savaşın ortaya çıkarttığı milyonlarca insanın mülteci konumuna düşmesi Türkiye için içeriyi Kürtsüzleştirmenin bir aracı haline getirilmek isteniyor. Buna Suriye’de kantonların birleşmesi, federasyon, özerk yönetim gibi yerel güç ve halkların isteklerine karşı gösterdiği tepki de eklenince, Türkiye’nin mevcut savaş durumunun devamını neden ve nasıl bu kadar çok arzuladığı da, savaşın başından beri tetikçisi ve destekçisi olduğu da daha anlaşılır olacaktır.

Savaştan kaçanlar, savaş politikalarına kurban edilmeye razı gelir mi?
Her ne kadar güç gösterilerinin güçsüzlüğün sonucu olduğunu, politikalarıyla sığlıklarını gizleyemediklerini biliyor olsak da, Sur’daki kamulaştırma hamlesi ile devreye sokulmak istenen planın egemenler açısından hayata geçirilmesinin mümkün olmadığı notunu da düşmek lazım.
Ülkelerini savaştan kaçmak için terk eden ve Avrupa’ya gidebilmek için ölümü göze alan bölge halklarının Kürdistan’daki soykırım ve asimilasyon politikalarının bir parçası yapılmak istenmeleri, burada örgütlülük ve direniş ile boşa düşürülmesi mümkündür.
TOKİ yeni binalar inşa edebilir, buraya sığınmacıları tıpkı bir toplama kampına sürer gibi yerleştirmeyi deneyebilir. Ancak burada savaşı derinleştirecek bu politikalar buranın yaşanılabilir olmasından çıkması demek olacaktır. Bu da yaşamak için kendi topraklarını terk edenlerin hiçbir şey yapamazlarsa ülkelerinde ölmeyi tercih edecekleri bir tabloyu da beraberinde getirecektir. Savaştan kaçanların, başka egemenlerin savaş politikalarına kurban olmaya boyun eğeceklerinin hayali egemenlerin kursağında kalacaktır.
Tüm bunlarla birlikte aynı günlerde Taksim’deki IŞİD saldırısı, IŞİD’in Brüksel’deki bombalı saldırısını ele almak gerekir.

İLKNUR KAVLAK

“İnsanlar, bir şiir okudukları, bir resme baktıkları için isyan etmez!”

[2]

Cumhuriyet Savcısı Mehmet Taştan’ın hakkımda hazırladığı, 04/01/2016 tarih ve 2016/9 sayılı iddianamenin mahkemeniz tarafından 14.01.2016 tarihinde- kabul edilmesi üzerine, facebook sitesinde adıma açılan sayfada yaptığım iki paylaşımdan yargılanmak üzere çağrıldım.

Öncelikle şunu belirteyim: Söz konusu paylaşımlardan ilki, 5 Ağustos 2015 günü Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren ve temel bir anayasal hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkını idarî amir ve kolluk kuvvetlerinin keyfî sınırlama ve yasaklamalarına terk eden, “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun Uygulanmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”i eleştirmek üzere, itiraz için yapılmıştır.

Savcılıkta ifade ettiğim üzere paylaşımdaki görseli ben hazırlamadığım gibi, benden önce birçok kez paylaşılmıştır.

Söz konusu yönetmelik yayınlandığı andan itibaren kamuoyunda “OHAL dönemine dönüş,”[3] “faşizme tam yol yönetmelik”[4] benzeri ağır eleştirilerle karşılanmış;[5] yayınlanır yayınlanmaz ana muhalefet partisi CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüş ve ‘Türkiye Barolar Birliği’ iptali yönünde Danıştay’a başvuru yapmıştır.

Bu yönetmeliği, AKP hükümetinin temel bir insan hakkı olan ve bir darbe Anayasası olarak eleştirilen 12 Eylül Anayasası tarafından dahi güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkını, salt parlamentodaki çoğunluğuna güvenerek ihlâl etmesinin bir örneği olarak gördüm ve hâlen de öyle görüyorum.

Bir iktidar partisinin parlamentoda çoğunluğu elinde tutması, ona temel insan hak ve özgürlüklerini ihlâl yetkisi vermez. İktidar partisi, bu tip “oldu bitti”lerle fiilî durum(lar) yaratıyor ve onu denetlemesi gereken erkler bu tip uygulamalar karşısında eli kolu bağlı kalıyor, ya da hukukîliği ve vicdanîliğini gözetmeksizin iktidar uygulamalarına destek veriyorlar, itirazları bastırıyorlarsa, bu durumda rejimi (bir meclis bulunsa ve zaman zaman seçimler yapılsa da) “demokratik” olarak nitelemek, mümkün değildir.

Paylaşımı bu duygu ve düşüncelerle, demokratik rejimlerin tesisinde önemli rol oynayıp, Amerika ve Fransız Bağımsızlık Bildirgelerinde tanınan; 1791, 1793 ve 1795 Fransız Anayasalarının başlangıç bölümlerinde, insan hakları bildirileri içinde yer alan; “daha sonra, Fransız İhtilali’nin etkisinde kalan 19. ve 20. yüzyıl Avrupa anayasalarında klasik hak ve özgürlükler arasında”[6] görülen ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin başlangıcındaki “İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan hakları hukuk rejimi ile korunmalıdır” ibaresinde ima edilen “Baskıya karşı direnme hakkı”na gönderme olarak yaptım. “Başkasına yapılan haksızlığa başkaldırmak denli insanı insan yapan bir şey yoktur bu evrende,”[7] der Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz. Katılıyorum…

Bilindiği üzere, bir toplum, “halkın kendini yönetmesi” anlamına gelen demokrasi ile yönetilen rejimlerde, salt seçimden seçime oy kullanarak yönetime katılmaz. Talep ve tepkilerini farklı yollardan iktidarlara iletir: dilekçe vermekten lobi yapmaya, mitinglerden protesto gösterilerine uzanan bir erimde değişkenlik gösterir bu yollar. Demokratik rejimlerde bu kanallar açık tutulmalı, kullanımları yöneticilerin keyiflerine bırakılmamalıdır. Bu kanallar sınırlandırıldığında ya da yok edildiğinde, veya yönetilenlerin talep ve tepkileri yöneticiler tarafından dikkate alınmadığında, tepkiler yoğunlaşır, sıkışır ve “sosyal patlama” dediğimiz durum ortaya çıkar. Bunun yakın bir örneğini, Haziran 2013 tarihinde ülke çapında milyonlarca kişinin katıldığı protesto gösterilerinde yaşadık.

Hatırlanacaktır; dönemin muhalefet liderlerinden Mesut Yılmaz, Aralık 1984’deki büyük memur eylemleriyle ilgili olarak, “İsyan etmeyen memurun insanlığından şüphe ederim,”[8] demiş; bu sözü iktidarda olduğu, kamu emekçilerinin sendikalaşma taleplerinin yükseldiği 1990’lı yıllarda, kendisine sık sık hatırlatılmıştı.[9]

Politikacılar muhalefetteyken doğruları söylemeye daha yatkındırlar. Mesut Yılmaz çok insanî bir gerçekliği dile getiriyordu: geçim sıkıntıları ve/ veya baskılar, yönetilenleri isyana sevk eder. Ve bu koşullarda isyan, meşrudur. Bu sözlerinden dolayı Mesut Yılmaz hakkında hiçbir zaman dava açılmadı. Mesut Yılmaz’ın yararlandığı özgürlük alanından ben neden yoksun bırakılayım ki?

Gelelim “yorumum”un yer aldığı imgeye”… Mesajda yer alan görsel, savcının iddianamesinde de belirttiği üzere, “maskeli ve elinde Molotof kokteyli gibi bir malzeme bulunan” bir eylemciyi betimlemektedir. Bu fotoğrafın ne zaman, nerede çekildiğini, görüntüdeki kişinin kim olduğunu bilmiyorum. Savcının bu kişiyi neden “illegal” olarak tanımladığını anlayabilmiş de değilim. “İddianame”de de bu konuda herhangi bir açıklama olmadığı gibi, savcının ifadesi de somut verilere dayanmıyor.

İddianamede yer alan, “eylemcinin ve arkasında yine bir eylemi temsil eden çizimlerin bulunduğu” savına gelince: Resmi dikkatle inceleyecek olursanız, arka plandaki çizimlerin ikisinin de “eylem” betimlemeleri olmadığını görürsünüz. Sol taraftaki, Haziran 2013 Gezi olaylarında hemen tümü polis şiddeti sonucu yaşamını yitiren Gezi şehitlerini temsil ediyor En gençleri olan 14 yaşındaki Berkin Elvan, en yaşlıları olan 27 yaşındaki Ethem Sarısülük’ün omuzlarında. Çocukların hepsi gülüyorlar. Ölüm çok uzaklarındaymışçasına… Sosyal medyada binlerce kez paylaşıldı; Gezi direnişine katılan milyonlarca kişi için çok değerli bir simge.

Sağdaki resimde ise, bisiklete binen gençler görülüyor. Üzerlerinde “Hayallerimize giden yol sokaktan geçiyor” ibaresi yer alıyor…

Savcının her yerde “eylem” görme “iddia”sını anlamlandırmak zor!

Gelelim bu resmin ve benim eklediğim yorumun, savcı beyin iddia ettiği gibi “kişileri alenen kanunsuz ve suç sayılan eylemler yapmaya tahrik” edip etmediğine…

Semiyoloji ya da göstergebilime göre, resimler ve benzeri görseller birer simgedirler; simgeler ise, çoksesli, farklı yorumlara açık, çok-katmanlıdırlar. Bir başka deyişle bir görselin “neyi” temsil ettiği, onun katılımcıları (resmi yapan/fotoğrafı çeken/deseni çizen; onu sergileyenler; yayınlananlar; iletenler; ona bakanlar…) için çok farklı (ve çoğul) anlamlar iletir. Örneğin bu paylaşım kimilerinde sözkonusu yönetmeliğe karşı bir tepki uyandırabilir, kimi salt estetik bir görüntü olarak algılayabilir, kimileri için geçmişteki eylemlerin anısını canlandıran güzel bir hatırlatıcı, kimileri için ise devlete başkaldırmış, ortalığı kırıp döken teröristler olarak görülebilir. Bir facebook kullanıcısı olarak paylaşımlarıma gelen çok farklı tepkilerden biliyorum; benim yaratılma kasıtlarından çok farklı mesajlar iletmek üzere kullandığım pek çok görsel, takipçiler tarafından benim kastımdan çok farklı biçimlerde yorumlandı, beni çok şaşırtan tepkilerin hedefi oldu…

Ama kültür bilimleriyle uzun yıllardır uğraşan bir öğretim elemanı olarak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, insanlar bir resme, ya da resimlere baktıkları, şiir okudukları için isyan etmez, “kanunsuz” denilen eylemlere yönelmezler! İnsanlar açlık, hayat pahalılığı, yoksullaşma, özgürlüklerinin kısıtlanması, baskılar, haklarının elinden alınması, adaletsizlik vb. nedenlerle başkaldırabilir; veya mevcut haklarını ilerletmek, yeni haklar kazanmak, özgürlüklerinin alanını genişletmek için eylem yapmaya yönelebilirler; ama bir resme bakarak eyleme kalkışmazlar… Nitekim, benim söz konusu resmi facebook’ta paylaştığım 7 Ağustos 2015’i izleyen günlerde Türkiye sathında yönetmeliğe ilişkin kayda değer hiçbir eylem olmadı. Bir başka deyişle (eski öğrencilerim dahil) kimse, benim facebook’taki paylaşımıma bakıp sokaklara dökülmedi… 5-6 bin izleyicisi olan bir facebook sayfasında paylaşılan bir resmin nasıl olup da “yakın ve mevcut tehlike” sayılabildiğini anlamak, mümkün değil!

Yanısıra, akademik konumumun hakkımdaki “potansiyel kışkırtıcı” suçlamasını desteklemek üzere kullanılması, iddianameyi daha da anlamsızlaştırmaktadır. Nitekim, merkezi ABD’de bulunan Orta Doğu Araştırmaları Derneği (MESA) başkanı Profesör Dr. Beth Baron ve Yönetim Kurulu Başkanı Doç. Dr. Amy W. Newhall, mevcut davamla ilgili, MESA ve ve onun Akademik Özgürlükler Komitesi (CAF) adına Başbakan Ahmet Davutoğlu’na yazdığı 2 Şubat 2016 tarihli mektupta (Bkz: EK), şöyle diyorlar:

Siz de bir akademisyen olarak bir hükümetin akademisyenlerin açıklamalarını takibe alıp siyasal görüşlerini paylaşmalarının öğrencileri ‘kışkırtma’ olarak ya da ‘terörist propaganda’ oluşturduğu savıyla cezaî soruşturmalara tabi tutmaya başlamasının, akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü için nasıl bir tehlike teşkil ettiğinin kuşkusuz ki bilincindesiniz. (…) Doç. Dr. Özbudun’a yönelik suçlamaların bu veçhesi, akademisyenleri, eleştirel görüşlerini ifade etmelerinin, öğrencileri üzerinde potansiyel etki yapacağı teorisi uyarınca suça teşvik konulu cezaî kovuşturmaların hedefi kılmakla, tehlikeli bir içtihat oluşturacaktır. Suça teşvik yasasının böylesi bir yoruma tabi tutulması, öğretmen-öğrenci ilişkisini potansiyel bir suç üreticisi olarak sunmakla, üniversite öğretim elemanlarının öğretim misyonlarını doğrudan zarara uğratmaktadır. ”[10]

Yeri gelmişken, 2000 yılında Lübnan sınırındaki bir İsrail karakoluna taş atarken görüntülendiği için hakkında Siyonist çevrelerce bir linç kampanyası başlatılan, Columbia Üniversitesi’ndeki görevine son verilmesi için üniversite yönetimine baskı yapılan Profesör Edward Said için üniversite rektörü Jonahtan R. Cole’un yazdığı tarihî mektubu anımsatayım:

Said’in faaliyetleri de, diğer öğretim görevlileri gibi, bu akademik özgürlük ilkeleriyle güvence altındadır,” diyordu rektör Cole, mektubunda. “Columbia’da bir ifade yasası olduğuna inanmadığımız gibi, ifade polisi gibi davranmayı da reddederiz. Şimdi Said’in bir ülke sınırının ötesine taş attığı şu ünlü fotoğrafa gelirsek: Bildiğime göre taş belirli bir insana yöneltilmiş değil; herhangi bir yasa ihlâl edilmiş değil; bu konuda herhangi bir dava açılmış değil; Said aleyhine herhangi bir cezai veya sivil girişimde bulunulmuş da değil. (…) 

 Said’in güvence altında tutulan türden bir ‘fikir beyanı ve ilişki’ ile iştigal hâlinde olduğuna inansak da inanmasak da, ortada üniversitenin el atmasını gerektiren bir durum yoktur. Kaldı ki, hakkında ABD’de veya başka bir ülkede dava açılmış olsaydı bile, üniversitenin kendi kuralları itibarıyla Said’in cezalandırılması söz konusu olmayabilirdi. Kısacası, üniversite, bir görevlisinin fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına karşı, bunlar yargının alanına girse bile müdahale etmeyebilir. Karşılığı, hâl ve şartlar belirler. (…) Bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten-felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur. John Stuart Mill, ‘On Liberty’ (Özgürlük Üzerine) adlı eşsiz makalesinde, bize hoş gelmeyen fikirlerin ifade edilebilmesini desteklememizin özgürlük kavramı açısından niye çok önemli olduğunu belagatle ortaya koyar; ki o fikirler bizim fikrimize aykırı olabilir veya fikrimizi tehdit eder görünebilir: ‘Eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanz, gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız olmaz…’[11] 

 Fikirler, sınıf içinde veya dışında kamusal ifade buldukça anlam taşır; bazı fikirler bize çirkin gelebilir, ‘doğruluk’ mefhumumuza aykırı düşebilir, yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilir, ama ne olursa olsun akademik düzenimizin temel yapısını tehdit etmedikçe güvence altında olmaları gerekir. 

Bu nedenle, Said’in etrafında süregiden son tartışma da bizi rahatsız etmemelidir; yeter ki tartışma özgür fikir alışverişine zincir vurma veya Profesör Said’e yaptırım uygulama çanlarını içerir hâle gelmesin. Hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit eden işte tam da Said’in ifade özgürlüğünü ya da eleştirilerini sınırlama düşüncesinin kendisidir. Öğretim üyelerimizin görüşlerine yönelik bu tür kısıtlamaların, bu üniversitenin saygın bir özelliği açısından uzun süreli olumsuz etkileri olabilir: Bu özellik, çoğunluğun kabul edilemez görebileceği fikirlere karşı hoşgörü göstermektir.

Columbia olarak biz, McCarthy döneminde bile, diğer kurumların yaptığı gibi, farklı siyasi görüşleri bulunan profesörlerimize kısıtlama uygulamak veya onları işten uzaklaştırmak doğrultusundaki baskılara ve telkinlere boyun eğmedik; bugün de ifade özgürlüğünü güvence altına alan tutumumuzdan geri adım atmayız. ”[12]

Bu tarihî metinden çıkartabileceğimiz birkaç sonuç var:

  • “Taş atan Edward Said” görüntüsü konusunda ne ABD’nde ne de başka bir yerde dava konusu olmuş değildir.
  • Profesör Said’in görev yaptığı Columbia Üniversitesi, Edward Said’in eylemini düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirmiş ve sahiplenmiştir.
  • Üniversite yönetimi, düşünce ve ifade özgürlüğünün yalnızca anaakım, geniş toplumsal kabul ve onay gören düşünceler için değil, “bize çirkin gelebilecek, ‘doğruluk mefhumumuza aykırı düşebilecek, yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilecek” fikir ve ifadeleri de kapsadığı görüşünü sahiplenmektedir.
  • Yönetim, Profesör Said’in “aykırı”, “yargı ve kabullere meydan okuyan” fikirlerini değil, onların ifadesini sınırlandırmaya, engellemeye yönelik girişimleri “tehlikeli” bulmaktadır.

Bilim insanı Edward Said’in taş atmasını düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamı içinde değerlendirerek sahip çıkan Columbia Üniversitesi rektörü ile, “şahsın emekli öğretim üyesi olması nedeniyle çok sayıda öğrencisinin bulunduğu ve ülkemizde zaman zaman maskeli kişilerin molotof kokteyl, taş, sopa kullanarak polise, kamu binalarına, araçlara zarar verdiği gözetildiğinde şüphelinin eyleminin yakın ve mevcut tehlike oluşturacak nitelikte olduğu”nu öne sürerek cezalandırılmamı talep eden Savcı’nın tutumları arasındaki uçurum, bu ülkenin iktidara biat etmeyen, eleştirel tutumdan vazgeçmeyen aydınları için ne acı bir istihza, ne acı bir ironi!

Söz bilim insanları ve dünya karşısında alabilecekleri tavırdan açılmışken, izninizle bir-iki ekleme daha yapmak istiyorum:

Oxford Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Anthony Heath, “Bilim adamlarının ve araştırmacıların görevleri, ülkeyi yönetenleri, aldıkları kararların amaçlanmamış sonuçları ve duymamayı yeğledikleri bulgular konusunda uyarmaktır. Daha fazla bilgi edinmenin, daha iyi yönetmeye yol açacağına inanmak isterim. Bu bilgiler hoşunuza gitmese bile bunları bastıracağınıza, hesaba katmanız akıllıca bir davranış olur,” der.

London School of Economics hocalarından John Kay ise, “Basından ve hükümetten gelen bilgilerin güvenilirlikleri konusunda kuşku çoğaldıkça halka elden geldiğince doğruları yansıtmaya çalışan kimselerin var olması çok önemlidir,” demiştir.[13]

Gelelim, “ülke bölünsün istiyorum, yandaş, yalaka ve yavşaklar bir tarafa, onurlu, şerefli, emekçi ve vatansever insanlar bir tarafa” yolundaki şiiri paylaşmama…

Aslında bu konuda fazla söz söylemenin boşuna nefes tüketmek olduğu kanısındayım. Bu şiir bugüne dek hiç yargı önüne getirilmemişti, nasip banaymış! Ama yeniden şiirlerin yargılandığı günlere geri dönüyorsak, bu ülkede düşünce özgürlüğü ve demokrasi için bir kez daha tehlike çanları çalıyor demektir!

12 Mart ve 12 Eylül askerî darbelerini yaşadım. Darbe olur olmaz evinde “yasak” kitaplar bulunan insanların sakıncalı olduğunu düşündükleri yayınları banyolarında, arka bahçelerinde nasıl yaktıklarını acıyla anımsıyorum. Aleyhime açılan davaya ilişkin gazete haberlerinden bir tanesi, bana o günleri anımsattı. Hakkımdaki dava sürecine ilişkin haberin[14] altında şu kayıt düşülmüştü: “Bu olay üzerine sosyal medya kullanıcıları profillerinden daha önce paylaştıkları şiirleri kaldırdı.”[15] Salt bu olay bile, iktidar çevrelerinin iddialarının aksine, ülkenin gidişatının “ileri demokrasi”ye değil, insanların korku içinde yaşadıkları bir baskı rejimine doğru olduğunu göstermiyor mu?

Düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlandırılması, eleştirinin “kriminalize edilmesi” benim vakamla sınırlı olsaydı, “münferit” der geçer, ve emin olun ki, bu kadar vaktinizi almazdım. Oysa bugün Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik baskı ve kovuşturmalar, kaygı verici olma boyutunu aşmış, sayın savcıdan ödünç alacağım terimle, “yakın ve mevcut tehlike” hâlini almıştır. Nitekim, dünya çapında hukukun üstünlüğünün geliştirilmesi için çalışan, bağımsız ve disiplinler arası bir organizasyon olan Dünya Adalet Projesi/ The World Justice Project (WJP)’nin 102 ülkeyi değerlendirdiği ‘2015 Açık Yönetim Endeksi’ raporuna göre, Türkiye 102 ülke arasında 82’nci sıradayken; en kötü puanın ise örgütlenme ve ifade özgürlüğü konusunda alındığı bildirilmektedir.[16] Aynı kuruluşun ‘Dünya Hukukun Üstünlüğü Küresel Endeksi’ne göre de Türkiye 99 ülke arasında 59. sırada; açık devlet kategorisinde 69., hükümetin hesap verebilirliğinde 72., temel haklarda ise 78. Sırada yer alıyor. Proje bu durumun nedenini “ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar ve özel hayata müdahale” olarak açıklıyor.[17]

Viyana merkezli ‘Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) 2015’te yayınladığı raporda da benzer eleştiriler dile getirilmekte ve “Türkiye Haziran 2015 parlamento seçimlerine yaklaşırken, insan haklarına ve özellikle de ifade ve medya özgürlüğü genel bir aşınmaya uğruyor. Ne yazık ki iktidardakilerin tavır ve davranışlarında temelden bir değişim yaşanmamasının, demokrasinin zayıflamasının ve bu çemberin kendisini her gün hem idame edip hem artırmasının yakın gelecekte bir sonu varmış gibi görünmüyor,”[18] denilmektedir.

Ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yayınladığı ‘Türkiye 2014 İnsan Hakları Raporu’nda TCK ve TMK’da varlığını sürdüren çok sayıda maddenin düşünce ve ifade, basın ve inteneti sınırlandıdığı belirtilmekte, cezaevlerindeki gazeteci sayısına dikkat çekilerek, basında otosansürün yaygınlaştığı kaydedilmektedir. Aynı raporda güvenlik güçlerinin protestocuları dağıtmak için aşırı güce başvurduğu belirtilmekte, sosyal medya kullanıcıları için istenen uzun süreli hapis cezalarına dikkat çekilmektedir.[19]

Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, ‘Uluslararası Hukuk Kurultayı’ndaki konuşmasında “İfade özgülüğü için uygun bir ortam yaratılması toplumun ve devletin geleceği açısından yaşamsal bir öneme sahiptir,” deyip ekliyor: “İfade özgürlüğü sadece insan hakları katalogunda yer alan bir temel hak değil, bir toplumun zekâ ve anlama gücüdür. Avukatın bağımsızlığı ve savunma dokunulmazlığı tartışılırken konunun bu yönün de ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.”[20]

Evet, bugün Türkiye’de düşünce ve ifade, ya da eleştiri özgürlüğü ihlâlleri, TCK ve TMK’da kimi değişiklikleri öngören 4. Yargı paketi vesilesiyle konuşan dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in “Türkiye’de artık düşünceyi ifade etmek, yazı yazmasından dolayı ceza görmek, tarihe karışmıştır” demesine[21] karşın, tüm hızıyla sürmektedir. Bu konuda rekor, sanıyorum “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlarında olsa da[22] (İngiltere, Galler ve İskoçya PEN üyesi 25 yazar, Başbakan Davutoğlu’nun ziyareti öncesi Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron’a gönderdikleri açık mektupta, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2014’te göreve gelmesinden bu yana, 1923’ten beri görev alan tüm seleflerinin toplam görev sürelerindekinden daha fazla Türkiye yurttaşı hakkında ‘Türkiye Cumhurbaşkanına hakaret ettiği’ gerekçesiyle cezai kovuşturma açılmış bulunuyor,” diye uyardılar,[23]) bugün bu ülkede “terör örgütü propagandası”, “ayaklanmaya teşvik”, “suçu ve suçluyu övmek”, “kin ve düşmanlığa tahrik” vb. gerekçelerle çok sayıda “düşünce suçlusu” üretilmiş durumdadır. Bir sivil toplum girişimi olan düşünce suçları davaları veritabanı ÇTL’nin internet sitesinde, 4 Şubat 2016 itibariyle, 84’ü basın-yayın, 13’ü bilişim, 35’i (çoğunlukla Cumhurbaşkanı’na) hakaret, 2’si polis şiddeti ve 12’si toplantı ve gösteri yürüyüşleriyle ilişkili hâlen devam etmekte olan tam 146 dava yer alıyor.[24] Bu, veritabanı hazırlayıcılarının erişebildiği, ya da kendilerine bildirilen davalar.

Sayının hergün kabardığını görmek için günlük gazeteleri takip etmek yeter! Anayasa Mahkemesi’nin, AYM’ye 23 Eylül 2012 – 10 Nisan 2015 tarihleri arasında 38 067 bireysel başvuru olması ve bunlardan 4435’inin temel hak ve özgürlüklerin korunması, 4279’unun devletin insan haklarına saygı göstermesi, 1565’inin toplantı hak ve özgürlüğü, 462’sinin düşünce, din ve vicdan özgürlüğü, 1083’ünün düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü gibi konumuzu doğrudan ilgilendiren başlıklarla ilişkili olması dahi,[25] bu ülkede son yıllarda düşünce, ifade ve eleştiriyi “suç” sayma eğiliminin güçlendiğini gösteriyor.

Bu gelişmeye koşut daha sakıncalı bir gelişme ise, bu tip davalara sivil linç kampanyalarının eşlik etmesidir. Son örneğini ‘Akademisyenler Bildirgesi’nde gördüğümüz, imzacı akademisyenlerin bir bölümünün can güvenliklerini tehlikeye düşüren (imzacı öğretim elemanlarının resimlerinin teşhiri, odalarına düzenlenen saldırılar, kapılarının yakılması, internet üzerinden iletilen tehditler, Sedat Peker’in “kan banyosu” tehdidi” vb.) bu durum, konuyu salt hukuksal bir sorun olmaktan çıkartarak ciddi bir toplumsal kutuplaşmanın alanı kılmaktadır. Eğer bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı konusundaki duyarlılığında ciddiyse, yargının bertaraf edilmesi konusunda çok önemli bir rol üstlenebileceği bir toplumsal gerilimden söz ediyorum.

Yargı kurumu, çoğunlukla “gizli tanık” ya da isimsiz ihbarlara dayanarak hazırlanan emniyet fezlekelerine dayandırılan iddianameleri ciddiye almayarak bu gerilimin düşürülmesinde çok önemli bir işlev üstlenebilir.

Yargı, en azından ‘Akit’ten Kenan Alpay’ın, “‘Trans birey’ diye ortalıkta gezdirilen tiplere bir bakalım. Bir taraftan tiksinti ve nefret duygularını şaha kaldıran diğer taraftan acıma ve çaresizlik hislerini tırmandıran büyük bir felaket tablosu durur karşınızda. Psikolojik yıkım ve açmazlarını ileri düzeyde agresif ve cüretkâr dışavurumlarla kamusal alana taşıyarak bu sapkın karakterlerin tedavi olmasına imkân yok. Hemen tamamı travmatik kişiliklere sahip, aile için cinsel şiddete uğramışından tecavüz mağduruna kadar çoğunluğu alkol, uyuşturucu bağımlısı, üst düzeyde intihar eğilimi taşıyan karakterlere tedavi yolunu değil de reklam ve şov kanallarını açmanın sebepleri üzerinde durmak lazım,”[26] diyen satırlarına yönelik suç duyurusunu, yazıyı “düşünce ve ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirerek işleme koymayı reddederken[27] gösterdiği esneklik ve “özgürlükten yana” tutumu, benimki ve benzeri davalarda da gösterebilmelidir, diyorum.

Bu konuda yargı, örnek teşkil edecek kararlar verebildiğini göstermiştir. Örneğin:

  • ‘Evrensel Gazetesi’nin bir haberinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret gerekçesiyle başlatılan soruşturmanın, savcılık makamı tarafından, “yorumun eleştirel mahiyette olduğu, şikâyetçinin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olması nedeni ile eleştirilere diğer insanlar göre daha fazla katlaması gerektiği, (…) kullanılan dil ve ifadelerin, provokatif ve kaba olduğu ve belli ifadelerin meşru şekilde saldırgan diye sınıflandırılabileceği varsayılsa bile, bu ifadelerin hâlihazırda kamuoyunda tartışılan bazı olaylar ve gelişmeler ile ilgili değer yargıları olduğu” gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmesi;[28]
  • Yine ‘Evrensel Gazetesi’nin 7 Eylül 2015 tarihli nüshasında yer alan, Birleşik Haziran Hareketi’ne ait “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AKP’nin iktidarını sürdürmek için kanlı bir savaş başlatarak halkın iradesini silahlarla, bombayla teslim almaya çalıştığı…” açıklaması hakkında Cumhurbaşkanı’na hakaret konulu suç duyurusu, Savcı tarafından, “Toplumu ilgilendiren ya da ilgilendirmesi gereken tüm olaylar hakkında, halkı objektif ve gerçekleri yansıtacak biçimde aydınlatmak, çeşitli sorunlar üzerinde kamuoyunu düşünmeye çağıracak tarzda tartışmalar açmak, onu toplumsal ve siyasal oluşumlar üzerinde doğru ve gerçeğe uygun bilgilerle donatmak, yöneticileri eleştirmek, uyarmak ve bu yöntemlerle denetleme, ayrıca içinde yaşadığı toplumun ve tüm insanlığın sorunları konusunda bireyi bilinçlendirmek durumunda olan basına, bu ödevlerini yerine getirirken ihtiyaç duyacağı bir kısım haklar tanınmıştır. Bunlar; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarıdır,” gerekçesiyle reddedilmiştir.[29]
  • Antalya 10. Sulh Ceza Mahkemesi, ‘Antalya Özgürlükler Derneği’ üyelerine 2012 yılında düzenlenen operasyonda gözaltına alınanlarla ilgili basın açıklamasında kullanılan “AKP’nin eli kanlı polisleri”, “Katil işkenceci polisler”, “AKP’nin eli kanlı faşist polisleri” gibi ifadelerin suç olmadığına, sert eleştiri kapsamına girdiğine hükmetti.[30]

Bu konuda en önemli örneğin, benim davamla da ilişkili Yargıtay kararı olduğunu düşünüyorum. Olayla ilgili gazete haberi şöyle:

“Diyarbakır’da 1 Haziran 2011’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kente gelişi nedeniyle düzenlenen protesto gösterilerine katılan N.K. hakkında Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet ettiği iddiasıyla Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. İddianamede, N.K.’nın, ‘yasadışı gösteriye katıldığı, zafer işareti yaparak örgüt lehine propaganda yaptığı, güvenlik güçlerine yoğun bir şekilde taş attığının tespit edildiği’ belirtildi.

Mahkeme, hakkında daha önce katıldığı gösteriler nedeniyle de, ‘örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına faaliyette bulunmak’ suçundan dava bulunan N.K.’ya Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet suçundan önce 10 ay hapis cezası verdi, ardından bu cezayı 5 bin TL para cezasına çevirdi.

Kararın temyiz incelemesini yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesi ise 6352 sayılı Yasa ile 31 Aralık 2011’den önce işlenen düşünce özgürlüğüne ilişkin suçlarda davanın ertelenmesinin öngörüldüğüne dikkati çekti. Daire, kanunda erteleme kapsamına alınacak suçlarla ilgili olarak ‘sair düşünce ve kanaat açıklama yöntemleri’ ile işlenmesi şartının arandığına dikkat çekerek şu değerlendirmelerde bulundu:

‘Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 33/1. maddesine (toplantı ve yürüyüşe silahla katılmak) uygun olduğu kabul edilen eyleminin mutat ve meşru bir ‘düşünce ve kanaat açıklama yöntemi’ olduğu kabul edildiğinden, sanığa yüklenen suçun düşünce ve kanaat açıklama yöntemiyle işlendiği ve bu nedenle sanık hakkında açılan dava ertelenmelidir.’

Daire bu kararına AİHM’nin Avusturya ve Rusya’ya karşı açılan iki davada verdiği kararları emsal gösterdi.

Dairenin verdiği bozma kararının ardından dosya yeniden yerel mahkemeye gönderildi. Yerel mahkeme, önceki kararında direnerek dairenin bozma kararına uymadı. Kararda, sanığın elinde taş ile gösteri alanında atmaya hazır bulunmasının kanaat ve düşünce açıklama yöntemiyle bağdaşmayacağı vurgulandı.

Yerel mahkemenin bu kararı üzerine dosya nihai kararı verecek olan Ceza Genel Kurulu’na gönderildi. Genel Kurul, yerel mahkemenin kararının bozulmasına karar verdi. Böylece elinde taşla gösteriye katılan sanığın cezasının ertelenmesi kesinleşti.”[31]

Yargı taş atma edimini “düşünce ve ifade özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirebiliyorsa (ki 21. yüzyıl başından bu yana dünyanın çeşitli ülkelerinde gerçekleşen küreselleşme karşıtı kitlesel gösterilerde eylemcilerin maske takması, taş atması vb. durumlar “düşünce ve ifade özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirile gelmektedir), benim internet ortamında yüzü örtülü bir eylemci resmini ya da söz konusu şiiri paylaşmamı da bu kapsamda değerlendirmelidir.

 Nihayetinde, ceza hukuku niyetler, eğilimler değil, eylemlerle ilgilidir.

Aksi, yani mahkemenizin savcı Mehmet Taştan’ın benim sosyal medyadaki paylaşımlar aracılığıyla “kişileri alenen kanunsuz ve suç sayılan eylemler yapmaya tahrik ettiği”m iddiasını ciddiye alması durumunda, avukat Kadir Kökten’in, müvekkilleri, kapağında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafı ve ‘2 Kasım Pazartesi Türkiye İç Savaşı’nın Başlangıcı’ yazısı yer alan 24. sayısı hakkında toplatma ve el koyma kararı verilen Nokta Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Cevheri Güven ile Sorumlu Yazıişleri Müdürü Murat Çapan’ın “Halkı, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine karşı silahlı bir isyana tahrik” iddiasıyla tutuklanması üzerine sorduğu soruyu sormak, benim için de hak olur.

Şöyle sormuştu Kadir Kökten, “Müvekkiller derginin yanında promosyon olarak el bombası mı dağıtmışlardır?”[32] Ben de soruyorum: Facebook paylaşımımın yanında molotof kokteyli mi dağıttım?

Sizden, düşünce ve ifade özgürlüğünü önemseyen bir karar vermenizi talep ediyorum.

 

4 Şubat 2016 10:30:46, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 17 Mart 2016 tarihinde Ankara 35. Asliye Ceza Mahkemesi Hâkimliği’ne sunulan savunma…

[2] “Güç, hukukun arkasından gelsin; önünden gitmesin.”

[3] Adnan Keskin, “90’lara Dönüş Yasası da Hazır”, 6 Ağustos 2015… http://www.gercekgundem.com/siyaset/145257/90lara-donus-yasasi-da-hazir.

[4] Nurcan Gökdemir, “Faşizme Tam Yol… Yönetmelik Resmî Gazete’de” Birgün, 5 Ağustos 2015… http://www.birgun.net/haber-detay/fasizme-tam-yol-yonetmelik-resmi-gazete-de-86215.html

[5] İşte yönetmelikte toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkına yönelik kimi kısıtlamalar:

Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapılacağı yerler (siyasi partiler, yeel yöneticiler, sendikalar vb.nin de görüşü alınarak) mülkî amirler tarafından belirlenecek ve değiştirilebilecektir;

Örgütleme komitesi, alana patlayıcı, yanıcı vb. maddeler sokmak isteyen, yüzlerini gizleyen, yasadışı slogan atan vb. kişileri kolluk güçlerine ihbarla yükümlendirilmiştir; bir başka deyişle organizasyon komitesine muhbirlik görevi yüklenmiştir;

Mülkî amire toplantı ya da gösteriyi “yasaya aykırı bir hale dönüşmesi durumunda” (bunu kimin, nasıl, hangi ölçütlere göre saptayacağı meçhuldür) dağıtma yetkisi verilmekte, göstericiler dağılmadığı takdirde kolluğa zor kullanma yetkisi verilmektedir.

Yönetmelik mülkî amire etkinliği erteleme ya da yasaklama yetkisini de vermektedir.

Görüldüğü üzere bu düzenlemeler, 1982 Anayasası’nda dahi tanıdığı “herkesin önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı”nı, fiilen mitingin düzenleneceği il ya da ilçenin en yüksek mülkî amirinin keyfine bırakır niteliktedir.

[6] Ahmet Taşkın (Adalet Bakanlığı tetkik hâkimi), “Baskıya Karşı Direnme Hakkı”, TBB Dergisi, sayı:52, (2004), s.53.

[7] Hayrettin Ökçesiz, “Gezi Eylemleri Sivil İtaatsizlik Hakkıdır!”, Cumhuriyet Bilim Teknik, No:1494, 6 Kasım 2015, s.15.

[8] “Görkemli Gözdağı”, Cumhuriyet, 21 Aralık 1984, s.1/6.

[9] “FP Grubu adına Nezir Aydın (Sakarya) – (…) Değerli milletvekilleri, Türkiye’nin imzaladığı uluslararası sözleşmeler grevli, toplusözleşmeli sendika kurmayı gerektiriyor. Burada şunu ifade etmek istiyorum, zamanım daralıyor: ‘isyan etmeyen memurun insanlığından şüphe ederim’ diyordunuz.” (T. B. M. M. Tutanak Dergisi, Dönem: 20 Yasama Yılı: 3, Cilt: 49, 72 nci Birleşim, 26.3.1998 Perşembe… https://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem20/yil3/bas/b072m.htm)

[10] Başbakanlık Dolmabahçe Ofisi’nde bir araya geldiği  ‘Yurtdışındaki Türk Bilim İnsanları 3. Kurultayı’na katılan bilim insanlarıyla söyleşisinde “Yanlış gördüğünüz şeyleri hiç düşünmeden söyleyin,” (Orhan Erinç, “Davutoğlu’nun İfade Özgürlüğü…”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2016, s.7.) diyen Başbakan Davutoğlu’nun bu mektuba yanıt verip vermediğini bilmiyorum.

[11] John Stuart Mill, On Liberty, Bölüm II, s. 23, John Stuart Mill A Selection of His Works içinde Robson Yayınları

[12] “İşte Örnek Evrensel Tavır: Özgürlük Yoksa Bilim de Olamaz”, Radikal, 24 Eylül 2005.

[13] http://www.britac.ac.uk/prosperingwisely/ healthy_open_democracy/academics_and_ policy_ makers. htm

[14] Bu arada, hakkımdaki davanın ulusal ve uluslararası pek çok medya organında haber olması, kamuoyunun fikir ve ifade özürlüğü konusundaki  duyarlılığının bir göstergesi sayılmalıdır. Sözkonusu haberler için bkz: 1) http://mesana.org/committees/academic-freedom/intervention/letters-turkey.html#Tuekey20160202… 2) http://linkis.com/erkansaka.net/2016/0/RCi4I… 3) http://revolution-news.com/professors-face-jail-time-for-social-media-shares-and-exam-question/… 4) http://www.scoop.co.nz/stories/WO1602/S00009/crimes-of-conscience-in-turkey.htm… 5) http://myinforms.com/en-au/a/23346955-crimes-of-conscience-in-turkey/… 6) http://article.wn.com/view/2016/02/03/Crimes_of_Conscience_in_Turkey/… 7) http://www.hurriyet.com.tr/facebooktaki-misralar-delil-sayildi-40047441?utm_source=twitterfeed&utm_medium=twitter… 8) http://www.evrensel.net/haber/271317/sosyal-medya-paylasimina-iki-dava… 9) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/473052/Sanatcinin_Can_Yucel_paylasimi__suca_tahrik__delili_sayildi.html… 10) http://www.birgun.net/haber-detay/facebook-ta-paylasilan-can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi-102370.html… 11) http://www.radikal.com.tr/turkiye/facebooktaki-can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi-1502795/… 12) http://www.ozgur-gundem.org/haber/156560/cumhuriyet-savcisi-tarafini-secti… 13) http://direnisteyiz2.org/sibel-ozbuduna-2-facebook-davasi-suc-islemeye-alenen-tahrik/… 14) http://gaziantephaberler.com/adil-okay&sibel-ozbuduna-selam-yazisi-9254.html… 15) http://sanatvehayat.org/sibel-ozbudun-yalniz-degildir/… 16) http://www.diken.com.tr/akademisyenin-facebook-paylasimina-teror-propagandasi-davasi/… 17) http://haber-t32.com/tag/sibel-ozbudun/… 18) http://gazeteyolculuk.net/akademisyen-sibel-ozbuduna-facebook-paylasimi-nedeniyle-iki-dava-acildi/sibel-ozbudun/… 19) http://www.demokrathaber.net/genclik-egitim/yazar-akademisyen-sibel-ozbudun-facebook-paylasimindan-yargilanacak-h61556.html… 20) http://www.gomanweb.org/index.php/tum-haberler/sizden-gelenler/20538-sibel-oezbudun-a-facebook-paylas-mlar-ndan-iki-dava… 21) http://yarinhaber.net/guncel/33542/can-yucelin-dizeleri-teror-propagandasi-sayildi… 22) http://gaziantephaberler.com/sibel-ozbuduna-facebookta-yaptigi-paylasimlar-nedeniyle-iki-ayri-dava-acildi-haberi-35250.html… 23) http://haber.sol.org.tr/turkiye/facebooktaki-can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi-144384… 24) http://www.merkurhaber.com/guncel/can-yucel-in-siirine-teror-sorusturmasi-h388308.html… 25) http://www.mansethaber.com/akademisyene-facebook-davasi/15712/… 26) https://www.vatandanhaber.com/haber/9862/ulke-bolunsun-istiyorum.html… 27) http://www.medyafaresi.com/etiket/sibel-ozbudun… 28) http://gazetexpress.com/… 29) http://www.akithaber.com/haberoku.php?HID=4947482&Haber=… 30) http://haberozel.org/index.php/2016/01/31/can-yucel-terorist-sayildi/… 31) http://www.internethaberlerim.com/haberler/facebook039taki-can-yucel-dizeleri-039suca-tahrik039-delili-sayildi-3f0a0244… 32) http://aktifmedya.com/2016/01/guncel/sosyal_medya_sitesi_facebooktaki_can_yucel_dizeleri_suca_tahrik_delili_sayildi-30690.html… 33) http://www.haberdar.com/gundem/akademisyene-facebook-paylasimindan-2-ayri-dava-h16107.html?mnst=5116… 34) http://t24.com.tr/haber/can-yucelin-ulke-bolunsun-istiyorum-siirini-paylasan-akademisyene-teror-sorusturmasi,326261… 35) http://www.palo.com.tr/a/can-y%C3%BCcel-dizeleri-su%C3%A7a-tahrik-delili-say%C4%B1ld%C4%B1-1102926… 36) http://www.bursaport.com/haber/guncel/can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi-72093.html… 37) http://www.medyaradar.com/facebooktaki-can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi-haberi-188846… 38) http://www.yonhaber.com/manset/siir-suc-delili-sayildi… 39) http://www.muhalefet.org/haber-can-yucelin-siiri-faceebokta-paylasilinca-suca-tahrik-delili-sayildi-0-18341.aspx… 40) http://www.egedesonsoz.com/haber/can-yucel-in-dizeleri-suc-sayildi/918917… 41) http://www.egemeclisi.com/ara?s=sibel%20%C3%B6zbudun… 42) http://www.haber3.com/Sibel-%C3%96zbudun-haberleri.htm… 43) http://www.haberartiturk.com/sibel%20%C3%B6zbudun-haberleri.htm… 44) http://www.yenialanya.com/haberleri/sibel+%C3%B6zbudun… 45) http://sosyalkafa.net/akademisyene-facebook-paylasimi-nedeniyle-iki-ayri-dava-acildi/… 46) http://uzmanasor.org/dikkat-facebooktaki-can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi-… 47) http://sonhaberizle.com/haberler/son-durum-facebooktaki-can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi/… 48) http://www.antalyaajans.net/genel/can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi-h51444.html… 49) http://www.teylofm.com/haber/sibel-ozbuduna-sosyal-medya-paylasimina-iki-dava-h1620.html… 50) http://www.haberahval.com/gundem/www-1886082-facebooktaki-can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi/… 51) http://www.kurdistan-post.eu/tr/guncel/sibel-ozbuduna-facebook-paylasimlarindan-iki-dava?utm_source=dlvr.it&utm_medium=twitter… 52) http://jinha.com.tr/TUM-HABERLER/content/view/43813… 53) http://rojnameyanewroz.net/yazarimiz-sibel-ozbuduna-facebook-paylasimlarindan-iki-dava-5331.html… 54) http://rojname.com/2398040… 55) http://www.bestanuce6.xyz/241574/sibel-ozbudun-a-sosyal-medyadan-orgut-davasi&dil=tr… 56) http://devrimcikaradeniz.com/sibel-ozbuduna-facebook-paylasimlarindan-iki-dava/… 57) http://www.kizilportal.com/sibel-ozbuduna-facebook-paylasimlarindan-iki-dava/… 58) http://www.bidoluhaber.tv/sibel-ozbuduna-can-yucel-ile-iddianame.html… 59) http://www.haberport.com/gundem/facebook-taki-misralar-delil-sayildi-h109098.html… 60) http://basinozeti.com/Gundem-ve-Siyaset/Facebooktaki-misralar-delil-sayildi/32311783… 61) http://agridahaber.com/facebooktaki-can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi-65279h.htm… 62) http://www.hukukihaber.net/ozel-hukuk/facebook-paylasimi-delil-sayildi-h70622.html… 63) http://tr.wikiwet.org/w/facebooktaki-misralar-delil-sayildi… 64) http://www.habertarayici.com/?h=272230&tt=facebook-taki-misralar-delil-sayildi… 65) http://www.e-gazeteoku.net/haberler/facebook-paylasimi-nedeniyle-akademisyene-teror-propagandasi-davasi-cc530cc4… 66) http://www.bestarss.com/news/facebooktaki-can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi… 67) http://www.akhaber.com.tr/akademisyen-ve-gazetecilerden-suc-duyurusu-59291h.htm… 68) http://www.bestarss.com/news/facebook-paylasimi-nedeniyle-akademisyene-teror-propagandasi-davasi… 69) http://dusuncesuclarimuzesi.net/?xblank=haberler&xhid=3400… 70) http://www.oncuhaberler.com/haber/8705/facebooktaki-can-yucel-dizeleri-suca-tahrik-delili-sayildi… 71) http://yurtsever.news/aksam-postasi-30-ocak-2016/… 72) http://dusun-think.net/?s=haberler&id=2294… 73) http://ctl-tr.net/… 74) http://arzusaryer.blogspot.com.tr/2016_02_01_archive.html… 75) https://plus.google.com/105239188131241146993… 76) https://twitter.com/CAF4MESA… 77) https://twitter.com/TurquieEurop… 78) https://twitter.com/info_turk… 79) https://twitter.com/amberinzaman… 80) https://twitter.com/mesuthasanbenli… 81) https://twitter.com/Kampfplatz… 82) https://twitter.com/guler_murad… 83) https://twitter.com/UOzkirimli… 84) https://twitter.com/medyaatlasi… 85) https://twitter.com/equalright2… 86) https://twitter.com/Nyxs3… 87) https://twitter.com/ismailcolak52… 88) https://twitter.com/akbak1… 89) https://twitter.com/musicavolantt… 90) https://twitter.com/sosyolojikvaka2… 91) https://twitter.com/ibrahimyaln14… 92) https://twitter.com/cipres_limon… 93) https://twitter.com/galatagazete… 94) https://twitter.com/ErolOnderoglu… 95) https://twitter.com/NezKaya1… 96) https://twitter.com/handancoskun21… 97) https://twitter.com/elsatriolet… 98) https://twitter.com/TurnaSel… 99) https://twitter.com/devrimzamanii… 100) https://twitter.com/EmekErez… 101) https://twitter.com/Emrah_Altindis… 102) https://twitter.com/ahmetkerimgltkn… 103) https://twitter.com/cipres_limon… 104) https://twitter.com/saglamkok… 105) https://twitter.com/siyahrus… 106) https://twitter.com/piinar_o… 107) https://twitter.com/emrahkalkn… 108) https://twitter.com/Fuatzbildirici… 109) https://twitter.com/medetyaprak… 110) https://twitter.com/SelinaKoral… 111) https://twitter.com/jan87114328… 112) https://twitter.com/AyseTurgul… 113) https://twitter.com/GaziCaglar… 114) https://twitter.com/FENER_NEFER… 115) https://twitter.com/teslaon… 116) https://twitter.com/DipAnkara1… 117) https://twitter.com/adilokay… 118) https://twitter.com/dusuncesucumuze… 119) https://twitter.com/78Basusta… 120) https://twitter.com/Surgunleri… 121) https://twitter.com/KuvvetDogar… 122) https://twitter.com/dusundusun… 123) https://twitter.com/izinde1… 124) https://twitter.com/AvSerifYilmaz… 125) https://twitter.com/GGhaberler… 126) https://twitter.com/BarisAkademik… 127) http://www.sabitfikir.com/haber/dusunce-ozgurlugu-bulteni-5-subat… 128) http://mulkiyehaber.net/?p=12543… 129) https://allevents.in/alt%C4%B1ndag/ger%C3%A7ekleri-s%C3%B6ylemek-su%C3%A7sa-bu-su%C3%A7u-sahipleniyoruz/188281018195610… 130) https://twitter.com/KansuYildirim… 131) https://twitter.com/nihatkocyigit… 132) https://twitter.com/ismailcolak52… 133) https://twitter.com/seyrisokak… 134) https://twitter.com/NurettinZtatar… 135) https://twitter.com/livaneliyim… 136) https://twitter.com/AFeministK… 137) https://twitter.com/Okta47… 138) https://twitter.com/4_soran… 139) https://twitter.com/devrimzamanii… 140) https://twitter.com/cipres_limon… 141) http://www.e-dromos.gr/pogrom-diwxewn-enantion-tourkwn-panepisthmiakwn/… 142) http://www.gomanweb.org/index.php/tum-haberler/ac-klama-duyuru-mesaj/20674-sibel-oezbudun-la-dayan-sma-12-subat-ta-ankara-35-asliye-ceza-mahkemesi-nde… 143) http://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/171997-akademisyen-sibel-ozbudun-davasi-12-subat-ta… 144) http://sosyalkafa.net/sibel-ozbudunun-ilk-durusma-tarihi-belli-oldu/… 145) https://twitter.com/BBCkurdistan… 146) https://twitter.com/AnkaraDHF… 147) https://twitter.com/inadinahaber… 148) https://twitter.com/SosyalRobot… 149) https://twitter.com/Okta47… 150) https://twitter.com/recoo_4251… 151) https://twitter.com/senolakdag… 152) https://twitter.com/info_turk… 153) https://twitter.com/otekilerpostasi… 154) https://twitter.com/tweetgzt… 155) https://twitter.com/KomunyaG… 156) https://twitter.com/DirenUnutma… 157) https://twitter.com/ercanayranci… 158) http://etkinlikgazetesi.com/Akademisyen-Sibel-zbudun-Davas-12-ubatta-325303.html… 159) https://twitter.com/BOLATUK… 160) http://malatyahabersaati.com/facebook-paylasimi-gerekcesiyle-dava-acilan-ozbudunla-dayanisma-cagrisi/… 161) http://www.sizehaber.com/haber/246412/akademisyen-sibel-ozbudun-davasi-12-subatta?utm_source=… 162) https://twitter.com/PinarAYDINLAR… 163) https://twitter.com/YeniAlternatif… 164) https://twitter.com/OzanDeger… 165) https://twitter.com/MankeErich… 166) https://twitter.com/tnlkn… 167) http://www.topix.com/world/turkey… 168) https://twitter.com/ygenc2001… 169) https://twitter.com/direncigdem… 170) https://twitter.com/MerBawer…

[15] Vatandan Haber, 31 Ocak 2016… https://www.vatandanhaber.com/haber/9862/ulke-bolunsun-istiyorum.html

[16] “Katılamadık”, Hürriyet, 31 Mart 2015, s.11.

[17] Pelin Cengiz, “AKP, İktidarını Dört Yıl Daha Sürdürebilir mi”, Taraf, 4 Kasım 2015… http://www.taraf.com.tr/akp-iktidarini-dort-yil-daha-surdurebilir-mi/

[18] “IPI’den Türkiye Raporu: Demokrasi Risk Altında”, Cumhuriyet, 29 Mart 2015, s.14.

[19] TURKEY, Country Reports on Human Rights Practices for 2014 United States Department of State • Bureau of Democracy, Human Rights and Labor. http://www.state.gov/documents/organization/236798.pdf

[20] “Yargıtay Başkanı’ndan ‘İfade Özgürlüğü’ Vurgusu”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2016, s.13.

[21] “Düşünce Suçu Tarihe Karıştı”, Gazetevatan, 13 Kasım 2013… http://www.gazetevatan.com/-dusunce-sucu-tarihe-karisti–583783-gundem/

[22] Yalnızca 2015 yılının Temmuz-Eylül döneminde 37’si gazeteci 61 kişi, eski Başbakan (TCK 125) ve Cumhurbaşkanı (TCK 299) Recep Tayyip Erdoğan’a yayın yoluyla hakaret ettikleri veya Erdoğan’ın kişilik haklarına saldırıda bulundukları iddiasıyla işlem (mahkûmiyet, kovuşturma, soruşturma, şikâyet ve tazminat olarak) gördü. (“Üç Ayda 178 Haber, 101 Site, 40 Twitter Hesabına Sansür”, Birgün, 23 Ekim 2015, s.10.)

[23] Celal Üster, “… ‘Hakaret’ Kovuşturması Rekoru…”, Cumhuriyet, 21 Ocak 2016, s.17.

[24] ÇTL Düşünce Suçları Davalarının Veritabanı, http://ctl-tr.net/?s=ana&dosya_kat=11

[25] Mert İnan, “Adalet Arayan 38 Bin Kişi AYM’ye Başvurdu”, Milliyet, 1 Mayıs 2015, s.25.

[26] Kenan Alpay, “Son Kara Ütopya: Ahlâksız ve Şerefsiz Toplum”, Akit,2 Temmuz 2015.

[27] T. C. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu, Basın Karar no. 2016/118. benzer biçimde, ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ başlıklı bildiriye imza atan Ankara Üniversitesi akademisyenlerine yönelik ‘Yeni Akit’ gazetesi ile gazetenin internet sitesi ve ‘Akit Haber’ internet sitesinde “Uzatmayın atın bu adamları”, “diplomalı sapkınlar” başlığıyla haberler yayınlandı.

Akademisyenlerin isimleri verilerek, “eşcinsel sevici hoca”, “diplomalı sapkınlar”, “Ermeni aşığı”, “mandacı akademisyen”, “Müslümanlara ‘o. çocuğu’ diyen kahpe” gibi ifadeler kullanıldı. Ankara 2. Sulh Ceza Hâkimliği, erişim yasağı talebini, haberlerin basın özgürlüğü kapsamında kaldığı ve talep edenin kişilik haklarına saldırı mahiyetinde olmadığını savunarak reddetti. Ret kararına Ankara 4. Sulh Ceza Hâkimliği nezdinde yapılan itiraz da reddedildi. (“Akademisyenlere ‘Kahpe’ Demek Basın Özgürlüğü Sayıldı”, http://www.bidebunuizle.com/akademisyenlere-kahpe-demek-basin-ozgurlugu-sayildi-58379.html)

[28] “Siyasetçilerin Eleştiri Sınırları Daha Geniş Olmalı”, Evrensel, 4 Aralık 2015, s.13.

[29] “Basın Özgürlüğü İçin Örnek Karar”, Evrensel, 19 Kasım 2015, s.11.

[30] Mesut Hasan Benli, “… ‘Eli Kanlı Katil Polis’ Demek Suç Değil”, Radikal, 14 Ekim 2013, s.6.

[31] “Yargıtay’dan İlginç Karar: Taş Atmak Düşünce Suçu”, Dünya Bülteni, 19 Eylül 2014. http://www.dunyabulteni.net/haber/309596/yargitaydan-ilginc-karar-tas-atmak-dusunce-sucu

[32] Canan Coşkun, “Nokta Dergisi Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleri Müdürü Tutuklandı”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2015, s. 7.

 

Radikal sosyalizm hâlâ güncel!

[2]

 

“Başka Bir Dünya Mümkün… Örgütleyecek Güç Sensin” Sempozyumu düzenleyicileri benden, tam 10 dakikada ‘Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne Sosyalizmin Güncelliği’ne dair görüşlerimi ifade etmemi istediler?

Böylesine imkânsızı isteyen gerçekçilik karşısında ne diyebilirim?!

Aslında, 29 Kasım 2014 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da düzenlediği, ‘Ekim Devrimi’nin Yıldönümünde Sosyalizmin Güncelliği Sempozyumu’na sunduğum ‘Komün’den Ekim’e Eski(meyen) Sosyalizm’ başlıklı tebliğde diyeceklerimi demiştim.

Tuncel Kurtiz’in, “Komünizmden başka insanlığın insanca yaşamasını, köleliğin kalkmasını, ırkçılığın kalmamasını öneren bir yol var mı?” sözünü anımsatarak, daha önce dediklerime ekleyebileceklerim şunlar olabilir.

Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne uzanıp tüm yerküreyi kucaklayan başkaldırı olmasaydı kimin haddineydi, burjuvaziyi kovup, iktidara el koyarak, “Cellatların döktükleri kan,/ Kendilerini boğacak/ Bu kan denizinin ufkundan,/ Kızıl bir güneş doğacak” diye haykırmak…

Sosyalist isyan tüm insanlığa bu umudu, bilinci, cüreti verdi. Sömürü ve zulüm var olduğu sürece, altını çizdiğim umut, bilinç, cüret yok edilebilir mi? Kesinlikle hayır! Elbette, “İdeolojiler dönemi bitti”; “Tarihin Sonu” tezine sarılan vazgeçişlere değil sözüm elbet…

Siz boş verin bu zırvalara, tarih onu yapan insanların, mücadelelerin şahsında tam da Marksistlerin öngördüğü biçimde akıyor. “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” ya da “küreselleşme” dedikleri sürdürülemez kapitalist zulüm karşısında şimdi sosyalizm daha da güncel değil ise, ne?[3]

Devrimden korkanların, vazgeçenlerin kotarıp uydurduğu liberal tezlerde vaaz edildiği üzere, “Tarihin sonu” falan gelmedi! Aksine tarih -onu üreten kötü yanıyla- hızlanırken; bayağılığın, hamasetle bezenmiş vasat siyasal ortamın, çürümüş barbarlığın alternatifi olarak sosyalizmi çağırıyor.

Örneğin Rusya’daki bir araştırma, ekonomik sıkıntıların halkı piyasa ekonomisinden soğuttuğunu, Sovyetler Birliği dönemindeki planlı ekonomiyi arar duruma getirdiğini ortaya koyuyor. ‘Levada Center’ın anketine göre, Rusya vatandaşlarının yüzde 52’si planlı ekonominin piyasa ekonomisinden daha doğru olduğunu düşünüyor. Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisine dayanan ekonomik sistemi doğru bulanların oranı yüzde 26 iken yüzde 22’si de soruyu yanıtsız bıraktı.

‘Turkrus’ sitesinin haberine göre, Rusya’da 2012 yılında yapılan ankette ise katılımcıların yüzde 49’u planlı ekonomiden yana olduğunu söylemişti. Piyasa ekonomisini savunanların oranı ankete yüzde 36 olarak yansımıştı. Yeni ankete göre Rusya vatandaşlarının yüzde 37’si, en iyi politik sistemin Sovyetler Birliği’ndeki sistem olduğu görüşünde. Bu oran 2012’de yüzde 29 idi. Rusya’da bugün var olan siyasi sistemi savunanların oranı 2012’den bu yana yüzde 29’dan yüzde 23’e geriledi.[4]

Bu size bir şey anlatıyor mu?[5]

Eğer anlatmıyor ise; Germain Martin’in, “Di têkçûnê de hêvîya xwe winda neke, di bin her serneketîyê de daxwazake serfirazîyê veşartî ye,”[6] sözünü anımsayarak; sürdürülemez kapitalizmin yarattığı küresel yıkım tablosuna ve ayağa kalmış insan(lık)a bakın…

 

  1. AYRIM: DEVRİM -HER ZAMAN- GÜNCELDİR

 

“Her neslin yeni bir

devrime ihtiyacı vardır.”[7]

 

Şimdi, altı ısrarla çizilmesi gereken şey: Devrimin güncelliği fikri ve “Devrimciler devrimi, devrimden önce öngörürler, kaçınılmazlığını fark ederler ve kitlelere bunun gerekliliğini anlatırlar, yol ve yöntemlerini açıklarlar,”[8] diyen V. İ. Lenin’in uyarısıdır.

Can Yücel’in deyimiyle, “tüzük değil büzük isteyen” devrim,[9] darbe ya da basit bir iktidar değişimi değildir. O, toplumun bütün dinamiklerini harekete geçiren yaratıcı yıkımdır; kökten değişikliktir; eylemdir, süreçtir.

Yeniliktir, umuttur; sömürü düzenini, üretim ilişkilerini değiştirmektir. Sınıflı-sömürü düzeni yıkıp, değiştirerek yeni bir hayatın mümkün olduğunun kanıtlanmasıdır. Umudun diğer adıdır; “olmazsa olmaz”dır; sürdürülemez kapitalizmde temiz kalan tek yer(imiz)dir; tek gerçek ve yoldur.

Yönetici sınıfın mülksüzleştirilerek, iktidara -zorla- el konulması eylemi; toplumsal değişme; üretim ilişkilerinin kolektivizasyonu olarak devrimi, devrim yapan “düzen içi yasal”lıkları aşıp, “halk desteği”ni kazanan bir tarihsel eylem olmasıdır.

  1. Marx ile F. Engels’in, “Devrim yalnızca egemen sınıfı devirmenin tek yolu bu olduğu için değil, onu deviren sınıfın üzerine bulaşan pislikten ancak devrim yoluyla arınıp toplumu yeni temeller üzerinde kurmaya uygun hâle gelebileceği için de bir zorunluluktur,” notunu düştüğü devrim; Spartaküs’ün, Şeyh Bedrettin’in ordusunda nefer olmak; Paris Komünü barikatlarında umut olmak; Ekim Devrimi’yle ayaklanmak; Emiliano Zapata, Che vd’leriyle eşitlik özgürlük düşünün peşinde koşmaktır.

Toplumsal alt-üst oluştur; cürettir, toplumsal cesarettir. Silahın ve siyasetin örgütlenmesi olarak devrim;[10] bazen de, A. Gramsci’nin ifadesiyle, “Kapital’e karşıdır”!

Hakikâti aramak; hakikât yolunda aşk ile koşmaktır; bütün aşkların toplamıdır; doğayı ve hayatı sarsacak saattir; bilinçtir, inançtır, emektir, örgütlü eylemdir.

Evet devrimi büyük dönüşüm olarak düşlemek, tahayyül etmek gerekirken; liberallerce (ve reklamlarda, haberlerde en çok kullanılan sözcüklerden biri olarak!) içi en çok boşaltılmaya çalışılan kavramlardan birisidir o.

“Devrim genel bir belirlemedir. En kapsamlı ifadesini bir sosyoekonomik formasyondan daha üsttekine geçişte, yani sosyal devrimde bulur… Buysa toplumda politik, ekonomik, ideolojik ve kültürel bir altüst oluş olmadan olmaz. Eski ekonomik sistemin yerini yeni ekonomik sistemin, bu sisteme uygun yeni politik ve hukuki üstyapının, yanı sıra yeni bir ideolojinin, kültürün, ahlâkın (vs.) alması gerekir. Devrimlerin tek ve ani bir hareketle değil, karmaşık, çatışmalı ve sancılı bir süreç gerektirmesi bundandır.”[11]

Bu çerçevede devrim teorisi, determinist olması yanında volantaristir (iradecidir). Bu ikili özellik diyalektik bir bütün oluşturur.

Devrimi, tarihini yapan insanlar yaratır.

Devrimci zor ile eski(yen) devlet mekanizmasını parçalayarak, sınıfsız toplumu hedefleyen devrim ya süreklidir ya da karikatür.

Devrim politik iktidarın ele geçirilmesiyle, bir üretim tarzından bir ileri üretim tarzına geçiştir. Yani devrim, sürekli ve kesintisiz bir ihtilâl sürecini öngörür.

Marx’ın, “Filozoflar hep bu dünyayı tartıştılar, önemli olan onu değiştirmektir,” saptamasından yola çıkılarak, dünyayı değiştirme yolunda yapılacak her türlü düşüncenin eyleme dökülmüş (praksis) hâlidir devrim.

Toptan değişim, yenilenme; sonu olmayan bir dönüşümdür; egemenlerin kâbusu, ezilenlerin şöleni ya da Prometheus’un soyundan gelenlerin kalkıştığı eylemdir.

Sıyrılıp gelendir; eskinin ölümü/ tasfiyesi, yeninin doğumu/ var edilmesi, imkân/ imkânsızlık, çığlık, isyandır.

Geçerken anımsatalım: Her devrim bir değişikliktir fakat her değişiklik devrim değildir. Devrim mücadelesi reform mücadelesini kapsar, ilerletir; ancak reformizm devrimcilik değildir. Evet devrim mücadelesi reform mücadelesini kapsar, ilerletir ve nihayete erdirir.

Devrim her şeyin bir çırpıda olması, akşamdan sabaha tüm düzenin değişmesi demek değildir; evrimi dışlamaz, kapsar ve aşar. Devrimciler toplumsal dönüşümün uzun bir süreç olduğunu herkesten daha iyi bilirlerken; toplumsal altüst oluşun, yani binlerce yıllık sınıflı toplum pisliğinin bir çırpıda ortadan kalkmasını savundukları için değil, eski toplumun pisliğiyle radikal, köklü ve uzlaşmaz bir kopuşu savundukları için “reformlar yetmez, devrim şarttır” derler!

Devrimi bir azınlığın yapmasını savunmak ne kadar yanlışsa, devrimi salt sayısal çoğunluğa indirgemek ve işçi sınıfının kendi eseri olacağına göre, sınıfın tamamının ya da tamamına yakınının hep beraber yapacağını söylemek de bir o kadar yanlıştır.

Tamamlanamayan her devrimin sonu, trajik bir likidasyonken; eskiyi silme işidir devrim; ekonomi-politik bir olgudur; nihai kertede tamamen insanla alâkâlıdır.

Devrim, halk yığınlarının yaşamında sert bir dönüm noktasıdır, kırılmadır; yenilikçi, köktenci, eleştirel, cüretkâr bir eylemdir.

Ve de F. Engels’in ifadesiyle, “Bu baylar (anti-otoriterler) hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında? Devrim, her hâlde olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir bölümünün, tüfek, süngü, top gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki bölümüne zorla kabul ettirdiği bir eylemdir.”

Bayağı ve yoz olanı devirip, öteyi yaratmaktır; elin kolun bağlanmışken, ayağa kalkmaktır devrim.

Devrimci hedefler ve devrimci araçlar olmadan zafere ulaşamazken; “imkânsız” denilen zaman diliminde gerçekleşir çoğunluk devrim. Çünkü tarihsel gelişmenin, değişimin motor gücüdür o.

Arkadaş Z. Özger’in, “çünkü elbette bir su/ kendi akacağı toprağın sertliğini bilir/ ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak/ artık ırmak mı ne denir/ işte devrim/ ona benzer bir akışın hızına denir,” dizelerindeki saptama ve aç çocukların gülümseten bir türküdür; bir gülün açılmasıdır; aşkın öbür adı; bir nevi kara sevdadır…

Belleğin unutuşa karşı savaşımıdır; yaşama/ yaşatma gücüdür; hayatı aşkla örmek kadar, aşk için ölmektir devrim…

Sonra da Ursula K. Le Guin’in, “Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir,”[12] biçiminde formüle ettiği ya da Karl Marx’ın, “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki bir ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri hâline gelir. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder,”[13] notunu düştüğü dalgalar hâlinde gelişen, kopuşlara denk düşen toplumsal değişimler bütünüdür…

Yeri gelmişken hatırlatayım: Devrim hata yapmamaya gayret etse de, eylemsiz bir mükemmeliyetçilikle hata yapmaktan kaçınmak değildir: “Biz hatalarımızdan korkmuyoruz. Devrimin patlamasıyla insanlar azizlere dönüşmüyor. Yüzyıllardır ezilmiş, korkutulmuş, sefalet ve cehalet içinde tutulmuş, vahşileştirilmiş olarak yaşamış olan emekçi sınıflar devrimi, hatalar da yapmadan gerçekleştiremezler,” diye haykıran V. İ. Lenin’e kulak verir…

Bunlardan “Neden” mi söz ediyorum? Güncelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen devrimin eşitlikçi özgürlük ütopyasının,[14] Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne uzanan güzergâhta kendisini yeniden inşa ederek, biçimlendirmekte olduğumuz geleceğimize ışık tutmasından…

 

I.1) PARİS KOMÜNÜ ÖRNEĞİ

 

“Bazı yıkılışlar, daha parlak

kalkınışların teşvikçisidir.”[15]

 

“İşçiler yönetebilirler mi?” veya “İktidarı ele geçirip onu sınıf düşmanlarına karşı koruyabilirler mi?” sorularına 1871’in 18 Mart’ında kurulan Paris Komünü “Evet” yanıtını veren tarihteki ilk örnekti; ilk işçi devletiydi; emekçi insanlığa tarihin sınıflı-sömürücü tablosunun parçalamasının mümkün olduğunu öğretendi…

Paris Komünü, dünya devrim tarihi açısından iyi incelenmesi gereken oluşumdur;[16] gerçek anlamda özgürlük, eşitlik ve sınıf mücadelesinin laiklik kavrayışı açısından da bir örnekti;[17] 1871 yılında -topu topu- üç ay sürmesine rağmen, siyaset, düşünce ve sanat dünyasını derinden etkilemişti.

Örneğin karlı bir Moskova gününde V. İ. Lenin, adeta, sevinç ve coşku içinde dansediyor gibidir. Çevresindeki yoldaşları bu duruma şaşırırlarken; onların şaşkınlığına gülerek, “Bugün Sovyet iktidarının 73. Günü. Yani, Komünü bir gün geçtik,” cevabını verir.

Onun bu sevincinde, “Ölsem de gam yemem” edası vardır. Boşuna da değildir bu sevinç. Çünkü V. İ. Lenin’in sokağa çıktığı o güne kadar, proletaryanın iktidar olduğu süreyi, sadece 72 gün olarak kaydetmişti tarih. O gün süreyi bir gün uzatmışlardı. Kuşkusuz, o sevinç, bir günle sınırlı kalmadı.

72 gün süren Paris Komünü’nün bir öyküsü vardır ve enternasyonal’in…

Gözlerinizi kapayın şimdi, kapadınız mı? Yakınlarda bir dünya haritası varsa, elinizi herhangi bir yere koyun. Neresi olduğu hiç farketmez. Dünyanın neresinde ve hangi dilde olursa olsun, o ezgiyi duyduğunda hemen tanırsınız. Ya da, ister ıslıkla çalın istersen yabancı diyarlarda olduğunuza aldırmadan, kendi dilinizde söyleyin; dost da, düşman da hemen tanır o ezgiyi.

“Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık/ Enternasyonalle kurtulur insanlık”

Evet, enternasyonal marşı’nın ezgisidir bu. Her dilden insanın hemen tanıdığı tek ezgi. Enternasyonal’dir bizim marşımız yani. Bir yanıyla kavgamızın en özlü ve özet ifadesidir;

“Yıkalım bu köhne düzeni/ Biz başka alem isteriz…”

Yazarı Fransız Komünar Eugene Pottier’dir (1816-1887). İşçi kökenli bir şair olarak, şiirlerini kavganın içinde yazdı. Burjuvaziye karşı proletarya saflarında 1848 barikatlarının direnişçisi olan Pottier, 1871 Paris Komünü’nde de halk temsilcisi olarak yer aldı. Enternasyonal’e kaynaklık eden şiirini komün savunması sırasında yazdı. Bir diğer ifadeyle, o şiiri Komünar’lar kanlarıyla yazdılar. Pottier’ye düşen satırlara geçirmek oldu.

“Zulme karşı hıncımız volkan/ Bu ölüm dirim kavgası…”

Özetle V. İ. Lenin’in “Spontane bir hareketti, kimse bir biçimde, bilinçle hazırlamış değildi” diye anlattığı Paris Komünü’nün siyasal önlemleri arasında, başlıca “sürekli ordunun kaldırılması” ile “bürokrasinin kaldırılması” geliyordu.

Karl Marx’ın başlangıçta “Umutsuz bir çılgınlık eylemi” diye nitelediği, ama olay patlak verdikten sonra dikkatle izleyerek alkışladığı Komün, böylece, burjuva devletinin dayanaklarını ortadan kaldırma girişiminde bulunmuş oluyordu.

Burjuva devletinin en gelişmiş biçimi ise “parlamenter demokratik cumhuriyet” idi. Bu da sürekli orduya, polise ve bürokrasiye dayanıyordu. İşte Marksizmin kurucularını baştan beri düşündüren konu burada düğümleniyordu: devleti ele geçiren işçi sınıfı, bu aygıtı olduğu gibi devralarak kendi egemenliği için kullanabilir miydi? Marx, Engels, Lenin, bu soruya verdikleri yanıtlarda, Paris Komünü’nden çıkardıkları dersi göz önünde tutarak, burjuva devletinin dayanakları olan bu üç öğenin yıkılıp atılmasını önermişlerdir.

Çünkü onlara göre bu üç güç, burjuva sınıfının baskı mekanizmasından başka bir şey değildirler. Ordu, polis, bürokrasi, el değmeksizin bırakılırsa yeni bir şey elde edilmiş olmaz. İşçi sınıfı, burjuva devletinin yerine, onun daha yüksek bir biçimi olarak devlet olmayan, Paris Komünü örneğinde bir örgüt getirir.

Bu nedenle Paris Komünü anlık değildir. Eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik vaatlerinin takipçisi olan proletaryanın bunları nasıl gerçekleştireceğini öğrenmeye başlamasının bir sonucudur.

İdam edilmeden önce Kömünarların, “Ölmek umurumda değil, 72 gün özgür yaşadım,” diye haykırdıkları “[Komün], esas olarak bir işçi sınıfı hükümeti idi; üreten sınıfın mülk edinen sınıfa karşı mücadelesinin ürünüydü; emeğin ekonomik kurtuluşunun içinde gerçekleştirileceği, nihayet keşfedilmiş politik biçimdi,” der Karl Marx ve ekler Friedrich Engels:

“Son zamanlarda sosyal demokrat sığ kafalılar proletarya diktatörlüğü sözcüklerini duyduklarında yeniden müthiş bir dehşete düşer oldular. Bakın, beyefendiler, bu diktatörlüğün neye benzediğini merak mı ediyorsunuz? Paris Komününe bakın. İşte proletarya diktatörlüğü…”[18]

Marksistler tarafından tarihin ilk sosyalist devrim denemesi olarak kabul edilmesi yanında; Karl Marx’a göre proletarya diktatörlüğünün ilk örneği olarak, işçi sınıfının hazır devlet aygıtını ele geçirip kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini, onu parçalayarak bir yenisi ile değiştirmesi gerektiğini göstermiştir.

Yenilgileri ardından Karl Marx, “Onlar cennetin fethine çıkmışlardı” diye Komüncüleri selamlarken; 35 yıl sonra Lenin, 1905 Rus demokratik devrimi’nin ertesinde; “Paris Komününün anısını ne denli yüceltirsek, onun yanlışlarını ve içinde yer aldığı özel koşullan tahlil etmeksizin ona gelişigüzel değinmek de o denli hoş görülemez,”[19] değerlendirmesini yaparken; yine Karl Marx’ın ağzından şu hatalarını da aktarabiliriz:

“Merkez komite ve daha sonra da Komün, o pis Thiers cücesine düşman güçleri toplama zamanı bıraktılar. Sanki Thiers Paris’i zorla silahsızlandırmaya çalışarak iç savaşı daha önce başlatmamış gibi, iç savaşı başlatmadılar. İktidarı zorla ele geçirmiş olmakla suçlanmamak için, gericiliğin Paris’teki yenilgisinden hemen sonra Versailles üzerine yürüyecek yerde, örgütlenmesi vb. daha da zaman isteyen Komünü seçmekle, değerli bir zaman yitirdiler. Merkez komite, yerini Komüne vermek için görevlerini çok çabuk bıraktı.”

Bu yanlış Paris Komünü’nün yaşamını kısalttı.

 

I.1.1) ÖZ YÖNETİM PARANTEZİ

 

“Evet belki de haklısın,

sıfır’ın gücü yoktur.

Ama unutma ki, sıfırın

kaybedecek bir şeyi de yoktur.”[20]

 

Burada konuyla ilintili olarak bir öz yönetim parantezi açmadan geçmeyelim.

1871 derslerinden birisi, Komünlerin sadece bir “Komünal” hareket olarak ve öz yönetimle kalmayıp, mülkiyet ilişkilerini değiştirmesi zorunluluğudur.

Paris Komünü örneğindeki üzere anarşistler gibi öncelikle bağımsız, yerel olarak öz yönetimli organların kurulması ve bunların kendi yerellikleri içinde reformlar yapmaya çalışmaları gerektiğini savunanlar yanıldı.

Komünler, doğrudan sosyalist devrimci eylemle -özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla-, kendi bağımsızlıklarını ilan ederek, kurulabilirdi.

Toplumsal sermayeyi elinde tutanları mülksüzleştirmek için kararname beklemeleri olmazdı; derhâl müdahale edilmeliydi.

Tıpkı V. İ. Lenin’in altını çizdiği üzere: “Komün tarafından alınan ve Marx’ın önemle belirttiği önlemlerden biri son derece dikkate değer: bütün temsil ödeneklerinin, memur zümresine tanınmış bütün parasal ayrıcalıkların kaldırılması; bütün memur aylıklarının ‘işçi ücretleri’ düzeyine indirilmesi. Burjuva demokrasisinden proletarya demokrasisine, ezenlerin demokrasisinden ezilen sınıfların demokrasisine, belirli bir sınıfı baskı altında tutmaya yarayan ‘özel güç’ olarak devletten, halk çoğunluğunun, işçi ve köylülerin genel iktidarı tarafından baskıcılar üzerinde uygulanan baskıya dönüş, en göze çarpar biçimde, işte burada ortaya çıkar. Ve işte tam da devlet, sorunuyla ilgili belki bu en çarpıcı ve en önemli nokta üzerindedir ki, Marx’ın öğrettiği şeyler, en çok unutulan şeyler olmuştur. Basitleştirilmiş açıklamalarda -sayısızdır bunlar- bundan hiç söz edilmez. İnançları devlet dini hâline geldikten sonra, ilkel Hıristiyanlığın ‘saflıklarını’, devrimci demokratik ruhuyla birlikte unutmuş bulunan Hıristiyanlar gibi, bu nokta üzerinde bir ‘saflık’mış gibi susmak, ‘usuldendir’.

Yüksek devlet memurları aylıklarının indirimi, ‘yalnızca’ saf, ilkel bir demokratizm istemiymiş gibi görünür. Modern oportünizmin ‘kurucularından’ biri, eski sosyal-demokrat Ed. Bernstein, ‘ilkel’ demokratizme karşı yavan burjuva alaylarını yinelemeyi alışkanlık hâline getirmişti. Bütün oportünistler gibi, günümüzün bütün Kautskistleri gibi, o da, ilk olarak ‘ilkel’ demokratizme belirli ölçüde bir ‘dönüş’ olmaksızın, kapitalizmden sosyalizme geçmenin olanaksız olduğunu (çünkü, ensonu devlet görevlerinin çoğunluk tarafından, halkın tümü tarafından yapılması başka türlü nasıl olanaklı olabilir?), ve ikinci olarak, kapitalizm ve kapitalist kültür üzerine dayanmış ‘ilkel demokratizm’in, eski, ya da kapitalizm-öncesi çağların ilkel demokratizmi olmadığını, hiç mi hiç anlamamıştır. Kapitalist kültür, büyük üretimi, fabrikaları, demiryollarını, postayı, telefonu vb. yaratmıştır. Ve, bu temel üzerinde, eski ‘devlet iktidarı’ görevlerinin büyük çoğunluğu öylesine basitleştirilmiş ve öylesine basit kayıt-kuyut, denetim işlemlerine indirgenebilmişlerdir ki, ilköğretimden geçmiş bulunan herkes bu işleri yapabilir; basit bir ‘işçi ücreti’ ile bütün bu işler pekâlâ yapılabilir; öyleyse, bu işlerden her tür ayrıcalıklı, ‘hiyerarşik’ nitelik kaldırılabilir (kaldırılmalıdır da).

İstisnasız bütün memurların her işe seçimle gelip, her an görevden geri alınabilmelerinin olanaklı olması, aylıklarının normal bir ‘işçi ücreti’ düzeyine indirilmesi gibi, işçilerle köylü çoğunluğunun çıkarlarını son derecede dayanışık duruma getiren bu basit ve ‘anlaşılması kolay’ demokratik önlemler, aynı zamanda kapitalizmden sosyalizme götüren köprü işini de görürler. Bu önlemler, devletin yeniden-örgütlenmesine, toplumun salt politik yeniden-örgütlenmesine ilişkindirler; ama elbette tüm anlam ve tüm değerlerini, ancak ‘mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesi’nin gerçekleşmesine ya da hazırlanmasına bağlandıkları zaman, yani üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyetin sosyalist mülkiyet durumuna dönüşmesiyle kazanırlar.”[21]

Özetle söz ve karar sahibi olma ilkesine dayanan öz yönetim (“otonomi”, “autogestion”, “self-management”) iki eksende varolabilir: i) Evcilleştirilmiş kapitalizme aksesuarlıkla… ii) Sınıfsız toplum yolunda devletin sönümlendirildiği özgür üreticiler “iktidarı”yla…

Avrupa yerel yönetimler özerklik şartındaki biçimiyle “ademi merkeziyet”, “ılımlı merkezcilik” diye de anılması mümkün olan öz yönetim önerileri; “devleti sönümlendiren” önlemler olmaktan çok bir “demokratik ve idari tanzim” olarak formüle edilirken;[22] söz konusu özerklik, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılmasına denk düşer. Yani her özerklik talebi/ ve pratiği, “devleti sönümlendiren” önlemler anlamına gelmemektedir.[23]

Büyük devrimlerin büyük kalabalıkların büyük patlamaları sonucu gerçekleştiği şeklindeki anlatıya karşı çıkan Murray Bookchin’in karşılıksız itirazlarını[24] kale almayan radikal sosyalistlerin komünden, öz yönetimden anladıkları Antonio Gramsci’nin altını çizdikleridir:

“İşçiler en iyi ve bilinçli yoldaşları arasından seçilen geniş delege meclisleri toplamaya hemen girişmelidirler; bunu, ‘fabrikalardaki tüm iktidar fabrika komitelerine!’ sloganı ile bu sloganı tamamlayan ‘tüm devlet iktidarı işçi ve köylü konseylerine!’ sloganıyla gerçekleştirmelidirler.

Böylelikle, parti ve semt kulüplerinde örgütlenmiş olan komünistlere somut, devrimci propaganda için uçsuz bucaksız bir alan açılmaktadır. Partinin kentteki seksiyonlarıyla uyum içinde olarak kulüpler, kendi alanlarındaki işçi sınıfı güçlerine ilişkin bir araştırma yapmak ve işyeri delegeleri semt konseyinin merkezi, semt içindeki tüm proleter güçleri toplayan ve koordine eden merkez hâlini almak zorundadır. Seçim sistemleri, fabrikaların büyüklüğüne bağlı olarak değişiklik gösterebilir; ne olursa olsun amaç, kategorilere ayrılmış bulunan (tıpkı İngiliz fabrikalarında olduğu gibi) her onbeş işçi için bir delege seçmek ve bir dizi seçim yoluyla, emeğin her görünümünü (kol işçileri, memurlar, teknisyenler) temsil eden bir fabrika delegeleri komitesine ulaşmaktır. Mahalle komitesi işçilerin yaşadığı semtte oturan başka emekçi kategorilerinin delegelerini de içine almaya çalışmalıdır: Garsonlar, arabacılar, tramvay memurları, demiryolu işçileri, çöpçüler, hizmetçiler, satıcılar, vb.

Mahalle komitesi, aynı semtte oturan tüm emekçi sınıfın ifadesi olmalıdır. Güçle desteklenen, kendiliğinden verilmiş bir disiplini uygulayabilecek ve bütün semtte çalışmanın durması emrini hemen verebilecek yetkili ve yasal (meşru) bir ifade olmalıdır.

Mahalle komiteleri, Sosyalist Parti ile zanaat federasyonlarının denetimi ve disiplini altında bulunan kent komiserliklerine doğru gelişmelidir.

Böyle bir işçi demokrasisi sistemi (bu örgütleri karşılayan köylü örgütleri tarafından tamamlanan bir sistem), kitlelere kalıcı bir disiplin ve yapı sağlayacak, idari ve siyasal deneyin harika bir okulu olacak, en son bireyine kadar kitleleri kucaklayacak ve kitlelerin kendisini, eğer bozguna uğrayıp tutsak edilmek istemiyorsa, sağlam bir birliğe gerek duyan savaş alanındaki bir ordu gibi düşünmeye alıştıracaklar.

Her fabrika, onbaşılarıyla, haberleşme hizmetleriyle, subaylarıyla, genelkurmayıyla bu ordunun bir ya da daha çok alayını oluşturacaktır; söz konusu bu iktidarların tümü de özgür seçimlerle saptanmıştır, otoriter bir tarzda zorla kabul ettirilmemiştir. En bilinçli öğelerin sürdürdüğü aralıksız ikna ve propaganda çalışması sayesinde, fabrikayı içine alan mitinglerle, işçilerin psikolojisinde köklü bir dönüşüm gerçekleştirilecek; kitle, iktidarın uygulanmasına da iktidarı üstlenmeye de daha hazırlıklı duruma getirilecek, emekçinin ve yoldaşın hak ve ödevlerine ilişkin bir bilinç yaygınlaştırılacaktır; bu bilinç tarihsel ve canlı deneyden kendiliğinden doğduğu için etkili ve somut olacaktır.

Daha önce de söylediğimiz gibi, hızla yazılan bu satırlar düşünmeye ve eyleme itmeyi amaçlıyor yalnızca. Sorunun her yanı geniş ve derin bir açımlamayı, açıklamaları, tutarlı biçimde geliştirmeyi ve tamamlamaları gerektirir. Ama sosyalist yaşamın sorunlarının somut, eksiksiz çözümü ancak komünist pratik tarafından sağlanabilir: Bilinçleri yakınlık duygusuyla birleştirip, eylemli coşkuyla doldurup değiştiren ortak tartışma ile sağlanabilir ancak. Gerçeği dile getirmek, gerçeğe hep birlikte ulaşmak, komünist ve devrimci eylemde bulunmaktır. ‘Proletarya diktatörlüğü’ formülü yalnızca bir formül olmaktan çıkmalıdır, devrimci bir lafazanlık gösterisinde bulunma fırsatı olmaktan çıkmalıdır. Amacı isteyen, araçlarını da istemelidir. Proletarya diktatörlüğü, yeni bir devletin, proleter devletin kuruluşudur; ezilen sınıfın kurumsal deneylerinin akacağı işçi sınıfı ve köylülüğün toplumsal yaşamının örgütlenmesinin genel ve sağlam bir sistem hâlini alacağı yeni bir devletin kuruluşudur. Böyle bir devlet birdenbire yaratılamaz: Rusyalı Bolşevik komünistler ‘tüm iktidar Sovyetlere!’ sloganını yaymak ve somutlamak için (üstelik Sovyetler 1905’ten beri Rus işçileri tarafından tanınıyordu!) sekiz ay çalıştılar. İtalyan komünistler Rus deneyinden yararlanmalı ve hem zaman hem de güçten tasarruf etmelidirler. Yeniden kurma çalışması öylesine zaman ve çaba gerektirecek ki, her bir günümüz ve her bir eylemimiz bu çalışmaya ayrılabilmelidir.”[25]

 

I.2) EKİM DEVRİMİ ÖRNEĞİ

 

“Par in parem

imperium non habet.”[26]

 

  1. İ. Lenin’in önderliğindeki Rus proletaryasının çarlığı yıkıp iktidarı ele geçirmesidir…

“Erken doğum” derler! Aldırmayın…

  1. yüzyılı şekillendiren devrimdir.
  2. yüzyıl tarihi, Rus Devrimi, onun doğrudan ve dolaylı etkileri olmaksızın anlaşılamaz.

1917, insan(lık) tarihinin dönüm noktalarındandır.

1917 ile devrim/ sosyalizm, bir ütopya olmaktan çıkmış gerçek dünyayla buluşmuştur.

Milyonlarca emeğin, canın kanın ürünü olan, muhteşem dersler veren devrimdir.

  1. İ. Lenin, “Tarihin en büyük buluşu yapılmış, proleter tip bir devlet yaratılmıştır,” dediği Ekim Devrimi ile “İlk kez burjuva olmayan bir devlet keşfedildi”.

Yeryüzünün çehresini değiştiren; eşitlikçi bir toplumun yaratılması yolunda işçilerin, emekçilerin siyasal iktidarı fethettiği sosyalist devrimdir.

  1. İ. Lenin ekler: “Yeryüzünde hiçbir güç Sovyet devletinin yaratılmış olduğu gerçeğini yok edemez. Bu tarihsel bir zaferdir. Yüzlerce yıldır devletler burjuva modele göre yaratıldı ve ilk kez burjuva olmayan bir devlet keşfedildi. Yönetim aygıtımız bozuk olabilir; ama icat edilen ilk buharlı makinenin de bozuk olduğu söyleniyor. Hatta hiç kimse bu buharlı makinenin çalışıp çalışmadığını bilmiyor; ama önemli olan bu değil; önemli olan buharlı makinenin bulunmuş olmasıdır. İlk buharlı makinenin hiçbir işe yaramadığını varsaysak bile, somut gerçek, bugün artık buharlı makinelere sahip olduğumuz gerçeğidir. Yönetim aygıtımız çok bozuk olsa bile, onun yaratılmış olduğu gerçeği değişmez…”

Bir ilkti, Ekim Devrimi; işçiler, emekçiler için yönetmek, örgütlenmek demekti.

Elbette devrimin sayısız sorunları vardı ve devrim Rosa Luxembourg’un ifadesiyle “Karanlık bir ormanda yol açıyordu”.

  1. İ. Lenin, emperyalistlerin halklar için cehenneme dönüştürdükleri yerkürede Bolşevik Devrim’den başka kurtuluşun olmadığının altını çizerek ekler: “Bu ilk zafer, nihai zafer değil henüz. Ekim devrimimiz bu zaferi emsalsiz cefalar ve güçlükler, işitilmemiş acılar içinde ve kendi payımıza büyük başarısızlıklar ve hatalarla gerçekleştirdik. Fakat olgu şudur ki: yüzlerce, binlerce yıldır… Kölelerin, bütün köle sahiplerine karşı bir devrimle ‘cevap vermek’ için verilen söz tamı tamına yerine getirildi ve tüm güçlüklere rağmen yerine getirilecek.

Biz başlangıç yaptık. Ne kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna kadar vardırırlar, bunun önemi yok. Önemli olan, buzun kırılmış, yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır.”

Özetle “Buz kırılmıştı” Lenin’in deyimiyle.

Hatalar olmadı mı? Oldu elbet yaşayan her şey gibi; aksi mümkün olmadığı üzere.

Emperyalizm yeryüzünden silinmeden devrimler çağının kapanmayacağı orta yerdeyken; unutulmasın sosyalizmin sorunlarının çözümü yine sosyalizmdeydi.

  1. İ. Lenin’in, “Kapitalistlerin kapı dışarı edildiği ya da en azından gerçek işçi denetimi tarafından disiplin altına alınan her fabrika, sömürücü toprak ağalarının kovulup topraklarına el konulan her köy, şimdi ve sadece şimdi, çalışan insanların yeteneklerini ortaya koyabilecekleri ve bir insan olduklarını hissedebilecekleri yerler hâline gelmiştir,” diye betimlediği Ekim Devrimi beşeriyetin şafağıdır.[27]

 

  1. MARKSİST-LENİNİST EYLEM KILAVUZU

 

“Her şeyi sorgulayın.”[28]

 

Tanrılardan ateşi çalandır O; tarihi, iktisadı, felsefeyi insanlığın daha eşit ve daha özgür bir dünyayı kurması için tanrılardan alıp yeryüzüne indirmiştir…[29]

“Koşullar insanın yaşamına şekil verdiği ölçüde, insanlar da koşullara şekil vermelidir,” notunu düşen Karl Marx, ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’sında da, “Devrimin zorunluluğu, kaçınılmazlığı evrenseldir,” diyen ve öngörüsünün 1917 Sovyet Devrimi’yle hayat bulduğu devrim teorisyenidir. V. İ. Lenin’in öncülüdür.

 

II.1) KARL MARX’IN ÖĞRETİSİ

 

“Radikal olmak köklere inmektir.

Ancak insan için kök,

insandan başkası değildir.”[30]

 

Karl Marx’ın toplum, ekonomi ve siyaset hakkındaki teorileri -bir bütün olarak Marksizm- insan toplumlarının sınıf savaşımı-üretimi kontrol eden yönetici sınıf ile üretim için gereken emeği sağlayan mülksüz bir emekçi sınıf arasındaki çatışma- ile ilerlediğini saptar.

Devletlerin yönetici sınıf tarafından idare edildiğini ve devletin ortak kamu çıkarı adına hareket eder gibi yapıp, yönetici sınıfın çıkarları doğrultusunda yönetildiğini ve daha önceki sosyoekonomik sistemler gibi kapitalizmin de kendi yıkımına ve yeni bir sistem olan sosyalizmin onun yerini almasına neden olacak iç gerilimler ürettiğini öngörür.

Kapitalizmin içinde burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf çelişkilerinin çalışan sınıfın siyasi zaferi ve bunun sonucu kurulacak sınıfsız bir toplum, komünizm, özgür üreticiler birliği tarafından yönetilen bir toplumun ortaya çıkacağının belirtir ve “Gerçek, bireysel insan, ne zaman soyut yurttaşı kendinde yeniden-soğurup, bireysel insan olarak, günlük yaşamında, özel işinde ve özel durumunda türsel bir varlık hâline gelirse, ne zaman insan kendi güçlerini toplumsal güçler olarak tanır ve örgütler ve böylece toplumsal gücü kendisinden politik güç biçiminde ayırmazsa, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamamlanmış demektir,” der Karl Marx.

Aslında Onun yaptığı iki temel şey vardır: i) Kapitalizmi analiz etmek (teşhis); ii) Kapitalizme bir alternatif olarak Komünizmi önermek (tedavi)…

Hayır Karl Marx, kimseye “cennet yolu”nu göstermedi, “gökten aldığı emirler ışığında” bir gelecek ütopyası kurgulamadı. Yaşamın mevcut dinamiğinden yola çıkarak, öngörülerde bulundu. Yani “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden doğarlar,” diyen Karl Marx’ın soyut bir komünizm rüyası yoktur.

“Toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir,” diyen Ona göre, üretim araçlarına sahip olanlar (burjuvazi) ile sahip olmayan (işçiler) arasında kaçınılmaz bir sınıf mücadelesi vardır. İşte bundan hareketle toplum bilimcilerin görevinin dünyayı açıklamak değil, değiştirmek olduğunu söylemişti.

Yine Karl Marx’ın altını çizdiği üzere, insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi seçtikleri koşullar altında değil, onların iradesinden bağımsız olarak şekillenen ve dolayısıyla kendilerini içinde buldukları koşullar altında yaparlar. Bu maddi koşullar onların düşünme süreçlerine ve düşüncelerine dolaylı ya da dolaysız etkide bulunur, insan bu maddi koşullarla ilişkisi içinde doğar, büyür, şekillenir.

Marksizm pratikte gündeme gelen bir dönüşümün teorisi olduğu gibi, aynı zamanda bu pratiğin içerisinde sürekli bir teoriğe bir dönüşümü sağlar… Bu bağlamda “Bizim öğretimiz” demiştir F. Engels, -kendini ve ünlü dostunu kastederek- “Bir dogma değil, bir eylem kılavuzudur.”

Söz konusu tümce, Marksizmin çok sık gözden kaçırılan bu yönünü, dikkat çekici bir güç ve anlatımla vurgulamaktadır. Bu yönü gözden kaçınırsak, Marksizmi tek-yanlı, çarpıtılmış ve cansız bir şeye döndürmüş oluruz. Onu yaşam kanından yoksun bırakmış oluruz. Onun asıl teorik temellerini -diyalektiği, her şeyi kucaklayan ve çelişkilerle dolu tarihsel gelişim öğretisini- altüst etmiş oluruz. Tarihin her yeni dönemeciyle değişebilen, dönemin belirli pratik görevleriyle olan bağıntısını yıkmış oluruz” şeklinde V. İ. Lenin’in ifadelerine konu olan öğretidir.

Kaldı ki V. İ. Lenin’e göre Marksizm, “sınıf ilişkilerinin kesin ve nesnel olarak doğrulanabilir bir çözümlemesini ve her tarihsel anın somut özelliklerini” belirlemeye çalışır… Bu da, verili “tarihsel anın” niteliğinin tanımlanmasından başka bir şey değildir… Lenin’in sözünü ettiği bilimsel zemin budur; bu zemin gerçekliği değiştirmekte kullanacağımız aleti sağlamlaştırmak için gereklidir. Lenin, bu alet “politikadır” der. Ve burada sözünü ettiğimiz alet, devrimci dönüşümü gerçekleştirmek amacıyla kitlelere yönelttiğimiz parti[31] politikasıdır. Çözümlemenin amacı, verili bir durumun incelenmesini kesintisiz bir biçimde derinleştirmeye yöneliktir.[32]

“Komünistler, görüşlerini ve amaçlarını gizlemeyi küçüklük sayarlar. Onlar, hedeflerine ancak, mevcut bütün toplumsal koşulların zorla devrilmesiyle ulaşabileceğini açıkça ilan ederler. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrimi korkusuyla titresinler. Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kazanacakları koca bir dünya var. Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!” vurgusuyla betimlenen Karl Marx’ın değeri, toplumsal düşüncede birdenbire niteliksel bir değişme meydana getirmiş olmasından ileri gelir. Tarihi yorumlar, dinamiğini anlar, geleceği önceden görür, böylece bilimsel görevini yerine getirmekle de kalmayıp, ayrıca devrimci bir düşünce de ortaya atar: Dünyayı yorumlamak yetmez, değiştirmek de gereklidir. Ancak o zaman, insan kölelikten, çevresinin aleti olmaktan kurtulup kaderinin mimarı hâline gelir.”

Tam da bunun için O, düşünce dünyasının sıra dışı ya da sarsıcı tezler ileri sürmeye çalışan bir filozofu değil, gerçek dünyanın değiştirilmesi için mücadele eden bir devrimciydi. Yani Karl Marx, sınıf mücadelesinin kuramcıdır. Hayaleti hâlâ bu nedenle dolaşmaktadır.

Ya da Jacques Derrida’nın, “Yeni bir dünya düzensizliğinin yeni-kapitalizmini ve yeni-liberalizmini yerleştirmeye yeltendiği şu anda, hiçbir yadsıma Marx’ın hayaletlerini başımızdan atmayı başaramıyor,” diye nitelediğidir.

İş bu nedenle kapitalizmin girdiği her bunalımda Karl Marx’ın siluetinin/ hayaletinin yeniden belirmesi bir kaçınılmaz olur. Çünkü insanlık bu durumlarda, bir şeylerin ters gittiği, bunun değişmesi gerektiği fikrine meyleder.

Kapitalizmin bugün ciddi bir bunalıma girmekte olduğu, yarattığı can acıtıcı sonuçların milyarlarla sayılan emekçi kitleler için giderek daha katlanılmaz ve isyan ettirici olduğu çok açık. Artık burjuva medyanın bile gözlerden saklayamadığı bu olguları uzun uzun anlatmaya gerek yok. Açlık, yoksulluk, mahrumiyet, savaş, ahlâki çöküntü gibi sonuçlara karşı kitlelerin hoşnutsuzluğu ve isyanı değişik biçimler altında dışa vurmaya zaten başlamış bulunuyor. Bu eğilim kendisini bazı ülkelerde devrimci kabarışlar ve devrimci durumlara varıncaya kadar ortaya koymuş durumda.

Bu bakımdan, dolaysız ideolojik faktörün ötesine geçtiğimizde, burjuva ideologların, daha önce defalarca öldüğünü iddia ettikleri Karl Marx’la hesaplaşmaya girişmeleri, kapitalizmin can acıtan sonuçlarına duyulan tepkiyle gelişen ve daha da gelişecek olan kitle hareketlerinin Onu rehber edinmesi ihtimaline karşı bir bakıma ön almaktır.

Karl Marx’ı bu kadar önemli kılan, kendisini çağın gerçek devrimci sınıfı olan işçi sınıfına dayandırmış olmasıdır. Kimi yazarlar Marx’ın öğretisiyle onun işçi sınıfına bağlılığı arasındaki bağlantıyı koparmaya ve sınıf tarafgirliğinin bilimsellik vasfını zedelediği safsatasını yaymaya çalışırlar.

Oysa “Marksist öğreti güçlüdür, çünkü doğrudur. Kapsamlı ve uyumludur ve insana kör inancın, gericiliğin ve burjuva baskısını savunmanın hiç bir biçimiyle bağdaşmayan, eksiksiz bir dünya görüşü sağlar. Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız sosyalizminin temsil ettiği, insanlığın XIX. Yüzyılda yarattığı en iyi ürünlerin, meşru mirasçısıdır,”[33] vurgusuyla V. İ. Lenin’in de hatırlattığı gibi, “Sınıf çatışması temeline dayanan bir toplumda ‘tarafsız’ toplumsal bilim yoktur.”

Bu durumda sorun, özellikle toplumsal gerçekliği daha doğru anlamak için hangi sınıfın tarafından bakmak gerekir sorununa dönüşür. Burjuvazinin mi, küçük-burjuvazinin mi yoksa işçi sınıfının mı tarafından bakmak bizi doğru bilgiye daha çok yaklaştırır? Mevcut düzenin devamından çıkarı olan sınıfların temel kaygısının toplumsal gerçekliğin anlaşılması değil, mevcut düzenin korunması olacağını anlamak için âlim olmaya gerek yok. Ancak bu düzenden çıkarı olmayan bir sınıf, tümüyle özgür ve önyargısız bir yaklaşım için doğal zemin oluşturabilir. Bu sınıf, mülkiyetten dışlanmış ve zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan işçi sınıfıdır. O nedenle de “işçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şey” demiştir. Demek ki Marx’ın devrimci öğretisi Marksizm, işçi sınıfından ve devrimci işçi sınıfı siyasetinden ayrı düşünülemez.

Burada bir parantez açalım: “Marksizmi aşma tasarısı”nın[34] galiba pek bir anlamı da yok, geleceği de; çünkü inşa hâlindeki Marksizm kendi kendini aşan bir dünya görüşüdür.

Kaldı ki V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Marx’ın teorisini tamamlanmış, değişmez bir bütün olarak görmüyoruz. Aksine, düşünüyoruz ki, bu teori sadece bilimin köşe taşlarını yerleştirmiştir; eğer sosyalistler hayatın kendilerini aşmasını istemiyorlarsa bu bilimi her yönden derinleştirmelidirler.”

Çünkü eleştirel düşünce ve eylem yöntemi olarak Marksizm somut durumun somut analizidir. Yani kapitalizm var olduğu sürece Marksizm de varolacaktır.

Michel Foucault’nun “Muhteşem bir kapitalizm eleştirisidir”; Jean Paul Sartre’ın, “Çağımızın aşılmaz ufkudur,” dediği Marksizm, özgün bir siyasal felsefe, tarihin materyalist bir yorumuna dayanan ekonomik ve toplumsal bir dünya görüşü, kapitalizmin Marksist açıdan çözümlenmesi, bir toplumsal değişim teorisi ve Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in çalışmalarından çıkarılan insanın özgürleşmesiyle ilgili bir düşüncedir.

Marksizm, “bilimsel sosyalizm” olarak bilinen ideolojinin kurucularından Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in görüşlerini temel alan öğretinin genel adı. Marksizm bir öğreti olarak siyasal, ekonomik ve felsefi bir bütünlük içerir. Marksizm, ideolojik alanda, esas olarak sınıflar savaşımı teorisini ortaya atan ve bu savaşımın zorunlu sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da toplumsal eşitlik ve özgürlük dünyası Komünizme varılacağını öngören bir öğreti olarak tanımlanır.

Marksizm, XIX. Yüzyılda kendi açılarından zirveye ulaşmış olan üç düşünsel kaynaktan beslenmiştir: İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizmi. Bu üç bileşen, Marx ve Engels tarafından yoğun bir entelektüel ve siyasal eleştiriden geçirilerek eşit ve özgür bir insanlık ütopyasının yaşama geçirilmesinin teorisi ve pratiği olarak Marksizm’de erimiş ve dönüştürülmüştür.

Metodolojik açıdan Marksizmin bir tanımı da, aynı zamanda Marksist felsefi düşüncenin tanımlamasını da veren ve bilimsel bir yöntem olarak sunulan diyalektik materyalizmdir. Marx diyalektiği Hegel’den almış, onu materyalizm temeline oturtmuş ve kendi ifadesiyle, Hegel’in başaşağı duran yöntemini ayakları üzerine doğrultmuştur. Diyalektik materyalizm bu bileşimin bir ürünüdür. Karl Marx, Feuerbach’ın materyalizmini eleştirmiş ve Feuerbach, dinsel özü, insan özüne indirger. Ama insan özü, tek tek bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında toplumsal ilişkiler bütünüdür demiştir. Diyalektik materyalizmin toplumsal-tarihsel alana uyarlanmasıyla da ortaya yeni bir paradigma “tarihsel materyalizm” çıkmıştır. Birçok sosyal bilimci çalışmalarını bu paradigma temelinde yapılandırmıştır.

Marksizm, tek tanıma sığdırılmak istenirse “diyalektik materyalizm” denilebilir. Thedor W. Adorno’nun, “Diyalektik düşünce mantığın zorbalığından yine onun kendi araçlarını kullanarak kurtulma çabasıdır” veya Friedrich Engels’in, “O hâlde, diyalektiğin yasaları, doğa ve insan toplumu tarihinden çıkartılmaktadır. Çünkü bunlar, bizzat düşüncenin olduğu gibi, tarihsel gelişmenin de bu iki yönünün en genel yasalarından başka bir şey değildir. Hem bunlar, esas olarak üçe indirgenebilirler: Niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşümü yasası; karşıtların içice geçmesi yasası; yadsımanın yadsınması yasasıdır,”[35] saptamalarındaki üzere…

Nihayet V. İ. Lenin’in, “Her şeye kadirdir çünkü hakikâttir,” notunu düştüğü Marksizm bir kılavuzdur pusuladır… İşçi sınıfına her daim yol gösterir… Emek sermaye çelişkisinde pusulası her zaman emeği gösterir.

Evet, insanlığın -şimdilik- üretebildiği en tutarlı ve en açık -izm’dir Marksizm.

Ya “Neo-Marksizm” konusu mu? “Ne o? O da Marksizm mi?” der ve eklerim: “Geliştiril(emey)en yeni teori, henüz sonuçlandırılamamıştır”!

Sürekli “Karl Marx yanıldı,” vb hezeyanları, artık-değer üretimi sürdüğü müddetçe Onun hayaletinden kurtulamayacaklardır. Çünkü “Komünistlerin teorisi tek bir tümcede özetlenebilir: Özel mülkiyetin kaldırılmasıdır,” diye hâlâ haykıran Karl Marx, devrim kaçkınlarının kâbusudur; öyle de kalacaktır!

 

II.1.1) MARKSOLOG(’LARIN) LAFAZANLIKLAR(I)

 

“İki tavşan kovalayan,

hiçbirini yakalayamaz!”[36]

 

Yeri geldi; Marksolog(’ların) lafazanlıklar(ı) konusunda bir diğer parantezi açmak farz oldu.

Önce belirtmek gerek: “Marksizm-Leninizm’e meydan okuyan neo-Marksistler veya post-Marksistler ne zaman tarih konusunu açsalar, ardından II. Enternasyonal’in bayat argümanları sökün eder. Marksizmi yenileme iddiasıyla ortaya çıkan bu sahte peygamberler için Bernstein’in torunları demek yanlış olmayacaktır.

Bu yakınlığın nereden geldiğini bulmak zor değildir. Her ne kadar tarihsel paralellikler kurmak tarih biliminin doğasına pek uymasa da, yine de aralarında bir asırlık zaman aralığı bulunan bu iki dönem nesnellikleri ve öznellikleriyle birbirlerini andırıyorlar.

  1. Enternasyonal, kapitalizmin nispeten barışçıl koşullarda geliştiği, devrim tehdidi ve şiddetli sınıf mücadeleleriyle sık karşılaşmadığı, sakin sayılabilecek bir dönemde varlık göstermiştir. Aynı şekilde geçen yüzyılın son çeyreğinde peydah olan post-Marksizm de yenilginin tesviye ettiği, sınıf mücadelelerinin irtifa kaybettiği, emperyalizmin ve uluslararası burjuvazinin ciddi bir engelle karşılaşmaksızın hegemonyasını sürdürdüğü bir zamana rastlar.”[37]

Bize durmadan “yeni”den, “yenilenmek”ten söz etmekten başka hiçbir şey yapmayanlar, “Ortada ciddi bir gerçek var. İçinde yaşadığımız dünya, dünün dünyasından çok farklı… Bugün yapılması gereken de bu: Marx’tan yararlanan ama onu aşan bir model kurarak dünyayı kavramak,”[38] der Hasan Bülent Kahraman gibi, hem de ‘Sabah’ gazetesinde!

Bunlardan bir diğeri de “Artık ‘Proletarya Diktatörlüğü’ tezi de geçerliliğini yitirmiştir. Yepyeni bir şeye doğru gidiyoruz. Köklü iklim değişikliği olduğu gibi, toplumsal yaşamda da çok köklü bir düzen değişikliğinin arifesindeyiz. Bunu görürsünüz ya da görmezsiniz,”[39] diyen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Prof. Dr. Cem Eroğul’dur!

Aktarıp, hatırlatalım; 5 Mart 1852’de Joseph Weydemeyer’e yazdığı mektupta Karl Marx şöyle diyordu:

“Modern toplumda sınıfların varlığını ve bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetmiş olmak şerefi bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihi gelişmesini, burjuva iktisatçıları da sınıfların iktisadi yapısını benden çok önce açıkladılar. Benim yeni olarak yaptığım, sadece şunları ispat etmek olmuştur: 1) Sınıfların varlığı, sadece üretimin gelişmesindeki belli tarihi aşamalara bağlıdır. 2) Sınıf mücadelesi kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğüne yol açar. 3) Bu diktatörlüğün kendisi, sadece, tüm sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişi meydana getirir.”

Aktarıp, hatırlatmaya devam edelim…

Louis Althusser, “En geniş demokrasi proletarya diktatörlüğünün siyasal biçimleri arasında yer alır,” derken “Diktatörlüğün herhangi bir devrimci sınıfın zaferi için zorunlu olduğunu anlamayanlar devrimler tarihini anlamamıştır ya da bu alanla ilgili hiçbir şey bilmek istemiyordur,” vurgusuyla ekler V. İ. Lenin:

“Kautsky proletarya diktatörlüğü kavramını eşi görülmedik bir şekilde çarpıtmış ve Marx’ı alelade bir liberale dönüştürmüştür; başka bir deyişle, ‘saf demokrasi’ konusunda harcıâlem laflar eden, burjuva demokrasisinin sınıfsal içeriğini süsleyip püsleyerek tevil eden ve hepsinden öte, ezilen sınıfın devrimci şiddete başvurmasından gocunan bir liberal derekesine düşmüştür.”[40]

Bu “Neden böyle” mi?

Yanıt hâlâ Friedrich Engels’in verdiği üzeredir: “Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür. Ama, bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf ayrımları ile sınıf karşıtlıklarını, ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. Sınıf karşıtlıkları içinde evrimlenen daha önceki toplumun devlete, yani her durumda, sömürücü sınıfın kendi dış üretim koşullarını sürdürmek, öyleyse özellikle sömürülen sınıfı varolan üretim biçimi (kölelik, toprak köleliği, ücretlilik) tarafından verilmiş baskı koşulları içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinimi vardı.

Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görülür bir kurul biçimindeki bireşimiydi, ama bu, tüm toplumu, zamanı için, kendi başına temsil eden sınıfın devleti: ilk çağda köle sahibi yurttaşların, orta çağda feodal soyluluğun, çağımızda burjuvazinin devleti olduğu ölçüde böyleydi. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi durumuna geldiği zaman, kendi kendini gereksiz kılar. Baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu bireysel yaşama savaşımı ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık bir baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı, bir devlet, zorunlu olmaktan çıkar.

Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem -üretim araçlarına toplum adına el konması-, aynı zamanda onun devlete özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere karışması, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti yerini, şeylerin idaresi ve üretim işlemlerinin yönetimine bırakır. Devlet “ilga” edilmez, söner. “Özgür halk devleti” üzerindeki kof tümcenin, ajitasyon aracı olarak geçici doğruluğu bakımından olduğu kadar, bilimsel düşün olarak kesin yetersizliği bakımından da değerlendirilmesini; bunun gibi, anarşist denilen kimselerin, devletin bugünden yarına ortadan kaldırılması yolundaki istemlerinin değerlendirilmesini de, işte bu sağlar.”[41]

 

II.2) LENİNİST PRAKSİS

 

“Balık tutmakla

salak gibi kıyıda durmak

arasında ince bir çizgi vardır.”[42]

 

Marksizmin çağın gereklerine göre hem kuramsal hem politik hem de ekonomik alanda temel ilkelere bağlı kalarak yeniden uyarlanmasıdır Leninizm; emperyalizm çağına uygulanmış Marksizm’dir.

Dar anlamda bir örgüt modeli değil, emperyalizm çözümlemesi, eşitsiz gelişim ilkesi, iktidar perspektifi, devlet ve devrim stratejisi gibi başlıklarla bütünlük oluşturan bir öncülük teorisidir.

Marksizm’i sulandıran, budayan ve azizleştiren deformasyonların panzehiridir.

Leninizm’den koparılmış bir Marksizm, Marksizm olmaktan çıkar.

“Marksist’im ama Leninist değilim!” diyenlerin, Marksist olmaktan ne anladıkları müphemdir.

Marksizm her ne ise, Leninizm onun sadece uygulanış biçimidir.

Bugün burjuvazi ve adına konuşan kalemşörleri, V. İ. Lenin’i, mücadelesini, Marksizme katkılarını yok saymaya kalkışmakta ve Onu mümkün olduğu ölçüde tarihten silmek istiyorlar.

Oysa Leninizm, çağdaş Marksizm’dir. “Ne Yapmalı”cı Marksistler Leninist’tir. Çünkü Leninizm Marksizm’in pratiğidir. Nihayet Marx ve Lenin, birbirini bütünleyendir.

Nâzım Hikmet’in, “bindokuzyüzonyedi ikinci teşrin idi…/ yumuşak ve derin sesiyle Lenin:/ ‘dün erkendi yarın geç, zaman tamam bugün’ dedi/ yağlı çarıklılarla yağlı işçiler: ‘bugün!’ dediler./ ölümü açlıktan öldüren siper: ‘bugün’ dedi./ ağır, çelik, kara, toplarıyla Avrora: ‘bugün’ dedi,” dizeleriyle betimlenen Ekim Devrimi’nin mimarı V. İ. Lenin, bilimsel sosyalizmin de kurucularındandır. Lenin’in en büyük amacı proleter bir dünya devrimi oluşturup sınıf ayrımlarının olmadığı bir topluluk yaratmaktı.

Leninizm, Marksizm’in çağın gereklerine göre, hem kuramsal hem politik hem de ekonomik alanda, temel ilkelere bağlı kalarak yeniden uyarlanmasıyken; yeni olgular ve yeni bilimsel gelişmeler doğrultusunda Marksizm’in yeniden üretilmesi gereği üzerinden değerlendirilir ve Marksizmin devrimci özüne uygun olarak geliştirilmesi olarak anlaşılır.

Emperyalizmi tahlil ederek, kapitalizmin bu yeni aşamasında devrimlerin kapitalizmin en zayıf noktalarında gerçekleşeceği, yeniçağın işçi sınıfı önderliğinde ezilenlerin devrimleriyle gerçekleşeceği vurgusuyla Marksizmi ete kemiğe büründüren ve Ekim Devrimi’yle Karl Marx’ın fikirlerini ütopya, emekçiyi de ezilen olmaktan çıkaran V. İ. Lenin, “Aynı hayatı yaşamayanlar aynı rüyayı göremezler,” deyip eklerdi: “Bir düşünceyi mahvetmenin yolu, onu toyca savunmaktır”!

Onu ve teorisini anlatmak için fazla uzun ve süslü cümlelere gerek yoktur…

“Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır…

“Umutsuzluk ve karamsarlık, yıkımın nedenlerini kavrayamayan, çıkış yolu göremeyen, mücadele yeteneğini kaybetmiş olanlara ait bir sorundur…

“Kitlelerin gerçek eğitimi hiçbir zaman onların bağımsız siyasi ve özellikle devrimci mücadelelerinden ayrılamaz. Sömürü altındaki sınıfı ancak mücadele eğitir. Ona kendi gücünün çapını gösteren, ufkunu açan, kabiliyetlerini geliştiren, kafasını açıklığa kavuşturan, iradesini işleyen ancak mücadeledir…

“Politika kaçınılmaz olarak kendisini ekonomiye uyumlu hâle getirecektir ama hemen, pürüzsüzce, basitçe ya da doğrudan değil…

“Her sorun ‘ucu olmayan bir halka’ya benzer, çünkü bir bütün olarak siyasi hayat sonsuz sayıda halkalardan oluşan uçsuz bir zincirdir. Siyaset sanatının tümü, elimizden kaçma olasılığı en az olan halkayı, o anda en önemli olan halkayı, sahibine tüm zincirin sahipliğini her şeyden çok garantileyen halkayı bulmakta ve elimizden geldiği kadar sıkıca yakalamakta yatar…

“Tüm ülkelerin burjuvazisini ve onların açık-gizli ittifaklarını yenebilecek tek güç işçi sınıfıdır…

“Benim ödevim, devrimci proletarya sınıfının ödevi de, dünya insan kırımı iğrençliklerine karşı, tek kurtuluş yolu olan, dünya proleter devrimini hazırlamaktır,” derdi Komünist önder V. İ. Lenin.[43]

 

III. AYRIM: RADİKAL SOSYALİZM

 

“Güneşe akıllıca bakmazsak

karanlık içinde kalırız.”[44]

 

İnsan(lık)ın, kanser hücresi sürdürülemez kapitalizmin karşısındaki biricik çaresidir radikal sosyalizm. Çünkü, “Başka bir dünya var ama bu dünyanın içinde,” diyen o herkese hatırlatır: “Başka bir dünya mümkün”!

Başka deyişlerle, bir yüzünde “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz,” diğer yüzünde “Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” yazan bir özgürlük madalyonunu taşır sosyalizm: Tek başına kurtuluşun olmadığını, ya hep beraber kurtulacağımızı ya hiçbirimizin kurtulamayacağını ve bütün ormanın kardeşçe yaşayabilmesi için tüm ağaçların biriciklikleri içinde hür olması gerektiğini öne süren bir özgürlük anlayışını barındırır. Onu bu dünyadaki kuvvesinden fiile çıkarmak, açıklayıcı eleştirel toplumsal bilimlerin ışığındaki dönüştürücü politik faaliyetimize bağlıdır.

Beraber yaşamanın matematiğidir; bir rejim olmaktan ötede bir yaşam biçimidir; herkesin eşit olması değil, herkesin aynı haklara sahip olmasıdır; kendini durmadan yenileyen bir arayış ve kesintisiz inşadır sosyalizm.

Karl Marx’ın sosyalizmi, verimliliği ve kârı artırma, artı değerin iç edilmesini meşrulaştırma değil; insanların kendilerinden, emeklerinden ve diğer insanlardan yabancılaşmadan, maddi kısıtlamalardan bağımsız olarak, doğalarının elverdiği kadarıyla kendilerini gerçekleştirebileceği, bir yaşam yaratma hayali olan ekonomik sistemdir.[45]

Sosyalizmi anlamak için kapitalizmin ne iğrenç bir sistem olduğunu kavramak kilit önemdedir. Kaldı ki kapitalizmin sınıf farkı, aç gözlülüğü, çıkar ilişkileri, paran kadar konuş mantığının nesi kabullenebilir ki?

Hem de dünya nüfusunun yüzde 1’lik kesiminin geliri, yerküre nüfusunun yüzde 99’una eşitken; buyurun size sosyalizmi kaçınılmaz kılan özel mülkiyet dünyası!

Kapitalizm kriz, sosyalizm çözümken; radikal sosyalist öğretinin başlangıç noktası, burjuva toplum düzenine ilişkin eleştiridir. Çünkü sosyalizm hakkında konuşmak aslında kapitalizm denen mevcut sistemden yükselen memnuniyetsizliği ifade etmek ve bir alternatif önerisi sunmaktır. Yani Sosyalizm demek biraz daha iyi bir dünyanın ümidini beslemektir; sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır.

İnsanın insan olma gereğidir; Che Guevera’nın, “Bizim için sosyalizmin, insanın insan tarafından sömürülmesine son verilmesinden başka tanımı yoktur,” notunu düştüğüdür.

İnsanın kendine yakışanı giymesiyken; eski adı “iştirakkiye” olan sosyalizmin sözlük anlamı katılımcılıktır. İktidar ve üretim araçlarının emekçiler tarafından kontrol edilmesi isteğidir.

Kadir Cangızbay’ın metaforuyla, “Bisiklet sosyalizmdir, bastığın (emeğin) kadar gidersin ve sadece kendi emeğinle, başkasının emeğini sömürmeden ilerlersin”ken; sosyalizm, “maximization of leisure time” “özgür/boş zamanın en fazlalaştırılması”dır.

Toplumsal mücadeleler şeklinde devam edebilecek sistem olan sosyalizm özünde insan zihninin özgürleşmesidir. Bireyin özgürleşmesi bu düşünce akımının temel ilkesidir. Terry Eagleton’ın tanımıyla, “Başkasının mutluluğundan mutlu olma hâlidir.”

Sosyalist eleştiri kapitalist sistemi ıslah etmek değil, onun yerine yeni bir toplumsal düzeni kurma isteğinden doğmuştur.

Evet sosyalizm, insanların, doğanın ve yaşamın paylaşılabilir ve yaşanabilir kılınmasıdır. Çünkü sürdürülemez kapitalist sistemin iç çelişkilerinin doğal bir sonucudur O…

Devrimci bir değişme, toplumun yeniden kurulması denk düşen radikal sosyalizm, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir; tabii Karl Marx’ın, “Komünizm kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yaptığı tek şey, onu, böyle bir mülk edinme aracılığıyla, başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır,” uyarısını “es” geçmeden.

En net tanımlarını K. Marx ile F. Engels’in ‘Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi’nde, V. İ. Lenin’in, ‘Devlet ve Devrim’inde bulabileceğiniz sosyalizm, komünizmin alt aşamasıdır. Proletarya diktatörlüğü, komünizmden bir önceki safhadır. Yani “Herkesten yeteneğine göre, herkese yaptığı iş kadar” (sosyalizm) ve “Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesi kadar” (Komünizm) olarak kategorize edilebilir.

Sınıfsız toplumun bu iki aşaması arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz. Sınıfsız toplumun ilk evresinde, sosyalizmde insan(lık)ın binlerce yıllık sınıflı toplum döneminin miras bırakmış olduğu tüm sorunlar henüz tamamen çözülmüş durumda olamaz.

Bunlar arasında yalnızca en temel nitelikte olanları, yani sınıflar ve devlet ortadan kaldırılmış durumdadır. İnsanlığın genel gelişimi sınıfsız topluma varıldığında da devam edecektir. Temelde üretici güçlerin daha yüksek bir atılımı ve buna eşlik eden bir kültürel dönüşüm sayesinde sınıfsız toplumun daha yüksek aşaması olan komünizme ilerlenecektir. Bu aşamada üretici güçler o denli gelişmiş olacaktır ki, bunun doğuracağı muazzam bolluk sayesinde çalışma bir zorunluluk olmaktan çıkarak artık sadece bir zevk hâlini alacaktır.

İnsanlar büyük oranda zamanlarını ve enerjilerini, kendilerini ve nesillerini özgürce geliştirmeye ve daha yüksek arayışlara adayacaklardır. İşte ancak bu aşamada, insanların toplumdan aldığının ona verdiğiyle orantılı olması ilkesi son bulacak, insanlar topluma verdiği emekten bağımsız olarak tüm ihtiyaçlarını ondan alabilecektir.

Böylece, herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre hedefi yaşama geçirilmiş olacaktır. Komünist toplumun ilk aşaması sosyalizmde ise üretici güçlerin bolluk düzeyi henüz bunu mümkün kılamadığı için bölüşüm ancak herkese çalışmasına göre ilkesi temelinde yapılabilir. Bir başka deyişle sosyalizmde orantılılık ilkesi henüz hüküm sürer. Sosyalizmde, çalışabilir durumdaki herkes çalışmak zorunda olacak ve herkes toplumdan çalışmasıyla orantılı olarak alacaktır.

Sosyalizme inananlar, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kamu mülkiyetine geçmesi ile tüm sorunların çözümleneceğini iddia etmiyorlar.

Sosyalizm, ne şeytanları meleğe dönüştürecek, ne de cenneti yeryüzüne indirecektir. İddia edilen şey, sosyalizmin kapitalizmin büyük kötülüklerine çare bulacağı, sömürüyü, sefaleti, güvensizliği, savaşı ortadan kaldıracağı ve insanlar için daha büyük bir refah ve mutluluğun kapılarını açacağıdır.

Çok açık ve basit: Sosyalizmde halk örgütlü olacak, devleti denetleyecek, devlet halkın olacak. Devletin çeteleşmesine izin vermeyecek tek güç halktır.

Sosyalizmde özel mülkiyet, patron sınıfı ve rüşvet olmayacak, Ama, bütün mülkiyet halkın ve her vatandaşın insanca yaşamaya yetecek mülkü olacak.

Kamu mülkiyeti ya da kolektif mülkiyet deyimi sosyalizmi karakterize etmek için yetersizdir. Üretim araçlarının mülkiyeti toplum sosyalist olmadan da kolektif olabilir.

Karl Marx’a göre, henüz insanların harcadıkları toplumsal emek miktarı ile orantılı olarak tüketim yaptıkları ara geçiş evresine denk düşen sosyalizmin özü, “insan” ve “emek” üzerinden giderken; parayı veren düdüğü çalamaz![46]

Bu arada sosyalizm, kapitalizmin yırtıklarının yamanarak düzeltilmesi değildir. Sosyalizm, devrimci bir değişme, toplumun büsbütün farklı bir çizgide yeniden kurulması demektir. Bireysel kâr için bireysel çaba yerine, ortaklaşa yarar için ortaklaşa çaba olacaktır.

Yani sosyalizm her şeyden önce bir toplumun sınıfsızlaştırılmasına dayalı bir ekonomik sistemdir. Bu sisteme geçiş güllerle lalelerle olmazken; hâli hazırda insan(lığ)ın bildiği en ileri yönetim biçimidir; sadece bir “uygulama” değildir, eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına yönelik bir girişim ve cürettir. Ve her zaman başarılı olacak diye de bir şey yoktur.

Nâzım Hikmet’in, “sevgilimizin bizden ne şan, ne para,/ vefadan başka bir şey beklemeyişi,” diye tanımladığı sosyalizmi şimdi hatırlamanın/ hatırlatmanın tam zamanıdır…

Radikal sosyalizm her şeyden önce sürdürülemez kapitalist vahşetin beşeri ve ekolojik bağlamda toplumları parçaladığı, lime lime ettiği insanlığı, enternasyonalist sancak altında bütünleştirme sürecidir.

Radikal sosyalizm, kadın ve erkeğin bütünleşme sürecidir;[47] binlerce yıllık sınıflı toplumlarının parçaladığı emek sürecinin yeniden bütünleştirilmesi işlemidir; binlerce yıldır dayatılan yönetici/yönetilen tabakalaşmasının ortadan kaldırılmasıdır; köy ve kentin bütünleştirilmesidir; en nihayet, ulusların bütünleşme sürecidir.

Evet Leo Huberman’ın ifadesiyle, “Sosyalizm, uluslararası bir harekettir. Programı dünyanın bütün ülkelerinde aynıdır: Barbar rekabet sistemi yerine, işbirliğine dayanan ortak zenginlik için uygar işbirliğini koymaktır. Her insanın refahının bütün insanların refahı ile gerçekleşebileceği insanların kardeşliğine dayanan toplumu kurmaktır. Sosyalizm, gerçekleşemeyecek bir düş değildir. Toplumsal evrim sürecinde bir ileri adımdır. Ve gerçekleşme zamanı gelmiştir.”[48]

Nihayet insan(lık)ı yücelten tek sistem sosyalizmdir!

Sosyalizm, insanı değersizleştiren sömürücü anlayışların karşısında, insana tarihsel ve toplumsal değerini veren bir değerler sistemidir; kapitalizmin insanı sıradanlaştıran, değersizleştiren, önemsizleştiren anlayışının karşısındadır.

Kapitalizmde insan, bir sömürü malzemesi, bir nesneyken; insan(lık) sosyalizmle yeniden yaratılır. Çünkü O; balçıkla sıvanamayandır veya Şeyh Bedreddin’cesi, “Yarin yanağından gayrı herşey ortak”lık hâlinin özgürlüğüdür…

 

III.1) VE…

 

“Yıllar sonra hatırlayıp utanacak çocuklarımız

Cesaret sayıldığını doğruluk denen şeyin.”[49]

 

Anlattıklarım ardından bana, sosyalist sektörel ülkeler topluluğunun 1989’daki likidasyonunu anımsatanlar da olacaktır.

Belirteyim: “Yıkılan” ya da “ölen” radikal sosyalizm değil, bir uygulamasıdır. Sosyalist dalganın çekilmesi ardından işçi sınıfı devrimcilerine düşen görev, yeni yollar, yeni dinamikler, yeni kılavuzlar bulmak değil; Marksizm-Leninizmi güncelleyerek, yeniden ayakları üzerine dikmektir.

Bu mümkündür. Sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalı ile dünyanın dört bir yanından derinlerden çatırtı sesleri geliyorken; miadını doldurmuş kapitalizm artık sağlam durmakta zorlanıyor.

Emperyalist kapitalizmin, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünü takip eden, “Tarihin sonunun geldi”ği palavrası eşliğinde kurduğu ideolojik hegemonya nihayete eriyor.

Dünya zalimler için hiç de dikensiz gül bahçesi değil. Onların “küreselleşme” diye adlandırdıkları süreç, Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin çözülmesine karşın kapitalist sistem içi çelişkileri çözmedi. Aksine bu çelişkilerin daha da derinleşmesine ve dünyanın yeniden paylaşımı temelinde tekrar tarif edilmesine giden yolu açtı. Büyük krizle birlikte iyice su yüzüne çıkan ve kendini şimdilik yeni ve farklı statüko arayışları biçiminde dışa vuran çelişkilerin, çok daha sert çatışmalara kapı açması kaçınılmaz.

Görünen odur ki kapitalizmin “lale devri” artık geri dönmemecesine kapanmıştır.

Ancak dünya emekçilerinin verdikleri tepkiler, hâlâ kapitalist sistemin aşılmasına dönük bir nitelik taşımıyor. Zira bu hareketlenmelere, sistemin alaşağı edilip yerine insanlığı sınıfsız, sömürüsüz bir topluma ulaştıracak sosyalizmin geçirilmesini öngören bir akıl ve siyasal özne(ler) öncülük edemiyor.

Bu tür bir öncülüğün yokluğu, kitle hareketleri ve taleplerinin sistemin sınırları içinde, en fazlasından daha katlanılabilir bir kapitalizm arayışı çerçevesinde kalmasına yol açıyor. Bu durum ise, artık tamamen bir kriz yönetim sistemine dönüşmüş kapitalizmin, bu tepkileri belli oranlarda yatıştırmasını ve kendi varlığını tehdit etmeyen bir çerçevede tutabilmesini sağlıyor. Bu, bir ucunda artık daha fazlasını veremeyecek egemenlerin, diğer ucunda sistem içi nafile beklentilere sahip emekçilerin bulunduğu çözülmesi imkânsız bir kördüğüm anlamına geliyor. İşte dünya, bu kördüğüme kılıç atacak özneyi/özneleri bekliyor.

Bu özne(ler) kim olacaktır? Sorunun cevabı açıktır: 1917’de düğüme kim kılıç atıysa yine o/onlar, yani komünistler, Marksist-Leninistler…

Birincisi, insanlık şimdiye kadar, kendisini tüm sömürü ilişkilerinden kurtaracak daha ileri bir özne yaratamamıştır. İkincisi, bugün komünistlerin insanlığı sosyalizme, komünizme taşıyabilmesinin objektif koşulları yüz yıl, hatta elli yıl öncesine kıyasla kat be kat artmıştır. İnsanlık büyük bir teknolojik ilerleme kaydetti, eğitim ve kalifikasyon düzeyi yüz yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak derecede yükseldi.

Yani insanlığın ulaştığı düzey, eldeki olanaklar kâr amacıyla değil, kamusal yarar gözetilerek kullanıldığında sınıfsız topluma doğru yürümeyi sağlayacak maddi-teknik zemini sağlamış durumda. Dahası dünya artık son derece küçüldü, böylece hem patlak verecek sosyalist devrimlerin hızla yayılabilmesini, hem de ancak küresel ölçekte kurulabilecek sınıfsız topluma doğru yürünebilmesini mümkün kılan bir durum ortaya çıktı. Yani bugünkü sosyalist kuruculuk ve komünizme ulaşma girişimlerinin başarı şansı, daha önceki girişimlere oranla çok daha yüksek.

Bu koordinatlarda anımsanması gereken, “İnsan ne iyi ne de kötüdür; durum ve şartlar onu ne yapıyorsa odur. İnsan durum ve şartlarla meydana geliyorsa, durum ve şartları insanca yapmak gerekir,” vurgusuyla Karl Marx’ın, “Gerçi maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; üstelik, maddi yaşam koşulları bilinci, düşünceyi belirler, ama kuram da, düşünce de kitlelere mal olunca maddi güç hâline gelir,” saptamasıdır…

 

7 Mart 2016 12:59:05, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 13 Mart 2016 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da düzenlediği ‘Başka Bir Dünya Mümkün… Örgütleyecek Güç Sensin’ başlığıyla düzenlediği sempozyuma sunulan tebliğ…

[2] Karl Marx.

[3] Bkz: Aydın Ördek, “İmkân ve Kaynak Olarak Komünist Ütopya”, Mülkiye Dergisi, No:36 (3), 2012, s.147153; Bir Eylem Felsefesi-Komünist Manifesto ve İktidar Mücadelesi, Kolektif, çev: Tonguç Ok, Evrensel Yay., 2014; Çağdaş Marksizm İçin Eleştirel Kılavuz, Hazırlayanlar: Jacques Bidet-Stathis Kouvelakis, çev: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, 2014; Jodi Dean, Komünist Ufuk, Çev: Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yay., 2014; Jean Jaures, Demokrasi, Barış, Sosyalizm, çev: Asım Bezirci, Evrensel Yay., 2013.

[4] “Rusya’da Kamuoyu Araştırması: ‘Sovyet Sistemine Dönelim’…”, Radikal, 18 Şubat 2016… http://www.radikal.com.tr/dunya/rusyada-kamuoyu-arastirmasi-sovyet-sistemine-donelim-1513269

[5] “Eski Sovyet cumhuriyetinden bir fabrika işçisi, bizzat yaşadığı emekçiler toplumunun çöküşünü şöyle özetliyor: ‘Herkesin işi vardı. Okul ve mesai saatlerinde sokaklarda yaşlılar dışında kimseyi göremezdiniz. Rusya dağıldı. Fabrika kapandı. Hepimiz işsiz kaldık. Çocukları okuldan aldım. Perişan olduk.’

Reel sosyalizmler… Nihaî hedefleri ‘devletin kuruyup gitmesi’ idi. Zıt doğrultulara savruldular. İşçi sınıfı iktidarları oluşturabildiler mi? Tartışmalıdır. Ama, emekçi toplumları inşa ettiler. Ve bugünün dünyasından çok farklı bir düzenin yetmiş yıl yaşayabileceğini gösterdiler. Kıymetlerini bilelim; hatırlayalım.” (Korkut Boratav, “… ‘Reel Sosyalizmler’: Kıymetlerini Bilelim; Hatırlayalım”, Birgün Pazar, Yıl: 12, No: 422, 12 Nisan 2015, s.8.)

[6] “Yenilgiye uğrayınca umutsuzluğa kapılma, her başarısızlıkta bir zafer isteği yatar.”

[7] Thomas Jefferson.

[8] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş: Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, Çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1992, s.73.

[9] “Her kapitalist ülkede, sermayeyle emek arasında kaçınılmaz olarak yalpalayan çok geniş bir küçük burjuva katmanı her zaman vardır. Proletarya zafere ulaşmak için, önce, diğer birçok şey dışında, burjuvazi ile onun küçük burjuva müttefikleri arasındaki kopukluğu ya da ittifaklarının sağlam bir temelden yoksun olduğunu, vb. hesaba katarak, burjuvaziye karşı belirleyici saldırısı için doğru ânı seçmek zorundadır.” (Vladimir İlyiç Lenin, Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 270, Nisan 2010.)

[10] “Devrime karşı birleşenler, otokrasidir, saraydır, polistir, bürokrasidir, ordudur ve bir avuç aristokrasidir. Halkın öfkesi ne denli büyükse, askeri birlikler o denli güvenilmez olurlar, bürokrasi o denli yalpalar.” (V. İ. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1978, s.100.)

[11] Yaşar Ayaşlı, “Teoride ve Güncelde Devrim”, 21 Mart 2015… http:// www.sendika.org/ 2015/ 03/ teoride-ve-guncelde-devrim-yasar-ayasli/

[12] Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Çev: Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yay., 2000.

[13] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2011.

[14] Ütopya Yunanca’da “ou” ve “topos” sözcüklerinin bileşiminden oluşmuştur. “Ou” olmayan, “topos” ise yer anlamına gelir. Yani “olmayan yer” demektir ütopya. Ortaçağın karanlık ve baskıcı ortamında evrensel zenginlikler bir avuç feodal aristokratın elinde toplanıyor, insanlar yarı köle biçiminde emeklerinin karşılığını alamadan bu derebeylerine hizmet ediyor, bireysel özgürlükler, toplumsal adalet ve hak arayışları yok sayılıyordu. Bu kaos ortamında özgür, adil ve herkesin mutlu olduğu bir toplumsal düzen özlemine ilişkin eserler verildi. Bunların arasında en önemlileri Thomas More’un (1478-1535) ‘Ütopia’, Tommaso Campanella’nın (1568-1639) ‘Güneş Ülkesi’ ve Francis Bacon’un (1561-1626) ‘Yeni Atlantis’ adlı eseridir.

Aslında ilk ütopik devlet örneği önce Platon tarafından herkesin bildiği ‘Devlet’ adlı eserle İsa’dan önce verilmiş, toplumun iki üst katmanını (yönetici ve asker sınıfı) içine alan bir sosyalizm düşlenmişti. Thomas More ise eserinde tümüyle sınıfsız bir toplum düşünmüş, eşitlik ilkesi uyarınca özel mülkiyeti yasaklamıştı. Tüm dinlere ve dinsizlere aynı sevgi, saygı ve hoşgörü içinde yaklaşmış, savaştan özenle kaçınmıştır. Campanella, mevcut devlet yapısı karşıtlığı nedeni ile yaşamının 27 yılını tutuklu geçirmiş, eserinde o da mal, mülk, kazanç ayırımına karşı çıkmış, ülkenin dünya görüşüne bilim ve felsefeyi egemen kılmıştır. Devletin başına ülkenin en bilge kişisini geçirmiş, ideal toplum düzeninin doğayla uyumlu olmasını şart koşmuştur. Ülkede çarşı- pazar alışverişini ve para kullanımını kaldırmıştır. Her iki düşünür de çalışma saatleri 4-6 saatle sınırlandırılmıştır. Bacon ise yapıtını “bilim toplumu ütopyası” üzerine kurgulamış, her şeyin din üzerine kurulu olduğu Ortaçağ’ın Hıristiyan devlet tasarımına bir alternatif sunmuştur.

[15] William Shakespeare.

[16] 1870 yılında Fransa’ya karşı açtığı savaştan sonra 18 Mart-28 Mayıs 1871 tarihleri arasında Paris’te başlayan ayaklanma ile 21 Mart’da yapılan yerel yönetim seçimlerinde devrimciler kazandıklarından Komün yönetimi kuruldu.

Paris Komünü’nün yayımladığı programa göre, devlet dine verdiği desteği çekecek; Fransız Cumhuriyet takvimi kullanılacak; iş saati on saat ile sınırlandırılacaktır.

İşçiler tarafından kamu işlerini, belediye sınırları içinde ve devlete başvurmadan yönetmek amacıyla gerçekleştirilen devrimci bir girişimdi.

Hükümet birlikleri, Komüncülere karşı 21 Mayıs 1871 tarihinde saldırı başlattı, 20.000 Komüncü öldürüldü. Ayrıca 38.000 kişi tutuklandı. 8.000’e yakın kişi sınır dışı edildi.

[17] Komün’ün laiklik mücadelesi konusundaki tutumunu -Marx ve Engels’den- aktarırsak: 2 Nisan günü Komün, din ve dini kurumlar ile devleti tamamen ayırmış, din işleri bütçesini kaldırmış; bütün kiliseler kamulaştırıp dini görevliler “öncelleri olan havariler gibi, inanların sadakaları ile yaşamak üzere, özel yaşamın dünya işlerinden dingin el çekmişliğine” gönderilmişlerdir. Gene bir kaç gün sonra; bütün dinsel simge, dua ve dogmaların, kısacası “herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin” okullardan uzaklaştırılması kararlaştırılmıştır.

[18] “Diktatörlük, toplumun bir kesiminin, toplumun geri kalan kesimi üzerinde, doğrudan doğruya zora dayalı egemenliğidir. Tutarlı tek devrimci sınıf olan proletaryanın diktatörlüğü, burjuvaziyi devirmek ve karşı-devrim çabalarını defetmek için gereklidir. Proletarya diktatörlüğü öylesine büyük bir önem taşımaktadır ki, böyle bir diktatörlük gereğini yadsıyan ya da yalnızca sözde kabul eden kişi, sosyal-demokrat (komünist) partinin üyesi olamaz. Bununla birlikte, bazı durumlarda, istisnai olarak, örneğin bazı küçük ülkelerde, komşu büyük bir ülkede toplumsal devrimin gerçekleştirilmesinden sonra, küçük ülke burjuvazisinin, eğer direnmenin boşunalığına ve postunu kurtarmayı yeğ tutmasının daha doğru olacağına inandırılırsa, iktidarı barışçıl yoldan teslim etmesi olasılığı da yadsınamaz.” (Vladimir İlyiç Lenin, Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikatürü, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2014.)

[19] Vladimir İlyiç Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yay., 1978, s.93.

[20] Bob Marley.

[21] V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 240, Nisan 2009.

[22] “Bizim öz yönetim ve demokratik özerklik konusunda yaptığımız vurgular parti programlarımızın vurgularıdır aynı zamanda. Biz bunu Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve demokratik cumhuriyetin temeli olarak görüyoruz. Çok önemli bir zemini olarak görüyoruz. Ama öz yönetim ilanları ve öz yönetim süreci geride bıraktığımız süre içinde terör ve bölücülükle yaftalamıyoruz. Bu çok yanlış bir şey, bölge halkı ve öz yönetim ilanı gerçekleştiren halkımız bölünmek için değil birleşmek için öz yönetim ilan ediyor. Öz yönetim şu demek, demokratik ve idari tanzim. Yani yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir.” (“HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ Siirt’te”, Milliyet, 23 Ekim 2015…”, http://www.milliyet.com.tr/hdp-es-genel-baskani-yuksekdag-siirt-siirt-yerelhaber-1029269/)

[23] “Devletsiz” bölgeler yaratarak öz yönetimi sürdürmek ne kadar gerçekçi ve tutarlı fikriyattır? Silahlı mücadele aracılığıyla yürütülecek “öz yönetim” “devrimi” mi?

[24] “Ekim Devrimi’nde büyük kitleler ‘sokaklara dökülmedi’. Büyük kitlesel yürüyüşler yapılmadı; çok sayıda işçi, asker, hatta sıradan vatandaş sokakları doldurmadı. Petrograd halkı, bunun yerine günlük normal işleriyle ilgilendi. Bir yere kadar, ayaklanma neredeyse kansız oldu; Lenin’in kendisi de ayaklanmanın çok kolay olmasına hayret etti. Kışlık saray’ın ele geçirilmesi sırasında elbette ara sıra ateş edildi, ama saraya ‘saldırı’, Sergey Ayzenştayn’ın yarı belgesel Ekim filminde gösterdiği gibi, çarpışmalarla, açılan yoğun ateşler altında gerçekleşmedi. Bazıları kazara, sadece dokuz denizci ve altı saray muhafızı öldürüldü. (en etkileyici olay, asker ve seyirci kalabalığının sarayın devasa şarap mahzenini ele geçirip, kızıl muhafızlar ve birlikler onları dışarı çıkarana kadar çarın kaliteli şaraplarını alırken yaşandı.) Hükümet ayaklanmacı birliklere büyük bir uysallıkla teslim olmuştu. Çok zayıf bir direniş gösterdiler -hükümetin emrinde çok az askerî güç vardı- ve ADK’nin [askerî devrim komitesi] ayaklanmayı tamamlaması için 30.000 kızıl muhafız, denizci ve asker yetmişti.” (Murray Bookchin, 1905’ten 1917’ye Rus Devrimleri, Çev: Ali İhsan Başgül, Dipnot Yay., 2013, s.293.)

[25] Antonio Gramsci, İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi, İşçi Demokrasisi, 1919, Belge Yay., İkinci Baskı, s.14-16.

[26] “Eşit olanın, eşiti üstünde hâkimiyeti yoktur.”

[27] “Tam boşanma özgürlüğü yasalaşalı bir yıl dolmak üzere. Meşru-gayrimeşru çocuk ayrımını ve siyasal kısıtlamaları kaldıran bir kararnameye imza attık. Dünyanın başka hiçbir yerinde emekçi kadınlar için eşitlik ve özgürlük böyle eksiksiz bir şekilde gerçekleşmemiştir. Köhnemiş yasaların esas yükünü kadın işçilerin taşıdığını biliyoruz. Tarihte ilk kez bizim yasalarımız kadın haklarını çiğneyen her şeyi ortadan kaldırmıştır.” (Vladimir İlyiç Lenin, Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 270, Nisan 2010.)

[28] Karl Marx.

[29] Karl Marx’ın sevdiği söz, “homo sum; humani nihil a me alienum puto/ ben bir insanım; ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir”…

[30] Karl Marx.

[31] “Eğer bir gün partinin çıkarları ile halkın çıkarları karşı karşıya gelirse, tavrımız halkın çıkarlarından yanadır,” der İbrahim Kaypakkaya…

[32] “Kapitalizm kendi mezar kazıcılarını yaratır,” diyen O, varoluş sorununu sermaye-emek çelişkisi bağlamında ele alıp, bu çelişki çözülmedikçe emeğine yabancılaşan insanın gerçek anlamda var olamayacağının altını çizerek eklerdi: “Tarihte her ne olmuşsa, başka türlü olamadığından öyle olmuştur”, derdi.

[33] V. İ. Lenin, “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Öğesi”, Marx, Engels, Marksizm, Sol Yay., ikinci baskı, s.78.

[34] “3-5 Nisan 2015 tarihleri arasında Hamburg’da ‘Kapitalist Moderniteye Karşı Meydan Okumak’ başlığıyla düzenlenen Konferansta, Marx’ın emek-değer teorisine yönelik eleştiri yapıldı… Konferansa yansıdığından anlaşıldığına göre kapitalizmin ekonomik temeli konusunda Kürt hareketinin ve Öcalan’ın derin, geniş ve kapsamlı araştırmaları bulunmuyor. Kapsamlı bir ekonomik teoriden (değer teorisi, para teorisi) yoksunluk, Marksist olmayan teorilerin etkisini artırmaktadır. Özellikle İmparatorluk adlı kitabı yazanların (M. Hardt ve A. Negri) değer teorisine yönelttikleri eleştirilerden etkilenen Öcalan şöyle demişti: ‘İmparatorluk yazarları değer teorisini ele alıyorlar, değer ölçülemez diyorlar. Bazı sonuçlara ulaşıyorlar. Marx’ın değer teorisi yanlış. Aslında Kapital’i de çok iyi inceleyemedim, ama son tahlilde işçi sınıfı ile burjuva sınıfının birleşip pay alma savaşıdır.’

Değer teorisi konusunda da şöyle diyor Öcalan: ‘Ananın yaptığı gibi ücretsiz işçiliği nereye koyacağız? Çocuğu büyütmesi, ona bakması, ev içinde verdiği emek ölçülemez.’ Öcalan ‘aslında Kapital’i de çok iyi inceleyemedim’ diyor. Evet, Öcalan Kapital’i iyi incelemiş olsaydı, inanıyorum ki, (M. Hardt ve A. Negri) değer teorisine yönelttiği eleştirilere karşı dururdu. Umarım Öcalan, Kapital’i derinlemesine inceleme olanağı bulur. Marx, emeğin değerinin ölçülmesini hiçbir şekilde savunmaz. Çünkü Marx’a göre ‘emek değer üretir, ama emeğin değeri yoktur.’ Marx, kapitalist sistemin ekonomik analizini yapıyor ve emek ve iş-gücü arasında ayrım yapıyor ve emeğin neden ve nasıl iş-gücüne dönüştüğünü incelemeye çalışıyor.

‘Kapitalizm-Değer ya da Gücün Birikimi?’ başlığı altındaki sunumda Kenan Ayaz, Öcalan’a atıf yaparak Marx’ın emek-değer teorisinin yanlış olduğunu ileri sürdü. Aslında sunumun başlığı bile sorunludur ve diyalektik olmayan bir bakış açısını sergilemektedir. Kapitalizmi, sadece devlet gücü birikimine indirgemek, kapitalist ekonominin mantığını anlamamak demektir. Oysa kapitalizm, hem sermaye hem devlet gücü birikimidir. Daha doğrusu, kapitalizm sermaye birikimi üzerinden iktidar gücünü geliştirirken, tersi de doğrudur. İktidar gücünü, sermaye birikiminin hizmetine koşar. Devletlerin, bankaları kurtarma operasyonu başka ne anlama gelebilir ki. Marx’ın Kapital’inin 4. Cildi’ni ve Grundrisse’yi okumayan insanların, ekonomik konularda geniş bilgiye sahip olmayanların konferansta Marx’ın emek-değer teorisini eleştirmesi Marx’a büyük bir haksızlıktır.

Marx’ın emek-değer teorisini açıklamadan önce, ilkin bu teoriye geçmişteki saldırılara ve daha sonra Marx’ın değer teorisi hakkında bazı düşünülerin görüşlerine kısaca da olsa bakmak gerekiyor. Sonra emek-değer teorisini açıklamak uygun görünüyor.” (Yener Orkunoğlu, “Kapitalist Moderniteye Karşı Meydan Okuma Konferansının Düşündürdükleri ve Bazı Eleştiriler”, 22 Nisan 2015… http://www.sendika.org/2015/04/kapitalist-moderniteye-karsi-meydan-okuma-konferansinin-dusundurdukleri-ve-bazi-elestiriler-yener-orkunoglu/)

[35] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Çev: Arif Gelen, Sol Yay., 2006.

[36] Konfüçyüs.

[37] Yaşar Ayaşlı, “Marksizmin Bitmeyen Revizyonu”, 30 Ocak 2016… http://sendika9.org/2016/01/marksizmin-bitmeyen-revizyonu-yasar-ayasli/

[38] Hasan Bülent Kahraman, “Yani Önce Kafa…”, Sabah, 2 Şubat 2015, s.20.

[39] Berkant Gültekin, “Cem Eroğul: AKP Tarihsel Gelişimi Terse Çevirmek İstiyor”, Birgün, 12 Şubat 2015, s.6.

[40] V. İ. Lenin, Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 330, 2011.

[41] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1977.

[42] Steven Wright.

[43] “Devrimciler örgütü, her şeyden önce ve esas olarak devrimci faaliyeti meslek edinmiş kişilerden oluşmalıdır. Böyle bir örgütün üyelerinin bu ortak vasfı dikkate alındığında, işçilerle aydınlar arasındaki ve hele hele farklı meslekler arasındaki her türlü ayrım tamamen kaldırılmalıdır. Bu örgüt zorunlu olarak çok geniş tutulmamalı ve olabildiğince gizli bir yapıda olmalıdır…

Devrimci teori olmadan, devrimci hareket olamaz. Öncü savaşçı rolü, ancak en ileri teoriyi kılavuz edinen bir partiyle yerine getirilebilir. Kitlelerin kendiliğinden kabarışı ne kadar büyük, hareket de ne kadar yaygın olursa, sosyal-demokrasinin (komünistlerin-y.n) teorik, siyasal ve örgütsel faaliyetinde daha ileri bir bilinç göstermesi gereği o ölçüde artar…

Siyasal sınıf bilinci, işçilere ancak dışarıdan taşınabilir, yani ancak ekonomik mücadelenin dışından, işçilerle patronlar arasındaki ilişkiler alanının dışından taşınabilir…

Somut anlamda eylem çağrıları, ancak eylem yerinde yapılabilir; ancak bizzat harekete girişenler ve bunu anında yapabilenler böyle tesirli çağrılarda bulunabilirler. Biz sosyal-demokrat (komünistlere-y.n) yazarlara düşen görev, siyasal teşhirleri ve siyasal ajitasyonu derinleştirmek, genişletmek ve yoğunlaştırmaktır.” (Vladimir İlyiç Lenin, Ne Yapmalı?-Hareketimizin Can Alıcı Sorunları, Türkçesi: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı: 274, Nisan 2010.)

[44] J. Milton.

[45] Evet, kapitalizm her şeyi, resmi, edebiyatı, müziği ve hatta güzelliği alınıp-satılır bir meta hâline getirdi. Sadece fabrika işçileri değil, aynı zamanda bilim insanları, avukatlar, şairler, ressamlar, hepsi yaşamak için kendilerini satmak zorundalar. Ama tüm bu insanlar, kendilerinin de işçi olduklarının ve ortak bir düşmanları bulunduğunun farkına vardıklarında ne olacak? Birbirlerini tamamlamak için bir araya gelecekler. Ama sadece kendi ülkelerinde değil, bütün dünyada; çünkü kapitalizmin her zaman dünya pazarına ihtiyacı var, sloganı da “serbest ticaret!” onun ihtiyacı tüm dünyayı özgürce ve aylak aylak dolaşıp kâr ve daha fazla kâr yapmak. Ama bunu yaptığında istemeyerek de olsa ortaya bir dünya kültürü çıkarıyor. İnsanlar tarihte hiç olmadığı kadar sınırları aşıyor. Fikirler sınır tanımıyor. İşte tüm bu süreç ve olgular ortaya yeni bir süreç çıkarmak zorundadır…

[46] Karl Marx, ‘1844 El Yazmaları’nda, “Paranın gücü ne kadar büyükse, benim gücüm de o kadar büyüktür. Paranın nitelikleri, benim niteliklerim ve özsel güçlerimdirler… Ben çirkinim, ama en güzel kadını satın alabilirim. Demek ki ben çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi, itici gücü, para tarafından yokedilmiştir. Bireyselliğim bakımından, ben kötürümüm, ama para bana yirmidört ayak sağlar; öyleyse kötürüm değilim; ben kötü, namussuz, vicdansız, kafasız bir insanım, ama para saygındır, öyleyse sahibi de; para en yüksek iyiliktir, öyleyse sahibi de iyidir, para beni ayrıca namussuz olma güçlüğünden de kurtarır; bunun sonucu beni dürüst sayarlar,” der!

[47] “Tarihsel değişimi belirleyen kadınların özgürleşme oranıdır. İnsanlığın zorbalığa karşı kazandığı zaferin bulunduğu nokta, kadının erkekle, zayıfın güçlü olanla karşılaştırıldığında ortaya çıkan durumdur. Kadının özgürlük derecesi toplumsal özgürlüğün doğal ölçüsüdür. Kadının aşağılanması, uygarlığın ve barbarlığın ana unsurudur. Şu farkla ki, barbarlık basit yöntemler uygularken, uygar sınıf kusur ve ayıplarını karmaşık varolma yöntemine, belirsizliğe ve ikiyüzlü bir çift anlamlandırmaya yükseltir. Kadının esaret altında tutulduğu bir toplumda, hiç kimse erkek kadar ağır bir biçimde cezalandırılmamıştır.” (Karl Marx.)

[48] Leo Huberman, Sosyalizmin Alfabesi, Çev: Alaattin Bilgi, 20. Baskı, Sol Yay., 2011.

[49] Yevgeni Yevtuçenko.

“Dinci terör” ve katliamlara dair kısa not

“Neden oldu?” sorusunun da mutlaka sorulması gerekir. Şimdilerde ‘neden’ sorusu pek sorulmuyor! Müslüman-Arap toplumlarının içine sürüklendikleri terör sarmalını, katliamları ve vahşeti anlamak için geride kalan 60-70 yılda bölgede olup bitenlerde, emperyalist Batı’nın sorumluluk payını hatırlamak gerekiyor.
Zira, geride kalan 60-70 yıllık dönemde emperyalist devletler, Müslüman-Arap toplumlarının kendi ayakları üstünde durmalarını, kendi kaderlerini tayin etmelerini engellemek için her yola başvurdular:
1. Orada Siyonist İsrail’i peydahlayıp, bölgeyi sürekli bir çatışma, savaş, kaos ve istikrarsızlık alanı haline getirerek;
2. Siyonist rejimin Filistin’i işgal ve kolonize etmesini koşulsuz destekleyip, Filistin halkının Siyonist rejim tarafından rehin alınmasını ve devlet terörünü onaylayarak;
3. İlerici, seküler, sosyalist rejimlerin yaşamasına izin vermeyerek, o amaçla darbeler, komplolar, savaşlar peydahlayarak;
4. Baştan itibaren dinci gericiliği destekleyip, bölge halklarının kimlik siyasetine hapsolmalarını sağlayarak;
5. 1648 Westfalya Barışından beri oluşagelen uluslararası hukuku yok sayıp, yok edip, sözde “insanî müdahale”, “koruma sorumluluğu”, “halkı zalim diktatörün zulmünden kurtarma” [ki, halkı şerrinden kurtarıyoruz dedikleri diktatörlerin en büyük destekçisi de bizzat kendileri olmak kaydıyla], oraya “demokrasi ve insan hakları” ihraç etme gibi tam bir ikiyüzlülük ve sahtekârlık örneği olan saçma gerekçelerle, bölge halklarına savaş açıp, toplumların dokusunu parçalayarak, milyonlarca insanı hunharca katledip, yerinden yurdundan edip, çaresiz mültecilere dönüştürerek, doğal çevreyi ve tarihî dokuyu tahrip ederek;
6. Her türlü imkânı seferber edip, terör örgütleri peydahlayıp, emperyalist çıkarlar için sahaya sürerek ve cinayetlere ve katliamlara uygun bir zemin yaratarak;
7. Sömürgeleri olan Kuzey Afrika ve Orta-Doğu ülkelerinden gelen Müslüman-Arap kökenlilere ‘ikinci sınıf’ insan muamelesi yapıp, gençlerin geleceğini karartarak;
8. Tüm bunları jeopolitik, jeostratejik çıkarlarının bir gereği ve dolayısıyla bölgenin zengin kaynaklarına el koymak için yaparak… ABD ve müttefikleri (NATO’cu cephe densin) Afganistan’a, Somali’ye, Irak’a, Libya’ya, Suriye’ye, Yemen’e, vb. neden savaş açıp o güzelim ülkeleri çökerttiler?
Fakat bir şeyi de gözden kaçırmamak gerekiyor. Bütün bunları yapan emperyalist ülkeler, demokrasinin timsali sayılıp yere göğe konmuyor! O ülkeleri yönetenler orada yaşayanların oylarıyla seçilip bu netameli işleri yapmıyorlar mı? Bu insanlık suçlarını işlemiyorlar mı? Eğer öyleyse, “masum insanların” da bir sorumluluk payı olması gerekmiyor mu? Bugün Müslüman-Arap toplumlarının içine sürüklendikleri durumdan sorumlu olan yöneticileri seçip, iktidar yapanlar kendileri olduğuna göre… O halde iki şey: Ya demokrasi denilenin demokrasiyle bir ilgisi yok [ki bana göre kesinlikle yoktur. Tam bir seçim/temsil yanılsaması, tuhaf bir sirk oyunudur] ya da yaşanan vahşette “masumların” da bir dahli olması gerekiyor. Onun için ‘masumların’ ‘masumiyeti’ de sorun edilmelidir…
Terörü, katliamları, vahşeti lânetlemek kolay da, ‘şeyler nasıl bu hale geldi?’, ‘bu olup bitenlerden kim/kimler sorumlu?’sorusunu sormaya niyetli olanların sayısı maalesef çok değil!
Kimse kendini aldatmasın. Son dönemde yapılan katliamların, cinayetlerin, işlenen insanlık suçlarının gerisinde Batılı-Doğulu istihbarat örgütleri var. Onların gerisinde de ‘demokratik olan’ ve ‘olmayan’ hükümetler var! O istihbarat örgütleri boşlukta durmadıklarına göre…
İyi de bütün bunlar neden yapılıyor? Artık neoliberal kapitalizm sıkışmış durumda. Patinaj yapıyor. Savaşları, şiddeti ve kaosu devreye sokmadan varlığını sürdürmesi giderek zorlaşıyor. Sermaye uygarlığı çözdüğünden daha çok sorun yaratmadan yol alamıyor. Velhasıl kiminle çuvala girdiğini bilmek önemlidir. Unutmamak gerekir ki, adı ne olursa olsun, kim kiminle savaşırsa savaşsın, sonuçta tüm savaşlar halka karşı yapılan savaşlardır. ‘Emperyalistler arası’ denilen savaşlar da bal gibi halka karşı savaşlardır… Paul Valery: “Savaş, birbirlerini tanıyan ama birbirlerini öldürmeyenler adına, birbirlerini tanımayanların birbirlerini öldürmesidir” demişti. Louis Blanc da “Zenginler savaşı yoksullarla yaparlar” derken aynı şeyi ifade ediyordu…
Fakat, yanlış anlamaya yer vermemek için bir hatırlatmayla bitirelim. Bütün bunları söylerken “hırsızın kabahati” yok sayılıyor değil… Ama o bu kısa yazının konusu değil. Bölgedeki gericilik timsali işbirlikçi unsurların pis misyonunu unutmak diye bir şey asla söz konusu değil elbette… o

Paylaşım savaşı, esir alma savaşı

SSCB’nin çözülüşü sonrasında, alttan alta emperyalist güçler arasında süren dünyanın paylaşılması savaşımı, su üstüne çıkmaya başladı. Farklı farklı biçimler alarak gelişti, gelişiyor. Dünyayı bir yangın yerine çevirme noktasına erişiyor.
Afganistan ve Irak işgali ile ABD, dünya egemenliğini, “imparatorluğu” ilan etmeye çalıştı. Roma’dan daha büyük bir imparatorluk ilanına hazırlanırlarken, işler istedikleri gibi gitmedi. Ve bu kez, bir adım geri çekildiler. Obama dönemi aslında bu geri çekiliş dönemidir. Ama aynı anda ABD, savaşı başka biçimlere evriltmeye başladı. Libya savaşında tüm emperyalist güçleri birleştirdi ve petrolün tatlı geliri ile tüm emperyalist Avrupa, ABD’nin arkasına katıldı. Ardından sıra Suriye’ye geldi.
Aynı anda, dünyanın farklı yerlerinde, halkların, ortak direnişi gelişmeye başladı. Dünya halklarının farklı biçimlerde gelişen sisteme karşı tepkisi, sosyalizm hedefine yönelmemiş olsa da, kapitalist sistemin açık bir eleştirisini ortaya koymaya başladı.
Böylece, paylaşım savaşını yürüten güçler, aynı anda, halkların gelişmekte olan, henüz gelişmekte olan direnişini de önlemek için saldırıya geçtiler. Ekim Devrimi deneyimini hatırlamış olmalılar.
Suriye savaşı, tüm Ortadoğu’yu kana bulayan bir yeni sürecin önünü açtı. ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın desteklediği IŞİD, bir çete olarak ortaya çıktı. Bu çete savaşı, sadece Suriye ile sınırlı kalmadı. İnsan yakmalar, kafa kesmeler, akıl almaz şiddet biçimleri, kadın ve çocukların öldürülmesi, farklı tarzda bir çete savaşını ortaya koydu.
Bu çete savaşı, bir yanda paylaşım savaşımını, tetikçiler, çeteler eli ile yürütme girişimidir. Ukrayna’da da böyledir, Suriye ve tüm Ortadoğu’da da. Ama bu çetelerin sahneye çıkışı, aynı zamanda dünyanın farklı ülkelerinde farklı biçimler altında gelişmekte olan direnişi de bastırmak için iş görmeye başlamıştır.
Ülkemiz buna bir örnektir.
Suriye savaşına aktif bir tetikçi olarak dalmış olan Türkiye, IŞİD çetelerini Suruç’ta, Ankara garında vb. olduğu gibi, kitlesel uyanışı önlemek, kitle eylemlerini bastırmak için de kullanmakta sakınca görmedi. Ukrayna’da da sosyalist hareketi bastırmak için aynı işi, devleti eli geçirmiş olan eski Nazi çetelerine yaptırdılar.
Ve bugün, tüm Avrupa, IŞİD saldırıları ile, sisteme karşı gelişen muhalefeti sahneden atmaya başlamıştır. Sahneye IŞİD tehdidi öylesine dolmuştur ki, bir yandan tüm toplumsal muhalefet sahneden atılmış, diğer yandan ise “olağanüstü” hukuk uygulamaları için bahaneler bulunmuştur.
IŞİD ve benzeri çeteler, öylesine sahneye sokulmuştur ki, dünya gericiliği, bu yolla dünyanın birçok yerinde halkların sistemi sorgulayan kitlesel eylemlerini bastırmak için, burjuva hukukunu askıya almıştır, dünyanın her yerinde, burjuva devlet, gerçek dişlilerini ortaya çıkarmaya başlamıştır. Fransa’yı ele alın, sonunda aylar sonra Paris sokaklarında insanlar, askerin şehir içindeki varlığına karşı eylemlere başlamışlardır. Ve hemen ardından Brüksel saldırıları gelmiştir. Yeniden tüm Avrupa’da, “güvenlik” önlemleri adı altında olağanüstü hâl uygulamaları devreye sokulmaktadır.
Tüm bunlar dünyanın paylaşımı savaşı ile birleşmektedir. Mesela Türkiye, bizzat Cumhurbaşkanı’nın ağzından AB’yi, “mülteci” politikası ile tehdit etmektedir ve bu yolla ciddi paralar ve tavizler almışa benzemektedir.
Yaratılmış olan bu ortamda, çeteler, sahibinin elinde çok fonksiyonlu birer savaş aracı olarak iş görmektedir. Ve dünyanın her yerinde bu çeteleşme, yol almakta, yaygınlaşmaktadır.
Bu sürece destek veren devletlerin çeteleşmesi, elbette çok daha hızlı gelişmektedir. Türkiye buna bir örnektir. Suriye Afganistan’a benzetildikçe, Türkiye de Pakistan hâline gelmektedir.
Bu bir yönü ile bir paylaşım savaşıdır ve bunda kuşku yoktur. Yeni dünya savaşı, her aşamada farklı biçimler almaktadır. Yugoslavya’nın parçalanmasında etnik çatışma, yine çeteler ve tetikçiler aracılığı ile savaş yürütülmüştür. Ukrayna’da Nazi çeteleri devreye sokulmuştur. Bugün Ortadoğu’da ise, IŞİD eli ile, hem dinî farklılıklar, hem etnik farklılıklar bir arada devreye sokulmaktadır.
Emperyalist güçler, kendi amaçlarına ulaşmak için, bu çeteleri, bazı kendilerine bağlı devletleri kullanmaktadır. Bu yolla, kendi güçlerini toplamak, mevzi kazanmak ve kendilerine göre rakiplerini güçsüzleştirmek için yol almaya çalışmaktadır.
Suriye savaşı, bu açıdan, bir laboratuvar hâline getirilmiştir. Ve bugün bu savaş, dünyanın başka yerlerine de ulaşmaktadır.
Fransa, savaştayız derken, acaba sadece IŞİD’i mi kastetmektedir, yoksa kendince açıklamasa da, arkadaki devletleri de kastetmekte midir?
Aslında yeni paylaşım savaşımının fiilen başlamış olduğunun itirafıdır bu. Bu savaş, çetelerin devletleşmesi ve devletlerin çeteleşmesi süreci ile işlemektedir. IŞİD, bir devlet olarak kendini ilan etmiş, bununla kalmamış, 40 ülke ile diplomatik, askerî, ekonomik ilişki kurmuştur. İslam dünyasına dönük olarak halifelik ilan etmiştir ve doğrusu İslam dünyasından yeterli tepkiyi de görmemektedir. Öte yandan bir çok devlet, çeteleşmiştir.
Devletlerin çeteleşmesi, gerçekte içinden geçtiğimiz çağa da uygundur. Emperyalist odakların kendi sömürgelerindeki devletin “sınırlarını” ortaya koyan bir “radikal” yaklaşımdır da. Bir sömürge ülkenin devleti, gerçekte bir cins çetedir. Suudi Arabistan devleti, bir petrol kuyusunu bekleyen çete değil de nedir? Bunu birçok ülkeye uygulayabilirsiniz. Bizim ülkemizde devletin, baştan aşağıya rant paylaşımına dayalı bir çeteleşme yaşadığı, banka müdürünün evinden çıkan ayakkabı kutularından, Bakan’ın rüşvetçi bir karapara operasyoncusunun önünde yatarım çığlıklarından belli idi. Ama çeteleşme, burada sınırlı kalmamıştır. Kürt halkına, Kürt halkı nezdinde halklara karşı yürütülen savaş, çeteleşmenin bir başka boyutu değil midir?
Bu bir yönü ile paylaşım savaşıdır ve bunu artık anlamak kolaydır.
Bir yönü ile ise, bu, halkları esir alma savaşımıdır. Bu, çetelerin devletleşmesi ve devletlerin çeteleşmesi ile imal edilen çete-devlet terörü, gerçek anlamı ile halkları suskunlaştırmak, toplumsal aklı yok etmek, kitlesel eylemleri bastırmak ve bu yolla suskun, sessiz, eli kolu bağlı, esir bir toplum yaratmak için kullanılmaktadır. Bu çete-devlet terörü, tüm toplumu esir alma operasyonunun bir parçasıdır. Bu çete-devlet terörü, olağanüstü hâl uygulamaları ile, tüm demokratik hakları tırpanlamak için kullanılmaktadır.
Ülkemizde son dönemde gelişen süreç buna örnektir. Devlet, parlamentoyu işlevsiz kılmış, devre dışına bırakmıştır. Sarayın deyimi ile fiili durum yaratılmış, meclis iş emirlerine göre çalışan bir kurum olmuştur. Bakanlar kurulunun arkasında, paralel bir bakanlar kurulu devreye sokulmuştur. AK Parti diye bir parti, MHP diye bir parti kalmamıştır.
Ve bugün, açıkça, emirle, HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, sanatçının, yazarın. öğretim üyesinin vb. terörist ilan edilmesi için uygun “hukuk” yaratılması tartışılmaktadır.
Daha da uzatmak, örnekleri çoğaltmak elbette mümkün. Ama sanırız, bu kadarı ile, bu sürecin aynı zamanda halkların esir alınması süreci olduğunu görmek artık mümkündür.
İşte bu nedenle, tüm bu sürece karşı direnmek, insan olarak kalabilmenin asgarî temeli hâline gelmiştir. Direnmek sadece insan olarak kalmanın değil, gerçekten de özgürleşmenin, zafere ulaşmanın da yoludur.

Kambersiz düğün olmaz Tayyip’siz devlet olmaz, entrikasız saray olmaz

Bugünlerde bunlara daha fazla şahit oluyoruz.
İlk örneğimiz, Ankara Gar patlamasının ardından, Başbakan Davutoğlu’nun sentetik yüz ifadesi ile söylediği sözdür: Biz bu canlı bombaları biliyoruz ama demokratik hukuk devleti olduğumuz için eylemi yapmadan tutuklayamıyoruz. Okuyucu bizi affetsin, aşağı yukarı bu sözleri söyledi, ama kelimeler belki aynı değildir. İsteyen bakabilir. Güvenlik zaafı olmadığını böyle anlatıyor. Ölümlerden bir dirhem acı, bir dirhem utanç duymuyor.
Bu ülkede, Kürt illerinde seçilmiş insanlar yıllardır nedensiz tutuklanıyor, polis kurşunları ile bebekler öldürülüyor, TV kanallarında ölümler için sevinçler duyulduğu ilan ediliyor. Bir öğrenci bir soru sorsa gözaltına alınıyor, sokağa çıkan ve demokratik hukuk devletinin gösteri ve yürüyüş yasasından yararlanmak isteyen herkes karşısında TOMA’ları, copları, işkencecileri buluyor. Ve utanma duygusunu kaybetmiş sentetik ifadesi ile Başbakan, canlı bombaları patlamadan tutuklayamayız, diyor.
Özeti şudur: Diyor ki, biz bunları biliyoruz, siparişi verdik, göz yumduk ve kime saldırılacağını da söyledik. Sen barış istiyorsan, biz de senin karşına IŞİD çıkartırız. Dedikleri budur.
Darül Harp terimini çok seviyor İslamcı iktidarımız ve Saray çevresi. Darül Harp’teyiz ve ne yaparsan mübahtır, diyorlar. Bu nedenle hile, katliam, yalan, hepsi birbirine karışıyor.
Halklara karşı, işçi ve emekçilere karşı, milyonlara karşı bir savaş yürütüyorlar ve “ya bendensin ya da düşmanımsın” diye nutuklar atıyor.
İkinci örneğimiz Bülent Arınç’tan olsun. Son dönemde, varlığı bile kalmamış olan AK Parti cephesinden az sayıda ses verenlerden biridir. Ama özrü kabahatinden büyüktür. Bunca ölümler, bunca yalanlar, bunca hileler, bunca hukuksuzluk, bunca katliamlar, bu savaş hukuku karşısında bugüne kadar susmanın vebalini taşıyacak omuz bulunabilir mi acaba? Evet Arınç, parça parça bazı bilgiler veriyor. Ama ne verdiği bilgiler işe yarıyor, ne de açık konuşuyor. Eskiden söylemişti, Erdoğan ile karşı karşıya geldiğinde “benim de bir ağırlığım var” diye. Bugün anlaşılıyor, tüylerin de mutlaka bir ağırlığı vardır ve bunun için çok hassas tartılar da imal edilmiştir. Ama Erdoğan’ın Saray iktidarı, tüy ağırlıklarını hesaba katmıyor. Evet gerçekten Bülent Arınç’ın da bir ağırlığı var ama bizim hesabımıza, halkların hesabına, ezilenlerin hesabına, onun jargonu ile söyleyecek olursak fakir-fukaranın hesabına değil. Mesela, bir kadın edepli olmalıdır, diye başlayan, kadınların kahkaha atmasını edepsizlik olarak nitelendiren açıklamaları var ya, onların bir ağırlığı var. Erdoğan cephesinden alkış alıyorsa ağırlığı var. Yok, karşı çıkacaksan, biraz net olacaksın, bir açık olacaksın, biraz yürekli olacaksın. Bunlar için de ağırlık hesabına gerek yok.
Böyle çok örnek bulunur. Alın Efkan Ala’yı, vurun Bekir Bozdağ’a. Alın Numan Kurtulmuş’u, vurun kimi isterseniz ona, hepsi, artık yalanlarla idare edemez hâldeler. Güç gösterilerinin arkasındaki korkuları her açıdan belli olmaktadır.
Ve Cumhurbaşkanı, fiili başkan, yasal başkan değil ama fiili başkan, muhtarlara eziyet komitesinin Başkanı, her nutkundan bir emir çıkaran yargının yol göstericisi, her biri etrafında ay olmaya çalışan ve bu konuda birbiri ile yarışan havuz medyasının güneşi, İslam dünyasının müstakbel halifesi, ülkemizin fiili sultanı, buyurmuş ve demiş ki; ben gidersem, devlet biter, bensiz devlet olmaz.
Buna, bak arkadaş kendini ne denli övüyor, diyenler olabilir. Bizim böyle bir eleştirimiz yok. Bunu minibüs şoförleri düşünsün, çünkü bir gün muhtarlar bitecek ve karşısına minibüs şoförlerini alacak. Biz bunu açıkça yazdık. Daha iyisini bulmak zordur. 2023 yılına kadar da yeter sayıya sahiptirler. Hem Saray adabı gereği, sarayda bir müzik de olmalıdır ve Orhan Gencebay konusunda bu şöförler kadar birikimli olanını bulmak zordur. Yine de Erdoğan’a önerimiz, “Batsın bu dünya” şarkısını kendisine saklamasıdır, ne olur ne olmaz. Bir gün giderse, bu şarkı ile gitmek uygun olur.
Hayır biz Erdoğan’ın kendini çok övdüğünü söylemiyoruz. Onu Yasin Aktay diye bir milletvekili var, ona sormak lazım. “Ne var yani, onu görünce peygamber efendimizi görmüş gibi dua okumak ayıp mı” diyor bu sayın Aktay.
Bizi işin övgü ile ilgili hiçbir bölümü ilgilendirmiyor.
Biz, şuna bakıyoruz, bunları kime söylüyor?
Reyhanlı’da bir patlama olmuştu. Herkes hatırlar. Patlama, ortaya çıktı ki, El Nusra’nın işidir. Rusya’nın baskıları sonucu, Türkiye’nin El Nusra ve bağlı gruplara kimyasal silâh tedarik ettiği ortaya çıkınca, efendisi ABD, yakalanmış olan denetimsiz çocuğun kulağını çekti ve silâh sevkiyatı duracak dedi. Ama bir an bile bu sevkiyatın durmasını, Erdoğan El Nusra’ya anlatamadı. Onlar da bize silâh vermezseniz, biz de patlatırız dediler ve patlattılar. Erdoğan, bunun üzerine, muhtarlarımı topladı, hatırlamıyorum, ama bir vesile ile konuştu, dedi ki, “benim 52 Sünni vatandaşım öldü.” Şimdi hep beraber düşünelim, bunu kime söyledi? Bu ülkenin işçilerine mi, emekçilerine mi? Hayır. Kendine oy verenlere mi? Hayır. Bizim kanaatimiz odur ki, bu konuşmasında Erdoğan, bombayı patlatan ve kendileri de Sünni olan unsurlara sesleniyor. ‘Ne yaptınız, gittiniz Sünni insanları öldürdünüz, biz zaten size silâhları gene vereceğiz, niye bu telâş, hem hadi yapacaksınız, bari Sünni vatandaşları seçmeseydiniz’ diyor.
Acaba Erdoğan, şimdi, ben gidersem devlet biter, diyerek kime sesleniyor?
Mesela HDP’ye, PKK’ye, biz devrimcilere mi sesleniyor? Tabii ki hayır, biz devletin her türünün bir diktatörlük olduğunu düşünürüz ve dünyada devletlerin, sınırların, sömürünün olmadığı günleri hayal ederiz. Ben gidersem devlet de biter, dediğinde bize bir mesaj vermesi mümkün değil.
Acaba, Saray’da harem ile ilgili görevler aldığı belli olan, haremin başına getirilen ve tüm eş olma görevlerini bırakarak, kendini haremi oluşturacak olanların eğitimine adayan Emine Hanım’a mı bunu söylüyor? Zaten Emine Hanım, Ahmet Hakan’ın son derece uygun bulduğu tarzda, haremin eğitim işleri ile ilgili, İlber Ortaylı ile yarışacak denli analizler yapmaya başlamıştır. Öyle anlaşılıyor, Ahmet Hakan, harem danışmanı olacaktır. Hürriyet’teki köşesi, artık işe de yaramıyor, Aydın Doğan’ın dediklerine göre yön almaktansa, haremde Emine Hanım’a göre şekil almak daha yeğ olmalıdır. Konumuza dönersek, Emine Hanım’a mı sesleniyor? Sakın şöyle demeyin, efendim ona sesleniyor olsa evde konuşurlardı. Hayır. Sultan öyle yapmaz, “tez muhtarlar toplansın”. Onun için böyle düşünmek doğru değil. Ama bizce de Emine Hanım’a seslenmiyor. Ben gidersem devlet de biter, Emine Hanım için bir kurtuluş olurdu, Ahmet Hakan’ın düşündüğü gibi, Emine Hanım, haremdeki öğretmenliği sevmiş değildir.
Öyle ise kime sesleniyor?
Mesela CHP’ye olabilir mi, hele ki CHP’nin ulusalcılarına? Mesela Perinçek’e sesleniyor olabilir mi? Mesela eski Ergenekon takımına sesleniyor olabilir mi? Mesela şu an desteğini aldığı ordu üst yönetimine sesleniyor olabilir mi? Mesela Arınç ve ekibine (kimileri Gül ve ekibi diyor. Bizce Gül’ün ağırlığı da yok, niyeti de yok. Arınç ses çıkarma denemeleri yapmasa, Gül, cuma namazına bile gitmeyecektir. İngiltere’den haber gelmeden, Gül’den bir tek koku çıkmaz) mi sesleniyor.?
Kısacası, Erdoğan, devlet içinde kendine şu ya da bu nedenle, geçici veya kalıcı olarak, “ama”lı veya amasız destek verenlere sesleniyor. Diyor ki, benden desteğinizi çekerseniz, ortada devlet kalmaz. Diyor ki, benim çok da umurumda değil, ama siz beni feda ederseniz, ortada devlet denilen bir şey de kalmaz.
Evet, şimdi zurnanın zortladığı yerdeyiz.
Suriye savaşı boyunca, işlenmiş, ABD, İngiltere, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye ittifakının işlediği suçların hesabı kime yazılacak?
21. yüzyılda, Kürt halkına karşı sürdürülen katliam savaşının hesabı verilmeyecek midir?
Gezi’de katledilen gençlerin hesabı sorulmayacak mıdır? Hadi dayakları, gazları, suları bir yana bırakalım, gaz fişeği ile alınan gözlerin hesabı sorulmayacak mı?
Ya rantlar, rüşvetler ile elde edilen paralar, nereye kadar taşınabilir?
Erdoğan, fark etmiş olmalıdır ki, kendi “dostları”, geçici dostlardır. Bugün bu ittifak hepsinin işine gelmektedir. ABD, Suriye’de kaybettikleri nedeni ile Erdoğan’ın yaptıklarına göz yummaktadır, ama bir yere kadar. Ergenekon, konu Kürtler olunca her türlü savaşı destekler durumdadır ama bundan çıkacak sonuç nedir? Kürt halkı, bu ölümlerle, bu katliamlarla sindirilebilir mi? Ve tüm bunlarla ittifak içinde Erdoğan, kendi işine bakmaktadır, Saray’ı güçlendirmek istiyor, rantlarını korumak ve sağlanmış düzeni geliştirmek istiyor.
Ben yoksam devlet de olmaz. Bir kumarbazın sözlerine benziyor. Kumarbaz kime rest çekiyor?
Kambersiz düğün olur mu? Olmaz.
Erdoğan’sız da Saray olmaz.
Peki, ya saray, saray entrikasız olur mu?
Sarayda sadece harem olmaz, sadece harem ağası olmaz, sadece hadım ağası (yoksa yeni hadım ağası Ahmet Hakan mı olacak) olmaz. Sadece içoğlanları olmaz. Mesela Jöleli ile Cemil Ertem arasında, Etyen Mahçupyan’ın bizi haberdar ettiği değişik cinsel ilişkiler Saray’ın bir realitesidir. Tarihimize bakın, bunlar vardır. Kardeş katli ne kadar varsa, içoğlanları da o kadar vardır.
Mesela sarayda, şamar oğlanı vardır.
Bizim sarayın şamar oğlanları muhtarlar mıdır? Minibüs şöförlerinin ıslahı programına ne zaman geçilecektir?
Ve nihayet, sayın sultanım, saray, entrikasız olmaz.
Halk, köylüler, işçiler, “özrü kabahatinden büyük” durumlarını bilmezler. Nereden bilsinler, onların geçim derdi var, saraydaki gibi oyunlara girişmezler. Padişah bir gün, veziri ölçmek istemiş, bana öyle bir durum göster ki, özrü kabahatinden büyük olsun. Vezir düşünmeye başlar. Bulamazsa, oyun bu, sonunda kelle gidecek. Sarayda insanlık yoktur, acıma yoktur. İktidar oyunları böyledir. Bir gün sarayda her zamanki gibi, padişah hazretleri bir adım önde, muhtemelen içoğlanı olarak saraya girip sonunda vezir olmuş olan vezir bir adım arkada yürümektedir. Vezir, orta parmağını padişahın poposuna daldırmış. Padişah sıçramış, bre deyyus demiş, vezir, padişahım özür dilerim sizi bir an için sultan hanım sandım der. İşte özrü kabahatinden büyük bir örnek böyle ortaya konmuş olur.
Biz, işçiler, halklar, bunları bilmeyiz, açık ve net özür dileriz.
Ama biliyoruz ki, saray entrikasız olmaz.
Acaba, Erdoğan, saray entrikacılarını mı tespit etti de onlara sesleniyor?
Ben olmazsam devlet de olmaz, ilgilisine bir tehdittir, bir mesajdır.
Ama aynı zamanda, devletin ne kadar güçsüz olduğunu, tüm bu saldırıların ardındaki korkuları da ortaya koymaktadır.
Bir kenti ablukaya almak, binlerce asker, polis, saray gladiosu, Ergenekoncu vb. ile her şeyi yakıp yıkmak, taş üstünde taş, baş üstünde baş koymamak, çocuklara keskin nişancılarla ateş etmek, tanklarla bombalamak, acaba nasıl bir korkunun ürünüdür?

Saray’ın egemenliği ve iç savaş

Buna, devlet eli ile uygulamaya konan hukuk tanımaz baskı ve terör de diyebilirsiniz.
Her ikisi atbaşı gitmektedir. Biri diğerinin gerisinde kalmıyor. Her ikisi aynı anda, birbirini besleyecek tarzda devreye sokuluyor.
Bu süreç, Başbakan’ın ağzından kaçırdığına göre, 2013’ün Ekimi’nden beri planlanıyor. Kürt illerine dönük saldırı ve abluka planı, bir katliam planı olarak 2013 Ekimi’nden beri planlanıyor ve yine Başbakan’ın dediğine göre 12 ilçeyi kapsıyor. Bu 12 ilçeye ya da daha fazlasına dönük saldırı, Silopi, Cizre ve Sur’da devreye konulduğu hâli ile bir katliam planı olarak devreye sokulmuştur.
Elbette planlamaları 2013 Ekimi’nden başlıyorsa, demek ki, bunun daha da öncesinde bir “ittifak” görmek mümkündür. TC devletinin, yakın dönemde tasfiye etmeye yöneldiği Ergenekon olarak anılan kontr-gerilla örgütlenmesi, buna eski kadrolar da diyebilirsiniz, Erdoğan’ın “paralel yapı” operasyonları sonrasında Erdoğan’ın Saray örgütlenmesine eklenmiştir. Böylece, eski ve yeni kontr-gerilla, eski ve yeni gladio devreye sokuldu. Bu saldırının, bu ittifaka dayandığı anlaşılmaktadır.
Yetmez.
Suriye savaşı, Rojava faktörü de var.
ABD ve AB, Kürtlere dönük bu saldırıyı ciddi biçimde desteklemektedir ve bu da artık gizli değildir. ABD, bölgede kaybetmeye başladığı gücü kazanabilmek için, Kürt hareketi içinde Barzani ile elde edemediği olanakları elde edebilmek için, bu saldırıyı açıktan desteklemektedir. Öyle ki, PKK’nin ve Rojava güçlerinin, bu saldırılardan bunalarak, ABD ile anlaşmaya varması beklentisi ile, ABD ve AB, TC devletinin Kürt illerine dönük katliamcı saldırılarını açıktan desteklemektedir. ABD, bu yolla bölgede güç toplamaya çalışmaktadır. Nasıl ki, Suriye’ye dönük saldırılarda TC devleti bir tetikçi olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır, aynı biçimde Kürtlere dönük saldırıya da gözler kapatılmaktadır.
İşte Saray, bu denklem içinde, kendi egemenliğini “mutlak” egemenliğe çevirmeye çalışmaktadır. Bu açıdan Erdoğan, ABD’nin ihtiyaçlarına bir yandan evet demekte, ama diğer yandan ise, kendi egemenliğinin yolunu döşemektedir.
Saray, hem bugün kolkola girdiği eski gladio kadrolarını kullanmak istiyor, diğer yandan ABD’nin isteklerine uygun adımlar atıyor, ama bu arada ise, her fırsatta kendi egemenliğini pekiştirmeye çalışıyor.
Saray, 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra (aslında öncesinde de), saldırıların boyutunu geliştirmiştir. Suruç, bu açıdan bir ilk olmuştur. Suruç saldırısı, Suriye’de süren savaşın, Türkiye’ye yansıması olarak verilmek istenmiştir. Gerçekte durum daha da farklıdır. Saray ve devlet, Suriye’deki durumu, bu tip saldırıları devreye sokmak için, özel olarak kullanmaktadır. Bunun bir yeni örneğini ise Ankara Gar saldırısında ortaya koymuştur. Her iki saldırının, sisteme muhalif güçleri hedeflemesi, IŞİD’in politik perspektifi ile açıklanamaz. Tersine, iki kanadı olan yeni gladio örgütlenmesinin Saray ekibinin perspektifi ile örtüşmektedir. Başbakan’ın, Ankara Gar saldırısından sonra oy hesabı yapması boşuna değildir. Gerçek, bazan kendini farklı yollarla da olsa ortaya koyar. Aynı anda, gladionun eski unsurları, büyük bir milliyetçi-devletçi saldırı devreye sokmuşlardır.
Kürt illerinde sokaklarda bırakılan cesetler, ortaya konan hukuksuz savaş, ortaya konan abluka ve katliam politikası, bu ikili yapının ortak ürünüdür.
Bu nedenle, parlamento devre dışıdır.
Bu nedenle, hükümet ortada yoktur.
Anlaşılacağı gibi bu durum, Saray’ın “fiili durum” yaratma politikalarına tam anlamı ile uymaktadır. Nasıl ki, Suriye ve Ortadoğu çıkarları için ABD’nin attığı adımlar, Saray’ın istediği egemenlik için uygun zemin oluşturuyorsa, sürdürülen iç savaş da, buna hizmet edecek tarzda tırmandırılmaktadır.
Suriye Afganistan’laşıyorsa, Türkiye’nin de Pakistan’laşması peşi sıra gelmektedir. Bu elbette doğru ve bağlantı kurulabilir bir durumdur. Ama ne ki, durum bundan daha da farklıdır. Saray ve gladio, bu Pakistan’laşmanın bizzat organizatörü durumundadır.
Suriye savaşında Türkiye’nin müttefikleri ne kadar bu süreci götürecektir? Yanıtı bellidir. Hemen hemen her müttefiki, Suudi Arabistan, İsrail, Katar, İngiltere, ABD, kendi konumlarında değişikliklere gitmekten çekinmemişlerdir. Ama Türkiye, bunda hâlâ ısrarcıdır. Bunun bir nedeni, ABD’nin talepleri ise, bir başka nedeni Saray’ın planlarıdır, “mutlak” egemenlik talebidir.
Aynı durum, eski ve yeni gladio güçlerinin ittifakında da geçerlidir. Saray, bu durum kendi istekleri için iş gördüğü sürece, bunun arkasında olacaktır.
Bunların sonucunda, tablo şöyle oluşmaktadır.
1- Savaş, iç savaş hâline dönüşmektedir, dönüşmüştür. Kürtlerin tüm uyarılarına rağmen, Saray, bu savaşı istemekte ve büyütmektedir. Her fırsatta buna yol vermekte, adeta yangına benzin taşımaktadır. Bir katliam politikası devreye sokulmaktadır. Bu yolla, ne kadar “başarı” sağlayacakları, dolayısıyla bunun sürdürülemez olduğu üzerinde tartışmak, Saray açısından anlamsızdır. Saray, buradan bir sonuç elde etmek istemiyor. Yani Saray için ya da bu operasyonu yürütenler için, bu yolla Kürtleri yok edecekleri, bu yolla PKK’yi yok edecekleri konusunda bir fikri olduğu şüphelidir. Ama Kürtlerin ABD politikalarına rıza göstermelerinin istendiği açıktır.
Buradan bakıldığında, devletin bu saldırılardan bir anlamlı sonuç elde etmeksizin, saldırıları devam ettirmek istediği açıktır. ABD ve AB’nin desteği de fırsat bilinmektedir.
Bu fırsatla devlet, tamamen savaşa göre şekillenen bir “fiili durum” peşindedir. Bu “fiili durum”un da onlara bir “zafer” getirmeyeceği bizce açıktır.
Ama iç savaş sürecinde Saray, tümü ile, kendine uygun bir “çerçeve” istemektedir. Üstelik bunda da ne hukuk, ne kendi kuralları vb. kalmamaktadır.
İç savaş bu anlamda tam olarak devrededir.
İstenildiği zaman da IŞİD devreye sokulmakta, buradan hareketle, tüm toplum esir hâline getirilmek istenmektedir. Tehdit ve baskı, her yolla devreye sokulmaktadır.
2- Türkiye, her fırsatta, bölgede savaşı destekleyen, isteyen bir konuma oturmuştur. Türkiye savaş kundakçısı bir tutum almıştır. Suriye’ye dönük operasyonların her aşamasında vardır. IŞİD’in elinde iken, El Nusra’nın elinde iken sorun olmayan sınır bölgesinde IŞİD temizlendiğinde kıyamet koparılması, bu açıdan net bir tutumdur. Burada ortaya çıkan her kaybı, Türkiye’nin düşünmesine değil, başka saldırganlık sergilemesine neden olmaktadır, Başika budur. Suudi Arabistan ile Suriye içlerine dalma girişimi, Kürt mevzilerinin bombalanması budur.
Bu durum ABD açısından son derece verimlidir. Hem rakiplerini zor duruma düşürmek açısından, hem de yarın suçları yıkacağı bir namzet bulması açısından son derece uygundur.
Türkiye, bölgede savaş isteyen bir durumdadır ve bunun içindedir. Öğlen namazını Suriye’de kılmak, Şam’ı, yarım günde almak hep böylesi bir tutumun ürünüdür.
3- Saray’ın, parçalı, kısmî ama “mutlak” egemenliği oluşmaktadır. Saray, bir yandan egemenliğini sağlamlaştırmış görünmektedir. Ama bu, parçalı bir egemenliktir. Saray, parlamentoyu devre dışına itmiştir, bu açıdan yol almıştır. Saray, hukuk sistemini kendi kontrolüne büyük ölçüde almıştır. Saray, medyayı büyük ölçüde denetim altına almıştır. Ama bu egemenlik, devlet çarkının her alanını kontrol etmekten uzaktır. Tersine eski gladio ile işbirliği, bu anlamda Saray’ın denetiminin dışında bir yeni alandır. Dahası, güçlü gözüken bu Saray egemenliği, büyük ölçüde çürümeyi de beraberinde getirmektedir.
Kürt illerinde yürütülen hukuksuz savaş ve katliam politikası, tüm egemenlik aygıtını hukuksuz ve kuralsız hâle getirmiştir. Bu, bugün Saray için olumlu ve istenilen bir durum olarak görülmektedir, ama aynı zamanda bu “mutlak” egemenlik olsa da, sınırlıdır. Belki de bu “sınırlı” olma durumu, Saray’ı daha da saldırgan hâle getirmektedir.
Aynı nedenle, bir yandan, “demokratikleşme” adına “yeni anayasa” tartışılmaktadır ve aynı zamanda, bundan çok daha şiddetli bir biçimde, anti-demokratik yasalar talep edilmektedir. Bir yandan, “hukuk devleti” olduğumuz için, Ankara Garı’nda bombayı patlatanların bilindiği hâlde suç işlemeden kendilerine dokunulamadığı söylenmektedir, ama diğer yandan milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması devreye sokulmakta, öğretim üyeleri tutuklanmakta, sokakta gösteri yapanlara savaş ilan edilmekte, barış istemek suç ilan edilmektedir.
Güç gösterisi, güç ile tüm toplumu bastırma girişimleri, aynı zamanda derin bir korkuyu, Saray’ın korkularını yansıtmaktadır.
Dışarıda, bölgede süren paylaşım savaşımına bodoslama dalan iktidar, içeride akıl almaz bir rant paylaşımı için tüm iktidar gücünü kullanmaktadır. Paylaşım savaşımı, içeride bir paylaşım politikası ile birleşik hâlde sürdürülmektedir.
Burjuva anlamda hukuk rafa kaldırılmıştır.
Parlamento devre dışıdır.
AK Parti, CHP ve MHP birer parti olmaktan çıkmıştır.
Ve insan hakları yerle birdir.
Bugün, Kürt illerinde Kürt halkına karşı geliştirilen kuralsız savaş, aynı zamanda ülkenin tümünde bir hukuksuz savaş hâline getirilmektedir. Gladio, birçok bileşeni ile devrededir, ama dahası, bu, tam bir çete yapılanması olarak karşımıza çıkmaktadır. Saray’ın “mutlak” ama kısmî egemenliği, aynı zamanda çeteci bir yapıdır.
Bu çeteleşme, dünya kapitalist sisteminin artık olağan yapılanmasıdır. Tekelci kapitalizme son derece uygundur ve paylaşım savaşımının bu yeni tarzına son derece uygun düşmektedir.
Bu aynı zamanda bir iflastır. Sistemin iflasıdır. Ve aynı zamanda, tüm yeryüzünün adalet arayışının, özgürlük ve eşitlik arayışının daha da fazla artacağının kanıtıdır. Bu ortaçağ karanlığı, aydınlanmanın arifesidir. o

Newroz’dan 1 Mayıs’a direnerek kazanacağız

Hem dünyayı saran paylaşım savaşı, hem bu savaşımın yoğunlaştığı bir alan olarak bölgemizi kavuran paylaşım savaşı, farklı aktörlerle sürdürülüyor. Bunlara savaşın çeteci biçimleri de diyebiliriz.
Emperyalist güçler, iki dünya savaşı deneyiminden çıkarttıkları derslerle, yeni paylaşım savaşımını, daha çok çetelere bağlı olarak yürütüyorlar. Bir yandan, kendi denetimlerindeki devletleri tetikçi olarak kullanırken, diğer yandan, katillerden oluşan çeteleri devreye sokuyorlar. Böylece, görülmemiş bir şiddet her yanı kasıp kavuruyor ve halkların dünyasını cehenneme çeviriyor. Bu cehennemin içinde yolunu, rotasını bulmak, kurtuluşa giden hattı takip edebilmek, umudunu korumak giderek zorlaşıyor.
Aynı zamanda, yakından yaşadığımız bir savaş, ülkemizde sürmektedir. Kürt halkına dönük saldırı, gerçekte, bugüne kadarki tüm kontr-gerilla taktiklerini harmanlayarak, bütün şiddeti ile, bir topyekûn savaşa dönüşmüştür. Kürt illeri kuşatılıyor, yangın yerine çevriliyor. Aynı anda, hukuk tanımaz uygulamalar, insanlığı ayaklar altına alan uygulamalar devreye sokuluyor. Kürt illerinde beyaz bayraklarla hastaneye ulaşmaya çalışan insan görüntüleri, yakılmış cesetlerin, sokaklarda bırakılan cenazelerin, bombalanan evlerin, yıkılan binaların, keskin nişancıların kurşunlarına hedef olmuş çocukların görüntüleri insanlık suçu olarak tarihe kazınıyor.
Çeteler devlet ilan ederken, devletler tetikçiliğine girdikleri emperyalist efendilerinin emirleri ile çetelere dönüştürülüyor.
Kürt halkına dayatılan bu kıyım, gerçekte, tüm Anadolu halklarına, tüm bölge halklarına dayatılan bir kıyımdır. Bölgemizin en örgütlü halkı olarak Kürt halkını dize getirmek, tüm emperyalist güçlerin arkasında durduğu, Türkiye eli ile yürütülen bu savaşın ana hedefidir. Bu nedenle bu vahşi savaşın, bu kuralsız savaşın, bu özel savaş uygulamalarının arkasında AB ve ABD birlikte durmaktadır.
Bu nedenle devlet, bu savaşı tam bir seferberlikle, topyekûn bir savaş olarak uygulamaya koymuştur. Sadece kuşatılmış ve bombalanan Kürt illeri, sadece yakılan insan cesetleri söz konusu değildir, aynı zamanda, büyük bir yalan makinası da devreye sokulmuştur. Basın, tam anlamı ile, çok yönlü bir saldırı, adeta bir yalan bombardımanı yürütmektedir. Karanlıktan medet umdukları için, gerçeği, gerçeğin kendisini karartmaya çalışıyorlar. Güneşi, gün ışığını, açıklığı, şeffaflığı sevmiyorlar. Ve ömrü yarım saat bile sürmeyen yalanları devreye sokmakta beis görmüyorlar. Bu yalan kampanyası, bu karanlık bombardıman, Ankara ve İstanbul’da yaşanan her bombalama eyleminde de kendini gösteriyor.
Böylece, şiddetle direnenleri sindirmek istiyorlar
Böylece, yalanlarla, karanlıkta bırakarak, halkları, işçi ve emekçileri esir almak istiyorlar.
Böylece, onuru, direnişi yok etmek istiyorlar.
Umudu yok etmek istiyorlar.

“Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
– çürüyen diş, dökülen et-,
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.”
İşte Nâzım’ın 1945 sonunda söylediği gibi, umudu yok etmek istiyorlar.
Korkuyorlar ve kendi korkularını, halkların korkusu hâline getirmek istiyorlar. Böylece ayakta durmaya, ömürlerini uzatmaya çalışıyorlar. Bu kan ve şiddet, bu karanlık ve yalan bunun içindir.
Bu nedenle, direnmek, direnmeye devam etmek, bugünün en önemli meselesidir. Yaşamanın tek yolu, insan olarak kalmanın tek yolu, kurtuluşun tek yolu, kazanmanın tek yolu direniştir.
İktidar, bu kanlı savaşı sürdürebilmek için, her hak arama eylemini bastırmak istiyor.
İnsanların, kitlelerin sokaklara çıkmasını, sokaklarda çoğalmasını önlemek istiyorlar. Bunun için, her eyleme saldırıyorlar. Bunun için, her hak arama eylemini yasaklıyorlar.
Newroz işte bu nedenle yasaklandı.
Bombalarla korkutulan kitleler, eylemlere gidemez hâle getirilmek, böylece evlerinde, hatta ve hatta kendi içlerinde, kendi vücutlarında hapsedilmek isteniyor.
Bu, tam bir esir alma operasyonudur. Tüm toplumu, tarih önünde insanlığı esir alma operasyonudur bu. Bu, sadece Kürt halkına değil, tüm halklara boyun eğdirme, diz çöktürme operasyonudur.
Bu nedenle, Kürt halkının direnişi, Batı’dan yükselen her ses, her eylem çok önemlidir.
Newroz, bir boyun eğmeme, bir diz çökmeme günü olmuştur. Direnerek kazanacağız, Newroz’un temel sloganı olmuştur.
Aynı ruhu, direnişi, ülkenin her yanına yaymak olanaklıdır. Bunun için örgütlenmek, bunun için küçük büyük demeden direnişi geliştirmek çok önemli bir yoldur. Yaşamın her anında, her alanında direnişi geliştirmek, küçük adımlarla da olsa direnmeyi yaygınlaştırmak gereklidir.
İşçi ve emekçileri evlerine kapatmaya çalışan, insanı esir almaya çalışan bu özel savaş uygulamalarına karşı her yolla, her yerde, her araçla direnişi geliştirmek olanaklı ve gereklidir.
Kitlesel mücadele, kitlesel direniş, Gezi ruhunu korumak ve geliştirmek, yakalanması gereken ana halkadır. Diğer her şey bu doğrultuda geliştirilecek örgütlenmeye bağlıdır. Bu halkayı, kitlesel direniş halkasını doğru tutmak, bu toz duman arasında rotayı ve umudu kaybetmemenin tek gerçek yoludur.
Newroz’dan 1 Mayıs’a, tüm baharı, mücadeleye ve direnişi geliştirmeye dönüştürmek olanaklıdır. 1 Mayıs, bu ruhla kutlanmalıdır. Kitlesel bir 1 Mayıs, gerçekte, bu esaret ve korkutma politikalarına karşı durmanın da tek yoludur.

“ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…” o

Perspektif

Taksim’in gölgesinde Kadıköy: 2025 1 Mayısı

Son yıllarda her yıl olduğu gibi, 2025 yılı 1 Mayıs kutlamalarında da, devlet-sol ve sendikalar arasında bir “manevra savaşı” devreye girdi. Her yıl 1 Mayıs...