Ana Sayfa Blog Sayfa 211

Ankara’da 3. bomba! “İçerde-dışarda savaş” diyenler Ankara’daki bombanın sorumlusudur!

Patlamadan saatler sonra yapılan “resmi açıklamalar”da; bilindik kınamalar, lanetlemeler dışında hiçbir şey yok.
Asla bir güvenlik zafiyeti yok!
Kesinlikle sorumlular yakalanacak ve hesap sorulacak!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, dün gece yaptığı yazılı açıklamada; bombalı saldırının “bölgedeki istikrarsızlıktan kaynaklı olduğunu” açıkladı.
Kendisine katılıyoruz ve bölgedeki bu “istikrarsızlığa” dair somut bir veri veriyoruz:
Başbakan Davutoğlu, 24 Şubat 2016 tarihinde, El Cezire televizyonuna  verdiği röportajda, Suriye ile ilgili olarak; “Eğer bugün rejim ülkenin  tüm topraklarını kontrol edemiyorsa Türkiye’nin ve diğer bazı  devletlerin desteği sayesindedir.” açıklamasında bulunmuştu.
İtiraf açık, sorumlular bellidir!
Ankara’da patlayan bombaların sorumluları, hem içeride hem dışarıda  savaş politikalarını hayata geçirenlerdir. Emperyalist efendileri ile  birlikte bölgemizi kan gölüne çevirenlerdir!
Bu savaşta, şehrin göbeğinde bir bomba ile parçalanmak ya da bir  bodrumda yakılarak ölmek, işçi-emekçilere, halklara düşmektedir.
Savaşı kışkırtanlar sırça saraylarında, yalılarında oturmakta, onların çocukları “dünya malı” biriktirmeye devam etmektedir.
Karanlık üreten satılık kalemleri de, bizden bu ölümlere alışmamızı, savaş politikalarına onay vermemizi beklemektedir.
Tüm bu savaş politikalarının gerçek sorumlularından, onları destekleyen yandaşlarından hesap sormak dışında bir yolumuz yoktur!
Evimize-işimize giderken ölmeyi mi bekleyeceğiz; yoksa bu savaş politikalarını hayata geçirenlerden hesap mı soracağız?
Savaşı durduracak güç sensin!
KALDIRAÇ

Ensar Vakfı, ülke, insanımız, Müslümanlar

Derdimiz bu bina ve muhafazakâr adamlar değil; derdimiz, “Emr-i Bil maruf nehy-i anil münker” (Ali İmran-104) diyerek yola çıkan bir dinin ve kendisine Müslüman diyen toplumun bu vahşet karşısında kendilerinden olanın yaptığına çıt çıkarmamaları.
Toplumun muhafazakâr kanadının ikiyüzlülüğü o kadar büyüyerek çürümüştür ki, bunlar çocuklarına tecavüz edildiğinde susan ahmak gerizekâlılar olarak karşımızdadırlar.
Oysa ki; “Siz hiç akletmez misiniz”, “Siz hiç düşünmez misiniz?” diyen bir kitabın ehli bu insancıklar ensarun olamamış ensarı anlamamış hatta ve hatta ensarı hiç düşünmemiş kitap yüksüz zavallılardır.
Gelelim Ensar’a…
Ensar, Arapça’da “yardımcılar, yardım edenler” anlamına gelmektedir. Ensar; Hz. Muhammed, Mekke’den Medine’ye göçtüğü zaman, Mekke’den gelen Müslümanları konuk edip, onlara yardım edenler için kullanılmıştır. Peygamber, Ensar ve Muhaciri kardeş ilan etmiştir.
Yardım edecekleri, geleceği kurmayı hedefledikleri, kendilerine sığınmış, emanet edilmiş çocuklara (ki o çocuklar muhacir, oradakiler de hesapta ensardır) tecavüz ederek, muhafaza edecekleri iktidarlarını korumaya çalışıp kendilerine zavallı dünya dini kuran “esfeli safilin”dir (Tin-5).
“Andolsun ki; biz cinn ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır; anlamazlar, gözleri vardır; görmezler, kulakları vardır; duymazlar. Onlar; hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar; gafillerin kendilerdir.” (Araf 179, İbni Kesir Meali).
Esfeli safilinler (Sefillerin sefili, aşağılık aşağısı, çukur insanı)…
Bel Hum Edaller (Hayvandan bile aşağı insanlar)…
Tecavüz edenler, yok edenler, taciz edenler çocuklara tecavüz edildiğinde ses çıkarmayanlar.
Ülke…
Ülke o binayı kuranların yüzyıl öncesinden atalarının ülkesidir, jönler, ittihatçılar bu ülkenin hamurunu karmışlardır. Bu adamlar da karılan bu hamurdan çıkan abuk ürünlerdir. Muhafaza edecekleri iktidarları, muhafaza edecekleri yalanları muhafaza edecekleri karanlık yanları vardır.
Halkların imha ve inkârı bab’ında…
Pontuslar, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Ezidiler, imha edip inkâr ederek bu binanın kurulmasını sağladıkları halklardır. Ülke, bu karanlığın, halkların imha ve inkârının üzerine kurulmuştur.
Şimdiki kurucu artığı şüreka da bu muhafaza ile görevli olanlar, tecavüzü atalarından öğrenmiş zavallılardır.
İnsanlarımız, Müslümanlar…
Fakat etki ettikleri, kendilerine Müslüman diyen bu halk tecavüze sahip çıkmış, ses çıkarmamış, zulme ses çıkarmayan dilsiz şeytanlar olmuşlardır.
Nasıl olmasınlar ki, işini bilen vatandaş, memur, işçi olarak eğitimlerini tamamlayan; yardım, kardeşlik, paylaşmak gibi güzel hasletlerden uzaklaşan bir binanın yapı taşlarıdır bu insanlar.
İnandıkları kitaptan uzun uzun yazıp hazır bilgi vermektense araştırırlar belki diyerek şunları yazmak yeterli olur, bakmak isterler meraklanarak; Araf 80-82, Hud 81, Hicr 73-76, Şuara 160-168, Ankebut 28-29, Şuara 169, Hud 78.
Kutsal saydıkları, evlerinin duvarlarına astıkları ya da kitaplıklarının başına koydukları, üzerine danteller işledikleri kitaplarından bakabilirler. Evet bunlara dediklerimiz, Yüce Furkan’ın surelerinden ayetlerdir biline….
Ayrıca Enbiya 10, Yasin 62 ve onlarca “Siz hiç akletmez misiniz? Siz hiç düşünmez misiniz?” diyen ayetlere bakabilir ilgili insanlarımız.
“Andolsun ki, O sizden pek çok nesli saptırmıştır. Akletmez misiniz?” (Yasin 62, Seyyid Kutub Meali).
Durum bu vaziyette iken ülkenin insanı hâlen Ensar Vakfı cephesinde vuku bulan iğrenç tecavüz olayı ile ilgili olarak sokakta ses çıkaramıyor ise, oturup düşünmeliler; neye iman etmişler, hangi hayatı kimin için yaşıyorlar.
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Ali İmran 104, Ali Bulaç Meali).
“Fakat, ne yazık ki, (yok ettiğimiz) sizden önceki kuşaklar arasından, yeryüzünde yozlaşmaya karşı çıkan (doğru yolu izledikleri için) kendilerini kurtardığımız küçük toplulukların dışında- akıl/iz’an ve erdem sahibi kimseler çıkmadı. Ve zulme eğilim gösteren çoğunluk yalnızca kendilerini yozlaştıran hazların peşine düşüp günaha gömülüp gittiler.” (Hud 116, Muhammed Esed Meali).
Kurtuluşa ermek niyetindeysen Müslüman, bu sadece kıldığın namaz ile, tuttuğun oruç, verdiğin zekât, gittiğin hacc ile olmayacak, olamayacaktır, ki böyle buyuruyor yüce Furkan.
Ülkende yaşanan tecavüz ile ilgili ülkenin sokaklarında, alanlarında devrimci sosyalistlerin sesi yükseliyor ve bu zulme devrimci sosyalistler alanlarda, sokaklarda karşı çıkarak çocuklarımıza sahip çıkıyor ise; sen evinde, ofisinde sıcacık sulardan aldığın abdestin ile başını ve ayağını mesh edemezsin, edersen de olmaz, kimse de bunu yemez, sadece şeytan taklalar atarak akılsızlığına sevinir.
Ülkenin devrimcileri sosyalistleri; ‘’Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” derken, Müslüman insanı, iyiliği emreden kötülükten uzak tutan tavır ile kurtuluşa ulaşan, olmak istediğindendir ülkenin sarı saçlı kara gözlü, kara saçlı mavi gözlü çocuklarıyla…
Ey Müslüman, tecavüz edilen senin benim bizim çocuğumuzdur.
Ey Müslüman, tecavüze uğrayan bu halkların geleceğidir.
Ey Müslüman, tecavüz edilen, devletin tecavüz ettiği sensin.
Ey Müslüman, muhafaza edeceğin geleceğin ve çocuklarındır, muhafaza edeceğin muhafazakâr devletin sana sunduğu tecavüz kültürü değildir.
Ey Müslüman, tecavüzcü, yağmacı, imha ve inkâr üzerine kurulu bu düzeni inkâr et.
Ensar Vakfı vs. adı ne olursa olsun benzeri vakıf, dernek, yatılı okul benzeri kurumlarındaki bu çürümüşleri çocuk tacizine ve tecavüzüne “İLLA HAYIR” diye haykır Müslüman; önce insan, sadece insan olduğun için haykır.
“LA” de ve yola çık Müslüman;
Kırk kişi idiler ve korkmadılar sen kırk’tan fazlasın, kaybedecek bir şeyin yok dünyalığından başka, kazanacak ise çocuklarımız var yarının sahibi…
Ey Müslüman, yaşamın sana sunduklarının içinde putuna tapınan Mekkeli gibi tapınmaktan vazgeç ve harekete geç; tecavüze uğrayan sen’sin.
Hülasa;
Ensar Vakfı nezdinde patlayan, toplumsal çöküşün, yok edilişin, iğdiş edilişin yansımasıdır.
Bunun karşısında ne olursak olalım insan olarak durmak ve olana bitene, ki onlarca tecavüz olayı var ayrıntı isteyen yüce goog’dan sorabilir ve araştırabilir.
Kadına tecavüz ve kadın cinayetleri, çocuğa tecavüz ve tacizler, sokaklarda öldürülen insanlar, hak arama mücadelesinde TC’nin eli kanlı militarist  güçleri ve polislerince yok edilen, öldürülen insanları, insanlarımız, Kürdistan topraklarının ve bu topraklardaki insanlarımızın katledilmesi, imha ve inkâra tabi tutulmaları, yakın geçmişte türbana karşı devletin tutumu, uzak olmayan geçmişte 1915 Ermeni soykırımı, Dersim tertelesi, aklet düşün ve bakmayı öğren, ki devlet senin değil sana karşı örgütlenmiş bir çetedir ve bu çete dün İskilipli’yi yok ederken, Metin Yüksel’i katlederken de aynı devlet idi bugün de aynı devlet…
Bu çürümenin yanında yöresinde ötesinde berisinde olamayacak aklı kendine yar ve yardımcı olan Müslümanlar; Zeynep Burucerdi cesareti, Ebu Zerr El Gifari mücadelesinde yer alarak sınıfsız ayrıcalıksız, insanın insan olduğu için hürmet gördüğü dünyanın kurulması yolunda harekete geçmelidir.
Unutma; tecavüze uğrayan SEN’sin! o

Kaynaklar:
Kuran’ı Kerim Türkçe Meali
Anadolu Dün, Bugün, Yarın Tarih ve Devrim, Deniz Adalı, Kaldıraç Yayınevi
Kutub-ı  Sitte
Bir takım sosyal medya ağları: Direnişteyiz, Ötekilerin Postası, muhalif medya
Bir takım medya: Hep bildiğiniz tırıvırıyı yazanlar

Barış ve dayanışma için…

Sur’da da yasak tümüyle kalktığında nasıl bir tabloyla karşılaşacağımızın ipuçlarını şimdiden görüyoruz. Sur bölgesi dışında Amed’in diğer bölgelerinde yaşayan insanlar olarak, çok defa Sur’a gitmeye çalıştık. Katliama engel olmak istedik. Bu savaş bitsin diye çok bağırdık. Her sokağa çıktığımızda öldürdüler gençlerimizi… Yine de vazgeçmedik. Evet korku esir alıyordu ruhlarımızı.. Kimimiz bıraktık sokağa çıkmayı, ancak artık tek başına direniş için değil, tüm insani değerlerimizi kaybetmemek için de ses vermeye çalıştık. Zalimin karşısındayız, olmaya devam edeceğiz.
Savaşın tüm boyutlarıyla değerlendirilmesi, ayrı bir yazının konusudur. Ben şu anda savaşın en yakıcı etkilerinden, göç ve çocukların durumu nedir ve bizler ne yapıyoruz sorularının yanıtlarını anlatmak isterim.
Savaş göçü, ölümü ve travmayı beraberinde getirdi bildiğiniz gibi. Başta çocuklar olmak üzere, bölgede yaşayan tüm insanlar olarak bizler, bu savaşın bir bütün olarak duygusal, fiziksel ve zihinsel etkilerini iliklerimize kadar hissetmekteyiz. Savaşın son iki yüz yıla, özellikle de son kırk yıla ait hafızamızda yarattığı yaralar dururken, son aylarda kapımızın önünde, evimizin içinde süren, şehirlerimizde göç ve ölümlere neden olan hali, baş etmekte zorlandığımız bir durum almıştır.
Kürt halkı direnmiştir evet, korumuştur evini sokağını ve mahallesini işgalcilerden. Ancak günler geçtikçe, savaş kirli ve ölümcül yüzünü daha bir ortaya çıkarmış, siviller evlerini ve mahallelerini terk etmek zorunda kalmıştır. En az 25 bin insan göç etmiş, 7450 öğrenci savaştan doğrudan etkilenmiştir.
Göç eden ailelerin kimisi tepkiden, kimi korkudan çocuklarını okula göndermemiş, okula devam eden çocukların ise, “eğitimden” yararlanması için gerekli fizyolojik ve zihinsel şartlar sağlanamadığından okula gidip gelme davranışından öte gitmeyen bir durumları olmuştur. Çocukların nakille ya da taşınan okullarda eğitime devam etmesi üçte bir oranındadır. Yani en az 4000 çocuk okula birinci dönem gitmemiş, ikinci dönem bir kısmı gitmeye başlamıştır. Hâl böyleyken bu çocukların gelişimsel, fiziksel, ruhsal, zihinsel durumları nedir, ne olacak, ne yapmalıyız sorusu en büyük gündemimiz oldu.
İnsan eliyle yaratılan bu “travmanın” etkilerini nasıl görecek, nasıl okuyacak ve nasıl baş edecektik? Travmayla büyüyen çocuklara, zaten travmayla büyümüş olan ya da taşıdığı toplumsal hafıza travmatik anılarla dolu olan bizler, artık topyekün savaşın içinde olan kendimize nasıl yaklaşacaktık ya da yaklaşacağız?
Savaşın yarattığı duygularla, savaş hâlâ devam ediyorken nasıl baş edeceğiz? Bu soruları sormaya yasaklarla birlikte başladık ve 2 ay kadar önce Amed Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde düzenlenen ve birçok kurum ve STK’nın katıldığı çalıştayda çalışma yürütme kararı aldık. Bizler 2 aydır psikolojik danışmanlar, Eğitim-Sen, TİHV, PD-DER, Mezopotamya Psikologlarının da desteğiyle çocuklara ve ailelere yönelik “psikolojik destek” çalışması yürütüyoruz.
Ancak yürüttüğümüz çalışmanın iktidar diliyle “rehabilitasyon” , “şefkat zamanı”, “mağdurlara yardım” olmaması gerekiyordu. Bu nedenle öncelikle, tartışmayı nasıl bir psikolojik destek sorusuyla başlattık. Çünkü psikoloji literatüründeki travma kavramı bizim yaşadığımız süreci tarif etmiyordu. Travma anormal bir olaya verilen normal tepki demekti ve başlayıp bittikten sonra etkileri bir ayı aşan bir süre devam ederse “uzman yardımı” almak gerekiyordu. Oysaki bizim coğrafyamızda kırk yıldır süren bir savaş var ve bu “anormal” olay, kendini bu haliyle “normalize” etmiş durumda. Dolayısıyla yaşadığımız süreç, travma kelimesiyle açıklanmıyor.
Travmatik yaşantıdan sonra bir ayı aşkın süre devam eden ve uzman yardımı gerektiren belirtiler, yalnızca şehir savaşının bile dört aydır devam ettiği koşullarda geçerliliğini tümden yitiriyor. Kaldı ki adına travma denilen savaş koşullarına direnerek yanıt veren bir halk ve gençlerden bahsediyoruz.
Direnişin ve örgütlülüğün bu denli güçlü olduğu topraklarda, travma ya da bireylerdeki travma sonrası stres bozukluğu kavramını kullanma ihtimalimiz ortadan kalkmış oluyor. Zira 10 yaşında çocukların, hangi patlamanın ne tür bir bomba ya da silahtan çıktığını bildiği, çatışma ve direniş, eylem ve sokak kavramlarının 6 yaşında idrak edildiği, 8 yaşında bir çocuğun Şirinler’in özyönetim kurmuş olduğundan bahsetmesi gibi bir durum vardı. Dolayısıyla travma, mağduriyet bakışıyla gidemezdik. Bütün bunların yanında, şehir savaşının bu denli uzun ve can yakıcı olması nedeniyle kendini sahipsiz, terkedilmiş ve yalnız hisseden aileler ve onların katliamlara sessizlikle büyüyen “bunlar neden bizim başımıza geliyor, Kürt olduğumuz için mi?” diye soran çocuklar vardı. Batıyla duygusal kopmalardan bahseden aileler vardı. İntihar girişimleri, altına kaçırmalar, seslerle sıçramalar, uykuda ve iştahta bozukluk, ağlama krizleri, aşırı bağlanma gibi daha birçok etki… nihayetinde göç ve savaşın yarattığı yıkım, baş etmemiz gereken bir süreç olarak önümüzde duruyor.
Bizler bir araya gelen insanlar olarak travma, mağdur, yardım etmek, iyileştirmek, danışma kavramlarını yeniden değerlendiriyoruz. Hasta değiliz, mağdur, iyileşmesi gereken garibanlar da değiliz. Topluca desteğe elbette ihtiyacımız var. Bunun da dayanışmayla, öz-örgütlenmeyle, bir arada olarak güçlenmeyle sağlanabileceğini biliyoruz. Bu nedenle yaptığımız çalışma dayanışma çalışmasıdır.
Çocuklarla kurduğumuz atölyelere de Barış ve Dayanışma Atölyeleri dedik. Çocuklara yaklaşırken yardım eden, uzman, danışman algılarıyla yaklaşırsak, bu sürecin ideolojik ve politik durumunu gözden kaçırmış oluruz. Bizler yardım eden, terapi yapan insanlar olarak değil, dayanışan ve birlikte dayanıklılığı arttıran insanlar olarak çocuklarla bir aradayız. Yardım etmek kavramının kendisi bir fikir olarak, yardıma muhtaç insan algısını ortaya çıkarmaktadır. Bu durumda hiyerarşik bir ilişki tarzına dönüşmekte, yardım eden-yardım alan, güçlü-güçsüz mesajına dönüşmektedir.
Bizler birlikte olmak, dayanışmak algısıyla devam eden savaş sürecine dayanıklılık ve direnç geliştirmeyi amaçlamaktayız. Ayrıca çocuklara sürekli acımak, merhamet etmek, mağdur olarak görmek, bir bütün olarak onlara iyileşmesi gereken hastalar olarak bakma tuzağına düşmemize yol açabilir. Oysa ki belirttiğimiz gibi bölgede yaşayan çocuklar için travma anormal bir olay değil normale dönmüş bir yaşam şeklidir. Direnme ve baş etme güçleri tahminimizden çok daha fazla olabilmektedir. Mağdur algısıyla yaklaştığımız zaman, iç direnci yüksek bir çocuğun direniş gücünü kırma ihtimalimiz vardır. Merhamet, acıma, mağdur algısı yerine birlikte olma, dayanışma, dönüşme ve dönüştürme duygusu iletişimi güçlendirmektedir. Çocuklarda yaşananlara anlam vermenin psikolojik dayanıklılık için oldukça gerekli olduğunu bilerek yaklaşmaktayız.
Özetle yapacağımız çalışmanın temel ilkelerini şöyle sıralayabiliriz (Mezopotamya psikologlarının belirlemesiyle);
Özgürleştirici/Dönüştürücü psikososyal destek için, şu temellerden hareket etmekteyiz.
Hakikat: Ne olduğuna ve nasıl olabildiğine dair bütün hakikat ortaya çıkarılacaktır.
Adalet: Bu hakikat temelinde sorumlular saptanacak ve yargılanacaktır.
Öz-örgütlenme: Travmanın sözsüz ve çaresiz bıraktığı insanların, kendi seslerini hem bireysel hem de kolektif düzeyde bulabilmeleri, kendilerini hayata etkileri olabilecek bir özne gibi hissedebilmeleri için öz-örgütlenmelerini yaratıp sürdürebilmeleri desteklenecektir.
Anlam: Travmatik olaya yol açan nedenler saptanıp, bir daha bu tür olaylar olmaması için gerekenler yapıldıkça kayıpların bir anlam çerçevesinde görülmesi mümkün olabilecektir. Ölenlerin boşuna ölmemesi, ölümlerinin hiç olmazsa koşulları dönüştürücü bir işe yaraması gerekir ki geride kalanlar olarak bir anlam kurabilelim.
Bu temelde yürüyen çalışmamız, belediyeye bağlı Bağlar Eğitim Destek Evi’nde başladı. Aynı zamanda Sur İskenderpaşa mahalle meclisinde ve Umut Işığı Kadın Kooperatifi’yle ortaklaşa Yenişehir’de yürütülmektedir. Çalışmayı genişletmek ve daha çok çocukla buluşmak hedefindeyiz. Uzun soluklu ve diğer yasak ilan edilen Cizre, Nusaybin, İdil, Gever, Silopi bölgelerinde de devam etmek istiyoruz.
Çok zor bir süreçten geçtiğimiz doğrudur. Sağlıklı kalmak, yaşananlara anlam verebilmek hepimiz için zorlaşıyor. İlerde tarih sayfalarında hayretle okuyacağımız bir sürecin içinden, tanıklar ve elbette bir taraf olarak geçiyoruz. Kürt halkı şuana kadar nasıl gücünü direnişinden aldıysa, bu savaşın yarattığı yıkımı da, hakikatinin verdiği güç ve direnişle atlatacak, zafere ulaştıracaktır. Geçeceğini biliyoruz…umut ediyoruz…mücadelemiz haklı ve meşrudur. Hayalini kurduğumuz her şeyi, yaşamı kuracağız. Çünkü bu savaş, şahit olduklarımız sonucunda istediğimiz yaşama götürürse ancak, kafamızda bir anlama oturacaktır. Boşa değil bunca ölüm, göç, yıkım…boşa olmamalı…Bu coğrafya mücadelesini tarihinden alıyor. Geleceğe taşıyamayacağı hiçbir şeyde yok üstelik. Bu yüzden inanıyoruz…Olacak…Sadece barış değil istediğimiz, ÖZGÜRLÜK DE aynı zamanda…

Yasemin Aygün

Çifte sömürüden özgür bir yaşama… Kadın

Çağımız isyanlar ve ayaklanmalar çağıdır. Ve kadınlar, bu sömürü düzeninden en çok etkilenen kesimlerden biri olarak, ortaya çıkan isyanlar ve ayaklanmalarda en öndedirler.
Çünkü artık kadınlara hayatı zindan eden erkek egemen kapitalist sistem, sürdürülemezliği, çürümüşlüğü ile insan aklının anlayamadığı bir vahşiliğe bürünmüştür.
Evde, işte yaşamın her alanında sömürülen kadınlar kapitalizmin zayıf karnıdır. Kadının bugün toplumsal yaşam içindeki etki alanını düşündüğümüzde bu daha anlaşılır olacaktır. Çünkü sistem işçi ve emekçilerin ve en çokta kadınların çifte sömürüsü üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla kadınların özgürlük mücadelesi sistemin temellerini sarsmaya yarayacak bir etkiye sahiptir.
Kadın mücadelesinin ezenler ve ezilenler açısından önemi bu gerçekliğe dayanır.
Sömürü üzerine kurulu bir sistem içinde hangi toplumsal kesim olursa olsun doğal olarak ya ezen ya da ezilen tarafındadır. Toplumun bir parçası olan kadınların, toplumsal yapı içindeki konumları da sınıflı toplumlarla birlikte değişime uğramıştır.
* Her türü toplumsal bağımlılık ve baskı, ezilenin ezene ekonomik bağımlılığından kaynaklanır.
Bu gerçeklikle tüm ezilenlerin ve doğal olarak ezilen kadınların ezilmişliklerinin kaynağı ekonomik ilişkilerdir. Üretim ve bölüşüm ilişkileri ister sınıflı ister sınıfsız toplumda olsun aile yapısından inanışa, sanata, hukuk kurallarına kadar toplumsal yapıyı, kadın ve erkeğin toplumsal yapı içindeki yerini belirleyendir.
Anasoylu düzenden bugüne kadının toplum içindeki yeri de yine bu ekonomik ilişkilere bağlı olarak belirlenmiştir.
Anasoylu sınıfsız toplumlarda üretim toplumsal, paylaşım eşitçe yapılmakta, kadının toplumsal üretimdeki yeri, cinsel ilişki konusundaki konumu, buna bağlı olarak gelişen miras hukuku kadınları toplumun temel unsurlarından biri haline getirmiştir.
Ne zamanki ekonomik ilişkiler değişmiş, fazladan üretim ile doğal işbölümüne bağlı olarak, üretim araçlarının erkekler tarafından sahiplenilmesi gerçekleşmiş ve bunla birlikte değişen miras hukuku kadınların toplumsal yaşam içindeki yerleri ve konumlarının da değişmesine, kadın sömürüsünün başlamasına neden olmuştur.
Dolayısıyla kadının çifte sömürüsünün tarihi sınıflı toplumların tarihiyle başlamıştır. Ve Clara Zetkin’in dediği gibi: Kadının özgürlüğü, tüm insanlığın özgürlüğü gibi yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır.
Bu gerçeklikle beraber emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulacağı güne kadar kadın mücadelesi ertelenemez.
Kadını toplumsal yaşamın dışına iten süreç zaman zaman kadın emeğinin toplumsallaşmasını zaman zaman ise kadını ev içine hapseden fakat her zaman sömürüyü ve baskıyı derinleştiren bir gelişim izlemiştir.
Sınıflı toplumlarla birlikte kadını önce köleleştiren, sanayinin gelişimiyle fabrikalarda daha ucuz iş gücü olarak görüp sömüren, sömürünün akıl almaz boyutlara ulaştığı kapitalizm koşullarında ise kadını kadın kimliğiyle de aşağılayıp baskı oluşturan, emeğinin yanında bedenini de metalaştıran erkek egemen kapitalist sistem çifte sömürünün kaynağıdır.
Ve kapitalizm koşullarında kadın;
* 1800’lü yılların “eşit işe eşit ücret” talebini, kreş hakkı talebini 21. yüzyılda dillendirmek talep etmek zorunda kalandır.
* Kadın istihdam paketleri ile, fabrikada, atölyede, iş yerinde, evde emek sömürüsünün yoğunlaşıp, esnek, güvencesiz düşük ücret ile çalışmaya zorlanandır.
* Bu sistem, kadınların bedeninin para karşılığı satılmasını devlet eliyle, yasalarla meşrulaştırılıp, bununla birlikte, kızlı erkekli ev gibi tartışmalarla topluma ahlâk dersi vermeye çalışılır.
* Ve bu sistemde kadın, iş yerinde mobing, taciz vb. saldırıların yanında bir de evde eşinin çocuklarının ihtiyaçlarını giderme derdi, geçim derdiyle boğuşmak zorunda kalandır.
* Sadece güzel olduğunda ya da tükettiğinde mutlu olduğuna inandırılmaya çalışılandır.
* Her gün kocası, babası kardeşi ya da bir başka yakını, yakını olmayan biri tarafından öldürülen, şiddet ve taciz görendir. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun yaptığı araştırmaya göre, 2015 yılının ilk on ayında 346 kadından 110’u kocası ya da boşanmak istediği kocası tarafından, 50’si erkek arkadaşı, nişanlısı, sevgilisi tarafından, 10’u oğlu, 8’i babası, 75’i tanıdığı bir akrabası, 4’ü tanımadığı biri tarafından öldürülmüştür.
* Sistemin kendi krizini çözmek ve daha fazla kâr elde etmek için yarattığı savaşlarda emperyalizmin paylaşım savaşlarında, bedeni vatan toprağı olarak görülüp, işkence edilen, sığınmak için gittiği kamplarda bizzat devletin askeri, polisi tarafından tecavüz edilen (2011 yılında Hatay’daki kampta 400 kadına askerlerce tecevüz edilmiş 2050’si hamile bırakılıp, çocuk doğurmaya zorlanmıştır) köle pazarlarında satılandır kadın. Örneğin “Savaşın Kadın Boyutu” adlı raporda Cizre, Silopi ve Sur’da son bir ayda katledilen 70 kişinin 24’ünün kadın olduğu vurgulandı. Ya da 2005 te Irak savaşında resmî kayıtlara göre esir edilen Iraklı kadın sayısı 3330. Tecavüz sonucu hamile kalıp hapishanede doğum yapan 1200 kadın, zorla kürtaj edilenler: 1830, toplu tecavüzler sonucu hayatını kaybeden 180 kadın, işkencede 120 kadın öldürülmüş ve 2003-2010 yılları arasında 4 bin kadın kayıp. Bu kadınların fuhuş yaptırmak için kaçırıldıkları düşünülüyor. Bunlar kadınların savaşlarda yaşadığı vahşeti gösteren verilerin çok küçük bir bölümü.
* Çocuklarını ısıtamadığı için intihar eden ya da keskin nişancılar tarafından vurulan kızının cansız bedenini buzdolabında saklayıp, beyaz bayraklarla toprağa vermek zorunda kalan, günlerce vurulduğu yerden cenazesinin alınmasına izin verilmeyen, devrimci olduğu için evlerde infaz edilen, kaç çocuk doğurup, nasıl güleceğine karar verilmek istenen, 9 yaşındaki kız çocuklarına babalarının şehvet duymasını veya abisi tarafından tecavüz edilip bağırmadığı için neredeyse suçlanan, çıplak bedenleri sokak ortasında teşhir edilendir kadın.
* Karısına tecavüzü, ev kirli ya da çocuk ağlıyor diye cinayeti kendine hak gören, “gece bu saatte sokakta işi neymiş” erkek zihniyetiyle de mücadele etmek zorunda kalandır.
Yani kadınlar aynı anda erkek egemen kapitalist sistem ve sistemin içine sadece erkekleri değil kadınları da aldığı erkek zihniyetiyle de savaşmak zorundadırlar
Ve sonuç olarak kapitalizm insanlık dışıdır, kadın düşmanıdır, yok olmalıdır ve olacaktır.
Elindeki tüm güçleri ve yapılarıyla bu düzenin değişmeyeceğini halka kabul ettirmeye çalışan bu insanlık dışı sisteme karşı yeniyi yaratma mücadelesi en başta insan kalmanın gereğidir.
Başka bir dünya mümkündür. Her şey gibi bu düzen de değişir.
Var olduğu dönemde egemenlerce değişmeyeceği düşünülen diğer toplumlar bugün yoktur. Kapitalizm önceki toplumsal yapıları içererek ve yetkinleşerek bugüne gelmiş olabilir, fakat sömürü düzenini bütünüyle yok edecek güç olan, işçi sınıfının da yaratıcısı olmuştur. Ve çifte sömürüye maruz kalan ezilen kadınlar, işçi sınıfının parçası olarak, yeniyi yaratacak olanlardır.
Sistemle birlikte toplumsal yapı içindeki kadının konumunun değişimi, tıpkı ezen ve ezilen ilişkisinde olduğu gibi üretim ve bölüşüm ilişkisinin değişimiyle sağlanacaktır.
Kapitalizmde üretim toplumsal, fakat üretilenin paylaşımı özel karakterdedir. Yapılması gereken üretim ve bölüşümün toplumsallaşması ile özel mülkiyet ve fazla üretimin yok edilmesidir.
Öyleyse sistemin çürümüşlüğünü gizleyemediği bu dönemde kadınlar olarak da özgür bir dünyayı tarif etmek, tarif edileni yaratacak adımlar atmak gerekir.
Geçmişte;
Yönetim kademelerinde kadın katılım oranının düşüklüğü ya da savaş sonrası ülkeyi ayağa kaldırma yükünün kadınların omzuna yüklenmesi ve Gorbaçov’un kadınları eve geri çağıran söylem ve uygulamaları eksik ve yanlış uygulamalarına rağmen Sovyet kadınları, o dönem dünyadaki tüm kadınlardan daha ileri haklara sahiptirler.
Örneğin:
Cinsiyetler arası eşitsizliği düzenleyen tüm yasaların lağvedilmesi, kadınların yaşamın tüm alanlarında (eğitim iktisat, kültür, siyaset) eşit haklara sahip olması,
Kilise nikâhlarının yasaklanıp, kadının kendi soyadını evliyken de kullanabilmesi hatta erkek isterse kadının soyadını alabilmesi,
Çocuk bakımından kadın erkek eşit derecede sorumlu görülmesi,
Fiziksel olarak çalışır durumda olduktan sonra eşlerden hiçbirinin diğerini desteklemek zorunda olmaması, kişinin dilediği sayıda evlilik ve boşanma hakkına sahip olması,
Kürtajın yasal, kısıtsız ve ücretsiz olması, gayri meşruluğun lağvedilmesi,
Kadınların sağlığa zararlı yerlerde çalışmasının yasaklanması.
Bir saatlik yemek izni ve çalışma saatinin 8 saate düşürülmesi, hafta tatilinin 42 saate çıkartılması.16-20 yaş arası gençlerin çalışmalarının 4 saatle sınırlandırılması.
İş gücünün en eğitimli kesiminin kadınlardan oluşur hale gelmesi. Öğretmenlerin %75’inin, doktorların %69’unun, ziraatçı mühendis teknisyenlerin yarısının, yargıçların %40’ının, iktisatçıların %66’sının kadın olması gibi veriler ve bugün de Küba’da çalışanların %66’sının, doktorların %62’sinin, bilim insanlarının %58’i ve parlamento üyelerinin %48’inin kadın olması, sosyalizm deneyiminin kadın mücadelesine kattıklarının göstergeleridir.
Tüm ezilenlerin olduğu gibi, ezilen kadınların kurtuluşu da sosyalizmden geçmektedir, fakat bugün geçmiş deneyimlerinden öğrenerek ve bugünkü koşullar içinde değerlendirilerek ilerlemek zorundadır.
Teknolojinin gelişimi, bununla birlikte bireysellik, tüketimin yaygınlığının vb. Sovyetlerin var olduğu dönemden farklı olduğu gibi kadının toplumsal yapı içindeki yeri, eğitimi, ilgi alanları, mücadele pratiği de çok farklıdır. Dolayısıyla kadının özgürlük mücadelesi bugünkü gelişmelerle ele alınmalı kadın mücadelesinin alanı ve pratikleri bu gelişmelere göre belirlenmelidir.
1- Bugün ağır sanayi de dahil olmak üzere, fabrikalarda, kamuda çalışan kadın işçi sayısının artışı, sendikaları kadın mücadelesinin en temel unsurlarından biri olarak öne çıkarmaktadır.
2- Tüketimi ve ezilenlerin sistemle bağını güçlendirmek için kullanılan teknolojik gelişmeler ve medya, özgürlük mücadelesinin birer mevzisi haline dönüştürülebilir. Kadın cinayetleri, taciz tecavüz vakaları bugün daha görünürdür ya da dünyanın herhangi bir yerindeki kadın mücadelesi deneyiminden anında haber alma şansı vardır, bunun nedeni sosyal medyanın kadınlar lehine kullanılabilmesidir. Yaygınlaştırılmalı kadın haber ağları güçlendirilmelidir.
3- Ev temizliği, yemek, çocuk ve yaşlı bakımı gibi kadını evin içine hapseden, iş yaşamının yanında artı bir yük olarak omuzlarında duran sorumluluklar; kreşler, toplu yemek ve çamaşır haneler talep edilerek bu sorumluluklar toplumsallaştırılmalıdır.
4- Kadınların da özellikle kadınlarla bir araya gelip sorunlarını ve mücadelelerini, sevinçlerini paylaşacakları, üretip dayanışmayı güçlendirecekleri alanlara ihtiyaçları vardır. Üretim ve dayanışma üzerine kurulacak bu alanlar aynı zamanda sistemin bireyci yalnızlaştırıcı saldırılarına da cevap olacaktır.
5- Dünyadaki birçok örnekle beraber yaşadığımız coğrafyada beş yıllık (1975-1980) deneyimi içinde 33 şube 35 temsilcilik, 35 bin yayın dağıtımı ve 200 bin kişinin katıldığı kitlesellikte eylemler örgütleyebilmiş İKD deneyimi, sistemin saldırıları yanında feodal kalıntılarla da mücadele etmeyi başaran Kürt kadınlarının bugünkü örgütlülük düzeylerini gözönüne aldığımızda kadın mücadelesinin gelişimi açısından kadın yayınları ve eğitim çalışmalarının mücadeleyi güçlendirici etkisi görülmektedir.
Kadınların sağlık, eğitim, ideolojik, örgütsel ya da bireysel her türlü gündem ve sorunlarıyla ilgili eğitim çalışmaları acil ihtiyaçlardandır.
6- Bununla birlikte, Hindistan’daki pembe sopalı kadınlar, Dersim’de kızıl sopalılar ya da IŞİD vahşetiyle savaşmak için Rojava’da bir araya gelen Arap, Ezidi, Kürt kadınlar, Sur’da, Cizre’de kimliklerine, yaşam alanlarına sahip çıkmak için hendeklerin arkasında bekleyen kadınlar ya da Nevin’ler, Çilem’ler öz savunmanın meşruluğunu kanıtlamış, gerekliliğini göstermişlerdir. Öz savunma, fiziki saldırılara karşı spor eğitimleri almakla sınırlı değil, sistemin ideolojik, politik tüm saldırılarına karşı duracak yöntemler geliştirmek demektir.
7- Lenin, devrim için, “mutfaktan çıkmayan kadının devlet yönetmeyi öğrenmesidir” demiştir. Her haliyle erkeğe, sisteme bağlı bireyler olarak yetiştirilen kadınların ev yönetiminin dışına (onun da sınırları vardır) çıkarak politik her türlü alanda faaliyeti özgürlük mücadelesinin olmazsa olmazıdır. Bu anlamıyla özellikle Kürt kadınlarının özgül koşulları ve mücadele deneyimleri göz önüne alındığında, HDP’nin eş başkanlık sistemi yol açıcı örneklerdendir.
8- Çifte sömürü nedeniyle kadınların sanatsal eğilimleri ve yeteneklerinin sınırlandırılmasına karşı, bu yetenek ve eğilimleri geliştirecek ve hatta bunları birer propagandaya dönüştürecek planlama ve etkinlikler özgürlük yolunu kısaltmaya yardımcı olacaktır.
9- Ayrıca birlikte mücadeleyi, 8 saatten fazla olmayan iş günü, İnsanca süreli doğum izni, insanca yaşanabilecek ücret, güvencesiz çalıştırılmaya, mobinge, ucuz ve yedek iş gücü olarak görülmeye son verecek yasaların çıkartılması gibi somut taleplerin dillendirilmesi önemlidir.
Bugün gelinen aşamada kadın mücadelesi bir taraftan sistemin saldırılarına karşı mücadele ederken, diğer taraftan özgür bir yaşamın inşasına girişmek gibi zorlu bir görev ve sorumluluk altındadır.
Evet bir tarafta sömürü, savaş, şiddet ve tecavüz, diğer tarafta isyan ve direniş vardır. Evet ikisi de biziz, bizim gerçekliğimizdir. Fakat asıl mesele bunca haksızlık ve vahşete boyun eğip eğmeyeceğimiz, bu zorlu özgürlük yolunu nasıl yürüyeceğimizdir.
Emperyalizmin Ortadoğu üzerinde yarattığı paylaşım savaşı ve bu savaşın içinden çıkan IŞİD vahşetine karşı destansı bir direniş ve kazanım sağlayan Rojavalı kadınlar, bir taraftan içine erkek zihniyeti, savaşı, sömürüyü ve tabii ki IŞİD vahşetini de alan emperyalizme karşı savaşıp, diğer taraftan örgütlü mücadeleleri ve yeni bir yaşamı kurma girişimleriyle üreten, ezilen tüm kadınların umut ışığı olmuşlardır.
Kadınlar olarak kendi yaşamını değiştirme çabası önemli bir ilk adımdır. İkinci ve önemli olanı bunu diğer kadınlarla birlikte yapmak gerektiği bilincine erişmektir. Çünkü karşımızda geçmiş deneyimlerinden öğrenerek gelen, güçlenen bir sistem vardır. Çürümüştür, her yanından pislikler taşmaktadır ve domino taşı misali yıkılacaktır, fakat hiç kimse tek başına bu sistemi yok edemez. Güç olmak için birlikte hareket etmeye örgüte, örgütlenmeye ihtiyaç vardır.
Özgürlük hayal etmekle başlar ve başka bir dünya mümkündür. Kadınlar için özgür bir dünyanın adımları dün 8 Mart’ları, Paris Komünü’nü, Ekim Devrimi’ni yaratanlarda ve bugün Sur’da Cizre’de, Gezi’de barikat başındaki kadınlarda, Özgecan için sokaklara çıkan kadınlara “olmazsa silahlanacağız” diyen teyzenin kararlılığında, Havva ananın elinde bastonu kepçelerin önünde devleti sorgulayışında, tecavüzcüsünün kafasını köy meydanına atan Nevin’in ve “hep kadınlar mı ölecek biraz da erkekler ölsün” diyen Çilem’in öz savunmasında, HDP’nin eş başkanlık uygulamasında, direnen kadın işçilerin taleplerinde, 8 Mart yasaklarını delme kararlılığında, Karadenizli kadınların doğasına sahip çıkma iradesinde, IŞİD vahşetine karşı dört bir yandan bir araya gelerek savaşan kadınların gücünde, yeniyi yaratan bilincindedir.
Özgürlük ellerimizde, mücadelemizde örgütlülüğümüzdedir.
Gerilla Tanya’lardan Rosa’lara, Clara’lardan Arin’lere, özgürlük uğruna mücadele veren, zincirlerini kırmış ve kırma mücadelesi veren tüm kadınları selâmlıyor, yaşasın devrim ve sosyalizm diyorum.

Nursel Güvendir

Üniversite zulme boyun eğmeyecek ve özgürlüğü örgütleyecek!

Bunlara bağlı olarak daha cüretkar olur, korku duvarlarını daha rahat yıkarız. Gezi’de, Kobane direnişinde, Soma işgalinde bu söylediklerimizi hissettik, yaşadık. Oysa şimdi daha farklı bir dönemin içerisindeyiz. Meydanlarda çok daha az insan var, verilen emeğin karşılığını hemen görebilmek mümkün olmuyor. Mücadele ederken günlük moralimiz anlık değişimlere uğrayabiliyor, kendimize ve dünyayı değiştirebileceğimize daha az güveniyoruz. Tarihin içinde özne olduğumuzu unutup, değişimin zorluğu karşısında umutsuzluğa kapılıyoruz. İnsanlık değerleri bizim için geri sıralara düşebiliyor, bir duruma tepki vermekte atıllaşabiliyoruz.
Yaşanan bu sürecin ve bu değişimin bizlere gösterdikleri var. Evet, bunlar hissiyatlarımız ve bir miktarıyla gerçeği yansıtmakta. Fakat bu hissiyatları yaratan asıl gerçek, örgütlülüğümüzün zayıflığı. Bu durumu tek başına devletin şiddetinin artmasıyla, patlayan bombalarla açıklayamayız. Örneğin Kürdistan’da, devletin tankıyla, topuyla, JÖH’üyle, PÖH’üyle aylarca mahallelere sokulmadığı direnişler sürmektedir. Ve muhtemeldir ki Kürt halkı, dünkü mücadelesinden daha ileri noktada olan bir mücadele yürütmektedir. Bunu yapabilmesinin ana sebebi ise örgütlü bir halk olmasıdır.
Bizim içinse Gezi Direnişi’nde açıkça gördüğümüz örgütlenme ve direnişi büyütme ihtiyacımız, bugün kendini daha yakıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. İhtiyacımız olan hala örgütlülüktür; üniversitelerde, mahallelerde, fabrikalarda örgütlülüğü adım adım geliştirmemizdir. İçinde bulunduğumuz barbarlık çağında insan olarak kalabilmenin de tek yolu budur. Ensar Vakfı’nda çocuklara tecavüz edildiğinde susmamak, birileri yoksullukla alay ettiğinde cevap vermek, ona Hindistan’daki çay işçilerini hatırlatmak için; sokak ortasında kadınların bedenleri teşhir edilirken ses çıkarmak, meydanlarda ve bodrumlarda onlarca insan öldürülürken boyun eğmemek ve alışmamak için, kısacası insan kalmak için örgütlenmemiz gerekiyor. Susmamak, sinmemek tek başına sosyal medyadan ses çıkarmak değildir. Bu devletin istediği sessizliği sağlayan, güdük bir eylem biçimidir. Bu yöntem, bugün üniversitelerde barışı savunan akademisyenlerin, üniversitelerde insanlık için direnen bizlerin ne yaptığını tam olarak kavramakta ve sesimize ses katmakta eksik kalacaktır.
Bizler bulunduğumuz her alanı adım adım, ilmek ilmek, sabırla bir direniş alanı gibi örgütlemeliyiz. Biliyoruz ki bizim kendimiz dışında bir çıkış yolumuz yok; kapitalizmin çürümüşlüğünden kurtulmanın yolu kendi mücadelemizde. Bu noktada kapitalizmin kolaycı, emeksiz yaklaşımıyla savaşmanın, bunu okullarda yıkmanın yollarını bulmalıyız. Bir eylemle, bir olayla hayat hem değişir hem değişmez. Evet, belki okulumuzdaki bir eylem büyük değişimlere sebep olmayacak ama başta bizi değiştirecek ve diri tutacaktır. Aynı zamanda daha fazlasına giden yolu örecektir.
Devlet bugün üniversitelerde her gün saldırıyor ve çeşitli şekillerde baskılar uyguluyor. Bu saldırıları püskürtmeye çalışırken asıl hedefimizi -üniversitelerde kitlelerin örgütlenmesi, üniversitenin bir direniş mevzisi haline getirilmesi, yeni yaşamın nüvelerini barındıran mekanlara dönüştürülmesini- unutmamalıyız. Zaten saldırıların püskürtülmesini sağlayacak olan da bu örgütlülüktür. Bu sebeple alanımızda hangi eylemlerin örgütleyici olacağını tartışıp, hızlıca inisiyatif alarak harekete geçmeliyiz. Direniş, direnenlerin insiyatifiyle, direnmek isteyenlerin örgütlenmesiyle, insan kalma çabasıyla gelişecektir. Kimse direnişi dışardan beklememelidir. Bu sebeple herkese,  kendi gücünü hatırlatmalı, birlikte eylemler örgütlemeli, direnişi hep birlikte yaratacağımızı propaganda etmeliyiz.
Ertelemeci tavırlarla doğrudan savaşmalıyız. Bugün yapılacak bir işi ertelemenin, insanlık değerlerini ertelemek olduğunun ayırdına varmalıyız. Her alanda örgütlülüğümüzü artırmalıyız. Herkesi Kaldıraç komitelerinde örgütlenmeye çağırmalıyız. Fikirlerimizi taşıyan dergimizi, gazetemizi daha fazla insana ulaştırmalıyız ve buradaki fikirler üzerine tartışmalar yürütmeliyiz.
Akademisyenlerimizin bildirisi üniversitelerde insanlık onurunun, insanlığın değerlerinin savunulmasına bir yol açmıştır.  Bizler de bu yolda daha fazla aşama katetmeliyiz. Üniversitelerde geniş katılım sağlanan ve devletin çürümüşlüğünü gözler önüne seren yaratıcı eylemler örgütlemeli, geniş kitle faaliyetlerimizi artırmalı, alana uygun müdahaleler geliştirmeliyiz. Bu müdahaleler pek çok şekilde geliştirilebilinir. Örneğin; şiir okumak ve dağıtmak, tiyatrolar hazırlamak, pankartlar asmak. Bu örnekler bizim yaratıcılığımızla ve alanın özgün koşullarına göre çeşitlendirilebilir. Önemli olan kalıcı örgütlenmeleri sağlayabilecek ve kitleleri sokağa taşıyabilecek biçimleri bulmaktır.
Üniversiteler tarihleri boyunca bir yanıyla sermayeye hizmet ederken,  bir yanıyla da direnişlere ev sahipliği yapmıştır. Bulundukları coğrafyalarda hareketi yükseltmişler, hatta kimi zaman direnişi başarıya taşıyan kırılmaları yaratmışlardır. İstanbul Üniversitesi işgali, ODTÜ işgali, Sorbonne Direnişi, Politeknik Direnişi, Havana Üniversitesi bu durumun örneklerindendir. Bunlar yazılmış tarihlerdir. Fakat bugün biz yeni bir tarihi ellerimizle yazıyoruz. Hayatımızın her alanında bunun bilincinde olarak hareket etmeli, üniversitemize bu gözle bakmalıyız. Hocalarımızla ve arkadaşlarımızla beraber geliştireceğimiz direnişlerle, bu tarihe üniversitenin özgürleştiğini yazacak olan bizleriz. Bu yüzden herkesi bu tarihin, bu direnişin bir parçası olmaya çağırıyoruz.

Umut Günaçan

Başka bir dünya mümkün: Nasıl bir üniversite? -2-

Sosyalist bir toplumda üniversitenin şekillenişi üzerine tartışmalar yürüteceğimiz yazımızda, her ne kadar anlatımı netleştirmek açısından konuları başlık başlık ayırmış olsak da, bunların bir bütün ve çoğu zaman iç içe olduğu unutulmamalı, konular bu gözle değerlendirilmelidir.

 

Üniversitenin amacı:

Sosyalist bir toplumda üniversiteyi tasvir edebilmek için kurumun örgütlenişi üzerinde durmak önemlidir. Günümüzde devlet merkeziyetçiliği üniversitenin her alanında kendini hissettirmektedir. Rektör merkezden atanmakta, müfredatlar önceden belirlenmekte, girişler merkezi sınavlarla sağlanmakta, YÖK yönetmelikleri uygulanmakta vb. Bunun nedeni açıktır: devlet üniversite kurumunu bilim üretmek için değil, sermayeye insan yetiştirmek ve ideolojisini geliştirmek/ yaymak için kullanmaktadır. Ancak sosyalist bir toplumda üniversitenin amacı bilim üretmek ve bu bilimi toplumsallaştırmaktır.

 

İdari örgütleniş:

Üniversitenin idari örgütlenişinde, aynı diğer kurumlarda olması gerektiği gibi kararlar kurumun bileşenleri tarafından alınmalı ve uygulanmalıdır. Bu noktada akla gelen ilk örgütlenme öğrencilerin ve üniversite emekçilerinin tabandan komitelerle örgütlenmesidir. Yani her bölümün kendi komitesinin olması, bu komitelerden ortak bir fakülte komitesinin oluşturulması; fakülte komitelerinden ise genel üniversite meclisinin oluşturulup meclis içerisinden bir yürütme komitesinin çıkarılmasıdır. Üniversite bileşenleri öğrenciler ve üniversite emekçileri olmak üzere iki kanattan oluşmaktadır. Akademisyenler ve işçiler emekçiler kanadını oluşturmaktadır. Bütün bileşenlerin iradelerinin ayrı ayrı komitelere yansıtılabilmesi açısından, sayıca fazla olan öğrencilerin temsilci sayısı da aynı oranda fazla olmalıdır.

 

Üniversite-devlet ilişkisi, üniversite-politeknik ayrımı:

Akla gelen bir diğer nokta ise üniversitenin devletle olan ilişkisidir. Sovyet örneğinde her fakülte yahut enstitü bir komiserlik ile ilişki halindedir ve üniversite bir bütün olarak maarif komiserliğine bağlıdır. Burada kaynaklarımız yetersiz olmakla birlikte maarif komiserliğine bağlılıktan anlaşılan kurumun genel bütçesi ve denetimidir. Tek tek komiserliklere bağlılıktan anlaşılan ise o fakültenin ya da enstitünün araştırma yöneliminin veya önceliğinin devletin pratikteki ihtiyaçlarına göre belirlenmesi ve bu doğrultuda bir program oluşturulmasıdır. Şüphesiz üniversitenin, bilhassa daha sosyalizmin dünyaya tam olarak egemen olamadığı dönemlerde, devletin ihtiyaçlarına cevap vermesi elzemdir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi üniversitenin amacı bilimi üretmek ve toplumsallaştırmaktır. Politeknikler ise toplumun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla geliştirilebilecek kuruluşlardandır. Politeknikler bir yandan pratik ihtiyaçların karşılanmasını ve bilimdeki ilerlemenin hayata geçirilmesini hızlandıracak ve kolaylaştıracak bir araç olacakken, bir yandan da teoriyle pratiği birleştirerek çok yönlü gelişimin önünü açacaktır. Bu özelliğiyle politeknikler, zihinsel ve bedensel çalışma arasındaki ikiliği ortadan kaldıracak, kafa-kol emeği ayrımını sönümlendirecek adımlardan biri olarak görülebilir. Kanımızca fizik, kimya gibi doğa bilimleri yahut bu bilimlere yardımcı matematik, geometri gibi yöntemler üniversitenin çalışma alanına girerken bu bilim ve yöntemlerin pratikte kullanıldığı mühendislik dalları politekniğin çalışma alanına girmelidir. Neticede bilim üniversite öncülüğünde ilerlerken toplumun pratik ihtiyaçlarına politeknik cevap verecektir. Devletin bu süreç içerisinde nasıl konumlanacağı, kurumun bütçesinin nasıl karşılanacağı, devlet ve üniversite meclisinin bu konular üzerine yetki düzeyleri üzerinde durulması gereken noktalardandır.

 

Üniversite öğrencilerinin ve emekçilerinin genel örgütlenişi:

Başka bir husus ise tüm üniversite öğrencilerinin ve emekçilerinin örgütlenişidir. Bu da öğrenci federasyonları ve emekçi sendikalarıyla mümkündür. Bu mekanizmalar aracılığıyla öğrenciler diğer üniversitelerin öğrencileriyle; emekçiler de diğer üniversitelerin emekçileriyle sürekli bir bütün halinde hareket edebilecektir. Bu düzeyde bir örgütlülük bütün üniversite meclislerinin ortak bir meclis oluşturmasını da olanaklı kılmaktadır. Böylece her bölüm, her fakülte kendi komitesiyle kendini yönetebilecek kapasiteye sahip olacak aynı zamanda tüm fakülteler ve üniversiteler genel bir işbirliği içerisinde işleyebilecektir.

 

Üniversiteye giriş:

Günümüzde üniversiteye girmek isteyen birisi yarış atı muamelesi görmekte, milyonlarca kişi arasından rakiplerini alt ederek seçilmeye çalışmaktadır. Bu, bir yandan sistemin açmazlarının doğal bir sonucuyken diğer yandan özellikle körüklenmek istenen bir durumun yansımasıdır: Kişileri bireysel hırsla donatarak birbirine rakip haline getirmek ve sermayeye hizmeti insanlara mükâfat gibi sunmak. Sosyalizmle birlikte üniversitenin bir ayrıcalık olarak görülmesi durumu da ortadan kalkmalı, her isteyen üniversite eğitimi alabilmeli, bilimle ileri düzeyde ilgilenebilmeli ve üniversitenin imkanlarından faydalanabilmelidir. Kaynakların sınırlılığı, merkezi planlamanın henüz yeterince mükemmelleşmemesi gibi durumlar, özellikle sosyalizmin ilk dönemlerinde bu zaruriyetlerin gerçekleşmesinin önünde engel oluşturabilir. Koşullar çerçevesinde bu duruma uygun çözümler geliştirilmelidir. Burada son derece önemli olan nokta, üniversite eğitimi almanın sosyal ve ekonomik bağlamda bir ayrıcalık olmaktan çıkarılmasıdır.

 

Kolektif hayat:

Tıpkı sosyalist toplumun diğer alanları gibi üniversiteler de kolektif hayatı örme ve kolektif bilinci bünyesindeki insanlara taşıma sorumluluğu altındadır. Kolektif hayat kendini barınma, beslenme ve üniversitenin günlük işlerinin örgütlenişi alanlarında rahatça hissettirebilir. Üniversiteye mensup herkes için barınma ve beslenme imkanları devlet tarafından sağlanmalı, bütçeler ayrılmalıdır. Ancak bu durumdan anlaşılan bu ihtiyaçların üçüncü kişiler tarafından sağlanacağı olmamalıdır. Bu olguların devamlılığı üniversite bileşenlerinin kolektif iradesine bağlı olacaktır.  İradelerin somutlaşması ise yine komiteler vasıtasıyla sağlanacaktır. Üniversite üyeleri belirli bir sistematik ve dönüşüm içerisinde barınma ile beslenmeye dair devamlılığı sağlamalı ve üniversitenin temizlik gibi günlük işlerini çözmelidir. Üniversiteler aynı zamanda yaratılmaya çalışılan yeni insana dair kişilik özelliklerinin sağlamlaştırılacağı alanlar olmalıdır. Üniversitedeki kolektif hayatın içerisinde, küçük yaşlardan itibaren kazanılmaya başlanılan emeğe yaklaşım, sorumluluk bilinci, toplumsallığının farkında olma, özneleşebilme, sosyalizme komünizmden bakabilme gibi özellikler kişiyle bütünleştirilmelidir. Aynı zamanda üniversitenin her alanında toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini ortadan kaldırmak amaçlanmalı, kolektif yaşam içerisindeki iş bölümlerinde, temsiliyetlerde, ilişkilerde buna yönelik tutumlar alınmalıdır.

 

Akademisyen-Öğrenci ilişkisi,  mekanın örgütlenişi, teknoloji kullanımı:

İnanıyoruz ki öğrenecek bir şeyi olmayanın öğretecek bir şeyi de olmaz. Kuracağımız üniversiteler de bu fikri merkeze almalı, öğretenler her daim öğrenmeye açık olmalıdır. Öğreten ve öğrenen pozisyonları hem akademisyenler hem de öğrenciler tarafından doldurulmalıdır.

Günümüzde hemen her üniversite yüksek duvarlarla yahut tel örgülerle çevrilerek üniversiteyle toplumun geri kalanı arasına kalın çizgiler çekilmekte; sınıfların ve amfilerin düzenlenişi öğreten ve öğrenen arasındaki ayrımı ortaya koymaktadır. Sosyalist toplumda üniversitenin amacı bilim üretmek ve bilimi toplumsallaştırmak olduğundan üniversitenin mekânsal örgütlenişi de bu amaca göre şekillenmek zorundadır. Örneğin, bir yaşam alanının ortasındaki küçük bir duvarın bile oradaki bireylerin kuracağı ilişkileri, iletişim düzeylerini etkileyeceğini tahmin etmek zor değildir. Üniversiteyi dünyanın geri kalanından ayıran dış duvarlar ortadan kaldırılmalıdır. Sınıflar öğrencilerin sürece aktif katılımının sağlanabileceği hale getirilmeli, hatta sınıf dışında amaca uygun alternatifler geliştirilmelidir. Bilinmektedir ki Platon “derslerini” zeytinlikte, Aristo ise “derslerini” yürüyerek işlemektedir. Hangi yöntemin daha verimli/etkili olacağı pedagojinin tartışması olmakla birlikte mevcut “ders” örgütlenişinin tek yol olmadığı kesindir. Bilim üretimine ve öğrenme sürecine katkıda bulunabilecek teknolojiler geliştirilmeli ve üniversite eğitimi bu teknolojilerin eşliğinde gerçekleştirilmelidir.  Bu noktalarda olması gerekeni tartışırken önemli olan amacımızın ne olduğudur. Eğer amaç belirlenirse araç da ona göre saptanır. Kapitalizmin amacı bilimi sermayenin hizmetine sunmaktır ve üniversite bu amaca uygun örgütlenmiş bir araç konumundadır. Sosyalizmde ise amaç bilimi insanın ve doğanın hizmetine sunmaktır. Doğal olarak üniversitenin örgütlenişi de bu çizgide olmalıdır. Mekanın ve günlük yaşamın örgütlenişi gerçekleştirilirken ekoloji de önemle ele alınması gereken bir konudur. Nasıl kapitalizm kar uğruna doğayı hiçe sayıyor, kendi aralarında imzaladıkları anlaşmaları bile çiğniyorsa; sosyalizm de doğayı en ön planda tutarak yaşanabilir dünyayı mümkün kılmalıdır. Bilimi bu yönde geliştirmek, aynı zamanda geri kalan alanları olduğu gibi üniversiteleri de ekolojik ilkeler doğrultusunda şekillendirmek gereklidir. (Bu doğrultuda yapılacak üretim ve tüketim, geri dönüşümün yaygınlaştırılması, üniversite içerisinde ihtiyacın bir kısmını karşılayabilecek tarım alanlarının oluşturulması vb.)

 

Bilimsel yöntem, uzmanlaşma:

Yukarıda da belirttiğimiz gibi sosyalizmde üniversite bilimi esas almaktadır. Burada bilimden anladığımız fizik, kimya, biyoloji, tarih, antropoloji, sosyoloji gibi doğa bilimleridir. Bu bilimler şüphesiz komünizme giden yollarda birleşecek ya da farklı başlıklar altında toplanacaktır ancak burada tartışmasını genişletmek istediğimiz konu bu değildir. Tartışmak istediğimiz bilimsel öğrenimin nasıl bir sistematik içinde gerçekleşeceğidir. Bütün bilimler kendisini ilerletebilmek için yöntemler kullanırlar. Bundan dolayı üniversite öğrenimi yöntem ile başlamalıdır diye düşünüyoruz. Matematik, mantık gibi yöntemlerin ardından bilimsel öğrenime geçilmesi bilimi ele alışımız açısından rasyoneldir. Nasıl bir müfredat izleneceği, üniversitelerin hangi fakülte ve enstitülere ayrılması gerektiği gibi konular ise başka bir yazıda ele alacağımız geniş kapsamlı tartışmalardır. Bilimsel öğrenimde üzerinde duracağımız bir diğer nokta uzmanlaşmadır. Hiçbir şey tek bir şeyin nedeni olamayacağı gibi tek bir şeyin sonucu da olamaz, her şey birden çok şey ile ilişkili olmak zorunda yani her şey her şeyle ilişkili olmak zorundadır. Bu sebeple uzmanlaşmanın bakış açısını daralttığını, insanı kimi açılardan körelttiğini düşünüyoruz. Bu sebeple üniversiteler uzmanlaşmayı ortadan kaldırma hedefi doğrultusunda adımlar geliştirmelidir. Ayrıca anadilde eğitim bir ilke haline getirilmeli, imkanlar bu doğrultuda zorlanmalıdır.

Diyalektik materyalizmin üniversite öncesi dönemlerden itibaren her bireye aktarılması gerektiği kanaatindeyiz. Üniversitelerde ise diyalektik metodun kullanılması, yeni öğretim metotlarının ve bilimsel yöntemlerin geliştirilmesinin önünü açacaktır.

Sonuç olarak, sosyalist toplum her açıdan komünizmden bakarak örgütlenmeli, komünist toplum hedefi doğrultusunda şekillendirilmelidir.  Üniversiteler bu bağlamda ele alınmalı, yeni insanın ve yeni bir toplumun yaratılmasına her açıdan katkı sunmalıdır.

Yukarıdaki tartışmalarımız kesin sınırlar çizmek değil, konu hakkında fikir yürütmek, tartışmaların derinleştirilmesini teşvik etmek amacı taşıyor. Elbette ki kuracağımız toplumda, üniversiteler de somut ve öznel koşulların etkisi altında şekillenecek. Ancak bugünden bu tartışmaları yürütmek, bir yanıyla mücadelesini verdiğimiz yaşamı somutlayarak bugünü örmeye yardımcı olurken bir yanıyla da yarına hazırlık amacı taşımaktadır. Bu yüzden sizleri de yazılarınızla tartışmalara katkı sunmaya ve yeni tartışmalar açmaya çağırıyoruz.

Mehmet Eroğlu – Seda Güneş

Silahlı saldırıya uğrayan Edirne HDP İl Örgütü’ne destek ziyareti

Yapılan saldırıların sonrasında HDP İstanbul Milletvekili Erdal Ataş ve Genel Merkez Yöneticileri tarafından HDP Edirne İl Başkanlığına destek ziyareti gerçekleşti.
Bizim ve HDK bileşenlerinin olduğu bu ziyarette Erdal Ataş bir konuşma yaptı. Yapılan saldırıların aslında bizim kazandığımız mevziler neticesinde gerçekleştiğini ve bunun devletin zor durumda olduğunun göstergesi olduğuna değinen Erdal Ataş, bu saldırılara karşı moral gücünün yüksek tutularak mücadele edilmesi gerektiğini vurguladı. Saldırılarla Kürt özgürlük hareketini zayıflatmanın, ortaya konulan projeleri durdurmanın, demokrasi güçlerini bozmanın ve kitleler nezdinde direnenleri kötü göstermenin hedeflendiğini; bu duruma karşı mücadele etmek gerektiğini belirtti. Konuşmasını ‘’Her newroz büyük bedeller ödenerek bizi bir adım daha öteye götürdü. Bu newroz da direnişin sesi olacak. Bizler ısrarla halklar arasındaki kardeşliği, barışı büyütmek için mücadele etmeliyiz. Asla geri adım atmamalıyız. Topyekün saldırılar karşısında topyekün direnişi örgütlemeliyiz.’’ diyerek sonlandırdı.
HDP Genel Merkez Yöneticilerinden Erkan Karabay da yaptığı konuşmada: ‘’Bizler kaybetmiyoruz. Bu algıdan çıkmalıyız. Büyük bir direniş gerçekleşiyor. Aylardır süren büyük direniş karşısında tek bir teslim bile yok. Bu büyük direniş %13’lük oy oranından daha fazla moral katmalı bize. Bizler bardağın boş tarafını görmeye alışkınız. Fakat bardağın dolu tarafı var. Bizler direnişi örgütlemeliyiz.’’ dedi.

“Savaşa, karanlığa boyun eğmeyeceğiz!”

Çocuk atölyemizin ardından saat 17.00’de dernek temsilcimizin açılış konuşması ile başlayan konserimiz; Murat Bektaş’ın Kürtçe ve Zazaca, Evled eş Şems grubunun Arapça şarkılarıyla devam etti. Etkinliğin kapanış konuşması sırasında, dernek temsilcimizin etkinliğimize katılanlara yaptığı forum çağrısının ardından, davetlilerimizle birlikte güncel durum üzerine konuştuğumuz bir forum gerçekleştirdik. Etkinliğimize katılan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Zeytinburnu Şube Yönetimi de forumda söz aldı, derneğimize etkinlik için teşekkür ederek ,dayanışmayı ve mücadeleyi büyütme çağrısı yaptı. Direniş vurgusunun öne çıktığı bir forum gerçekleştirilirken, mücadeleyi büyütmenin daha çok bir araya gelmekten ve daha çok sokakta olmaktan geçtiği vurgusu yapıldı. Gerçekleştirdiğimiz forumun ardından etkinliğimizi sonlandırdık.
AKA-DER Zeytinburnu Şube

Antakya’da polis ablukası

Kürt Halkı’nın yaşadığı bölgeleri kan gölüne çeviren halk düşmanları aynı politikayı Suriye Halklarına karşı da gerçekleştirmektedir.
Kürdistan ve Suriye Halklarına karşı girişilen inkar ve imha politikasının yansıması bugün Anadolu topraklarından hissedilebilmektedir.
Kürdistan ve Suriye Halklarına karşı girişilen katliam politikası beraberinde bölgemizde bir direnişin yükselmesine neden olmuştur.
Evet, egemenler bölgemizde yükselen ateşin Anadolu topraklarında hissedilmesini istememektedir. Anadolu Halklarının bölge halklarıyla ortak yaşama isteklerini hiçe saymakta ve en küçük hak arama eylemine azgınca saldırmaktadır!
IŞİD, EL-NUSRA gibi çeteleri ‘’düşmanmış’’ gibi gösterenler bu çetelerin Ankara ve İstanbul’da patlattıkları bombaları engellemezken işçi ve emekçilerin en küçük hak talebine saldırmaktadır…
Biz, onların bu patlamaları engellemelerini beklemiyorduk. Çünkü çetelerin kim ve kimler tarafından yönetildiğini çok iyi biliyoruz. Onlar kendi cennetlerini korumak adına ‘bir avuç öfkeli genç’ diyerek savaşı besleyip kollayan, bununla beraber işçinin, emekçinin ve halkların kanını emenlerdir.
Bu yüzdendir ki bir gazeteden, dergiden, afişten, iki insanın bir araya gelmesinden korkuyorlar.
Evet işte bu yüzdendir ki ülkemizde yaşanan hiçbir katliamı önlemeyenler ‘IŞİD’ bahanesiyle Antakya’yı polis ablukasına almışlardır…
Bu doğrultuda;
Antakya Saray Caddesi’nden Armutlu Mahallesi’ne kadar afiş yapan AKA-DER üyelerini afiş yapmayacaksınız diye ırkçı söylemlerle taciz eden, afiş yaptıkları gerekçesiyle zorla tutanak imzalatmaya çalışan, gözaltına alırız diye tehditler savurup üzerimize yürüyen devletin kolluk kuvvetlerine karşı AKA-DER üyeleri olarak tutanağı imzalamayıp gözaltı tehditlerine karşıda savunma iradesi göstererek alandan gözaltı vermeden ayrıldık!
Kirli savaşa, iç savaş yasalarına ve medyanın karanlığına
Zulme Boyun Eğmeyeceğiz!
AKA-DER Antakya

Çukurova Üniversitesi’nde Ankara’daki bombalama ile ilgili eylem

Ayrıca basın açıklaması yapılmak istenen esnada bir polisin uzun namlulu silahla beklemekte olduğu görüldü. Öğrenciler alandan çıkarak yemekhaneye geçti ; ajitasyon ve propoganda eşliğinde hep birlikte ses çıkarma eylemi yapıldı.