Ana Sayfa Blog Sayfa 229

Nice onyıllara ‘Yenikap’lı Yoldaşlar

“Geliştir sınırlarını,

varacağı yönleri genişlet,

büyüt yeni bir gökyüzü kadar.”[1]

Hayır! Ecclesizstes’in, “Ölmeden önce kimseyi övme,” uyarısını unutacak değiliz ‘Yeni Kapı’(cılar) için kaleme aldıklarımızda…

Sadece ve sadece 10 yıllık serüvenlerine tanık (ve biraz da taraf) olduğumuz Onlar hakkında, her şeyi olduğu gibi  aktaracağız…

* * * * *

“Humilitas occidit superbiam/ Alçakgönüllülük, kibri yener,” saptamasıyla özetlenen Onlar, bize her zaman ya da 10 yıldır “Anne bak kral çıplak” diye haykıran çocuğun cüretini anımsatır…

İçlerindeki çocuğu öldürmeden hep çocuk kalabilenlerdir Onlar; “Çocukların çile çekmesine izin/ verildiği bir dünyada, gerçek aşkın/ varlığından söz edilemez,”[2] dizelerini terennüm eden içtenlikle…

İşte tam da bunun için zamanı sonsuzlaştıran uzamın isyankâr insanlarıdır; “Bilinç-Etik-Estetik” üçgenindeki başkaldırıyla tiyatro yapar Onlar.

Hayır “Kaç-AK Saray”da Putin’in karşısına dizilmiş “Konu Mankenleri”ne hiç mi hiç benzemeyen Onlar için tiyatro insanlığın aşk ve hayat adına sığınabildiği son limandır.

Onlar; William Shakespeare’in “iktidar hırsını ve iktidarın zalimliğe dönüşmesini” işleyen ‘Macbeth’ini “yasaklayan”lara -ki estetik ve toplumsal bilinçleri Recep İvedik’le sınırlıdır- oyunu sansürletmeyen ve finalde Macduff’ın Macbeth’i yerle yeksan ettiğini asla unutmayanlardır.

Çünkü Onlar; Vsevolod Meyerhold’un, “Tiyatroda sanatçının ödediği bedel kendi kanıdır…”

Augusto Boal’ın, “Başka bir dünya yaratmamız gerek; çünkü biliyoruz ki öyle bir olanak var. O başka dünyayı kendi ellerimizle, kendi sahnemizde, kendi yaşantımızda yaratmak bize düşüyor…”

Yuri Liubimov’un, “Koşullara boyun eğmemek, bizi çevreleyen dünyanın zaman zaman dayattığı standartlaşmış ölçütler adına kendi yaşam ilkelerinden ödün vermemek. Tüm güçlüklere karşın, yürüdüğün yola inanmak…” haykırışlarıyla karakterize olan geleneğin savunucuları/ sürdürücüleridir…

* * * * *

Melis Alphan’ın, “Bana sanatçını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim,” uyarısının altını çizerek ekleyelim: Onlar Yavuz Bingöl’lerin, Alev Alatlı’ların ya da Nazi hayranlığında, kendisine “SS Albayı” lakabı verilecek kadar ileri gitmiş olan Herbert Von Karajan veya McCarthy döneminin, aralarında Elia Kazan’ın da bulunduğu Hollywood’daki işbirlikçilerin anlaması mümkün olmayanlardır…

Malûm “Sanatçı” denilenler iktidara karşısındaki konumlanışlarıyla üçe ayrıldılar: İktidarın yanında yer alan yalakalar, iktidardan bağımsız suskunlar ve iktidar ile mücadele edenler.

Karl Marx’ın, “Yaratıcı eylem, insanın ve doğanın karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır. Bu, toplumsal karakter taşır. Sanat, yaşamı insanileştiren bir olgudur. Araştırıcı, yaratıcı çok yönlü tümel insana ulaşma çabası içinde sanata gelişebilir”; V. İ. Lenin’in, “Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü, para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da iki yüzlülük biçiminde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir,” uyarılarını kulaklarına küpe eden Onlar için sanat, hareketsizlikle mücadeledir; yaratılıştır, oluşmadır, “olduğu gibi durmanın” ataletine karşı durup, sonsuz, ileriye, daha yükseğe sevk eden bir dinamiktir.

Çünkü Stefan Zweig’ın belirttiği üzere, “Doğru öğretilemez, yaşanması gerekir… Asıl kahramanlık gerçeklerle yüzleşmektir.”[3]

* * * * *

Hepimize Julius Fuçik’in, “Gerçek hayatta seyirci yoktur: Herkes katılır hayata,” uyarısını anımsatan Onlar ezilenlerin davalarına bağlanmış bilinç ve yürekten mürekkeptirler. Yaptıklarını iyi yapmış olmalarının ödülü, onu ezilenler için yapmış olmaktır.

Onlar, “Sanatta işlenecek suç yoktur” kararlılığıyla unutulması mümkün olmayan işler yapıp, değerler yaratmışlar ve başladıkları her şeyi tamamlamışlardır.

  1. Goethe, “Faaliyetlere adını koyan, sonuçlardır,”[4] der ya; Onları da Onlar yapan, yaptıkları ve yaptıklarıyla yol açtıkları sonuçlardır.

Yapmanın gözüpeklikle mümkün olduğunu bir an dahi unutmayan Onlar, halkın davasına bağlanmış kendilerinden başka hiçbir şeye güvenmezler…

Ovidius’un, “Ya başlamamalı, ya da bitirmeli,” uyarısını “es” geçmeyen başarılarının sırrı içtenlikleridir. Haklı bir öfkenin sahibi olmaları yanında; kesin ve keskindirler.

Onlar, ezilenler nezdinde haklı bir üne, saygınlığa sahiptirler. Ki bu da Onların, sonuna kadar hak ettikleri biricik servetleridir.

“Ektiğin kadar biçersin…”; “Tarlada izi olmayanın, harmanda gözü olmaz…” atasözünü anımsatan onlar; irade olmayan yerde çözüm de olmayacağının kanıtıdırlar adeta.

Charlie Chaplin’in, “Hayat dar alanda trajedi, geniş açıda komedidir,” diye vurguladığı şeyi yaşar/ yaşatır Onlar korkusuz bir vicdanla…

Ve Pythagoras gibi, “Düşmanlarım, aldatılmış kardeşlerimdir,” diyen dostlukları çok ama pek çok değerlidir.

Biz Onların dostluğuna hep büyük değer verdik, vermekten de çok mutluyuz…

Nice nice 10’lu yıllara yoldaşlar…

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

N O T L A R

[1] Kemal Özer.

[2] Isadora Duncan, Dünya Kadın Şairlerinden Kadının Hâlleri, Derleme ve çeviri: Selahattin Yıldırım, Agora Kitaplığı, 2012.

[3] Stefan Zweig, Avrupa’nın Vicdanı, Çev: Süreyya Çalıkoğlu, Zeplin Kitap, 2014.

[4] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.358.

 

Genç akademisyenler üzerinden akademinin hal-i pür melali

Genç akademisyenler[1] üniversitelerde en güncel bilgiye ulaşmak ve bilgiyi öğrenciyle birlikte yeniden üretip toplumsallaştırmak açısından önemli bir işleve sahiptir. Öğrenciyle en yakın ilişkiyi kurabilen ve henüz katılaşmamış, keskin sınırları olmayan bilgiyi yeni nesille birlikte yoğurabilecek dinamizme sahip bu kesim, belki de akademinin köhneleşmesi önündeki en aşılması güç engeldir. Fakat böylesi bir niteliğe sahip genç akademisyenler, “demokratik” üniversitelerin bile kurtulamadığı akademik hiyerarşinin en çok hırpaladığı kesimdir. Ne yazıktır ki bu kesim, yeşerecek yeni nesillere can suyu olabilecek o kıymetli enerjiyi adeta bir savaş alanına dönüştürülen akademide var olabilmek için tüketmektedir. Fakat genç akademisyenler böylesi bir ortamda, yine de, en az bilim kadar kıymetli bir başka şeyin tesis edilmesine vesile olabilmişlerdir: Mücadelenin! Onlar, özellikle gezi direnişiyle birlikte hem toplumsal süreçlerin bilgisini üretmeleri hem de eylemlilikleri ile toplumsal mücadelenin büyütülmesindeki önemli payın sahipleridir…
Bugün, tıpkı gezi direnişi gibi önemli bir toplumsal mücadele de kampüslerden başlayarak büyümektedir. Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” metnine imza atan akademisyenlerin maruz kaldıkları saldırılara karşı başlattıkları direniş, yeni bir hareketin fitilini ateşledi. 7 Haziran seçimine giderken ortaya çıkan barış ve kardeşlik ortamı, seçim sonuçlarının getirdiği umut ve coşku; hemen ardından dayatılan savaş ile bozulmak istendi. Kürt illeri bu savaşa direniş ile karşılık verirken, Suruç ve ardından Ankara katliamı ile Batı sessizliğe itildi. Akademisyenler ve araştırmacılar tarafından imzalanan ve kamuoyu ile paylaşılan metin, aslında bu sessizliği yırtan bir sesti.
Kaleme almakta olduğumuz bu yazının temel amacı özellikle akademinin değiştirici ve dönüştürücü gücü konumundaki genç akademisyenler üzerinden akademideki acıklı durumu gözler önüne sermektir.
Bugün, barış talebini dillendiren akademisyenler tasfiye edilme tehdidiyle karşı karşıya gelmişlerken içlerinden daha güvencesiz bir kesim, yani genç akademisyenler, daha ciddi mağduriyetler yaşama riskine rağmen inançları, güçleri ve geçmişte yürüttükleri hak mücadelelerinden biriktirdikleriyle, barış talebinde ısrar etmekte; dayanışmayı sağlamlaştırıp eylemliliklerini yükseltmekteler. Bu mücadele pratiği, akademiden başlayıp yaşamın her alanına yayılacak bir mücadeleye ışık tutacağa benzer!

2. Akademinin Ücretli Köleleri:
Araştırma Görevlileri
Üniversite piyasanın hizmetine sunuldukça, sermaye- üniversite iş birliği sıkılaştıkça daha belirgin biçimde ortaya çıkan nitelikli iş gücü açığı, araştırma görevlilerince karşılanmaya çalışılmaktadır.
YÖK kanununda araştırma görevlisi alımının temel maddesi 33/a’dır. Bu madde ile araştırma görevlileri üç yıl süre ile atanır, yurt dışında eğitim görmeleri, çeşitli eğitim masrafları kamu kaynaklarından karşılanır. Üç yıl dolduğunda 33/a’lı araştırma görevlileri aynı usulle yeniden atanabilir. 50/d ise aslında istisnai durumlarda kullanılmak üzere düzenlenmiş bir kadro çeşididir. Fakat 2000’li yılların başlarından itibaren araştırma görevlilerinin 50/d kadrosu ile işe alımları yaygın hale getirilmiştir. Araştırma görevlilerinin güvencesizliğinin resmi karşılığı olan 50/d kadrosunun tercih edilir olması üniversitelerde artık bilimin ya da emeğin değil sermayenin çıkarlarının gözetildiğini açıkça ortaya koymaktadır.
2000’lerin ilk yıllarında 50/d kadrosu ile atanan araştırma görevlileri, doktora eğitimleri bitiminde 33. madde ile yeniden atanabiliyordu. Bir kısım araştırma görevlisi ise 35. madde ile görevlendirilip farklı bir üniversitede eğitim görebiliyor, daha sonra öğretim üyesi olarak kadrosunun bulunduğu üniversiteye dönebiliyordu. 2002 yılında ODTÜ’de uygulamaya koyulan ÖYP kapsamında atanan araştırma görevlileri ise imzaladıkları bir senet karşılığında 35. madde ile görevlendirilen araştırma görevlilerinden farklı olanaklara sahip oldu. Esasında “bir senet” ifadesi binlerce genç akademisyenin sırtladığı yüz binlerce liralık senet yükünü karşılamakta yetersiz kalıyor… 50/d, 33/a, 35, ÖYP gibi farklı kadrolarda istihdam edilen araştırma görevlileri farklı sorunlarla karşılaşmaya başladı fakat piyasalaşma düzeyi arttıkça farklı olan tüm sorunlar güvencesizlik ve esnek çalışma koşulları çatısı altında toplandı.
Araştırma görevlileri mekan ve zaman açısından uygun çalışma ortamının eksikliğinden, maruz kaldıkları angaryaya; akademik özgürlüklerinin ortadan kaldırılmasından, içine itildikleri gelecek kaygısına; görev tanımlarının muğlaklığından, ücretlerin düşüklüğüne; maruz kaldıkları mobbing ve tacizden, nitelikli akademik destekten yoksunluğa kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan sorunlarla karşı karşıya kalıyorlar.[2] Akademinin nicelik olarak yaklaşık üçte birini oluşturan, böylesi sorunlarla boğuşan araştırma görevlileri kadar kadrosuz çalıştırılan doktora öğrencileri de akademide her işe koşturulan “köleler” olarak kullanılıyorlar.
Geleceğin bilim insanları olmaya aday bu kişilerin, bilimsel emekleri yok sayılmakta, sömürülmekte ve zaman zaman çalınmaktadır. Bir gecelik değişikliklerle toplu kıyımlar yapılmıştır. Siyasi güç savaşı içinde akademik özgürlükler hiçe sayılmış, sürgünler yapılmıştır. Senet baskısı yüzlerce kişinin hayatını karartmıştır. Murat Elbay’ı unutmadık[3].
Dayatılan rekabet koşullarının getirdiği bireyselleşme ile burjuva adaletin en iyi ihtimalle gecikmişliği asistanların haksız ve hukuksuz uygulamalara karşı birlik olmasının önüne engel koymuştur. Buna rağmen birlikte ve ısrarlı mücadele kazanımla sonuçlanmıştır.

3. “Biz Kalıyoruz YÖK Gitsin”
2008 yılında yapılan değişiklik ile 50/d’den 33/a kadrosuna geçişler engellenmek istendi. Bu uygulamanın kaldırılması, bugüne kadar verilen asistan mücadelesinin merkezinde olmuştur.
Bu değişiklik, tezini yazarak doktor ünvanını alan yüzlerce başarılı asistanı işsizlikle “ödüllendirmeyi” vaat ediyordu. Halihazırda yıllık yenilenen sözleşmeler keyfi işten çıkmalara ya da baskı oluşturmaya da zemin hazırlıyordu. 26 Kasım 2008’de YÖK Yürütme Kurulu tarafından yapılan düzenleme, araştırma görevlilerini 50/d ‘ye karşı bir araya getirdi. Bu dayanışma, 2009 yılında eylemliliklere dönüştü. İstanbul Üniversitesi bu mücadelenin merkeziydi. 5 Mart günü 50/d’ye karşı yüzlerce akademisyen “Biz Kalıyoruz! YÖK Gitsin” şiarıyla İstanbul Üniversitesi’nde bir araya geldi. Nisan başında YÖK talimatı ile İstanbul Üniversitesi’nden araştırma görevlilerini tasfiye etmesi istendi. On üç asistan hakkında istenen işten çıkarma işleminin yapılmaması halinde, üniversitenin hiçbir kadro talebinin karşılanmayacağı bildirildi. Asistanlar buna 50/d mücadelesini ortaklaştırıp yükselterek cevap verdi. 17 Nisan’da ondan fazla üniversitede yapılan eş zamanlı eylemlerden bir hafta sonra, İstanbul, İzmir, Ankara ve Bursa’dan gelen yüzlerce asistan “Asistan Kıyımına Son”, “İş Güvencesi İstiyoruz” pankartlarıyla YÖK önünde protesto eylemi gerçekleştirdi. İstanbul Üniversitesi’nde işten çıkartılmak istenen araştırma görevlileri 5 Mayıs günü Rektörlük önünde çadır eylemi başlattı.
Eylemlere paralel olarak hukuki süreç de yürütüldü. Eğitim Sen tarafından açılan yürütmeyi durdurma kararı kazanımla sonuçlandı. Danıştay 50/d ve 33/a arasında araştırma görevlisi olmak bakımından fark olmadığına karar verdi. Yani 50/d’li araştırma görevlilerinin de 33/a kadrosundakiler gibi doktora sonrasında da sözleşmelerinin uzatılması dava sonuçlanana kadar mümkün hale getirildi. 20 Mayıs’ta İstanbul Üniversitesi Rektörlük binası işgal edildi, işten atılmalar engellendi.
25 Şubat 2011’de 6111 sayılı torba yasa yürürlüğe girdi. Yasa kapsamında yapılan değişiklikler ile “azami süre” tanımından hareketle 50/d’li araştırma görevlilerinin işlerine son verilmeye başlandı. 22 Haziran 2012’de YÖK’ün İTÜ’ye gönderdiği bir görüş yazısı genç akademisyenleri bir kez daha ayağa kaldırdı. YÖK başkan vekili, 50/d kadrosunu öğrencilik haklarından saydı ve 6111 sayılı torba yasaya göre İTÜ’de azami süreyi dolduran araştırma görevlilerinin atamalarının yenilenmemesi görüşünü bildirdi. Bir bağlayıcılığı olmayan bu görüş yazısı, İTÜ Rektörü tarafından asistanların görevine son vermek için kullanıldı. Bu kez mücadelenin merkezi İTÜ oldu. Daha önceki asistan mücadeleleri birikimiyle bir araya gelen asistanlar, önce Rektörlük ile iletişim yolunu denedi. Bir sonuç alamayınca imza kampanyası başlatıldı, basın açıklamaları yapıldı, “Üniversitemizi Terketmiyoruz” diyerek okulda sabahlanıldı, oturma eylemi yapıldı ve Rektörlük bahçesine çadır kuruldu. Bu mücadele kamuoyunda yankı buldu, diğer üniversitelerde de dayanışma eylemlilikleri yükseltildi. Fakat Rektörlükten herhangi bir somut adım gelmedi. Bu süreçte diğer üniversitelerde yapılan keyfi uygulamalar da teşhir oldu. ODTÜ, Hacettepe, Yeditepe gibi farklı üniversitelerde Asistan Dayanışmaları, Platformlar oluşturuldu. Böylelikle İTÜ asistanları ile dayanışma eylemlerinin yanı sıra, asistanların hak arama mücadelesi de başlamış oldu. Yalnızca 50/d üzerinden değil tüm asistanların maruz kaldığı güvencesizlik ve esnek çalışma koşulları mücadelenin merkezine kondu. İTÜ’nün kazancı tüm asistanların kazancıdır denilerek, İTÜ’nün Şubat 2013’te YÖK önü nöbeti başta olmak üzere tüm eylemlilikleri sahiplenildi ve asistan mücadelesi yükseltildi. Bir yandan da hukuki mücadele devam etti. En son azami süre nedeniyle atılan 50/d’li dokuz araştırma görevlisinin 33/a’ya aktarılması gerçekleştirildi. 10 Kasım 2015 tarihi ile 33/a kadrosuna geçişleri iptal eden kararın yürütmesi durduruldu. Bu mücadele süreci, Ankara Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi’nde yönetimin ayak dirediği 50/d’den 33/a kadrosuna geçişleri de kazanım hanesine yazdı. Öte yandan ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi gibi üniversiteler “içten beslenme”ye karşı durdukları gerekçesiyle bunu uygulamayı reddetti. Zira dünya listelerinde olmakla övünen bu üniversiteler kendi yetiştirdikleri akademisyen adaylarına hiçbir şans tanımamakta ısrarcı bir tavır sergiledi. Çoğu kez, bu sorunun çözümü konusunda araştırma görevlileri muhatap olarak YÖK ve üniversite yönetimleri arasında sürüncemede bırakıldılar. İçinden çıkılamayan bu durum, 29 Mayıs 2015 tarihli YÖK kararı ile 50/d’den 33/a kadrosuna geçişleri üniversitelerin keyfine bırakılarak “çözüme” bağlandı[4].
Son süreç içinde, ÖYP kapsamında yüz binlerce liranın altına imza atarak, eğitimleri süresince metropollerde görevlendirilen araştırma görevlileri de sorunlarını ortaklaştırarak bir araya gelmeye başladı. Metropollerde eğitimini tamamlayarak, farklı illerdeki üniversitelere dönen genç akademisyenler geniş bir akademik ağı da beraberinde taşıdı. Bu ağ vesilesiyle bilim insanının toplumsal görevinden bilimin konusuna, özgür üniversitelerden akademinin hiyerarşisi ile mücadeleye kadar bir çok konu yaygınlaşarak pek çok üniversitede tartışmaya açıldı. Karaburun, Küçükkuyu gibi platformlar bu ağa dahil bir çok akademisyenin çoğu zaman başka bir dünya tartışmalarına da ev sahipliği yaptı. Genç akademisyenlerin yarattığı dinamizm akademinin toplum ile yeniden buluşmasını, toplumsal sorunlar ile daha yakından temasını kurarak yeni olanaklar yaratılmasını sağladı. Onlarca üniversiteden akademisyen ve araştırmacının imza attığı BAK metni de aslında bu sürecin bir uzantısı. Daha önce çeşitli yöntemlerle sürdürülen tasfiye sürecine 4 Şubat Genelgesi [5] ile bir yenisi daha eklenmiş oldu. ÖYP kadrosuyla metropollerde görevlendirilen genç akademisyenlerin keyfi ve esasında cezai olarak kadrosunun bulunduğu yerlere çağrılmasının önü açıldı.

4. Keyfi Değişikliklerin Adresi:
ÖYP Esas ve Usulleri
Bugünkü niteliğinden biraz farklı olarak 2002-2009 yılları arasında uygulanmaya başlanan Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP), ilkin 35. maddenin ilave imkanlarla uygulanması biçimindedir. Söz konusu yıllar arasında DPT tarafından desteklenen ÖYP, lisansüstü eğitim verme imkânına sahip olan yükseköğretim kurumlarında araştırma görevlilerine lisansüstü eğitim yaptırılarak öğretim üyesi yetiştirilmesi amacıyla düzenlenmiştir. Bu amaç doğrultusunda eğitim almaları için farklı üniversitelere gönderilen ÖYP’li araştırma görevlilerinin eğitim süreleri program kapsamında belirlenmiştir. Bütün öğrencilere tanınan sınırsız eğitim süresi hakkından mahrum edilen ÖYP’li araştırma görevlileri kısıtlanmış bir zamanda lisansüstü eğitimlerini bitirmeye mahkum edilmişlerdir. Zamanında eğitimini tamamlayamayan ÖYP’li araştırma görevlilerinin hem kadrolarıyla ilişikleri kesilmiş hem de öğrencilikleri sona erdirilmiştir.
Bununla birlikte, lisansüstü eğitimlerini tamamlayan ÖYP’li araştırma görevlileri kadrolarının bulunduğu üniversitelere geri döneceklerinin ve aldıkları eğitim süresi kadarınca orada hizmet vereceklerinin garantisi için yüksek meblağlı senetlere imza atmaya mecbur edilmişlerdir. Bu aslında insan hayatını ipotek altına almaktan farklı değildir!
ÖYP, temelindeki araştırma görevlisi yetiştirme amacına bağlı kalmak suretiyle 2010 yılında esas ve usulleri yenilenerek uygulanmaya devam etmiştir. Hatırlayalım, ÖYP esasında büyük ve köklü üniversitelerde lisansüstü eğitimlerini tamamlayan araştırma görevlilerinin yeni açılan üniversitelere öğretim üyesi olarak atanmaları ve bu üniversitelerdeki öğretim üyesi açığını karşılamaları için tesis edilmiştir. Fakat ilk defa 2011 Temmuz ayında yeni açılan üniversitelerin yanında büyük ve köklü üniversitelere de araştırma görevlisi alımı gerçekleştirilmiştir. Böylelikle ÖYP’nin amaçlarına bir yenisi daha eklenmiştir. Basına cari adı verilen eski usulle akademik personel alımının alternatifi olarak yansıtılan ÖYP sayesinde dönemin YÖK başkanının ifadesiyle akademide ”Dayım var devri” bitecek ve üniversitelere personel alımında ahbap çavuş ilişkisinin önüne geçilecektir. Artık akademisyen olmak için lisans genel not ortalamasının, ALES sınavı puanının ve yabancı dil puanının farklı ağırlıklarla hesaplanmasıyla yapılacak merkezi atama yeterli hale getirilecektir. Fakat merkeziliğin haklı şüphelere yol açtığı zihinlerimizde bu kez de “merkezi dayılık” fikri yer edinmiştir.
ÖYP’nin kamuoyuna çok büyük bir hizmet olarak yansıtılmasına zemin hazırlayan bir diğer niteliği de bu program kapsamında atanacak araştırma görevlilerine ayrılan proje ve seyahat ödenekleridir. Fakat YÖK sonradan yaptığı bir düzenlemeyle bu ödenekleri çok büyük bir oranda kesintiye uğratarak ÖYP’li araştırma görevlilerini mağdur etmiştir. Zira bazı üniversiteler ÖYP bütçelerini bahane ederek bu program kapsamında atanan araştırma görevlilerine fakülte bütçelerinden faydalanmayı men etmişlerdir. Bu durumda ÖYP’li araştırma görevlilerinin hem malzemelerini hem de proje ve seyahat giderlerini kendilerine tahsis edilen kısıtlı bir bütçeden karşılamaları gerekmiştir.
Bu örneklerden de görüleceği üzere ÖYP, uygulandığı süre boyunca çeşitli keyfi değişikliklere uğratılarak araştırma görevlilerine ciddi mağduriyetler, hak gaspları yaşatan bir program haline gelmiştir. ÖYP programının özellikle son dönemlerde ciddi mağduriyetlere neden olduğu durumlardan biri de yine keyfi bir biçimde 4 Şubat tarihinde yapılan değişikliktir. Bu değişikliğe göre derslerini başarı ile tamamlayan ÖYP araştırma görevlilerinden kadrolarının bulunduğu üniversitelerin teklifleri ve YÖK Yürütme Kurulu kararı ile kadrolarının bulunduğu yüksek öğretim kurumlarına dönmeleri beklenmektedir. Bu araştırma görevlilerine lisansüstü eğitim çalışmalarının gerektirdiği durumlarda ancak kısa süreli olmak kaydıyla izin verilecektir.

5. Sonuç Yerine
Bugün bir avuç insanın zenginliğini finanse etmek için çalışan milyonların açlık, yoksulluk, ve sefalet içinde yaşadığı bir dünyaya mahkum edilmeye çalışılıyoruz. Katliam, kan ve gözyaşına, savaşlara mahkum ediliyoruz. Dünyanın sonunun geldiği tezi bu durumun meşrulaştırılmasına ve milyonlar tarafından sineye çekilmesine dönük önemli bir “akademik” hamledir. Oysa başka bir dünya mümkündür ve akademi bu dünyanın bilgisini üretmekle mükelleftir. İktidarın olanca gücüyle saldırması da bundandır. Bu iktidar için ölüm-kalım savaşıdır.
BİMER üzerinden yapılan şikayetlerle akademisyenlerin gözaltına alınması, sınavda sorulan sorulardan facebook paylaşımlarına kadar bir çok akademik ve/veya kişisel verinin dava konusu edilmesi, Barış İçin Akademisyenlere ve dayanışma metinlerini imzalayanlara yapılan saldırılar, “legal görünüm altında illegal faaliyet gösteren yapılara destekleyen kamu çalışanları”na yönelik düzenlenen genelge[6], 657’de yapılması planlanan değişiklikler[7], YÖK yasasında yapılması planlanan değişiklikler, bütün bunlar iktidarın akademiyi susturma çabalarıdır.
Öte yandan genç akademisyenler, akademinin değiştirici ve dönüştürücü gücü olmayı sürdürmektedir. Güvencesizlik ve alabildiğine esnek çalışma koşulları onları açık hedef haline getirmektedir. 4 Şubat genelgesi işte bu noktada daha farklı bir anlam kazanmaktadır. 4 Şubat genelgesi başlatılan tasfiye sürecinin bir aracıdır. Bu süreç asistanlardan başlamak üzere tüm akademiye karşıdır ve kazanmanın yolu birlikte mücadele etmektir. Ortak talepler oluşturulmalı ve bu talepler doğrultusunda ortak mücadele hattı örülmelidir.
Bizlere dayatılan savaş, katliamlar, infazlar, yaygınlaştırılmak istenen güvencesizlik ve baskı ortamı, giderek derinleşen ve bedeli bizlere ödettirilen ekonomik kriz ancak planlı, ısrarlı ve ortak mücadele ile aşılabilir. Bu kan gölü içinde filizlenen yeni yaşamı büyütelim.

Betül Havva Yılmaz
Gülşah Gülen

Notlar:

1) Yazı boyunca “genç akademisyenler”den kasıt araştırma görevlileri, proje asistanları ve doktora öğrencileridir.

2) Daha ayrıntılı bir araştırma için bkz. Eğitim Sen (2015), Araştırma Görevliliği: Akademik Değil İdari Memur, Bilim Fidanlığı Değil “Amirin İçini İstediği Gibi Doldurabileceği Bir Boşluk” http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2015/08/asistan-anketi.pdf

3) http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/oyp-sistemine-ilk-kurban-verildi-bir-asistan-intihar-etti-haberi-71666

4) http://yok.gov.tr/documents/10279/15107493/50d_li_akademisyenlerle_ilgili_genel_kurulda_alinan_karar_29_05_2015.pdf/

5) Değişiklik Madde 11’a eklenen 3. bölümde yer alıyor: http://www.yok.gov.tr/web/oyp/usul-ve-esaslar

6) Başbakanlıktan: Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları Hakkında Genelge 17 Şubat 2016 : http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/02/20160229.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/02/20160229.htm

7) Esasında öğretim üyeleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabii değildir, öğretim üyelerinin çalışmalarının usul ve esasları 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nca düzenlenmiştir. Barış İçin Akademisyenlere açılan soruşturmaların bir kısmı usulüne aykırı olarak 657 sayılı kanuna dayanarak açılmıştır. Genelde yapıldığı üzere, hukuki değişikliklerden önce fiili uygulamaların başlatılması gündemdedir.
http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.657.pdf (657 sayılı kanun)
http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.2914.pdf (2914 sayılı kanun)

Ama’sız, fakat’sız, eğer’siz

Alışıyoruz.
Sokaklarımızda patlayan bombalara,
Aylarca süren sokağa çıkma yasaklarında insanların aç ve susuz kalmasına,
Ölen bebeğini buzdolabında saklayan anne babalara,
Cenazelerini kaldırmak için beyaz bayrak ile yürüyenlere ateş açılmasına,
Hastasını hastaneye götüremediği için ölümünü izleyenlere,
Kendi evlerinin sınırları içinde tanklardan atılan top mermileri ile ölümlere,
Ölü bedenlerin polis araçlarına bağlanarak sürüklenmesine,
İster Türk ister Kürt olsun, yoksul emekçi aile çocuklarının kıyımına,
Ölümlerin birer rakamdan ibaret olmaya başlamasına,
Ve yalana ve yolsuzluğa ve hukusuzluğa ve diğerlerine…
Alışıyoruz…
Alıştıkça duyarsızlaşıyoruz. Sorgulamıyoruz..Boyun eğiyoruz. Ortak oluyoruz…
Oysa bilim sorgular. Boyun eğmez.. Toplum yararı için gerektiğinde bedel öder.
Suça ortak olmaz…
Bir akademisyenin görevi sadece eğitim ve araştırma yapmak değildir. “Topluma hizmet” akademinin ve akademisyenin temel görevleri arasındadır. Bin yıllık üniversite geleneğinden bihaber olanların cehaleti bu gerçeği değiştirmez.
Örneğin, “21. Yüzyıl için Dünya Yüksek Öğretim Deklarasyonu” bir üniversite ve dolayısıyla bir akademisyenin -diğerlerine ek olarak- barış, adalet, insan hakları, demokrasi, vb. konulardaki rol ve yükümlülüklerini açıkça gözler önüne sermektedir.
Barış İçin Akademisyenlerin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlığıyla 11 Ocak 2016’da kamuoyuna duyurduğu bildiriye öncelikle akademisyen olma yükümlülük ve sorumluluklarım çerçevesinde imza attım. Ama ötesi var…
Ela gözlerinde yeşil hareler, büyük, güzel ve muzaffer ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretim için attım..
Yelken olmak, kürek olmak, dümen olmak, balık olmak, su olmak için attım…
Hüznüm isyan olduğu için attım…
Büyük aşkların yolculuklarla başladığını ve bu yollara ancak serüvencilerin düştüğünü bildiğim için attım.
Yaşamayı ciddiye aldığım ve kocaman gözlüklerimle, beyaz gömleğimle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceğim için attım,
Ölüm ve savaşın karşısında, yaşam, barış ve adaletten yana olduğum için attım… Ama’sız, fakat’sız, eğer’siz: Bu suça ortak olmayacağım için attım.

 

Göksel N. Demirer

ODTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü

DİSK Genel Kurulu; neyin yol ayrımı?

‘Usul gereği davet edildi’ denilen çalışma bakanının DİSK üyesi delege işçiler tarafından sükûnetle dinlenilmesi beklenemezdi. İşçiler haklı olarak; işçi cinayetlerinden ilk sırada siyasi sorumluluğu olan, kıdem tazminatı fonu, kiralık işçi büroları gibi işçinin boynuna ip takmak anlamına gelen yasaların ısrarlı savunucusu olan sermaye sınıfının bakanına, mensubu olduğu partisine öfkelerini kustular. Bakan; “Kıdeme uzanan eller kırılsın”, “Hırsız katil Erdoğan”, “Katiller dışarı”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek” sloganlarıyla salondan kovuldu.
Bu konu Bakan-AKP-Sermaye sınıfının derdi olsun…
Başını Birleşik Metal-İş’in çektiği 3 sendikanın genel kurulu protesto ederek delegeleriyle birlikte salonu terk etmesi bizi ilgilendiriyor. Bizim-DİSK’in-İşçi sınıfının derdidir.
DİSK’in kendi içinde ne olduğu da hayli tartışmalı olan yol meselesine dair bir ayrımın su yüzüne çıkması 15’nci genel kurula nasip oldu. İşçi sınıfı açısından hayırlı olmadığı açıktır. İçinden geçilen süreç, işçi sınıfına saldırıların boyutları göz önüne alınırsa, tüm yetmezliklerine, iç sıkıntılarına rağmen bu genel kuruldan yarına umut vadeden bir perspektif ve mücadele hattı çıkması beklenirdi. İki taraf çıktı.
İki tarafın da iddiası odur ki; her biri DİSK’in tarihine, ilkelerine, mücadeleci geleneğine uygun tutum içindedirler. “DİSK biziz”, “DİSK’in kurucu iradesinin bugünkü DİSK’teki temsilcileriyiz” denilmektedir.
Bir tarafı, işçi sınıfının ekonomik, siyasal, ideolojik çıkarlarının bütününü temsil etme umudu vadetse hayırlı olmuştur denilebilirdi, böyle bir durum söz konusu değildir. Henüz kendi sendikalarımıza üye işçileri örgütleyememiş durumda iken, henüz konfederasyona bağlı çoğu sendikanın üye sayısı onlarla, yüzlerle ifade ediliyor iken büyük laflar etmenin inandırıcılığı yoktur. İdeolojik karmaşa başlıca sorun.
İçinden geçilen sürecin zorlukları yaşanıyor… Önümüzdeki sürecin daha çetin daha çatışmalı bir süreç olacağı da kesindir. Belli ki bu koşullarda sözlü yazılı iddiaların, hamaset nutuklarının hükmü olmayacaktır. Kimin nerede duracağını, kimin nereye savrulacağını sürecin ihtiyaçları karşında takınılan tutum-eylem belirleyecektir.
İşçi sınıfına dayatılan esaret koşulları, işçilerin içine sıkıştırıldığı cendere giderek çekilmez hale geliyor. İşçiler, sendikaların güven vermez tablosuna rağmen, çoğu zaman devlet ve patronlarla işbirliği içinde işçinin cendereye alınmasına ortaklık yapmalarına rağmen (elbette samimi olarak işçi sınıfının çıkarları için mücadele edenleri dışında tutuyoruz) ısrarla sendikalarda örgütlenmeye çalışıyor.
Fabrikalar, işyerleri, işçi havzaları kaynayan kazan misali hareketlidir. Sadece 2015 yılında yüzlerce grev-direniş-iş yavaşlatma-işgal-yürüyüş vb. eylem kaydedildiği göz önüne alınırsa ‘kaynamanın’ hayli ciddi boyutta olduğu anlaşılacaktır.
Sermaye sınıfı işçi sınıfının ve sendikaların ipini çekmek üzeredir. AKP eliyle meclisten çıkarılmaya girişilen kıdem tazminatı fonu, kiralık işçi büroları, tüm esnek çalışma biçimlerini dayatan saldırı paketi kanunlaştırıldığında patronlar zil çalıp göbek atacaktır.
DİSK, böyle bir süreçte genel kurul yaptı ve genel kurul bir gelecek vadetmedi.
Neyin yol ayrımı?
Hangi tarafın ne dediğinden öte, genel kurulda ayrıma yol açan, DİSK de içinde, sınıfsal-toplumsal bir nesnellik söz konusudur. Yaşanan çelişki ve çatışmaları dünya-bölge konjonktüründen bağımsız ele almak mümkün değildir.
Ortadoğu, Kürdistan, Anadolu; bir bütün olarak bölgemiz, emperyalist pazar paylaşım savaşımının merkezi durumundadır. Çelişki ve çatışmalar şiddetlidir. Şiddet; ekonomik, sosyal, siyasal, askeri her alanda kendini hissettirmektedir. Bu çelişki ve çatışmaların şiddeti bir turnusol işlevi görerek aynı zamanda bir saflaşmayı da kaçınılmaz hale getiriyor. Bizim ülkemizdeki şiddetini her an yaşayarak iliğimize kadar hissederken siyasal bir ayrışma, saflaşmayı da beraberinde yaşıyoruz.
Bunun DİSK’teki tartışmayla alakasını uzatmadan ifade edersek; ayrışmanın temelinde bir tarafıyla DİSK’in kapsamlı sermaye saldırıları karşısında ancak günü kurtarmaya çalışan zayıf, statükocu pozisyonu var ise-ki salonu terk edenler bunun içindedir- diğer tarafta ise DİSK yönetiminin Kürt hareketiyle ilişkisinin sorgulanması var. Ayrışmada öne çıkan Kürt hareketiyle ilişkisi meselesidir. Bir tercih yapmaya, saflaşmaya tekabül ediyor.
Bu husus, genel kurulu protesto ederek ayrılan 3 sendikanın 22 Şubat’ta yayınladığı ortak bildiride şöyle ifade ediliyor: “15. Genel Kurul; dar siyasal, etnik ve inanç temelinde yaklaşımları öne çıkartmak isteyenler ile demokratik sınıf ve kitle sendikacılığı ilkelerine bağlı olarak sendikal politikalar üretmeye gayret edenlerin mücadelesine sahne olmuştur.”
Haksız ve abartılı bir eleştiridir. 15’nci genel kurulda sözü edilen ayrışma üzerine ciddi bir tartışma dahi yapılmadı. DİSK’te ‘dar siyasal, etnik ve inanç temelinde yaklaşımları öne çıkartmak isteyenler’ var ise bu anlayışın delegeler karşısında köklü bir eleştirisini yapmak bunu iddia edenlerin sorumluluğudur. Protesto edip ardından, ‘şöyle bir mücadeleye sahne oldu’ açıklaması yapmak ‘demokratik sınıf ve kitle sendikacılığı ilkelerine bağlı olmakla’ uyuşmayan bir tutumdur.
İyi niyetli bir okumayla sorarsak; Acaba bu eleştirinin arkasında yatan kaygı, Kürtlere savaş açan devletin ırkçı-milliyetçi zehrinden etkilenen işçileri kaybetmeme kaygısı mıdır?
Ya da 7 Haziran seçim sonuçları yok sayılmayıp Kürtlere savaş açılmasaydı ve diyelim ki DİSK yöneticileri Kürt siyasetiyle daha yakınlaşmış olsalardı yine “…dar siyasal, etnik ve inanç temelinde yaklaşımları öne çıkartmak isteyenler…” eleştirisi yapılacak mıydı?
Umalım ki mesele siyasal bir tercih, saflaşma değil de işçileri kaybetmeme kaygısından kaynaklı olsun!

 

ARİF ÇINAR

Savaşın Batı Cephesinin Soru(n)ları İle “Doğu”*

“Her şeyi yeniden tanımlamak zorundayız.

‘İnsan olmak ne demektir’den başlayarak.”[1]

Sürdürülemez kapitalist egemenliğin çıldırdığı bir dünya ile, yeniden paylaşımın altüst ettiği bölge(miz)de savaşın tırmandığı, “(post)modern zamanlar”dan geçtiğimiz bir “sır” değil. Tanık/ taraf kılındığımız kesit zor mu zor!

Coğrafyamızın “Doğu” cephesinde, Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan ulusal talepleri, egemen terörle bastırılmak istenirken; Batı’da da giderek büyüyen/ büyütülen bir yabancılaşma eşliğinde muhalefete yönelik şiddetin dozu sürekli arttırılıyor. Savaş “Doğu”da çıplak zorun silahı, topu, tüfeğiyle yürütülürken; Batı’da ise özgürlüğün, eşitliğin, mücadelenin, kardeşlik ve dayanışmanın karşısına korkunun tiranlığı dikiliyor.

Antonio Gramsci’nin, “Eski öldüama yeni henüz doğmadı,” formülasyonuyla betimlenmesi gereken bu hâl, bir “geçiş”, “sıkışma” ve “çürüme” momentidir.

Bu tabloda ilk anımsanması gereken: Delphi Apollon tapınağının girişindeki, “Nosce te ipsum/ Kendini idrak et” uyarısı ile Diyojen’in gündüz vakti Sinop sokaklarında lamba ile dolaşırken, “Homini quaero/ İnsan arıyorum” haykırışıdır.

“(Post)modern zamanlar”da bu kadarı da yetmez elbet!

Bir de Alain de Botton’un, “İnsan ancak bir şeyin ne olmadığını anlamak suretiyle onun tam olarak ne olduğu bilgisine yaklaşabilir”;[2] José Saramago’nun, “Kim olduğunu bilmiyorsan kendin olabilmen mümkün değildir… Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin,”[3] saptamalarını anımsamak büyük öneme haizdir…

 

  1. AYRIM: “(POST)MODERN ZAMANLAR”

 

Kapitalist tüketim kültür(süzlüğ)ünün kollarındaki yabancılaşma insan(lık)ı sürüleştirirken;[4] gerçeğin yerine “gibi”nin ikame edildiği devasa bir “sahne gösterisi”ne dönüşmüştür “(post)modern zamanlar”da; “yaşam” denilen!

“Yaşanan yabancılaşmanın en büyük ve en tehlikeli sonucu da gündelik hayatın ritminden kopan modern insanın pozisyonsuzluğudur,” vurgusuyla Jean Baudrillard’ın eklediği üzere: “Köprüdeki intiharı seyreden otomobil sürücüsü ya da metrobüs yolcusu, camın ardından, televizyon monitörüne bakarcasına, ‘ne kadar yakın, o kadar uzak!’ paradoksuna tutsak kalmaya başlar. Bir süre sonra bu tutsaklığı tercih de eder. Çünkü ‘pasif tanıklık’ hiç bir zaman yormayacaktır kendisini. Televizyon izleyicisinin hantallığı, gündelik hayatın öznesiyken de yapışmıştır bedenine. Böylece köprüdeki intihar, ellerinde patlamış mısır ve colalarla seyredilen bir ‘sahne gösterisi’ne dönüşüvermiştir…”[5]

Söz konusu “sahne gösterisi”nde itaat toplumsal yapı ve davranışların temelidir. Düşünme gücünü itaat etmeye tabi kılan pozisyon teslimiyet, boyun eğiş ve duygu ise kederdir.

Tam da bunun için “Despot ile köle arasındaki kutsal birlik; despotların örselenmiş ruhlara, örselenmiş ruhların ise despotlara ihtiyacı vardır…”[6]

Bu da, bire bir, “(post)modern zamanlar”daki insan(sızlık) hâlinden başka bir şey değildir.

 

I.1) İNSAN(SIZLIK) HÂLİ

 

“Travmatik ve depresif sonuçlar”ıyla,[7] “Dünyanın dört bir yanında insanlar bunalıyor”ken;[8] “Kapitalizm, tek ‘mümkün’ yaşam tarzı olarak kendini dayattığından bu yana, post-modernizmin neo-liberalizm- küreselleşme dünyasında yetişmekte olan kuşaklar… dünya denen hapishane”nin[9] köleleştirilen mahpuslarıdır.

Unutulmasın: “Köleliğin yasaklandığı, tarihin bir yalanıdır.[10] Kölelik yasaklanmamıştır, sadece biçim değiştirmiştir.”[11]

Köleliği yücelten, “olağan” denilenin bir parçası kılan sürdürülemez kapitalizm vahşetinde somutlanan toplumsal düzen, bilincimizi ve kendimizi algılayışımızı biçimlendirirken iktidara itaati ister ve aynı zamanda bunu kendi amacımız gibi dayatır.

İnsan kimliği, sömürü düzeninin rolleri ve simgeleriyle özdeşleşir. Bu da bizi iktidarla özdeşleşmeye götürür ve empati yapma yeteneğimizin kaybolmasına yol açar.

Kişi kurum ve organizasyonlar içinde otorite sembolleriyle özdeşleşirken, bir yandan otoriteye boyun eğmeye hazırken kendine yabancılaşır.

Böylelikle de tüketim toplumunun yabancılaşmış insanı, kendini anlamlandıran özünden, vicdan ve merhametten koparak insan olmanın zeminini kaybedip; güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlayan bir araç, nesne hâline gelir.[12]

Nesneleşen insan, insan olmaktan çıkarken; sürüleştiren korku iktidarının kölesi olup çıkar; kolay mı, “Timor est emendator asperrimus/ Korku en sert ıslah edicidir”!

Hatırlayın: Korkunun psikolojik yaralanmalarını, korkunun sosyal oluşumunun insandaki etkilerini, küçük yaşlarımızdan beri korkutarak öğrettiler. Düşlerimize bile egemen olabilecek bilimsel yöntemler geliştirdiler. Gerçekdışı kahramanlar yaratarak onlara öykünmemizi istediler, böylelikle kendimiz gibi olabilmeyi engellediler ve yaşadığımız hayal kırıklığı korkularımızı körüklediler![13]

Böylelikle tüketim toplumunun kuklalarına tahvil ettiler!

Jean Baudrillard’a göre günümüzde tüketim, doğal ihtiyaçların mal ya da hizmet aracılığıyla tatmin edilmesi olarak değil, kodlar ve kurallarla düzenlenmiş global ve tutarlı bir göstergeler sistemi olarak yorumlanmalıdır. Bu sistemde ihtiyaç ve hazların olumsal dünyasının, doğal ve biyolojik düzenin yerini, bir toplumsal değerler ve sınıflandırmalar düzeni almıştır. Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır.

Genel bir toplumsal farklılaşma mantığı ortaya çıkar. İhtiyaç artık tikel bir nesneye duyulan ihtiyaçtan çok, bir farklılaşma ihtiyacıdır. Toplumsal olarak üretilmiş rasyonel ve hiyerarşik ihtiyaçlar sisteminde tüketici tek tek nesnelere değil, mal ve hizmetler sistemini bütünüyle satın almaya yönlendirilir; bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir.

Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. Çünkü temel toplumsal etkinlik ve bütünleşme biçimi, geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir. Bu anlamda tüketim bireyin özgür bir etkinliği değildir. Tersine hem ihtiyaçlar sistemini üreten ve yönlendiren üretim düzeninin, hem de birer gösterge olarak tüketim mallarının kazandırdığı görece toplumsal prestiji ve değeri belirleyen anlamlandırma düzeninin zorlaması altındadır. Sonunda bu yabancılaşma o kadar kapsayıcı olur ki, tüketim toplumunun yapısı hâline gelir.[14]

Söz konusu yabancılaşmayladır ki, kapitalizmin yarattığı yeryüzü cehennemi rasyonalize edilir.

Hem de ‘Oxfam’a göre, dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin elinde bulunan servet, tüm dünyanın geri kalanındaki servetten daha fazla olmak üzereyken!

2016’da dünya nüfusunun yüzde 1’lik en zengin kesiminin sahip olduğu varlıkların, dünyadaki tüm servetin yüzde 50’sini aşması beklenip; dünyanın en zengin 80 kişisinin servetinin, yaklaşık üç buçuk milyar kişinin servetine eşitlenmişken…

Ve 2009’dan beri dünyanın en zengin kesiminin sahip olduğu servet yüzde 44’ten yüzde 48’e yükselmişken…[15]

Ayrıca dünyanın en zengin 62 kişisinin serveti dünya nüfusunun yarısının sahip olduğundan daha fazlayken…[16]

Dünya nüfusunun yüzde 1’i dünya zenginliğinin (servetinin) yarıdan fazlasına, yüzde 8.1’i de dünya zenginliğinin yüzde 86.4’üne el koyarken…[17]

‘The Forbes’ dergisinin 2015 yılında dünyanın en zenginleri listesinde, Microsoft’un kurucusu Bill Gates, 79.2 milyar dolarlık servetiyle yine birinci sırada yer alırken…[18]

Bu vahşeti ayakta tutan, kapitalist terör ile yabancılaşmanın insanı hiçleştiren teslimiyetidir!

“Hiçleşme” dedim! Bir örnek bile yeter…

‘Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre, dünyada her 40 saniyede bir kişi intihar ediyor. Bu sayı her yıl savaş ve doğal afetlere kurban gidenlerden daha fazla…

Rapora göre, en yüksek intihar oranları Doğu Avrupa ve Asya’da bulunuyor. İntiharların yüzde 25’i zengin ülkelerde gerçekleşiyor.[19]

İntiharlar ABD’de, 15-24 yaş arası ölümlerin (kazalar ve cinayetlerden sonra) üçüncü en sık nedeni olurken, 5-14 yaş arası ölüm nedenleri arasında altıncı sırada yer almaktadır.[20]

Evet, “(post)modern zamanlar”da dünyayı değiştirerek özneleşmek yerine; ona teslim olanlar nesneleşerek “hiçleşmek”tedirler!

O hâlde insan(lık)ı, “hiçleştiren” sürdürülemez kapitalizm aynı zamanda onu geleceksizleştiren bir barbarlığa mahkûm etmektedir.

Tıpkı coğrafyamızdaki gibi…

 

  1. AYRIM:TOPLUMSAL HÂL(İMİZ)

 

Ahmet Ümit’in, “Sabah böyle bir ülkede uyanıyor olmak moralimi bozuyor,”[21] dediği “Türkiye’de bugün köylülük değil, kasabalılık egemen,”[22] der İlber Ortaylı…

Toplumsal yapı taşralaşıp; kültürel muhafazakârlığı devreye sokarken; “Despotizm esas, demokrasi fürûattır[23]!”[24] Hilmi Yavuz’un altını çizdiği gibi…

Kolay mı? “Türkiye toplumsal ilişkilerin güvenlik temelinde çürüdüğü bir toplum”ken;[25] TV kanallarında dünyanın güneş etrafında dönmediğini söyleyebilen, meleklerin, şeytanların, cinlerin masallarda değil hayatın içinde ve ötesinde olduğunu ilan eden hurafe, her zaman olduğu gibi boydan boya siyasetin hizmetindedir. “Cehennem ateşine dayanıklı kefen” satanlar, hayat yorgunlarına umut dağıtmayı, “ne mutlu size ki oğlunuz şehit oldu” diyebilmeyi, siyasete boyun eğdirmeyi hâlâ başarıyorlar![26]

Ataol Behramoğlu’nun, “Türkiye bir açık hava ‘tımarhanesi’ mi?”[27] sorusunu dillendirdiği koordinatlarda bu tastamam bir “cinnet hâli”dir…

Cinnet, Arapça kökenli bir kelimedir. Türkçe karşılığı ise, “delilik” yani aklî “dengesi bozulmuş olan kişinin durumu”yken; Türkiye’deki toplum psikolojisini değerlendiren Levent Üzümcü, “Türkiye nefretle yönetiliyor. Susmalar başladı. Asıl sıkıntı bu,”[28] diye ekliyor.

Toplumsal paranoyaların sıradanlaştırıldığı iktidar dizaynında; “Tuhaf günlerden geçiyoruz. Kısa süre içerisinde bambaşka duyguları yaşar olduk. 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından ülke muhalefetinde oluşan olumlu havanın, mutluluk hâlinin yerini karamsarlığa bırakması çok uzun sürmedi. Hızla girdiğimiz savaş ikliminde cenaze görüntüleri üstümüze yağmaya başladı. Başta büyükşehirler olmak üzere ülkenin dört bir yanında bomba ihbarları, canlı bomba uyarıları havada uçuşur oldu. Fünyeyle şüpheli paket patlatmak vaka-i adiye hâline geldi. Paket getiren kuryelerden, metroda yanımıza oturan abiden şüphelenir olduk. Toplu taşıma araçlarına binmekten kaçınmak, kalabalıklardan uzaklaşmak içimizde bir yerlere oturdu… Her şey o kadar gerçek ki, olan biteni toplumsal paranoya hâli ile tasvir etmek bile abes kaçıyor,”[29] diyor psikoterapist Murat Paker…

“Sır” değil; toplum olarak ruh sağlığımızın pek yerinde olmadığı ortada! En basit insan ilişkilerinde büyük bir şiddet, vurdumduymazlık, acımasızlık egemen…

“Nasıl” mı?

Gayet basit: i) Toplum olarak genelde sonuca odaklı değerler sistemine göre hareket ediyoruz… ii) Her zaman haksız da olsa güçlüden yana olmak gibi faşizan bir düşüncenin izleyicisiyiz… iii) Güce taparak adaletsizliğinden yakındığımız düzenin işleyişine katkıda bulunmuş oluyoruz… [30]

Bunların böyle olması, depresif toplumsal yapının ortaya çıkmasında önemli oluyor.

Malum olduğu üzere “depresyon”, çökme demek. Çöküntü, çökkünlük. Bir tıp terimi olarak ruhsal denge bozukluğu…

Yabancılaşmanın kollarında yaşamı tehdit altındaki toplumun çaresizliğinin depresyona yol açmasında şaşılacak ne olabilir ki?

Hem toplumsal depresyonun belirtileri: i) Kötümserlik, yaşama sevincinin azalması; ii) İlgi kaybı, isteksizlik; iii) Harekete geçememe; iv) Kararsızlık, güvenememe; v) Dikkatsizlik, konsantrasyon bozukluğu değil midir?

Evet, depresyonu yaratan “umutsuzluk, çaresizlik duygusu, kararsızlık, harekete geçememe durumu”yken; depresyondan kurtulmak da: i) Umudunu yaratan kararlılıktan; ii) Çarenin kendi olduğu bilincinden; iii) Harekete geçmekten, mücadele etmekten, risk almaktan geçiyor…

Bunları yapamamanın, yapmamanın bedelidir depresyon!

Aslında “depresif durum”, kapitalist yaşamla uzlaşmanın bir yolu; bedel ödemekten kaçınmanın bedeli; görmezden gelmenin, sorumluluktan kaçmanın sığınağı olmaktır![31]

Veriler de bu hâlin kanıtı…

 

 ‘TÜRKİYE’Yİ ANLAMA KILAVUZU’[32]
Türkiye’de 10 kişiden altısının medya ve internete sansür uygulanabileceğini düşünüyor. Yani yüzde 60’a göre medya ve internet sansürü normal.
Ankete katılanlara “Kadının çalışması için eşinin izni şart mı” diye soruldu. Erkeklerin yüzde 69’u evet cevabı verirken, kadınların da yüzde 57’si evet dedi.
Anketörlerin içinde erkeklerin yüzde 20’si “gerektiğinde kadınlara tokat atılabileceğini” söylerken, kadınların ise yüzde 18’i bu soruya evet cevabı verdi.
“Dinin gereklerini yerine getiriyorum” diyenlerin oranı yüzde 71, evde de başını örttüğünü söyleyen kadınların oranı 37, “Başımı dışarı çıkarken örtüyorum,” diyenlerin oranı ise yüzde 60.
Hiç müzik dinlemeyenlerin oranı yüzde 24, hiç kitap okumayanların yüzde 45, hiç radyo dinlemeyenlerin yüzde 29, hiç gazete okumayanların oranı ise yüzde 29.
İnternet kullanım oranları da hayli düşük. “İnternette hiç sörf yapmıyorum” diyenlerin oranı yüzde 68.
Ankete katılanların yüzde 96’sı hiç opera ve baleye gitmediğini söylerken, konsere gitmeyenlerin oranı ise yüzde 73.
Katılımcıların yüzde 80’i tiyatroya, yüzde 56’sı sinemaya hiç gitmemiş.
Yurtiçinde hiç tatile gitmeyenlerin oranı ankete göre yüzde 45, yurtdışı tatili ise katılımcıların yüzde 94’ünün yapamadığı bir şey.
Yürüyüş dahil hiçbir sportif faaliyette bulunmayanların oranı yüzde 46, ailemle yemeğe çıkmıyorum diyenlerin oranı 38. Öte yandan haftada en az iki kez ev gezmesine gidebilenlerin oranı ise yüzde 39.

 

 “TÜRKİYE’DE VATANDAŞLIK”[33]
Türklerin yüzde 75’i “İnsanların çoğunun kendisinden yararlanmaya çalıştığını” düşünüyor.
Yüzde 14’ü insanlara “güvenilebileceğini”, yüzde 86’sı da insanlara karşı “dikkatli olunması gerektiğini” düşünüyor.
Yüzde 70, “toplumsal ve siyasal kuruluşlarda aktif olarak çalışmanın” önemli olduğunu söylerken; sosyal ve siyasal faaliyet için para bağışı yapan ya da bağış toplayanların oranı yüzde 6; bir siyasal partiye üye olanların oranı yüzde 12; sendika üyeliği bulunanların oranı yüzde 6; spor kulübü, kültür, boş zaman değerlendirme kuruluşlarına üye olanların oranı ise yüzde 6’da kalıyor.
“Benim gibi kimselerin hükümetin yaptıkları konusunda söz hakkı yoktur” diyenlerin oranı ise yüzde 29.
Siyasete ilgi duyduğunu söyleyenlerin oranı ise sadece yüzde 30.
Yüzde 50 Türkiye’de demokrasinin yetersiz işlediğini düşünüyor. 10 yıl sonra demokrasinin daha iyi olacağını düşünenlerin oranı yüzde 48 civarında.

 

“Türkiyeli 4 gençten 3’ünün hayali yurtdışına kaçmak”![34]

“Türkiye’de kötümserlik arttı”![35]

Türkiye’de nüfusun yüzde 85’i “kuralsızlık ortalaması”nı aşan tavırlar ve anlayışlar içinde! Sosyolojide buna “anomik toplum”, kuralsızlığın yaygın olduğu toplum deniliyor![36]

Türkiye’de her 10 kişiden birinde “anksiyete” yani “kaygı bozukluğu” görülüyor![37]

Türkiye’de 12 yıl içinde Türkiye’deki intihar vakaları yüzde 33 arttı. 2002 yılında toplam nüfus 65 milyonken 2014’te 78 milyona ulaştı. Bu rakamlara göre 12 yılda ülke nüfusu yüzde 20 arttı. Ancak ülkedeki intihar vakalarının nüfus artış hızının çok üstünde yaşandı. İntiharların nüfusa oranı 2002’de yüz binde 0.719 iken, bu oran 2014’te yüz binde 3.94’e yükseldi. 2002’de erkeklerde kadınların yaklaşık 3 katına yükseldi. Erkeklerde yüz binde 5.84 iken kadınlarda yüz binde 2.04 oldu![38]

Türkiye’de şizofreni hastası yüzde 1 oranında, yani her 100 kişiden biri hasta. 450 bin ile 600 bin arasında şizofreni hastası var![39]

Toplum olarak psikolojimiz bozuluyor. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre 5 yılda psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle sağlık kuruluşlarına başvuranların artış oranı yüzde 330…

2009 yılında psikolojik rahatsızlıklar sebebiyle sağlık kuruluşlarına 3 milyon 21 bin 361 kişi başvururken, bu oran 2013 yılında 9 milyon 163 bin 101’e çıktı…

Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan alınan verilere göre 5 yılda 211 milyon kutu antidepresan tüketildi…[40]

Evet, toplumsal hâl(imiz)in değer(sizlik)leri üç aşağı, beş yukarı böyle!

 

II.1) DEĞER(SİZLİK)LER(İMİZ)

 

Ya değer(sizlik)ler(imiz) mi? Verileri hızla sıralayalım!

  1. i) ‘Charities Aid Foundation’ın 135 ülkeyi kapsayan uluslararası hayırseverlik endeksinde Türkiye 128’inci sırada.[41]
  2. ii) Adana’da, ‘Doğayı Hayvanları Koruma Derneği’ koordinatörü Metin Yıldırım, her gün barınağa en az 10 hayvanın işkence ve kötü muamele sonucu yaralı olarak getirildiğini anlattı.[42]

iii) ‘Gallup’un 65 ülkede yaptığı dindarlık anketinde Türkiye nüfusunun yüzde 79’u dindar çıktı. Yüzde 13 dindar olmadığını ve yüzde 2 ateist olduğunu belirtirken, yüzde 6 kendisini nasıl tanımlayacağına karar veremedi.[43] Türkiye dindar ülkeler sıralamasında 24’üncü oldu. 2012’deki ankette ise, Türkiye’nin yüzde 73’ü kendini dindar olarak tanımlamıştı.[44]

  1. iv) Türkiye’de yılda 4 bine yakın kişi silahla vurulma sonucu hayatını kaybederken, 10 bin kişi de yaralanıyor. Cinayetlerin yüzde 70’inin silahla gerçekleştirildiği Türkiye’de 7.5 milyonu ruhsatsız yaklaşık 10 milyon silah bulunduğu tahmin ediliyor.[45]
  2. v) ‘Avrupa trans ağı Transgender Europe’un (TGEU) raporuna göre Türkiye, 2008 ile 2014 yılları arasında bildirilen 37 trans cinayetiyle Avrupa’da birinci, dünyada ise en fazla trans cinayeti işlenen 9’uncu ülke.[46]
  3. vi) Türkiye’de her 7 kişiden 6’sı “Eşcinsel komşu istemem” diyor.[47]

vii) Türkiye’de toplumun yarısı kürtaja karşı.[48]

viii) ‘Görme Özürlüler Derneği’ ve ‘Türkiye Kas Hastalıkları Derneği’nin ortaklığı ile yürütülen araştırmada, halkın yüzde 70’inin engelli komşu istemediği, yüzde 57’sinin de “engellilerin ayrı okullarda okuması gerektiği” fikrini desteklediği ortaya çıktı.[49]

  1. ix) Gallup’un 148 ülkeyi kapsayan küresel mutluluk endeksinde Türkiye, sondan üçüncü oldu.[50]Ayrıca Türkiye, en duygusal ülkeler sıralamasında 148 ülke arasında 102’inci sırada yer alıyor.[51]
  2. x) Gençlerin gelirleri ile harcamaları arasında ciddi bir makas olduğunu söyleyen Garanti Emeklilik Genel Müdürü Cemal Onaran’a göre gençler üç ayda bir cep telefonu değiştiriyor.[52]
  3. xi) ‘Genç Girişim ve Yönetişim Derneği’nin, ‘Gençlik Araştırması’na göre, gençlerin yüzde 75.7’si Türkiye’de geçinmek için rüşvet almanın doğal olduğuna inanıyor![53]

xii) ‘Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın yolsuzluk konusundaki araştırmasına göre, halkın yüzde 82’isi Türkiye’de yolsuzluk yapıldığına inanıyor. Ankete katılanların yüzde 18’i ise yolsuzluk yapılmadığını belirtiyor.[54] Ancak, burada çarpıcı olan, “yolsuzluğun varlığı”na inanan bir toplumun, buna tepki vermemesi…

xiii) ‘Global İçki Raporu’na göre tüm dünyada 2012 yılında alkol tüketiminde yüzde 2’lik artış yaşandı. Bu artış dalgasının içinde Türkiye’nin de yer aldığı belirtildi.[55]

xiv) TÜİK verilerine göre, Türkiye’de boşanan çiftlerin sayısı 2011’e göre yüzde 1.3 artarak 120 bin 117 oldu.[56] 2006-2011 kesitinde 3.6 milyon çift evlenirken, yaklaşık 640 bin çift ise evliliklerini boşanmayla sonlandırdı.[57]

  1. xv) Çocuk mağduriyeti en çok cinsel suçlarda yaşanıyor. Türkiye’de mağdur çocuk sayısında artış göze çarpıyor. 2008’de yaklaşık 145 bin olayda 243 bin 953 çocuk, 2009 yılında meydana gelen yaklaşık 172 bin olayda 288 bin çocuk, 2010’da ise 710 olayda 328 bin 385 çocuk mağduriyet yaşadı.[58]

xvi) Şefkat-Der’in Türkiye genelev raporuna göre sokaklardaki seks kölesi kadınların sayısı 100 bini geçerken bunların 50 binini çocuklar oluşturuyor.[59]

xvii) “Çocuklara cinsel istismar 10 yılda yüzde 697 arttı”.[60]

xviii) Adalet Bakanlığı verilerine göre, 10 yılda “tecavüz suçu” kapsamında açılan davalar 2 buçuk kat artışla 10 bin 726’ya yükselirken, Bakanlık verilerine dayanan bu rakamlar “cinsel taciz” davalarında 2006’dan bu yana 2 kat artışla 12 bin 729’a yükseldi.[61]

xix) Adalet Bakanlığı’nın Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’na dayanarak aktardığı verilere göre ayda kurula 650 çocuk istismarı dosyası geliyor. Kurulda bekleyen dosya sayısı ise 916.[62]

  1. xx) Türkiye’de her ay Adli Tıp Kurumu’na 650 çocuk istismarı vakası gönderiliyor… Her yıl 91 bin kız çocuğu anne oluyor… Tüm evliliklerin üçte birini 18 yaş altı kız çocukları oluşturuyor… Çocukların Cinsel İstismarı Suç ve Karar 2014 verilerine göre 24 bin 825 mahkeme kararı var. Bunların 13 bin 968’i (yüzde 56.3) mahkûmiyetle sonuçlandı… Cinsel suçlardan mağduriyet nedeniyle güvenlik birimlerine getirilen çocuk sayısı 11 bin 95 kişi… 2014 yılında bin 463 çocuk ve 13 bin 287 yetişkin, çocuğa karşı cinsel istismar suçu işledi…[63]

xxi) Milletvekili Sezgin Tanrıkulu çocukların cinsel istismarına ilişkin açılan dava sayısının 2006’da 2414 iken 2011’de 16.827’ye yükseldiğine dikkat çekerek, 2006’dan 2011’e artışın yüzde 697 olduğu vurgulandı.[64]

xxii) Türkiye’de 2008 yılında kaybolan çocuk sayısı 4 bin civarında iken bu rakam 2012 yılında 12 binin üzerine çıktı. Dolayısıyla 4 yıl içinde kayıp çocuk sayısındaki korkutucu artış yüzde 200’ün üzerinde.[65]

xxiii) Türkiye’de sokaktaki bir çocuğun,[66] “istisnalar dışında” 35 yaşına ulaşması çok zor.[67]

Tüm bu (ve elbette benzerleri) toplumsal hâl(imiz)in değer(sizlik)lerini net biçimde ortaya koymuyor mu?

 

II.2) TÜRK(İYE) DURUMU

 

Buraya kadar izaha gayret ettiğim çerçevede “Her an her şey olabilir” hissi, bu ülkede yaşayan herkesin ortak ruh hâli değil mi?

İşte, o zaman, özel ve tarihsel bir “kavşak” noktasında olduğumuzdan söz edebiliriz.

“Kavşak” noktası; yukarıda da değindiğim üzere “Eski öldüama yeni henüz doğmadı,” formülasyonunda ifadesini bulan sıkışma ve çürüme hâlidir.

Bu bir çözümsüzlük, yani kördüğüm hâlidir. Yaşıyor ve tanık oluyoruz: İktidar hiçbir sorunu çözemiyor; çözülmeyen sorunlar ise, kahredici ve kısır bir süreklileşmiş şiddet ortamını doğurup büyütüyor.

“Kaotik” bir atmosferde soluyoruz.

“Artık her şey mümkün” ibaresiyle karakterize olan “Garip” bir hâlle, rejimle yüz yüzeyiz: Devletin yönetimine, içindeki iktidar noktalarına hâkim kadronun iç ve dış politikası iflas etmiş, akıllarındaki proje realitenin duvarına çarpmıştır. Şimdi, bu kadro yaptıklarını açıklamakta büyük zorluk çekiyor, toplumun yarısından fazlasının güvenini kaybettiğini, rızasını alamadığını biliyor. Geri kalanından aldığı rızayı da, eleştirel bakışlar devam ettiği sürece kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğunun bilincindedir. “Bu ülkede bir aydın sorunu var,” yakınması da bu kırılganlığın itirafıdır.[68]

Tüm eleştirel sesler kısılmalı, muhalefet duyulamaz, iktidardaki kadronun temsil ettiği sınıfın hakikâtı dışında bir hakikât konuşulamaz, hatta anlaşılamaz olmalıdır. Bu kadro, temsil ettiği sınıf, özelde kendi pratiğinin, genelde “hakikâtın” bilgisinin üretiminin, yeniden üretiminin üzerinde mutlak bir kontrol kurmak, realiteye tamamen hâkim olmak istiyor.

Bu aynı zamanda bedenler ve mekânlar üzerinde mutlak bir denetim arzusu demektir. Bugünün ekonomik, kültürel ve teknolojik koşullarında bu arzuyu gerçekleştirmek mümkün olmadığı için de, bu kadro gittikçe öfkeleniyor, korkuyor daha fazla baskıya, şiddete sığınarak korunmaya çalışıyor.[69]

Söz konusu baskı yabancılaşmış insan(cıklar)ı daha da suskunlaştırıp, sahnenin dışına iterek, gerçeklerden koparıp, ortalamanın tutsağı kılınan Türk(iye) insan(cık)ı, Nâzım Hikmet’in, “Koyun gibisin kardeşim,/ gocuklu celep kaldırınca sopasını/ sürüye katılıverirsin hemen/ ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye./ Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,/ hani şu derya içre olup/ deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf./ Ve bu dünyada, bu zulüm/ senin sayende,” diye tarif ettiğidir.

Bu da nesilden nesile aktarılan karanlık bir kültür(süzlük)dür; hafızadır.

Evet bu memlekette, kâğıda dökülmemiş yasalar, nesilden nesile aktarılan karanlık bir hafıza vardır.

Oruç tutmayanı dövüp, şiddeti, “suratıma üflemeseydi” diye açıklamak meşrudur. Saldırganları değil, linç edilen Romanlar’ı sürmek makul.

Ermeniler’e hakaret yaşamanın doğası gereği, Kürtler’e ayrımcılık bütünlük hassasiyetidir.

Devletin meşru sayılmasını istediği bütün zeminlerde, devlet aklına paralel yürür koca bir halk.

Bu yüzden çok değil 15-20 yıl öncesine kadar seks işçisine tecavüz indirimli ceza nedenidir.

Tecavüze uğrayan bir kadına saldıranların cezası, sesinin o anki oktavına bakılarak hesaplanabilir.

Irkçı bir ayrımla kanunlarda bir kadını öldürmek “töre”yle “namus”la ilişkilendirilir.

Bir söylentiyle elçilik bastığınızda sırtınızı sıvazlar birileri, iki solcu elçilik önüne geldiğinde ise bu “müebbet hapis” nedenidir.

Ermeni avına çıktıklarını söyleyenler, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan yargılanmaz misal.

“Manukyan’ın üç yeğeni” diyenlerse kendilerine göre milli iradenin asıl temsilcisidir.

Feministler çirkindir, çevreciler “gereksiz”, Alevîler “din düşmanı”, solcular ve Kürtler “terörist”, Ermeniler “hain”, Rumlar “düşman”.

Ve uzayıp giden bu listedekilerin her birine karşı suç işlemek serbesttir![70]

 

II.2.1) VAHŞET VERİLERİ

 

Şimdi nefesinizi tutup, vahşet verilerine göz atın!

  1. i) Türkiye’de şiddetin önüne geçilemiyor. 28 Haziran 2012’de, kimi “cinlerden talimat aldım” dedi, kimi aldattığından şüphelendi, kimi meçhul bir saldırıya kurban gitti, kimi işkence gördü, kiminin kulağı kesildi, kiminin de boğazı. Toplam 10 kişi öldü, 2 kişi yaralandı![71]
  2. ii) Türkiye, küçücük çocukların bile öldüresiye dövüldüğü, otoparklarda infazların yapıldığı bir ülke hâline geldi. Bingöl’de 10 yaşında çocuklara hunharca işkence yapıldı…

Yozgat’ta bir amca tartıştığı 16 yaşındaki yeğenini odunla döverek hastanelik etti…

Bayram tatili için Sapanca’ya gelen bir aile, tanımadıkları kişilerce darp edildi…

Samsun’da üvey babasını başka bir kadınla yatakta yakalayan 25 yaşındaki İlkay Kırbaş, benzin dökerek evi ateşe verdi![72]

iii) Tekirdağ’ın Marmara Ereğlisi’ne bağlı Yeniçiftlik beldesinde eşi yıllar önce vefat eden, çay bahçesi işletmecisi Nezahat Satılmış Yanık (50) işyerinde ölü bulundu. Yanık’ın başına ve yüzüne demir çubukla aldığı darbeler sonucu can verdiği belirlendi![73]

  1. iv) İstanbul’da bir baba 6 aylık bebeğini “ağlıyor” diye koltuğa fırlatarak öldürdü. Babanın 2014 yılında da 6.5 aylık bebeği Beyza’yı boğarak öldürdüğü ortaya çıktı![74]
  2. v) Anne ve babanın tartışmasının bedelini 8 aylık bebek ödedi. Eşine sinirlenen baba A.B. bebeğini döverek hastanelik etti![75]
  3. vi) Konya’da hastaneye merdivenden düştüğü belirtilerek tedavi altına alındıktan sonra kurtarılamayan 1.5 yaşındaki Medine Halıcıoğlu’nun, babası İsmet Halıcıoğlu (27) tarafından dövülerek öldüğü ortaya çıktı![76]

vii) Giresun’un Gemiler Çekeği mahallesinde oturan Ercan Y. (36), Mart 2012’de iddiaya göre sürekli ağladığı için bebeği Edanur’u (2.5) dövüp yere fırlattı. Anne Nurcan Y. (20), yaralanan ve bilinci kapanan bebeğini hastaneye götürdü![77]

viii) Kayseri’nin merkez Kocasinan ilçesinde yaşayan 24 yaşındaki Makbule Avşar, 24 Haziran 2015’de acil servisi arayarak 2 yaşındaki oğlu Adem’in, düşerek bayıldığını söyleyip yardım istedi. Eve gelen sağlık ekibi, vücudunda dayak izleri bulunan çocuğu hastaneye götürdü. Çocuk, yaşamını yitirdi. Yapılan otopside minik Adem Avşar’ın ince bağırsağının koptuğu ve iç kanama geçirdiği, vücudunda morluklar olduğu, 15’e yakında dayak izi bulunduğu saptandı. Olay üzerine çocuğun annesi Makbule Avşar ile sevgilisi inşaat işçisi Kemal Doğansoy, işkenceyle ölüme neden oldukları iddiasıyla gözaltına aldı![78]

  1. ix) Ankara’nın Akyurt ilçesinde hayvancılıkla uğraşan Şevket Ateş, 17 yaşındaki öz kızını, otlatmaya götürdüğü koyunlardan 8 tanesini kaybettiği gerekçesiyle tek kurşunla vurarak öldürdü![79]
  2. x) Kocaeli’nin Gölcük İlçesi’ndeki bir ilkokulda sınıf öğretmenliği yapan 34 yaşındaki Seçil M.D., iddiaya göre 2 aylık erkek bebeğini evde tek başına bıraktıktan sonra 9 günlük bayram tatilini geçirmek üzere memleketi Adana’ya gitti. Çocuk, açlık ve susuzluktan öldü![80]
  3. xi) İzmir Aliağa’da 2 kız kardeş, kendilerine baskı yaptığını öne sürdükleri anneleri Gülseren Süngü’yü elektro şok cihazıyla başına vurup bayılttıktan sonra bıçaklayarak öldürdü![81]

xii) Hatay’ın İskenderun İlçesi’nde Suriyeli 16 yaşındaki Abdulhamit Taben ile aynı yaştaki akrabası Ahmet Taben’i, çocukların yanında çalıştığı hurdacı 31 yaşındaki Habip Oral, döverek öldürdü![82]

xiii) Üç yıl önce kendi böbreğini satan bir baba (M.B), bu kez İstanbul’da 13 yaşındaki oğlunun böbreğini satmak isterken yakalandı![83]

xiv) Hamile 19 yaşındaki A.K, Mersin Devlet Hastanesine gelerek karın ağrısı şikâyetiyle muayene oldu. Daha sonra hastanenin tuvaletine geçen A.K, burada doğum yaptıktan sonra, bebeği çöp kovasının içinde boğarak, öldürmeye çalıştı![84]

  1. xv) Denizli’de kaldığı öğrenci yurdunun tuvaletinde bebeğini dünyaya getirdikten sonra boğazını kesip 4 gün boyunca elbise dolabında saklayan Ü.T.’nin ifadesi kan dondurdu: “Kendimde değildim, bebek ölü doğdu. Kafasını kopardığımı 2 gün sonra fark ettim. Niye kopardım, bilmiyorum”![85]

xvi) Muğla’da evinin banyosunda doğum yapan üniversite öğrencisi S.C. bebeğini 6’ncı kattan attı![86]

xvii) Bartın’da, otomobil sürücüsü 35 yaşındaki İsmail Kaymakçı, yol vermesi için arkadan korna çalıp selektör yapmasına sinirlendiği otomobilin sürücüsü 52 yaşındaki Süleyman Karadayı ve yanındaki öğretmen arkadaşı 54 yaşındaki Tayfun Erol’a levye ile saldırdı. Erol, aldığı darbelerle yaşamını yitirdi![87]

xviii) Emekli güvenlik görevlisi koca Aliseydi Aşan (50), 26 yıllık eşi 2 çocuğunun annesi Hüsne Aşan (44) nasıl dövdüğünü 3G’li telefondan “Az dövüyorsun, daha çok vur,” diyerek tezahüratta bulunan 18 yaşındaki sevgilisi Z.İ.’ye izletti![88]

xix) Antalya’da evine aldığı hemşerisi Kazım K.’dan üç yıl boyunca şiddet ve işkence gören Kerem G., “Çocukları çengelle tavana astı. Ellerini ayaklarını bağladığı H.G., A.Ö.G. ve E.G.’yi tavandaki çengele asıyordu. Kaç kez ortanca oğlumu battaniyeye sarıp, ellerini ayaklarını bağlayarak yatakta yatırdığını gördüm. Çocuklarımı duvara diziyor, asker gibi saatlerce bekletiyor, oturmalarına izin vermiyordu. Çocuklara yiyecek vermiyordu. Mutfağın kapısını kilitliyordu. Çocuklarıma gizli gizli yemek veriyordum. Küçük oğlum E.’ye çok düşkünüm. Bu nedenle ona daha fazla eziyet ediyordu. Yumruk vura vura çenesini kırdı. Çocukların elleri ve ayaklarında sigara yanık izlerini vardı. Son olayda dillerini kesmiş. Her tarafları mordu. Çocuklarımı o evden çıkaramasaydım, o adamı öldürecektim. Ona ‘Sen nasıl bir insansın. Sende Allah korkusu yok mu? Bu çocuklara işkence ediyorsun’ dediğimde, ‘Ben de Allah korkusu yok’ karşılığını verdi. Küçük E.’ye tecavüz 2011 yılında oldu. Oğlum o zamanlar 2 yaşlarındaydı. Kazım K.’nın arkadaşı olan E.Ö. geldi ve evde kalmaya başladı. Sonra birden eşyalarını toplayıp, kaçtı. Karıma ve Kazım K.’ya ‘Niye kaçtı’ dedim. Bana ‘Zamanı gelince öğrenirsin’ dediler. Meğer o gün çocuğuma tecavüz etmiş,” dedi![89]

  1. xx) 20 Ekim 2015 tarihinde Konya’da 20-25 yaşlarındaki bir kadın, yaklaşık 8 aylık bir erkek bebeği, bir işyerine bıraktıktan sonra kayıplara karıştı![90]

xxi) Bir baba, 10 ve 14 yaşlarındaki 2 oğlunu zorla uyuşturucu bağımlısı yaptı… 10 yaşında babası tarafından uyuşturucu bağımlısı yapılan N.A’nın 4 yıldır uyuşturucu kullandığını, ağabeyinin de 14 yaşında yine babası tarafından zorla uyuşturucu bağımlısı yapıldığı, ortaya çıktı![91]

xxii) Eskişehir’in Beylikova ilçesindeki İmam Hatip Ortaokulu Müdürü Ümit Demir’in, öğrencileri hortumla dövüp pet şişeye oturtmaya çalıştığı iddia edildi![92]

xxiii) Fethiye’de işe gelmeyen çırağı 11 yaşındaki B.A.G.’yi, boynundan iple motosikletine bağlayarak 1 kilometre boyunca çekerek götüren 43 yaşındaki berber gözaltına alındı![93]

xxiv) Tekirdağ’ın Marmara Ereğlisi ilçesindeki trafik kazasında 3 kişi öldü, 2 kişi yaralandı. Kazada otomobil sürücüsü Şenses ile araçta bulunan Zahide Aydın ve Mehmet Emin Oğuz olay yerinde öldü, Ahmet Kaya ve Gamze Meray ise ağır yaralandı. Fransa’dan memleketi Ş. Urfa’ya giden Mehmet Çetinkaya, yol kenarında durarak, yaralılara yardım etmek istedi. Ambulansların olay yerine gelmesinin ardından aracına dönen Çetinkaya, otomobilin camının kırık olduğunu fark etti. Otomobilinden yüklü miktarda paranın çalındığını fark eden Çetinkaya, “Memlekete giderken kazayı gördüm, yardıma koştum. Bu sırada otomobilindeki 6 bin lira nakit para, kimlik ve cep telefonları çalınmış. İnsanlık ölmüş,” dedi![94]

 

TÜRKİYE’DE BESTİALİTE[95]
28 Ağustos 2014 İstanbul Kâğıthane’de bir binanın güvenlik kamerasına yansıyan görüntülerde, bir kişinin yakaladığı sokak köpeğine dakikalarca tecavüz ettiği ortaya çıktı.
19 Mayıs 2013 Bursa’da kayınpederine ait ördeğe, aşırı alkollü iken tecavüz ettiği iddia edilen kişiye 437 TL ceza kesildi.
20 Eylül 2012 Konya’nın Ereğli ilçesinde 80 yaşındaki S.S., komşusu A.U’nun ahırındaki ineğe tecavüz ettiği ve olayın duyulmaması için de tehditte bulunduğu suçlamasıyla gözaltına alındı.
8 Mart 2009 Mersin’in Mut ilçesine bağlı Dere köyünde bir keçiye tecavüz ettiği belirlenen şahsa hayvanlara kötü muamele yaptığı için para cezası kesildi.
14 Temmuz 2009 Kocaeli Gebze ilçesinde 31 yaşındaki M.C. kümeste tavuğa tecavüz ederken sahibi tarafından suçüstü yakalandı. Tavuğun telef olduğu olaydan sonra gözaltına alınan M.C, bir anlık hislerinin kurbanı olduğunu söyledi.
16 Mayıs 2006 Bolu Abant’ta tatil yapan makine mühendisi 34 yaşındaki H.F.Y.T binmek için kiraladığı ata ormanlık alanda tecavüz ederken yakalandı. Aynı kişinin 15 gün önce de aynı atı kiraladığı anlaşıldı.

 

xxv) Bir yatılı bölge okulunda aşçı olan baba Seyitahmet İ., 14 yaşındaki kızına 2 yıl boyunca tecavüzden tutuklandı![96]

xxvi) Antalya’da inşaatlarda boyacılık yapan dört çocuk babası Ekrem E., iddiaya göre zihinsel engelli kızı H.E.’ye 6 yıldır tecavüz ediyordu. Bu tecavüzlerden doğan bebeklerin de evin bahçesine gömüldüğü öne sürüldü. Kocasının her akşam içtikten sonra engelli kızıyla ilişkiye girdiğini itiraf eden Cemile E., “Bizi öldürmekle tehdit ediyordu. Korktuğum için kimseye bir şey söyleyemedim,” dedi![97]

xxvii) Akşehir’de 13 yaşındaki F.A’ya tecavüz ettikleri iddiasıyla aralarında ağabeyinin de bulunduğu 4 kişi tutuklandı![98]

xxviii) Muğla’nın Milas İlçesi’nde, karın ağrısı nedeniyle hastaneye giden 13 yaşındaki G.K.’nin hamile olduğu ortaya çıktı. Küçük kız, dayısı 23 yaşındaki S.A.’nın 4 yıldır kendisine tecavüz ettiğini söylediği![99]

xxix) Erzurum’da kız kardeşi 23 yaşındaki H.B.’ye tecavüz ettikleri iddiasıyla tutuklu yargılanan Kars’ın bir köyünde imam, 29 yaşındaki A.B. ile erkek kardeşi, 27 yaşındaki M.B. hakkında Erzurum 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesinde 10.5 yıldan 18 yıla kadar hapis cezası istendi. A.B., ifadesinde kardeşiyle birçok kez ‘birlikte olduğunu’ ancak onun da ses çıkarmadığını söyledi.

Kars’ın bir köyünde imam olan ağabeyi A.B.’nin de daha önce kendisine defalarca tecavüz ettiğini öne süren H.B., şöyle dedi: “İlk tecavüzü ağabeyim A.B., geçtiğimiz Ağustos ayında yaptı. Ağabeyim evde kimse olmadığı sırada tecavüz etti ve bunu kimseye söylememe konusunda uyardı. Olayları ablam R.’ye anlattım. Kimseye söylemememi aksi hâlde ağabeyimin işinden olacağını söyledi. Ağabeyimin tecavüzünden hamile kaldım, Ankara’ya götürdü kürtaj oldum. Daha sonra da küçük ağabeyim M.B., tecavüz etti. Hastanede tanıştığım E.P.’nin de tecavüzüne uğradım. Ağabeyim M.B. babam öldükten sonra bana şiddet uygulayınca Kadın Sığınma Evi’ne yerleştirildim. Burada N.U. adlı kadın ile tanıştım. Benim zor durumda olduğumu görerek erkeklerle birlikte olmam karşılığında çok para kazanacağımı söyledi. İstemediğim hâlde N.Ç. ile birlikle olmamı istedi. Kabul etmeyince N.Ç. de tecavüz etti”![100]

xxx) Konya’da zihinsel engelli öz kızı 17 yaşındaki E.A.’ya tecavüz ettikten sonra doğan bebeği öldürüp dereye atmakla suçlanan 53 yaşındaki Ö.A., bebeği öldürmekten mahkûm oldu![101]

xxxi) Elazığ’ın Karakoçan İlçesi’ne bağlı bir köyde yaşayan S.A. 8 yaşındaydı. Yedi yıl boyunca yüzlerce kez 20 erkeğin tecavüzüne uğradı. Annesi bile onu suçladı. S.A.’ya yaşları 14 ile 70 arasında değişen 20 kişi tarafından 7 yıl boyunca yüzlerce kez tecavüz edildi. Olayı anlattığı öz ağabeyi tarafından da tecavüze uğrayan küçük kız, annesi tarafından suçlanarak dayak yedi![102]

xxxii) Üçü 18 yaşından küçük dört kişi genç bir kıza tecavüz etti. İfadelerinde “arkadaşlarını terk ettiği” gerekçesiyle “intikam almak” istediklerini söyleyen saldırganlar cep telefonu ile kayıt da yaptı. Sinop’un Ayancık ilçesinde lise ikinci sınıf öğrencisi S.D., ayrılmak istediği F.Ü. ile 25 Mayıs’ta bir parkta buluştu. F.Ü. otomobiline bindirdiği S.D.’yi boş bir araziye götürdü. F.Ü.’nün arkadaşları S.E., A.Y. ve M.O. yanlarına geldi. F.Ü.’nün arkadaşları genç kıza burada tecavüz etti ve kimseye anlatmaması için şantaj yapmak üzere de cep telefonu ile olayı kameraya kaydetti![103]

xxxiii) Boşandığı K.B.’nin evini tabancayla basan B.B., eski eşini evde bulamayınca ev arkadaşı Y.İ.’ye silah zoruyla tecavüz etti. B.B., bu sırada eski eşini telefonla arayarak “Ev arkadaşına tecavüz ediyorum, gelmezsen devam ederim,” dedi![104]

xxxiv) Aydın’da zihinsel engelli 10 yaşındaki S.S.’ye, annesinin yanında 70 yaşındaki Ali Y.’nin tecavüz ederken çektiği görüntüler, tecavüzcünün ölümünden sonra ortaya çıktı![105]

xxxv) Afyon’un Çay ilçesinde 3 yaşındaki erkek çocuğunun evinin yakınından kaçırılması, ardından balık lokantalarının arkasında baygın bir şekilde bulunması ve cinsel istismara maruz kaldığı tespit edildi![106]

xxxvi) Diyarbakır’da 28 yaşındaki M.T. hakkında, 11 yaşındaki 6’ncı sınıf öğrencisi E.T.’ye aralıklar ile 4 kez tecavüz ettiği için dava açıldı![107]

xxxvii) Erzurum’da 13 yaşındaki C.P, 11 yaşında olan F.T.’ye Nisan ve Ağustos ayında 2 kez tecavüz etmekten tutuklandı![108]

xxxviii) Güneydoğu’da 14 yaşındaki bir erkek çocuk, 4 ay kadar kaldığı özel yurttaki ilmihal hocasının tecavüzüne maruz kaldı… 2012 Kasım’ında yurt yöneticisi ve ilmihâl öğretmeni H.K., bir gece yarısı gözüne fener tutarak uyandırdı. Odasına götürdü, kapıyı kilitledi. Tecavüz ettikten sonra gırtlağına sarıldı, “Birine söylersen seni öldürürüm. Nereye gitsen bulurum” dedi. İki kez de sırtında sopa kırıncaya kadar dövdü. 2013 Mart’ına kadar tecavüz devam etti![109]

xxxix) Zonguldak Kozlu’da 15 yaşında bir erkek çocuğa 15 kişi tarafından iki yıl boyunca “sistematik” şekilde tecavüz etti. Tecavüz skandalının mağduru 15 yaşındaki E.A., başından geçenlerle ilgili, “Aralarında madenciler, TIR şoförleri, taksiciler, esnaflar, inşaat işçileri, emekliler de vardı. Ayrıca bu kişilerin tanıdığı ve o dönem liseye giden 15 yaşındaki çocuklar da vardı. Bu kişiler arasında 15 ila 60 yaşına kadar olan insanlar vardı. Bu insanlar bana iki yıl boyunca tecavüz etti. Tecavüz edenler arasındaki bazı insanların benim yaşımda torunları bile vardı. Ne zaman kendileriyle görüşmek istemediğimi söylesem beni yine tehdit ettiler,” dedi![110]

  1. xl) Zonguldak’ta oturan evli ve 4 çocuk babası maden işçisi 37 yaşındaki Ş.Ç., komşusunun oğlu 8 yaşındaki B.A.’ya tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklandı![111]

xli) Balıkesir’in Edremit İlçesi’ne bağlı Altınoluk Beldesi’nde, zihinsel engelli olan 16 yaşındaki G.H.’yi, 44 gün boyunca bir evde alıkoyarak tecavüz ettiği ileri sürülen 3 kişi yakalandı. İşlemlerinin ardından adliyeye sevk edilen şüpheliler serbest bırakıldı![112]

xlii) Bingöl’de 17 yaşındaki Ç.Y. fazla kilo aldığı gerekçesiyle ablası tarafından hastaneye götürüldü. Hastanede abla M., 17 yaşındaki kardeşinin 7.5 aylık hamile olduğu gerçeğiyle karşılaştı. Ç.Y, 12 yaşından beri K.T’nin kendisine tecavüz ettiğini ve bunu bilen 6 kişinin de kendisine cinsel istismarda bulunduğunu anlattı![113]

xliii) İlköğretim öğrencisi M.N. (12) ile yaklaşık bir yıldır cinsel ilişkiye girdiği ileri sürülen 13 şüpheli, ailesinin şikâyeti üzerine 24 Ocak 2013’de polis tarafından gözaltına alındı. Küçük yaşta kıza cinsel istismar suçundan adliyeye sevk edilen şüphelilerden A.Ö. (20), F.H.Ç. (19), H.G. (19), A.Y. (30), H.B. (18), Z.A. (19), H.T.Ö. (22), H.H.K. (26) ve A.S. (27) tutuklandı. Ş.K. (17), H.İ.Ö. (15), Y.K. (17) ve S.A. (17) ise adli kontrollü olarak serbest bırakıldı![114]

xliv) Antalya’da kızları, H.Ö. (15) ile B.Ö. (16) ve onların sınıf arkadaşı 16 yaşındaki E.E. (16) ile zihinsel engelli Ç.K.’ye (14) silah tehdidiyle tecavüz edip grup seks yaptıkları suçlamasıyla tutuklu yargılanan A.Ö. (39), 70 yıl 10 ay, eşi Z.Ö. (34) de 70 yıl hapis cezasına çarptırıldı. “Sapıklık derecesinde şehvet düşkünü” oldukları mahkeme kararlarına giren anne ve babalarının tutuklanmasının ardından cinsel istismara uğrayan B.Ö. ve H.Ö. ile iki küçük erkek kardeşi de devlet korumasına alındı![115]

xlv) Cizre’de 3’ü de 8 yaşında olan M.Y., M.Ş.D. ve B.K., Nur Mahallesi’nde oyun oynadıkları sırada yanlarına gelen Halit G., otomobiliyle gezdirme teklifinde bulundu. 3 çocuğu otomobiline alan Halit G., İdil İlçesi yolu üzerindeki Zere Köyü yakınlarına götürdü. M.Y. ve M.Ş.D.’ye araçta beklemelerini söyleyen Halit G., yanına aldığı babası 2 gün önce vefat eden B.K. ile uzaklaştı. İddiaya göre ıssız yerde B.K.’ye tecavüz eden Halit G., kimseye söylememesi konusunda ölümle tehdit etti![116]

xlvi) Diyarbakır’da üç polisten üç çocuğa cinsel istismar… Diyarbakır’da yaşları 6 ile 10 arasında değişen 3 kardeşin, aylarca O.K. ve F.B. ve soyadı bilinmeyen A. isimli polis memurları tarafından cinsel istismara uğradığı, şiddet gördüğü ve uyuşturucu kullanmaya zorlandığı ileri sürüldü![117]

xlvii) Urfa’da hakkında “kaçırılma” ihbarı olan 13 yaşındaki kız çocuğu Ş.Ç., jandarma operasyonuyla Adana’da tarım işçilerinin kaldığı çadırda bulundu.Ş.Ç.’nin, babası tarafından 30 bin lira borcu karşılığında satıldığı iddia edildi. Kızı satın aldığını itiraf eden 20 yaşındaki M.K., savcılıkça serbest bırakıldı![118]

xlviii) Adana’nın Seyhan İlçesi’nde yaşayan Murat. A. ile P.A., 2 yıl önce nikâhsız evlendi. Düğün masrafları için borçlanan Murat A., bu borçlarını ödemekte güçlük çekince eşine zorla fuhuş yaptırmaya başladı. Ahlâk Bürosu polisleri, P.A.’yı 2 kez fuhuş yaparken yakalayıp işlem yaptı. P.A., sonunda dayanamayıp babasının evine sığındı. Ailesine, eşinin düğün borçlarını ödemek için kendisine fuhuş yaptırdığını söyledi![119]

xlix) Denizli’nin Pamukkale İlçesi’nde, jandarmanın düzenlediği operasyonda, bir restoranın arka bahçesindeki park hâlindeki bir minübüste kredi kartına taksitle fuhuş yaptırdığı ileri sürülen 1 kişi ile fuhuş yaptıkları belirlenen 2 kadın gözaltına alındı![120]

  1. l) Suriye’deki iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan çocuklar insan tacirlerinin eline düşmeye başladı. Şırnak’ta küçük yaştaki Suriye uyruklu kız çocuğunun bir kömürlükte tutulduğu ihbarını alan polis eve baskın yaptı. Kömürlükte yarı baygın hâlde bulunan 14 yaşındaki N.H.A’nın ailesinin kandırıldığı ve minik kızın 6 bin lira karşılığında satıldığı ortaya çıktı![121]

 

III. AYRIM: O HÂLDE…

 

Savaşın batı cephesinin buraya kadar değindiğimiz soru(n)ları elbette, mutlak ve çözümsüz değil…

Yaşar Kemal’in, “İnsan umutsuzluktan umut yaratandır”; Bertolt Brecht’in, “İnsanın kaderi insandır”; Jean Paul Sartre’ın, “İnsan sahip olduklarının toplamı değil, fakat henüz gerçekleştiremediklerinin toplamıdır,” saptamalarının altını çizdikleri gibi…

 

III.1) “DOĞU” İLE BATI’NIN DİKOTOMİSİ

 

Coğrafyamızdaki “Doğu” ile Batı dikotomisine ilişkin olarak öncelikle, “İleri Doğu geri Batı” saptamasının ve eşitsiz birleşik gelişim gerçeğinin kavranması gerekiyor.

Yunanca dikha (ayrı) ve tomos (kesme) kelimelerinin birleşmesinden oluşan dikotomi, diyalektik bir ikilik ya da zıtlıkların birlikteliği veya kavramların kapsamlarını ikiye bölerek yapılan incelemedir.

Sosyal bilimlerde bir birlerine ters, zıt olmakla birlikte diğerine anlam kazandıran kavramlar için kullanılan bir terimdir. Gündüz ve gece taban tabana zıttırlar, işte bu zıtlık bir birlerine anlam kazandırır.

İki farklı şey arasında karşıtlık ve bağıntılı hâlin tarifidir.

Görülmesi gerek, “Doğu” ile Batı bugün karşılıklı bağımlılık yanında eşitsiz gelişim gerçeğiyle de yüz yüzedir.

Tarihin doğrusal kavrayışına karşı onun ani sıçramalarla ve karşılıklı etkileşimlerle biçimlendiğini öngören eşitsiz gelişim yasası, devrimci hareket(ler)in de gelişimlerinin kavranmasında kilit önemdir.

Geride olanın ileride olanı geçmesi, salt eşitsiz gelişme ile açıklanamaz. Çünkü ileride olan ile geride olan bir etkileşim içindedir; bu etkileşim nedeniyle de geride olan ileriye sıçrayabilir.

Çünkü toplumsal mücadeleler, eşitsiz şekilde birbirlerinden bağımsız gelişmeler gösterirlerken; aynı zamanda birbirleriyle ilişkili ve bileşik durumdadırlar.

Bugün “Doğu” ile Batı’nın birleşikliğini ve farklılığını da betimleyen bu -dikotomik- hâldir.

Bu elbette, hem öyle hem böyle olma durumuna denk düşen bir düalitedir; yani her şeyin zıddıyla var olup, yok olduğu hâl…

“Yarılma”, “İkiye ayrılma” olarak da yorumlanması mümkün olan “Doğu” ile Batı düalitesi, bir yanıyla “ya, ya da”; öteki yanıyla da “hem… hem” gerçeğini içerir.

Birbirine indirgenemez ve birbirinden soyutlanamaz realitesiyle, bir ikilem, eski kullanımıyla “kıyası mukassem”dir.

Bu denge(sizlik), “Doğu” ile Batı’nın arasındaki mücadele, örgütlülük ve programatik mesafeden kaynaklanır.

Mesafe; iki şey arasındaki hendektir; uzaklıktır.

Ya da Can Yücel’in, “En uzak mesafe ne Afrika’dır, ne Çin, ne Hindistan/ Ne seyyareler, ne de geceleri ışıldayan yıldızlar/ En uzak mesafe, iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anlamayan,” dizelerinde anlatılandır.

Kimi zaman rölativitenin sınırlarını zorlayan mesafe(ler) kavramı, bazen uzak olan her şeyi yakınlaştırır; bazen de ulaşılmayacak kadar uzaklaştırır!

Çünkü toplumsal mücadeleler için hayal ettikleriyle, yaşadıkları arasında hep tüketilmesi/ tamamlanması gereken mesafe(ler) olmuştur. Bunun nedeni farklılıklardır.

Evet, “Doğu” ile Batı kardeştir; ancak aynı değil, farklıdır.

Benzerlik kavramıyla yan yana düşünülmesi gereken farklılık, benzer olmama hâlidir; başkalıktır.

Yani fark, bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasını sağlayan ayrılıkken; herhangi iki ayrı nesne arasında benzerlik ve dolayısıyla farklılık ilişkisi kurulabilir.

Ancak farklılık korkutucu, kaçınılıp, bastırılması gereken değildir; olmamalıdır da…

Farklılıktır bizim en büyük değerimiz. Farklılıklardır bizi birbirimize muhtaç edip, bir arada tutan.

Unutulmamalıdır ki, farklılaşmaya çalıştıkça aynılaşırız. Çünkü farklılık, çeşitliliğin farkında olabilmektir…

“Doğu” ile Batı’nın -eşitsiz birleşik- mücadeleleri arasında bir uzaklaşma, mesafe söz konusuyken; farklılık yani çeşitlilik içinde bir olma hâli; kendisini diğerlerinden ayırarak, birleştiren temel özelliktir.

İç sömürgeye (veya ilhaklara) özgü olan “kendisini diğerlerinden ayırarak, birleştirme” durumu, “Doğu” ile Batı’nın bugünkü ilişki ve çelişkilerini de belirlerken; bu klasik (deniz aşırı) sömürgelerden farklılığın da altını çizer.

Bu coğrafyada “Doğu”, Batı’nın iç sömürgesidir; işgal ve idare ederek, her türlü çıkar sağladığıdır.

Evet “Doğu”, Batı tarafından sömürülen, emilen, üzerinde maddi manevi geçinilen, egemenlik kurulmuş ve uluslaşması engellenmiş bir coğrafyadır.

Bu durumun sorumlusu emperyalistler ve sömürgeciler olurken; devreye giren statüko zora dayalı işgaldir.

İşgal, bir devletin, farklı bir etnisitenin yaşadığı coğrafyayı, arzusu hilafına (her türlü yeraltı yerüstü kaynaklarıyla birlikte) gaspederek, devletin bölünmez bir parçasına “ait” kılıp; inkâr, asimilasyon, kültürel kıyım ve katliamları devreye sokmasıdır; işgalciler açısından bu “olmazsa olmaz”dır.

O hâlde Batı’nın “Doğu”ya dayattığı statükonun ancak, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”, “inkârın inkârı” temelinde aşılması mümkündür; “Doğu”nun da, Batı’nın da başka türlü kurtulması mümkün değilken; ezen de, ezilen de bu statüleri devam ettiği sürece özgür olamaz ki, Karl Marx’ın “Başka halkları ezenler özgür olamaz” tezinin özü budur.

Unutulmasın sömürgecilik, yayılmacılık, yağmacılık, gasp, eğer karşı çıkmazlarsa, egemen ulusun emekçilerini de çürütür, “kendi” gericiliğinin kölesi yapar.

 

III.2) “KENDİ” GERİCİLİĞİNİN KÖLESİ OLMAK!

 

“Kendi” gericiliğinin kölesi olmak, Hölderlin’in, “Tu tişt bi qasî însan mezin nabe û xwe naxîne/ Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve alçalmaz,” saptamasıyla betimlenen toplulukları duyarsız ve empati yoksunluğuma mahkûm eder.

“Hissiz, ilgisiz, alâkâsız” veya “hassas olmayan, tınmayan” biçiminde tanımlanması mümkün olan duyarsız olma hâli; devletin ideolojik aygıtları (DİA) tarafından oluşturulan toplum psikolojinin bir parçasıdır; resmî ideolojik hegemonyayla doğrudan ilintilidir.

Duyarsız; gözü gören kör, kulağı işiten sağırdır; kendini korumak için “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın,” diyendir; yanlış olduğunu bilse de, tepki vermemektir.

Yani tüketim toplumu bilinç(sizliğ)iyle, gerçekleş(mey)en tepki(sizlik)dir…

Veya olup biten pek çok şeyin farkında olmama, olsa bile anlamını kavrayamama hâlidir.

Ya da başkasının başına gelenlere ilişkin kayıtsız durumudur; kabullenmişlik hastalığının son aşamasıdır; büyük bir çaresizliktir…

Derin bir yoksunluk; “çözüm(süzlük)”tür; hissedememe, yabancılaşma durumudur…

Duyarsızlaşmada bir seçimdir, seçiciliktir; korunmak için örtünülen çelik zırhtır; kaçıştır…

Bireyselleş(tiril)en tüketim dünyasında insan(lık)ın kaybettikleriyle yitirdiklerinin toplamıdır duyarsızlaşma…

“Modern Zamanlar”ın hastalığıdır; insanı insanlaştıran edimlerden uzaklaşmaktır.

Fikir beyan etmemek, talepte bulunmamaktır; yasaklara karşı çıkmamak, teslim olmak ve “normalmiş” gibi boyun eğme hâlidir; toplumsal itirazın, refleksin yitirilmesidir; empatiyi yitirmektir.

Empati yoksunluğundan kaynaklanan edilgenliktir; düşünme yetilerinin yitirilmesidir; duyguların, düşüncelerin nasır tutmasıdır; insan(lık) değerlerinin sıfırlandığı tepkisizlik hâlidir veya umursamamaktır ya da “Bana ne!” hâlinin insan(cık) türüdür.

Yani varlığını/ duruşunu anlamlandırma çabasından vazgeçerek; sürünün parçası olmak; çoğunluktaki onlar gibi olmaktır.

 

III.3) EŞİTLİKSİZ KARDEŞLİK, EMPATİSİZ DAYANIŞMA OLMAZ

 

Coğrafyamızda son zamanlarda en sık duyulan deyişlerden birisi, “Kürtler ile Türler kardeştir”; “Etle tırnak gibiyiz”; “Kız almış kız vermişiz,” vb’leri… Dikkat ederseniz: Türklerin “ağabey”liğini, Kürtlerin “ağabey”e tabi, uysalca boyun eğmesini, kimliğinden vazgeçmesini, kanaatkâr köleler olmasını varsayan bir “kardeşlik”tir(?) bu!

Bunlar böyleyken Batı karşısında Doğu”nun özgürlüğünden yana olanlar yani “Ama”sız, “Fakat”sız “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı savunanlar için eşitliksiz kardeşlik, empatisiz dayanışma mümkün değildir; olmaz, olamaz!

Öncelikle şunun altını çizelim: Eşitsizlik bir kardeşlik vurgusu, kirlenmeye açık kavram olması yanında kapitalist düzende insanlara dayatılan bir yalandır.

Eşitlik, hiçbir koşulda vazgeçilmesi mümkün olmayan bir insan(lık) ütopyasıdır…

Etik, vicdani ve politik bir tasarım olarak eşitlik, bilinçle, dünyayı (XI. Tezdeki üzere) değiştirerek gerçeğe dönüşebilecek ütopyadır.

Pierre Leroux’nun, “İnsanlığın başına ne geldiyse eşitlik olmaması yüzünden geldi,” diye tarif ettiği üzere “Eşitlik adil değildir” önermesi totolojiden ibarettir.

“Adalet” daha en başında “eşit olmamak” demektir. Adalet, bireylerin iyiden kötüye doğru sıralanması ve bu “sıra”daki yerlerine göre “pay” almalarıdır. Yani eşitsizlik, adaletin özünde vardır.

Herkesin eşit olduğu gün, eşitliğe (ve adalete) gerek olmayacağı vurgusuyla ekleyelim: Benzerler arasında eşitlik, farklılar arasında adaleti gerektirir.

  1. J. Rousseau’ya göre, toplum sözleşmesi, eşitlik sağlayan bir sözleşmedir. İnsanlar güç ve zekâ bakımından eşit olmasalar da, sözleşme, hak ve hukuk yoluyla eşit olurlar.

Rousseau’nun eşitlik yaklaşımı, bugünün çağdaş toplumsal yapılarının özünü oluşturur ve bu yaklaşım, bireylerin eşit olmasını değil devlet önünde eşit sayılması ve eşit haklarla donatılması gereğiyle tamamlanır. Toplumun her bireyi vatandaş olarak eşittir ve eşit haklara sahiptir.

El özet boyun eğmeyenlerin siyasi talebi olan eşitlik, kardeşleşmenin dinamiği olması yanında dayanışmacı bir empatinin de asli kaldıracıdır.

“Ezilenlerin inceliği” olarak tariflen dayanışma; duygu, düşünce, ortak çıkarlarda birbirlerine karşılıklı bağımlılığı; birbirlerine destek olmasıdır…

Dayanışma, çaresiz anlarda uzatılan bir eldir, pratiktir; ezilenlerin işbirliğidir ve de empatiyle mümkündür.

Bencillere yabancı olan empati, ötekinin hâlini anlamak, içselleştirmektir.

İnsanları insan yapan yeteneklerden birisi olan empatinin kaçınılmazlığı: İnsanın kendisini karşısındaki kişi yerine koyarak, olaylara onun bakış açısıyla kavrama gayreti yanında, karşıdakinin duygu ve düşüncelerini, doğru biçimde algılamaktır.

Başkalarının bizden farklı olduğunu bilmektir. Çünkü bilmelidir ki, dünyada ne kadar insan varsa, buna bağlı olarak da, o kadar da düşünce farklılığı olabilir.

Kavram olarak ilk kez 1897 yılında Alman psikolog Theodor Lipps tarafından, “dışarıdaki bir objeyi kendine mal etme süreci” olarak betimlediği empati bir yöntemdir; insanın vicdani yönünün yaratıcı kullanımı sonucu geliştirmiş insani bir yöntem. Latin kökenli ‘enpathos’ sözcüğünden gelir.

Carl Rogers’a göre, empati, kişinin kendisini karşısındakinin yerine koyup onun duygu ve düşüncelerini anlaması ve bunu tekrar karşısındakine iletmesidir. Empatik iletişim demek olaylara çok yönlü bakabilmek demektir. Olaylara farklı açılardan bakabilen ve başka insanların gözünden aynı olayın değişik açılarını görebilen insanlar empatik iletişim kurabilme becerisine sahip demektir.

Anlamaktan gelir; iletişimi kolaylaştıran en büyük faktörlerdendir; tek kelimelik bir tanım gerekirse; “duygudaşlık” denebilir.

“Ben”in “sen” olmaya çalışmasıdır; ötekini anlamanın yollarındandır; özeleştiriyi beraberinde getirendir; insan(lar)ın egosuyla savaşma kabiliyetiyle ilintilidir.

Yunanca’da “İçini hissetmek” anlamına gelirken; karşındaki olmaktır; zor zanaattır; “Ben olmadan beni anlayamazsın,” demektir.

“Diğeri”ni, “diğeri” olarak anlamaya ve onun potansiyellerini tahmin etmeye yönelik çaba harcamaktır; insan ilişkilerine sağduyuyu getiren erdemdir; soru(n) çözücüdür; iyi bir insan olmanın, olabilme gayretinin “olmazsa olmaz”ıdır; Türkçesi, “hâlle hâllenmek”, “hemhâl olmak”tır.

Kürt olmadığı hâlde Kürtlerin, Alevî olmadığı hâlde Alevîlerin, kadın olmadığı hâlde kadınların haklarını savunmaktır; kişinin kendine yapılmasını istemediği şeyleri bir başkasına yapmamasıdır; insanı hümanistleştirendir…

Onun yerine “Ben” demektir; Türkçesi diğerkâmlıktır; karşılığı “özdeşleştirme”dir; ancak coğrafyamızda kullanımı yasaktır; cezası da çoktur.

Hep başkalarından kendimiz için istediğimiz, ama bizim başkaları için bir türlü anlam yükleyemediğimiz sözcüktür.

Ve de Albert Camus’nün, “İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog, artık kesildi. Ve diyalog yoluyla ikna edilemeyenlerin insanda ancak korku uyandırması da son derece doğaldır,” diye betimlediği tabloda yoksunluğu kronik problemimizdir.

İnsanın, kendini karşındakinin yerine koyup, onu anlama, anlayış gösterme hâli olan empatinin zıttı antipatiyken; empati yoksunluğu, insanda asosyal kimlik ve paranoya yaratır.

Zaten bugün “Doğu” karşısında, Batı’nın özgürlük düşmanı paranoyalarının altında yatan da empati yoksunluğudur.

 

  1. AYRIM: EVETÖZGÜRLÜK

 

Evet, “Doğu”nun Batı’dan kaynaklanan soru(n)larının çözümü özgürlükçü toplumsal adalettedir.

Bunun için özgürlükçülükten asla vazgeçmeyen, toplumsal adaleti (sınıf ile kimliğinin birbirlerini dışlamayan gerçekler olduğunu) savunarak yığınlara mal etmek gerekir…

“Özgürlük” deyince anımsanması gereken ilk şeylerden birisi M. Gandi’nin “Gerçek size eylemde görünür,” sözü olmalıdır. Çünkü gerçek ve gerçeklik üzerine olan tüm sözlerimiz gibi, özgürlüğün de eylem içinde olması, eylem içinde kalması, eylemle damıtılması “olmaza olmaz”dır.

Özgürlük eylemde var edilir, eylemle var olur. Bu yüzde söz eylemden doğmalı, eylem doğurmalıdır. Çünkü özgürlük insan(lık) gerçeğinin eyleme geçmiş hâlidir.

İş bu nedenle özgürlüğün hasmı, düşmanı çoktur. Asalaklar, sömürücüler, eylemsiz kalmamızı isterler. Çünkü eylemsizlik köleliktir, kulluktur, nesneleşmektir.

Egemenler ile “kendi” gericiliğinin kölesi olanlar özgürlükten korkarlar. Bunda da “haklı”dır!

Ancak ezilenlerin kurtuluşu, özgürlüğün bedelini ödeyen sorumlulukla mümkündür

Dayanışmayla, paylaşmakla büyüyüp, çoğaltılan özgürlük, herkesin değilse eğer, kimsenin değildir ve kesinlikle de bir ayrıcalık olamaz…

İş bu nedenle eşitlikçilikten bir adım geri adım atmayan özgürlük isyancıdır. Baş eğdirilemez, boyun eğmeyen insanlık onurunun kurucu öğesi ve ayakta tutan omurgasıdır![122]

 

IV.1) ÇÖZÜM (MÜ?)

 

“İyi de çözüm ne” mi?

Öncelikle bunun yanıtı beklentilerdeki kadar “kolay” değildir…

Umulduğu üzere özel bir reçetesi de yoktur…

Batı karşısındaki “Doğu”nun hâli, içinde geçtiğimiz “Uygarlık Krizi” koşullarında, ulusal/ sınıfsal öğeleriyle bir “insanlık sorunu”dur ve de Bob Dylan’ın ifadesiyle, “İnsanlık öyle bir elbisedir ki herkese olmaz”!

Kolay mı? “Hamlet karşısında Polonius olma”[123] durumunda veya Emma Goldman’ın, “Pek çok insan hayata bakar, ama onu yaşamaz. Onların gördükleri hayatın kendisi değil, sadece gölgesidir,”[124] saptamasıyla karakterize olan bir “Uygarlık Krizi”nin orta yerindeyiz.

Bu koordinatlarda yapısal olmayan, kapitalist statükonun (hangi biçimlenişte olursa olsun!) her hâline “Hayır” demeyen hiçbir duruşun, sürdürülemez kapitalizmin yol açtığı “Uygarlık Krizi”ni aşması mümkün değildir.

Bu saptamayı, kimi sol-liberaller “dogmatik”, “topyekûncu” olarak mahkûm etmeye kalkışsa da; G-20 öncesi toplantıda konuşan Ali Koç’un, “Küreselleşmenin insan tarafı yok.”[125] “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya 50 kat zenginleşti ama burada gelir dağılımına baktığınızda büyük uçurum olduğunu görüyorsunuz. Bunun sürdürülebilir olmadığını anlayabilmek için Einstein olmaya gerek yok. İşçi kesimine baktığınızda ise gelirden en düşük pay onların.”[126] “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir. Ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir,”[127] itirafını yüksek sesle dillendirmek zorunda kaldığı bir yerkürede yaş(atıl)ıyoruz![128]

Dünyanın sayılı zenginlerinden ‘Microsoft’un kurucusu Bill Gates’e dahi, “Kapitalizm bizi iklim değişikliğinden kurtaramaz. Çare sosyalist politikalar,”[129] dedirten bu hâl öyle bir vahşet ki, iktidarı döneminde zengin ve yandaş iş insanları yaratan Cumhurbaşkanı Erdoğan bile, G-20 Zirvesi’ndeki ‘İş 20 ve Emek 20 Oturumu’nda, “İşverenlere tavsiye ediyorum, biraz az kazanın. Fakiri tahrik etmeyelim ve paylaşımcı anlayışı hayatımıza egemen kılalım,”[130] demek zorunda kaldı!

Gerçekten de ekonomist Uğur Civelek’in, “Kurallardaki evrimin giderek dengesizlikleri artırdığını da görüyorlar. Bu şekilde, güvensizlik olarak onlara dönüyor. Belirsizlikler kırılganlıkları artırıyor. Bu şekilde şikâyetçi olması (Ali Koç’un) normal ve tespitleri gerçekçi… 20 yıl öncesine göre çok farklı bir yerdeyiz. Küreselleşme görmekten kaçınamayacağımız bir tabloyu hep göz önünde tutuyor. Gelir ve servet adaletsizliği sürüyor. Bu konunun küresel servetin kabaca yüzde 80’inin, küresel yetişkin nüfusun sadece yüzde 9’unun elinde bulunduğu, 900 milyon kişinin yoksul olduğu bir dünyada hâlâ yeterince tartışılmıyor,”[131] diye tarif ettiği durumda sürdürülemez kapitalizme karşı çıkılmadan hiçbir soru(n) çözümlenemez…

O hâlde “Uygarlık Krizi” koşullarında, ulusal ve sınıfsal öğeleri birbirinden kopartmadan; birini diğeri yerine ikame etmeden; her ikisinin de çeşitlilik içinde birliğin unsurları olduğunu “es” geçmeden; güncel planda “Doğu” ile Batı arasında “Ayrı Diller” gibi bir soru(n) bulunduğunu görmemiz gerek.

1960’larda, Türkiye’de sol ve demokratik muhalefetin dili ortaktı. Ne kadar farklı programları savunsalar da aynı dil ve kavramlar içinde yapıyorlardı bunu. Dolayısıyla herkes her söyleneni anlıyordu.

Ne var ki 1975’lerden sonra sol harekette diller farklılaştı. Program ve stratejiler artık aynı dille değil, farklı dillerle ifade edilmeye başlandı. Kimse birbirinin dilini anlamaz oldu.

Unutulmamalı: Somut talepler, dilleri farklı olan özneleri bir araya getirir.

Bugün “Doğu” ile Batı’yı aynı cephede birleştirecek olan ne “Barış”, ne “Demokratikleşme”, ne de “Demokratik Özerklik” vb. talepler değildir.

“Doğu” ile Batı’yı aynı savaş cephesinde birleştirecek olan (“Barış”, “Demokratikleşme”, “Demokratik Özerklik” vb. talepleri de içeren) “yeni bir dünyayı mümkün kılan”, kılacak olan Toplumsal Adalettir.

Kapitalist vahşetin kahredici sonuçlarına karşı çıkan Toplumsal Adalet talebi, yıkıcı yaratıcılığın “Evet”i etrafında, farklı itiraz öznelerinin tüm “Hayır”larını bir araya getirir.

İş bu nedenle de Toplumsal Adalet talebi, “anti-kapitalist”, “emekten yana” bir duruşla bütünleştirilmeli; “anti-emperyalizm” ile “sınıf” meselesine yabancılaşmışlığı aşabilmeli; “Sürüleştirilmeye[132] direnebilmeli”dir.[133] Bu talep, “bir barikat da Batı’da kurmak”[134] ve “birleşik direniş cephesi”nin[135] örülmesinde ancak bu koşullarda başat rol oynayabilecektir.

Bu uğurda sonu iltihaklara yol açan “ittifaklar” yerine, “Doğu” ile Batı’nın farklılıklarını gözeten, vesayetsiz bir yan yana -yani hiçbir şeyi özelleştirerek öne çıkarmayan- duruşa olan ihtiyaç giderek büyümektedir…

 

IV.2) BİR KAÇ ŞEY DAHA

 

“Doğu”da Kürt halkının özgürlük için direnişi, mücadelesi müthiş bir önem taşımaktadır; bundan hiç kuşku yok. Bu isyan, “Batı”daki, emekçilerin eşitlik mücadelesinin önünü açabilecek değerleri içermekte, barındırmakta ve bunları -gerçek bir kardeşleşmenin emekçilerin elinde kurulabileceği- geleceğe taşımaktadır.

Bu değerleri reel-politiker ya da pragmatik kaygılarla gözardı etmek, yok saymak; hiç kuşku yok ki hem “Doğu”daki, hem de Batı’daki “eşitlikçi, toplumsal adalete dayalı” kardeşlik olasılığını bugünden yok etmek olur.

Çünkü ne Batı (yukarıda dile getirilen eleştirilerin de ifade ettiği üzere) arındırılmış, “saf” bir “sınıf sorunu”, ne de Doğu (direnişin eşitsizliği, Kürt toplumunun bütününü harekete geçirebilmedeki yetisizlik – örneğin Diyarbakır’da Dicle mahallesinin Sur’a kayıtsızlığı) sınıfsallıktan soyutlanmış bir “kimlik” sorunudur. Batı çürüme ve “kimlik(sizleşme)”den, Doğu ise “sınıfsal bölünme ve çelişkiler”den malûldür. Dayanışma, bu zaaflarını aşmada önemli bir etken olacaktır.

Biliyorum, bunlardan söz ettiğimde, “Siz ne yapıyorsunuz, neredesiz?” sorusuyla karşılaşacağım…

Biz, bu kadarını yapan, yapma gayretinde olanlar olarak, bu kadarız ve buradayız! “Yetersiz” bulunsa da bu hâl(imiz), nihilist bir tutumla küçümsenmemelidir.

Unutmayın: Hannah Arendt, sayıları az, etkileri sınırlı olsa da faşizme karşı direnen “istisnaları” görmezlikten gelemeyeceğimize işaret eder: “Siyasi bir bakış açısıyla ifade edecek olursak söz konusu (direniş) hikâyeler(i), bu dehşet ortamında insanların çoğunun boyun eğeceğini, ama bazılarının eğmeyeceğini anlatır.”

Arendt, insanlığa olan umudunu herşeye rağmen korur. “İstisna” olsa da herşeye rağmen direnenlerin, iyi tanıkların varlığı umudunu korumak için yeterli bir nedendir. Üçüncü Reich koşullarını aratmayan “Yeni Türkiye”nin, “Yahudilerinin” Kürtler olacağının açıkça ortaya çıktığı bu günlerde, “herşey” deki acı, kan ve hoyratlığa, “rağmen”deki umudu koruyarak direnebiliriz, “Batı”da veya “Doğu”da![136]

Evet Sokrates, “Sorgulanmayan hayat, hayat değildir,” demiştir; doğrudur; sonuna kadar haklıdır.

Bu böyleyse ve Karl Marx’ın deyişiyle, “Toplumsal reformlar; asla güçlünün zayıflığından ötürü değil, her zaman zayıfın gücünden ötürü gerçekleşir”se; artık biraz da “Barış”, “Demokratikleşme”, “Diyalog” vb. önermelerini (ve bunların tarihine) kafa yorup, sorgulamak gerekmiyor mu?[137]

O hâlde “Şimdi, gelip bir yol ayrımına dayanmış durumdayız; önümüzdeki yol ayrımı, faşizm ya da demokratik cumhuriyet olarak apaçık duruyor,”[138] biçimindeki Dimitrofçu yanılgılara düşmeden; devlet ve devrim[139] sorununda yoğunlaşmalıyız.

“In maxima potentia minima licentia/ Ne kadar büyük iktidar, o kadar az hürriyet”de ifadesini bulan “Absolutum dominium/ Mutlak iktidar”a denk düşen kapitalist devlet, biattır.

Öyle veya böyle, devlete sorgusuz-sualsiz-itaat ister; bu bağlamda onunla yapılan her “Barış” ve “Diyalog” ya da ondan umulan her “Demokratikleşme” nesnel olarak sözkonusu biatın -şöyle ya böyle- parçasıdır!

“Kutsallık” ve “raison d’etat/ hikmet-i hükümet” zırhını kuşanan devlet, kolayca keyfiliğe ve ceberutluğa yönelebilir. Konfüçyüs’ün ifadesiyle, devlet, yırtıcı kaplandan daha tehlikelidir. Yani Lord Acton’un, “Güç yozlaştırmaya eğilimlidir, mutlak güç ise mutlaka yozlaştırır,” sözünü doğrulayan tarihsel tecrübe[140] hepimize; liberal vaazların aksine; “Liberalizmin anahtar kavramı özgürlük değil güvenlik,”[141] olduğunun altını çizer.

Çünkü “Liberalizm, özgürlük namına güvenliğin dayatılmasına direnmez. Güvenlik toplumu için gerekli mekanizmaları bizzat geliştirir. Devletin ‘en anti-liberal’ eylemlerinin liberalizmin temel kavramları aracılığıyla hayata geçirilmesinde hiçbir tezat olmayışının altında bu durum yatar.”[142]

Çünkü liberalizmin ima ettiği “özgürlük” nihayetinde sermayenin özgürlüğüdür. Bu “özgürlüğü” ihlâl edecek her türlü “tehdit” (terörist) “güvenlik önlemleriyle bertaraf edilecektir.

Kapitalizm gerçeği, “demokrasi aslında birileri için diktatörlüktür,” saptamasının ötesinde; parlamenter demokrasinin, seçimlerin, seçilmiş yöneticilerin aslında, devletin özünü, gerçek yöneticilerini, güç merkezlerini gizleyen bir örtü olduğunu; yani V. İ. Lenin’in, “Sermaye var olunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiçbir demokratik cumhuriyet, hiçbir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez,” saptamasın altını çizer.

O hâlde emperyalizme ve kapitalist devlet karşı açık tavır almadan; ulusal ve/ veya sınıfsal davanın başarıya ulaşması mümkün olabilir mi?

Kapitalist- emperyalizmin XX. yüzyılında her 3.6 saniyede en az bir kişi açlıktan ölmekteyken;[143] her dokuz kişiden biri sağlıklı bir hayat geçirebilmek için gerekli olan miktarda gıdaya erişemeyip, kronik açlık çekerken;[144] Türkiye’de her gün en az 4 kişi işçi cinayetlerinde ölüyorken;[145] Dünya varlıklarının yarısı toplam nüfusun yüzde birinden az bir grubun elindeyken[146] elbette hayır!

Çünkü Karl Marx’ın ifadesiyle, “İnsan kalmanın tek yolu, insanlık dışı bu sisteme karşı savaşmaktır”!

İş bu nedenle Nâzım Hikmet’in, “Onlar ki suda balık, havada kuş kadar çoktular/ korkak, cesur, cahil, hâkim ve çocuktular/ ve kahreden/ ve yaratan onlardır/ destanımızda yalnız onların maceraları vardır// asırlarda onlar yendi, onlar yenildi/ çok sözler edildi onlara dair/ ve onlar için/ zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur denildi,” dizelerinin altını çizerek bitiriyorum: “İnsanın gerçek gücü sıçrayışta değil, sarsılmaz duruştadır,” der L. Tolstoy… Her daim sarsılmaz bir duruşa olan ihtiyaç(ımız)ın gerekliliğini anımsatarak!

Kolay mı?

  1. Foucault, “Kişi kendisini bir bilgi öznesi olarak oluşturmadıkça, hazların kullanımı açısından ahlâksal bir özne olarak oluşturamaz,” diye uyarırken, “Önemli olan, … insanın sonuna kadar gitme iradesini göstermesidir”![147]

Şimdi coğrafyamızda tarihi “kötü yanı üretir”ken; “Doğu” cephesinde Batı’ya uzanan mücadele güzergâhında muhtacı olduğumuz bu “sonuna kadar gitme iradesi”dir…

 

28 Ocak 2016 12:04:55, Ankara.

N O T L A R

[*] 20 Şubat 2016 tarihinde İstanbul Eğitim-Sen 4 Nolu Şube’nin düzenlediği toplantıda yapılan konuşma…

[1] Slavoj Zizek.

[2] Alain de Botton, Felsefenin Tesellisi, Çev: Banu Tellioğlu Altuğ, Sel Yay., 11. Baskı, 2011, s.34.

[3] José Saramago, Bilinmeyen Adanın Öyküsü, Çev: Emrah İmre, Kitap Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015.

[4] Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu, Çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay., 2006.

[5] Jean Baudrillard, Siyah Anlar, Çev: Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Yay., 2. baskı, 2014.

[6] Gilles Deleuze, Spinoza-Pratik Felsefe Çev: Alber Nahum-Ulus Baker, Norgunk Yay., 2011.

[7] İlham Bakır, “Beden ve Mekâna Yabancılaşma”, Gündem, 25 Kasım 2015, s.15.

[8] Hikmet Çetinkaya, “İnsan Neden Bunalır?..”, Cumhuriyet, 29 Mart 2015, s.29.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Normalin Arkasındaki Kriz”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2015, s.8.

[10] “ABD’de seks işçisi kadınlar, seks tacirlerinin onların ‘kendilerine ait olduğunu’ belirtmek için, isimlerini vücutlarına dövme yapmaya zorlandıklarını anlattılar.” (“Bu Kölelik Değilse, Nedir?”, Radikal, 8 Eylül 2015… http://www.radikal.com.tr/hayat/bu_kolelik_degilse_nedir-1429760)

[11] Erdal Atabek, “Günümüzün Köleleri…”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2014, s.4.

[12] Ümit Kardaş, “İnsan Olmanın Anlamı ve Empati”, Taraf, 21 Kasım 2015… http://www.taraf.com.tr/insan-olmanin-anlami-ve-empati/

[13] Murat Yaykın, “Yılma… Korkma”, Birgün, 17 Nisan 2014, s.13.

[14] Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu Söylenceleri – Yapıları, Çev: Ferda Keskin-Hazal Deliceçaylı, Ayrıntı Yay., 2012.

[15] “Küresel Servetin Yarısından Fazlası En Zengin Yüzde 1’in Eline Geçiyor”, 19 Ocak 2015… http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/01/150119_en_zenginler_cok_zengin

[16] “62 Kişinin Serveti Dünyanın Yarısına Denk”, Radikal, 18 Ocak 2016… http://www.radikal.com.tr/dunya/62-kisinin-serveti-dunyanin-yarisina-denk-1498921

[17] Fikret Başkaya, “Ya Komünizm ya da Bu İş Karakolda Biter…”, 20 Kasım 2015… http://soldiyalog.com/?p=3365

[18] “Dünyanın En Zenginleri Listesinde 32 Türk”, Hürriyet, 3 Mart 2015, s.15.

[19] “40 Saniyede Bir Bulaşıyor”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2014, s.18.

[20] Yankı Yazgan, “Sonuna Kadar Mücadele: Depresyon, İntihar, Gençler, Medya, Tedaviler”, Birgün Pazar, Yıl:11, No:388, 17 Ağustos 2014, s.3.

[21] Ceren Çıplak, “Ahmet Ümit: Sabah Böyle Bir Ülkede Uyanıyor Olmak Moralimi Bozuyor”, Cumhuriyet Sokak, 20 Eylül 2015, s.3.

[22] Ahmet Hakan, “İlber Ortaylı: Türkiye’de Bugün Köylülük Değil, Kasabalılık Egemen”, Hürriyet, 22 Ekim 2014, s.4.

[23] Fürûat’ın sözlük anlamı: Dallar, budaklar, şubeler, ikinci derecede önemli olan şeyler demektir.

[24] Ezgi Atabilen, “Hilmi Yavuz: Toplum Despotizm İstiyor”, Cumhuriyet Sokak, 27 Aralık 2015, s.4.

[25] Eray Özer, “Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Psikoterapist Murat Paker: Hissedilen Korku Paranoya Değil”, Cumhuriyet Sokak, No:21, 2 Ağustos 2015, s.8.

[26] Güray Öz, “De Rerum Natura”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2015, s.8.

[27] Ataol Behramoğlu, “Cinnet”,Cumhuriyet, 21 Şubat 2015, s.6.

[28] Ceren Çıplak, “Levent Üzümcü: Türkiye Nefretle Yönetiliyor”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2015, s.23.

[29] Eray Özer, “Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Psikoterapist Murat Paker: Hissedilen Korku Paranoya Değil”, Cumhuriyet Sokak, No:21, 2 Ağustos 2015, s.8.

[30] Ayşe Atalay, “Bir Toplumun İntiharı”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2015, s.18.

[31] Erdal Atabek, “Toplumsal Depresyon…”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2015, s.4.

[32] “IPSOS KGM Araştırması: Yüzde 60’a Göre Medya ve İnternet Sansürü Normal”, Birgün, 4 Ocak 2015, s.2.

[33] Burcu Ünal, “Türkiye’de ve Dünyada Vatandaşlık Raporu: Türkiye Kimseye Güvenmiyor”, Milliyet, 9 Aralık 2015, s.8.

[34] Şebnem Turhan, “4 Gençten 3’ünün Hayali Yurtdışı”, Hürriyet, 8 Aralık 2014, s.12.

[35] Güven Özalp, “Türkiye’de Kötümserlik Arttı”, Hürriyet, 19 Aralık 2014, s.16.

[36] Ali Çarkoğlu-Ersin Kalaycıoğlu, The Rising Tide of Conservatism in Turkey, s.43-46.

[37] Sibel Bahçetepe, “10 Kişiden Birinde Anksiyete”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.15.

[38] “Türkiye’de Her Gün 9 Kişi İntihar Ediyor”, http://haber.sol.org.tr/turkiye/turkiyede-her-gun-9-kisi-intihar-ediyor-127100

[39] Ayşe Arman, “Şizofreni Hastalarını Görmezden Gelmeyelim”, Hürriyet, 23 Ekim 2014, s.7.

[40] Emrullah Bayrak, “Psikolojik Rahatsızlıklar Son 5 Yılda Yüzde 330 Arttı”, Zaman, 25 Şubat 2015, s.22.

[41] Hülya Güler, “Biz Gerçekten Hayırsever miyiz?”, Hürriyet, 27 Şubat 2015, s.10.

[42] Murat Kibritoğlu, “Barınağa Her Gün İşkence Gören Hayvan Getiriliyor”, Milliyet, 2 Mart 2014, s.18.

[43] “Halkın Yüzde 79’u ‘Dindarım’ Dedi”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2015, s.11.

[44] “En Dindar 24. Ülkeyiz”, Milliyet, 14 Nisan 2015, s.18.

[45] Burcu Ünal-Damla Yur-Arif Balkan, “Türkiye’de En Kolay Şey Silaha Ulaşmak!”, Milliyet, 9 Haziran 2014, s.12.

[46] “Türkiye Trans Cinayetlerinde Avrupa Birincisi”, Birgün, 12 Mayıs 2015, s.3.

[47] “7 Kişiden 6’sı ‘Eşcinsel Komşu İstemem’ Diyor”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.2.

[48] “Toplumun Yarısı Kürtaja Karşı, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.2.

[49] “Asıl Engel Kafalarda”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2012, s.3.

[50] “Küresel Mutluluk Endeksinde Türkiye Sondan Üçüncü”, 27 Ağustos 2015… http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/08/150827_gallup_mutluluk_anketi?

[51] “Dünyada En Az Türkler Gülüyor!”, Milliyet, 28 Ağustos 2015, s.13.

[52] Olcay Büyüktaş Akça, “Gençler Kazandıklarından Çok Fazlasını Tüketiyor”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2013, s.10.

[53] “İşsiz Gencin Gözünde Rüşvet Bile Meşru Çıkıyor”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2014, s.10.

[54] Ali Açar, “… ‘Yolsuzluk var’ Diyen Artıyor”, Cumhuriyet, 4 Mart 2015, s. 9.

[55] Can Çırnaz, “Dünya 2012’de Daha Çok Alkol Tüketti”, Milliyet, 20 Haziran 2013, s.7.

[56] “Evlenme Oranı da Boşanma da Arttı”, Milliyet, 16 Haziran 2012, s.6.

[57] Mahmut Lıcalı, “Benden Boşanır mısın?”, Cumhuriyet, 21 Mayıs 2012, s.20.

[58] Güler Yılmaz, “Mağdur Çocuk Sayısı 5 Yılda Dört Kat Arttı”, Taraf, 2 Aralık 2013, s.5.

[59] Evin Demirtaş, “50 Bin Çocuk Seks Kölesi”, Milliyet, 5 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/50-bin-cocuk-seks-kolesi/gundem/detay/1772975/default.htm

[60] “Çocuk İstismarı Katlandı”, Cumhuriyet, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2015, s.2.

[61] “Çocuklara Taciz Katlandı”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2015, s.4.

[62] Erdinç Çelikkan, “Ayda 650 Çocuk”, Hürriyet, 3 Eylül 2014, s.3.

[63] Figen Atalay, “10 Yaşında ‘Seks İşçisi’…”, Cumhuriyet, 5 Ekim 2015, s.13.

[64] “Çocuklara Cinsel İstismar Altı Yılda Yüzde 697 Arttı”, BİA Haber Merkezi, 21 Temmuz 2015… http://bianet.org/bianet/cocuk/166162-cocuklara-cinsel-istismar-alti-yilda-yuzde-697-artti?

[65] Ahmet Açıkay, “Kayıp Çocuk Sayısında Korkunç”, Milli Gazete, 2 Mayıs 2014, s.13.

[66] Cezaevindeki 169 hükümlü ve tutuklu çocukla görüşen, G. Antep Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Özkan Yıldız, çocukları suça iten nedenlerin çok çeşitli olduğunu ancak ekonomik sebeplerin birinci sırada yer aldığını söyledi. (“Suçun Nedeni Ekonomi”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2011, s.3.)

[67] Erk Acarer-Meltem Yılmaz, “Şiddetin Mağdurları Bu Çocuklar”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2014, s.10.

[68] Geçerken Albert Einstein’ın 12 Haziran 1953 tarihli ‘The New York Times’ gazetesinde yayımlanan “açık mektup”undan bir bölümü aktarmalıyım: “Bu ülke aydınlarının karşı karşıya bulunduğu sorun son derece ciddidir. Gerici politikacılar bütün aydınlara kuşkuyla bakılmasını sağlamakta başarılı olmuşlardır. Bu başarıdan sonra şimdi öğretme özgürlüğünü baskı altına alma, kendilerine boyun eğmeyenleri aç bırakma çabalarına girişeceklerdir. Aydınlar azınlığı buna karşı ne yapmalıdır? Gerekirse cezaevine girmeyi, parasız kalmayı, ülkenin çıkarları uğruna kendi çıkarlarından olmayı göze almalıdırlar. Bunu yaparken anayasaya sığınmamalı, onurlu bir yurttaşın böyle soruşturmalara katılamayacağını haykırmalıdırlar. Yeterli sayıda kimse bunu yapabilirse, başarı kazanılır. Başarı kazanılamazsa, bu ulus köle olarak yaşamayı zaten kabullenmiş demektir.”

[69] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Ben Devletim!’- ‘Devlet Benim’…”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2015, s.8.

[70] Gökçer Tahincioğlu, “Temsili Adalet”, Milliyet, 12 Temmuz 2015, s.15.

[71] “Türkiye Cinnet Getirdi”, Milliyet, 29 Haziran 2012, s.4.

[72] “Cinnet Manzaraları”, Milliyet, 23 Ağustos 2012, s.3.

[73] Ruhan Yalçın, “Yüzüne Demir Çubukla Vurarak Öldürdüler”, Milliyet, 1 Nisan 2012, s.3.

[74] “Bir Yıl İçinde İki Kız Bebeğini Öldürdü”, Cumhuriyet, 18 Mart 2015, s.15.

[75] “Bebeği Hastanelik Etti”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2012, s.3.

[76] “Baba Dayağından Ölmüş”, Taraf, 2 Ocak 2014, s.5.

[77] Yaprak Koçer, “Baba Dayağından Engelli”, Hürriyet, 2 Ekim 2013… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24830686.asp

[78] Zafer Barış, “Bebeğini Öldüren Anne ve Sevgilisine Müebbet”, Milliyet, 16 Aralık 2015, s.9.

[79] Alican Uludağ, “… ‘Ünzile’ Gerçek Oldu”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2013, s.3.

[80] Ergün Ayaz- Soner Gülezer, “Gölcük’te Dehşet!”, Milliyet, 24 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/golcuk-te-dehset-/gundem/detay/1779689/default.htm

[81] “Annelerini Öldürdüler”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2013, s.3.

[82] “İşveren 2 Suriyeli Çocuğu Döverek Öldürdü”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2015, s.10.

[83] “Oğlunun Böbreğini Satmak İsterken Yakalandı”, Hürriyet, 24 Ekim 2015… http://www.hurriyet.com.tr/oglunun-bobregini-satmak-isterken-yakalandi-40005350

[84] “Tuvalette Doğurduğu Bebeğini Öldürmek İstedi”, Milliyet, 22 Şubat 2014… http://gundem.milliyet.com.tr/tuvalette-dogurdugu-bebegini/gundem/detay/1840738/default.htm

[85] Banu Şen-Fevzi Kızılkoyun, “Kafasını Kopardığımı 2 Gün Sonra Fark Ettim”, Hürriyet, 17 Kasım 2013, s.8.

[86] Oktay Çayırlı, “Bebeğini 6’ncı Kattan Attı”, Milliyet, 24 Mart 2013, s.6.

[87] “Vahşet… Öğretmeni Döve Döve Öldürdüler!”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2015, s.3.

[88] Teslime Tosun, “Eşini Döverken Sevgiliye İzletti”, Hürriyet, 15 Nisan 2012, s.3.

[89] “Çengelle Tavana Asıp Dillerini Bile Kesti”, Milliyet, 17 Kasım 2013, s.4.

[90] “8 Aylık Bebeğini Alt Geçitte Bıraktı”, Milliyet, 21 Ekim 2015, s.3.

[91] “Babası Gizli Gizli Uyuşturucuya Alıştırdı!”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2013.

[92] Musa Kesler, “İşkenceci Müdüre 26 Yıl Hapis İstendi”, Milliyet, 29 Mayıs 2015, s.4.

[93] Ergün Tos, “11 Yaşındaki Çırağını, Boynundan Motosiklete Bağlayıp Götürdü”, Radikal, 28 Ocak 2014, s.10.

[94] “İnsanlık Ölmüş”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2012, s.3.

[95] Mustafa Kökten, “Tarihçe”, Cumhuriyet, 18 Şubat 2015, s.15.

[96] Fevzi Kızılkoyun, “Babaya Hapis”, Hürriyet, 20 Eylül 2015, s.7.

[97] Bülent Tatoğulları, “Tecavüzleri Ölüm Tehdidiyle Gizlemiş”, Milliyet, 19 Eylül 2014, s.4.

[98] “Yaşı Küçük Dramı Çok Büyük”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2013, s.3.

[99] “Hastaneye Karın Ağrısı ile Gitti, Dayısından Hamile Olduğu Ortaya Çıktı”, Hürriyet, 18 Aralık 2015… http://www.hurriyet.com.tr/hastaneye-karin-agrisi-ile-gitti-dayisindan-hamile-oldugu-ortaya-cikti-40029011

[100] “Kız Kardeşine Tecavüz Eden İmamdan Şoke Eden İfadeler!”, Cumhuriyet, 20 Şubat 2014, s.3.

[101] Hasan Dönmez, “Tecavüzcü Babaya Ceza Yağdı”, Milliyet, 23 Ağustos 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/tecavuzcu-babaya-ceza-yagdi/gundem/detay/1753743/default.htm?ref=yahoo

[102] “Bir Köy 7 Yıl Boyunca Tecavüzü Seyretti”, Hürriyet, 26 Mayıs 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29106335.asp

[103] İsmail Saymaz, “Arkadaşımıza Acı Çektirdi, Tecavüz Ettik”, Milliyet, 2 Haziran 2015… http://www.milliyet.com.tr/-arkadasimiza-aci-cektirdi–gundem-2068007/

[104] “Cinsel Saldırıda Bulunurken Telefonla Eski Karısına Dinletti”, Hürriyet, 13 Ağustos 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29799445.asp

[105] “Annesinin Yanında Tecavüz Ediyordu”, Taraf, 19 Ağustos 2013, s.5.

[106] “Afyon’da Tutuklama”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2012, s.3.

[107] Felat Bozarslan, “11 Yaşındaki Kızına Tecavüz İddiasıyla Yargılanıyor”, Milliyet, 25 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/11-yasindaki-kizina-tecavuz/gundem/detay/1782212/

[108] “Porno Görüntülerden Etkilendim”, Milliyet, 11 Eylül 2013.

[109] Gülden Aydın, “Tecavüz Sanığı Hocası”, Hürriyet, 27 Haziran 2013, s.8.

[110] Sertaç Koç – Evin Demirtaş, “Tecavüzcülerin Arasında Torunu Olanlar da Var!”, Milliyet, 19 Nisan 2013, s.7.

[111] Durmuş Sevindik, “8 Yaşındaki Çocuğa Tecavüz İddiasıyla Tutuklanan Eşini Teselli Etti”, Milliyet, 27 Temmuz 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/8-yasindaki-cocuga-tecavuz/gundem/detay/1742451/default.htm

[112] “Utanç!”, Haber Türk, 17 Temmuz 2013.

[113] Damla Yur, “Çocuk Yaşta Ama Çocuk Bekliyor!”, Milliyet, 21 Mart 2014, s.16.

[114] “Küçük Kıza Tecavüze 9 Tutuklama”, Cumhuriyet, 25 Ocak 2013, s.3.

[115] “+18 İçin Haber”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2013, s.3.

[116] “8 Yaşındaki Çocuğa Tecavüz Dehşeti”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2014, s.3.

[117] “Utanç Gizleniyor”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2014, s.3.

[118] “13 Yaşında, 30 Bin Liraya Satıldı”, Zaman, 4 Mayıs 2012, s.4.

[119] “Düğün Masrafları İçin Eşine Fuhuş Yaptırdı!”, Haber Türk, 15 Mayıs 2014, s.6.

[120] Ramazan Çetin, “Kredi Kartına Taksitle, Minibüste Fuhuş”, Milliyet, 29 Aralık 2015, s.3.

[121] “14 Yaşındaki Kıza Korkunç Tuzak”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2014, s.3.

[122] Hayrettin Ökçesiz, “Özgürlük Deyince” Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1454, 30 Ocak 2015, s.18.

[123] “… ‘Hamlet: Şu bulutu görüyor musun, şurada? Bir deveye benziyor değil mi? Polonius: Doğru, vallahi tıpkı deve…

Hamlet: Bense bir fareye benzetiyorum. Polonius: Evet, sırtı tam bir fare sırtı…

Hamlet: Balina sırtı mı yoksa? Polonius: Tamam ta kendisi, balina sırtı…’

Bir insanın aynı anda deve dediğine fare, fare dediğine balina demesi ne denli büyük bir bilinçsizliğin sonucudur! Shakespeare, fare-balina zıtlığını ortaya koyarak insanlığın düşünce dönekliğini vurgulamaktadır. Bunun yanında, işbirlikçilerin düşünce şaşkınlığıyla ne yapacaklarını bilmedikleri de gözden kaçmıyor. Korkusunu, bir bakıma utancını gizlemek için Hamlet’in her dediğine evet demek zorundadır Polonius. Çünkü o Hamlet’in ezici gerçekliği altında erimekten kurtulamayacaktır. (…)

Özellikle gelişmelerin, değişmelerin başlangıcını yaşayan bir toplumda, kendi gözlerinden çok başkalarının yargılarını kullanan insanların bulunması doğaldır. Daha uzun süre deve fare, fare balina gibi görünecektir. Başka biri çıkıp da sineğe benziyor dese, ona da inanacaklar çıkacaktır. Kendine güvenmediği gibi başkalarını da avlamaya çalışan bütün şaşkın insanların ortak niteliğidir bu.

Oysa çağdaş düşünce, Hamlet karşısında Polonius olmaya kesinlikle karşıdır. Bir işbirliğinin sözcülüğünü yapan Polonius’lar, her çağda Hamlet’lerin oyuncağı olmaktan kurtulamayacaklardır. Polonius’luk, kişilik satıcılığıdır. Satılığa çıkarılan kişiliklerin alıcısı ise çoktur!” (Adnan Binyazar, Ağıt Toplumu, “Gelincik ve Balina” başlıklı denemeden, Can Yay., 2015.)

[124] Emma Goldman, Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir, Çev: Necmi Bayram, Agora Yay., 2006.

[125] Duygu Güvenç-Pelin Ünker, “Ali Koç: Kapitalizmin Ortadan Kalkması Gerek”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2015, s.10.

[126] “Koç: Zenginlik Eşit Paylaşılmıyor”, Hürriyet, 14 Kasım 2015… http://www.hurriyet.com.tr/koc-zenginlik-esit-paylasilmiyor-40013958

[127] “Ali Koç: Gerçek Sorun Kapitalizmdir!”, Radikal, 15 Kasım 2015… http://www.radikal.com.tr/ekonomi/ali-koc-gercek-sorun-kapitalizmdir-1472923

[128] “Neden patronlar kapitalizme karşı? Çok mu hümanist oldukları için? Hayır, hiç öyle değil. Kendi çıkarları için.”  (Korhan Gümüş, “Patronlar Kapitalizmden Neden Rahatsız”, 19 Kasım 2015… http://www.taraf.com.tr/patronlar-kapitalizmden-neden-rahatsiz-2/)

[129] “Bill Gates” “Çare Sosyalizm”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2015… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/401151/Bill_Gates__Care_sosyalizm.html

[130] Duygu Güvenç-Pelin Ünker, “Erdoğan’dan G20 Önerisi: İşveren Az Kazansın”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2015, s.8.

[131] “Günün Tartışmasını Ali Koç Başlattı: Kapitalizm Ortadan Kalkmalı mı?”, Hürriyet, 15 Kasım 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gunun-tartismasini-ali-koc-baslatti-kapitalizm-ortadan-kalkmali-mi-40014323

[132] HDP İzmir Milletvekili ve HDK Eşsözcüsü Ertuğrul Kürkçü, Türkiye’nin ‘kuzuların sessizliği’ içinde olmasından dolayı, önümüzdeki on yılda büyük utanç duyacağını düşündüğünü söylüyorken; (“Türkiye ‘Kuzuların Sessizliği’ İçinde”, Gündem, 16 Aralık 2015, s.10.) İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı Direktörü, Dr. Murat Paker de, “Türkiye’de artık cin şişeden çıkmıştır ve o tren kaçmıştır. Türkiye toplumu bu tür terör eylemleri nedeniyle sinebilecek, yılabilecek, bütünüyle korkutulabilecek bir toplum değildir artık,” (Selin Ongun, “Murat Paker: AK Troll’lerin Durumu Biz Narsisizmi”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2015, s.11.) diyerek farklı bir tutum sergiliyor!

[133] Cem Kaptanoğlu, “Sürüleştirilmeye Direnmek”, 2 Haziran 2015… http://yarinhaber.net/author/cemkaptanoglu/816

[134] “Bir Barikat da Batıda Kuralım”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:248, 30 Aralık 2015-12 Ocak 2016 s.2.

[135] Cemal Şerik, “Birleşik Direniş Cephesi”, Demokratik Ulus, 14-21 Aralık 2015, s.16-17.

[136] Cem Kaptanoğlu, “Herşeye Rağmen”, 8 Ocak 2016… http://yarinhaber.net/author/cemkaptanoglu/969

[137] Bütün yakın tarihimizin en kötü, en kirli, en karanlık döneminde yaşıyoruz. Ahlâksızlığın, vicdansızlığın böylesine pervasızlaştığı, toplumun bu kadar vurdumduymazlaştığı bir başka dönem anımsamıyorum…

Örnek gazetelerdeki kan dondurucu bir haber, İstanbul Gaziosmanpaşa’daki bir “polis operasyonu”nda öldürülen iki genç kadınla ilgili olarak açıklanan otopsi raporuydu. Rapora göre öldürülenlerden birinin kafasına yakın mesafeden 5, ötekinin ise vücuduna 10 el ateş açılmıştı.

Bu tertemiz yüzlü, aydınlık bakışlı iki genç insanın fotoğraflarının da bulunduğu haberlerden birindeki otopsi raporunu gazeteden okuyalım: “Yeliz Erbay’da kafa bölgesinde sağ şakaktan yakın mesafeden beş mermi giriş çıkışı, buna bağlı olarak kafatasında kırıklar ve elmacık kemiklerinde parçalı kırık.

Şirin Öter’de kafa bölgesinde sol şakaktan ve yakın mesafeden bir adet mermi giriş-çıkışı, göğüs bölgesinde 6 adet mermi giriş çıkışı, karın bölgesinde 1 adet mermi giriş çıkışı, vajinada 2 adet mermi giriş-çıkışı.”

Yanlış okumadınız, evet. İkinci kurbanın cinsel organına da iki kez ateş edilmiş… Ezilenlerin Hukuk Bürosu avukatlarının açıklamalarından öğrendiklerimize göre ise, MLKP üyesi olduğu söylenen bu iki genç kadın, bulundukları eve “kamu güvenliğini tehlikeye sokacak biçimde ateş açılarak başlayan polis saldırısına” karşılık veriyorlar… Gerisini yukarıda özetlenen otopsi raporundan öğreniyoruz. Yine avukat açıklamalarında “vücutlarında çok sayıda darp izi ve morluklar bulunduğu gözlemlenen” polis kurbanlarının “çatışma sonrasında yaralı olduklarının, darp edildiklerinin ve yakın mesafeden ateşle infaz edildiklerinin” görüldüğü belirtiliyor…

Avukat açıklamaları olmaksızın da olayın aynen böyle gerçekleştiği yeterince açık: Vajinaya ateş etmek… (Ataol Behramoğlu, “Suça Ortak Olmak”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2015, s.6.)

[138] Oğuzhan Kayserilioğlu, “Kavşak Noktası”, 24 Ocak 2016… http://sendika8.org/2016/01/kavsak-noktasi-oguzhan-kayserilioglu/

[139] “Türkiye devrimi, devrimin demokratik ve sosyalist aşamalarının iç içe geçtiği sosyalist yönün ön planda olacağı kesintisiz bir devrim süreci olarak ele alınmalıdır” (“Sosyalist Halk Devrimi”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:239, 19 Ağustos-1 Eylül 2015, s.20.) “Emek ve sermaye sınıfları arasındaki çelişkinin gerçek çözümünün tek yolu vardır: Devrim” (Tufan Sertlek, “Ekim Devrimi’nin Mirası”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:245, 18 Kasım-1 Aralık 2015, s.21.)

[140] Zühtü Arslan, Anayasa Teorisi, Seçkin Yay., 2005, s.75.

[141] Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, çev:Tonguç Ok, Nota Bene Yay., 2014, s.19.

[142] Onur Kartal, “İmtiyaz, Güvenlik, Diktatörlük”, Birgün Kitap, Yıl:11, No:155, 5 Aralık 2014-1 Ocak 2015, s.16-17.

[143] UNICEF, 2015… http://www.unicef.org/mdg/poverty.html

[144] Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, Dünyadaki Gıda Güvensizliği Durum Raporu, 2015… http://www.fao.org/3/a4ef2d16-70a7-460a-a9ac-2a65a533269a/i4646e.pdf

[145] İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi, İş Cinayetleri Rapor, 2015… http://guvenlicalisma.org/index.php?option=com_content&view=article&id=16851:2015-yilinda-en-az-1730-isci-yasamini-yitirdi&catid=149:is-cinayetleri-raporlari&Itemid=236… Ayrıca Türkiye’de çalışma koşullarına bağlı ölümlerle ilgili tutarlı bir çalışma yapılmıyor. ABD’de 2013 yılında en az 4585 işçi çalışma esnasında, 50 bin civarında işçi ise çalışma koşullarına bağlı hastalıklar nedeniyle öldüğü açıklanmıştır. Yani her gün en az 150 işçi iş ve işe bağlı koşullar nedeniyle yaşamını yitiriyor (AFL-CIO, 2015… http://www.aflcio.org/content/download/154671/3868441/DOTJ2015Finalnobug.pdf)

[146] Credit Suisse, Küresel Varlıklar Raporu, 2015… https://publications.credit-suisse.com/tasks/render/file/?fileID=F2425415-DCA7-80B8-EAD989AF9341D47E

[147] Milan Kundera, Kimlik, Çev: Aykut Derman, Can Yay., 17. Basım, 2013, s.111.

Sibel Özbudun ile röportaj

Kaldıraç: Akademisyenler bugüne kadar imza kampanyalarını çeşitli toplumsal sorunlar tepkilerini göstermek için kullandı. Akademisyenlerin ve araştırmacıların bu tepkisi hiç bu kadar yoğun bir saldırı ile karşılaşmamıştı. Bu saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sibel Özbudun: Bir anımsama… 1980’li yıllarda yayıncılık yapıyorum. “Niçin Değil?” diye bir dizi başlatmıştık; dönemin paradigmalarını, başat kurumlarını, fikirlerini vb. sorgulayan. Toprağı bol olsun, Toktamış (Ateş) Hoca’dan da bir kitapçık istemiştik; dizi için: “Niçin YÖK Değil?” O dönemde böyle bir kitabı yazmaya cesaret edebilecek az sayıda isimden biriydi Toktamış Hoca… Kitabın bir yerinde, öğretim elemanlarının yüksek sesle neden YÖK’e karşı çıkmadıklarını arkadaşlarıyla tartışırken, bir dostunun, “Eee, bilmiyor musun; emir demiri keser” dediğini aktarıyordu.
Türkiye akademiasında her nasılsa varlığını sürdürebilen bir avuç (çünkü biliyorsunuz, Türkiye’de halen öğrenim verilen 193 üniversitede 2016 yılı itibariyle 153 242 öğretim elemanı görev yapıyor. “Bu suça ortak olmayacağız! Başlıklı bildiriyi imzalayan öğretim elemanı sayısı ise, bildiğiniz üzere, 2000’in biraz üzerinde!)
Bu sayı, yukarılarda birine, Cumhurbaşkanına battı. Arkasından, bildiğiniz üzere, imzacı akademisyenlere yönelik bir salvo başlattı.
Cumhurbaşkanı hücuma geçer de, havuz medyası durur mu? Onlar da hemen girdiler topa. İş büyüdükçe büyüdü.
Ve “emir, bir kez daha demiri kesti.” Bizzat cumhurbaşkanından talimat üzerine talimat alan YÖK,üniversite yönetimleri ve yargı, yaratılan basınçla harekete geçti, bir yandan idarî, bir yandan da adlî soruşturmalar için düğmeye basıldı.
Tabii bu arada durumdan vazife çıkartıp “gaza gelen” “devlete yardımcı vigilante’ler”, Ülkü Ocaklılar, Osmanlı Ocaklılar ve bilumum mafya bozuntuları da kendi “özel” linç kampanyalarını başlattılar. Akademisyenlerin odalarına kapı altından atılan imzasız tehdit mektupları; yerel basın ve sosyal medyada arkası kesilmeyen tehdit ve hakaretler; imzacı hocaların resimlerinin ve adlarının kampüste teşhir edilip öğrencilerin “göreve” çağrılması; güvenlik talebiyle emniyete giden akademisyenin görevli polis memurunun “Bunların kafasına sıkacaksın” tehdidine maruz kalması… özellikle büyük kentler dışındaki kampüsleri, hatta bizatihi kentleri, çoğu genç, ve çoğu kadın öğretim elemanları için yaşanılmaz hale getirdi…
“Suç”a iştirak etmemek üzere yola çıkan akademisyenler, böylece, daha yargılanmadan “suçlu” ilan edilip infaza tabi tutuldular. Bir kısmına ders verilmedi, bir kısmının danışmanlıkları alındı ellerinden. Sözleşme süresi bitenlerin kurumlarıyla ilişiği kesildi, vb. vb.
Yani Cumhurbaşkanı gürültü kopartmasaydı ana akım medyanın bir sütun, birkaç saniye dahi ayırmayacağı bir olay, Tayyip Erdoğan’ın devreye girmesiyle kimsenin altından nasıl kalkacağını kestiremediği bir sansasyona dönüştü…
“Altından nasıl kalkacağını kestiremediği” diyorum; çünkü gerçekte ortada bir “suç” yok. Yani bir grup akademisyen, Kürt bölgesinde yürütülmekte olan savaşa karşı eleştirel bir tutum aldı; savaş suçları işlenmekte olduğu uyarısında bulundu ve sivil halka yönelik katliamın durdurulması, barış masasına dönülmesi çağrısı yaptı – yüzlerce, binlerce kişi, dernek, grup, platform, oluşumun hergün yapmakta olduğu gibi… Bu edimi bırakın cezalandırmayı, bırakın yargılamayı; kovuşturmak dahi, “ben bu ülkede benim görüşlerim dışında başka bir görüşün dillendirilmesine, benim pozisyonumun eleştirilmesine izin vermiyorum,” demektir ve dahi despotizmin, totalitaryanizmin ta kendisidir!
Bu saldırının akademisyenlere yönelik olarak yapılmasının ise, sanırım iktidar partisi ve cumhurbaşkanında yapısal olarak mevcut anti-entelektüel damarın tezahürü bir yandan…Bir yandan da 2 bin küsur çıbanbaşını üniversitelerden “temizleyerek” (biliyorsunuz, devletin üst katlarını bir “temizlik” merakı sardı şu sıralar – emniyet ve yargı “paralel çete”den temizleniyor, Sur ya da Cizre “teröristler”den temizleniyor, vb.) bu alanda da tam hakimiyeti sağlamak. “Havuz medya” gibi, “sahibinin sesi” bir üniversite yaratmak. 150 küsur bin öğretim elemanından 2000 tanesinden “çatlak ses” çıkmasına dahi tahammül edemedikleri görülüyor… Bana akademisyenler bildirgesini biraz da “üniversitelerde tam AKP denetimi sağlama”nın vesilesi olarak yararlandılar gibi geliyor.
Bir de, şunu vurgulamama izin verin: üzerlerindeki onca baskı ve tehdide karşın, çok az sayıda imzacının geri adım atması, büyük çoğunluğun, özellikle de durumları fazlasıyla kırılgan olan genç akademisyenlerin imzalarına sahip çıkması, emniyet, savcılık ve disiplin heyetleri karşısındaki dik duruşları, bu ülkenin akademia’sının tarihine bir nur belgesi olarak geçmiştir.

Kaldıraç: Metni imzalayan birçok akademisyen tehditlere, üniversite yönetimlerince baskı ve soruşturmalara maruz kaldı. YÖK’ün üniversitelere imzacılar ile ilgili kişi kişi talimatlar verdiği gündemde. Sizce bundan sonraki süreç nereye gider?
Sibel Özbudun: Ben, sonuna kadar gideceklerini düşünüyorum. Yani imzacı akademisyenlerin büyük bölümünün üniversitelerle ilişkilerinin kesilmesine, öğretim elemanlığından çıkartılmalarına varacağını… AKP iktidarı kendi 1402’sini yaratıyor, bu süreçle. Bu, aynı zamanda toplumun bütününe “gözdağı” verilmesi anlamını da taşıyor. “Yüzlerce profesörü, doçenti gözlerini kırpmadan kapıdışarı ediverdiler,” algısı. Böyle bir durum, bir yandan AKP iktidarını destekçisi kesimler nezdinde muteberleştirir – nihayetinde anti-elitizm, anti-entelektüalizm Türk sağ seçmenin kodlarında önemli bir yer tutuyor. “Okumuş adam” hem bir saygı, hem de gizliden bir “takbih” nesnesidir öteden beri. (Hacivat-Karagöz tiplemelerini hatırlayın.) Üniversite hocasını yakasından tutup atan bir cüret, emin olun ki AKP seçmeninde prim yapar.
Ama sonuç ne olur? Üniversitelerin biraz daha çoraklaşması, biraz daha “ne kokar ne bulaşır”laşması, biraz daha vasatlaşması, bilimsel düşünce ve araştırmaların biraz daha gerilemesi…
Umalım ki üniversite dışına düşecek bu değerli birikim kendini toplumsallaştırabilecek kanalları yaratabilsin; bilimsel emeğini emekçilerle, ezilenlerle buluşturabilecek mecralar bulabilsin…

Kaldıraç: Öte yandan saldırılar sonrası toplumun çeşitli kesimlerinden ve uluslararası kamuoyundan ciddi bir dayanışma desteği buldu. Akademisyenlerin barış talebinin toplum nezdinde bu kadar karşılık bulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sibel Özbudun: Destek ne kadar olduğunda “ciddi” olarak tanımlanmayı hak eder, bilemeyeceğim, ama örneğin içeride bu saldırıyı püskürtecek şiddette, dışarıda ise Türk üniversitelerini belirli uluslararası sistemlerden çıkartılması, üniversiteler arası anlaşmaların iptali, fonların kesilmesi vb. somut yaptırımlar biçimini almadı.
Şunu görmek lazım: bu toplum,bölündü…Hem de birkaç eksende. Bölünmede dış, özellikle de Ortadoğu konjonktürünün payı kadar, iktidar partisinin, hele ki Cumhurbaşkanı çevresinde toplanan kliğin siyasal İslam projesine mündemiç Başkanlık sistemini dayatma gayretlerinin hatırı sayılır katkıları var. İçinde yer aldığımız bölgenin, yeniden uluslararası paylaşıma konu olması kadar, tepedekinin “başkanlık hırsları”, AKP’nin Osmanlı’yı yeniden ihdas etme hülyaları ya da “neo-Osmanlıcı alt-emperyal düşleri bir araya geldiğinde, herkes, hepimiz için çok tehlikeli bir karışım çıkıyor ortaya…
Bu anlamda barış talebi, olanları görenler, olabilecekleri kestirebilenler için hayatî bir önem kazanıyor. Sorun yalnızca Kürdistan’da “terörle mücadele” bahanesiyle sürdürülen vahşetin -Cizre’de evlerin bodrumlarına sığınmış yüzlerce yaralının katledilmesi, aynı olayın şu sıralar Sur’da tekrar ediyor oluşu, akreplerin arkasında sürüklenen, çıplak bedenleri teşhir edilen gerilla ölüleri, keskin nişancılar tarafından öldürülen yaşlılar, kadınlar, bebeler…- bu ülkede vicdanı ve aklı dumura uğramamış insanlarında yarattığı infial değil. Aynı zamanda, ülkenin “Emevi camiinde şükür namazı kılma”yı düşleyen neo-Enveristlerin elinde sonu belirsiz serüvenlere sürükleniyor oluşu. Düşünsenize, 1878’den bu yana ilk kez, bir “Türk-Rus savaşı” ciddi bir olasılık olarak tartışılır hale geldi! Buna tepki göstermezsek neye göstereceğiz?

Kaldıraç: Akademisyen ve araştırmacılarla dayanışma bazı toplumsal kesimler tarafından metnin içeriği ön plana konarak, bazı kesimler tarafından ifade özgürlüğü bağlamında karşılık buldu. Barış talebiyle imzalanan metnin açıklanmasının üzerinden geçen bir ay içinde en az 40 kişi daha katledildi. İmzalamış olduğunuz metin savaşın durdurulması konusunda somut talepleri de içeriyordu. Metnin içeriğine dair somutlanmış tartışmalarınız var mı?
Sibel Özbudun: Bu tür bildiriler, tüm imzacıların tüm görüşlerini yansıtmayabilir; nihayetinde imzacı akademisyenler türdeş bir siyasal kendilik değil. Keza bildirinin kamuoyunda alımlanması da farklı biçimlerde oldu: dediğiniz gibi, bildirinin içeriğine tam olarak katılmasalar da “düşünce ve ifade özgürlüğü” çerçevesinde destek verenler olduğu gibi, metnin içerdiği “çözüm haritası”nı sahiplenenler de…
Ancak, artık korkarım o noktayı geçtik… Yani iktidarın akademisyenlerin, Kürt siyasal hareketinin ve daha pek çok toplum kesiminin “barış masasına dönme” çağrılarını ka’le almaması ve bir çeşit “Sri Lanka” çözümünde ısrar etmesi, gidişatın çığırından çıkmasına yol açtı. Bir bakıma, “barış” taleplerini kadükleştirdiğini söyleyebiliriz… Bu, T.C. açısından militarizmin yükseltilmesine (biliyorsunuz, iktidar partisi, yürürlükten kaldırdığı EMASYA Protokolünü yasalaştırarak geri getirmeye çalışıyor); Kürtler açısından da “Türkiyelileşme” seçeneğinin boşa düşmesi anlamına geliyor… Yani “zor” günler bekliyor hepimizi…

Ortadoğu’da T.”C”nin hâli ve Rojava

“Kendi devletinizin işlediği

suçlara ortak olmayın!”[2]

 

“Eski” ölürken; yeni eşikte ve gelmekteyken; Ortadoğu bir çağ dönümünü yaşıyor.

Bu sadece benim görüşüm, kestirimim değil. Siyasal yelpazenin farklı konumlarında olanlar da benzer ya da paralel saptamaları dillendiriyorlar.

Örneğin Prof. Dr. İlber Ortaylı, “Ortadoğu kazanı kaynamaya devam edecek”;[3] Fatih Yaşlı, “Bir bölgesel savaşa doğru mu gidiliyor? Buna kesin bir yanıt vermek imkânsız olsa da, suların ısındığı rahatlıkla gözlemlenebiliyor,”[4] derlerken; “Suriye’de siyasal İslâmcılığın çıkardığı vekâlet savaşı felaketinin adı çoktandır ‘ölüm-kalım savaşı’dır,”[5] vurgusuyla ekliyor Ceyda Karan: “Ortadoğu’da çıkarılan yangın öyle böyle değil. Hayatları harman gibi savuruyor. Kuşakları derinden etkileyecek bir döneme girdik!”[6]

Bu dönemin ilk verisi Yaman Törüner’in, “Ortadoğu’nun önemli sorunlarından biri sınırlarının cetvelle çizilmiş olması ve hangi bölümünün kime ait olduğunun tam olarak bilinememesidir,”[7] notunu düştüğü 100. yıllık Sykes-Picot statükosunun delik deşik olarak geçersizleşmesidir.

Görülmesi gerek “1917’de Sykes Picot ile sınırları suni biçimde çizdiler. 1920’de San Remo ile hayata geçirdiler. Dünyada üç kırılma var. Birincisi Fransız İhtilali. Ulus devlet ve laikliği getirerek imparatorlukları yıkmıştır…

Birinci Dünya Savaşı da ikinci kırılmadır. Orada mikro milliyetçilik ön plana gelmiş ve Avrupa 40-50 devlete kadar çıkmıştır. İkinci Dünya Savaşı ise bir kırılma değildir, birincinin sonucudur. Birinci kırılmada Osmanlı yıkıldı. İkinci kırılmada TC kuruldu. SSCB’nin çöküşünden, küreselleşmenin gelişmesinden bu yana dünyadaki tüm koşullara baktığınızda şimdi üçüncü kırılmayı yaşıyoruz…

Üçüncü dünya savaşı bir boyutu ile başlamıştır. Sömürgecilik hiç bitmemiştir. Yeni dünya koşullarında şekil değiştirmiştir. Şimdi ilk defa dünyadaki gelişmelerle birlikte refah toplumları farklı bir boyut kazandı. Batı geriliyor ve ne yapacağını bilemez hâlde kıvranıyor. Dolayısıyla dünyada yeni bir düzenle birlikte yeni bir gelecek ortaya çıkmaya başladı. Bu gelecek yavaş yavaş şekilleniyor. Ve hâlihazırda üçüncü kırılma yaşanıyor.”[8]

 

  1. I) ORTADOĞU’NUN BUGÜNÜ

 

Şükran Soner’in, “Suriye odaklı 3. dünya savaşı,”[9] uyarısını dillendirdiği güzergâh, bir yeniden paylaşım tablosudur!

Çünkü ulaşılan koordinatlarda Münih’teki 52. Güvenlik Konferansı’nda konuşan Rusya Başbakanı Dmitriy Medvedev, Moskova-NATO ilişkilerinin “yeni bir Soğuk Savaş seviyesine” ulaştığını -açık açık!- söylüyor.[10]

Gerçekten de Suriye artık Suriye değil; hatta bir adım daha atarsak Ortadoğu artık Ortadoğu değil; Suriye de, Ortadoğu da III. Büyük Bunalım dünyasındaki yeniden yapılanmanın simgesel kapışma odaklarıdır!

Kolay mı? Oncasının ardından ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, ülkesinin Suriye krizini bitirmek için “eninde sonunda” Devlet Başkanı Beşar Esad’la müzakere etmek zorunda olduğunu söylediği[11] tabloda ilk anımsanması gereken: “ABD, çıkarını savunanın arkasında durur”[12] gerçeğinin yinelenmesidir!

Emperyalist çıkarlarının ardında ısrarla ve çok net biçimde duran ABD ve Batılıların politikaları, bugün Ortadoğu’yu klasik emperyal böl-ve-yönet kalıbına sürükleyecek biçimde büyük bir yangının içindedir. Amerikan güçleri Suriye’de bir isyancı grubunu desteklerken diğerini bombalamakta ve bir yandan Suudi Arabistan’ın Yemen’deki İran destekli Husi güçlerine karşı askeri girişimlerini desteklerken, diğer yandan Irak’ta IŞİD’e karşı İran ile etkili ortak askeri operasyonları arttırmaktadır. Ancak ABD politikaları genellikle kafası karışık da olsa, yine de zayıf, parçalanmış bir Irak ve Suriye, bu türden bir yaklaşıma her anlamda uymaktadır. Açık olan ise IŞİD ve canavarlıklarının, onu ilk başta Irak ve Suriye’ye getiren ya da açık ve gizli savaş çıkarma çabalarıyla yıllar geçtikçe güçlendiren aynı güçler eliyle yenilemeyeceğidir. Ortadoğu’daki sonu gelmeyen askeri müdahaleler sadece yıkım ve bölünme getirmiştir.[13]

ABD’nin konum ve işlevi buyken; Rusya’nınki de farksızdır!

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, “Teröristlerle baş etmenin tek yolu önleyici hamlelerde bulunmaktır,”[14] demesi ve Rusya Donanma Komutanı Amiral Viktor Çirkov’un, Suriye’deki gelişmeleri gözönüne alarak ülkesinin çıkarlarının savunulması için Akdeniz’de bundan sonra daimi olarak 5-6 savaş gemisi bulunduracaklarını açıklamasının ardından[15] Rusya Ortadoğu’da başaktörlüğe soyundu.

Böylelikle de “Suriye krizinde en kazançlı çıkan aktör Putin oldu. Kriz sayesinde Rus devlet başkanı, Soğuk Savaş yıllarından bu yana mevzi yitirdiği Akdeniz ve Ortadoğu’ya savaş gemileri ve tam gaz diplomasiyle geri dönüş yaptı.”[16]

Bu da Patrick Cockburn’un ifadesiyle, “Moskova’nın 20 küsur yıl sonra nüfuzunun en yüksek noktaya ulaştığının ve yeniden büyük güç olarak sözünün geçtiğinin göstergesi. Rusya’nın büyük güç statüsüne geri döndüğü bir süredir gözle görülür hâle gelmişti. Ortadoğulu bir lider, üst düzey bir Amerikalı generale ABD’nin Suriye’ye askeri müdahale planlarını sorduğunda, geçmişe kıyasla manzaranın değiştiği, zira büyük oyuncu olarak ‘Rusya’nın geri döndüğü’ yanıtını almıştı.”[17]

Görüldüğü üzere: “Gelişmeler, Rusya’nın artık karmaşık Ortadoğu denkleminde yeni bir dinamik oluşturduğunu ve bölgedeki güç dengesine yeni bir şekil verdiğini gösteriyor.”[18]

Ortadoğu “satranç tahtası”nda, Rusya hamlesinin zamanlaması “mükemmel”, kimi analistlere göreyse, ABD hazırlıksız yakalandı…[19] Tabii “satranç tahtası” metaforunun tek kusuru, yaşamını yitiren, yaralanan, sakat kalan, evleri-barkları yıkılan, yurtlarından olan, Ege sularında boğulan… yüzbinlerce, milyonlarca Suriyeli’ydi..

Ve T.“C”!

“Büyük güç olma hayalleri buraya kadarmış” diye yazan ‘The Financial Times’ın, “Türkiye’nin Ortadoğu’yla ilgili hayallerinin de buhar olup uçtuğu”na dikkat çektiği[20] tabloda taşların yerinden oynamasına paralel olarak, düzen getirme çabaları da yoğunlaşırken; AKP Türkiyesi’nin liderliği Osmanlı mirasının aslında bir avantaj değil bir yük olduğunu bir türlü anlayamadığı için, tüm bu gelişmeler içinde bölgede liderlik etme hayalinin hızla yok olması karşısında ne yapacağını bilemiyor. Dış politikası tam anlamıyla iflas etmiş durumda![21]

Bu aynı zamanda, İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Abdullahiyan, Suriye yönetiminin devrilmesine izin vermeyeceklerini söyleyip Türkiye’yi bölgede “Yeni Osmanlıcılık” peşinde olmakla suçladığı[22] AKP patentli neo-Osmanlıcı abartıların da nihayetine (ve rezaletine![23]) denk düşüyor.

Siz bakmayın AKP  milletvekili aday adayı Ömer Sayın’ın, “İslâm dünyasının beklediği tek bir ülke var. Hilafet Türkiye’den batmıştır, tekrar Türkiye’de ayağa kalkacak. Bütün İslâm âlemine, bütün ümmeti Muhammed’e tekrar abilik yapacaktır,” demesine[24] ya da benzeri zırvalara![25]

“Stratejik Derinlikten Stratejik Saçmalıklara” yönelen T.“C”, komşularla “sıfır sorun” diye başlayıp siyasal İslâmın jeopolitik “uzmanı” yazarlardan birinin ifadeleriyle “Suriye ile adeta savaş hâlindeyiz. İran’la eski dostluk bitti. Irak merkezi hükümetiyle ilişkiler son derece kötü. Mısır’da Türkiye’ye en yakın hükümet askeri darbeyle yönetimden uzaklaştırıldı. S. Arabistan ve Katar’la ilişkiler her zaman kaygan ve belirsiz olacak. ABD ile ilişkiler sorunlu. Avrupa Birliği ülkelerinin birçoğu ile sorun yaşıyoruz vs,” durumuna geldi.[26]

AKP’nin bu hâli entropik bir özellik taşıyor. “Entropi”, öngörülebilirlik yokluğu; düzensizliğe, kaosa düşme eğilimi olarak tanımlanabilir. Entropi tek yönlüdür… Bölgedeki tüm politikaları ters tepmiş bir AKP liderliği, kendi entropisi hızlanırken, entropisi hızla artan çok taraflı bir sürece dalmaya niyetleniyor… Bölge, içinde AKP Türkiye’si, birlikte kaosa doğru ilerliyor![27]

AKP Türkiye’yi Ortadoğu’nun lideri yapacaktı! Ama o proje çöktü. AKP dış politikası tamamen iflas etti. AKP, şimdilerde, iktidarını korumaya yönelik yeni bir enerji yaratma umuduyla, Ortadoğu’nun en yeni lider adayı Suudi Krallığı’nın, modern anlamda devlet oluğu bile şüpheli “şeyin” peşine takılıyor. Suudi Arabistan’ın da hiç şansı yok. Türkiye’yi de peşinde bir bataklığa sürükleme olasılığı ise çok yüksek.[28]

Çünkü AKP Türkiye’si bölgeye yönelik projelerini destekleyecek ekonomik mali kaynaklardan yoksundur. Osmanlı İmparatorluğu’nun bölge halkının zihninde bıraktığı izler stratejik derinlik kaynağı değil, tam aksine aşılması olanaksız güven sorunlarının kaynağıdır. AKP’nin sunduğu sözde demokratik modelin cilası döküldü, altından otokratik bir tek adam rejimi hevesi çıktı.

Kısacası AKP Türkiye’sinin bölgede etkili olabilecek bir “yumuşak gücü” yok. AKP’nin Suriye’de izlediği mezhepçi yaklaşım, tam anlamıyla geri tepen bir silah oldu, cihatçı gruplara sağladığı destek elinde patlamak üzere.

AKP Türkiye’si tam bu durumun içinde, Suriye’de oluşan, uluslararası topluluğun desteğini de alan Kürt realitesi ile, hem sınır güvenliğine hem ülkesindeki iç barışa olumlu katkı yapacak bir ilişki kurmak yerine, “sert güç” kullanmak üzere Suriye’ye girmekten söz ediyor. Suriye’nin çoktan Türkiye’ye girdiğini anlayamayan AKP liderliği, adeta ölümden korkarak intihar etmeyi planlayan insanlara benziyordu.[29]

Çünkü AKP’nin üzerine büyük hayaller kurduğu “Arap Baharı” bahar değil, düzensiz, örgütsüz, kendiliğinden bir patlamaydı. AKP Türkiye’si ise bu yeni isyanlar ortamında, Batı’nın bölgedeki etkisini güvenceye alacak bir ılımlı İslâm “fantezisi”ne sarıldı… Fantezi diyorum, çünkü o sıralarda, Türkiye’de siyasal İslâm, çeşitli uzlaşmalarla iktidarını konsolide ettikten sonra rejimi tek adam yönetiminde totaliter bir biçime doğru değiştirmek için hamle yapıyor, Ortadoğu’da, İsrail düşmanlığı ve Sünnî İslâm üzerinden hegemonya kurmaya, “düzen getiren dünya gücü” olmaya soyunuyordu. Ancak yıllar sonra, bir türlü devrilmeyen Esad rejimi, İsrail ve Mısır’la ilişkilerin aldığı biçim, AKP rejiminin gerçek yüzünü ortaya koyan Gezi Olayı, 17 Aralık skandalı, Kobanê savaşı, ülkeye çok farklı bir iklim getirdi; Fantezi nihayete erdi; AKP’de aslına rücu etti…

Ortadoğu’ya gelince: AKP lider olamadı, “sıfır sorun” derken Arap ülkelerinde Osmanlı anılarını uyandırdı, yalnızlaştı, hatta Arap Birliği Sekreteri tarafından Arapların işine karışmakla suçlandı. AKP, Mısır’ın içişlerine karışacak kadar Müslüman Kardeşler’e angaje oldu. Suriye bağlamında, ülkesini radikallerin geçiş alanı hâline getirdi, IŞİD riskine açtı.[30]

Evet Hakan Güneş’in, “AKP bir Sünnîstan hayal ediyor,”[31] saptamasındaki Erdoğan liderliğinin AKP’sine, “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi pek sınırlayıcı geliyordu. “Türkiye, bölgede lider, istikrar getiren dünya gücü olmalıydı. Olamadı. Şimdi daha büyük düşünmek gerekiyor: Dünya devleti olamadık. Dünya savaşı çıkaran devlet olalım,” diyordu…

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere bugün, Türkiye’de parlamenter düzende hükümette olmakla yetinemeyen, tek liderli, totaliter bir rejim kurmak isteyen Osmanlı İmparatorluğu’nu canlandırma hayaline kapılmış bir kadro var. Bu kadro, devletin tarihine, geleneğine stratejik derinlik, liderine de “tanrısal iradenin yansıması” gibi mistik-fantastik özellikler atfediyorken;[32] Ergin Yıldızoğlu, “Türkiye Ortadoğu’da kurtlar sofrasına oturmak isterken kurtlar sofrasında menüye eklendi” vurgusuyla ekliyor: “AKP Türkiyesi, Ortadoğu’nun lideri olamadı, “Kurtlar sofrasına” oturamadı, Suriye’ye giremedi ama, Ortadoğu’da Suudi gericiliğinin etkisi altına girdi, Kurtlar sofrasında menüye eklendi ve nihayet Suriye, kaosu Türkiye’ye girdi.”[33]

 

  1. II) AKP T.“C”SİNİN KONUMU VE İCRAATLARI

 

Nuray Mert’in, “Savaşa mı giriyoruz? Savaşı bilmem, ama zaten bir büyük belanın içine çoktan girmiş vaziyetteyiz!”[34] saptamasını dillendirdiği yönelişe ilişkin olarak, emekli büyükelçi Ünal Çeviköz, “Yeni soğuk savaşta Türkiye cephe ülkesi olmaya aday,”[35] notunu düştüğü hâle dair Umur Talu da ekliyor: “Stratejik derinlik… Onca masum insanın paramparça uzandığı mezarlığın tarihi adı oldu! Trajik derinlik… Ve kahredici bir çukur!”[36]

Gerçekten de Sami Kohen gibilerinin, “IŞİD ile ilgili gelişmeler Türkiye için bir yandan ciddi sıkıntılara ve risklere yol açarken, diğer yandan bölgede oynamak istediği rol bağlamında bazı yeni fırsatlar yaratıyor,”[37] türünden ucuzluklarına yaslanan reel-politiker AKP pragmatizminin, Ortadoğu’daki neo-Osmanlı Sünnîstan hayali, onları kahredici bir utanç çukurunun dibine mahkûm etti!

Sağır Sultan’ın bile malumu olup, herkesin bildiği örneklerden kimilerini hızla sıralarsak:

  1. i) Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “IŞİD, terörize bir yapı gibi görünebilir ama reaksiyon olarak doğdu,”[38]dedi![39]
  2. ii) Akçakale’de sınırı geçip Türkiye’ye kaçmaya çalışan IŞİD militanları 16 Haziran 2015’te Türk askeri tarafından gözaltına alınmıştı. Elleri duvara yaslanarak aranan 5 IŞİD’linin olayı gülümseyerek karşılaması dikkat çekmişti.

‘Bild’in haberinde, 100 sayfadan oluştuğunu belirttiği raporda, “IŞİD’in Türkiye’nin güneyinde nasıl aleni biçimde yeni üyeler kazandıklarını ve polis ve asker engeline takılmadan bunları nasıl Suriye’ye geçirdiklerinin” MİT raporuyla belgelendiği belirtildi.

Gazetenin “IŞİD katilleri ve Türkiye’deki terör ağına karşı işlem yapmak için Türk hükümetine yönelik bir imdat çığlığı” olarak nitelendirdiği raporda “18 aydır sadece seyrediyoruz. Artık müdahale etmeliyiz” ifadelerinin yer aldığı ileri sürüldü. Habere göre MİT raporunda şu tespitler yer aldı:

Hepsi yurtdışından olmak üzere günde 50 IŞİD taraftarı G. Antep Havalimanı’na iniyor. Hatta gelen teröristleri Hatay sınır istasyonuna götürmek için bir Shuttle-otobüs servisi oluşturuldu…

IŞİD, G. Antep-Kilis arasındaki önemli geçitleri kontrol ediyor. Sınır bölgesinde, sınırı geçmek isteyen 10 Suriyeli ve Çin’den gelen 45 Uygur durduruldu. Buradaki görevliler bu kişilerin IŞİD için bir destek malzemesi olduğunu biliyordu. Fakat pasaport kontrolü ve polis müdürü ile yapılan bir telefondan sonra kişiler yoluna devam ettiler…

IŞİD, teröristlerini Suriye’deki savaşa göndermek için Türkiye’de tedavi ettiriyor. Bunun için Reyhanlı’da kendi hastanesini kurdu…

Sokaklarda açıkça bağışlar için tezgâhlar açıyorlar. Haziran sonunda bir olay yaşandı. Bir esnaf sesli biçimde şu şekilde şikâyetçi olmuş: “Siz insan değilsiniz. Ben sizin İslâmınıza inanmıyorum.” Bunun üzerine IŞİD adamları takviyeler çağırmış ve esnafın kellesini kesmişler. Olay bir alacak-verecek kavgası diye nitelenip kapatıldı…

İddiaya göre Mardin’de 8 aile haziran başında çocuklarını IŞİD’in adamlarına teslim etti. 13 ila 17 yaşlarındaki çocuklara önce tecavüz edildi ve bu görüntüler kaydedildi. Sonra da şantaj için kullanıldı. Ailelerine ise zararın karşılığı olarak 3 bin dolara kadar paralar verildi. Dört haftalık ‘terör eğitiminden’ sonra çocuklar sınır üzerinden Suriye’ye götürüldüler…

IŞİD, Twitter ve Facebook üzerinden binlerce taraftar kazanıyor. İnternet sayfaları G. Antep’te bulunan ve resmi olarak kamu yararına çalışan dernekler üzerinden işletiliyor. IŞİD, internette çok aktif. Sayfalarında ‘like’ veya ‘retweet’ yapıldığında, kurbanlarla irtibata geçiliyor.

Örgüt Ankara, Adıyaman, Eskişehir, İzmir, Konya, Ş. Urfa, Hatay’da silah depoları oluşturdu. IŞİD şefi Bağdadi Türkiye’de cihat ilan ettiğinde, bunlarla suikastlar gerçekleştirilecek. IŞİD, çok güçlendi ve biz onu artık kontrol altında tutamıyoruz”![40]

iii) Columbia Üniversitesi’nden sosyal bilimci Hamid Dabaşi, Rojava projesiyle savaştığı sürece Türkiye’nin IŞİD’den memnun olduğunu,[41] IŞİD sayesinde güvenlik devleti söylemlerinin yeniden ısıtıldığını söylüyor![42]

  1. iv) ‘The Guardian’ın Ortadoğu muhabiri Martin Chulov, “IŞİD’i AKP büyüttü,” dedi![43]
  2. v) 25 Haziran 2015’de IŞİD çetelerinin Kobanê’ye düzenlediği saldırıdan sağ yakalanan IŞİD üyesi Yasin Ebdileziz Egumu, Türkiye-IŞİD ilişkilerine ilişkin önemli itiraflarda bulundu. IŞİD’ci Egumu, “Katliamı yapan bir grubumuz Türkiye’den girdi. Tüm lojistiğimizi Türkiye’den karşılıyorduk,” dedi![44]
  3. vi) Eski İngiltere parlamentosu üyesi George Galloway, Avrupa Birliği’ne üyelik peşinde koşan Türk hükümetinin bölgede Batı için paralı asker gibi çalışmakta yetenekli olduğunu ve Batı’nın daha önce Libya’da kullandığı gibi Suriye’de yaşanan olaylarda da Türkiye’yi arena olarak kullandığını söyledi![45]

vii) Almanya’da Sol Parti, hükümetin Türkiye’ye sattığı silahların Suriye’de İslâmcı gruplara gittiği iddiasıyla parlamentoya soru önergesi verdi![46]

viii) ‘The Independent’, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın, aralarında El Kaide bağlantılı örgütlerin de bulunduğu Suriyeli çeteleri desteklediklerini ve bu durumun Batılı hükümetleri endişelendirdiğini belirtildi![47] ABD’nin yıllık ‘Terörizm Ülkeler Raporu’ da, Türkiye’nin yabancı savaşçılar için “ana yol” olduğunun altını çizdi![48]

  1. ix) ‘The New York Times’, Ş. Urfa’nın Akçakale ilçesinden IŞİD’in kontrolünde bulunan Tel Abyad’a taşınan gübrelerin bomba yapımında kullanıldığını iddia etti![49]
  2. x) ‘The Telegraph’, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) komutanlarının savaş ağalarına dönüştüğünü yazdı. Gazeteye göre birliklerin yüzde 85’i rüşvet, haraç ve kaçakçılıkla para kırıyor![50]
  3. xi) ‘Turizm Taşımacıları ve Butik Otel İşletmecileri Derneği’ Başkanı Hüseyin Ülger, “Suriye’deki iç savaşın başlamasından bu yana Türkiye’den çalınarak bu ülkeye sokulan yaklaşık 5 bin aracın piyasa değeri yaklaşık 250 milyon dolar” dedi… ÖSO’nun, otomobil hırsızlarının, Türkiye’den kaçırdıkları ve Suriye’ye götürerek sattıkları lüks araçların gelirinden de pay aldığı ortaya çıktı. Türkiye’den kaçırılan Porsche Cayenne model araçlar 40 bin, Range Rover’lar 30 bin, BMW X5 model araçlar 35 bin, E 250 model Mercedes 35 bin, C 180 model Mercedes 20 bin dolara Suriye’deki pazarlarda müşteri buluyor![51]

xii) İsrail’in Suriye yönetimine karşı savaşan ÖSO ile ilişkileri ilerlettiği haberleri gelirken, İsrail’in Sayeret Matkal adlı seçkin komando birliğinin uzun bir süredir Halep’te olduğu ileri sürüldü![52]

xiii) IŞİD Ortadoğu’nun kadim halklarından Êzîdîlerin ardından Süryanîleri de hedef alırken eleştiri okları yine Türkiye’ye yöneldi. Suriye’nin Kürt bölgesindeki Haseke’de IŞİD’in rehin aldığı Süryanîlerin sayısının 150’yi bulabileceği, 1000 Süryanî ailenin de kaçmak zorunda kaldığı belirtilirken, Suriye Katolik Kilisesi’nin Haseke-Nisibi Başpiskoposu Jacques Behnan Hindo Ankara’ya sert çıkarak, Türkiye’nin Hıristiyanları katleden cihatçıları sınırdan geçirirken Hıristiyanların geçişini engellediğini söyledi![53]

xiv) Türkiye, 2012’den bu yana kucak açtığı Suriye muhalefetinin önde gelen 13 ismine, 3 yıldır bekledikleri Türk vatandaşlığını verdi. Bu isimler arasında Ahmet Tuma’nın yanı sıra Samir Nashar, Khaled Alsaleh, George Sabra, Ahmed Ramadan, Faruk Tayfour, Nathir Al Hâkim de bulunuyor. Hıristiyan olan George Sabra dışındaki isimlerin ortak özelliğini ise Müslüman Kardeşler’e (İhvan) yakınlıklarıyla tanınmaları oluşturuyor![54]

  1. xv) Suriye’nin ticaret merkezi olan Halep’te, muhaliflerin kontrolündeki bölgelerin idaresini sağlayan Halep Kenti Yerel Konseyi’nin emri ile muhaliflere ait kuruluşlar, çalışanlarına maaşlarını Suriye Poundu yerine Türk Lirası (TL) ile ödemeye başladı. El Cezire ve Gulf News’in haberlerine göre; Halep Şeriat Mahkemesi, Halep’in Özgür Avukatları örgütü ve Medya Çalışanları Sendikası’nın da aralarında bulunduğu birçok kurum TL kullanmaya başladı. Türk Lirası hâlihazırda dolar ile beraber Halep’teki marketlerde kabul ediliyordu. Yerel Konsey, Türk Lirası kullanımının hem istikrarı sayesinde halka yardımcı olacağını, hem de Suriye ekonomisinin çökmesine yardım edeceğini umuyor. El Cezire’ye konuşan Şeriat Mahkemesi’nden bir yetkili, “Şeriat Mahkemesi, TL kullanma kararını diğer kurumlar gibi hoş karşıladı. İnsanlar TL ile maaş almaktan memnun” dedi. ‘Gulf News’e göre, Halep’in yanı sıra İdlib, Hama ve Humus’ta da muhaliflerin kontrolünde bulunan bölgelerde TL’ye geçilmesi için çalışmalar yapmak üzere “Kuru Değiştirme Komitesi” adlı bir birim kuruldu. Komitenin üyelerinden Ammar Sakar, bu bölgelerdeki muhalif grupların TL’ye geçme planı konusunda mutabık olduklarını belirtti![55]

xvi) Suriye, Halep kentinde bin kadar fabrikayı yağmalayan isyancıların, buralardan aldıkları malları AKP hükümetinin desteğiyle Türkiye’ye getirdiklerini öne sürerek, BM’den Türkiye’yi kınamasını istedi. Suriye Dışişleri Bakanlığı, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun ve Güvenlik Konseyi’ne hitaben yazdığı mektupta, “Halep kentinde bin kadar fabrikanın yağmalandığı ve çalınan malların Türk hükümetinin yardım ve bilgisi dahilinde Türkiye’ye transfer edildiği” iddiasında bulundu![56]

xvii) Suriye Dışişleri Bakanlığı, Halep kentindeki bin fabrikanın Türkiye’ye kaçırıldığını öne sürdü. Bakanlık, BM Güvenlik Konseyi Başkanlığı ve BM Genel Sekreteri’ne gönderilen iki mektupta, Türk hükümetinin bilgisi dahilinde yapıldığı belirtilen “hırsızlık”, “korsanlıkla eşdeğer yasadışı bir eylem” olarak nitelendirildi![57]

xviii) Türkiye’nin Suriye’deki IŞİD ve El Kaide gibi cihatçı gruplara silah ve mühimmat desteği verdiği iddialarının odak noktasındaki MİT TIR’ları skandallarının ilki 1 Ocak 2014’te Hatay Kırıkhan’da yaşandı. MİT’e ait olduğu ortaya çıkan ancak arama yapılması hükümet girişimiyle engellendiği için içlerinde ne olduğu belirlenemeyen TIR’lar, dönemin Hatay Valisi Celalettin Lekesiz’in yazılı talimatıyla yollarına devam etti…

MİT’in Suriye’deki faaliyetleri ile ilgili en önemli ipucu 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden önce YouTube’a yüklenen bir ses kaydı oldu. Ses kaydında dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ferdidun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler’in “ortam dinlemesi” yoluyla elde edilen Suriye’ye ilişkin konuşmaları yer alıyordu. Ses kaydında Hakan Fidan “2 bine yakın TIR malzeme gönderdik” ve “Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim. Türkiye’ye 8 füze attırır savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine’de saldırtırız” diyordu![58]

xix) BM İnsani İşlerden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Valerie Amos, Hatay’da durdurulan ve silah yüklü olduğu öne sürülen TIR’la ile ilgili yaptığı açıklamada “BM olarak sınırı geçecek tüm yardım TIR’larının gümrük kontrolünden geçmesini istiyoruz,” diye konuştu![59]

  1. xx) ‘The Times’, Türkiye’nin IŞİD militanlarının elinde tutulan 49 kişinin serbest bırakılması için örgütle müzakere ettiği ve bu müzakereler sonucunda aralarında iki İngiliz vatandaşının da bulunduğu 180 IŞİD militanını serbest bıraktığını yazdı![60]

xxi) Rusya vatandaşı olan radikal İslâmcı Çeçenlerin, Suriye’deki silahlı muhalif gruplara katılmak için Türkiye’ye turist olarak geldikleri sonra da Hatay üzerinden Suriye’ye geçtikleri anlaşıldı. Bu trafik, söz konusu kişilerin ailelerinin Türkiye’deki Rusya Federasyonu başkonsolosluklarına yaptıkları “kayıp” başvurusu sayısının giderek artması üzerine ortaya çıktı![61]

xxii) ‘Die Welt’ gazetesi, Arapların dışında IŞİD’e en çok Türklerin katıldığını ve Türklerin örgütün yüzde 10’unu oluşturduğunu açıkladı… Avrupa ülkelerinin istihbarat birimlerine göre, Avrupa’dan yaklaşık bin 200 kişinin Türkiye üzerinden Suriye’ye geçerek IŞİD saflarına katıldığı belirtilen haberde, militanların savaştıktan sonra yine Türkiye üzerinden Avrupa’ya geri döndüğü belirtti![62]

xxiii) ‘Der Spiegel’ dergisi, farklı kaynakların verilerini toplayarak, dünyanın çeşitli bölgelerinden Suriye ve Irak’a giderek IŞİD’e katılan militanların sayısını aktüalize etmiş. Buna göre Türkiye’den gidenlerin sayısı 1000, Almanya’dan gidenlerin sayısı 550 görünüyor. Bu, “tespit edilen kişilerin rakamı” olarak veriliyor, yani işin bir de tespit edilemeyen kısmı söz konusu![63]

xxiv) İstihbarat raporlarına göre, Suriye’de Esad’a karşı savaşan örgütlerin içinde ayda bin 500 dolar maaş alan 500 Türk savaşçı var![64]

xxv) Başta Adıyaman olmak üzere Bingöl, Batman, Urfa, Diyarbakır ve Bitlis’teki gençlerin savaşmak üzere Suriye’ye götürüldüğü ortaya çıktı![65] G. Antep’ten altı bin kişi IŞİD’e katılmıştı. Kobanê hayatımızın içine girmeden çok önceleri, IŞİD sınır kentlerimizde özellikle de Gaziantep’te hücreler kurup işe koyulmuştu. Uçan kuştan haberi olan MİT’in bu örgütlenmeden haberi olmaması imkânsızdı![66]

xxvi) Türkiye’nin en çok “aranan teröristler” listesinin “kırmızı” kategorisinde yer alan IŞİD’in sınır emiri “Ebubekir” kod adlı İlhami Balı’nın Ankara’da açılan 27 kişilik IŞİD davasındaki 400 sayfalık telefon dinleme tutanaklarının tapeleri, Balı’nın Türkiye-Suriye sınırından çok rahatlıkla militan ve malzeme soktuğunu ortaya koydu. Türkiye’deki adamlarını 2500 dolar maaşa bağladığı anlaşılan İlhami Balı, Türkiye’ye sokturduğu IŞİD militanlarını Türkiye’deki özel hastanelerde para karşılığında tedavi ettirdiği tespit edildi![67]

xxvii) AKP iktidarının Esad’ı devirmek hırsıyla cihatçılara verdiği destek IŞİD’i Ankara’nın göbeğinde üs kuracak noktaya getirdi, Türkiye’yi “cihada açılan kapı” yaptı… IŞİD militanlarına yönelik en önemli destek IŞİD’in örgütlenmesine ve propagandasına serbestlik tanımak ve sınır geçişlerinde izin vermekti. IŞİD için İstanbul, G. Antep, Düzce ve Adapazarı gibi yerlerin teröristlerin toplanma noktaları hâline geldiği iddiaları sıkça dile getirildi. IŞİD, eğitim ve toplanma açısından o kadar rahattı ki, eğitimler sırasında çekilen videolar kendilerine yakın sitelere yükleniyordu. Bu videolardan biri de İstanbul’da yaptıkları bayram etkinliğine ilişkindi. Sitenin haberinde “İstanbullu Müslümanlar 2014/1435 Ramazan bayramı namazını düzenlenen bir organizasyonla hep birlikte eda etme imkânı buldular” ifadeleri yer alıyordu![68]

xxviii) ‘The Washington Post’ gazetesinde Anthony Faiola ve Souad Mekhennet tarafından kaleme alınan bir haberde, Ortadoğu’nun en korkulan terör örgütü hâline gelmeden önce IŞİD militanlarının Reyhanlı’yı “kendi alışveriş merkezleri” gibi gördüğü ifade ediliyor… Yazıda, “Reyhanlı sokaklarında dolaşan beyaz bir otomobilin arka koltuğunda röportaj veren 27 yaşındaki üst düzey IŞİD komutanı” diye tanıtılan Abu Yusaf isimli kişinin, “IŞİD’in bugünkü başarısı için kısmen Türklere de teşekkür etmesi gerektiği” vurgusuyla şu ifadelerine yer veriliyor: “Aralarında üst düzeylerin de bulunduğu bazı üyelerimiz Türk hastanelerinde tedavi edildi. Ayrıca savaşın başında aramıza katılanların büyük çoğunluğu ile ekipman ve malzeme desteği Türkiye üzerinden geldi”![69]

xxix) Suriye’de cihatçı örgütlere katılarak hayatını kaybeden ilk ABD vatandaşı olarak bilinen Moner Abu-Salha’nın ölmeden önce çekilmiş bir videosu yayınlandı. El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra üyesi olan ve örgüte katıldığında ‘Abu Hurayra Ameriki’ adını alan Abu-Salha, 2014’ün Mayıs ayında rejim güçlerine yönelik intihar saldırısında ölmüştü.

Youtube’da yayınlanan videoda, Filistin kökenli olduğu belirtilen Abu-Salha, İstanbul üzerinden Suriye’ye uzanan yolculuğunu anlatıyor. Abu-Salha, ABD vatandaşı olan El Kaideli Enver el-Avlaki’yi dinledikten sonra cihada katılmaya karar verdiğini söylüyor. Araştırmaları sonucunda ‘tüm dünyadan mücahitlerin İstanbul’a gittiğini ve Türkiye-Suriye sınırından geçişin kolay olduğunu öğrenen’ Abu-Salha, hiçbir bağlantısı olmamasına rağmen İstanbul’a bilet alıyor.

Cebinde 20 dolarla tek başına İstanbul’a gelen Abu-Salha, bu parayı da vize almak için harcıyor. Havaalanında ilk gördüğü kişiye şehre yürüyüp yürüyemeyeceğini sorunca, “Şehir çok uzak” yanıtını alıyor. Cüzdanını kaybettiğini söyleyince bu kişi ona 10 TL veriyor. Böylece mücahitleri bulmak üzere metroya biniyor. Metro ilerledikçe korkuya kapılan Abu-Salha, “Şehir o kadar büyüktü ki nereden başlayacağımı bilmiyordum” diyor.

Metroda Arapça konuşan 2-3 adam görünce peşlerinden iniyor. Yanlarına yaklaşarak konuşmak istediğinde ise “Allah dilimi tuttu, onlara cihad ya da mücahid lafını söyleyemedim” diyor.

Arapça konuşan kişilere en yakın caminin nerede olduğunu sorup uzaklaşıyor. Cebinde kalan 7 TL ile sandviç alan Abu Salha, camide “yüzlerinden mücahit oldukları anlaşılan” üç Arap görüyor. Ancak uçağa yetişmeleri gerektiğini söyleyen Araplar, İstanbul’da ‘mücahitlere yardım eden’ bir örgüt olduğunu ve oraya gidebileceğini söylüyorlar. Abu Salha 2 saat yürüdükten sonra buraya varıyor, ancak içerideki kişilerin sakalsız olduğunu görünce “Sübhanallah, bu insanlara nasıl cihad derim” diye düşünerek yardım istemekten vazgeçiyor. Bunun üzerine ‘çok büyük ve güzel’ diye nitelediği bir camiye gidiyor. Dua ederken akşam oluyor ve cami kapatılıyor.

Dışarı çıkan Abu-Salha, “Yağmur yağmaya başlamıştı, üşüyordum, açtım. Üzerimde ince bir mont vardı. İstanbullular güzel ceketleri, onları sıcak tutan kıyafetleri ile yürüyorlardı. Kedileri çok severim, o sırada büyük bir kedi geldi. Her şeye rağmen mutluydum, dünyanın öbür tarafına gelmiştim. O kedi ile mutlu olmuştum” diyor.

Abu Salha, Allah’a “Birini bana gönder” diye dua ederken siyah giyinmiş, tek kolu olmayan birini görüyor. Bu kişiyi durduran Abu Salha, adamın sadece Türkçe bildiğini ancak, ‘mücahid’ diyerek ona derdini anlattığını iddia ediyor. Konuşamasalar da anlaştıklarını öne süren Abu-Salha, “El-Kaideli olduğunu anlamıştım” diyor. Adam onu bir otobüse bindirerek İngilizce bilen kişilerin yanına götürüyor. Bir ay El Kaidelilerin kaldığı bir ‘güvenli evde’ yaşadığını belirten Abu-Salha, ardından Suriye’ye geçiyor![70]

xxx) “Türkiye Suriye’de iç savaşı körüklemenin ve IŞİD’e örtülü destek vermenin bedelini ödüyor”![71]

xxxi) Türkiye uzmanı Henri Barkey, “Türkiye’de IŞİD destekçisi altyapı var,” dedi![72]

xxxii) IŞİD’in Kobanê’ye dönük saldırıları üzerine Türkiye’ye sığınanların kaldığı Suruç’ta incelemelerde bulunan CHP Muğla Milletvekili Nurettin Demir, sığınmacıların en büyük isteğinin “Türkiye’nin IŞİD’e desteğini kesmesi” olduğunu söyledi![73]

xxxiii) HDP’nin Dış İlişkilerden Sorumlu Eşbaşkan Yardımcısı Nazmi Gür, “IŞİD’i Türkiye güçlendirdi,” dedi![74]

xxxiv) ABD, IŞİD’in petrolün büyük kısmını Esad yönetimine sattığını ve örgütün Türkiye’ye de girmenin yollarını bulduğunu açıkladı. Örgütün petrol ve bankalardan 1 milyar dolara yakın gelir sağladığı tahmin ediliyor. ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Finansal İstihbarattan Sorumlu Müsteşar Vekili Adam Szubin, IŞİD örgütünün petrolün büyük bir kısmını Beşar Esad yönetimine sattığını, Türkiye’ye de girdiğini açıkladı![75]

xxxv) IŞİD-Türkiye petrol ticaretini ilk gündeme getiren isimlerden CHP Hatay Milletvekili Mehmet Ediboğlu, “Suriyeli muhalifler yıllar önce BM’ye IŞİD’in petrol sevkiyatıyla ilgili belgelere dayalı raporu sundu” diye konuştu

Edipoğlu, Suriye Muhalif Ulusal Koordinasyon Kurulu lideri Heysem Menna’nın BM’ye IŞİD’in petrol sevkiyatıyla ilgili belgelere dayalı bir rapor sunduğunu ve o raporda IŞİD petrolünü satın alanlar arasında Türk işadamlarının da bulunduğunun açıkça ifade edildiğini kaydetti.

Heysem Menna’nın raporuna göre Kuzey Irak’ta yönetime yakın 4 Kuzey Iraklı Kürt petrol tüccarı IŞİD petrolünü üçte bir fiyatına satın alarak aralarında Türk işadamlarının da olduğu işadamları vasıtasıyla Türkiye üzerinden dünyaya pazarlıyor. IŞİD’in buradan bir yılda elde ettiği 800 milyon dolar, silah, mühimmat alımında kullanılıyor![76]

xxxvi) Rusya Devlet Başkanı Putin’den sonra ABD Başkanı Obama da IŞİD’in çıkardığı petrollerin Türkiye üzerinden satıldığını söyledi![77]

xxxvii) Rusya Savunma Bakan Yardımcısı Anatoli Antonov “Erdoğan ve ailesi, Suriye’de IŞİD’in elinde olan petrol yataklarından yapılan yasadışı petrol sevkiyatlarıyla doğrudan ilişkili” vurgusuyla, “Bugün bir grup eşkıya ve Türk elitinin komşularından petrol çaldığını doğrulayan belgelerin bir kısmını sunuyoruz. IŞİD petrolünün binlerce tankerden oluşan canlı boru hattıyla üç güzergâhtan Türkiye’ye sevkedildiği”ni açıkladı![78]

xxxviii) İran Petrol, Gaz ve Petrokimya Ürünleri İhracatçılar Birliği Başkanı Hasan Tacik, “Türkiye, ihtiyacı olan petrolün bir kısmını IŞİD’den temin ediyor. IŞİD, günde 700 ila 800 bin varil petrolü yarı fiyatına Türkiye’ye satıyor,” dedi![79]

xxxix) ‘Al Araby Al Jadeed’ gazetesi, Irak istihbaratından bir albayın verdiği bilgilerle, IŞİD petrolünün IKBY ve Türkiye üzerinden İsrail’e satışını belgeledi![80]

  1. xl) ‘The Observer’ gazetesinde, Türkiye’nin IŞİD’e, yasadışı petrol ticareti konusunda kolaylık sağladığına ilişkin belgelerin ABD’nin elinde olduğuna yer veren bir makale yayımlandı. IŞID’in en büyük gelir kaynaklarından biri olan petrol ticaretinde, Türkiye’nin en önemli alıcı olduğu iddiasının da yer aldığı bu haber, 2015’in şubat ayında OECD bünyesindeki ‘Karapara Aklamayla Mücadele Grubu’ FATF’in hazırladığı bir raporu ve içindeki verileri daha kritik hâle getiriyor.

“Terör Örgütü IŞİD’in Finansman Kaynakları” başlıklı 48 sayfalık raporun giriş bölümünde, bu çalışmanın Türkiye’nin işbirliği ile hazırlandığı notu yer alıyor. IŞİD’in gasp ettiği petrol sahalarındaki faaliyetlerin geniş biçimde irdelendiği rapordaki bazı özet veriler şöyle:

– IŞİD Irak ve Suriye’de ele geçirdiği petrol kuyularında günde 50 bin varil petrol üretimi yapıyor. Petrol kuyusu yakınında aracılardan varilini 25-30 dolara aldığı petrolü, biraz uzaktaki marketlere ve diğer tüketicilere, rafineri derecesine göre 60 ile 100 dolara satıyor.

Fakat bundan daha kritik olan bilgi ise raporun “Petrol Kaçakçılığı ve Satışı” başlıklı 33. sayfasında yer alıyor. Türkiye’nin sunduğu istatistiklere göre Suriye sınırındaki petrol kaçakçılığının 2012’den bu yana büyük artış gösterdiği belirtiliyor. [81]

xli) Şubat 2015’te yayımlanan ve üyesi olduğumuz OECD nezdindeki FATF, yani Karaparayla Mücadele Grubu, “Terör Kuruluşu IŞİD’in Finansmanı” başlıklı raporu bütün dünyaya ilan etti.

– Raporun “Yönetici Özeti” başlıklı 9. sayfasında çalışmanın Türkiye ile ABD liderliğinde ve FATF’ye üye ülkelerin kurumlarının verileriyle hazırlandığı belirtiliyor.

Evet, ağır suçlamalara muhatap olan Türkiye bunu nedense yapmıyor.

Bu köşeyi sürekli izleyenler raporun iki kez irdelendiğini anımsayabilir.

İlki: Rapor yayımlanınca; 28 Şubat 2015’te. (O yazıda, rapora atfen, Türkiye’den yardım adı altında üç kamyon gittiği bilgisi de vardı.)

– Sonra da ‘The Observer’ gazetesinde “Türkiye’nin IŞİD’e, yasadışı petrol ticareti konusunda kolaylık sağladığına ilişkin belgelerin ABD’nin elinde olduğu” iddiasına yer veren makale yayımlanınca. 28 Temmuz 2015’te.

Rapordaki bazı veriler:

– Petrol kuyusu yakınındaki kabzımaldan varilini 25-30 dolara aldığı petrol, biraz uzaktaki marketlere ve diğer tüketicilere, rafineri derecesine göre 60-100 dolara satılıyor. Bir kamyoncu, 150 varil aldığını, ortalama kazancının 3-5 bin dolar arasında değiştiğini söylüyor.

– “Petrol Kaçakçılığı ve Satışı” başlıklı 33. sayfada ise şu veriler yer alıyor: “Türkiye’nin sunduğu istatistiklere göre Suriye sınırındaki petrol kaçakçılığı 2012’den bu yana büyük artış gösterdi. IŞİD’in petrol sahalarını ele geçirmesinin ardından, Irak ve Suriye sınırında yedi Türk vilayetinde saptanan kaçak petrol, 2014 yazı itibarıyla 20 milyon litreye ulaştı.

Türkiye’de 2013’te yakalanan kaçak petrol 73 milyon litreyken bu rakam, 2014’te 79 milyon 238 bin litreye ulaşıyor.

– Diğer yandan 2012’de 4 bin civarında olan petrol kaçakçılığı vaka sayısı, 10 bine yükseliyor.”

Raporda Türk yetkililerinin, kaçakçılığa karşı çabalarından övgüyle söz ediliyor. Irak Merkezi Hükümeti ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin şüpheli petrol tankerlerine el koyma çabalarının ve attığı diğer etkin adımların anlamlı olduğu vurgulanıyor.

IŞİD’in finansmanı raporunda altı çizilen ve bugüne de ışık tutan tespit ise şu:

“IŞİD’in yasadışı petrol ticaretinin trafiği, güzergâhı ile aracıların, taşıyıcıların, kabzımalların, tüccarların kimler olduğunun daha iyi tanımlanmasına ihtiyaç var… Bu sadece IŞİD’in gelirleri açısından değil, yarattığı yerel ekonomik bağımlılıklar açısından da önem taşıyor”![82]

xlii) G. Antep’in Karkamış ilçesindeki çadır kentte yaşanan skandallar bitmek bilmiyor. Kampta kalan ve çalıştığı tarlada tecavüze uğrayan S.F’nin iğneyle bebeğini düşürüp anne ve kardeşinin yardımıyla cenini boş araziye gömmesi, ilçede ve çadır kentte neler yaşanabileceğiyle ilgili ipuçları veriyor![83]

xliii) Suriye’deki savaştan kaçarak Türkiye’ye gelen sığınmacıların maruz kaldıkları olaylar, her geçen gün farklı bir boyutuyla gün yüzüne çıkıyor. İstanbul’da kimliksiz, pasaportsuz ve parasız bir hâlde hayata tutunmaya çalışan Azad ve Erin Bilal çiftinin bebeği, doğumun gerçekleştiği hastanede 20 gün boyunca rehin kaldı. Hastane 22 Eylül 2013 tarihinde bebeği aileye senet karşılığında teslim etse de baba ümitsiz: “Başbakan bize gelin diyor ama bebeğimizi bile elimizden alıyorlar. Suriye’de olsa başımıza asla böyle bir şey gelmezdi. Orada sağlık koşulları çok iyiydi, bebeğimize el konulmazdı”![84]

xliv) Savaştan kaçarak evinden, yurdundan olan Suriyelilerden sadece biri Zeynep… İstanbul Bahçelievler’de önceki akşam bir parktaki banka oturup yiyecek aramaya giden ailesinin gelmesini bekleyen âmâ genç kızın dramı filmlere konu olacak türden. Evinden binlerce kilometre uzakta sokak lambasının aydınlattığı bir banka oturan genç kızın yanına yaklaşıp kim olduğunu sorduğumda gülümseyerek aksanlı Türkçesiyle yanıt veriyor; “Abi ben Suriyeliyem.” Neden tek başına oturduğunu ve ailesini sorduğumda ise donuk bakışlarını çevirmeden “Onlar yiyecek bulmaya gittiler beni de burada bıraktılar abi” diye yanıt veriyor![85]

xlv) Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan, Suriyeli mültecilerin yaşadıkları sorunlarını anlatırken, özellikle kadın ve çocuklar için koşulların çok daha zor olduğunu vurgulayarak, “Kamplardaki koşullar insani değil. Kamplarda 200 bin kişi kayıtlı görünüyorsa, bu rakamın 100 bini kamptan ayrılmış durumda. Bunun yüzde 80’i ise kadın ve çocuklardan oluşuyor” diye konuştu.

Mülteci kamplarının bulunduğu illerin ucuz işgücünün en çok yaşandığı yerler olduğuna dikkat çeken Gökkan, kamptan ayrılan kadınların tekstil, tarım ve ev işlerinde karın tokluğuna çalıştığını kaydetti. Gökkan, “Şu an dünyanın en büyük kölelik düzeni ve utancı yaşanıyor” dedi. Dünyada 2 milyon kadının sınırötesi pazarlandığını söyleyen Gökkan, “Bu kadınlar arasında ülkeleri savaşta olmayanlar da var. Sınırlarının ötesinde kadınların hiçbir güvencede olmadığı açıktır. Suriye’deki durum artık patlama noktasında” uyarısında bulundu.

Kamptan ayrılan kadınların fuhuş çetelerinin eline geçme tehlikesinden de söz eden Gökkan, “6 bin Suriyeli kadının pazarlandığı söyleniyor. Sınırlar ayrıca, kadınların pazarlanmasını sosyal güvence altına aldı, kadınları paramparça etti. XXI. yüzyılda en büyük facia kadın üzerinden yaşanıyor,” diye konuştu![86]

xlvi) Suriye’den “kuma” olarak getirilen kadınların sayısı savaşla birlikte artarken, bu durum “insan ticareti”ne dönüşmüş durumda. Taksicilerin aracı olduğu ‘ticarette’ kadınların fotoğraflarının olduğu listeler var. “Talipliler”, listeye bakıp kadınları seçiyor![87]

xlvii) Mülteci kamplarında fuhuşa itilen Suriyeliler arasında 12-13 yaşındaki kızlar da var… “Kadın meselesi çok kolay” diye anlatıyor M.C.: “İslahiye yakın yer. Hüsamettin’e telefon açar, sonra da gider alırız. Bekâr da var dul da var. 22 TL kadına vereceğiz. 30 TL de Hüsamettin alır. Tüm gün kadın sizin! Kilis’te de 12-13 yaşında kızlar var. Biraz uzak ama o iş de kolay!” Kanımızı donduran bu sözlerin ardından, daha derin mevzulara da dalıyoruz. Ya kamptan aldığımız kadını çok uzun bir süre yanımızda tutmak istersek… “O iş biraz tuzlu” diye anlatıyor M.C., “İş ancak 3- 5 bin TL’ye çözülür”![88]

xlviii) İstanbul’da yol kenarında bir mülteci kenti… Dilencilik yaparak karınlarını duyurmaya çalışan mülteciler, beslenme sorunun yanı sıra ciddi sağlık sorunları yaşıyor. Çadırlarda kalan birçok çocuk, bulaşıcı cilt hastalığı ve griple mücadele ediyor. 7 yaşındaki çocuğunun felçli olduğunu ve çocuğuna ilaç dahi alamadığını söyleyen Halepli Hasan durumunu şöyle aktarıyor: “6 ay önce savaştan kaçarak Kilis’e gittik. Ancak orda da sokakta kalıyorduk. Orada durumumuz daha kötüydü. Daha sonra İstanbul’a geldik. Oğlum felçli olduğu için tedavi edilmesi lazım. Ama ilaç dahi alacak paramız yok. Burada dilencilik yaparak karnımız doyurmaya çalışıyoruz. Kimse bize yardımcı olmuyor. Suyumuz olmadığı için banyo yapamıyoruz. Tuvalet ihtiyacımızı gideremiyoruz. Buradaki çocukların çoğu hasta. Birçok çoğunun cildinde yara var. Isınamadığımız için çocuklar sürekli hastalanıyor. Birilerinin bize yardım eli uzatmasını istiyoruz”![89]

xlix) Bayrampaşa’da yol kenarında çadır kuran Suriyeli mülteciler, apar topar kaldırıldı. Bayrampaşa Belediyesine bağlı zabıta ekipleri dün sabah çadırkente giderek Suriyeli mültecileri çadırlardan çıkardıktan sonra çadırları ateşe verdi. Mülteci aileler ise yağmur altında nereye gideceklerini bilemediler. Belediye ekipleri çocuk, kadın ve yaşlıların bulunduğu mültecilere yer göstermezken, etrafa dağılan mültecilerden bir kısmı otogarda saçak altlarına sığındı. Bayrampaşa Belediyesi ise mültecilerin kendi istekleri doğrultusunda Urfa, Diyarbakır ve Mersin’e naklediğini öne sürdü. ‘Nereye gideceğiz?’ Herhangi bir bilgi verilmeden polis eşliğinde zabıta ekipleri tarafından kampın boşaltıldığını ancak kendilerine kalacak yer dahi gösterilmediğini söyleyen mülteciler sokakta kaldıklarını söyledi![90]

T.“C”nin yaratılmasında önemli rol oynadığı durum ve trajik tablo bu ve böyledir! Çünkü Türk(iye) siyaseti, Ortadoğu’da bir savaş ocağı ve gericilik kalesidir!

 

II.1) SAVAŞ OCAĞI VE GERİCİLİK KALESİ TÜRK(İYE) SİYASETİ

 

Suriye üzerinden Ortadoğu’ya ilişkin karşılıksız hayaller kurup, neo-Osmanlı hevesleri kursağında kalan AKP patentli Türk(iye) siyaseti, Ortadoğu’da bir savaş ocağı ve gericilik kalesiyken; Rusya ile İran faktörü, Esad’ın direnişi ile Rojava gerçeği ve ABD hesabının farklılaşması, yanlış T.“C” hesapları bozmuştur!

“AKP patentli Türk(iye) siyaseti” dedim! Anımsayın… Önce “Kobanê düştü düşecek” diyerek zil takıp oynadılar, “Koridor moridor yok” buyurdular! Dünya bu vahşilere karşı insanlık mücadelesine odaklanıp ABD bastırınca, yardım geçişine izin vermek zorunda kalırken, dolaşıma “Kobanêli kardeşlerimizi biz kurtardık” temalı “şefkat” masallarını soktular. Egemen bir komşu ülkeye Selefî cihatçıların aracılığıyla “çöreklenme” hevesi kursakta kaldı.[91]

Suriye’ye (dolayısıyla da Rojava’ya) yönelik T“C” müdahalesi tehdidini sürekli gündemde tutan AKP politikası karaya oturmuş ve iktidar stratejik yenilgisiyle baş başa kalmıştır.

Kobanê’de açık açık IŞİD’in yanında duran ve Davutoğlu’na, “PYD (Demokratik Birlik Partisi) unsurları da PKK gibi Türkiye için tehdittir,”[92] dedirten tutum hakkında YGP Komutanı Sipan Hemo, IŞİD’in ilk kez bu kadar ağır silahlarla saldırdığını belirterek “IŞİD’in ağır silahlarının çoğu Türkiye’nin silahlarıdır. IŞİD militanlarının üzerinden Türkiye yapımı silah ve mermi çıkıyor. IŞİD’i desteklemekten vazgeçsin,”[93] ya da Cafer Solgun, “PYD kaynakları, ısrarla IŞİD’in Kobanê’ye bu çapta bir saldırı düzenlemesinin ancak Türkiye’den ‘destek’ veya cesaret alarak mümkün olabileceğini savunuyorlar. PYD lideri Salih Müslim, IŞİD’in ağır silahlarla Kobanê çevresine ulaşmasının Türkiye’nin geçiş imkânı vermesiyle mümkün olabileceğini söylüyor ve Türkiye’nin suskunluğuna dikkat çekiyor. Yaralı IŞİD mensuplarının Türkiye’de tedavi edildiği de öteden beri söylenen ve açıklık getirilmeyen iddialardan bir diğeri,”[94] derlerken; “Kobanê meselesine 30 günlük bir mesele olarak bakarsanız hiçbir şey anlamazsınız,” vurgusuyla ekliyordu Selahattin Demirtaş da:

“Dünyanın her yerinden gelen çeteler Türkiye’yi bir buluşma, aktarma istasyonu olarak kullandı… “Suriye’de beslediğiniz çetelerden iki şey istiyordunuz: 1) Esad’a karşı savaşın, 2) Kürtlerin statü kazanmasını önleyin… Eline silah verip cebine para doldurduğunuz bu çetelerin ahlâkı yok. Bugün sizin yanınızda, yarın karşınızda olur” dedik… IŞİD’e giden TIR’ları bir tek biz mi biliyorduk? Bütün dünya biliyordu…”[95]

Şüphesiz bunlar böyleyken ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye’ye rağmen ABD, PYD’ye silah yardımı yapmıştır,” diye haykırırken;[96] ABD ile Fransa’dan Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde YPG’ye yönelik bombardımanı sonlandırma çağrısı geldi.[97]

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun çıkışlarına karşın, ABD yönetimi PYD’ye desteğinde ısrar etti.

ABD Dışişleri Bakanlığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkan Obama ile görüştüğü dakikalarda hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem de Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun YPG’ye ilişkin açıklamalarının doğru olmadığını açıkladı.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ABD Dışişleri Bakanı Kerry ile 20 Şubat 2016 tarihli telefonda görüştüklerini hatırlatarak, “Kendisinin de YPG’nin güvenilmez olduğunu söylemesinden memnun olduk.” şeklindeki söylemine karşılık ise “YPG’ye güveniyoruz.” açıklamasını yaptı ve YPG’ye bugüne kadar yaptıkları desteğin bundan sonra da süreceğini sözlerine ekledi.[98]

Ayrıca ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in ofisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun dile getirdiği “Biden’a PYD ve PKK arasındaki ilişkiyi belgeleyen dokümanları verdik” sözlerini açık bir şekilde yalanladı![99]

“Türkiye-ABD ilişkilerinde tarihi düşüş”[100] diye tanımlanan kesitte bu kadar da değil!

Örneğin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, 4 Kasım 2014’de CNN’e verdiği mülâkatta, Boston’da Harvard Üniversitesi’ndeki konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a atfettiği sözler nedeniyle Erdoğan’dan özür dilediği yönündeki resmi açıklamaları yalanlayarak, “Ben ondan asla özür dilemedim.”[101] “Söylediklerim arasında doğru olmayan hiçbir şey yoktu,”[102] derken; daha çok önceleri ‘The Independent’den Patrick Cockburn, ‘Kürtler Kobanê’yi Kurtarabilir mi?’ başlıklı yazısında, “ABD politikasındaki radikal değişim, Kürtlerle doğrudan işbirliği yapılacağına işaret ediyor,”[103] tespitini dillendirmişti.

Yine ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf, 21 Ekim 2014 gecesi havadan silah, mühimmat ve tıbbi malzeme yardımı ile desteklenen, PYD’yi PKK’dan ayrı bir olarak gördüklerini belirtip; IŞİD ile mücadelede PYD’nin desteklenmesi gerektiğini Türk yetkililere anlattıklarını açıklamıştı.[104]

Bu duruma T.“C”nin tepkileri ifade etmesi üzerine “Türkiye’nin ABD ile ilişkileri kopma noktasına geldi,” diyen ‘The Washington Post’ta yayınlanan haberde, ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin “Türkiye bizimle müttefik değilse… Türkiye’nin başı belada” sözü yer almıştı.[105]

Aynı konuda ‘Uluslararası Kriz Grubu’nun Türkiye Proje Direktörü Hugh Pope, “ABD’nin Esad rejimini devirmeye yönelik bir askeri operasyona niyeti yok. Eğer Erdoğan bunu umuyorduysa bir hayal kırıklığı yaşamıştır elbette,”[106] diyordu.

Elbette bunlar ABD’ci AKP’nin hoşuna gitmiyordu!

Örneğin ABD ile işbirliğinin yeni bir boyut kazandığını belirten Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “YPG gibi örgütler tercih edilecekse bizim ABD ile işbirliğimizin bir anlamı kalmaz” dese de;[107] ‘The Wall Street Journal’ın 13 Eylül 2014 tarihli “Ankara’daki Olmayan Müttefikimiz” başlıklı analizinde “Türkiye müttefik olmaktan çıktı” saptaması, Batı’nın “real politik” okumasının net tezahürüydü![108]

Çünkü ABD Savunma Bakanı Ash Carter, Pentagon’da düzenlediği basın toplantısında Türkiye’nin ABD uçaklarına IŞİD operasyonları için üslerini açmasına karşın bunun yeterli olmayacağı mesajı verirken;[109] Erdoğan’ın, “Kobanê eğer stratejikse bizim için stratejik. Amerika için stratejik değil,” sözlerine ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf’tan, “Kobanê bizim için de önemli, yoksa oradaki savaşçılara havadan silahlar atmazdık,”[110] yanıtı geldi!

Ve bu tabloda Türkiye Halep’in kuzeyindeki YPG unsurlarını top atışına tutarken, örgütün siyasi kanadı PYD’nin Eşbaşkanı Salih Müslim, Ankara’nın “kırmızı çizgili” taleplerini reddettiklerini açıklayarak, Suriyelilerin, Türkiye’nin herhangi bir müdahalesine karşı direneceğini söyledi.[111]

ABD ile T.“C” ilişkilerinin böylesine karmaşıklaştığı koordinatlarda Ankara ABD’deki 51 büyük Yahudi kuruluşunun çatı örgütü ‘Başkanlar Konferansı’ heyetini ağırladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaret eden 35 kişilik heyetin en kritik ismi, İsrail Başbakanı Netanyahu’ya yakınlığıyla bilinen ve “PKK-IŞİD varken işbirliği acil ve elzem,” diyen Malcolm Hoenlein’di![112]

Yani denize düşen AKP patentli T.“C” siyaseti Siyonizm yılanına sarılıyordu. Bunda da şaşırtıcı bir şey yoktu. Çünkü Barak Ravid çok önceleri hepimizi uyarmıştı: “Benyamin Netanyahu ile Erdoğan’ın iki ülke arasındaki krizi bitirmeyi tercih etmesinin arkasında üç neden yatıyor: Çıkarlar, çıkarlar, çıkarlar”![113]

 

III) VE ROJAVA

 

Ve Rojava…

Selahattin Soro’nun, “Yüzyılın kaderi Suriye’de belirlenmekte ve Suriye’nin kaderini de Kürtler belirlemektedir. Kürtler bu konjonktürde geleceklerini ve bekaalarını ne ABD’ye ne de Rusya’ya bağlayacaklardır. Kürtler kendi göbeklerini kendi direnişi ve mücadeleleriyle kesecektir,”[114] umuduyla tarif ettiği Kürt gerçeği…

Ali Bayramoğlu’nun da “XXI. Yüzyılın ilk yarısı bir Kürt birliğine mi sahne olacaktır yoksa farklı Kürt grupların ait oldukları yerlerde demokratik sistem içinde özerkleşmelerine mi’ sorusunun yanıtını zaman verecek. Ancak şu açık: Yüzyıl Ortadoğu’da bir Kürt yüzyılı olacaktır,”[115] diye itiraf etmek durumunda kaldığı gerçeği artık kimse görmezden gelemez!

Evet PKK Yürütme Komitesi üyesi Murat Karayılan’ın, “Ortadoğu yeniden dizayn ediliyor. Türk devleti, Kürtlerin bu dizaynda yer almasından korkuyor,”[116] notunu düştüğü verili tabloda Kürtler aktif bir ulusal inşa sürecini yaşıyorlar; bunu kaldıracı ise bugünün Rojava’sı!

Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere Rojava bugünlere büyük bedeller ödeyerek ulaştı. Hasan Bildirici’nin ifadesiyle, “Cennet ve ganimet kültürüyle beslenmiş İslâmcı devlet ve gruplar için Kürdistan sadece yağmalanacak bir yerdir… İslâmcının ne Kürdüne güvenilir, ne Arabına, ne de Fars ve Türküne… İslâmcılık tıpkı Kemalizm gibi aşırı kullanılmaktan çürütülmüş ve cılkı çıkartılmış dünyevi iktidar dindir artık… İslâm’ın otuz ayeti farklılıklara saldırı ve cihat izni veriyor. Bizim İslâmcılarımız hâlâ, başka topluluklara yönelik cihat ayetlerini es geçerek, bir iki insancıl ayet aracılığıyla Kürtleri ümmet kültüründe tutmaya çalışıyorlar. Sadece Diyarbakır’da IŞİD’e yardım için 400 derneğin açılmış olması, Kürt İslâm ilişkisinin nasıl berbat bir şey olduğunu gözler önüne seriyor”ken;[117] bunun örnekleri unutulup/ unutturulmamalıdır!

İşte birkaç çarpıcı örnek!

  1. i) Tel Abyad kent merkezinde IŞİD’in işkence yaptığı, kestiği kafaları sergilediği süs havuzu temizlenirken, vahşetin yarattığı travma giderilmeye çalışılıyor![118]
  2. ii) “IŞİD’in yüzlerce kişiyi gözlerini bağlayarak canlı canlı aşağı attığı Tel Abyad’daki ölüm çukuruna ceset kokularından yaklaşılmıyor. Dibi görünmeyen çukurun yamaçları insan ayakkabıları ve kıyafetleriyle dolu…” Sarp bir vadide bulunan ve kimsenin dibine kadar inemediği çukurda tam olarak kaç ceset olduğu bilinmezken, bölgede seslerden ürkerek yukarıya doğru havalanan akbabalar uçuyor![119]

iii) Kobanê’de en büyük ikinci katliama imza atan IŞİD üyelerinin sahurdan sonra kente sızdığı, bastıkları evdekileri susturuculu silahlarla öldürdüğü, sonra bu evleri mevzi yaparak yaralılar için gelenleri keskin nişancılarla avladıkları ortaya çıktı![120]

  1. iv) Kobanê’de kadın çocuk, hatta, bebek demeden katliam yapan IŞİD’in kurşunları ile yaralanan çocuklar da var. Kobanê’nin Berxbotan ve Şeran köylerinde IŞİD’in tam anlamıyla etnik temizlik yaptığı belirtiliyor. Suruç, Ş. Urfa ve Diyarbakır’da tedavi gören çocuklar arasında 1 yaşında, hatta yaşını doldurmayan bebekler de bulunuyor. Yetim kalıp tedavi gören bu çocuklar arasında kalçasından vurularak hafif yaralanan ve vücudunda yanıklar bulunan 1 yaşındaki Maya bebek ile 3 yaşındaki ablası Roza Esmer de bulunuyor. Kobanê’ye 20 kilometre uzaklıktaki Şeran köyünde baba Esmer ve anne Hiva Benka, IŞİD’in evlerini taraması sonucu yaşamlarını yitirdi. Maya annesinin kucağında ablası Roza ise babasının kendini siper etmesi sonucu yaralı kurtuldu![121]
  2. v) Kobanê’de IŞİD’in katliamından yaralı kurtulan Adnan Kemal, IŞİD militanlarının komşu gibi kente aylar önce yerleştiği vurgusuyla vahşet anlarını, “Kadınları da ateş açtı. Komşularımızın kapısını çalıyor, kapı açıldıktan sonra içeriye girip hepsini öldürüyorlardı,” diye anlattı![122]
  3. vi) IŞİD’in Kobanê’de kadın, çocuk, yaşlı demeden yaptığı katliamda kentin son Ermeni’si de yaşamı yitirdi. Ermeni Osep Tomasyan, 13 yaşındaki oğlu Aram’ın gözü önünde öldürüldü![123]

vii) Tel Abyad’daki Türkmenler, IŞİD’in kendilerine de büyük acılar çektirdiğini anlatıyor. Hacı Hamit adlı Türkmen, “Oğlum, benim ve torununun gözü önünde IŞİD canileri tarafından öldürüldü, o günü unutamam,” dedi![124]

Bu ve benzeri gerçekler, Rojava’da desteklediğimiz direnişe ilişkin değerlendirme ve eleştirilerimizi askıya almamıza, ertelememize kesinlikle yol açmamalıdır.

Elbette Karl Marx’ın, “Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir,” uyarısını “es” geçmeden, “Eleştiri zincirleri her yanını örten imgesel çiçeklerden, insanın süssüz ve umut kırıcı zincirler taşıması için değil, ama onları atması ve canlı çiçeği devşirmesi için arındırdı,”[125] saptamasını Rojava deneyiminde ya da Ortadoğu’daki Kürt ulusallaşmasında da unutmayıp/ unutturmayacağız![126]

 

III.1) ROJAVA’YA MESELESİ

 

Rojava değerlendirmelerine ilişkin olarak, “A communi observantia non est recedendum/ Herkesle aynı fikirde olmak imkânsızdır”; bunu bilmiyor değilim.

Özelde Suriye, genelde ise Suriye’de IŞİD’e karşı mücadele PYD’yi, bölgedeki savaşın değişen koşullarının öznesi hâline getirdi.

Ancak bunu konjonktürel olması yanında, kimi soru(n)ları da içerdiğini görmezden gelemeyiz.

“Nasıl” mı?

Örneğin ‘Süryanî Uluslararası Haber Ajansı’nın haberine göre, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Haseke vilayetindeki Süryanî ve Ermeniler, PYD’yi zorla mülkiyete el koyma, insanları zorla silah altına alma, okullarda eğitim müfredatını değiştirmekle suçluyor. Aralarında Süryanî ve Ermeni kiliselerinin de bulunduğu vilayetteki 16 kuruluş ortak bir açıklamayla PYD’yi ağır eleştiriyor.[127]

Ayrıca ‘Uluslararası Af Örgütü’, 13 Ekim 2015 tarihinde ‘Gidecek Başka Yerimiz Yok’ başlıklı bir rapor yayınlayarak Suriye’de PYD liderliğindeki yönetimin, “savaş suçuna varabilecek derecede” halkı zorla yerinden ettiğini, evleri yıktığını açıkladı. Belgede, Suriye’nin kuzeyindeki Rojava yönetiminin IŞİD’e karşı savaşan ABD liderliğindeki koalisyonun önemli müttefiki olduğunun da altı çizildi.[128]

Bu tür soru(n)larla “Yeni Suriye” sürecine girildi denilebilir; ama bu kesinleşmiş bir hâl olmadığı gibi umulandan da çok risk ve hesabı içeriyor.

Söz konusu “bilinmezliği” sürecin tüm aktörleri gibi Rojavalı Kürtler de hesaba katmak zorundalar.

T.“C” sömürgeciliği hiçbir şeyin (ve hesabın) peşini kolay kolay bırakmaz; dahası, ABD’nin de T.“C”den vazgeçmesi beklenmemeli. Ya da ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki, ‘The Washington Post’un 31 Ekim 2014 tarihli nüshasında yer alan, “Türkiye-ABD ittifakının çatırdadığını” öne süren haberle ilgili olarak, “Her okuduğunuza inanmayın çünkü Türkiye sadece önemli bir NATO müttefiki olmakla kalmıyor. Türkiye ile bir dizi konuda birlikte çalışıyoruz,”[129] dediğini veya ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Tony Blinken’in de, “Türkiye ve Suriyeli Kürtlerden birini seçme zamanı geldiğinde ABD ne yapar” sorusuna, “İkisi arasında bir seçim olmaz. Türkiye bizim partnerimiz ve müttefikimiz”[130] yanıtını verdiği de unutmalı…

Kaldı ki ABD desteğinin, PYD’nin Ortadoğu’daki statüsünü, algılanma biçimini değiştirebileceği; bunun yanında PYD’nin eninde sonunda ABD ile Rusya arasında tercihe mecbur kalacağı ve bu tercihinde onun rolünü, yöntemini etkileyeceği unutulmamalıdır.

Ayrıca müttefikleri değil, daima çıkarları söz konusu olan ABD’nin IŞİD’le mücadelesine katkı sunduğu PYD’den, fedakârlığının karşılığını almak istemeyeceğini kimse de beklememeli değil mi?

 

III.1.1) TEHLİKELİ İLİŞKİ(LER)

 

Bu tür soru(n)lara veya “Beneficium accipere libertatem est vendere/ Yapılan bir lütfü kabul etmek özgürlüğünü satmaktır,” gerçeğine sırt dönmek mümkün ve doğru değildir.

Tıpkı, “Bugün Rojavalılar emperyalist güçler ve bölge egemenleri ile uzlaşı arayışına girmek zorundalar. Bu, kimi ‘solcunun’ iddia ettiği gibi, bir teslimiyet değil. Utanılacak bir şey hiç değil. Asıl utanması gerekenler, Rojavalıları buna zorlayan ‘kardeş halklardır.’ O zaman bu durumda ne olacak? Rojava Devrimi kazanımlarını koruyabilmesi için Sykes-Picot uğursuzluğu ile sınırları çizilen Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunacak. ‘Yeni Suriye’nin özerk yapılı, federatif olması için mücadele edecek. Peki ya biz, devrimciler ve komünistler? Emperyalist güçler ile bölge egemenlerinin hegemonya planlarını geri püskürtmek için, Federatif Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunacak, ev ödevlerimizi yerine getireceğiz. Hiç kimse sosyal medyadaki ‘katılımlarla’ dayanışma yaptığını zannetmesin. Dayanışma, önce kendi ülkesindeki egemenlere karşı, işçi sınıfının iktidarı için mücadele görevini yerine getirmekle gerçekleşir,”[131] diyen Murat Çakır gibi…

Belirtmeden geçmeyelim: Kürtlerin haklı mücadelesiyle ittifakı bir iltihaka tahvil eden dayanışma anlayış(sızlığ)ı kaçınılmaz olarak, sınıfın örgütlenmesini ve seferber edilmesini de facto olarak talileştirir.

Bunun böyle olduğuna yaşananlar yeterince tanık ve kanıt değil mi?

Yeri geldi V. İ. Lenin’den aktaralım: “Yalnızca bir ve tek gerçek enternasyonalizm vardır: o da insanın kendi öz ülkesinde devrimci hareket ve devrimci savaşımın gelişmesi için özveri ile çalışmasına, istisnasız tüm ülkelerde, bu aynı savaşımı, bu aynı çizgiyi ve yalnızca onu (propaganda, yakınlık, maddî bir yardım aracıyla) desteklemesine dayanır.”[132]

Çok açık konuşalım: Ortadoğu’da “amasız”/“fakatsız”ca anti-emperyalist olmayan hiçbir şeyin, ne yaparsa yapsın devrimci olması mümkün değildir.

Bu saptalarım açısından hiç kimse, hangi gerekçeyle olursa olsun, şu realitelerin önemsiz olduğundan söz etmesin!

  1. i) ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Amerika ‘Barış Enstitüsü’nde ABD’nin Suriye politikasına yönelik konuşmasında, “Kobanê düşmedi çünkü biz devreye girdik,” ifadesini kullandı![133]
  2. ii) Suriye iç savaşının dördüncü yılında, ABD ilk kez Suriye toprağına asker konuşlandırılacağını açıkladı. Amerikan Özel Kuvvetleri’nin üssünü Kürtlerin kontrolündeki bölgede olacak![134]

iii) Suriyeli askeri kaynaklara göre, ABD ülkenin kuzeyinde YPG’nin yardımıyla bir hava üssü kuruyor. Çalışmalar uydudan görülürken Haseke’deki üssün, IŞİD’le savaşan güçlere cephanelik taşımak için kullanılacağı aktarıldı. BBC’ye göre görüntüler, ABD’nin, IŞİD’le mücadele eden YPG güçlerine olan desteğinde yeni bir yaklaşıma girdiğinin işareti olabilir. AFP haber ajansına konuşan Suriyeli askeri ve güvenlik kaynakları üs çalışmalarını doğruladı. Suriyeli bir askeri kaynak, Amerikalı 100 uzmanın YPG güçleriyle birlikte, iniş pistini genişlettiğini ve altyapıyı güçlendirdiğini söyledi. Kaynak, “Hava üssü helikopterler ve nakliye uçakları için kullanılacak. Pist şu an 2 bin 700 metre uzunluğuna ulaştı, ekipman ve cephanelik taşıyacak uçakların kullanımına hazır,” dedi![135]

  1. iv) ‘The Washington Post’ gazetesi Obama’nın, ABD Genelkurmay Başkanı Joseph F. Dunford’un Suriye’deki Kürt ve Arap savaşçılara doğrudan Irak üzerinden karayoluyla silah ve cephane yardımını da içeren tavsiyelerini onayladığını yazdı![136]
  2. v) PYD’nin silahlı kanadı YPG’nin Sözcüsü Redur YPG sözcüsü Halil, ABD’nin YPG güçlerine silah yardımında bulunduğu yönündeki haber ve açıklamalara ilişkin de, “ABD kime silah gönderdiğini, kimi silahlandırdığını iyi bilmektedir” sözleriyle cevap verdi![137]
  3. vi) ABD’nin Suriye’deki Kürt güçlerine 50 ton mühimmat yolladığı açıklandı![138]

vii) Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgesindeki iç güvenlik örgütü Asayiş’in başkanı Civan İbrahim, 450’den fazla mensubun Batılı devletlerin verdiği “terörle mücadele” eğitimlerine katıldığını açıkladı![139]

viii) ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, YPG güçlerinin Azez ve Afrin bölgesinde yaptığı saldırıların “zarar verici” olduğunu belirterek, “YPG’ye Türkiye ve diğer Arap muhalif güçlerle gerilimi yükseltecek hareketlerden kaçınması için çağrıda bulunduk,” dedi![140]

  1. ix) M. Ali Çelebi aktarıyor: “ABD’den dönen TEV-DEM Yönetiminden İlham Ehmed 2015’in Eylül sonunda ABD’ye gitmişti: ‘13 gün kaldım. New York ve Washington’da… Dışişlerinde Suriye masasıyla görüştüm.’ Nasıl bir dosya ile gitmişti: ‘Bizim taleplerimiz vardı. ‘Ortadoğu’da ya da Suriye’nin bütününde Kürtler önemli bir konuma gelmiş. Demokratik bir Suriye istiyorlar. Sizin de bunu desteklemeniz lazım. Hem siyasi anlamda hem askeri anlamda’ dedik. Onlar da desteklediklerin belirttiler. Onlar artık PYD’yi, Rojava sistemini bütünen iyi olarak görüyorlar. Görüşleri tamemen değişmiş yani. Eskiden rejimle ilişkilerimiz var mı yok mu kaygısı varmış. PKK konusunda kaygıları varmış. Artık o o kaygıları aşmış. PYD ile özerk yönetim ile, YPG ile çalışmak istiyorlar. Ve destekliyorlar.’ Siyasi olarak PYD veya Rojava kantonlarının temsilcilik açması, PYD liderlerine vize verilmesi gündeme gelmiş miydi? Evet ve sinyal de verilmiş: ‘Ona da açıklar. Sanırım temsilcilik açma ilerdeki süreçte olur’…”[141]
  2. x) ABD Başkanı Barack Obama’nın IŞİD ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, Suriye’nin kuzeyine giderek PYD ve silahlı kolu YPG temsilcileriyle bir araya geldi. Adının açıklanmaması şartıyla ‘The Washington Post’a bilgi veren bir ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, McGurk’un PYD’nin kanton yönetimleri ilan ettiği Rojava’da iki gün geçirdiğini söyledi. McGurk’ün ziyaret ettiği yerler arasında IŞİD kuşatmasını kırmasıyla tüm dünyada tanınan Kobanê kentinin de olduğu aktarıldı. McGurk’ün “hem Kürt yetkililer hem de savaşçılar” ile bir araya geldiği belirtildi. AFP haber ajansı ise McGurk’e Fransız ve İngiliz yetkililerin de eşlik ettiğini bildirdi![142]

Bu işin ABD cephesi; bir de Rusya boyutu var.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, “Suriye’de rejim ve Kürt güçleri teröre karşı mücadelede güçlerini birleştirmeli.”[143] “Suriye’de Esad ve Kürt gruplar birlikte savaşmalı,”[144] dediği koordinatlarda Rusya Devlet Başkanı Putin’in Ortadoğu Özel Temsilcisi ve Dışişleri Bakanı Yardımcısı Mihail Bogdanov, PYD lideri Salih Müslim ile Paris’te görüştü. 8 Ekim 2015 tarihinde Paris’te yapılan görüşmede, Suriye krizinin, Cenevre’de 30 Haziran 2012’de düzenlenen toplantıda alınan kararlar gereği, ülkenin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü göz önünde bulundurularak ve ülkedeki tüm etnik azınlıkların yasal hakları temin edilerek çözülmesi gerektiği vurgulandı.[145]

Daha sonra da Moskova’da Rojava resmi temsilciliğini açıldı. Açılışa Rojava Kürdistan’ı temsilcileri ve çok sayıda Rus yetkili[146] ile Rojava Kürdistan’ı dış ilişkiler sorumlusu Sinem Muhammed ve HDP Diyarbakır Milletvekili Feleknas Uca katılırken; açılışın Rus Kürt ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olduğu dile getirildi.[147]

Burada Suriye’nin toprak bütünlüğü vurgusunun altını çizmek gerekiyor. Ki bu da işin Esad’lı boyutundaki soru(n)ları içermektedir!

Örneğin Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Beşar Caferi, PYD ve onun silahlı unsuru YPG’yi ABD ve Rusya’nın yanı sıra kendilerinin de desteklediğini açıklayıp, PYD’yi kastederek ABD yönetiminin Suriye’de bir Kürt gruba destek verdiğini, Türkiye’nin ise Washington’dan bu politikadan vazgeçmesini istediğini söyledi.

Burada, “Çıkarların çatışması olabileceğini” belirten Caferi, “Bu arada ABD yönetimi tarafından desteklenen bu Suriyeli Kürt grup aynı zamanda Suriye hükümeti tarafından da destekleniyor. Dolayısıyla Suriye’nin kuzeyinde kazanılan zaferler, Suriye ordusu ile Kürtlerin Suriye halkının tamamı için kazandığı ortak zaferlerdir. Suriye ordusunun doğrudan desteğinden herkes istifade ediyor,” dedi.[148]

Bu kadar da değil! Ayrıca ‘The Sunday Times’ gazetesine verdiği röportajda Suriye Devlet Başkanı Esad, Suriye iç savaşında ABD ve Rusya tarafından desteklenen PYD’ye silah desteği verdiğini belirterek, ellerinde bunun belgesinin olduğunu ifade etti.

Bölgedeki PYD’nin çoğunlukla Suriye ordusu tarafından eğitildiğini ve desteklendiğini belirten Esad, “Belgelerimiz var. Kendilerine silah ve mühimmat gönderdik. Çünkü onlar da Suriye vatandaşları ve teröre karşı mücadele etmek istiyorlar. Aynı şeyi Suriye’deki birçok diğer grupla da yapıyoruz. Çünkü Suriye’nin her bir bölgesine ordu gönderemezsiniz,” dedi![149]

Bunlardan “Neden” mi söz ediyoruz?! Tehlikeli ilişki(ler) olduğu için!

PYD’nin Eş Başkanı Salih Müslim’den anımsayıp/ anımsatmak yeterli olur…

Müslim, “Biz Suriye’nin bir parçası olduğumuzu söylüyoruz. Biz Suriye devriminin bir parçasıyız, hiç bir zaman ayrı düşünmedik. Onun için planlarımız Suriye içinde vardır. Hem demokratikleşmek, hem ilişkiler bakımından devletlerle ilişki bakımından. Bölgenin ve Suriye’nin bir parçasıyız. Suriye’nin istikrarını ve barışını istiyoruz,”[150] deyip; ABD öncülüğündeki koalisyonun kararı olmadan Fırat’ın batısına geçmeyeceklerini söylüyor![151]

“Suriye’nin bütünlüğünü savunmak ve ABD öncülüğündeki koalisyonun kararı olmadan Fırat’ın batısına geçmemek” anlayış(sızlığ)ı ister taktik, ister stratejik olsun; her ne hâl ise, tehlikeli ilişki(ler)in parçasıdır. Bu koordinatlarda Friedrich Schiller’in, “Bütün olmaya çalış,” uyarısı üzerine bir kez daha kafa yormakta yarar vardır.

 

III.2) ROJAVA DENEYİMİ

 

Ralph Waldo Emerson’un, “Dünya tarihindeki her muhteşem ve etkili anda, adanmışlığın zaferini görürsünüz,” sözleriyle betimlenebilecek Rojava Deneyimi, Nazan Üstündağ ile Bülent Küçük’e göre, “Yeni bir toplumsal düzen”dir;[152] Demir Çelik[153] ile Ahmet Çavlı[154] için de “Devrim”…

Hayri Demir ile Ersin Çaksu, “Kadınların evlerden çıkarak devrimin öncülüğünü yaptığı Rojava’da, toplumsal değişim-dönüşümün de asli unsuru yine kadınlar oldu,”[155] tespitinden hareketle bir kadın devriminden söz ederlerken; “Rojava Devrimi, hem barbarlığa karşı direnişiyle hem de ortaya koyduğu demokratik modelle insanlığın yüzünü döndüğü güneşe dönüştü… MLKP savaşçısı Seydo Azad, devrimin başından bu yana Rojava’da olduklarını kaydederek, ‘Uzaktan bakarak devrim tahlilini yapmak ne kadar doğru olabilir ki? Bugün ‘Rojava’da devrim yok’ diyenler buraya uzaktan bakanlardır. Buradan bu çağrıyı da yapalım: ‘Devrim değil’ diyenler gelip burada bu havayı soluyarak ona göre karar versinler’ dedi,”[156] türünden olguculuğa sarılmakta yarar umanlar da yok değil!

Hatta, hatta “Rojava klasik bir devrim değil. Ama post-modern özlemleri de karşılamaz. Aksine kendi devrimini gerçekleştirdiği oranda insanlığın gündemine başka düşün modellerini sokacak özelliklere sahiptir. Bundan dolayı içinde yaşadığımız uygarlığın sorunlarının içinden beklenen çözümler üretmeyecektir. Mesela son gerçek devrim endüstriye geçiştir. Yani yapısal bir dönüşümdür. Bunun yönetme ve yönlendirme sistemleri kapitalizm, sosyalizm ve ekseninde şekillenen modern devletle biçimlenmiştir. Liberalizm, sosyal demokrasi, çevreci hareketler, feminal yaklaşım mevcut mekanizmanın farklı süreçlerinin gerekleri ölçüsünde ortaya çıkmışlardır. Yani gerçek anlamda bir devrim, dönüşüm kategorisinde yer alamıyorlar. Kriterler ve yaklaşım değişmelidir,”[157] denilecek kadar abartılıyor Ahmed Pelda tarafından… Ve devrimi “insansız”laştırarak, “sınıfsız”laştırarak teknolojik değişime indirgemekten malûl bir anlayışı dillendiriyor.

Şurası vurgulanmalıdır: devrim teknolojide ya da zihniyetlerdeki bir dönüşüm (“modernite’den post-modernite’ye geçiş gibi) değil, mülkiyet ilişkilerindeki köklü değişikliğin adıdır. Yani üretim araçlarının mülkiyetinin bir sınıftan diğerine el değiştirmesinin…

1789 Fransız Devrimi, hatta 1917 Ekim Devriminden bile daha büyük bir devrim olarak gösterilmeye çalışılan Rojava Tezleri’nin Murray Bookchin patentli ve hiç de yeni olmayan anarşizan iddialar olduğu bir “sır” değildir.

Kimilerinin “teoriyi taktiğin konusu kılmak”[158] diye göklere çıkardığı yanılgı, özü itibariyle mefkureleri gerçekleştiremeyince gerçekleri mefkureleştirmek pragmatizminden ya da ideolojiyi siyasete güttürmekten başka bir anlam taşımaz!

“Direnişin sembolü olan Kobanê”siyle[159] Rojava, “Sadece oyun bozan değil, oyun da kuran”[160] bir dinamiktir Çağlar Özbilgin’in ifadesiyle; ancak bu imkânları kadar tehlikeleriyle de birlikte ele alınması gereken çokyönlü ve bağıntılı süreçtir.

Bu bağlam da çok önceleri söylediğim gibi, “Rojava, bir ulusal inşa girişimidir. Buna halk demokrasisi de diyebilirsiniz!

Ancak kurtarılmış bölgedeki ‘öz yönetim deneyimi’ denilen şey, sadece bir geçiştir; yani ‘kararsız denge’ hâlidir; uzun süre böyle kalmaz; ya bağımsızlığa doğru ilerleyecek veya gerileyecektir!

Rojava’ya ilişkin, ‘Bütün Ortadoğu’yu ve hatta dünyayı değiştirecek bir devrim’ veya ‘Dünyanın sıfır noktası’ benzeri sözlerin Zapatistalar için de kullanıldığı ve aradan geçen zaman ardından ne olduğu hepimizin malumudur…

Nihayet ‘Rojava’nın özerklik deneyimi kadar, bir feminist, sosyalist deneyim olduğu’ varsayımı sadece öznel bir görüştür; bir süre de propaganda malzemesi olarak böylece kalacaktır!

Rojava, radikal sosyalistler tarafından (Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ekseninde) sonuna kadar desteklenmesi gereken bir özgürlük hamlesidir…”[161]

“Bir belirsizlikler ve riskler coğrafyası olarak Ortadoğu dengelerinin altüst olduğu güzergâhta Rojava’daki gelişmeler, Ortadoğu’da XX. yüzyıl statükosunun artık devam ettirilemeyeceğini göstermektedir; bunun kanıtıdır.”[162]

Ve “Certum an, sed incertum quando/ Olayın olacağı biliniyor, ama ne zaman olacağını kimse bilmiyor,” diye tanımlanması mümkün olan güzergâhta imkânları kadar tehditleriyle yeni bir gelecek bugünde biçimlenmektedir; ona ne şüphe?

O hâlde, “Yalnız barışçı değil, bir barış savaşçısıyım. Barış uğruna savaşım vermek istiyorum. İnsanlar savaşa savaş açmadıkları sürece, hiçbir şey savaşları ortadan kaldıramayacaktır,” diyen Albert Einstein’ın uyarısını kulağımıza küpe ederek; yolumuzu açmamız gerekiyor.

Tarihin hepimize sorduğu soru; yolumuzu açmaya cüret edip, edemeyeceğimize ilişkindir…

 

22 Şubat 2016 13:53:04, Ankara.

N O T L A R

[1] 26, 27 ve 28 Şubat 2016 tarihlerinde Avusturya’nın Ternitz, Viyana ve Linz kentlerinde ATİGF’in düzenlediği etkinliklerde yapılan konuşma…

[2] Jean Paul Sartre.

[3] Abbas Güçlü, “İlber Ortaylı’dan Ortadoğu Analizi”, Milliyet, 22 Ocak 2016, s.22.

[4] Fatih Yaşlı, “Petrol, Dolar ve Kan: Bölgesel Savaşa Doğru Ortadoğu”, Birgün, 6 Ocak 2016, s.3.

[5] Ceyda Karan, “Şapkadan Çıkan ‘ABD-Rus Planı’…”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2016, s.13.

[6] Ceyda Karan, “Şengal ve ‘Joey I’…”, Cumhuriyet, 25 Kasım 2015, s.7.

[7] Yaman Törüner, “Ortadoğu Haritası”, Milliyet, 19 Ocak 2016, s.12.

[8] Selin Ongun, “Emekli Büyükelçi Uluç Özülker: Esad’ın Suriyesi Rusya’nın Mandası Oldu”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2016, s.7.

[9] Şükran Soner, “Suriye Odaklı 3. Dünya Savaşı…”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2016, s.9.

[10] “Rusya: Soğuk Savaş Dönemi”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2016, s.11.

[11] “ABD: Suriye Savaşını Bitirmek İçin Esad’la Konuşmak Zorundayız”, Hürriyet, 15 Mart 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28459993.asp

[12] Özge Ozan, “ABD, Çıkarını Savunanın Arkasında Durur”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:250, 27 Ocak-9 Şubat 2016, s.3.

[13] Seumas Milne, “Gerçekler Ortaya Çıkıyor: ABD Suriye’de IŞİD’in Yükselişini Nasıl Destekledi?”, 8 Haziran 2015… http://www.sendika.org/2015/06/gercekler-ortaya-cikiyor-abd-suriyede-isidin-yukselisini-nasil-destekledi-seumas-milne/

[14] “Ve Rusya, Suriye’de Tetiği Ateşledi”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2015, s.10.

[15] “Akdeniz’e Daimi Rus Gücü”, Cumhuriyet, 18 Mart 2013, s.12.

[16] Nilgün Cerrahoğlu, “Değişen Ortadoğu… Rusya ve İran’ın Çıkışı”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2013, s.8.

[17] Patrick Cockburn, “Irak ve Afganistan Savaşları Rusya’yı Baş Masaya Geri Döndürdü”, Radikal, 16 Eylül 2013, s.16.

[18] Sami Kohen, “Rusya Ne Yapmak İstiyor?”, Milliyet, 2 Ekim 2015, s.20.

[19] Foreign Affaires, 16 Eylül 2015.

[20] “FT: ‘Erdoğan’ın Büyük Güç Hayali Buraya Kadarmış’…”, Cumhuriyet, 5 Mart 2015, s.4.

[21] Ergin Yıldızoğlu, “Stratejik Derinlik: Fanteziler, Gerçekler”, Cumhuriyet, 7 Nisan 2015, s.8.

[22] “İran: Türkiye Yeni Osmanlı Peşinde”, Cumhuriyet, 13 Ekim 2014, s.12.

[23] Boyundan büyük işlere kalkışan neo-Osmanlı hayaller, attığı her adımda, her şeyi eline yüzüne bulaştırıyor. İşte iki örnek:

  1. i) Sosyal paylaşım sitesi Twitter’da ‘Başçalan’ adlı hesap tarafından yolsuzluk ve rüşvete dair yayınlanan kayıtlara skandal bir kayıt daha eklendi. Yayınlanan ses kaydına göre MİT, THY aracılığıyla Nijerya’ya kime gittiği belli olmayan bir miktar silah gönderiyor. Başbakan Başdanışmanı Mustafa Varank olduğu söylenen kişiye, THY Özel Kalem Müdürü Mehmet Karakaş olduğu belirtilen kişinin “Müslümanları mı öldürecek, Hıristiyanları mı öldürecek vebal altındayım.” diyerek silahların kime gideceğini sorduğu skandal ses kayıtlarında ortaya çıkıyor. Başbakan’ın danışmanı Mustafa Varank ise MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı kastederek, “Hakan Bey’le bir araya gelemedik, ondan dönemiyorum sana,” dediği anlaşılıyor. (“THY Uçaklarıyla Silah Sevkiyatı Tartışması”, Zaman, 20 Mart 2014, s.8.)
  2. ii) Yemen’e kaçak yolla gönderilen silahların saklandığı kutulara şöyle bir bakılmış… Türkiye’den Yemen’e kaçak yollarla gönderilen 2 bin 500 adet silahın gizlendiği bisküvi kutularının, Gümrükler Genel Müdürlüğü’nün eşyanın “ambalajına zarar verilmeksizin işlem yapılması” yönündeki talimatı kapsamında arandığı, kırmızı hatta olan eşyanın arama sırasında kamera kaydının olmadığı ortaya çıktı. Müfettişler, bu şekilde arama uygulamasının kaldırılması, kamera kayıtlarının 1 yıl boyunca saklanmasını istedi. (Mahmut Lıcalı, “Yalandan Aramışlar”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2013, s.3.)

[24] Mutlu Yuca, “AKP Adaydan Tartışılacak Sözler”, Hürriyet, 4 Eylül 2015… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29989887.asp

[25] Alın bir kaç örnek daha: “Ortadoğu’da 1517’de başlayan ‘Osmanlı Barışı’, 1917’ye kadar fasılasız dört asır sürdü… Ortadoğu Osmanlı’yı özledi.” (Nazif Gürdoğan, “Osmanlı’yı Özleyen Ortadoğu”, Yeni Şafak, 20 Ekim 2015, s.20.)

Veya BAREM Research’ün dünya genelinde 53 araştırma şirketinin yöneticisiyle, ‘Arap Baharı Dünya Fikir Önderlerinin Gözünde Türkiye’yi Nasıl Etkiledi?’ konulu anketine göre, araştırmacıların 10’da 7’si Türkiye’nin gelecekte Ortadoğu’nun lider ülkesi olacağını düşünüyor! (“Ortadoğu’nun Yeni Lideri Türkiye”, Sabah, 13 Mayıs 2012, s.9.)

[26] Ergin Yıldızoğlu, “Stratejik Derinlikten Stratejik Saçmalıklara…”, Cumhuriyet, 25 Eylül 2013, s.4.

[27] Ergin Yıldızoğlu, “Dönülmez Akşamın Ufkunda…”, Cumhuriyet, 30 Mart 2015, s.9.

[28] Ergin Yıldızoğlu, “Ortadoğu’nun En Yeni Lider Adayı…”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2015, s.10.

[29] Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Jeopolitik ve Türkiye”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2015, s.8.

[30] Ergin Yıldızoğlu, “Bu Kez İklim Çok Farklı”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2015, s.9.

[31] Serpil İlgün, “Hakan Güneş: AKP Bir Sünnîstan Hayal Ediyor”, Evrensel, 30 Kasım 2015, s.14.

[32] Ergin Yıldızoğlu, “İstikrar Olmadı, Savaş Verelim!”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2016, s.8.

[33] Can Uğur, “Ergin Yıldızoğlu: Taraf Olmanın Bedeli Ödeniyor”, Birgün, 22 Temmuz 2015, s.6.

[34] Nuray Mert, “Savaşa mı Giriyoruz?”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2016, s.5.

[35] Selin Ongun, “Emekli Büyükelçi Ünal Çeviköz: Türkiye Yeni Soğuk Savaşta Cephe Ülkesi, Rusya’nın Kuşatması Altında”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2016, s.13.

[36] Umur Talu, “Trajik Derinlik: Baldırandan Çaldıran’a!”, Haber Türk, 13 Mayıs 2013, s.14.

[37] Sami Kohen, “Ankara İçin Bölgesel Rol Fırsatı”, Milliyet, 3 Ekim 2014, s.19.

[38] “Davutoğlu: IŞİD, Terörize Gibi Görünebilir Ama…”, Taraf, 8 Ağustos 2014, s.9.

[39] Oysa IŞİD’in topraklarında hilafet ilan ettiği Irak’a ilişkin ‘BM Irak Yardım Misyonu ve İnsan Hakları Yüksek Temsilciliği’nin yayımladığı rapora göre, Ocak 2014-Ekim 2015 döneminde en az 18 bin 802 sivil öldürüldü, 36 bin 245 kişi yaralandı. 21 ayda 3.2 milyon Iraklı da yerinden oldu. (“BM: 3500 Kadın IŞİD Kölesi”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2016, s.13.)

[40] Kemal Göktaş, “O ‘Öfkeli Gençler’ Artık Kontrol Dışı”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2015, s.14.

[41] “IŞİD ile AKP’nin doğal ittifakı söz konusu!” (Amed Dicle, “Kobanê Direnişi”, Evrensel Pazar, 28 Eylül 2014, s.4.)

[42] Doğu Eroğlu, “Hamid Dabaşi: IŞİD Koalisyonun Emrinde”, Birgün, 29 Ekim 2014, s.12.

[43] İlhan Tanır, “Martin Chulov: IŞİD’i AKP Büyüttü”, Cumhuriyet, 11 Ağustos 2015, s.14.

[44] Sedat Sur, “DAİŞ’çiden İtiraf: Lojistiğimiz Türkiye’den”, Gündem, 18 Ağustos 2015, s.12.

[45] “Türkiye Batı’nın Paralı Askeri Gibi”, Cumhuriyet, 14 Kasım 2012, s.12.

[46] “Almanya da Suriye’ye Giden Silahların Peşinde”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2015, s.12.

[47] “The Independent: Türkiye-Nusra Kolkola”, Gündem, 13 Mayıs 2015, s.13.

[48] Tolga Tanış, “ABD Yıllık ‘Terörizm Ülkeler Raporu’nu Yayınladı: Ana Yol Türkiye”, Hürriyet, 20 Haziran 2015, s.18.

[49] “NYT’dan ‘Bomba’ İddia: Türkiye’den IŞİD’e Giden Gübreler Bomba Yapımında Kullanılıyor”, Birgün, 6 Mayıs 2015, s.9.

[50] “Devrimcilikten Savaş Ağalığına”, Radikal, 2 Aralık 2013, s.22.

[51] Özcan Yaşar, “Özgür Hırsız Ordusu”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2014, s.7.

[52] “Focus: İsrail Komandoları Halep’te”, Birgün, 3 Ocak 2013, s.11.

[53] “Süryanîler Türkiye’ye Öfkeli”, Cumhuriyet, 25 Şubat 2015, s.9.

[54] Duygu Güvenç, “Yurttaş ‘Kardeşler’…”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2014, s.8.

[55] “Muhalifler Halep’te Maaşları TL ile Ödüyor”, Milliyet, 19 Ağustos 2015, s.22.

[56] “Türkiye Yağmayı Destekliyor”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2013, s.11.

[57] “Bin Fabrika Türkiye’ye Kaçırıldı”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2013, s.12.

[58] Kemal Göktaş, “MİT Araçları Cihatçılara Çalışıyor”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2015, s.15.

[59] “Birleşmiş Milletler’den Türkiye’ye TIR Uyarısı”, Cumhuriyet, 4 Ocak 2014, s.7.

[60] “The Times Gazetesinden Bomba Türkiye ve IŞİD İddiası”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2014, s.12.

[61] Bahadır Selim Dilek, “Çeçen Savaşçı Trafiği”, Cumhuriyet, 25 Mart 2013, s.12.

[62] “Die Welt: IŞİD’in Yüzde 10’u Türk”, Milliyet, 6 Ağustos 2014, s.19.

[63] Elmas Topçu, “IŞİD’in Cazibesi”, Evrensel Pazar, 7 Aralık 2014, s.4.

[64] “Suriye’de 500 Türk Savaşçı”, Taraf, 23 Eylül 2013, s.10.

[65] İdris Emen, “Adıyaman – Suriye Cihat Hattı”, Radikal, 29 Eylül 2013, s.8-9.

[66] Işıl Özgentürk, “Bütün Söz Vermelerin Tarihçesi; Sevgim Acıyor”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2014, s.18.

[67] Alican Uludağ, “IŞİD Sınırı Geçerken Devlet İzlemiş”, Cumhuriyet, 14 Şubat 2016, s.14.

[68] Kemal Göktaş, “Bombalar İki Yılda Böyle Hazırlandı”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2015, s.8.

[69] “IŞİD Komutanından Çarpıcı Sözler: Artık Türkiye’ye Girmek O Kadar Kolay Değil”, Hürriyet, 14 Ağustos 2014, s.21.

[70] “Amerikalı Cihatçının ‘İstanbul Macerası’…”, Milliyet, 31 Ağustos 2014, s.22.

[71] Nilgün Cerrahoğlu, “Hint Diplomatı M.K. Bhadrakumar: Çaresiz Yalnızlık”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2014, s.7.

[72] Tuğba Tekerek, “Henri Barkey: Türkiye’de IŞİD Destekçisi Altyapı Var”, Taraf, 15 Eylül 2014, s.7.

[73] Ayşe Sayın, “Kürtler: Türkiye Bizi Sattı”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2014, s.7.

[74] Mahmut Lıcalı, “IŞİD’i Türkiye Güçlendirdi”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2014, s.4.

[75] “ABD: IŞİD Petrolü Türkiye’ye Gidiyor”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2015, s.6.

[76] Sebahat Karakoyun, “Irak’tan Alınan Petrol Aslında IŞİD Petrolü”, Birgün, 4 Aralık 2015, s.10.

[77] “Satışlar Başladı”, Birgün, 2 Aralık 2015, s.8.

[78] “IŞİD Petrolü Üç Güzergâhtan Türkiye’ye Gidiyor”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2015, s.12.

[79] “IŞİD’den Türkiye’ye 8 Ayda 800 Milyon Dolarlık Petrol”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2015, s.12.

[80] “IŞID’in Petrol Trafiği”, Cumhuriyet, 30 Kasım 2015, s.6.

[81] Çiğdem Toker, “IŞİD Petrolü ve Türkiye”, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2015, s.8.

[82] Çiğdem Toker, “Türkiye IŞİD Raporunu Niye Hatırlatmıyor?”, Cumhuriyet, 5 Aralık 2015, s.8.

[83] Erk Acarer, “En Çok Kadın O Astsubaya Gider”, Cumhuriyet, 5 Mart 2015, s.8.

[84] Meltem Yılmaz, “Suriyeli Aile Türkiye Gerçeğiyle Tanıştı”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2013, s.7.

[85] Bünyamin Aygün, “Suriyeli Zeynep’in Çaresiz Bekleyişi”, Milliyet, 20 Eylül 2013, s.19.

[86] İklim Öngel, “Sınırda Fuhuş Batağı”, Cumhuriyet, 15 Aralık 2013, s.7.

[87] Haşim Abak-Fikret Aydemir, “Listeden ‘Kuma’ Ticareti!”, Gündem, 18 Şubat 2014, s.2.

[88] Erk Acarer, “Kamptan Pavyona”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2014, s.6.

[89] İdris Emen “İstanbul’da Yol Kenarında Bir Mülteci Kenti Doğdu”, Radikal, 28 Nisan 2014, s.4-5.

[90] İdris Emen, “O Mülteci Kampı Artık Yok!”, Radikal, 29 Nisan 2014, s.4-5.

[91] Ceyda Karan, “Tel Abyad Masalları”, Cumhuriyet, 28 Ekim 2015, s.7.

[92] Nihat Ali Özcan, “Davutoğlu: PYD Unsurları da PKK Gibi Türkiye İçin Tehdittir”, Milliyet, 28 Eylül 2015, s.14.

[93] Mahmut Oral, “Ağır Silahlar Türkiye’den”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2014, s.9.

[94] Cafer Solgun, “IŞİD Kobanê’ye Neden Saldırıyor”, Taraf, 10 Temmuz 2014, s.8.

[95] “Demirtaş, Öcalan’ın Tartışılan Mesajını Okudu”, Cumhuriyet, 15 Ekim 2014, s.5.

[96] “Erdoğan: İlk Tercihimiz ÖSO İdi”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2014, s.7.

[97] “Fransa’dan Türkiye’ye ‘YPG’ Çağrısı”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2016, s.10.

[98] “Erdoğan ve Çavuşoğlu’na ABD’den Yalanlama!”, Taraf, 21 Şubat 2016… http://www.taraf.com.tr/erdogan-ve-cavusogluna-abdden-yalanlama/

[99] İlhan Tanır, “ABD’den Türkiye’ye Yalanlama: Belge Verilmedi”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2016, s.13.

[100] İlhan Tanır, “Türkiye-ABD İlişkilerinde Tarihi Düşüş”, Cumhuriyet, 6 Mart 2015, s.9.

[101] Tolga Tanış, “Biden’dan Yalanlama: Ben Erdoğan’dan Asla Özür Dilemedim”, Hürriyet, 5 Kasım 2014, s.14.

[102] “ABD’den Erdoğan’a Yalanlama: Hiçbir Zaman Özür Dilemedim”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2014, s.12.

[103] “Cockburn: Türkiye ABD’nin Sabrını Taşırdı”, Radikal, 21 Ekim 2014… http://www.radikal.com.tr/dunya/cockburn_turkiye_abdnin_sabrini_tasirdi-1220177

[104] “ABD: PKK ve PYD Farklı Örgütler”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2014, s.7.

[105] “Washington Post: ‘ABD ile Türkiye’nin 60 Yıllık İttifakı Çatırdıyor”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2014, s.15.

[106] Cansu Çamlıbel, “Hugh Pope: ABD Sırt Sıvazlıyor Erdoğan Yalnız”, Hürriyet, 20 Mayıs 2013, s.18.

[107] Sefa Karahasan, “Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu: Model Ortağımız ABD, YPG’yi Tercih Edemez”, Milliyet, 27 Temmuz 2015, s.16.

[108] Ceyda Karan, “… ‘Kifayetsiz Muhteris’ Müttefik”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2014, s.11.

[109] İlhan Tanır, “ABD: Türkiye’nin IŞİD’e Karşı Desteği Yetersiz”, Cumhuriyet, 21 Ağustos 2015, s.8.

[110] “ABD’den Erdoğan’ın Sözlerine Cevap: Bizim İçin de Önemli”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2014, s.9.

[111] “PYD’den Flaş ‘Türkiye’ Açıklaması”, Hürriyet, 14 Şubat 2016… http://www.hurriyet.com.tr/pydden-flas-turkiye-aciklamasi-40054369

[112] Cansu Çamlıbel, “Malcolm Hoenlein: PKK-IŞİD Varken İşbirliği Acil ve Elzem”, Hürriyet, 15 Şubat 2016, s.20.

[113] Barak Ravid, “Çıkarlar Ego ve Politikaya Gelip Geldi”, Evrensel, 24 Mart 2013, s.7.

[114] Selahattin Soro, “Rusya Resmen Suriye’de!”, Gündem, 16 Eylül 2015, s.13.

[115] Ali Bayramoğlu, “İki mesele: Sünnî Siyaset ve Kürt Sorunu”, Yeni Şafak, 27 Eylül 2014, s.3.

[116] “Karayılan: İntikam Alınacak”, 13 Ocak 2016… http://www.bestanuce6.xyz/haberayrinti.php?id=237268

[117] Hasan Bildirici, Rojevakurdistan… http://rojevakurdistan.org/hasan-bildirici

[118] Namık Durukan, “Sakal Kesmek Artık Serbest”, Milliyet, 21 Haziran 2015, s.20.

[119] Namık Durukan, “Vahşetin Dibi Yok!”, Milliyet, 22 Haziran 2015, s.15.

[120] Tolga Şardan, “Kobanê’de ‘Sessiz’ Katliam”, Milliyet, 27 Haziran 2015, s.17.

[121] Namık Durukan, “Kobanê’nin Yetim Kalan Çocukları!”, Milliyet, 28 Haziran 2015, s.17.

[122] Namık Durukan, “Komşu Dediklerimiz Çocukları Öldürdü”, Milliyet, 29 Haziran 2015, s.13.

[123] Namık Durukan, “IŞİD Kobanêli Son Ermeni’yi Katletti”, Milliyet, 1 Temmuz 2015, s.19.

[124] Namık Durukan, “Oğlumu Gözümün Önünde Öldürdüler”, Milliyet, 23 Haziran 2015, s.15.

[125] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997, s.201-192.

[126] Geçerken hatırlatalım: Heracleitus, “Karşıtlar yararlıdır, en iyi uyum farklılıklardan çıkar,” derken ekler Jacques Ranciere de: “Görüş ayrılığı, beyaz diyenle siyah diyen arasındaki bir çatışma değildir. Görüş ayrılığı, beyaza beyaz diyen ama beyazdan farklı şeyler anlayanlar arasındaki bir çatışmadır.”

[127] “Hıristiyanlardan PYD’ye Suçlama”, Hürriyet, 5 Kasım 2015, s.23.

[128] “YPG ‘Savaş Suçu’ İşliyor”, Hürriyet, 14 Ekim 2015, s.30.

[129] “ABD’den Türkiye Açıklaması: İnanmayın!”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2014, s.15.

[130] Pınar Ersoy, “ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Blinken: Partnerimiz Türkiye Başka Tercih Olmaz”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2015, s.17.

[131] Murat Çakır, “… ‘Yeni Suriye’ ve Rojava”, Gündem, 3 Ekim 2015, s.13.

[132] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 2006, s.52.

[133] “Kerry: Kobanê Düşmedi Çünkü Biz Devreye Girdik”, Radikal, 13 Kasım 2015… http://www.radikal.com.tr/dunya/kerry-Kobanê-dusmedi-cunku-biz-devreye-girdik-1471813/

[134] Tolga Tanış, “ABD, Suriye’ye Asker Gönderecek”, 30 Ekim 2015… http://www.hurriyet.com.tr/abd-suriyeye-asker-gonderecek-40008015

[135] “Suriye’de ABD-YPG ‘Üssü’…”, Milliyet, 24 Ocak 2016, s.22.

[136] “Suriyeli Kürtlere Doğrudan Silah”, Hürriyet, 4 Ekim 2015, s.22.

[137] “YPG sözcüsünden Salih Müslim İçin Sert İfadeler”, Milliyet, 16 Ekim 2015… http://www.milliyet.com.tr/ypg-sozcusunden-salih-muslim-icin/dunya/detay/2133082/default.htm

[138] “ABD 50 Ton Silah Yolladı”, Birgün, 14 Ekim 2015, s.13.

[139] “Rojava’da 450’den Fazla Asayiş Üyesine Eğitim”, Milliyet, 11 Eylül 2015, s.19.

[140] “ABD Dışişleri’nden YGP’ye Çağrı: Türkiye ile Gerilimi Yükseltmekten Kaçının”, Hürriyet, 17 Şubat 2016… http://www.hurriyet.com.tr/abd-disislerinden-ygpye-cagri-turkiye-ile-gerilimi-yukseltmekten-kacinin-40056083

[141] M. Ali Çelebi, “ABD’de Temsilcilik”, Gündem, 19 Ekim 2015, s.12.

[142] “ABD’den PYD’ye ‘Teselli Ziyareti’…”, Milliyet, 2 Şubat 2016, s.12.

[143] Yusuf Karataş, “Sakın PYD ile İş Tutmayın!”, Evrensel, 26 Ekim 2015, s.8.

[144] “Putin: Suriye Ordusu Irak ve Kürtler Birleşmeli”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2015, s.10.

[145] “Rusya, PYD ile Görüştü”, Radikal, 9 Ekim 2015… http://www.radikal.com.tr/dunya/rusya-pyd-ile-gorustu-1448747

[146] “Moskova’da Resmi Rojava Temsilciliği”, Gündem, 11 Şubat 2016, s.12.

[147] “Rojava Özerk Yönetimi’nin Moskova Temsilciliği Açıldı”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2016, s.7.

[148] “Suriye’nin BM Özel Temsilcisi Caferi’den ‘PYD’ Açıklaması”, Hürriyet, 17 Şubat 2016… http://www.hurriyet.com.tr/suriyenin-bm-ozel-temsilcisi-caferiden-pyd-aciklamasi-40056025

[149] “Suriye Lideri Esad: PYD’ye Silah Verdik, Belgesi Var”, Hürriyet, 8 Aralık 2015… http://www.hurriyet.com.tr/suriye-lideri-esad-pydye-silah-verdik-belgesi-var-40024363

[150] Feri Aslan, “PYD Eş Başkanı Müslim’den Flaş Açıklama”, Hürriyet, 19 Temmuz 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/29585828.asp

[151] “PYD: ABD’siz Fırat’ı Geçmeyiz”, Cumhuriyet, 12 Şubat 2016, s.7.

[152] Nazan Üstündağ-Bülent Küçük, “Yeni Bir Toplumsal Düzen: Rojava”, Mevsimlik, No:1, Bahar-2015, s.47-56.

[153] Demir Çelik, “Rojava Devrimi”, Gündem, 20 Temmuz 2015, s.11.

[154] Ahmet Çavlı, “Halk Devrimi Rojava ve Faşizm”, Politika, Yıl:1, No:17, 1 Ağustos 2015, s.10.

[155] Hayri Demir-Ersin Çaksu, “Rojava Devrimi, Kadın Emeğiyle Yaratıldı”, Gündem, 24 Temmuz 2015, s.14.

[156] Hayri Demir-Ersin Çaksu, “Rojava Devrimi İnsanlık Devrimidir”, Gündem, 25 Temmuz 2015, s.14.

[157] Ahmed Pelda, “Rojava’da Devrim Adına Farklı Olan Ne?”, Gündem, 20 Temmuz 2015, s.4.

[158] “Kürdistan Hareketi, Öcalan’ın 1999’dan itibaren oluşturduğu ‘yeni paradigma’nın yönetsel/politik uygulama modeli olarak, 2005’ten bu yana ‘demokratik özerklik’ hedefini belirlemiş bulunuyor. Merkezî bir gücün yönettiği geniş bir bütün içinde, bir alt-birimin belli koşullar altında kendi kendini yönetme hakkı olarak özerkliğin, statik bir anlayış bakımından devrimci olmadığı açıktır. Fakat, hiçbir model ‘şişede durduğu gibi durmaz’! Model, taşıyıcılarına bir yön verir, ancak taşıyıcıların dinamiği modeli alıp götürebilir ve taşıyıcılara başka bir model bulmak düşer.

Abdullah Öcalan’ın temel bir özelliği teoriyi taktiğin konusu kılabilmesidir. Teori, dokunulmaz ve yüce yerinde tozlanmaya bırakılmıyor, her konjonktürde hareketin hizmetine koşuluyor. Lenin gibi başarılı kurucu politik önderlere özgü bu nitelik, doktrinerlerce yaygın olarak oportünizm olarak damgalanır. Kürdistan Hareketi, bu akışkanlığı bir tanımlayıcı öğe hâline getirmiştir. Hareketin çapraşık, kesişen, aykırı, birçok bileşeni karmaşık bir bütünlük olarak beliriyor. Hareket, bu hâliyle doktriner bakışlarca anlaşılması olanaksız bir tablo sunuyor.” (Metin Kayaoğlu, “Geçiş Hâlinde Bir Paradigma ve Geçiş Hâlinde Bir Model: Demokratik Özerklik”, Teori ve Politika… http://www.teorivepolitika.net/index.php/component/k2/item/547-gecis-hâlinde-bir-paradigma-ve-gecis-hâlinde-bir-model-demokratik-ozerklik)

[159] “Direnişin Sembolü: Kobanê!”, Özgür Gelecek, No:45, 2-8 Temmuz 2015, s.16

[160] Çağlar Özbilgin, “Rojava: Sadece Oyun Bozan Değil, O Artık Oyun da Kuran”, Halkın Sesi, Yıl:10, No:247, 16-29 Aralık 2015, s.8.

[161] Temel Demirer, “Ortadoğu ve Rojava ya da Tehditler ile İmkânlar”, Kaldıraç, No:159, Eylül 2014.

[162] Temel Demirer, “Ortadoğu’da Durum ve Olanak(lar)”, Newroz, Yıl:8, No: 256, 1 Eylül 2014.

Cumhuriyeti nasıl bilirsiniz?

Mustafa Kemal Nutukta “kuruluş” hikayesini şöyle anlatıyor: “Yemek esnasında; yarın cumhuriyet ilân edeceğiz dedim. Hazır bulunan arkadaşlar, derhal fikrime iştirak ettiler. Yemeği terk ettik. O dakikadan itibaren, sureti hareket hakkında, kısa bir program tespit ve arkadaşları tavzif ettim.” … “Efendiler, görüyorsunuz ki, cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davete ve onlarla müzakere ve münakaşaya asla lüzum görmedim. Çünkü, onların zaten ve tabiaten benimle bu hususta hemfikir olduklarına şüphe etmiyordum. Halbuki o esnada Ankara’da bulunmayan bazı zevat, selahiyetleri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden ve rey ve muvafakatları alınmadan, Cumhuriyetin ilân edilmiş olmasını vesileyi iğbirâr [gücenme] ve iftirak [ayrımcılık] addettiler.” Sofrada bulunan ‘kemikcilerin’ şefleriyle hemfikir olmaması elbette mümkün değildir ve şefin ‘Ankara’da bulunan arkadaşların’ niyetini okuduğu da kesin.
O halde Ankara dışında bulunan ve ‘selahiyetleri de olmayanlar’ neden iğbirâr ve iftirak ediyorlardı? [Ki, Cumhuriyet’in ilan edildiği oturumda 289 milletvekilinin 130’u yoktu]. İtirazın nedeni ne idi? Bu soruya cevap vermeden önce, Saltanatın 1 Kasım 1922’de ilga edildiği halde rejime neden cumhuriyet adı konmadığına, bunun için bir yıl beklendiğine açıklık getirmek gerekiyor. Zira saltanatın ilgasıyla rejim açısından Eski ile Yeni arasında ortaya çıkan yegane fark, Padişah’ın sahneden çekilmesi, iktidarın veraset yoluyla geçmeyeceğinin ilân edilmesiydi. Dolayısıyla gerçekleşen bir hükümet darbesiydi ve emekçi toplum sınıflarının, devlet dışı unsurların herhangi bir dahli söz konusu değildi. Fakat Mustafa Kemal’in ebedî şef ilân edilmesine bakılırsa, saltanatın ilga edilmesinin bu bakımdan da pek bir kıymet-i harbiyesi olmadığı anlaşılacaktır. Eğer yüzyıl yaşasaydı ki, bu teorik olarak mümkündür, 62 yıl Ebedî sef olarak saltanat sürecekti. Bilindiği gibi, Osmanlı padişahlarının tahtta kalmalarının aritmetik ortalaması 17, 3 yıldır. 46 yıllık saltanatıyla rekor Kununî Sultan Süleyman’a aittir. Sultan II. Abdülhamid 33 yıllık saltanatıyla ikincidir… Mustafa Kemalin milli hareketin başına getirildiği tarihten ölümüne kadar geçen süre de 19 yıldır…
Saltanatın ilgası da, cumhuriyetin ilanı da halk iradesini ve iktidarını gerçekleştirmek, demokratik bir rejim kurmak gibi ulvî ve soylu amaçlar taşımıyordu. Ne araç ve sürücüsü, ne de aracın istikâmeti değişmişti… Bundan böyle araç sadece eskisinden daha hızlı yol alacak, Büyük Savaş sonunda ‘ezelî‘ iktidarı tehlikeye giren bürokratik elitle, Ermeni, Rum. Süryani… mallarına el koyarak palazlanan, savaş karaborsasıyla zenginleşen komprador kapitalist sınıfla toprak ağalarının önü sonuna kadar açılacaktı… Her ikisinin de amacı Mustafa Kemal’in şahsi iktidarını [Bonapartist diktatörlüğünü densin] tesis etmeyi amaçlayan politik manevralardı. Anayasal monarşiden koyu diktatörlüğe geçişin aşamalarıydı. Bu yolda da iki pürüz vardı; biri, ‘kendi dışlarındaki Padişah’, diğeri de kendi içlerindeki reel veya potansiyel muhalefet. Saltanatın ilgası birincinin, cumhuriyetin ilânı da ikincinin bertaraf edilmesi demekti. Mustafa Kemal’in şikayet ettiği, üzerlerine vazife olmadığı halde Mustafa Kemal’e muhalefet eden veya muhalefet etme potansiyeli olan Milli Mücadale’nin ünlü komutanları: Rauf Bey [Orbay] ve Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele… gibi az sayıda ama etkili, karizmatik şahsiyetti. Onları sorun olmaktan ilelebet çıkarmak da Şeyh Sait İsyanı vesilesiyle çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ve İzmir Suikasti komplosu sayesinde mümkün olacaktı. Eğer o tarihten sonra Cumhuriyetin önüne bir sıfat eklenecek olsa, bu: Takrir-i Sükûn Cumhuriyeti olabilirdi. Artık yapılanlara ve yapılacak olanlara itiraz edecek, iğbirâr ve iftirak edecek kimse kalmamıştı, artık Mustafa Kemal Büyük Nutkunu okuyabilir ve tarihi kendi istediği gibi yazabilir, yazdırabilirdi… Fakat Mustafa Kemal’in şahsi iktidarına giden yolda başka ara duraklar ve dönemeçler de vardı. Birinci Mecliste her ne kadar asker ve ‘sivil bürokratların’ hakimiyeti söz konusu olsa da, her şeye rağmen Mustafa Kemal’e sorun çıkaran, ‘İkinci Grup’ denilen bir muhalefet vardı. Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey Meclisteki muhalefetin önde gelen şahsiyetlerinden biriydi ve hunharca katledildi. Aslında bir milletvekilinin, farklı düşündüğü, muhalefet ettiği için canice öldürülmesi, ileriki sayfalarda üzerinde duracağımız rejimin niteliği hakkında da kafa yormayı gerektiriyor ve bir fikir de veriyor.
Lozan barış görüşmelerinde Türk delegasyonu emperyalistlerin dayatmaları karşısında sürekli geri adım atmak durumunda kalmış ve görüşmeler tıkanma noktasına gelmişti. Verilen tavizler ve konferansa katılan Türk delegasyonuyla ilgili itirazlar [ikinci grup] veri iken, mevcut meclis kompozisyonuyla barış antlaşmasının imzalanması sürüncemeye girmişti. Mustafa Kemal Büyük Millet Meclisini kendi kendini fes etmeye zorladı. Meclis içtüzüğü gereği Meclisin feshedilmesi için üçte iki çoğunluk gerekiyordu ama meclis böyle bir çoğunluk sağlanmadan 15 Nisan 1923 de feshedildi. Mustafa Kemal önce Halk Fırkası adıyla bir parti kurdu ve yurt gezisine çıktı. Haziran-Temmuz [1923] aylarında yapılan seçimde adaylar bizzat Mustafa Kemal tarafından ‘özenle’ saptandı. Meclise seçilecek adayları neden bizzat kendisinin belirlediğinin de cevabı hazırdı: “Çünkü vuku bulacak intihabatta [seçimde], milleti iğfal ederek, muhtelif emellerle mebus olmaya çalışacakların çok olduğunu biliyordum… şahsıma muhalefet göstereceklerin, milletçe mebusluğa intihabına imkân kalmadığı anlaşıldı.” Mustafa Kemal’e rağmen meclise yine de az sayıda kişi girebildi….
Artık şefin her istediğini fazlasıyla yapacak, Kadir Cangızbay’ın kız gibi bir meclis dediği söz konusuydu. Bu meclis grubuyla önce Lozan’da “zafer kazanıldı”, sonra da sıra cumhuriyetin ilânına gelecekti. Aslında Büyük Millet Meclisi, bilinen anlamda bir parlamento değildi. Haziran-Temmuz 1923 seçimlerinden sonra artık parlamento tanımıyla hiç bir ortak yanı kalmamıştı. Mustafa Kemal’in elinde bir ideolojik/ politik manipülasyon, meşrulaştırma ve iktidar aracıydı. Mustafa Kemal tarafından tayın edilenlerden oluşan tam bir memurin meclisiydi, velhasıl Mustafa Kemal’in Nutukta sözünü ettiği ‘Ankara’daki arkadaşlardan’ ibaretti… 28 Ekim 1923 akşam yemeği sonrasında Mustafa Kemal’le İsmet İnönü baş başa vererek 1921 tarihli Teşkilâtı Esasiye Kanununun devletin şekliyle ilgili maddesine: “Türkiye Devletinin şekli hükümeti Cumhuriyettir ibaresini ekliyorlar. O zamana kadar Mustafa Kemal’in bir sır olarak sakladığı […] cumhuriyet kurma fikrini önce yemekteki arkadaşlar öğreniyor ertesi gün de Ankara’daki arkadaşlar muttali oluyor ve artık cumhuriyet bir sır olmaktan çıkıyordu…
Fakat yapılan değişiklik sadece şekli hükümetin adını değiştirmekten ibaret değildi, şefin mutlak iktidarını tesis edecek bir değişiklik daha yapılmıştı. O zamana kadar bakanlar kurulu üyeleri, Büyük Millet Meclisi tarafından seçiliyor ve her bakan için ayrı ayrı oylama yapılıyordu. Bu da az da olsa istenmeyen şahsiyetlerin seçilmesine sebep olabiliyordu… Yapılan değişiklikle bu tür sevimsiz durumlar bertaraf ediliyordu. Madde şöyleydi: “Başvekil, Reisicumhur tarafından ve Meclis âzası meyanından intihab olunur. Diğer vekiller başvekil tarafından yine Meclis âzası tarafından intihab olunduktan sonra heyeti umumiyesi Reisicumhur tarafından Meclisin tasvibine arz olunur. Meclis hali içtimada değilse, keyfiyeti tasvip Meclisin içtimaına talik olunur.”
Meclis üyelerini [mebusları] Mustafa Kemal tayın ediyor, başbakanı da kendi tayin ediyor, ve başbakanın oluşturduğu bakanlar kurulu cumhurreisi [kendisi] tarafından meclisin onayına sunuluyor… Söylemeye gerek yoktur ki, böyle bir siyasî rejim, bir tek kişinin her şeyi belirlediği bir dikta rejiminden, bağnaz bir diktatörlükten, velhasıl kavramın bilenen anlamında otokrasiden başka bir şey değildir… İşte size cumhuriyet idaresinden manzaralar… Dikkat edilirse, Cumhuriyetin ilânı, bilinen anlamda cumhuriyetle ilgili değildi, Mustafa Kemal’in şahsi rejimini pekiştiren, diktatörlüğün yerleşmesini sağlayan duraklarından biriydi. Ondan sonraki durak Kununi Esasîde 1924 de yapılan değişiklik olacaktı. O tarihten sonra, artık asgarî demokrasi kırıntısının dahi söz konusu olmadığı bir dikta rejimi, inkılaplara hız verebilir, yetkin bir mürebbî olarak halkı eğitebilir, adam edebilir ve muasır medeniyet seviyesini yakalamak üzere emin adımlarla nurlu ufuklara doğru yol alabilirdi…
Yukarda sorduğumuz, neden saltanat ilga edildiği halde rejime cumhuriyet adının konması için 364 gün beklendiği sorusunun cevabı netleşmiş olmalıdır. Mustafa Kemal bir zamanlama ustası olarak neyin ne zaman yapılacağını çok iyi bilen bir siyasetçiydi. Aradan geçen bir yıllık dönemde [1 Kasım 1922- 29 Ekim 1923] muhalefeti etkisizleştirmeyi, şahsi otoritesini güçlendirmeyi başarmıştı. Cumhuriyet, kelimenin gerçek anlamda cumhuriyetle ilgili değildi. Cumhuriyet [res publica] halkın yönetimde söz sahibi olması, kendi kaderini belirler durumda olması, halk iradesinin gerçekleşmesini sağlayacak yönetim organlarının ve prosedürlerin varolması, velhasıl imtiyazlara ve dokunulmazlıklara yer olmayan, eşitlikçi, “ ‘herkesin olan/ herkesin eşit derecede sahip olduğu şey’ demektir.” Bizde cumhuriyet ne olduğuyla değil de, ne olmadığıyla tanımlandı ve öyle anlaşıldı. Birincisi, cumhuriyet saltanat değildi; ikincisi, teokrasi de değildi ama kavramın gerçek anlamında tipik bir otokrasiydi. Elbette bu bir şeyi, bir süreci tanımlamak için uygun bir yöntem değildir. Bu, o şeyi mefhum-u muhalifinden giderek tanımlamak veya adlandırmaktır… Cumhuriyet kelimesi ve söylemi, rejimin gerçek niteliğini gizleyen, üstünü örten bir örtüydü. Saltanat ve hilafet değilse o halde ne idi sorusu hiç bir zaman sorulmadı.. Neden sorulmadığına ilerleyen sayfalarda açıklık getirme imkânımız olacak… Oysa durum Kadir Cangızbay’ın isabetli tespitindeki gibiydi: “ Türkiye’de, cumhuriyetin ilân edilmişi, ilân edilmemişinden daha bir cumhuriyettir.” Durum öyleydi ama aradan 88 geçtikten sonra bile Mustafa Kemal ‘çağdaş demokrasinin mimarı’ sayılmaya devam edilecekti…
Bu vesileyle önemli bir hususa daha değinmek gerekiyor. Devletin 29 Ekim 1923 de kurulduğu, bu işi de Mustafa Kemal’in yaptığına dair yaygın bir kabul ve anlayış geçerli. O tarihte devlet kurulmadı zira devlet yerli yerinde duruyordu. Devletin kurulması için daha önceden olmaması gerekir. Oysa Osmanlı Devleti orada duruyordu ve yapılan tüm uluslararası antlaşmalarda da [Mondros dan Lozan’a] onun imzası vardı. Resmi tarih ve resmi ideoloji, tarihi tahrif ederek, sanki devletin ilk defa 1923 de kurulduğu ve bu işi de Mustafa Kemal’in yaptığı şeklinde bir izlenim yarattı ve insanlar bu yalana ‘inandırıldı’… İkinci bir yanlış da Kürt siyasetçileri ve ‘aydınları’ tarafından devletin Türkler ve Kürtler tarafından kurulduğu ama daha sonra Kürtlerin denklemin dışına atıldığı safsatasıdır. Birincisi, devlet kurulmadı, bir darbeyle adı değiştirildi; ikincisi, Cumhuriyetin ilânı da dahil, yaşanan süreçte ne Türklerin ne de Kürtlerin hiç bir dahli olmadı. Daha öncede ifade ettiğimiz gibi, halkın Cumhuriyetle teması jandarma ve vergi memurları vasıtayla oldu ve halk Cumhuriyetten o zaman haberdar oldu. Cumhuriyeti Türkler ve Kürtler ortak kurdular demek tam bir resmi tarih ve resmi ideoloji yuvarlamasıdır ama, Balkan Savaşında, Büyük Savaşta [Harb-i Umumuî], Çanakkale’de, Yunan Savaşında [Milli Mücadele] Türkler ve Türkler birlikte savaştırıldılar denirse bu doğrudur… o

Korku, kibir, ihtiras

Yüksek gerilimli bir dans yarışmasında hayat kavgası verir gibiler. Halklara saldırıyorlar, Sur’da katliamlar yapıyorlar, Cizre’de bakanların verdiği emirleri dahi dinlemiyorlar ve katliamlara imza atıyorlar. Çocukları, “kıpırdayanı vurun” tarzındaki Saray yaklaşımına uygun olarak kurşunluyorlar. Şehirleri ablukaya alıyorlar. İsrail’in Gazze’de yaptıkları ile yarışıyorlar. Fotoğrafların altındaki Cizre, Silopi, Sur gibi açıklamaları kapatın, Gazze sanırsınız, Suriye sanırsınız, eski Lübnan görüntüleri sanırsınız. Tanklar şehri kuşatıyor, obüslerle binalara ateş ediyor, insanlar bodrum katlara sığınıyor, tespit ederlerse oraları yakıyorlar. Kapıdan başını çıkartan çocukları keskin nişancılarla avlıyorlar, ardından elinde beyaz bayrakla hastahaneye yetişmeye çalışanları kurşunluyorlar.
İşin başında 1990’lara geri mi dönüyoruz, deniyordu. Ağar ve Veli Küçük dönemine mi geri gidildi, deniyordu. Ardından, daha da eskiye mi gidiyoruz, denilmeye başlandı. Şimdilerde ise, 1915’e mi gidiliyor, diye sorular soruluyor.
Ama bu kez farklı değil mi?
Kürt halkı, ister kabul edin ister etmeyin, ister hoşunuza gitsin ister gitmesin, ister sevinç duyun ister duymayın, artık örgütlü bir halktır. Bunca katliam ile o halkı korkutup kazanacaklarını mı düşünüyorlar? Bu nasıl bir akıldır? Akıl değil ise, bu nedir? Devletin savaşçı kuvvetleri, Efkan Âlâ’nın sözleri ile “şöyle karışık bir şey yaptık” tarzında örgütlenmiş güçleri, duvarlara ırkçı yazılar yazarak mı zafer kazanacaklar, Erdoğan’ın sevinerek anlattığı fotoğraftaki gibi “uzun adam” sevgisini, Kürt halkına böyle mi aşılayacaklar? Okulun tahtasına, akıl almaz sloganlar yazarak, seviye testlerini mi geçmiş olacaklar? Kısacası devlet, bu katliamlarla, bu ablukalarla, bu cinayetlerle Kürt halkının sevgisini mi kazanacak? Bundan bu kadar emin iseler, basını serbest bıraksınlar, olup biteni olduğu gibi Batı’ya aktarsınlar ki, başka bir şeye gerek kalmadan, Laz’ın da, Rum’un da, Boşnak’ın da, Türk’ün de, Ermeni’nin de, Pomak’ın da, Çerkes’in de, Abhaz’ın da, Süryani’nin de, Arap’ın da sevgisini kolayca kazansınlar. Madem yaptıkları ile Kürt halkının sevgisini kazanacaklarına bu kadar eminler, neden basını serbest bırakmıyorlar, neden olduğu gibi herkesin gördüklerini yansıtmasına müsaade etmiyorlar? Bu yasaklar niye?
Öyle ise Kürt halkını kazanmayı değil, kazanmamayı, uzaklaştırmayı mı hedefliyorlar?
Üniversitede öğretim görevlileri bir bildiri yayınlayınca, barış istiyoruz, kan dursun deyince, neden Muktedir, Cumhurbaşkanı, Başkan-ı Sultan, yere göğe sığmayan küfürler ağzına alıyor ve öğretim üyelerine hakaretler yağdırıyor? Sizce bu bizim anlayamayacağımız kadar “üst” bir akıl mıdır? Öğretim üyesine kudurmuş demek, öğretim üyesine vatan haini demek, öğretim üyesine alçak demek, daha başka şeyleri demek Sultan’ın Saray’ındaki kızgınlıktan kendinden geçmiş hâlinin yansıması mıdır, yoksa bizim seviyemizi aşan bir “üst” akıl mıdır?
Aynı şeyi Suriye konusunda, daha da genellersek, dış politika konusunda görmemiz mümkündür. Davutoğlu ve Erdoğan, birbiri ile yarışır biçimde, mahalle delikanlısı rolüne mi soyunmuştur, yoksa bizim göremediğimiz bir “stratejik derinlik” midir bu?
Rus uçağını düşürüp, ardından hemen NATO’ya sığınmak, Erdoğan’dan NATO’dan çıkma hamleleri bekleyen inanmış taraftarlarını epey üzmüş müdür? Rus uçağını düşürüp NATO’yu arayan Erdoğan, NATO’nun tam anlamı ile kucağına oturmuştur. Çin ile devlet anlaşması düzeyindeki füze anlaşmasını iptal etmeleri, acaba, sonradan akıllarının başına gelmesi midir? İsrail ile ekonomik alanda her zaman hızlanmış olan, ama muhtarlar toplantılarında ve mitinglerde bağrışmalara dönüşen ilişkileri yeniden kurmak için atılan adımlar, acaba aklın başa geri gelmesi midir? Hele hele Saray’a, muhtarlardan sonra, Yahudi lobisinden bir bölüm isim çağırmak, tam olarak aklın yerine gelmesi midir?
Ama iş bu kadarla kalır mı? Başika’ya asker çıkartması, yüksek gerilimli survivor yarışmasını kazanmak için bir hamle midir, yoksa akıl dolu bir stratejik derinlik hamlesi midir? Oradan geri çıkmayız diye bağırıp, sonra Biden’dan azar işitmek, mahalle kabadayılığına dahi sığar mı?
Azerbaycan’daki Türk askeri eğitmenleri kullanıp, Ermenistan’a ateş açtırmak, bu yüksek gerilimli politikanın zekice bir uygulaması mıdır?
Ukrayna’ya, özel kuvvetlerden adam göndermek, olası bir karışıklıkla, paramiliter çetelerle hareket ettirmek, stratejik derinlikli mahalle kabadayılığının bir versiyonu mudur?
PYD, IŞİD ve/veya El Nusra’dan, havaalanını alınca, o havaalanına saldırmak, IŞİD ve El Nusra’ya verilen açık desteği onaylamak mıdır, yoksa akıl dolu bir stratejinin sahaya sürülmesi midir?
Suudi Arabistan ile birlikte, Suriye’ye asker gönderme, kara harekâtı yapma, stratejik derinliğin geldiği yeni aşama mıdır?
Olup biten tüm gelişmeler konusunda halkına yalan söylemek ve Beyaz Saray tarafından yalanlanmak, acaba, akıl dolu bir davranış mıdır? Bizim Saray, herhâlde diplomasi bilmeyen özel çevirmenlerin işinde ehil olmamalarından olacak, görüşmeye ilişkin farklı notlar yayınlıyor, oysa Beyaz Saray, yani bizim sarayın sakinin özendiği, yürekten bağlı olduğu Saray, bunları yalanlıyor. Bizim Saray’a göre, Obama, “Suriye güçleri ve PYD’nin ilerlemesine ilişkin kaygılarını” dile getirmiştir. Oysa Beyaz Saray’a göre, Obama, “Suriye rejininin ilerleyişi konusunda kaygılarını” ifade etmiştir. Bizim Saray’a göre, “İki lider, Rusya ve Esad rejimine ılımlı muhaliflere saldırma çağrısında bulunmuştur” ve Obama, “Türkiye’nin meşru müdafaa hakkının altını çizmiştir.” Oysa Beyaz Saray’a göre, Obama, “YPG’nin bölgeyi istismar etmemesi gerektiğini vurgulamış ve Türkiye’yi top atışlarına son vermeye çağırmıştır.”
İşte size derin akıl, işte size akıl.
BM güvenlik konseyi, top atışları konusunda Türkiye’yi uyaran bir karar dahi almıştır. Tüm bunlar, aslında, aklın unutulduğu, aklın yitirildiği bir sürece işaret değil midir?
Öyle ise, tüm bunlar, Erdoğan’ın, başkanlık, sultanlık ihtiraslarının bir ürünü müdür? Yani, tüm bunların ortaya çıkması, nasıl açıklanabilir? Erdoğan, diyelim ki, kendi başkanlık ve sultanlık istikbali dışında hiçbir şey düşünemez hâle gelmiştir. Öyle ki, toplumda var olan gerçekliği, durumu anlamaktan da uzaktır. O kadar takmıştır ki başkanlığa, belki ardından da halifelik devreye sokulacaktır, bu ihtirasla gözleri kör olmuştur. Peki bu durumda, devletin tüm kurumları da aklını kaybetme hâlinde midir? Böyle olunca akıllarına, saldırmak, öldürmek, sınırları aşıp fethetmek, nutuklar atmak, yasaları ayaklar altına almak, sesini çıkaranı bir kaşık suda boğmak dışında bir şey mi gelmiyor?
İhtirasın gözleri kör, kulakları sağır edici, aklı dumura uğratıcı etkisi var mıdır, eğer varsa bu denli kuvvetli midir?
İhtirasın etkisi bacayı sarınca, Saray’a egemen olunca, acaba, “gerçeklik” değişiyor mu, insan kendisi dışında bulunan, kendisini kuşatan gerçekliği anlayamaz, göremez hâle mi geliyor? Yoksa tek başına ihtiras bu sonuca yol açmaz mı?
İhtiras, acaba, büyüdükçe, derinleştikçe, bacayı sardıkça, aklı mı küçültüyor, yoksa aklı tamamen alıyor mu, aklı tamamen alıyorsa yerine ne koyuyor? Yoksa, yine de tek başına bu durumlar ihtirasla açıklanamaz mı?
Tüm bunlar yoksa ihtirasın korku ve kibir ile birleşmiş hâlini mi gösteriyor? Öyle ise ihtirasın korku ve kibir ile birleşmiş hâli, ihtirasların en tepe noktası, zirvesi ya da sarayı mıdır?
Demek ki, korku-kibir-ihtiras birleşince, yerleşebilecekleri tek yer kalıyor; saray. Saray dışında hiçbir yerde, korku, kibir ve ihtiras, bu dozda bir birleşim meydana getiremez. Sadece ihtiras, halka bu denli tepeden baktıramaz, sadece kibir bu denli aklı yok edemez.
Saray, sonun başlangıcıdır. o

Artvin Cerattepe direnişi “Hayde gidelum”

Nerede bir inşaat alanı var, inceleyin, ardından, Cumhurbaşkanı’na kadar uzanan bir hat çıkacaktır. Birkaç müteahhit, akıl almaz oyunlarla, sonu gelmez kurnazlık ve hilelerle, tam bir vahşi sürüsü gibi, ülkenin her iline, her ilçesine dalmış durumdadır. Cengiz İnşaat’ın sahibi, tam da kendine yakışan üslupla, “bu milletin anasını” demiştir ve hâlâ hakkında bir dava açılmamış, hâlâ Erdoğan ile ilişkileri sürdürmektedir, hâlâ karnesi Bilal oğlandadır.
Bir müteahhitler güruhu, sırtını devlete dayamış, tüm ihaleleri almakla kalmıyor, duruma uygun ihaleler üretiyor, rant alanları oluşturuyor. Ve Gezi Direnişi’nde halkın karşısına dikilen Erdoğan, ne dediğini bile anlamadan, “benim görevim rant yaratmaktır” diyor. Bu sözleri, müteahhitler güruhuna, mafyavari korumalarının yanında söylüyor olabilir. Ama Gezi Direnişi öyle bir şeydir ki, kapı arkalarında söylenenleri açığa çıkartır, “benim görevim halkım için rant yaratmaktır.” O zamanlar başbakan idi ve muhtemelen kırmızı kitapta, başbakanın görevi rant yaratmaktır, diye yazıyordur. Yok değil ise, sormazlar mı, “Sayın Başbakanım size bu görevi kim verdi, kapı arkalarında görüştüğünüz müteahhitler mi?”
Bu müteahhit grubunun havuz medyası ile bağını da kasetlerden dinledik. Kasetlerdeki küfürler ne kadar sansüre muhtaçtır bilinmez, ama hâlâ hatırlardadır, tazedir.
İşte bu aynı Cengiz İnşaat, Artvin’de yasal olarak engellenmiş olan maden sahasına dalmıştır. Ama ne dalış!
Doların yeşili üzerine hayal kurmaktan başka hiçbir hayali, hiçbir değeri olmayan bir açgözlülükle, Artvin Cerattepe’ye girdiler, polisin desteği ile ağaçları kesmeye başladılar.
Ve ardından, Artvin Valisi, kente giriş çıkışı yasakladı.
Artvin şehrinin tarihinde böylesi bir abluka var mıdır?
Artvin iline giriş çıkış yasaklandı. Neden? Cengiz İnşaat’ın maden çalışmalarını halk protesto ettiği ve bu amaçla kente destek için Rize’den, Hopa’dan, İstanbul’dan, Tonya’dan, Ordu’dan, Sakarya’dan, Samsun’dan, Ankara’dan gelenler olduğu için.
Artvin Valisi, acaba, Cengiz İnşaat’tan mı emir almaktadır?
Sentetik Başbakan, elinde Kürtlerin kanı, ağzında savaş salyaları, binlerce Artvinliye “kışkırtıcılar” dedi. Yoksa, Artvin’de direnen halkı, tüm bölge halkını değil de, bizzat kışkırtıcı olarak Cengiz İnşaatı mı kastediyor? Elbette değil, halkı, halkları kastediyor. Binlerce Artvinliyi, binlerce Hopalıyı, binlerce Fındıklılıyı, binlerce Rizeliyi, binlerce Tonyalıyı vb. kastediyor.
Bu kışkırtıcılar ne diyor? Dünyanın en güzel bölgelerinden, yeşilin her tonunun bulunduğu (ama dolar yeşilinden başka yeşil tanımayan müteahhit güruhu ve Erdoğan ailesi için kıymetsizdir bu yeşil) bir bölgeyi korumak, gelecek nesillere sağlıklı bir doğa bırakmak. Neden kışkırtıcı oluyorlar? Çünkü, inşaat firmaları ve onların koordinatörü olan Erdoğan ailesinin çıkarlarına ters şeyler istiyorlar. Hepsi budur.
Artvin Valisi, Kars, Rize, Trabzon, Erzurum illerinden getirttiği polisleri halkın üzerine sürüyor ve sonra, “sol marjinal gruplar” ile polis çatıştı diyor.
Artvin Valisi, kimin valisidir?
Rant valisi var mıdır? Artvin valisi, Rize valisi, Trabzon valisi, rant yaratmakla mı görevlidir?
Yaylalarımıza saldırıyorsunuz, ne için, rant için.
Derelerimize saldırıyorsunuz, ne için, rant için.
Yeraltına saldırıyorsunuz, ne için, rant için.
Tüm doğamızı yağmalamayı, yaşamımızı elimizden almayı hedeflemişsiniz. Sizin ranttınız, bizim yaşamımızı yok etmek demektir. Burada artık kışkırtıcıya gerek yoktur. Bu direniş, yaşam direnişidir, hayatımızı, evimizi, anılarımızı, doğamızı savunma direnişidir. Avrupalıların Amerika kıtasına gidip Kızılderelilere karşı gerçekleştirdikleri yağma savaşının aynısıdır bu.
Bu Karadeniz halklarının, bu Artvin halkının, bu Cerattepe’nin yaşamı savunma mücadelesidir. Sizin rantınıza karşı bizim yaşamımız.
Artvin Valisi’nin aldığı önlemler, Artvin’in sarılması, Başbakanın ağzından çıkan sözler yetmezmiş gibi, sicili kabarık İçişleri Bakanı, “vurun geçin” diye buyuruyor. Polise silâh sıkma emri veriliyor, gaz fişeklerinin yetersiz olduğuna karar vermiş olmalılar, “vurun geçin” diyorlar.
Bu inşaat şirketi ile bu Cengiz Madencilik ile, halkın savaşı değildir. Çoktan orayı geçmiştir. Artvin Valisi, Başbakan, İçişleri Bakanı çoktan taraftırlar.
Dahası, Saray bu işin içindedir ve taraftır.
Bu açgözlü yağma, tüm devleti arkasına almıştır. Sur’da, Cizre’de kurulan abluka, şimdi Artvin’de kurulmuştur.
Artvin’de savaş hâli durumu vardır. Giriş çıkış valilik emri ile yasaklanmıştır.
Şimdi soruyoruz: Valisi, bakanı, başbakanı, neden bu Cengiz İnşaat işlerine bu kadar müdahildir, neden bu kadar ilgilidir? Yoksa maden firmasının sahiplerinden ayrı gizli sahipleri mi vardır?
Devlet denilen mekanizma, neden hep inşaat firmalarının çıkarları için, HES projelerinin sahipleri için, halkın karşısına polisi dikiyor, 70’lik ninelere gaz sıkıyor, “vurun geçin” emirleri yayınlıyor?
Bu devlet kimdir, kimindir?
Madene karşı çıktı diye, neden, yaşlı genç demeden herkese gaz sıkılıyor, kente giriş çıkış yolları kesiliyor, şehir ablukaya alınıyor? Neden bu projeye karşı çıkan mahkemeler, mühendisler, çevreciler, halk, kadınlar, erkekler vatan haini ilan ediliyor? Size kimin vatan haini olduğunu ilan etme hakkını kim veriyor? Sizin dolarlarınıza dokunan, sizin daha çok yağma yapmanıza karşı çıkan, sizin gibi her şeyi dolara endekslemeyen kim var ise, onlara vatan haini demek, sizi vatansever mi yapıyor?
Şimdi, bu yağmaya, bu talana karşı, kendi kendimizi, yaşamımızı, doğamızı korumanın, savunmanın zamanıdır. Onların polisi, valisi, başbakanı, cumhurbaşkanı, gazı tüfeği var. Bizim de, büyük bir nedenimiz, yaşamımızı savunmaktan başka yol yoktur.
Yani, “hayde gidelum” demenin zamanıdır.
Artvin Cerattepe direnişi, bir yaşam meselesidir, yaşamı savunma meselesidir. Cerattepe’yi savunamazsak, derelerimizi de, yaylalarımızı da, kısacası yaşamımızı alırlar. Bu nedenle, bu sadece Cerattepelilerin direnişi değildir, bu tüm insanlığın direnişidir. o