Ana Sayfa Blog Sayfa 230

Yönetenler eskisi gibi yönetemiyor ya da “üst tabaka”da çürüme emareleri

Son yıllarda, ama özellikle de Suriye savaşı ve Kürt halkı nezdinde tüm halklara karşı girişilen savaş sürecinde, devlet çarkı, tüm gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Örtüler, maskeler kalkıyor. Yalanın dozu artıyor ve baskı ile yalan bir karanlık gökyüzü oluşması için, bir zehirli hava oluşumu için devreye sokuluyor.
Ama bu arada var olan bunalım, tüm yönleri ile bir çürümeyi ortaya koyuyor.
Biz, bunları, ayrı başlıklar olarak ele almayı seçtik. Bu durum, yönetme krizidir de. Buyurun bir de siz değerlendirin.
Burun direklerimizi kıran bu koku, işte bu çürümenin kokusudur.

MUHTARLAR TOPLANTISI
Sıkı sık tartışma konusu yapılmaktadır. Acaba, memleketimizde siyasal rejimin adı nedir? Bir gruba göre “parlamenter demokrasi” vardır, diğer bir gruba göre “fiili başkanlık sistemi” vardır, başka bir gruba göre, “bu ikisinin karşımı” bir şey vardır.
Aslında var olan sistemin adı tartışma konusu olsa da, herkesin şöyle ya da böyle birleştiği şey, şahsına münhasır Muktedir’in, her gün değişen uygulamaları ile şekillenen bir devlet yapısı vardır. Muktedir ve şürekası buna “ileri demokrasi” diyor, Onun dışındaki her güç için bu büyük baskı düzenidir.
Erdoğan, bu mevcut sistemin adına, durumuna bakmaksızın, bir yandan Ergenekoncularla anlaşarak, bir yandan yanına mafya liderlerini alarak, bir yandan Sünni bir fetih ordusu ve Osmanlı ocakları organizasyonu yaparak, kendi geleceğini garantiye almak için, kural tanımaz bir savaşı ve çete sistemini devreye sokmuştur.
Bu nedenle olmalı, her gün konuşmak zorundadır. Sistem ayar tutmuyor olmalı ki, her gün ayar vermesi gerekiyor.
Bunun için her fırsatı değerlendirmek istiyor. Seçim sürecinde, bir açılış teranesi tutturmuşlardı, 15 yıllık, 30 yıllık binaları yeniden açıyorlardı. Gerçekten de Demirtaş’ın dediği gibi, evinizde gazoz açacak olsanız, çağırsanız ya da haberi olsa gelip açacak durumda idi.
Bugünlerde ise, her gün konuşması gerektiği için, karşısına muhtarları topluyor. Muhtarların önemli bir bölümü, “bu nasılsa bir seferliktir, istifa etmeye gerek yok” diye düşünse de, bu azaptan kurtulmak için çeşitli çareler aradıkları söylenmektedir.
Parlamento artık gereksizdir.
Kanun yapmasına da gerek yoktur, tartışma veya inceleme yapmasına da gerek yoktur. Zaten bizzat cumhurbaşkanı-başkan karışımı durumdaki kişi tarafından, parlamentonun yüzüne söylenmiştir; anayasa geçerli değildir, bu duruma uygun bir yasa yapın. Demek ki, mertçe, parlamentonun işe yaramadığı ortaya konmuştur.
Ama nedense Erdoğan, parlamentoyu her hafta toplayıp, onlara konuşmuyor. Muhtarların sayısı fazla olduğundan, her hafta bir grup muhtarın dayanabileceği seanslar daha uygun görünüyor.
Muhtarları toplayıp, her hafta, muhtarların yüzüne, PKK’ye karşı köpürüyor. Her hafta, bitireceğiz, yok edeceğiz diyor. Her hafta muhtarları toplayıp, muhalefet liderlerine hakaretler ediyor. Elbette muhtarlar da koskoca cumhurbaşkanının öfkesini dindirecek birer kum torbası olmaktan memnun olmasalar da buna katlanmayı bilecektir. Bu vatanî bir görevdir.
Ama nihayetinde bir gün gelecek ve muhtarlar toplantısı bitecek. Çünkü, ne de olsa sayıları sonsuz değil. İşte o zaman acaba Cumhurbaşkanı ne yapacak?
Koca koca danışmanları, kahve köşelerinden geldiklerinden halkın nabzını tutmakta ustadır mutlaka, ama biz yine de bir öneride bulunmak isteriz. Bu İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde sayıları epey fazla minibüs şoförleri vardır. Bizim önerimiz, her hafta bunlardan bir grubu toplasa, bir yandan Orhan Gencebay çalsa ve diğer yandan da minibüs şoförlerine konuşarak, devlete, muhalafete, öğretim üyelerine ve daha başka kime gerekiyorsa onlara ayar verse, yerinde olur. Bu önerimizin sebebi, minibüs şoförlerini sevmememiz değil, bizim minibüs şoförleri ile ne derdimiz olabilir? Muhtarları kurtarmak isteğinde de değiliz. Ama nihayetinde muhtarlar, yürütme erkinin içindedir ve Cumhurbaşkanı yürütmeye karışıyor diye Başbakan kızabilir. Ama minibüs şoförleri söz konusu olduğunda Başbakan’ın söyleyeceği hiçbir şey olmaz. Hem, muhtarlar, eninde sonunda seçilmiş kişilerdir. Ama minibüs şoförleri, vekiller değil, bizzat halkın kendisidir.
Kısacası her açıdan da uygun olur. Her hafta minibüs şoförlerini 300’erli toplasa, hem onların da sarayda karnı doyar, hem de ancak ve ancak bir yılda 15 bin civarında şoföre konuşmuş olur. Hem sonra her birine birer kaset konur ve bu kasette sistematik bir başkanlık sistemi propagandası devreye konulur. Bu da çok geniş bir kesime her gün ulaşmak demektir ki, başkanlık seçimleri için son derece faydalı olur.
Elbette bir gün minibüs şoförleri de bitecektir, ama o zamana kadar Cumhurbaşkanı da işini bitirecektir. Yok yine de her gün ayar vermesi gerekirse, durum düzelmez ise, demek ki, Cumhurbaşkanı’nın isteklerini gerçekleştirmenin bir çaresi kalmamıştır. Nasip kısmet meselesi yani.

ARINÇ MESELESİ VE GÜL-ERDOĞAN GÖRÜŞMESİ
Bülent Arınç, AK Parti’nin ağır toplarından idi. Ama şimdilerde “eski çamların bardak olması” sürecinde olmalıdır. Bu ağırlığı kalmadı. Aslında, çam ağacından çok çınar ağacına benzetilmektedir. Mümkündür. O ağacın gölgesinde gün ışığı görmemiş nice sır ve bilgi dinlenmekte olduğuna göre, bu ağacın nasıl bir ağaç olduğu da önemsiz olmamalı.
Ama Bülent Arınç, belli aralıklarla çıkışlar yapsa da, durum hiç umut verici değildir. Belki de bir strateji içinde, belli aralıklarla, çıkışlar yaptığını varsaymak, sanki çok iyimser düşünmek olur.
Erdoğan başbakan iken, kendinin bir ağırlığı olduğunu söyledi ama, doğrusu bu ağırlığı kimseye hissettiremedi. Kendisi ve arkadaşlarına karşı girişilen kötüleme kampanyaları, daha planlı gibi görünmektedir.
Dolmabahçe mutabakatı konusunda önce çıkış yaptı, muhtemelen de doğruların bir kısmını söyledi. Ama sonra, arkası gelmedi ve sessizlik devreye girdi.
Gökçek ile kapıştıklarında, söylediklerinin hepsi doğru görünse de, açıklamaların arkasının geleceği ilanı hayat bulmadı. Demek ki, öfke ile bazı çıkışlar yapmakta ve açıklarım ha demektedir. Ama sonra araya başka şeyler girmekte ve durum değişmekte, tam bir sessizlik hâli ortaya çıkmaktadır.
Son çıkışları da öyle gibidir.
Son olarak “Troliçe” de dahil birçok çıkış yaptı. Ardından ise, Erdoğan, eski Cumhurbaşkanı ile görüştü. Gül, bu görüşmeden sonra Arınç-Çelik ekibi ile bir araya geldi. Tahminlere göre yeni bir pazarlık süreci devreye girdi. Bilgiler şöyle; Cumhurbaşkanı Gül’e, seni başkan yardımcısı yaparım, Obama ve Biden gibi, demiş. Ama Gül, bunu nasıl anlamış, bu belirsiz, bir yoruma göre, Biden, bir dönem Erdoğan’ın ben onu var saymıyorum dediği bir kişi olduğundan Gül bu başkan yardımcılığını tehdit olarak algılamış. Bir başka yoruma göre ise, bunu düşünüp karar verecek, çünkü habere çok sevinmiş ve hemen Hayrünnisa hanıma haber vermiş. Bir yoruma göre Gül, Erdoğan tarafından, Arınç ve ekibini susturmak için görevlendirilmiş. Bir yoruma göre ise, Arınç sakın bir şey açıklamasın, ben gerekenleri yapacağım, demiş.
Sonuçta hamle sırası Arınç’tadır ve muhtemel hamle, susmaktır. Bunun ağırlıktan mı geldiği, yoksa hafiflik mi demek olduğu yorumculara kalmış bir iş.
Ama bizim görebildiğimiz şudur; ülkede parlamento artık yoktur, işlevsizleştirilmiştir. Bunu herkes biliyordu. Şimdi, AK Parti’nin artık var olmadığını da görebiliyoruz. Arınç’ın gölgesinde yatan gün yüzü görmemiş “zavallı” gerçekleri bilemiyoruz ama Erdoğan’ın gölgesinde yatan gerçeklerin neler olduğunu tüm ülke biliyor.

CHP NE İŞE YARAR YA DA ATATÜRK RESMİ
Bizim görüşümüz 2002 yılından beri, AK Parti projesi sahneye konurken, asıl zor iş olarak, CHP ve MHP’ye de bir rol biçilmiş olduğu ve bu iki partinin rolünü anlamadan AK Parti iktidarını anlamanın zor olduğu idi. Yani, bize göre muhalefet etme rolünü alan bu iki parti, hiçbir zaman muhalif partiler olmamıştır ve rolleri de gerçekte AK Parti iktidarını sürmesini sağlamak idi. Bu açıdan birlikte, son derece uyumlu çalıştıkları da açıktır.
CHP, geçtiğimiz bir ay boyunca, bir milletvekilinin odasında duran Atatürk resminin indirilmesi olayı ile meşgul idi. İşte bu sudan işler, aslında CHP’nin muhalefet yapmama rolünü, gerçekleri örtme rolünü artık yapmakta çok zorlandığının kanıtıdır. İşler o kadar açığa çıkmıştır ki, CHP içinde sorun, gelişmekte olan olası muhalefeti, gerçekten iş yapma isteğini yok etmektir. Bunun için sudan bahanelerle gündemler oluşturup, onun etrafında dönmektedirler.
CHP, asıl olarak bugünlerde Alevilerin uyanışını, direnişe katılmalarını önlemekle görevlendirilmiştir. Bu görevi yerine getirebilmek dışında bir hedefleri de kalmamıştır. Bu nedenle, büyük bir kolaylıkla, yönetilmeye başlanmıştır. Kılıçdaroğlu, muhtemelen Aydın Doğan medya grubundan gizli danışmanlarca çekip çevrilmektedir. CHP, Alevi kitlelerin, sola kaymasını önlemek, direnişe geçmelerini önlemek, devrime katılmalarını durdurmak için devrededir.
1 Haziran seçimleri öncesinde bazı gerçeklere parmak basarak muhalefet etme girişiminde bulundular. Ama Suriye’de tablo değişince, CHP de rotasını değiştirmeye başladı. ABD, bir süre daha Erdoğan’a ihtiyacım var deyince, CHP; tam da muhalefet etmeye doğru çarklarını çevirmeye başlamış iken, şimdi çarkları geri sarma yönüne girmiştir. Bu nedenle, duvarda duran resimlerle ilgilenmek, onların ana sorunu hâline gelmektedir ve bu konuda Doğan Medya, çok özel bir işlev görmektedir.

BAYKAL SAHNE ALIRSA HİÇBİR DOĞRU KALMAZ
Baykal ile Erdoğan’ın aynı anda ABD elçiliğine çağrılıp da, orada “sen başbakan, sen de cumhurbaşkanı olacaksın” denildiğinde, emirleri yerine getirmek için Erdoğan için her şeyi yapmaya çalıştığı söyleniyor.
Ama bir soru var, Erdoğan başbakan oldu, peki Baykal’ın cumhurbaşkanlığı nerede kaldı?
Baykal’ın kasetleri çıkınca, “bunun neresi özel, genel genel” diye alaycı biçimde kükreyen ortağı Erdoğan değil mi idi?
Öyle idi ise, Erdoğan, kasetleri hazırlayıp servise koyanlara takdirlerini bildirmiş olmaz mıydı?
Peki buna rağmen, Baykal, neden 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra Erdoğan’ın imdadına koşmuştur? Erdoğan çağırmış ve Baykal, gelebilecek hiçbir tepkiye bakmaksızın, koşmuş ve emirler almıştır. Bir anlık şaşkınlıktan yararlanıp, CHP meclis başkanı adayı olmuş ve tüm süreci, en az MHP kadar AK Parti lehine dönüştürmüş, ve Erdoğan aleyhinde açılacak 17-25 Aralık dosyalarının parlamentoya gelip gündem olmasını önlemiştir.
Bu aynı Baykal, geçenlerde de TV kanallarında, Doğan medyasında boy göstermiştir.
Baykal’ın bu sipariş programı, birden bire ortaya çıkmış değildir. Tersine, Baykal, Doğan medyası tarafından devreye sokulmuş, hem CHP’ye ayar vermeye çalışılmıştır, hem de iki konuda AK Parti’ye destek vermesi istenmiştir. İlki, Kürt halkına karşı yürütülen eşine az rastlanır katliam uygulamalarıdır. Baykal, tıpkı Perinçek gibi, Erdoğan politikalarının tam arkasındadır ve ölüm haberlerinden sevinç duyar durumdadırlar. İkincisi Suriye politikasıdır. Halep ve Azez’de IŞİD, El Nusra gibi örgütlerin güç kaybından kaygılanan Erdoğan, hemen Baykal’ı imdada çağırmıştır.
Baykal konuşmaya başlayınca, hiçbir doğru kalmıyor. Halep Sünni şehri imiş. Oysa Halep, tarih boyunca hep farklı halkların, farklı kültürlerin, farklı inançların mozaiği olarak tanımlanagelmiştir. Halep, her zaman güzelliklerin şehri olmuştur. Bugün Suriye’ye düşman olanlar bu gerçeği değiştirmeye kalktıklarında sadece yalan söylemiş olurlar, çünkü dün mutlaka tersini söylemişlerdir.
Baykal, tüm iskelet sistemi ile bir özel imalat gibidir ve bunun gereklerini tarihi boyunca yerine getirmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, buna rağmen, hiçbir zaman istediği mevkiyi de efendilerinden alamamıştır. Efendisine bağlı bir Oblomov gibidir. Oblomov kusurumuza bakmaz inşallah.

PARLAMENTO VAR MIDIR?
Egemen sınıflar, mevcut devlet çarkı, artık savaşın içine öylesine girmiştir ki, parlamento ne işe yarar, var mıdır soruları sorulmaya başlanmıştır. 7 Haziran seçimleri öncesinden başlamıştır ama özellikle 7 Haziran seçimlerinden bu yana, parlamento işlevsizdir ve işlememesi için her şey yapılmaktadır. Sahnede sadece Erdoğan ve onun imdadına yetişecek olanlar vardır.
Parlamento hiçbir iş yapmaz hâle gelmiştir.
Erdoğan’ın fiili durum dediği başkanlık sistemine benzer sistem, daha çok, uzmanlarca, yasama ve yargının yürütmenin eline verilmesi olarak tanımlanmaktadır. Oysa ortada “olağan” bir yürütme aygıtı da yoktur. Bakanlar kurulu, sadece bakar vaziyettedir.
Sadece Sur’da, sadece Cizre’de ve Kürt illerinde olağanüstü hâl yaşanmıyor. Ülkenin her yerinde de olağanüstü hâl vardır. Dahası, devlet çarkının her kurumu da olağanüstü işlemektedir. Bir savaş çığırtkanlığı, devletin her kademesini sarmıştır.

AK PARTİ VAR MIDIR?
Bu varlık sorunu, AK Parti’de de görülmektedir. Erdoğan’a bağlı olduğu hâlde, AK Parti, fiili olarak işlevsiz ve parti olma rolünü çoktan yitirmiştir. Denilecektir ki, zaten ne ölçüde bir parti idi? Bu ayrı bir tartışma konusudur ama bugün, tamamen ortadan kalkmıştır.
MHP de aynı durumdadır. MHP, bir parti olarak varlığını kaybetmektedir. MHP’lilere kolaylık olsun diye soralım, MHP diye bir parti var mıdır? Varlığının tek kanıtı, il örgütlerini feshetmek midir? Başka bir varlık gösterebilmekte midir? 12 Eylül günlerinde Türkeş, “görüşlerimiz iktidarda, kendimiz hapisteyiz” diyordu. Bugün durum biraz daha farklıdır, görüşleri kalmamış, hapse de gerek kalmamıştır.
CHP’nin de aynı yolu izlemesi için epey yol alınmıştır.
Burjuva partiler, artık işlevsizdir. Ve mevcut savaş politikaları tarafından hızla da işlevsiz hâle getirilmektedirler.
Bu durum, fiili başkanlık sistemi ile de açıklanamayacak bir durumdur.

SARAYIN ÖRGÜTLENMESİ İLERLİYOR
Saray, aslında daha etkin hâldedir. Ama o kadar da etkisini sıfırlamaktadır. Muhtarlar toplantıları aslında bu etkisiz durumun işaretidir, bunalımın işaretidir.
Ama bu arada saray örgütlenmesi de ilerlemektedir.
Aslında buna “paralel devlet” denilebilir.
Bir yandan, aşçıbaşı gibi sistemler gelişirken, diğer yandan çeşnicibaşı gibi uygulamalarla, güvenlik önlemleri ile, Erdoğan’ın sağlığı korunmaya çalışılmaktadır.
Ama elbette sarayın bazı eksiklikleri hâlâ vardır.
Her sarayda soytarılar da olur. Bunlar padişahı eğlendirme işini görürler. Bugün bu işi, basın devralmıştır. Demek ki, Osmanlı yaşasa idi, muhtemel yeniliklerden biri sarayın basını ile saray soytarılarının birleştirilmesi olacaktı. Fakat bu basın sadece güldürme ve eğlendirme işini görmüyor, aynı zamanda sarayın toplumu bombalamak için geliştirdiği yalan makinasının de kendisidir basın. Basın, top atışları gibi, sürekli yalan haberlerle, gerçekliği karartmaya çalışıyor. Ak trolleri de hesaba katarsak, bunun bir komedi mi, yoksa bir trajedi mi olduğuna karar vermek zordur.
Elbette sarayda, danışmanlar, doktorlar, vezir, hadımağası, harem, içoğlanlar, şakşakçılar, saray muhafızları, muhbir ağını yönetenler, tarihçiler vb. de olur. Bunların nasıl şekilleneceğini önümüzdeki dönemde görebileceğiz.
Saray, varlığı ile, diğer tüm kurumları gölgede bırakır.
Osmanlı’nın son dönemlerinde Saray’ın yanısıra parlamento kuruluyordu. Şimdi ise süreç tersinden işliyor, var olan parlamentonun yanında saray yükseliyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde, sarayın yetkileri kısıtlanmaya çalışılıyordu, şimdi ise, parlamentonun ve diğer kurumların görevleri devrediliyor.

DİYANET İŞLER BAŞKANLIĞI
Yeni ve tümü ile bize özgü olacak şekilde tasarlanan başkanlığın, Burhan Kuzu izin verirse adını biz koyalım: Diyanet İşleri Başkanlığı. Bu bir isim benzemesine de yol açar elbette, ama “demokrasilerde çare tükenmez”. Hemen Mercedesli Mehmet Görmez’in başında bulunduğu “sultanlığın” adını değiştiririz, olur biter.
Bu kadar mı ciddi ve önemli demeyin, zira Başkan- Halife-Sultan Erdoğan çok kızar. Bundan daha mühim konu var mı ki?
Bu başkanlık sistemine isim önerimizin iki ciddi nedeni var. İlki, dindar nesil, imam hatipler vb. gibi konular, yeni başkanlık sisteminin temelini oluşturacak ve göreceksiniz, Artvin’deki maden ocağının da, birçok başka şirket gibi sayın Sultan’a ait olduğu ortaya çıkacak. Bu böyle olunca, Kahraman’ın ucuz yollu fetvaları ile, “efendim halife de %10 alırdı” vb. ile durum geçiştirilemeyecek. Bu durumda, yeni başkanlık sistemimizin en önemli konusu olacak olan “kuvvetler ayrılığı” sorununa temelden bir çözüm lazım. Kuvvetler derken, öyle yasama, yargı, yürütmeden söz etmiyoruz. İki kuvvet var, biri dünyevî, diğeri uhrevî. Birini Başkan Saray’dan yürütecek, daha çok para işleri demektir ve “yürütme” her açıdan uygun düşmektedir. Peki ya öteki ne olacak? Hasan Kahraman’ın saygınlığını yerlere seren fetvaları durumu artık kurtaramaz. Öyle düşünüyoruz. Gelecekte bu sorun daha da artacak. Ve anında yargılama vb. yetmez, “katli vaciptir” fetvaları gerekebilir ve bu durumda, din işleri, halifelik de doğrudan, şahsına münhasır Muktedir’in ellerine verilmelidir. Burhan Kuzu, öyle parlamenter sistemi montofon ineğine benzetmekle boşuna uğraşıyor. Zira kellesinin yerinde kalması, yürütme ve din işleri arasındaki kuvvetler çatışmasına çözüm bulmasına bağlıdır. Yoksa, Başkan’ın gizli danışmanı, kuzu kuzu gidecek değil ya! Bizimkisi dostça bir uyarıdır. İşte, yeni başkanlığa Diyanet İşleri Başkanlığı adını verme girişimimiz, haşa sayın Muktedir’i, Mehmet Görmez düzeyine indirmek, onun Mercedes’ine mahkûm etmek amacını taşımıyor.
Önerimizin ikinci nedeni de şudur: Diyanet işleri başkanlığı, büyük bir inkişaf içindedir, gelişiyor, büyüyor. Personel sayısı 2002’de 70 bin iken, bugün 120 bin. Bu yollarda beraber yüründüğü de kesindir. Buna paralel olarak, bütçesi de her yıl bir bakanlığı geride bırakarak büyüyor. Mesela şu anda 11 bakanlığı geçmiştir. 5 milyar 700 milyon TL’dir. Bu bilimsel açıdan bir çürümenin göstergesidir, diyenler çıkacaktır. “Laik” bir cumhuriyette, Sünni İslam’a dayalı bir diyanet başkanlığı ve bu denli hızlı büyüyorsa, bunun arkasında Muktedir’in sihirli eli de var demektir. Ama böylesi laikliğe bu yakışır. Şimdi, burada 120 bin personel var. Bunların, sayın Sultan, Muktedir belki bilmez, çok ama çok boş zamanı vardır. Bunların %90’ı günde beş vakit ezan okumaktan başka bir şey yapmaz. Şimdi, gelişen teknoloji (ezan okuyan saatler çıktı ya) sayesinde, birçok köyde imam camiye dahi gitmemektedir. Buna çürüme denir ama, başkanlık sistemine geçilirse, buradan montofon ineği ile kıyaslanmayacak kadar süt çıkar. Hem, bir montofon ineğinin sütü sağıldıktan sonra tekmeleme olasılığı var iken, Kuzu da bilir ki, burada montofon ineklerinde varolan özgüven kadar özgüven olmayacağından, süt de dökülmeyecektir. Başkanlık sistemi, bu “çürümeyi” durduracaktır.
***
Uzatmak mümkün elbette. Ama yeterli olmalıdır.
Bu denli çürüme, sistemin artık ayakta durmak için başvurduğu şiddet ve savaş politikalarını da açıklamaktadır.
Tüm mesele, halkın, işçi ve emekçilerin örgütlenmesindedir. Tüm mesele, işçi ve emekçilerin, halkların kendi kaderlerini kendi ellerine alacak bir uyanışı gerçekleştirmelerindedir. o

Topyekûn savaşa karşı hayatın her alanında direniş

Yaşamı, her alanda yaşamı savunmak, elbette kolay olmayacaktır.
Karanlık ve ölüm kusan, bunun karşında sevinç duyan, insan olmaktan çıkmış varlıklara dönen egemenlerle mücadele etmek her zaman zordur.
Bunu, bizden önce mücadele etmiş olanlar şöyle açıklıyorlar; bunlar cennetlerini kaybetme korkusu ile saldırıyorlar. Yani saldırmak için, yani bunca baskı ve şiddet için, yani bu yağma ve vahşet için iyi nedenleri var.
Oysa yaşamı savunmak, bu denli kolay değil. Değil, çünkü, yaşama saldırıyı anlamak, hissetmek o kadar kolay olmuyor. İkincisi, yaşamı savunacak bir bilinç ve onun işareti olarak örgütlenme o kadar kolay gelişmiyor. Ve bu nedenle, toplara, TOMA’lara, tanklara karşı direnmek o kadar kolay bir süreç değildir.
Ama imkânsız hiç değildir.
Örnek mi, uzağa gitmeye gerek yok, Cizre’ye bakın, Sur’a bakın, Cerattepe’ye bakın.
Devlet, her geçen gün saldırılarını hayatın her alanında artırıyor. Topyekûn saldırıyorlar. Sadece ağızlarında bismillahtan çok savaş kelimesi geçmiyor, sadece her ortamda, savaşı kışkırtmak için hamle yapmıyorlar, sadece her fırsatı kullanıp tehditler savurmuyorlar. TOMA’larını, tanklarını, bombalarını devreye sokuyorlar. Ve saymakla bitmez vahşi saldırılarını devreye sokuyorlar. Kahvede oturan bir genci öldürüp “karakola bombalı saldırı hâlinde idi” diyebiliyorlar. Dilek Doğan’ın katledilmesini hatırlayalım. Cizre’de bombalarla öldürülmüş, yanmış cesetleri hatırlayalım, operasyon bitti ama sokağa çıkmak yasak uygulamalarını hatırlayalım. Hukuku ayaklar altına alan Sur saldırılarını hatırlayalım.
Belli ki, çok ama çok korkuyorlar. Bu korkularını bize, halklara, işçi ve emekçilere bulaştırmak istiyorlar. Son seçimlerden bu yana binlerce kişiyi katlettiler ama doymuyorlar.
Ve bu saldırganlığı gizlemek için, gerçeğin öğrenilmesini gizlemek için, tüm basını, medyayı denetim altına alıyorlar. En sonu, İMC TV’nin uydudan atılması ile ortaya konan basını susturma girişimi, gerçeğe tahammül edemeyen yönetim anlayışının göstergesidir.
Tam bir karanlık yaratmak istiyorlar.
Kan ve karanlıktan besleniyorlar, bunun için daha çok kan ve daha çok karanlık için her yolu deniyorlar.
Kendi hukuklarını, kendileri çiğniyorlar ve bu arada “yeni anayasa” tartışmalarını yürütüyorlar. Kuzu, montofon ineğinden söz ediyor ama, bugün, tarlaya dalmış domuz sürüsü gibi her şeyi yok ediyor, imha ediyorlar.
Bir yandan Başbakan, her hafta bir Kürt ilinde, kendine bağlı adamları toplayıp, kendini kandırıyor, bizim Kürt halkı içinde desteğimiz var diyor, diğer yandan ise fiili Başkan, Muktedir, kükrüyor, fezlekeler gelsin diye emrediyor.
Seçilmiş belediye başkanlarını tutuklamaları yeni değil.
Şimdi ise HDP milletvekillerini yargılamak için dokunulmazlıklarını kaldırmayı gündeme getiriyorlar. HDP’yi parlamentodan atmak için, HDP nezdinde tüm muhalefeti susturmak için, yeni bir saldırı devreye koyuyorlar.
Muktedir emrediyor, savcılar harekete geçiyor. Demek, artık, savcılara TV kanallarından, muhtarlara vb. yapılan konuşmalardan emirler veriliyor. Siz kimsiniz diyorlar, “ağanın lafı üstüne laf” olur mu, diyorlar. Sürekli saldırı, sürekli yasak, sürekli ceza emirleri veriyorlar.
Bu bir topyekûn savaş çağrısıdır. Başka türlü ayakta kalmaları mümkün değildir. Bunu kendileri de biliyorlar. Korkuları bundandır.
Ölümle korkutuyorlar, ölüm sıradanlaşıyor, her gün ölüm haberleri geliyor.
Hapisle korkutuyorlar, ülkenin her alanı hapishane oldu, dışarısı ile içerisinin farkı kalmadı.
Bu topyekûn savaşa karşı, hayatın her alanında, yaşamı, barışı ve özgürlüğü savunmak, insan olarak kalabilmenin asgarî koşulu hâline gelmiştir. Hayatın her alanında, direnişi örmek, örgütlemek gerekir. Telâşsız ama kararlı biçimde her dakika direnişi büyütme zamanıdır.
Her karanlığın bir sonu vardır.

Çete-Devlet Ablukasında Direniş Alanları

YPS Genel Koordinasyonu ilan edildi

Kürdistan’daki devlet terörüne karşı yerellerde

halkı savunmak için kurulan Sivil Savunma Birlikleri

ortak bir koordinasyona kavuşturuldu.

YPS Genel Koordinasyonu, işgalci güçlerin

direniş alanlarına girişine izin vermeyecekleri belirtildi.

Açıklamada; “YDG-H’nin son 6 aylık süreçte

toplumsal savunmayı gerçekleştiren bir gençlik

örgütü olarak geliştirdiği direnişe artık tüm toplumsal

kesimlerin katılması ve profesyonel bir savunma

gücünün açığa çıkması elzem bir ihtiyaç haline

gelmiş, bir çok şehir merkezinde örgütlü savunmayı

geliştiren yurtsever devrimci gençlik öncülüğünde

Yekîneyên Parastina Sivîl (YPS) örgütlenmeleri

ortaya çıkmıştır’’ denildi

YPS Genel Koordinasyonu açıklamasında şu

mesaj verildi:

‘Halkımızı savunmak temel ilke olacaktır’

“YPS güçleri yurtsever Kürdistan halkının öz savunması

görevini gerçekleştirirken tüm mücadele

değerlerimizin bileşkesi ve halkımızın özgürlüğünün

sembolü Önder Apo’ya yönelen her türlü saldırıya

karşı mücadele etmeyi her zaman kendisine

temel ilke edinecek, Öz Savunma direnişinin Önder

Apo’nun fiziksel özgürlüğünü gerçekleştireceğini

bilerek direnişi geliştirecektir. Devam etmekte olan

Aylık Devrimci 9 Sosyalist Dergi

Öz Savunma direnişine başta yurtsever Kürdistan

gençliği olmak üzere tüm halkımız seferberlik ruhuyla

katılım göstermelidir. YPS’yi büyütmek işgalciliğe

ve sömürgeciliğe verilecek en büyük cevap

olacaktır. Kürt halkı YPS öncülüğünde şehirlerde ve

köylerde öz savunmasını gerçekleştirdikçe dikta rejim

inşa etmek isteyen faşist zihniyet yenilecektir.

YPS Genel Koordinasyonu olarak başta her türlü

zorluğa rağmen direniş alanlarını terk etmeyerek

mücadeleyi güçlendiren halkımızın yurtsever-kararlı

tutumunu selamlıyor, özgür geleceği inşa etmek

üzere herkesi direnişi yükseltmeye çağırıyoruz.’’

Direniş Alanları:

CİZRE

Şırnak’a giriş askerlerce engelleniyor

Uludere ve Beytüşşebap’tan Şırnak’a geçişler

askerler tarafından “yol kapalı” denilerek engelleniyor.

Cizre ve Silopi’de uygulanan sıkıyönetimle

birlikte fiili bir yasağın uygulandığı Şırnak’a girişler

engelleniyor. Şırnak-Uludere karayolunun Ziravikê

köyü bölgesinde bulunan askeri noktada Uludere’den

Şırnak’a gitmek isteyen yurttaşların engellendiği

belirtildi. Askerlerin yurttaşlara “yol kapalı” diyerek

tekrar Uludere’ye dönmelerini istediği öğrenildi.

Şırnak’tan Uludere’ye gidişlere ise izin verildiği

belirtildi.

Beytüşebap’tan gelen araçların da Şırnak’a

gelişlerinin engellendiği öğrenildi.

28 yaralının bulunduğu bina saldırı altında

Cizre’de devlet güçlerinin saldırısında yaralanan

28 kişinin ve katledilenlerin bulunduğu bina, devlet

güçleri tarafından hedef alınarak bombalanıyor.

Cizre’nin Cudi Mahallesi’nde devlet güçlerinin

tanklardan yaptıkları top atışları sonucu yaralanan 28

kişi ve yaşamını yitirenlerin bulunduğu bina devlet

güçlerinin hedefinde.

Yaralıların bulunduğu Caferi Sadık Sokak’taki

evin adresi, yaralıların ve cenazelerin hastaneye

kaldırılması için hem hükümet yetkililerine hem de

kaymakamlık ve hastaneye bildirildi. Adresin bildirilmesinin

hemen ardından ise yaralıların bodrum

katında tutulduğu bina devlet güçleri tarafından özel

olarak hedef alınarak tanklardan yapılan top atışları

ile saldırı altına alındı.

HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız,

twitter hesabından yaptığı paylaşımda, ““Cudi Mah,

Cafer’i Sadık sk. No:5-7” adresindeki beş katlı

kırmızı binanın bodrum katında bulunan yaralılar

hastaneye taşınmayı bekliyor. Adresini hükümete

ilettiğimiz sivillere bir şey olursa, insanlık suçunun

sorumlusu hükümet olacaktır. Yaralıların bodrumunda

olduğu, adresini hükümete ilettiğimiz binanın üst

katları vuruluyor” ifadelerini paylaştı.

Çocuğum yerde yaralı yatıyor…’

Botan yürüyüşçüleri arasında yer alan Cizre’de

yaralanan DBP PM Üyesi Mehmet Yavuzer’in annesi

Hanım Yavuzer’in feryatları sabaha dek direniş

alanında yankılandı. Oğluna seslenerek, “Oğlum

kalk oradan, o kurşunlar bana geleydi de sana bir şey

olmayaydı” diye haykıran anne kendisini engelleyen

askere ise “Yüzüme bak yüzüme bu ateş sizi de

yakar. Evinize geri dönün” sözleriyle tepki gösterdi.

Cizre’de devlet güçlerinin saldırılarını arttırmasıyla

birlikte DBP’nin çağrısıyla başlatılan

Botan yürüyüşü için Mardin’in Nusaybin ilçesine

bağlı Girêmîra Mahallesi’nde bir araya gelen binler,

İpek Yolu üzerinde direnişlerini sabaha dek sürdürdü.

Tüm müdahalelere rağmen büyük bir direniş

örneğinin sergilendiği eylemde öyle bir kadın var ki,

hislerini dile getiren feryatlarıyla tarihe adını kazıdı.

‘Yüzüme bak yüzüme, oyuna gelmeyin’

Dün Cizre’de ağır yaralanan ve hala hastaneye

kaldırılamayan yaralılardan DBP PM Üyesi Mehmet

Yavuzer’in annesi Hanım Yavuzer, gün boyu yolun

üzerinde oturarak Cizre’de yaralı oğluna seslenerek,

“Oğlum Mehmet kalk yerden, o kurşunlar bana geleydi

de sana gelmeyeydi” diye ağıt yakarken, diğer

direnişçiler ise Hanım ananın ağıtlarına eşlik etti.

Hanım, ağır silahıyla tepesinde dikilen askere ise

“Yüzüme bak yüzüme, sizin hiç insafınız yok mu?

Oyuna gelmeyin, bu devlet bizi de sizi de öldürüyor,

evinize geri dönün” şeklinde tepki gösterdi.

‘Kürt halkı nerede, neden hala bu feryat

duyulmuyor?’

Hanım en çok katliamlara karşı sessiz kalan

Kürt halkına öfkeli olduğunu söyleyerek, Türkiye

Aylık Devrimci 10 Sosyalist Dergi

halklarından önce Kürtlerin milyonlar olup alanlara

dökülmesi gerektiğini ifade etti. Hanım, “Ülkenin

başındakilerin yüreği yanmıyor anladık ama Kürt

halkının da merhameti kalmamış belli. Vicdan sahibi

olan bu gün buraya gelir ve benim gibi yarlı evladı

yerde yatan birçok anneler için ablukayı kırmak için

mücadele eder. Ey Kürtler siz neredesiniz, kendine

Kürdüm diyenler nerede? Neden bu feryadı duymuyorsunuz?

Çocuğum yerde yaralı yatıyor. Merhameti

olanlar nerede? Artık ayaklanma zamanı gelmedi

mi” diye tepkisini dile getirdi.

Cizre’de bir anne çocuğunu kurtarmak için

beyaz bayrakla yürüyor

Cizre’de Cudi Mahallesi’ne gitmeye çalışan 2

genç ağır saldırı altında. Gençlerden birinin annesi

Gule Ürün oğlunu kurtarmak için beyaz bayrakla

saldırı bölgesine doğru gidiyor. Kaymakamlığa bildirilen

28 yaralının bulunduğu ev ise sabah saatlerinde

bu yana hedef gözetilerek bombalanıyor.

Soykırım saldırılarının 44’ncü günde sürdüğü

Şırnak’ın Cizre ilçesinde Ömer Ürün ve soyadı

öğrenilemeyen Kasım isimli 2 evde kalan nüfus cüzdanlarını

almak için Dağkapı Mahallesi’nden Cudi

Mahallesi gitmek istedi. Gençler mahalleye yakın

bulunan Nusaybin Caddesi’ne geldikleri sırada devlet

güçerince yaylım ateşe tutuldu. Gençler kurşunlardan

korunmak için caddeye yakın eski belediye

binasının arka sokağındaki bir eve sığındı.

Çocuğunun devlet güçlerince tarandığı haberini

alan Ömer Ürün’ün annesi Gule Ürün, ona ulaşmak

için beyaz bayrak açarak saldırı yerine doğru yola

çıktı. Gençlerin bulunduğu noktaya yönelik devlet

güçlerinin ağır silahlarla saldırısı tüm şiddetiyle

devam ediyor.

“Ya ateşi kesin ya beni de öldürün”

Cudi Mahallesi’ndeki evlerine gittikleri sırada

ateş altında kalan 2 genci kurtarmak için elinde beyaz

bayrağıyla mahalleye doğru yürüyen Gule Ürün

polis karakoluna giderek polise, “Ya ateşi kesersiniz

oğlumu alırım ya da beni öldürürsünüz” dedi. Annenin

karakolda tek başına eylemi sürüyor.

Vekiller ve Cihan’ın ailesi Cizre’de zorla

çıkartıldı

Cizre’nin Cudi Mahallesi’nde saldırı altındaki

yaralılar ve yaşamını yitiren üniversite öğrencisi

Cihan Karaman’ın cenazesini almak için Cudi

Mahallesi’ne yürümek isteyen HDP milletvekilleri

ve Cihan’ın ailesi, devlet güçleri tarafından zorla

kentten çıkarıldı.

HDP milletvekilleri Leyla Birlik, Tuba Hezer

ve Ferhat Encü, sıkıyönetim saldırılarının sürdüğü

Şırnak’ın Cizre ilçesine girdi. AİHM’ni tedbir kararına

rağmen ambulans gönderilmediği için yaşamını

yitiren Cihan Kahraman’ın ailesi ile birlikte mahalleye

giren vekiller hastaneye kaldırılmayı bekleyen

yaralıları ve yaşamını yitiren üniversite öğrencisi

Cihan’ın cenazesini almak istedi. Vekillerin önü

Cizre Köprüsü girişinde devlet güçleri tarafından kesildi.

Tüm çabalara rağmen engellenen HDP’liler ve

Karaman’ın ailesi, zırhlı araçlardan çalılanan mehter

marşı ile de taciz edildi. Ardından HDP’li vekiller

ve aile, polis ve askerler tarafından zorla kentten

çıkartıldı.

Karaman’ın babası: Bir Jiyan gitti bin Jiyan

gelecek

Cihan Karaman’ın babası Latif Karaman, oğlu

için ambulans gönderilmediği için kan kaybından

yaşamını yitirdiğini söyledi. Baba Karaman, “Bu

şekilde bizleri bitirmek istiyorlar, Bir yaşam gitti,

binlerce yaşam gelecek. Bir Jiyan gitti, binlerce

Jiyan gelecek. Bu şekilde bizleri bitiremezler, teslim

alamazlar. O Kürdistan’ın şehididir. Kürdistan’ın

başı sağolsun. Bu toplum bu mücadeleye devam

edecek. Yaşasın Kürt özgürlük mücadelesi” dedi.

Karaman’ın ailesi çocuklarının cenazelerini

alıncaya kadar Dêrgul’de (Kumçatı) kalacaklarını

belirtti.

Cizre Belediyesi Eski Eşbaşkanı Serbest

Bırakıldı

Hakkında yürütülen soruşturma nedeniyle 22

Ocak Cuma günü gözaltına alınan Cizre Belediyesi

Aylık Devrimci 11 Sosyalist Dergi

eski Eşbaşkanı Leyla İmret, adli kontrol şartıyla

serbest bırakıldı.

Cizre’de emniyette sorgulanan İmret, adliyede

savcı tarafından sorgulandı ve tutuklanma istemiyle

mahkemeye sevk edildi. Mahkeme Leyla İmret’i adli

kontrol şartıyla serbest bıraktı.

Daha önce Cizre Cumhuriyet Başsavcılığı’nca,

hakkında ‘Halkı Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne

karşı silahlı isyana tahrik ve terör örgütünün propagandasını

yapmak, halkı kin ve düşmanlığa sevk

etmek’ iddiasıyla soruşturma açılan İmret, İçişleri

Bakanlığı tarafından görevinden uzaklaştırılmıştı.

Ankara’dan Botan Yürüyüşü

Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 2.

Olağan Kongresi için çeşitli kentlerden kongreye

katılan çok sayıda kişi, Botan Yürüyüşü’ne katılarak

Cizre’ye doğru harekete etti. Yürüyüş öncesi açıklama

yapan HDP Ankara İl Eşbaşkanı Ayhan Bilici,

Kürtlerin sürekli bir barış talebi olduğunu belirterek,

savaşın asıl nedeninin çözümsüzlükte ısrar eden

devlet olduğunu söyledi. Bilici, “Bugün Kürt Kentlerinde

devletin katlettiği çocukların, kadınların suçu

nedir? Kürt halkını savaşa, açlığa mahkûm etmek

isteyen devlete karşı ses çıkarıyoruz. Daha fazla Kürt

kanının dökülmesinin önüne geçmek için bugün

Botan’a gideceğiz ve elbette Kürt halkının bu onurlu

direnişi ablukaları er geç yıkacaktır” dedi.

SUR

YPS devlet güçlerinin ilerlemesine izin vermiyor

Sur’da 54 gündür süren kuşatmaya karşı büyük

bir direniş sergilenirken, asker, polis ve özel hareket

timlerinin mahallelere girmelerine izin vermeyen

YSP güçleri ile yaşanan çatışmalarda birçok asker ve

özel harekat timinin yaşamını yitirdiği belirtildi. Evinin

avlusunda oyun oynadığı sırada devlet güçlerinin

attığı bomba atar parçaları ile 2 çocuğun yaralandığı

Sur’da, yaşam malzemeleri azalmaya başlayan halk

sonuna kadar direnmekte kararlı.

Karadeniz Sokak’ta ve civarında bulunan birçok

ev, atılan top atışları sonucu yıkılırken, tankların

sokaklara ve mahalleye geçişi için yıkılan evlerin

yıkıntıları zırhlı kepçelerle taşınıyor.

Zırhlı kepçe kullanılamaz hale getirildi

Özel hareket timleri, asker ve polislerin mahallelere

girmelerine engel olan YPS güçleri ile yaşanan

çatışmalarda birçok asker ve özel harekat timinin

yaşamını yitirdiği ve birçok kişinin de yaralandığı

belirtildi. YPS güçlerinin saldırısı sonucu bir zırhlı

kepçenin de kullanılamaz hale getirildiği aktarıldı.

Sur’da Melek’in katledildiği sokağa yine top

mermisi atıldı

Kuşatma altındaki Sur’da ‘yasak’lı mahallere

yönelik atılan top mermilerinin parçaları İskenderpaşa

ve Melik Ahmet Caddesi’nde yaşam alanlarına

düşüyor. Melek Alpaydın’ın top mermisi ile katledildiği

sokakta bir eve isabet eden top mermisi duvarı

deldi şans eseri ölen ve yaralanan olmadı. Bir eczane

ve Dengbêjler Evi’nde havan parçaları isabet etti.

Diyarbakır’ın Sur ilçesinde 54 gündür süren

kuşatma altında saldırılar devam ediyor. Evlerin

yıkıldığı ve yaşam alanlarının tanklar ve havanlarla

vurulduğu ilçede devlet güçlerinin saldırıları nedeniyle

‘yasaksız’ mahallerdeki yurttaşlarında can

güvenliği kalmadı. Sabah saatlerinde İskenderpaşa

Mahallesi Büyük Akar Sokak’ta 4. katta bir eve top

mermisinin parçaları isabet etti. Duvarı delerek içeri

giren top parçaları şans eseri önündeki dolaba denk

geldi ve ölen ve yaralan olmadı. Aynı sokakta daha

önce 3 Ocak’ta bir eve yine devlet güçlerinin attığı

havan topu isabet etmiş ve Melek Alpaydın isimli

kadın kafası parçalanarak yaşamını yitirmişti.

Sur halkı ise aralıksız atılan havan topları

nedeniyle can güvenliklerinin kalmadığını belirterek

tepki gösterdi.

AKP’nin Sur’daki Milyarlık Rant Projesi:

Savaşla Yıkım Ardından Kentsel Dönüşüm

Sokağa çıkma yasaklarıyla savaş politikalarının

uygulandığı Sur ilçesiyle ilgili kentsel dönüşüm plan

ve projeleri, AKP’nin ilçeyle ilgili rant planlarını

Aylık Devrimci 12 Sosyalist Dergi

ortaya çıkardı. Çevre Bakanlığı’na ait planlar, ilçenin

neden yıkılarak harabeye döndüğünü de ortaya

koyuyor.

Diyarbakır’da, özellikle Sur ilçesinde yoğunlaşan

çatışmaların ve yaşanan yıkımın ardından,

AKP’nin kentsel dönüşüm kapsamındaki rant projeleri

çıktı.

Haberdar.com’un haberine göre; Plana göre;

mevcut konut alanlarının yıkılarak yenileri yapılacak.

Ayrıca oluşturulan yeni konut rezerv alanları

ile ilçedeki tüm konutlar kadar yeni konut yapılması

da planlanıyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın

yayınladığı 2015 yılına ait çalışma planı, bu rezerv

alanlarını net bir şekilde ortaya koyuyor.

“Operasyonlarda ilk aşamayı oluşturan

‘yıkım’ aşaması gerçekleşti”

Başbakan Davutoğlu’nun da doğruladığı projenin

ilk aşamasını oluşturan ve Çevre Bakanlığı’nın

projesinde yer alan yıkım aşaması yaklaşık 2 aydır

devam eden operasyonlarla gerçekleştirildi. Sur

ilçesindeki tüm binalar ya tamamen yıkıldı ya da

kullanılamaz hale geldi.

Sur kuşatması 1453’teki İstanbul kuşatmasını

geride bıraktı

Tıpkı Sur gibi kaleleriyle ünlü İstanbul ve Kudüs

gibi kentler tarihteki birçok kuşatmaya en uzunu

53 gün süren bir direnişle karşı koyarken, Diyarbakır

Sur ilçesindeki direniş 54’üncü gününü geride

bırakarak tarihe yeni bir not düşüyor. Tıpkı Sur’daki

gibi ağır toplarla dövülen Bizans İmparatorluğu’nun

başkenti olan İstanbul’un düşmesiyle Osmanlı

İmparatorluğu Viyana kapılarına kadar dayanırken,

Sur direnişi ise yeni Osmanlıcılık ve fetih hayallerini

suya düşürüyor.

Türkiye’nin Sur, Cizre, Silopi ve Nusaybin

başta olmak üzere Kürt kentlerine yönelik başlattığı

kuşatma ve buna karşı geliştirilen direniş, tarihi

birçok kuşatmayı da geride bıraktı. 2 Aralık tarihinde

başlayan ve 54’üncü gününe giren Sur kuşatması ve

oradaki direniş Viyana, İstanbul, Kudüs kuşatmalarını

geride bırakırken, Stalingrad, Leningrad direnişine

doğru yol alıyor.

Bütün özel birimler Sur’da

Özyönetimin ilan edildiği 15 Ağustos 2015’ten

sonra AKP’nin emri altındaki devlet güçlerinin

yoğun saldırıları altındaki tarihi ilçede, Aralık ayı

başında ilan edilen sıkıyönetim ile ilçenin 6 mahallesi

54 gündür kuşatma altında. Tüm teknolojik savaş

aygıtlarının, özel eğitimli asker ve polislerin, korucuların

etrafını sardığı ilçede halk canı pahasına öz

savunmasını aldı. 10 bin asker ve JÖH, PÖH, SAS

komandoları ve Bordo Bereliler, Esadullah Timleri

gibi özel savaş grupları tarafından ablukaya alınan

ilçenin “yasaklı” Cevatpaşa, Fatihpaşa, Dabanoğlu,

Hasırlı, Cemal Yılmaz ve Savaş mahallelerinde eşine

tarihte pek az rastlanan büyük bir direniş sürüyor.

Mahallelerinin etrafını barikatlarla saran halk, sivillere

yönelik katliam gerçekleştiren güçlerin adım

atmasına dahi izin vermezken, direniş süresince halk

savunmasını sistemleştirerek, Yekineyên Parastina

Sîvîl – Sivil Savunma Birlikleri (YPS) kurdu ve bunu

YPS-Jin izledi.

Tüm olanaklarına rağmen çakılı kaldılar

Halkın büyük direnişi karşısında çaresiz kalan

devlet güçleri ise tank ve top atışları ve zırhlı kepçelerle

kadim ilçeyi yıkmaya başladı. Surların Mardinkapı

bölümünde yıkıma başlayan devletin özel

savaş güçleri ancak birkaç sokak ilerleyebilirken,

Gazi Caddesi üzerinde ise Yoğurt Pazarı civarında

çakılı kaldı. Aralıksız bir biçimde bombardıman

altında tutulan mahallelerle hiçbir şekilde bağlantı da

kurulamıyor.

Yaralılar şifalı otlarla tedavi ediliyor

Hedef gözetmeksizin hareket eden tüm canlılar

yoğun ateş ve bombaya tutuluyor. Evlerin bomba

atarlarla hedef alınması nedeniyle aileler, binaların

alt katlarına veya bodrumlarına girerek kendilerini

korumaya çalışıyor. Şu an aralarında şarapnel parçalarının

isabet ettiği çok sayıda çocuğun da bulunduğu

onlarca yaralı, ilçeye giriş-çıkışların tümden engellenmesi

nedeniyle doğal yöntemlerle tedavi edilmeye

çalışılıyor. Ateşli silah yaralanması bulunanlar yaşlıların

hazırladığı şifalı otlardan elde edilen ilaçlarla

tedavi edilirken, vücudunda kırık olanlar da yine eski

yöntemlerle iyileştirilmeye çalışılıyor.

Tarihi dönemdeki kuşatmalar gibi ilçe erzaksız

ve susuz bırakıldı

Aylık Devrimci 13 Sosyalist Dergi

Elektrik ve suyun kesildiği, gıda ikmal yollarının

kapatıldığı ilçede halk kuyulardan su çekerek

içme su ihtiyacını karşılıyor. Kış için hazırlanan

kuru gıdalar ise tek besin kaynağı. Hiç durmayan

bombardımana rağmen çocuklar zaman zaman yıkık

dökük sokaklara çıkarak, oynayacakları boş kovan

ve bomba kapsüllerini yanlarına alıyor.

Bizans ordusu kuşatmaya 53 gün dayandı,

Sur halkı 54 gündür direniyor

Sur’da sürdürülen kuşatma ve gösterilen direniş

birçok tarihi örneği de yeniden gündeme getirdi.

Sur’da 54 gündür kırılamayan direniş İstanbul’un

fethini gündeme getirdi. Bizans İmparatorluğunun

Başkenti olan İstanbul daha sonra “Fatih Sultan

Mehmet” ünvanını alan II. Mehmet tarafından 1453

tarihinde kuşatılarak tıpkı Sur’un ağır silahlarla

bombalanması gibi ağır toplarla İstanbul’u koruyan

tarihi surlar bombalanmaya başlandı. İstanbul’da

topçu ateşi sadece 6 gün sürerken, Sur 54 gündür

aralıksız bombalanıyor. Karadan, Deniz’den kuşatılan

Konstantinapolis (İstanbul) kuşatmaya sadece 53

gün direnebildi. Üstelik, bir devletin orduları tarafından

kuşatılmasına ve Osmanlı’dan geri kalmayan

askeri mühimmatlarına ve yapılanmasına rağmen.

İstanbul sadece Bizans ordusu tarafında da savunulmuyordu.

Geleceği beli olan Osmanlı kuşatmasına

karşılık erzak ve mühimmat depolanan İstanbul’a

çeşitli ülkelerden gelen asker ve muhafızlarla da

takviye edilmişti. Kuşatmanın sürdüğü dönemde

Papalık tarafından üç kadırgayla beraber 200 asker

ve mühimmat gönderildi, 30 geminin ise sefer için

hazırlandı. Ocak 1453’te iki gemiyle beraber Cenevizli

komutan Giovanni Giustiniani komutasındaki

700 askerle yardıma geldi.

İstanbul’un demografik ve tarihi yapısı

değiştirildi

Buna rağmen İstanbul’a gelen Osmanlı akınları

karşısında direnemedi ve 6 Nisan’da başlayan kuşatma

29 Mayıs tarihinde Bizansın yenilgisi ve Osmanlı’nın

galibiyetiyle sonuçlandı. İstanbul kuşatması ile

Sur kuşatması arasındaki benzerliklerden biri de her

iki kentinde surlarla çevrili olması. Ancak İstanbul’un

tarihi surları ve Bizans ordusunun yapamadığını

Sur halkı, 54 gündür yapıyor. Yine İstanbul’un

Fethi sürecinde Bizans imparatorluğu “haracı” kabul

etmesine rağmen “teslimiyet” talebi kabul edilmedi.

İstanbul düştükten sonra tarihi kentin demografik yapısı

da değiştirildi. İstanbul Türkleştirildi ve en son

Cumhuriyet döneminde kalan kimi gayri müslimler

de katliamlara maruz kalarak kentten sürülmeye

çalışıldı. Tarihi ve kültürel mekanların tek tek yapısı

değiştirildi.

Kudüs haçlı saldırılarına 8 gün dayanabildi

Sur kuşatmasının diğer birçok benzeri örnekleriyle

arasında benzerlikler bulunuyor. Bugün sadece

İsrail ve Filistin değil aynı zamanda İslamiyet ve

Hıristiyanlık gibi iki büyük medeniyet arasında da

anlaşmazlık konusu olan Kudüs, tarihi yapısı nedeniyle

birçok kuşatmaya alındı. Kudüs’ün iki büyük

kuşatmasından biri 7 Temmuz ile 15 Temmuz 1099

tarihindeki Haçlı kuşatması oldu. Fatımi Devleti

toprağı olan Kudüs sadece 8 günlük bir kuşatma ile

Haçlılar tarafından teslim alındı.

Eyubbi Kudüs’ü 12 günde teslim aldı

Daha sonra Selahattin’i Eyubbi önderliğindeki

İslam Orduları tarafından 20 Eylül’den başlayıp 2

Ekim 1187 tarihindeki 12 günlük bir kuşatma ile geri

alındı. Kudüs de iki kuşatmada susuz bırakıldı, ikmal

yolları kesildi. Surları dövüldü ve şehir daha sonra

düşürüldü. Kimi kaynaklara göre Selahaddin Eyyubi

başlangıçta şehri kılıçla almayı amaçlıyordu. Ancak

daha sonra erkekler için onar, kadınlar için beşer, çocuklar

için birer, geriye kalan yoksul, sakat halk için

de toplam 30 bin dinar kurtarmalık karşılığı, şehri

kılıçsız teslim aldı. İlber Ortaylı’nın aktarımlarına

göre Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudüs kuşatmasında

boğma stratejisi ile meşhurdur. Şehrin suyunu ve

yiyeceğini kesen ve açlıkla şehri teslim almayan çalışan

Eyubbi, yine Ortaylı’ya göre, “Şehrin etrafında

büyük ateşler yaktırarak kuşatılanları dumana boğdu.

Yaz sıcağı ve duman, adeta şehrin güney yakasındaki

Gehonim (İbranca “cehennem”e kaynak olan isim)

denen derin çkurun ismine hak verdirecek bir hava

yarattı Kral Guy of Lusignan yarma harekatıa girişek

içn dı .arıç .ktı .ıda kuştmacıar bu bögeye

ve Selçkilere has çmber stratejisini uyguladı Öce

saflar ş ovalyelerin karş .sıda zayıç savaşrak ikiye

ayrıdı sonra dü .manıkuştı çmbere aldıar ve

imha etti.”

Sur’daki inanç merkezi

Sur’un Kudüs ile ortak yanları da bölgede

bulunan tarihi inanç merkezleri oluşturuyor. Hem

Müslümanlar için hem de dini azınlıkların birçok

ibadet merkezi Sur’un tarihi yapıları arasında yer

alıyor. Sur’da yürütülen kuşatma ve saldırılarda da

başta Kurşunlu Camii ve 4 Ayaklı Minare ve bölgedeki

kiliseler olmak üzere pek çok yapı harap oldu.

Stalingrad direnişi

Sur’daki kuşatma aynı zamanda tarihin en çetin

kuşatma ve direniş merkezlerinden olan Stalingrad

kuşatmasını da anımsatıyor. Uzun bir savaş süreciyle

Aylık Devrimci 14 Sosyalist Dergi

birlikte 23 Ağustos 1942 tarihinde başlayıp 2 Şubat

1943 tarihine kadar süren Stalingrad kuşatması 6. Alman

Ordusu’nun imhası ve Hitler faşizmi için sonun

başlangıcı oldu. Tarihin en kanlı kuşatma ve çatışmalarından

biri olan Stalingrand kuşatması şayet Hitler

Almanyası lehine sonuçlanmış olsaydı, dünya Hitler

faşizmine teslim olacaktı. Gösterilen direniş aynı

zamanda dünya insanlığını faşizminden kurtardı.

Yeni Osmanlı’nın yayılma hamlesi

Diyarbakır’ın kendisi olan Sur, eski şehrin

bütün ihtişamını bünyesinde barındırıyor. Şimdiye

kadar birçok kez kuşatmaya ve saldırıya uğrayan

ve çoğu kez yakılıp yıkılan Diyarbekir ve bu şehrin

kalbi olan Sur şehrinin günümüzde hedeflenmiş

olması da yeni Osmanlı inşası için önemli ipuçlarını

barındırıyor. Osmanlı İstanbul’un fethi ile Viyana

kapılarına kadar dayanmıştı, Sur başta olmak üzere

Kürdistan’daki direniş merkezlerinin düşürülmesi

ile Kürt hareketinin imhası ile birlikte Ortadoğu’ya

yayılmanın da yolları aranıyor.

SİLOPİ

Evine Top Mermisi Atılarak Ağır Yaralanan

Şirin Altay, 32 Günün Ardından Yaşamını Yitirdi

Silopi’de 24 Aralık günü evine top mermisi

atılması sonucunda ensesine şarapnel parçası isabet

eden 3 engelli çocuk annesi Şirin Altay ağır yaralanmıştı.

Tedavisi için Batman Özel Medical Park

Hastanesine götürülen Şirin Altay 32 günlük mücadelenin

ardından yaşamını yitirdi.

Altay’ın cenazesi, otopsi işlemleri için Batman

Bölge Devlet Hastanesi’ne götürüldü. Otopsi işlemlerinin

ardından Silopi’de defnedileceği duyuruldu.

Altay’ın yaşamını yitirmesiyle, Silopi’de katledilenlerin

sayısı 30’a çıktı.

Nefretin böylesi: Silopi’de kadınların yöresel

kıyafetlerini yaktılar!

Silopi’de sıkıyönetim uygulamalarında evi talan

edilenlerden biride Kumçatı Belediye Eşbaşkanı

Berivan Kutlu oldu. Yapılanları “DAİŞ talanı” diye

degerlendiren Berivan’ın evinde bulunan kadınlara

ait yöresel kıyafetlerin tamamının yakılması, ırkçı ve

soykırımcı nefretin dışa vurumu olarak bir kez daha

belgelendi.

Silopi’de ilan edilen “sokağa çıkma yasağı”yla

birlikte ilçede devreye alınan sıkıyönetimin bilançosu

ortaya çıkıyor. İlçede bulunan binalar devletin

tanklardan yaptığı top atışlarıyla harabeye çevrilirken,

birçok ev ise özel harekat ve “devlet güçleri”nin

karargahı haline getirilmiş durumda. Şırnak’a bağlı

Kumçatı (Dêrgulê) Belediyesi Eşbaşkanı Berivan

Kutlu’nun Silopi’deki evi devlet güçleri tarafından

karargaha çevrilmiş ve annesiyle kendisine ait

kıyafetler yakılıp yırtılmış halde bulundu. Evin içine

ve dışına ise mermi ve topların denk geldiği görülürken

Berivan Silopi’de yaşanan vahşeti şu şekilde

yorumluyor: “Gidip Silopi’yi o halde gördüğümde

1990’lı yıllarda Tansu Çiller’in yaşattıkları aklıma

geldi. Erdoğan’ın bu yaptığı talancı ve ahlaksız bir

uygulamadır.”

‘Mesele hendek değil soykırım’

Kürt halkı üzerinden uygulanan katliamcı uygulamaları

lanetlediğini belirten Berivan, “Görüyoruz

ki mesele hendek meselesi değil. Tamamen Kürt

halkını yok etmek için yapılan bir operasyondur.

Seçim döneminin bir intikamı şeklinde Kürt halkının

üzerine geliniyor. Mesele hendek meselesiyse

neden çocukları katlediyorsunuz ya da neden evleri

bombalıyorsunuz” diye sordu. Evlerine top atıldığını

ve komşular sayesinde evde kalanların çıkartıldığını

anlatan Berivan, “Evimizi karargaha çevirmişler. Yöresel

kıyafetlerimizi yakmışlar. Genel olarak kadın

kıyafetlerini hedef alarak böyle ayarsızca davranmışlar.

Evden çıktıklarında ise evi ateşe vermişler. Bu da

ev tacizine girer. Evi kullanılamaz hale getirmişler”

şeklinde konuştu.

‘Devlet toplumu yok etmek için kadınları

katlediyor’

Devletin sorunun “hendek” olmadığını kadınların

mücadelesi olduğunu söyleyen Berivan, “Kadınların

yoğun kaldığı yerlerin bombalanması bunun

bir kanıtıdır. Devlet toplumu yok etmek için kadın

üzerinden bir katliam gerçekleştiriyor “ dedi.

‘DAİŞ’in talancı zihniyetini bir durum’

Evlerinin yakılması ve yıkılmasının kendilerini

etkilemediğinin altını çizen Berivan, “Etkilendiğimiz

nokta evin talan edilmesi oldu. DAİŞ’in talancı

zihniyetini dahi geçen bir durum var. Devlet, bütün

terörlerden daha büyüktür. Kürdistan’da uyguladığı

Aylık Devrimci 15 Sosyalist Dergi

tarz devlet sistemine uymuyor. Bu uygulanan AKP

terörüdür” diye kaydetti.

Öleceksek direnişçi ruhuyla ölelim’

Son olarak Botan halkına çağrıda bulunan

Berivan, “Yıllardır bu mücadelemiz devam ediyor.

1990’larda kuyulardan cenazelerimizi çıkardık. Şimdi

de aynı zihniyet bunu bize yapmaya çalışıyor. Bunun

karşısında mücadelemizi yükselterek sömürgeci

ve talancı zihniyeti topraklarımızdan püskürtmeliyiz.

Öleceksek de direnişçi ruhuyla ölelim” diye belirtti.

Silopi Belediyesi’ni işgal eden özel harekatçılardan

hırsızlık

Sokağa çıkma yasağı ile birlikte abluka ve saldırıların

  1. gününe girdiği Şırnak’ın Silopi İlçesi’nde

özel harekat timlerinin, evlerini terk etmek zorunda

kalan halkın paralarını ve değerli eşyalarını çaldığına

yönelik iddiaların ardından belediye binasını işgal

eden özel harekatçıların harita kadastro çalışmalarında

kullanılan yaklaşık 30 bin lira değerindeki bir

cihazı çaldığı ortaya çıktı. Hırsızlık, Topcon marka

GNNS alıcısı cihazının Mardin’de satılmaya çalışılmasıyla

ortaya çıktı.

Hırsızlık olayıyla ilgili konuşan Silopi Belediyesi

Eş Başkanı Seyfettin Aydemir, belediye

binasının bir aydan uzun süredir polis işgali altında

olduğuna dikkat çekti. “Binayı kim işgal ettiyse

cihazımızı da o aldı” diyen Aydemir, daha birçok

belge ve teknik malzemenin çalınmış olabileceğinden

şüphelendiklerini dile getirdi. Aydemir, tespit

çalışmalarını sürdürdüklerini ve konuyu yargıya

taşıyacaklarını da sözlerine ekledi.

Silopi’ye Gelen Fransız Gazeteci: Avrupa ve

AİHM katliama göz yumuyor

Silopi’de 37 gün süren soykırım saldırılarını

yerinde takip eden Fransız gazeteci Quetin Aliyadi,

bölgede yaşanan katliamların yeterince duyurulmadığın

söyledi. Aliyadi, gelecek için endişeli olduğunu

belirterek, Avrupa ülkelerinin ve AİHM bölgede

yaşanan katliamlara göz yumduğuna dikkat çekti.

Kürt kentlerinde ‘sokağa çıkma yasağı’ adı

altında gerçekleştirilen soykırım saldırılarını yerinde

takip için Fransız gazeteci Quetin Aliyadi, 37 gün

boyunca saldırıların sürdüğü Şırnak’ın Sİlopi ilçesine

geldi. Aliyadi, daha önce Sur ve Cizre gibi yerlerde

de bulunduğunu belirterek, sivil halkın büyük

bir katliam ile yüz yüze olduğunu hatırlattı. Avrupa

ülkelerinin, Türkiye’de yaşananlar karşısında köşeye

sıkıştığını aktaran Aliyadi, AİHM’in Kürt kentlerinde

yaşanan katliamlara göz yumduğunu ifade etti.

‘Halk için çaba sarf edilmiyor’

Bir süredir fotoğrafçısıyla birlikte bölgede

bulunduğunu bilgisi veren Aliyadi, sokağa çıkma

yasaklarının sivil halkı zor duruma soktuğunu aktardı.

Aliyadi, kendilerinin de bu durumu onları nasıl

etkilediğini görmeye çalıştıklarını kaydetti. Halk

için yeterince çaba sarf edilmediğini dikkat çeken

Aliyadi, onun için burada olduklarını ifade eden ve

bölgede durumun iyi olmadığını kaydetti.

‘Burada yaşananlar yeterince duyurulmuyor’

Bölgede var olan durumun NATO ülkesi olan

Türkiye’de yaşandığını belirten Aliyadi, Avrupan’nın

bölgedeki yoğun saldırılarından dolayı evlerini terk

etmek zorunda kalan yurttaşlar için köşeye sıkıştığını

dile getirdi. Aliyadi, direnişin gündeme getirilmesinin

ve insanlara duyurlmasından zayıf kalındığına

değinerek, herkesin bölgede yaşananlara duyarlı

olmasını istedi.

‘Avrupa ülkeleri ve AİHM katliamlara göz

yumuyor’

Avrupa ülkelerinin ve AİHM’in yaşananlara

göz yumduğunun altını çizen Aliyadi, herkesin gelip

bölgeyi yerinden takip etmesini istedi. Ancak bu

noktada basının yeterince özgür olmadığına da işaret

eden Aliyadi, “Gelip buradaki durumu görmeleri gerekiyor,

ama onları yansıtmaları konusunda da yeterince

özgür değiller. Burada yaşanalara tamamen göz

yumulmuş durumda. Herkesin buraya gelip sivilerin

hayatını nasıl kaybettiğini görmesi gerekiyor. Ve onların

yaşam alanlarının nasıl yok edildiğini görmesi

gerekiyor. Buna tanık olarak anlatmaları gerekiyor.

Ben de bunu yapmaya çalışıyorum” dedi.

‘Gelecek için endişeliyim’

Direnişi ve çatışmaların yaşandığı bölgenin neredeyse

tamamında bulunduğunu hatırlatan Aliyadi,

başta Sur, Cizre, Nusyabin ve Silopi’ de bu alanlarda

insanlarla görüşebilme şansını yakaladığını belirtti

Uzun zamandır bölgeyi yakından takip ettiğini dile

getiren Aliyadi, gelecek için endişeli olduğuna vurgu

yaptı. Büyük bir korkunun da mevcut olduğunun

Aylık Devrimci 16 Sosyalist Dergi

vurgulayan Aliyadi, her iki tarafta da gerilimin yüksek

olduğunu ifade etti. Bölgede yaşanan çatışmaların

en büyük mağdurlarının siviller olduğununu altını

çizen Aliyadi, bunu yansıtabilmek için ellerinden

geleni yapmaya çalıştıklarını aktardı.

NUSAYBİN

YPS-JIN’li Dorşin için merasim düzenlendi

Mardin’in Nusaybin ilçesinde Dorşin adıyla bilinen

ve dün gece Kışla ve Zeynelabidin mahallelerini

ablukaya alan zırhlı araçlara yönelik gerçekleşen

saldırının ardından gerçekleşen çatışmada yaşamını

yitiren YPS-JIN üyesi için cenaze merasimi düzenlendi.

YPS ve YPS-JIN tarafından Zeynelabidin

Mahallesi’nde gerçekleşen merasime binlerce yurttaş

katıldı. Saygı duruşuyla başlayan merasimde Denîz

Bagok bir konuşma yaptı.

‘Gün onurlu bir yaşam için mücadele etme

günüdür’

Hükümet tarafından Kürdistan topraklarında

kirli bir savaşın yürütüldüğünü söyleyen Deniz

Bagok, “Bizim olan ve sömürgeciler tarafından kirli

bir savaşın yürütüldüğü bu topraklar uğruna yoldaşımız

mücadele dolu bir yaşam sürdü. Yine bu uğurda

canını feda etti. Yoldaşımız özel harekat timlerinin

ablukasını kırmak adına fedai bir eylem gerçekleştirerek

onları püskürttü. Bu gün Kürdistan’ın bir çok

noktasında DAİŞ zihniyetini aratmayan bir saldırı

söz konusudur. Bu savaşı bizler değil, AKP başlattı.

Özellikle genç kadınlar ve erkekler başta olmak üzere

tüm Kürt halkına sesleniyoruz; daha ne kadar sessiz

kalacaksınız? Kürdistan’da açık şekilde yürütülen

savaşın farkında değil misiniz? Gün varlık ve yokluk

mücadelesini verildiği gündür. Gün onurlu mücadele

günüdür. Tüm gençleri YPS saflarına çağırıyoruz”

şeklinde konuştu.

Dorşîn serhıldan ruhuyla uğurlandı

Konuşmanın ardından merasime katılan binlerce

yurttaş dakikalarca, “Bijîz berxwedana YPS”,

“Bê serok jîyan nabe”, “Jin jiyan azadî” şeklinde

slogan attı. Merasimin ardından PKK bayrağına sarılı

Dorşîn’in tabutu YPS-JIN’li kadınlar tarafından

mahalledeki kadınlara teslim edildi. Cenazeyi teslim

alan kitle buradan Önder Caddesi’ne doğru yürüyüşe

geçti. İlk kez YPS tarafından askeri cenaze törenin

gerçekleştiği merasimde yurttaşlar da tabutu Önder

Caddesi’nin başında bekleyen ambulansa bindirdi.

Kimlik bilgileri henüz netleşmeyen Dorşîn’in

cenazesi Nusaybin Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı.

Bir yandan kentlerdeki saldırılarına devam

eden devlet güçleri diğer yandan provokatif eylemlere

başvuruyor:

Bağlar’da dün bir okula yönelik düzenlenen

bombalı saldırıyla ilgili açıklama yapan PKK, saldırının

kendileriyle alakalı olmadığını söyledi.

PKK, Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde dün bir

okula yönelik yapılan bombalı saldırıya ilişkin açıklama

yaptı.

Fırat Haber Ajansı’nın (ANF) haberine göre,

saldırıya ilişkin çok yönlü bir araştırma ve inceleme

başlattıkları ifade edilen açıklamada, “kitlesinin

yüzde 90’ının bizim taraftarımız olduğu Bağlar gibi

bir yerde ne PKK, ne PKK gençliği ve ne de hiçbir

yurtsever kurumun bu olayı yapmış olması asla ve

asla mümkün değildir” denildi.

Açıklamada, “Cizre’de, Sur’da her gün çocuklarımızı

öldürenler, Amed’de Tahir Elçi’yi katledenler,

bu bombayı da oraya atmışlardır” diye ifade edildi.

Diyarbakır Bağlar’da bulunan Çelebi Eser Ortaokulu’na

dün öğrencilerin karne alacağı sırada, atılan

el yapımı patlayıcı nedeniyle beş çocuk yaralanmıştı.

Direnişteyiz, Diha, Jinha, Sendika.org’dan

yararlanılmıştır.__

Devletin gerçekle savaşı; gazetecilere saldırılar

Azadiya Welat Çalışanı polis tarafından zehirlendi iddiası
Urfa’da Azadiya Welat gazetesi çalışanı Şahin
Ceyran’ı durduran polisler, etkisiz hale getirdikleri
Ceyran’a, henüz ne olduğu öğrenilemeyen bir maddeyi
zorla içirdi. Darp edildikten sonra metruk bir
binanın altına atılan Ceyran ölüme itildi.
Özgür Gündem’de 4 Polis “Azadiya Welat çalışanına
ne içirdi?” başlığı ile yayımlanan habere göre
Azadiya Welat gazetesi Riha (Urfa) çalışanlarından
Şahin Ceyran sabah saatlerinde gazete dağıtımını
tamamladığı Evren Sanayi TOKİ konutlarından
motosikleti ile çıkarken polis tarafından durduruldu.
Görgü tanığının verdiği bilgilere göre, burada
Ceyran kendisine zorla içirilmeye çalışılan maddeyi
içmeyerek kaçmaya başladı. Ceyran’ı yakalayan 4
polisten 2’si ağzını açarak pet şişe içerisinde akışkan,
ekşi ve tuzlu olan bir maddeyi Ceyran’a zorla içirdi.
Daha sonra polisler, araca aldıkları Ceyran’ı bir süre
işkence yaparak gezdirdi.
Görgü tanığı polislerin daha sonra TOKİ inişinde
bulunan ormanlık alandaki metruk bir binanın
altına sürükledikleri Ceyran’ı, burada bıraktı. Kendine
geldikten sonra kusan Ceyran, telefonla aradığı
bir yakını tarafından alınarak, Balıklıgöl Devlet
Hastanesi Acil Servisi’ne kaldırıldı. Burada midesi
yıkanan Ceyran’ın, ellerini açamadığı, midesinde
ağrı olduğu öğrenildi.
Cizre’de vurulan Refik Tekin’in kamerası o anlarda
kayıttaydı
Cizre’de yaralı ve cenazeleri almak için giden
sivillerin tarandığı saldırıda yaralanan İMC Tv
kameramanı Refik Tekin o an kayıttaydı. Kendisi
de kurşunların hedefi olan Tekin yaşananları saniye
saniye kaydetti.
Şırnak’ın Cizre ilçesinde yaralı ve cenazeleri
almak için giden sivillerin tarandığı saldırıda
yaralanan İMC Tv kameramanı Refik Tekin o an
kayıttaydı. Kendisi de kurşunların hedefi olan Tekin
yaşananları saniye saniye kaydetti.
Tekin kamerası çalışır vaziyette, HDP Şırnak
Milletvekili Faysal Sarıyıldız ve Cizre Belediye
Eşbaşkanı Kadir Konur ile sivil halkın oluşturduğu
grubun yanındaydı. İki kişinin hayatını kaybettiği
saldırıda kendisi de yaralanan Tekin’in kamerasından
çıkan görüntülerde; saldırının hemen öncesinde
heyetin ellerindeki beyaz bayraklarla cenazeleri
taşıdığı görülüyor. Caddeden karşıya geçen heyetin
üzerine bu sırada cadde üzerinde bulunan zırhlı polis
aracından ateş açılıyor. Çok sayıda kişi yaralanarak
yere yığılıyor. Kurşunlardan biri de Tekin’e isabet
ediyor.
Günün sonunda yaralılardan Cizre Belediyesi
Meclis Üyesi Abdulhamit Poçal ve Selman Erdoğan
yaşamını yitirmişti.
Aylık Devrimci 8 Sosyalist Dergi
Haber takipi yapan İMC TV kameramanı Refik
Tekin’in de sol ayağından yaralandığı saldırı Anadolu
Ajansı tarafından, “Cizre’de yaralıları kaçıran 9
terörist yaralandı” şeklinde servis edilmişti.
Tekin: Yaralı halde sürükleyip tekmelediler
Cizre’de dün zırhlı araçtan açılan ateşte yaralanan
ve Anadolu Ajansı tarafından ‘terörist’ olarak
lanse edilen İMC TV kameramanı Refik Tekin,
ülkede artık herkesin terörist ilan edildiğini söyledi.
Tekin, yaralandıktan sonra polisler tarafından yerde
sürüklenerek tekmelendiklerini ifade etti.
‘Yaralıları almaya giderken tarandık’
Sevk edildiği Mardin Devlet Hastanesi’nde
tedavisi süren Tekin, saldırı sırasında yaşadıklarını
anlattı. Mahalleye yürüyen kitleyi takip ettiğini
belirten Tekin, “Ben kitlenin orta kısmında bir yerlerde
bulunuyordum. Çekimimi oradan alıyordum.
Cenazeleri alıp Nusaybin Yolu’na çıktıktan sonra
hiç uyarı yapılmadan kitle üzerine tank ve zırhlı
araçlardan ateş açılmaya başlandı. Herkes bir yerlere
kaçmaya çalıştı. Bende o sırada kaçmaya çalıştım.
Ancak daha sonra vurulduğumu hissettim ve yere
yığıldım. Sürünerek bir dükkanın içine girmeye
çalıştım. Orada birkaç yaralı daha vardı. Ama silah
seslerinden hala ateş açılmaya devam edildiğini
duyabiliyorduk” dedi.
‘Yaralı halde sürükleyip tekmelediler’
Yaralandıktan sonra yanlarına HDP Milletvekili
Faysal Sarıyıldız ve Belediye Eş Başkanı Kadir
Konur’un geldiğini aktaran Tekin yaşananları şöyle
anlattı: “Daha sonra ambulansı çağırdılar. Belediyeye
ait ambulans ve sağlık ekipleri geldi. Beni
ambulansa aldıkları sırada kendilerine basın mensubu
olduğumu belirtmeme rağmen polisler tarafından
dövülüyorduk. Orda bulunan tüm yaralıları sürükleyerek
ambulansa alıyorlardı. Sürüklerken de tekmeliyorlardı.
Sağlıkçıları bile tekmeliyorlardı. Hakaretler
ediyorlardı. Basın mensubuyum dedikten sonra
bir tarafa bıraktılar. Ama diğer yaralıları dövmeye
devam ediyorlardı. Bazıları orada yaşamını yitirmiş
olabilir. Bilmiyorum.”
‘Herkesi terörist ilan ediyorlar’
AA’nın haberine tepki gösteren Tekin, “Bu
ülkede her şeyi terörize etmek o kadar basit olmuş
ki akademisyenler ve yazarların sanatçıların hain
ilan edildikleri bir ülkede gazeteciler de görevlerini
yaparken terörize edilebiliyor. Biz basın kimliği
ile çalışan gazetecileriz. Bir terörist olarak itham
edilmem ve bunu kamuoyuna bilgilendiren basın
kurumlarından bunu duymak çok üzücü. Herkesi
terörist ilan ediyorlar artık” şeklinde konuştu.
Direnişteyiz-Diha

HDK ve HDP kongreleri gerçekleşti

 

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) 6. Genel

Kurulu sonuç bildirgesi yayınlandı. “Yaşamın ve Direnişin

Olduğu Her Yerde HDK” sloganıyla düzenlenen

ve 40 ilden 600’e yakın delegenin katılımıyla 23

Ocak’ta Ankara’da gerçekleştirilen genel kurul

toplantısında Kürt halkına yönelik saldırılar, sivil

ölümler, öz yönetim talepleri ve direnişlerinin yanı

sıra HDK’nin önümüzdeki süreçte örgütlenmesine

ilişkin tartışmalar gündemleştirildi.

HDK Genel Kurul sonrası yayınlanan sonuç

bildirgesinde, kongrenin önümüzdeki sürece ilişkin

aldığı kararların da yer alıyor. Bilgirgede, “Türkiye

ve Kürdistan’ın bütün demokrasi ve barış güçlerini,

anti faşist dinamiklerini, sendikaları, emek ve meslek

örgütlerini, yurttaş inisiyatiflerini, kadın ve gençlik

hareketlerini bir demokrasi cephesini birlikte ve

acilen inşa” çağrısı yapıldı.

Suriye halklarının özgür ortaklık girişimi olan

Demokratik Suriye Meclisi’nin (DSM) de selamlandığı

bildirgede, Türkiye’ye “Kürt ve Kürdistan

düşmanlığına dayalı Suriye siyasetine bütünüyle son

vererek, Rojava’nın kendi kaderini tayin hakkına

saygı gösterme; mezhep karşıtlığına dayandırdığı iç

savaşı körüklemekten vazgeçme” çağrısı yapıldı.

HDK Genel Kurulunun önümüzde açılan yeni

toplumsal mücadele döneminde kimlik siyaseti ile

sınıf siyasetini birleştiren bir politik hat oluşturmayı

önüne koyduğu açıklanan bildirgeyle, “kimlik mücadeleleriyle

eş zamanlı olarak emeğin farklı alanlarda

kapitalist sömürüye karşı süren mücadelelerinin birleştirilmesi

ve örgütlenmesi doğrultusunda harekete

geçmenin önemi” vurgulandı.

Halkların eşitlik, özgürlük, adalet mücadelelerinin

halk meclisleri üzerinde yükseltilmesini önüne

koyan HDP, sonuç bildirgesinde HDP, DTK ve DBP

ile eşgüdüm ve ortaklık içinde mücadele edileceği

deklare edildi.

 

HDP 2. Olağan Kongresi Ankara’da Gerçekleşti, Parti Meclisi Belirlendi

Halkların Demokratik Partisi (HDP) 2. Olağan

Kongresi Ankara’da gerçekleştirildi. ‘Eşit Yurttaşlık

Ortak Vatan’ şiarıyla Ankara’da gerçekleştirilen HDP

  1. Olağan Kongresi, Suruç ve Ankara katliamlarında

ölümsüzleşenlerin, Cizre, Sur ve Silopi’de katledilenler

anısına saygı duruşu ile başladı. HDP Eş Başkanları

Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş’ın

yeniden seçildiği kongrede Parti Meclisi üyeleri de

belirlendi.

AKP ve MHP’ye davet gönderilmeyen Kongrede

CHP’den Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan

konuk olarak yer aldı. Ayrıca kongreye, Saadet Partisi

Genel Başkan Yardımcısı Atik Ağdağ, DSP’den

Nursel Kızılırmak, Emek Partisi’nden de eski HDP

İstanbul Milletvekili Levent Tüzel katıldı.

Sabah, Star, Yeni Şafak, Akit, Akşam, Kanal 24

ve A Haber’in de aralarında bulunduğu iktidara yakın

taraflı yayın yapan medya organları ‘HDP’yi hedef

alan yanlı yayınlar yaptıkları’ gerekçesiyle HDP

kongresine alınmadı.

Yüksekdağ: “Artık bir şeylerin değişmesi gerekiyor”

Kongrede söz alan eş genel başkan Figen

Yüksekdağ, “Bizler, nefretin sözü karşısında bütün

Türkiye halklarının kucaklaşmasının sözünü söyleyeceğiz,

hareketini örgütleyeceğiz. Bugün Sur’da,

Cizre’de, Silopi’de bizim bu sözümü ve irademiz

vardır. İşte bu sözün hareketi vardır. Artık geldiğimiz

tarihsel kavşakta bir şeylerin değişmesi gerekiyor”

diye konuştu.

Demirtaş: “Asıl bölücü anlayış tekçi anlayıştır.”

HDP EŞ Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise

Aylık Devrimci 7 Sosyalist Dergi

AKP’ye seslenerek, “14 yıldır devleti ele geçirdiniz

vicdansızlar, hesap sormaktan vazgeçin hesap vermeye

gelin” dedi. “Türkiye’nin tek Türkiye partisi

biziz” diyen Demirtaş, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Israrla ‘siz bölücüsünüz’ diyenlerin tuzağına düşmeden

ülkede yeni bir birlik kurmaya çalıştığımızı

anlatmak zorundayız. Birliği iki şekilde sağlayabilirsiniz.

Birinci yol tekliği dayatarak, toplumu tekleştirerek

birliği sağlayabilirsiniz. Nazi Almanyası da

denedi faturası ağır oldu. Ya toplumu tek bir kimlik

ve inanç etrafında buluşmaya zorlarsınız, oradan

faşizm çıkar ama toplum korkuyla bir arada tutulur.

Türkiye’de bu yapılıyor. Ya bizim savunduğumuz

gibi herkesin korkamadan, bir arada yaşayabileceği

eşitlik temelinde ortak vatanı, ortak cennete dönüştürebilmiş

çoğulcu bir demokrasi anlayışı ile birliği

kurabilirsiniz. Biz bunu savunduğumuz için ‘bölücü’

oluyoruz. Asıl bölücü anlayış tekçi anlayıştır. Kürt

partisi diyorlar, Kürt partisi var olmalı da bunun bir

zararı yok. Biz sadece Kürtlerin değil, Ermeniler,

Türklerin, Çerkeslerin de Arapların da partisiyiz. Biz

bir din partisi de değiliz ama bütün inançların ve dinlerin

de partisiyiz. Gerçek Türkiye fotoğrafı budur.

Buna aykırı siyaset toplumun doğasına Türkiye’nin

gerçeğine aykırı siyaset yapmaktır. Biz HDP olarak

bundan vazgeçmeyeceğiz.”

Demirtaş’ın konuşmasını Ahmet Arif’in Anadolu

şiiri ile bitirmesi dikkat çekti.

Parti Meclisi seçildi

HDP 2. Olağan Büyük Kongresi’nde parti organlarının

yeniden seçilmesi tamamlandı. Eşbaşkanlığa

yeniden Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ

seçilirken, parti organlarında değişikliğe gidildi.

Sultanahmet katliamının gerçek failleri hesap vermekten kurtulamayacak!

“Anayasa suçu işleyen” “fiili başkan”, “yürütmeninbaşı” başbakandan önce kısa bir açıklama

ile canlı bombanın Suriyeli olduğunu söyleyerek saldırıyı kınamış ve esas konusu olan; bir gün

önce devletin savaş suçlarına ortak olmayacağını deklare eden akademisyenlere saldırıya geçmiştir.

 

Saray’da gerçekleştirilen büyükelçiler konferansında, bu ülkenin yüz akı akademisyenleri hedefe

koymak için hazırlanmış konuşmaya, kısacık bir ilave olacak boyutta bir katliamdır bugün Sultanahmet’te yaşanan.

 

Çocukların öldürülmesine, ülkenin kan gölüne çevrilmesine hayır diyerek, barış isteyen binin üzerinde, “devletin ekmeğini yiyen” akademisyenin “terörü” varken, Sultanahmet’te patlayan canlı bomba ve hayatını kaybeden on insanın ne önemi olabilir ki?

 

Ankara’da barış isteyen 101 insanı, Suruç’ta Kobanê halkı ile dayanışmaya giden otuz üç genç

devrimciyi katledenlerin, Diyarbakır’daki HDP mitinginde yüzlerce insanı katletmeyi hedefleyen

bombaları patlatanların, Kürt illerinde her gün kadın, çocuk, genç, yaşlı halkı katledenlerin, on

insanın hayatını kaybetmesiyle “derinden sarsılacaklarını” düşünmek için bir neden yoktur.

 

Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş, bir güvenlik zafiyeti olmadığını açıklamıştır. Bu açıklamayı bir itiraf olarak alıyoruz. Öyle ya, güvenlik zafiyeti yoksa bizzat bilgileri dahilinde gerçekleştirilmiş bir katliamdır.

 

Başta kendi yurttaşlarını kaybeden Almanya olmak üzere, ABD’sinden, NATO’suna açıklama yapan emperyalist güçler, “terörü kınayıp”, T.C’nin arkasında olduklarını söyleyerek bölgemizin yıllardır kan gölüne çevrilmesindeki suç ortaklıklarını itiraf etmişlerdir.

 

Başta Alman, ABD, İngiltere, Fransa basını olmak üzere, tüm dünya basınında, T.C-IŞİD ilişkileri tüm detayları ile işlenmiş olmasına ragmen yapılan bu açıklamaların başka hiçbir izahı yoktur.

 

Erdoğan’ın yaptığı kısa açıklamada, canlı bombanın Suriyeli olduğu açıklaması, suçu Esad’a

atmanın zeminini hazırlama girişimi iken, canlı bombanın Suudi Arabistanlı olduğu açığa çıkınca, Suudi Arabistan suçlanamayacağı için, “kokteyl” örgüt de denemeyeceği için, mecburen IŞİD olduğu duyurulmuştur.

 

Yaşanan tüm katliamların nedeni, içeride ve dışarıda sürdürülen savaş politikalarıdır. Bölgemiz, emperyalist güçlerin paylaşım savaşında kan gölüne çevrilmiş durumdadır. Emperyalistlerin bölgedeki taşeronu, tetikçisi Suudi Arabistan, Katar, Türkiye gibi bölge devletleri ve onların besleyip, büyüttüğü katliam çeteleri eli ile sınır tanımaz bir vahşetle yürütülen bir savaştır yaşadıklarımız.

 

Türkiye Cumhuriyeti devleti, boğazına kadar bu savaş batağına batmış, bölgemizde ve bu topraklarda yaşanan tüm katliamların sorumlusudur, savaş suçlusudur.

 

Bu katliamların hesabını soracak olan da, bölgemizde yürüyen paylaşım savaşını sonlandıracak olan da, bu savaşın mağduru ezilen halkların mücadelesidir.

 

Halkların ortak mücadelesini büyütmek, savaş politikalarına karşı direnmek dışında başka bir yol yoktur.

 

Ya kendimiz, çocuklarımızın geleceği için mücadele edeceğiz; ya da onların savaşında onlar için öleceğiz.

İşçi-emekçileri, halkları, halkların ortak mücadelesi için örgütlenmeye çağırıyoruz.

 

KALDIRAÇ

12 Ocak 2015

Bu abluka dağıtılacak

Sur’un ablukaya alınması ne demektir, Cizre’nin ablukaya alınması ne demektir?

Savaşın gerçek boyutunu ortaya koyabilmek için, devletin hangi güçlerle savaştığını bilmek gerekir. Sadece tanklar, sadece keskin nişancılar, sadece on binlerce asker, polis “karma bir şey” demek değildir. Sadece öldürülen çocuklar, Kürt halkına dayatılan katliam demek değildir.

İşin elbette bir de Ortadoğu ayağı var, bunu da herkes biliyor ve görüyor.

Ama işin bir de, basın ayağı var. Kara propaganda konusunda Goebbels’i aratır vaziyete gelen TC basını var. Sadece havuz medyası değil, tüm burjuva medya, bir ağızdan kanla manşetler atmaktadır. Basın, tüm halkın, tüm kitlelerin kafasını karıştırmak, onları nefes alamaz hâle getirmek için, her yola başvurmaktadır. Dün müzakere masasını büyük bir hevesle savunanlar, bugün aynı hevesle savaşı savunmaktadırlar. Dün PKK ile görüşenler, bugün barış diyenleri evlerinden toplamaktadırlar. Dün analar ölmesin edebiyatı yapanlar, bugün aynı tonda çocuk ölümlerini kutsuyor, cenazelere yapılan işkenceleri alkışlıyorlar. Öyle bir ideolojik bombardımandır ki bu, soru sormayı, düşünmeyi önlemek istiyorlar. Büyük bir karanlık yaratmak istiyorlar. Halkları esir alabilmek için, büyük bir saldırı organize ediyorlar. Basın bunun parçasıdır.

Mafya liderlerini sahaya sürüyorlar. Yeni özel savaş örgütleri oluşturuyorlar. IŞİD artıklarını devreye sokuyorlar. Ülkenin her alanını kan gölüne döndürmek istiyorlar ve “kandan banyo” yapmak dillerinden düşmüyor.

Çeteleri devreye sokuyorlar.

Düşünmeyi, barışı hayal etmeyi, özgürlük istemeyi, hak aramayı, insan olmayı yasaklamak istiyorlar.

Görünüşe göre savaş tanrıları çıldırmış ve kendilerine tanınmış kısa süre içinde her şeyi yakıp yıkmayı istiyorlar. Tam bir biat istiyorlar.

İşte abluka budur.

Batı’da yaşayan insanların, bu savaş konusunda duyarsız, sağır, kör olmalarını sağlamak istiyorlar. Beyaz Show’da Ayşe Çelik isimli öğretmen bu ablukaya bir delik açınca kıyametler kopuyor, medya patronları azarlanıyor, özürler devreye sokuluyor.

Akademisyenler barış isteyince cadı avı başlatılıyor.

İşte abluka budur.

Sur’da abluka olduğu kadar direniş vardır.

Cizre’de onbinlerce asker olduğu kadar direniş vardır.

Ve son bir yılda savaşı tırmandıranların gerçekleştirdiği vahşilikler bu direnişi kıramamıştır.

Şimdi direniş yayılacaktır.

Şimdi direniş hayatın her alanında mayalanmaktadır.

Ayşe Çelik’in sözlerinden bu nedenle korkuyorlar.

Akademisyenlerin 1128 imzalı bildirisi bu nedenle onları korkutuyor. Akademisyenlere, “imzanızı geri çekin” diyorlar. Yakında akademisyenlere “pişmanlıktan yararlanma” yasası yaparlarsa şaşmayız.

Akademisyenlerin imzası 2000’i geçti. Ardından, gazeteciler, hukukçular, fotoğrafçılar, kitle örgütleri, öğrenciler, edebiyatçılar, sinemacılar, tiyatrocular devreye girdi, girecek.

İşte bundan korkuyorlar.

Bir katliamı seyretmek, insanı kirletir, seyredeni öldürür, insanlığını alır. Bir katliam karşısında sessiz kalmak insan olmaktan çıkmaktır.

İşte bu insanî tepki bu nedenledir.

Bu abluka elbette dağıtılacaktır.

Kararlıca direnişi büyütmek gereklidir. Evet, bir anda çok büyük eylemler örgütlemek mümkün olmayabilir. Ama kararlı bir biçimde, direnişe destek olmak, yüksek bir moral ve bilinçle örgütlenmek, direnişi her alanda geliştirmek gereklidir. Bu mümkündür.

Devlet, tüm çıplak gerçekliği ile kendi karakterini son yıllarda ortaya koymaktadır. Evet büyük bir savaş yürütüyorlar, büyük bir kıyım yürütüyorlar. Ama aynı zamanda kendi karakterlerini dolaysız bir biçimde açığa vuruyorlar.

Medyanın tüm karanlık tutumuna rağmen, gerçek, kendini bir biçimde gün ışığına çıkartıyor. Mesele örgütlenmektedir. İşçi ve emekçilerin daha sağlam, daha sıkı, daha ileri bir bilinç ile örgütlenmesi gereklidir. Öğrencilerin, kamu çalışanlarının, hukukçuların, sağlık çalışanlarının, kısacası herkesin ilk işi daha sağlam örgütlenme olmalıdır.

Direniş iradesini büyütmek, direniş iradesi örgütlemek mümkündür.

Bombalamalar, katliamlar, elbette kitlesel eylemleri bir nebze olsun geriye çekmiştir. Ama bu baskı artık tutmayacaktır. Bir yere tıkarlarsa, diğer taraftan tepki yükselmektedir.

Toplum, kitleler, halklar, işçi ve emekçiler bunca yıllın baskı ve sindirme politikalarına karşı direnmeyi öğrenmektedir.

Bu bir öğrenme ve örgütlenme sürecidir de.

Ne Gezi ruhu ezilecektir, ne Kürt devrimi ezilecektir.

Zalim sahne almış, tüm toplumsal yaşamı yok etmeye, katliamlarla halkları susturmaya çalışıyorlar. Ama bu sahnenin bir sonu olacağı da gün kadar açıktır. o

SURİYE’NİN GÜÇ SAVAŞINDA CENEVRE-3 ETKİLİ OLABİLİR Mİ?

İç toplumsal dinamiklere dayanmayan her arayış başından itibaren başarısız kalmakta ve beklenilen sonucu vermemektedir. Cenevre-1 ve 2’nin başarısızlığı bunun çok somut bir örneğidir. İki gündür dolaylı görüşmeleri başlanan Cenevre-3 olarak tanımlanan toplumsal/politik istikrar arayışı görüşmelerinde, Suriye’nin toplumsal dinamikler muhatap alınmazsa hiçbir sonuç vermeyeceği daha ilk gününde görülmeye başlandı.

Suriye’nin en önemli toplumsal dinamiklerini oluşturan PYD’nin ağırlıkta olduğu ‘Suriye Demokratik Meclisi’ olmaksızın Suriye’de politik bir istikrarın sağlanamayacağı hem ABD hem de Rusya tarafından kabul ediliyor. PYD, Suriye içerisinde sosyal dinamikleri olan politik-toplumsal bir hareket olup, gücünü Suriye halklarından alıyor. PYD sadece Kürtleri temsil eden bir sosyo/politik hareket olmayıp aynı zamanda Arapları, Türkmenleri, Süryanileri, Alevileri, Ermenileri, Çeçenleri vb halkları da temsil ediyor. Bu bakımdan PYD’nin içerisinde yer almadığı hiçbir barış görüşmesi başarılı olmaz. PYD’nin askeri kolu olan YPG ve YPJ, aynı zamanda askeri güç olarak da dengeleri belirleyen ve değiştiren bir konumda bulunuyor. YPG-YPJ olmadan, IŞİD, El Nusra gibi Radikal İslamcı Hareketlere karşı başarılı ve kalıcı bir askeri sonuç elde edilmeyeceği bütün verileriyle ortaya çıktı. Bugün ABD ve Rusya, söz konusu radikal İslamcı örgütlerle mücadele sonuç alıcı bir başarı elde edemeyeceklerini bildikleri için YPG-YPJ ile askeri işbirliği yapıyorlar. Bu bakımdan Suriye’de iki stratejik güçten bahsedebiliriz.

Cenevre görüşmelerini birkaç noktada özetlemek mümkün:

Birincisi, Suriye’nin geleceğini belirleyen uluslararası ve bölgesel güçlerin odaklandığı Cenevre-3 görüşmelerinin esası, kimin bölgede etkin bir güç olacağıdır. Bir yandan bölgenin aktif iki dinamik unsuru haline gelen Rusya ve İran, diğer yandan daha pasif durumda kalan ABD ve S. Arabistan. Politik etki gücü kırılmış ama kendisine rol biçmeye çalışan Türkiye bulunuyor. Bugünkü politik ve diplomatik süreç esasen Rusya ve İran merkezli politikalar üzerinde yürüyor.Rusya yapmış olduğu askeri müdahaleyle dengeleri önemli oranda değiştirdi ve Ak Deniz havzası başta olmak üzere Ortadoğu’da etkinliğini önemli oranda arttırdı. İran’ın küresel sisteme dahil edilmesi için önü bütünüyle açıldı ve son iki haftadır, uluslararası güçler İran’a yatırım yapmak için sıraya girmiş bulunuyorlar. Buna paralel olarak İran’ın bölgede etkin olması için gerekli destek sunulacak.

Esad rejiminin son iki aydır elde ettiği başarılar, Suriye’nin geleceğini belirlemede önemli bir etki yarattı. Radikal İslamcı Hareketlerin önemli bir darbe alarak alan kontrolünü kaybetmeleri, Esad ordusunun hâkimiyet alanını genişletiyor. Bu durum Rusya ve İran’ın etkinlik alanını genişletirken, ABD ve S. Arabistan’ın inisiyatifini önemli oranda kırdı denebilir. Bu bakımdan Cenevre-3 görüşmelerinde Esad’ın kalıcı olacağı ve Suudi destekli muhalif güçlerin ABD’nin baskısıyla Esad’ın kalıcılığını kabul etmekten başka bir şansları olmadığı görüldü. Cenevre-3 görüşmeleri bütünüyle başarısız olsa dahi, Suriye’de muhaliflerin politik inisiyatifleri çok önemli oranda kırılmış bulunuyor. Bu bakımdan Radikal İslamcı Hareketleri aktif olarak destekleyen S. Arabistan, Türkiye gibi devletler, Cenevre-3’ün başarısız kalmasını, politik kaosun devam etmesini tercih ettikleri görülüyor.

İkincisi, Suriye’de iki stratejik güç bulunuyor. Rusya’nın çok aktif olarak desteklediği Esad rejimi ile kendi toplumsal dinamikleri üzerinde yükselen PYD’dir. Suriye’nin geleceğini belirlemede söz sahibi olacak iki temel güç olarak Cenevre’den rejim adına Şam temsilcileri bulunacaklardır. Karşı taraftan gerçekten, Suriye içerisinde demokratik güçleri temsil eden ve rejime muhalif olan PYD ve onun da içerisinde yer aldığı güçler de bulunmalıdır. Bu bir bakıma zorunluluktur. Masaya davet edilen ve esasen dış dinamiklerden beslenen ve hiçbir toplumsal dayanağı bulunmayan İslamcı örgütlerin masada bulunması, Suriye’deki çözüm sürecine ciddi bir katsını olmayacaktır. Bu bakımdan Cenevre’den kalıcı bir sonucun alınmasının tek yolu PYD’nin masada bulunmasıdır. PYD iradesinin yansımadığı bir anlaşmanın başarılı olma şansı da oldukça düşüktür. Bu da Suriye’deki askeri ve politik krizin çok daha derinleşmesi ve çözümsüzlüğün devam etmesi, kaosun devam etmesi anlamına gelir. Cenevre-3 toplantısının sonuçları, Cenevre 1 ve 2 gibi olacaktır. IŞİD ile mücadelede aktif bir rol üstlenen ve büyük bir bedel ödeyen PYD’nin katılmaması nedeniyle ortaya çıkacak olan başarısızlık kaygısı özellikle ABD’yi ciddi oranda tedirgin ediyor.

Üçüncüsü, ABD ve Rusya’nın PYD’yi ‘terörist’ görmemelerine hatta ittifak gücü olarak değerlendirmelerine rağmen, PYD’nin davet edilmemesi bir çelişkidir, hem de çok açık ve herkesin dikkat çektiği bir çelişkidir. Rekabet, çatışma ve ittifak ilişkilerinin olduğu hemen her yerde böylesi durumlar sıklıkla görülür. Küresel güçler PYD’nin konumunu ve etki alanını çok iyi bilmektedirler. PYD’yi esasen stratejik bir güç olarak görmeyecekleri açık. PYD’nin kurmak istediği toplumsal düzen ABD’nin bölgesel çıkarlarına bütünüyle terstir. Ancak bazen tarihsel koşullar farklı güçleri zorunlu olarak bir araya getirebilir. ABD ve Rusya’nın PYD’de zorunlu olarak ihtiyaçları var. Rusya çok açık olarak PYD’nin temsil edilmesi gerektiğini belirtiyor. ABD ise bu görüşünü dolaylı olarak ama herkesin anlayacağı bir dilde ifade ediyor. Bu iki güç PYD olmaksızın ne toplumsal uzlaşı, ne politik çözüm ne de askeri başarı elde edebilir. Bu bakımdan PYD’nin masada olmaması birincisi çözümün dışına itildiği anlamına gelmemelidir. İkincisi izlediğim kadarıyla PYD’nin temsiliyeti konusunda arayışlar halen devam ediyor. Cenevre-3 görüşmeleri birkaç oturumluk bir süreç olmayıp birkaç ayı kapsayacak bir dönemi kapsayacaktır. Moskova’nın ‘YPD şimdilik yer almazsa dahi Cenevre’de PYD’nin masası hazırdır’ açıklaması, ABD Dış İşleri Bakanlığı sözcüsünün ise ‘PYD’nin şimdilik davet edilmedi’ değerlendirmesi, aslında PYD merkezli krizin devam ettiğini gösteriyor. ABD ve Rusya gibi iki küresel güç, Suriye’de PYD olmadan bir çözüm sürecinin başarılı olmayacağını çok iyi görüyorlar. Ancak karmaşık denklem içerisinde özellikle ABD’nin Arap dünyası ile olan ilişkileri, Türkiye ile olan bağları dikkate alındığında bir tercih yapmak zorunda kaldığı görülüyor. Ancak böylesi bir tercih, önümüzdeki birkaç hafta içerisinde PYD’nin bütünüyle dışlanması olarak devam ederse, bundan kaybedecek olan ABD olacağı, bunun savaş sahasında kendisini çok daha belirgin olarak hissettireceği de biliniyor. PYD’nin ‘Cenevre kararlarını tanımayacağız’ tarzındaki açıklaması en çok ABD yankı buldu. Bu bakımdan PYD’nin katılmaması kesinleşmiş bir konu olarak ele almamak gerekir. Bu bakımdan küresel güçler, Suriye’nin toplumsal dinamiklerinin bulunmaması nedeniyle Cenevre’de uygulamak istedikleri stratejinin çökeceğini en çok kendileri görüyor. Böylelikle PYD merkezli muhalefet sahada kazanan olarak Cenevre’de kaybetmeyecektir. Gerçek olan Suriye’deki mücadelenin nasıl ilerlediği ve ilerleyeceğidir.

Bu bakımdan PYD’nin önümüzdeki süreçte görüşmelere dahil olma olasılığı giderek artıyor. Örneğin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner “Fakat bizim anladığımız kadarıyla PYD bu hafta yapılacak toplantıda olmayacak.” Dikkat ederseniz ‘bu hafta yapılacak’ görüşmelerde bulunmayacak denildi. Ayrıca Moskova’nın ‘PYD’nin katılmadığı bir görüşmenin sonuçsuz kalacağını’ açıklaması önümüzdeki süreçte PYD’ye ilişki yeni bir formülün bulunma arayışlarının devam edeceğini gösteriyor.

PYD davet edilmeden Cenevre görüşmelerine katılmayacağını açıklayan Suriye Demokratik Konseyi Eş Başkanı Menna; “Listemizi tamamladık. Görüşmelerde olması gereken 15 isim ve 15 alternatif üyeden oluşan, demokratik ve seküler Suriye listesi’ olarak tanımlayabileceğimiz bu liste konusunda (BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan) De Mistura’dan, Amerikalılardan ve Ruslardan yanıt bekliyoruz.” Bu değerlendirme önümüzdeki bir kaç gün içinde bir kısım alternatif çözümlerin gündeme geleceğini gösteriyor. Sanırım tıkanma daha çok «PYD’nin Salih Müslüm olarak temsil edilmesi’ üzerinedir. Benim edindiğim bilgilere göre, ‘PYD’nin Suriye Demokratik Konseyi içerisinde davet edilmesi ve başka bir kaç ismin katılması » konusunda bir kısım önerilerin gündeme gelmiş olmasıdır. Menna’nın 15 kişilik bir liste verdiklerini ve yanıt beklediklerini açıklamış olması, aslında tıkanmanın aşılmasına yönelik bir çaba olarak görünüyor. Bu bakımdan gerek toplantının başlamasının ilk gününde gerekse ileriki toplantılarda PYD’nin katılması konusunda bir kısım arayışların devam edeceğini ve PYD’nin bir biçimiyle temsil edilmesine yönelik bir formülün bulabileceğini düşünüyorum. Böylesi bir çözüm bulunmadığı sürece özellikle ABD’nin bölgede çok daha ciddi bir darbe alacağı, askeri başarılarında çok önemli bir rol üstlenen PYD’yi kaybedebileceğini hesaplıyordur ya da hesaplaması gerekir. Ancak, bu süreçten sonra PYD katılır mı? Tabi ki bu da bir soru işaretidir.

Dördüncüsü, Bölgesel politik krizden ısrar eden Türkiye, PYD’nin Cenevre’ye katılmaması için elinden geleni yapan Türkiye’nin diplomatik bir zafer elde ettiği iddiası da gerçekçi değildir. Türkiye, PYD’nin Cenevre görüşmelerine katılmaması için belki de cumhuriyet tarihinin en kapsamlı diplomatik faaliyetini yürüttü. Bunu yaparken esasen diplomatik prensiplerin dışına çıkarak bütün gücünü, olanaklarını hatta şantaj yaparak kullandı. PYD’nin Cenevre’ye davet edilmesi halinde İncirlik Üssünün kullanımını yeniden gündeme getirmekten, göçlerin yeniden Avrupa’ya dayanabileceğine kadar birçok koşulu doğrudan ve dolaylı olarak ABD ve AB’nin önüne koydu. Bu bakımdan PYD karşısında bu düzeyde şantaja dayanan bir politika yürütmüş olması, hiçbir şekilde başarı olarak görülemez. Tersine önümüzdeki süreçte, Türkiye’nin karşısına çok daha ciddi olarak çıkacak yeni bir sürecin başlamasıdır. PYD, Suriye’nin çözüm sürecinin aktif bir gücü olarak her şekilde masada olacaktır. Bu gerçeğin değiştirilmesi artık pek mümkün olmadığı, Suriye denklemini belirlemede PYD’nin mutlak bir rol üstleneceğini Esad rejimi dahi kabul ettiğine göre, Türkiye’nin bu çabasının pek ciddi bir sonuç almayacağı açıktır. Kısacası Türkiye’nin bir diplomatik zaferi söz konusu değil, bunu önümüzdeki birkaç ay içinde çok daha net olarak göreceğiz.

 Peki, buna rağmen neden böyle bir telaş içine düştü denebilir. PYD’nin Cenevre görüşmelerinin daha ilk gününde masaya oturmuş olması, Rojava’nın bugünkü mevcut statüsünün ‘uluslararası güçler tarafından kabul edilmesi’ anlamına gelmesidir. Bir bakıma Suriye’nin geleceği belirlenirken ‘Özerk Rojava’ gerçeğinin tescil edilmesidir. Türkiye’nin politik kaygısı veya korkusu, Rojava’nın Özerk bir bölge olarak uluslararası ilişkilerde kabul edilmesidir. Rojava’nın mevcut statüsünün resmileşmesi, devletin Kürt politikasını bütünüyle etkilenecektir. Böylelikle kendisine komşu olan ikinci bir Kürdistan Özerk bölgesinin çıkmış olması, yok saydığı Kürt sorunun çok daha fazla uluslararası bir boyut kazanacağını ve bu gerçekten kaçamayacağını biliyor. Bu bakımdan Rojava gerçeğinin yok sayılması, uluslararası alanda kabul görmemesi için onun toplumsal-politik temsilcisi olan PYD’nin muhatap alınmaması için bütün gücünü ortaya koymaktadır.

Bugün Cizre ve Sur’da devam eden savaş ile Rojava’nın politik statüsü arasında çok ciddi bir organik bağ bulunuyor. PYD’nin uluslararası ilişkilerde elde edeceği pozisyon, Suriye’nin yeniden yapılandırmasında üstleneceği rol, Türkiye’nin tasfiye politikalarını bütünüyle alt üst edecektir. Bu bakımdan hem PYD’nin uluslararası alandaki temsiliyetini engellemeye çalışmakta hem de Sur ve Cizre’de Kobanı ve Halep’te yürütülen benzeri bir savaşı sürdürmektedir. Bütün bunlara rağmen izlediği politika çok yönlü çökecektir. Birincisi PYD, başta dünyanın iki stratejik gücü ABD ve Rusya tarafından ittifak gücü olarak görülmektedir. PYD’nin Cenevre’de bir biçimiyle bulunması önemli ama hayati bir durum değildir. Bu iki güç PYD’yi müttefik olarak görmesinin nedeni, sahadaki etki gücüdür. Bu bakımdan PYD’nin politik pozisyonu Türkiye’nin bütün çabalarına rağmen güçlenerek artıyor. İkincisi Halep’e benzer bir şekilde Sur ve Cizre’de bir yıkım içine girmesi, Türkiye’nin politik olarak tıkandığının çok açık bir yansımasıdır. Bu tarz savaş politikası hiçbir şekilde uluslararası ilişkilerde destek bulmayacaktır ve bulmamaktadır. Tersine Türkiye’nin müzakerelere dönmesi ve demokratik çözümü esas alan bir politikaya yönelmesine yönelik uluslararası çağrılar artmaya başladı. Bu bakımdan Suriye’de Radikal İslamcı Hareketlerin önümüzdeki birkaç ay için çok önemli oranda kaybederek zayıflayacakları, Esad ve PYD merkezli iki gücün kalacağı görülüyor. Bu gelişmeye paralel olarak Türkiye’nin de önümüzdeki birkaç ay içerisinde yürüttüğü savaş politikaları terk etmek zorunda kalacak ve zorunlu ve kaçınılmaz olarak çözüme yönelik adımlar atacaktır. Atmazsa ne olur: Ortadoğu’da olduğu gibi içte de kaybedecek bir Türkiye olacaktır. Bu bakımdan ne askeri ve politik ne de ekonomik olarak uzun süreli bir savaşı sürdürme koşulları söz konusu değildir.

Beşincisi, Bahar süreci herkes bakımından önemli mesajları içeriyor. Yukarıdaki soruda belirttiğim gibi Suriye’de aktif saldırıya geçen Esad ordusu, radikal İslamcı güçlerin denetim altına aldığı birçok bölgeyi tekrar kontrol altına almaya başladı. Mart-Nisan ayları Esad askeri güçlerinin Rojava bölgesi dışında kalan bütün bölgeleri çok önemli oranda kontrol altına alacağına dair çok önemli veriler ortaya çıkmış bulunuyor. Rojava bölgesinde ise PYD’nin politik ve askeri hâkimiyeti daha çok pekişecektir. Özellikle Rojava’da kantonların birleştirilmesi süreci önemli oranda tamamlanmış olacaktır. Türkiye’yi belki de en çok tedirgin eden ve ısrarla karşı çıktığı Kantonların birleşmesi tamamlanmış olacaktır. Özellikle IŞİD denetiminde olan Cerablus’un kimin kontrol edeceği oldukça önemlidir. Hem ABD, hem de Rusya çok açık olarak bu bölgenin YPG-YPJ tarafından denetim altına alınması konusunda hem fikirdirler. Bu bakımdan önümüzdeki birkaç ay içerisinde Cerablus’un PYD askeri güçleri tarafından kontrol edilmesi ile hem Kantonlar arasındaki fiziki/coğrafik bağ kurulmuş olacak ve Rojava’nın politik pozisyonu çok daha netleşmiş olacaktır, hem de Türkiye’nin kırmızı çizgileri aşılmış olacaktır. Bu çizginin aşılmasında ABD ve Rusya önemli rol üstlenmiş olacaklardır.

 Rojava kantonları arasında kurulacak olan bağın bir başka    ifadesi de Türkiye’nin ikinci bir Kürdistan ile sınır komşusu olmasıdır. Bunun politik yansımaları çok daha büyük ve etkili olacaktır. Türkiye’nin kendi içerisinde yok saydığı Kürt meselesi bütünüyle uluslararası ilişkilerin bir parçası haline gelecek ve çözüm de zorunlu olarak Suriye’de olduğu gibi uluslararası bir düzeyde ele alınacaktır. Bugün ABD ve AB başta olmak üzere küresel güçlerin AKP hükümetine ‘müzakere’ çağrısı yapması bir tesadüf olmayıp önümüzdeki birkaç yılda neler olabileceğine dair bir veri sunmaktadır.

Bu bakımdan Suriye ve Irak’taki her gelişme Türkiye’deki yansımaları beklenilenden daha sarsıcı olacaktır. Türkiye, mevcut gelişmelere gözünü kapamadan, artık gerçekçi olup objektif ve çözümleyici politikalara dönmek zorundadır. Dönmek istemese, başkaları bu çözüm sürecini Türkiye’nin önüne koyacaklardır. Yani doğrudan Türkiye’yi muhatap alan yeni bir ‘Cenevre toplantısının’ gündeme gelmesi sürpriz olmayacaktır.

Önümüzdeki Bahar birçok alanda büyük ve sarsıcı sonuçlar doğuracaktır. Politik dengelerin değişeceği, yeni stratejilerin devreye gireceği, güç merkezlerde önemli bir kaymanın olacağı sürece gidiyoruz. Doğru bir politik hatta ilerleyen kazanır.

 

 

Şah Mahkemesinde İki Devrimci Sanatçı: Keramat Daneshian ve Khosrow Golesorkhi [1]

1974 yılı. İki devrimci; Şair Khosrow ve Yönetmen Keramat,karanlık günlerde, halk düşmanı şah rejimine karşı açılan isyan bayrağının yere düşmesine izin vermedi.
O zamanlarda, şah içerde ve dışarda destekçi kazanmak için, hiçbir rejimin harcamadığı kadar para harcamıştı. Ağır sansür altındaki gazeteler şaha övgülerle doluydu. Bütün posterleri ve portreleri, Beyaz Devrimin(Şah reformları) masraflı sütunlarına rağmen halk; “Duymuyorum!” diyordu. Çocuklarına yapılan işkenceyi, onların tutuklanıp öldürülmesini fısıldaşıyordu.

Devrimci Öğretmen
Daneshian 1946’da Shiraz’da doğdu. Mahkemede: “İlk mahkemede faşist yapınızdan dolayı savunmamızı dinlemediniz. Oysa benim savunmam yoksulların ve ezilenlerin hakları ve yeminli insanlık düşmanları tarafından karşı devrimci saldırılar ile karşılaşan halkın savunusundan daha önemli değildir. Eğer devrimci güçlerden ve halkın ayaklanmasından korkmuyor; İran’da egemen sınıfların ebedi olduğuna inanıyorsanız, tarih size gerçeği gösterecek.”
Keramat Daneshian SAVAK(İran gizli polisi) tarafından ilk olarak 1970’te yakalandı ve bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapiste işçiler arasında çalışmaya karar verdi. Şah diktatörlüğüne karşı mücadele ederken yapılması gereken ne kadar çok tartışma vardı… Bu eğilim İran’a özgü değildi.
Bir keresinde hapishane yöneticisinin, “Ne yapabilirsiniz ki?” sorusunu, halkın öfkesini uyandırmak dışında hiçbir şey, diye yanıtlamıştı. “Hemen zafer beklemiyoruz. Kendimiz için bir şey istemiyoruz, belki 50, 70 hatta 100 yıl sonra… Ama kim bilir belki daha erken… Diktatörler öleceklerine hiç inanmıyorlar.”
Tebriz’e taşınınca Azeri kültürünü tanıdı. Samed Behrengi’yle tanıştıktan sonra, takipçisi oldu. Azeri bölgelerinde sosyalist ideolojiyi yaymak istiyordu. Behrengi’nin bazı takipçilerinin orda zaten öğretmenlik yaptığını duyunca, güneye geçti. İlk kez orda tutuklandı.

İran’ın Guevara’sı
Khosrow Golesorkhi Rasht’ta 1944’te doğdu. Bir devrimci çalışma grubunun parçası olarak, ’73 nisanında yakalandı. Mahkemeye çıkarılıp, en fazla 3 yıl ceza alacağı düşünülüyordu. Ama bir önceki rejimin kanunlarından biriyle, ölüm cezasıyla yargılanmasına karar verildi.
30’unda hakimin karşısına çıktığında, askeri hakimin yüzüne bakıp: “Halkın şanlı adına! Meşruluğunu hiçbir zaman tanımadığım bir mahkeme karşısında kendimi savunacağım. Bir Marksist olarak halktan ve tarihten yanayım. Bana ne kadar saldırırsanız saldırın, bunu onur sayarım. Size ne kadar uzaksam, halka o kadar yakınımdır. İnançlarımı ne kadar kötülerseniz, inançlarım, halkın sempatisini ve desteğini daha çok kazanır. Eğer beni yakarsanız bile ve kesinlikle yapacaksınız, insanlar cesedimden bayraklar ve şarkılar yapacak”der.
Hüseyin ve Ali’den devrimciliğini öğrendiğini; İslam’dan yola çıkarak Sosyalizme ve Marksizm-Leninizm’e ulaştığını ve islam hukukuna saygı duyduğunu söyler. İslamın sosyalizme giden özü barındırdığını, egemen sınıfın bunu çarpıttığını söyler.
Hooman Maid’in 1974’te İran’ın Che Guevara figürü olarak tarif ettiği, Golesorkhi Birlik Marşı şiirinde: “Her kalp atışı, şarkımız/Kan kızılı, sancağımız/Yüreklerimiz, bayrağımız /Ve şarkılarımız olmalıdır.”  Yazar.

‘Kamplaşma; Dönemin Karakteri
Sanat ve edebiyat net olarak ikiye bölünmüştü. Yaratıcı sanat ve edebiyatla yozlaştırıcı olan. İlk kampta yer alanlar, halkın acılarını, umutlarını ve ideallerini anlatanlar, ağır şartlar altındaydı. Sansür ve baskılar ciddi boyutlardayken, üretimin büyük bir kısmı, hapishane çıkışlıydı. Diğerleri feodal yönetimin propaganda aygıtı olarak görev alıyor, petrolün, yeşil dolarların ve çeşitli devlet örgütünün koruması altında hareket ediyor ve bunlar tarafından semiriliyordu.
Siyasi cinayetler yaşanıyor; şair Furuq Farrokhzad’ın devlet organizasyonu araba kazası, olimpik altın madalyalı güreşçi ve halk kahramanı, Takhti’nin şüpheli ve trajik ölümü, Küçük Kara Balık kitabının da yazarı Samed Behrengi’nin Aras nehrinde boğdurulması, Ali Şeriati’nin infazı ve işkenceler ve silahlı asilerin infazları dönemin profilini ortaya koyuyordu.
Emperyalistlerin peydahladığı darbe, çirkin yüzünü göstermeden önce bile devlet destekli mafya örgütleri ve çeteler aracılığıyla bir çok insanlık suçu işleniyordu.

Egemenler’in Hukuk Şovu; Devrimciler
Boyun Eğmez!
Şah devrilmesinin yakın olduğunu hissettiği için her yolla propaganda yapıyordu. Mahkemenin yapılacağı dönem İran’da uluslararası bir insan hakları konferansı düzenleniyordu. Devlet, bunu fırsata çevirmek ve Beyaz “Devrim”in havasını estirmeye çalışıyordu. Daneshian’la Golesorkhi’nin davasını propaganda yapmak için devlet televizyonunda canlı yayınladı. Umdukları, devrimcilerin pişmanız diyip, af dilemesiydi. Bu sayede ne kadar “demokratik” bir rejim oluşturduklarını göstereceklerdi.
Mahkeme sürerken Tağmen Ghaffarzadeh, başyargıç; Golesorkhi’yi kendi savunmasını yapması konusunda uyarınca, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle “Sözcüklerimden korkuyor musunuz?” dedi.  Daha öncesinde savunmasında “İran toplumu, öldürülmeye çalışılmamın nedeninin Marksist görüşlerim olmasını bilsin. Benim suçum suikast değil, fikirlerimdir. Burada, yabancı gazetecilerin şahitliğinde bu mahkemeyi, dosyamın yazarlarını, sorumsuz ve hukuksuzlukla suçluyorum. Bütün insan hakları örgütlerini, komitelerini, burada işlenecek devlet suçuna tanık olmaya çağırıyorum.”
“Askeri mahkeme, savunmamı okuma hakkını bile vermedi. Ben bir Marksist-Leninistim. İslami hukuğa saygı duyuyorum. Uğruna öleceğim görüşlerimi,  yüksek bir sesle haykıracağım: Dünyanın bizim gibi Neo-kolonyalizm tarafından yönetilen  hiçbir ülkesinde, Marksist bir hatla yola çıkmadan doğru, ulusal bir yönetim oluşturulamaz. ”
Khosrow Golesorkhi, kendisinden, konuşmasını kendi savunması ile sınırlı tutması istenince, kendi savunusunun, tiranlığa karşı savaşan kitlelerin savunusu olduğunu söyledi. Yargıç ısrar edince, Golesorkhi, kağıtlarını toplayıp, “O zaman oturuyorum. Konuşmayacağım.” dedi ve konuşmasını bitirdi. Mahkeme tarafından “terör” faaliyetlerine devam edip etmeyeceği sorulunca, evet diye yanıtladı.
Mahkeme Keramat ve Khosrow’un ölüm kararını açıklayınca gülümsediler, el sıkıştılar ve sarıldılar. Khosrow “Yoldaş!” dedi. Keramat “En iyi yoldaşım!” diye yanıtladı.
Golesorki’nin kitabı “Sanatın Politikaları, Şiirin Politikaları” ağır sansür altında bir kitabın en fazla 2000 baskı yaptığı dönem, bir kaç ay içinde 50.000 baskı yaptı. Legal ve illegal yollarla binler, Golesorkhi’nin fikirlerine ulaşmak istedi.

Son Gece
17 Şubat 1974;  iki devrimci sanatçının son gecesini geçirdiği hücre, sloganlarla doldu. Yemeklerini sessizce yediler ve kendilerini infaz alanına götüren kamyondaki askerlerin suratlarına sloganlarını haykırdılar. Gözlerini kapatacak gözlüğü, doğacak kızıl şafağı görmek için reddettiler.
“Yoldaşlar! Kahramanlar! Canımızı, korkmadan ülkemiz için feda ediyoruz…”
Sonra “Ateş!” emrini kendileri verdiler.
Golesorkhi: “Sanatsal bakışı olan bir insan, toplumla daha geniş bağlar oluşturur. Sanatçı, kendi coğrafyasındaki insanların yaşamıyla bağlantı kurar ve onlarla birlikte mücadele eder. Bu herhangi bir edebiyat okulunda böyle olmayabilir. Tıpkı Filistinli fedailerin şiirlerinin bu okullarda okutulmayacağı gibi.  Neden okutulsun ki? Neden etkili sanat formlarımız, edebiyat ve sanat, okullarda hapsedilsin? Şiirin yeri kütüphaneler değil, diller ve zihinlerdir. Edebiyat , her zaman sosyal hareketteki yerini almalıdır. Edebiyatın görevi uyandırmaktır. İlerici edebiyatın görevi, sosyal hareketler oluşturmak ve halkların tarihsel ilerleyişlerine yardım etmektir. “ yazar.

 

YUSUF ALP

“Susma! Sustukça Sıra Sana Gelecek…” [1]

Sözlerime izninizle bir anıyla başlamak istiyorum.

Temel (Demirer)’le bir iş için Bilecik’e düşmüştü yolumuz. Temel burada yıllar önce yattığı Bilecik cezaevini görmek istedi.

Kent, değişmiş. Araya sora cezaevinin yerini bulduk. Ama sadece yerini. Cezaevi uzun süre önce yıkılmış; yerine, geçmiş zaman, anımsadığım kadarıyla otel yapılıyordu.

Yıkıntılar arasında dolaşmaya başladık: “Şurası benim yattığım koğuş, burası malta, şura nizamiye…”

Bir süre sonra Temel’i dinleyemez oldum. Bir koku… Tanıdık bir koku… Evet, koğuş yıkıntısından yoğun, tanış bir koku yükseliyor: İnsan kokusu. İki-üç yıl önce yıkılmış koğuşlar hâlâ buram buram insan kokuyor…

Yan yana, et ete olmak… Birbiriyle dertleşmek, birlikte türkü söylemek, hastalanan koğuş arkadaşı için birlikte dövmek kapıyı… Yemeği birlikte pişirip ortak karavanaya birlikte kaşık sallamak. Koğuşun çay ustasının elinden demli çayları yudumlarken ülke hâli konusunda söyleşmek… Birlikte insan kokmak…

2000 yılındaki, yeryüzündeki istihzaların en acısıyla “Hayata Dönüş” adıyla kayda geçen operasyonla siyasî tutsakların elinden alınan, tam da buydu… Onları ortak yaşamın insanı ayakta tutan desteğinden kopartarak yalnızlaştırmak, 7/24’lük bir gözetim alrında olduklarını bir an için akıllarından çıkarmamalarını sağlamak, dirençlerini kırarak ruhlarını, beyinlerini teslim almak… Foucault’nun deyimiyle “disipline etmek”… İtaati sağlamak.

“İçerideki” dostlarımızın, yoldaşlarımızın F-tipleri tarafından teslim alınamadıklarını da biliyoruz. Onlar soğuk, gayrışahsî, yalnızlaştırıcı, dirençsizleştirici “disiplin”e teslim olmamayı başardılar… Kitap oluyor, resim oluyor, mektup oluyor, direniş oluyor, açlık grevi oluyor, akıyorlar dışarı. Yaşama tutunmakla kalmıyor, onu değiştirme, dönüştürme mücadelesine de omuz veriyorlar, olanca güçleriyle.

Bu durumda iktidara, baskıyı arttırmak düşüyor. Daha fazla, daha fazla arttırmak. F Tipi’nin soğuk tecridine, başka fiziksel ve psikolojik baskıları ekleyerek katmerlendirmek…

Sonda söylenmesi gerekeni başta söyleyerek başlayayım söze: Adı resmen konulmamış savaş koşulları ülke çapında ağırlaştıkça, cezaevlerindeki durum, özellikle siyasi tutsakların maruz kaldığı uygulamalar vahimleşiyor.

Gözünü “en tepedeki”nin dudaklarının arasından dökülecek sözlere, gözlerindeki manalara dikmiş kapıkulları, yukarıdan gelen “vurun, kırın, acımayın, arkanızdayız!” işmarlarını aldıkça züccaciyeci dükkânına girmiş filler gibi yakıyor, yıkıyor, eziyorlar.

Sokaklar, basın, sosyal medya, üniversiteler, hatta evlerimizin içi her biri “küçük dağları ben yarattım” havasındaki “emir kulları”nın tasallutundan muaf değilse:

Sokaklara yansıyan en küçük protesto, saçlarından sürüklene sürüklene, karga tulumba “merkeze” çekiliyorsa;

Haberciler yaptıkları haberden dolayı “PKK destekçisi, paralelci, casus” yaygaralarıyla içeri atılıyorsa;

Sosyal medyada iktidara yönelik en küçük eleştiri “sanal alem kontraları”nın küfür, hakaret ve tehditleriyle bastırılmaya çalışılıyorsa;

Hükümetin Kürtlere karşı yürüttüğü savaşı eleştiren öğretim elemanlarına “adınızı okulunuzdaki ülkücü öğrencilere bildirdik” sopası gösteriliyorsa;

Kürdistan’ın yasaklı sokaklarında “kim kurşunlanmadan, öldürülmeden karşıdaki arsaya kadar koşabilecek” en gözde çocuk oyunu hâline gelmişse…[3]

Bu ülkede işlerin iyi gitmediğini, iktidarın yanlış yaptığını söyleyen her kadın ve erkek şu ya da bu biçimde tehdit altında ise eğer…

Siz varın, devletin eline düşmüş bir “rehin” olarak görülen siyasal tutsakların hâlini düşünün!

İktidarın önünde el bağlayıp hizaya dizilen “küçük insanlar”ın, “vatan haini/bölücü/ yıkıcı/terörist” olarak gördükleri, uhdelerindeki savunmasız insanlara karşı, üst katlardan gelen icazetle “yetki”lerinin sınırlarını nasıl zorladıklarını varın siz tahayyül edin.

Nitekim, “içeriden” gelen haberler, başta sağlık olmak üzere, cezaevlerinin koşullarında genel bir bozulmaya, keyfî uygulamalarda artışa işaret ediyor. Buyrun birkaç örnek:

* Türkiye’de hak ihlâllerinin yaşandığı cezaevlerinde ağır sağlık sorunları yaşayan hasta tutsaklardan biri de Mehmet Öztekin. Hepatit B hastası olmasına rağmen Van F Tipi Kapalı Cezaevi’nde ağır tecrit koşulları altında tutulan Öztekin, günden güne eriyor. Tedavisi için başka bir cezaevine nakli istenen Öztekin’in, talebinin kabul edilmemesi hayati risk oluştururken, Öztekin son 2 ayda 30 kilo verdi. 85 kilodan 55 kiloya düşen Öztekin, sürekli kusma, vücudunda morarma, şişme, gece uyuyamama, yemek yiyememe gibi sağlık sorunları yaşıyor.[4]

* Antalya Döşeme altı L Tipi Kapalı Cezaevinde 4 aydır tecrit altında tutulan Genç-Sen Üyesi Hüseyin Yıldırım’da yüz felci başladığı bildirildi. Antalya Körfez gazetesinde Müzeyyen Yüce’nin haberine göre, Hüseyin Yıldırım’ın tedavisine idare tarafından izin verilmiyor. Hastanede kelepçeli muayene edildikten sonra ilaçlarının 5 gün sonra temin edildiğini belirten Avukat Hakan Evcin, Yıldırım’ın yatarak muayene olması için başvurdukları Adalet Bakanlığının, ‘Hayati tehlikesi olmadığını’ gerekçe göstererek onay vermediğini söyledi.[5]

* Osmaniye T-2 Kapalı Cezaevi’nde tutulan ve uzun süredir psikolojik tedavi gören Özgür Azad İnce adlı PKK’li tutsak, kulak çınlaması ve baş dönmesi nedeniyle sevk edildiği Maraş Devlet Hastanesi’nde kelepçeli tedaviyi kabul etmediği için tedavi edilmeden cezaevine geri götürüldü.

Baba Cemil İnce, yaptıkları telefon görüşmesinde oğlunun yaşadıklarını kendisine anlattığını belirterek, “Oğlum, pazar günü telefonla arayarak Maraş Devlet Hastanesi’ne götürüldüğünü ve elleri kelepçeli vaziyette tedavi edilmeye çalışıldığını söyledi. Kendisine uygulanan bu zulmü kabul etmediğini ve bu yüzden tedavi edilmeden tekrar cezaevine götürüldüğünü anlattı.[6]

* Silivri 2 No’lu L Tipi Hapishanesi’nden milletvekili Veli Ağbaba’ya yazan Berk Ercan, mektubunda şu ifadelere yer veriyor: “12 Eylülcülerin ‘Asmayıp da besleyecek miyiz’ fetvaları anlaşılan hâlâ birilerinin kulaklarında çınlıyor… Çeşitli rahatsızlıklarımız üzerine revire çıkmak için defalarca dilekçe verdik. Ama hiçbirine karşılık alamadık. İdare, doktor yüzünü görebilmemiz için ölmemizi bekliyor. Gardiyanlara neden revire çıkarılmadığımızı sorduğumuzda ise ‘Burada bin beş yüz kişi kalıyor’ cevabını alıyoruz.” Yeterli sayıda personel ve doktor bulunmadığını belirten Ercan, “Zaten havalandırması olmayan hücrelerde kalıyoruz, üzerine bir de böylesi konularda sorun yaşarsak buradan tabutlarımız çıkar” diyor.[7]

* PKK’li tutuklu Turgut Koyuncu’nun, Tutuklu Aileler ile Yardımlaşma Derneği (TAYD-DER) İzmir Şubesine yolladığı mektupta, şunlar aktarılıyor: “Yaklaşık bir buçuk aydır hastaneye giden arkadaşlarımıza çift kelepçe uygulaması dayatılmaktadır. Daha önceleri doktor muayenesine giderken tek kelepçe takılıyordu. Ancak bölük komutanının emriyle bir buçuk aydır rencide edilecek şekilde çift kelepçe uygulaması dayatılıyor. Bu uygulamayı kabul etmediğimiz için bize, ‘Ya çift kelepçe uygulamasını kabul eder tedavi olursunuz ya da hastalığınızın sonucuna katlanırsınız’ deniliyor. Ağır hasta arkadaşlarımızın birçoğunun tedavisi bu şekilde bilinçli olarak engelleniyor.”[8]

* Türkiye’de devreye sokulan savaş politikalarıyla beraber hasta tutsaklar üzerindeki baskılar da arttı. Birçoğu ölüm sınırında olan hasta tutsakların çoğu tedavi adı altında ya daha kötü hapishanelere sevk ediliyorlar ya da tedavileri erteleniyor. Diyarbakır D Tipi Kapalı Cezaevi’nde bulunan ve “Yüzde 96 engelli” raporu bulunan hasta tutsak Celal Şeker’in (30) durumu günden güne kötüye gidiyor. “Örgüt üyesi” olduğu iddiasıyla hakkında açılan dava sonucu tutuklanan ve “Tek başına yaşayamaz” raporuna rağmen cezaevinde tutulan ağır diyaliz hastası Şeker, kalp yetmezliği, damar tıkanıklığı, fıtık, yüksek tansiyon ve akciğerinde kitle gibi birçok hastalığın yanı sıra görme sorunu yaşıyor. Tüm bu raporlara rağmen İstanbul Adli Tıp Kurumu ise skandal bir karara imza atarak Şeker için “cezaevinde kalabilir” raporu verdi.[9]

* 13 Kasım’da haber takibi yaparken tutuklanarak Van M Tipi Kapalı Cezaevi’ne konulan DİHA Muhabiri İdris Yılmaz’ın haberine göre, 1995 yılında tutuklanan Ahmet Doğan (49), cezaevi koşulları nedeniyle kalp hastalığı, yüksek tansiyon, idrar yolları enfeksiyonu ve bel fıtığı hastalıkları gibi birçok hastalığa yakalanmış. Yaşadıkları hastalıkların tedavisi için Şırnak Cumhuriyet Başsavcılığı’na dilekçe yazan Doğan’ın başvurusu üzerine 10 tutsağın heyet raporu alnması için Amed’e gönderilmesi kararlaştırıldı. Daha sonra Amed yerine Van’a “geçici sevki” yapılan Doğan, bu karara karşı çıktıklarını ifade etti.

Amed’e sevk edilmeleri yönünde ısrar etmeleri üzerine cezaevi yönetiminin, “Van’a gitmek istemiyorsanız hasta olmadığınıza yönelik imza verin. İmza vermeseniz de sizi zorla Van’a göndereceğiz” şeklinde tehditlere maruz kaldıklarını söyleyen Doğan, “Bizi Şırnak’a dönmemiz şartı ile Van’a gönderdiler. Burada hasta olduğumuz ve doktor gözetiminde tedavi olmamızı belgeleyen heyet raporumuzu aldık. Aradan 6 aylık bir süre geçti ancak hep oyalandık. Bu oyalamalar sırasında 7 arkadaşımız gizli bir şekilde sürgün edildi” dedi.

Cezaevinde bulunduğu 30 yıl boyunca ağırlaştırılmış cezaevi koşullarına maruz kalan ve bu uygulamalar sonucu kronik karaciğer, beyinde tümör, mide ülseri ve nefes darlığı gibi hastalıkları olduğunu ifade eden Aydın Çubukçu’nun durumu da diğer hasta tutsakların durumundan farklı değil. Çubukçu, “Yaşadığım hastalıkların raporlaştırılmasına rağmen sürekli sürgün ediliyorum. Tedavi edilmem gerekirken maruz kaldığım sürgünler hastalığımı derinleştiriyor,” dedi.[10]

* “Kırıkkale Cezaevinde kalan hasta tutsak Yılmaz Kahraman, beynindeki tümör nedeniyle Kırıkkale Tıp Fakültesi tarafından ‘acilen ameliyat edilmesi gerekiyor’ kararına rağmen 6 aydır ameliyat edilmiyor.”[11]

Evet, Kaç/ak Saray’ın cezaevlerinde görevli kapıkulları, hasta tutsakların tedavisini engelliyor, savsaklıyor, sürgün ediyor, keyfî uygulamalar dayatıyor, ölümcül hasta olanların tahliyesini erteliyor… böylelikle de yasal olarak kaldırılan ölüm cezasını fiilen uyguluyorlar. Nitekim, CHP Ankara Milletvekili Ali Haydar Hakverdi’nin hazırladığı “Cezaevi Raporu”, AKP iktidarında 3 bin 77 tutuklu ve hükümlünün hapishanelerde yaşamını yitirdiğini, yani her 38 saatte bir mahkûmun cezaevinde öldüğünü ortaya koyuyor. Raporda, bu süre içinde 2 bin 501 hasta mahkûmun yaşamını yitirdiği, 511 mahkûmun ise intihar ettiği bildirilirken, şu kayıt düşülmekte: “Türkiye’de hapishaneler insanları yavaş yavaş öldüren şartlarla donatılmış ve bu amaçla inşa edilmiştir. AKP iktidarında toplam 3 bin 77 tutuklu ve hükümlü hapishanelerde yaşamını yitirmiştir. 1 Ocak 2009 ile 29 Haziran 2015 tarihleri arasında hayatını kaybedenlerden dokuzu 18 yaşından küçük mahkûmlardır.”[12]

Ama sorun hasta tutsaklardan ibaret değil. Tutsaklar, aynı ölçüde keyfî yasak ve kısıtlamalarla karşı karşıya. Alın, misal kitap-dergi yasakları: Amasya F Tipi’nde mahkûmlara mizah dergisi Penguen verilmiyor. Neden mi? “O dergi devlet büyüklerinin ağzını, burnunu yamulttuğu için”![13] Yalnızca Penguen değil; Leman ve Uykusuz gibi mizah dergileri “sakıncalı” oldukları gerekçesiyle Kandıra 1 no.lu F Tipi’ne, Kaos-GL “müstehcen” olduğu,[14] Yürüyüş Dergisi “örgüt propagandası yaptığı” ve “örgüt üyelerini övdüğü” gerekçesiyle Bafra T Tipi’ne sokulmuyor. Maltepe 3 no.’lu L Tipi cezaevi ise, “demokratik düzeni yıkmaya çalışan bir gazete” olduğu gerekçesiyle Özgür Gndem’i kabul etmiyor.[15]

  1. Murat yasakları kitap-dergiyle sınırlı olsa, neyse ne; cezaevi yönetimlerinin ideolojik saplantıları kimsenin meçhulü değil. Ama örneğin “kapşon yasağı”na ne buyrulur? Yanlış okumadınız: “Kapşon yasağı”! Bafra T Tipi’nden Veli Ağbaba’ya yazan Raşit Dörtyol, “Adımıza gelen, ailelerimizin gönderdiği kışlık montlar, ‘kapşonu var’ denilerek verilmiyor,” diyor. Gerekçe mi? Şöyle: “Eşya yönetmeliğinde mont var ama kapşonlu mont yer almıyor. Kapşonlu mont, hükümlü ve tutukluların yüzünün tanınmasına engel olabileceği ve güvenlik açısından uygun değildir”!

Ve “beyaz kağıt” yasağı. Aynı mektuptan:

“Diğer bir keyfiyet örneği de, beyaz ya da renkli kağıtlarda uygulanmaktadır. Dışarıdan posta ile gönderilen kâğıtlar (kırtasiyeden alınmış ambalajındaki kağıtlar), ‘görünmez mürekkeple yazı yazılmış olabilir’ denilip verilmiyor. İdare beyaz ya da renkli kağıtlara el koyuyor. Cezaevi yönetimi bu kâğıtları inceleyip vereceği hâlde keyfi davranıyor. Dilekçe, mektup yazıp, karikatür çizmemiz için kağıt verilmemesi, ‘düşünmeyin, yazmayın’ demektir.”[16]

Bunlar, yasaklar. Bir de cezaevi yönetimlerinin tutsaklara dayattığı “zorunlu uygulamalar” var. Örneğin, Kırıkkale F Tipi’nde TV’lerde IŞİD ve Hizbullah propagandası yapan kanalların sabitlenmesi… Kaloriferleri yakmamak… Sıcak su saatlerinin azaltılması…[17] Koğuşların köpek eşliğinde aranması… Cezaevi yönetimiyle görüşme talebinin, “mahkûmlar ancak askerî nizamda dururlarsa görüşürüz” şartı koşulması…[18]

Yasak ve keyfî uygulamalar, doğal olarak ziyaretçilere de sirayet ettiriliyor. Tutuklu olan babasını ziyarete gittiği Eskişehir H Tipi’nde 7 Haziran’dan bu yana her seferinde “çıplak arama”ya[19] maruz bırakıldığını bildiren Dilen İvrendi, ekliyor: “Arama sırasında kapılar bilerek açılıyor. O anki durumumuzu askerler ve erkek ziyaretçiler görüyor. Gardiyanlar bunu kasten yapıyor ve askerlerin, erkek ziyaretçilerinin önünde onurumuzu kırıyorlar. Bu şekilde bedenimizi teşhir ediyorlar (…) Çıplak arama nedeniyle birçok kadın da benim gibi mağdur oldu. Bu nedenle psikolojim bozuldu. Her seferinde aynı uygulamayla karşılaşınca moralimiz bozuluyor. Bir an önce bu keyfi uygulamanın son bulmasını ve onurlu bir insan gibi görüşmelerimizi yapmak istiyoruz.”[20]

Ziyaretçilere dek uzanan Marquis de Sade’a rahmet okutturacak uygulamalardan bebekler dahi kaçınamıyor: Kocaeli1 No.’lu F Tipi’nde, annesinin ziyarete getirdiği 6 aylık bebeğin, -öyle anlaşılıyor ki sırf adı Mahir Berkin olduğu için!- bezine kadar soyulup x-ray cihazından geçirildiği haberi yer aldı basında![21]

Ve çocuklar…

Adalet Bakanlığı açıklamasına göre şu anda (Kasım 2015 itibariyle) tutuklu ya da hükümlü çocuk sayısı 2157.[22] Cezaevinin en güçsüz, en savunmasız ve dolayısıyla da en “alttaki” tutsakları. Pozantı’da olup bitenlerden hiç söz açmayacağım; burada olan herkes olaylardan haberdar. Peki, Pozantı bitti mi? Tabii ki hayır: 2015’in Nisan ayında Aliağa Şakran Cezaevi’nde yaşları 18’in altında 3 çocuğun hamile oldukları gerekçesiyle tek kişilik hücrelerde tutulduğu ve gerekli sağlık yardımını alamadıkları ortaya çıkmadı mı?[23] “Pozantı’dan sonra bile bir sürü cinsel istismar vakası oldu. Adana Ceyhan’da, Van’da, Muğla’da oldu,”[24] diyor, Çocuk Cezaevleri Kapatılsın İnisiyatifinden avukat Hasan Erdoğan![25]

Yalnız cinsel saldırılar değil: 15 yaşındaki Onur Önal, Maltepe Çocuk ve Gençlik Kapalı Cezaevi’nde kafası duvarlara çarpılarak beyin kanaması geçirip yaşamını yitirmedi mi?[26]

Onur Önal, ne yazık ki cezaevlerinde yaşamını yitiren tek çocuk değil: Trabzon’da Bahçecik E Tipi Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumunda tutuklu olan 15 yaşındaki E.N’nin kendini koğuş kapısına asarak intihar etmesi ile birlikte, 2009-2015 arasında cezaevlerinde ölen çocuk sayısı, 10’u buldu. İktidarın bu soruna karşı düşünebildiği tek önlem ise, çok bildik: Yeni çocuk cezaevleri açmak…[27]

* * *

Bunlar yalnızca dört duvar arasından dışarıya yansıyabilenler… Ve “içeride” yaşanıp da dışarının haberdar olmadıkları var… Avukatı olmayan, ziyaretçisi kıt, yoksul adlîlerin yaşadıkları…

Ne yazık ki insanın canını acıtan, ruhunu ezen bir çok olay karşısında olduğu gibi, cezaevleri gerçekliği karşısında da “yüreklerin kulakları sağır.” Bir avuç duyarlı insanın, tutsak yakınlarının ve insanlığını, vicdanını satılığa çıkarmamış az sayıda avukatın dışında, Türkiye toplumunun büyük bölümü, cezaevlerinde olan biten karşısında “görmedim, duymadım, konuşmuyorum” tavrında.

Oysa cezaevleri hiçbirimizin “uzağında” değil. Türkiye İstatistik Kurumu’na göre 31 Aralık 2014 itibariyle cezaevi nüfusu 158 590’ı buldu. Bu sayı, 2013’ün aynı tarihine göre yüzde 10.1 artışa işaret etmekteydi. 31 Aralık itibarıyla Türkiye’de 100 bin kişi başına düşen ceza infaz kurumundaki kişi sayısı 2010’da 163 olurken, bu sayı yıllar itibarıyla sürekli artarak 2014’te 204’e ulaştı.[28]

Yıl başına yüzde 10’luk bir artış… Birbiri ardına açılan yeni cezaevleri… AKP iktidarı otoritaryanizmden totalitaryanizme doğru yönelirken, artan koğuşturmalar, tutuklamalar, mahkûmiyetler… Yaygınlaşan, derinleşen yoksulluk…

Bir başka deyişle, bu ülkede hemen kimse “ben asla içeri düşmem” deme lüksüne sahip değildir. Cezaevi bu ülkede yaşayan neredeyse herkese, ama tabii öncelikle yoksullara, Kürtlere, Alevîlere, hakkını arayan emekçilere, muhaliflere, sosyalistlere bir kaç adım mesafede… Kendileri ya da yakınları, sevdikleri, dostları, çalışma arkadaşları için…

Bu nedenle bu ülke insanlarının cezaevlerinin durumu konusunda başını kuma gömmesi, aslında kendi kuyusunu kazmak, sırası geldiğinde canı sıkılan infaz memuru ya da asker tarafından darp edilmeye, keyfî baskılara, yasaklara, tecride, tacize, tecavüze, ölümcül kertede sağlıksız koşullara maruz kalmaya razı olmak anlamına gelmektedir.

Cezaevleri konusunda toplumsal duyarlılık yaratma, kamuoyunun bu konuya eğilmesini sağlama çabası, bu nedenledir ki, çok önemlidir. Cezaevleri sorununun yalnızca “gözümüden ve gönlümüzden ırak olan onlar”a yönelik bir “hamiyetperverlik”, ya da yalnızca ocağına ateş düşmüş olanları, tutsak ailelerini ve yakınlarını ilgilendiren bir uğraş, ya da yalnızca siyasi tutsaklarla ilgili bir konu değil, bu ülkenin ayrıcalığa sahip olmayan tüm yurttaşlarını ilgilendiren bir sorun olduğunun kamuoyuna anlatılması, cezaevlerinin kamuoyunun gündemine oturmasını sağlamak, cezaevlerinin bağımsız kuruluşların denetimine açılması konusunda uğraş vermek; bu bakımdan, toplumsal muhalefetin bütününün gündeme alması gereken, gerçekten çok önemli bir konu.

Çok önemli, çünkü “majestelerinin” keyfine bırakıldığında, iktidarın gündeminde bu hususta, yeni cezaevleri açmaktan, ya da cezaevlerine durmadan imam atamaktan başka herhangi bir düzeltim niyeti olmadığı, Pozantı cezaevindeki tecavüz ve şiddet olaylarını haberleştiren gazeteci Zeynep Kuriş tutuklanıp cezaevine konulurken, cezaevi sorumluları hakkında hiçbir cezaî işlem uygulanmayışından bellidir.

Cezaevlerindeki hak gaspları, suistimaller, taciz ve tecavüzler özenle örtbas edilirken bunları dile getiren tutsakların çeşitli cezalara çarptırılmasından, haberleşmelerinin engellenmesinden bellidir.

Ve eğer kamuoyu müdahil olmazsa işlerin hangi boyuta varabileceği, “sahipsiz” sayılan tutsakların cezaevlerinde öldürülüp iç organlarının çalınarak pazarlanmaya başlanmasından bellidir![29]

 

17 Ocak 2016 19:49:24, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Çağdaş Hukukçular Derneği’nin 23-24 Ocak 2016 tarihlerinde İstanbul’da düzenlediği Cezaevleri Sempozyumu’nun “Hapishane Direnişleri ve Toplumsal Muhalefet” başlıklı oturumuna sunulan tebliği.

[2] Nevzat Çelik.

[3] Bkz: Işıl Özgentürk, “Söz Soğumaya Devam Ediyor Hâlâ”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2016, s.17.

[4] “Cezaevinde İki Ayda 30 Kilo Verdi”, Gündem, 27 Mart 2015, s.5.

[5] “Cezaevinde Yüz Felci Geçirdi Tedavisine İzin Verilmiyor”, Evrensel, 15 Aralık 2015, s.4.

[6] “ATK Tutsaklara Düşmanca Yaklaşıyor”, Gündem, 29 Mayıs 2015, s.7.

[7] Ceren Çıplak, “Sen misin Gazeteye Cezaevi Yasağı Yazan”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2015, s.3.

[8] “Cezaevinde Çift Kelepçe Dayatması”, Evrensel, 15 Eylül 2015, s.3.

[9] “Diriye de Mezara da Hastaya da Zulüm”, Gündem, 24 Ekim 2015, s.5.

[10] “Tedavi Kılıfıyla Sürgün”, Gündem, 4 Aralık 2015, s.5.

[11] “Hasta Tutsak 6 Aydır Ameliyat Edilmiyor”, Gündem, 8 Ağustos 2015, s.5.

[12] Meriç Tafolar, “2015’te En Çok Ölüm Sincan ve Samsun’da”, Milliyet, 25 Ağustos 2015, s.22.

[13] Ceren Çıplak, “Amasya’da P Tipi Yasak”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2015, s.19.

[14] Damla Yur, “Köpek Gibi Yaşıyorum”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2015, s.3.

[15] “Bir Sansür de Cezaevinden”, Gündem, 8 Ağustos2015, s.5.

[16] Meriç Tafolar, “Cezaevinde Boş Kağıt ve ‘Kapşon’lu Mont Yasağı!”, Milliyet, 23 Kasım 2015, s.18.

[17] Kırıkkale Cezaevi’nde IŞİD Propagandası”, Birgün, 9 Kasım 2015, s.6.

[18] Bu son iki örnek, Niğde cezaevinden… Bkz: “Cezaevinde Darp ve Sürgün”, Gündem, 28 Kasım 2015, s.5.

[19] “Çıplak arama tutuklu ve hükümlülere, özellikle de kadın ve trans tutsaklara sıkça yapılan bir uygulama. 1.5 ay tutukluluğun ardından tahliye edilen JİNHA muhabiri Vildan Atmaca, çıplak aramaya karşı çıkınca tacize uğradığını anlatıyor, örneğin. (“Çıplak Şekilde Aranmak İstendim”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2016, s.12.) Ve trans tutsakların cezaevlerindeki durumunu anlatan ‘Voltaçark’ başlıklı kitabın yazarı Amed’li LGBTİ aktivisti Rosida Koyuncu, anlatıyor: “Trans kadınlar tekli hücrede tutuluyor, erkek cezaevlerine gönderiliyor, saçları zorla kestiriliyor. Çıplak arama adı altında bedenleriyle dalga geçiliyor, aşağılanıyorlar, gardiyanlar ve mahkûmların tacizine, tecavüzüne uğruyorlar. Ayrıca eşcinsel erkekler zorla psikiyatriye götürülüyor veya anal ilişki yaşayıp yaşamadıklarının kontrolü için makatları parmaklanıyor.” (Zeynep Kuray, “Cezaevinde ‘Katmerli Ayrımcılık’…”, Birgün, 26 Haziran 2015, s.2.)

[20] “Onurumuzu Kırmak İstiyorlar”, Gündem, 8 Ekim 2015, s.5.

[21] Meriç Tafolar, “6 Aylık Çocuğu X-Rayden Geçirip Çıplak Aradılar”, Milliyet, 28 Aralık 2015, s.20.

[22] Alican Uludağ, “510 Çocuk Annesiyle Zorunlu Hapiste”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2015, s.14.

[23] “Şakran’da Yine İşkence İddiası”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2015, s.10.

[24] “Başbakanlık İnsan Hakları Kurumu (İHAK), Muğla E Tipi Kapalı Cezaevi’nde tutuklu dört çocuğa tecavüz edildiğini ve işkence yapıldığını açıkladı. İHAK, cezaevinde yaptığı araştırma ve incelemesini raporlaştırdı. Raporda, cezaevinde çocuk tutuklulara insanlık dışı uygulamalar yapıldığı belirtilirken, yaşça büyük olan bir çocuğa ise “cinsel saldırı” suçundan beş günlük disiplin cezası verildiği ifade edildi.” (“Muğla Cezaevi’nde Pozantı Manzaraları”, Gündem, 16 Aralık 2015, s.10.)

[25] Züleyha Karaer, “Çocuklar Üzerinden Korku Yayıyorlar”, Evrensel, 8 Haziran 2015, s.3.

[26] Hilal Köse, “Onur’u Ölürken Tahliye Etmişler”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2015, s.12.

[27] “Adalet Bakanlığı 5 yeni çocuk cezaevi açacak. 2016 yılında Diyarbakır, Hatay ve Tarsus’ta, 2018’de de Kayseri ve Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde toplam 1440 kapasiteli yeni çocuk cezaevi açılması planı, insan hakları ve çocuk hakları savunuculuğu yapan hak örgütleri tarafından ‘endişe verici’ bulunuyor.” (Sevda Karaca, “Çocukları Cezaevine Mahkûm Etmek Suçtur!”, Evrensel, 19 Kasım 2015, s.2.)

[28] “Cezaevleri Doluluk Oranı Yüzde 10 Arttı”, Milliyet, 8 Aralık 2015, s.16.

[29] “Adana’da 2015 yılı eylül ayında tutuklanan Xêr Şêx Musa bir ay cezaevinde kaldıktan sonra İzmir’e sürgün edildi. Ailesi, tutuklanan oğullarına ulaşmak İzmir’e kadar gitti, ancak cezaevi yetkilileri ailenin çocukları ile görüşmesine izin vermedi. 4 Ocak 2016’da ise cezaevi yetkilileri aileye çocuklarının cezaevinde öldüğü haberini verdi. Mihemed’in cenazesi Dirbêsiyê sınır kapısından geçirilerek Rojava’ya getirildi ve ailesine teslim edildi.

Mihemed’in ailesi çocuklarının bedenine ait birçok iç organının çıkarılmış olduğunu fark ettiklerini, vücudunda karnın altından boğazına kadar dikiş yerleri olduğunu gördüklerini söyledi. Mihemed Xêr Mûsa’nın babası, “Oğlumun cenazesini aldıktan sonra kontrol ettik. Türk devletinin çocuğumuzun iç organlarını çaldığını gördük. Bu organların ne zaman alınıp kimlere satıldığını, Mihemed’i ne zaman ve neden katlettiklerini de bilmiyoruz” dedi. Baba Mûsa, uluslararası kuruluşlara, örgütlere çağrıda bulunarak Türkiye’de tutuklu olanların durumuna ve cezaevlerindeki hak ihlâllerine ilişkin gözlemlerde bulunmalarını istedi. Baba Mûsa, ‘Cezaevlerinde akıbetleri oğlum Mihemed gibi olacak birçok genç ve göçmen var,’ dedi.” (“T.C Hırsızlıkta Çığır Açtı: Tutsağın İç Organlarını Çaldı!”, 7 Ocak 2016… http://direnisteyiz2.org/t-c-hirsizlikta-cigir-acti-tutsagin-ic-organlarini-caldi/)