Ana Sayfa Blog Sayfa 235

Edirne’de Kaldıraç okurları ve DEM-GENÇ’lilere ev baskını: 8 gözaltı

25 Kasım Kadına Şiddetle Mücadele günün’de eylem esnasında atılan sloganlar gerekçe gösterilen ve başka herhangi bir bilgi verilmeyen operasyonlar­da gözaltındakiler avukatlarıyla görüştürülmezken polislerin tehdit ederek ‘’Artık bundan sonra böyle, anladığınız dilden konuşacağız Edirne’de eskisi gibi olamayacaksınız’’ dediği öğrenildi. Arkadaşlarını bekleyen 2 öğrenci de karakol önünden gözaltına alındı.

Aramalar esnasında baskında bulunamayan kal­dıraç okuru bir kişi için tanıdığının evine de baskın yapıldığı öğrenildi. Bu baskın esnasında evi basılan öğrencinin ‘’galoş giyin’’ demesi üzerine polisin ‘’Galoşsuz girmek ölümle girmekten daha mı iyi’’ diyerek Dilek Doğan’ı hatırlatarak ölüm tehdidinde bulunduğu öğrenildi.

4 Aralık 2015

Devrimciliğin mihenk taşları*

Yaşama karşı tutum, her insanın, her çağda en önemli sorunlarından ve insanları birbirinden ayırt etmekteki kriterlerde en önemli noktalardan biridir. Tarihin en eski yazılı belgesi Sümerlerden kalmış insanlığa. Gılgamış destanıdır. Gılgamış “sağlam duyarlı Uruk şehrinin kralı ve büyük savaşçısıdır.” Bilgiye ve bilgeliğe çok değer verirler. Gılgamış en çok sevdiği arkadaşı ölünce, ölümsüzlüğü bulmak için yollara düşer. Ve sonunda öğrenir ki, ölümsüzlük ancak kalıcı şeyler bırakmakla mümkün. Çelişkidir, ölüm bir gerçek ama insanoğlu en eski yazılı belgede bile ölümsüzlüğü arıyor. Bugün bile ölümü olağan vakurluğu içinde kabul etmiyoruz ve dünyanın her yerinde kardeşlik egemen oluncaya kadar da ölümü “olağan vakurluğu içinde” kabul etmeyeceğiz. Çünkü, olağan güzelliği ile yaşamak, bu kirletilmiş ve çirkinleştirilmiş dünyada olanaklı değil.

Ölümden tanrılar da kaçamıyor. Ama çirkinlik içinde ya kötülüklerin kaynağı olarak ya da güzelliklerin yaratıcısı olarak tanrılara ihtiyaç duyuyoruz.

Ölümsüzlüğü aramanın hikâyesini (İÖ 2500 yıllarında kaleme alındığı anlaşılan, belki daha da önceye dayanan) kaydeden tarih, bize gösteriyor ki, bunun tek yolu var: Onurluca yaşamak, geleceğe bir iz bırakmak. Gılgamış bu sonuca varıyor. Bu çok eski ve unutulmaz dersi, bugün de insanoğlu hâlâ öğrenebilmiş değil.

 

Yaşam karşısında tutum sağlam olmadı, sağlam yaşamadın mı, ölüm hem bir sığınak, hem korkulası bir karşılaşma oluyor. İnsanca ve onurluca da yaşanmıyor. Öyle ki insan, bazı yaşam biçimlerinde ölümü bin kez görebiliyor. Her gün yaşam adeta tüketiliyor. Sanki üstü açık bir hapishanede “çile dolduruyor.” Tersine, bazı ölümler ölümü aşmak anlamına geliyor. Che’nin dediği gibi; “bazen düşünüyorum da, yaşamak mı ölmektir, yoksa ölmek mi yaşamak.”

Bu çelişkiyi yaratan ise, insanın insana kulluğu, sömürü düzeni, aşağılanmadır.

Onun için hâlâ önderlere ihtiyaç duyuyoruz.

Onun için kahramanlık çağı daha bitmedi.

Onun içindir Deniz yaşıyor.

Onun için Mahir hâlâ yaşıyor.

Onun için İbrahim Kaypakkaya hâlâ yaşıyor.

Onun için yüzlerce Kürdistan gerillası hâlâ yaşıyor.

Onun için Bekir hâlâ yaşıyor.

Che’yi hâlâ bundan dolayı öldüremiyorlar.

Ho Shi Minh bunun için hâlâ önderdir.

Yeryüzünün her bölgesinde insanın aşağılanması, sömürü, vahşet sürüyor. Savaş ve açlık hâlâ çocukların canlarını alıyor. Ve bu nedenle gelecek güzel günler için savaş her yerde devam ediyor. Bittiği sanılan komünizm, yeniden dirilişi için hazırlanıyor. Onun için yolumuza devam ediyoruz. Ve zafere kadar da bu yola devam edeceğiz. Çünkü sadece gelecek için değil, bugün için de aşağılanmaya, pisliğe, sömürü ve baskıya karşı savaşmak, özgürlük için savaşmak yaşamanın tek yoludur. Bu aşağılanmaya, bu insan kirleten sisteme, bu sömürüye karşı savaşmamak, bunlara alışmak, ölümün en acısıdır.

Gılgamış ölümsüzlüğü arıyordu. Biz ise, insan olmaktan çıkmamanın yolunu arıyoruz. Bugün insan olarak yaşamak bedel ödenmesi gereken bir durumdadır. Gılgamış’ın arayışını, bugün biz, insanca yaşama arayışı olarak devam ettirmeye çalışıyoruz. Sistem, insanca yaşamamıza olanak tanımıyor. “İnsanca yaşamak”, öyle ilk akla geldiği gibi yiyecek içecek meselesi değil. İnsan olabilmekten söz ediyor. Özgürlüğümüzü elimizden almıştır sistem. Kapitalizm, tüm sınıflı toplumlar gibi, özgürlüğü sevmiyor. Çalışmak yaşamsal bir davranış iken, sistem çalışmayı büyük bir zulüm hâline getiriyor. Korkak ve bencil, yaşamaktan korkan ve her akşamını ettiği gün için “bugün de kazasız belasız geçti” diyen kişi yaşıyor mudur? Her adımda korkan insan özgür müdür? İşsizlik korkusu, patron korkusu, polis korkusu, komşu korkusu, gelecek korkusu içinde yaşayan bir insan “normal” midir? Kendisinden başka herkesi “şüphe” ile karşılayan, arkadaşı ve sevdiği olmayan, değerleri kalmamış ve her şeyini satabilecek kadar değersizleşen insan, insan mıdır? Tüketen ve daha çok tükettikçe, kendini “ayrıcalıklı” ve daha iyi hisseden, komşusunu ve kendisinin sahip olduğu elbise, koltuk, araba, buzdolabı fiyatına göre değerlendiren kişi insan mıdır?

Ya biz insan kime denir sorusunu tartışacağız ya da bedeli olduğu bize söylense de insan olarak yaşayacağız.

Devrimcilik yaşam karşısında tutumla belli olur. Ölüm karşısında tutum da bunun doğal bir devamıdır. Ama ne olursa olsun, insanın bu denli tüketildiği bu dünyada ölüm karşısında yaşamı savunmak, alkışlanacak bir tutumdur. Onun için en kritik anda ilkelerine bağlı kalan insan, ölümü de yenebiliyor. Ama esas olarak yaşarken bu tutumu almak önemlidir. En küçük sorunda pes eden, her adımda pişmanlık gösteren, kararsız davranan, emeksiz yaşayan insan her zorlu sınavda kalacaktır. Yaşam karşısındaki tutum devrimciliğin mihenk taşlarından biridir.

Devrimcilik bir başkaldırıdır. Başkaldırı çağımızın, insanın insana köle olduğu son sınıflı toplum kapitalizmden komünizme geçiş çağının en soylu, en insana yakışan eylemidir. Ve başkaldırı, yaşam karşısındaki tutum dediğimiz her tutumun temelindeki davranışlarda yatar. Başkaldırı, onurlu yaşamın, insan olarak kalmanın çağımızdaki adıdır. Haksızlıklara karşı “görmezden gelen”, arkadaşına yapılan haksızlığa sessiz kalan, giderek her durumda “sağ” kalmayı temel alacaktır ve bu tutum, insan olmaya da aykırıdır. Değerlerin önemi de buradadır. Elbette başkaldırı, yaşamı sahiplenmektir. Ama bir insan olarak. Ben bilirim ki, insan toplumsal bir varlıktır. Eğer çocuğu doğduğunda ormana bırakırsanız, o çocuk insana benzer bir hayvan olacaktır. Burada hayvan hiç de aşağılayıcı değildir. Ama orman kanunlarından beter yasaların işlediği bir vahşi insan toplumunda hayvan olmak bambaşka anlam ifade ediyor. Yaşamak, yemek-içmek, cinsellik vb. insanın güdüleridir ve bunlara göre düzenlenmiş bir insan yaşamı insanın tükenişidir. Başkaldırı, bu nedenle insan olmayı seçmektir.

Devrimci, yaşamı sadece kendisi için değil, başkaları için de seçen ve topluma, çevresine karşı duyarlı olandır. Vurdumduymaz, adamsendeci, sevgisiz, paylaşmaktan korkan kişi devrimci de olamaz.

Yaşama dört elle sarılacağız. O kadar ki, dünyanın başka yerlerindeki insanlar için keder duyacağız. O kadar ki, haklıdan yana ve haksıza karşı olacağız. Nâzım, şiiriyle anlatır bu tutumun özünü;

“…

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani o derecede, öylesine ki,

mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

yahut kocaman gözlüklerin,

beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

insanlar için ölebileceksin,

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin

yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,

yani, beyaz masadan,

bir daha kalkmamak ihtimali de var.

Duymamak mümkün değilse de biraz

erken gitmenin kederini

biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,

hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,

yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz

en son ajans haberlerini.

 

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,

diyelim ki, cephedeyiz.

Daha orda ilk hücumda, daha o gün

yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.

Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,

fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz

belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

 

Diyelim ki hapisteyiz,

yaşımız da elliye yakın,

daha da on sekiz sene olsun açılmasına

demir kapının.

Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,

insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla

yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

 

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım

hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…”

 

Emeğe yaklaşım

Sosyalist devrimci hareket hem çıkışı hem de geleceği açısından bir emek hareketidir. Bu basit bir olgu ve süreç değildir. Para üzerine kurulu bir egemenlik sistemi nasıl insanı kul ve köle yapıyorsa, emek üzerine kurulu bir hareket de emeği ve insanı özgürleştirme üzerine kuruludur. Özgürlük, bizim dünyamızdaki kişisel bir arzu, hülya değildir. Bizim dünyamızda özgürlük insanın kurtuluşuna, toplumun özgürleşmesine bağlıdır, ki bu da emekçinin, emeğin özgürleşmesi ile olanaklıdır. İnsanın gerçek tarihi böyle başlayacak. Devrim bu sürecin en büyük kilometre taşlarından biridir. Devrimcileşmek, bu süreçte yaşanan, yaratılan değerlerle sağlanıyor: O açıdan emek hareketi olmak, zorunluluktur. Zordur ama gereklidir ve zorluklar bizim için güzelliklerin anasıdır. Her yeni yaşam, büyük acılarla hazırlanır.

İçinde yaşadığımız sistem, bir toplumsal varlık olarak insanı da belirliyor. Onun için kurtuluş, bireysel bir arayış değildir. Toplumsaldır ve toplumsal mücadele bu nedenle bugün en önemli özgürleşme alanıdır. Devrim, toplumsal mücadelenin emekçiler, ezilenler açısından çözümüdür, ki hem emekçilere hem de emeğe dayanması nedeniyle er ya da geç kazanılacaktır.

Toplumsal devrimin örülmesi işi, kişiyi de bilinçlendirir. İnsan kendisini yaratan toplumsal koşulların bilincine varır ve bu bir değiştirme sürecidir. Emeksiz değişim, kalıcı olmadığı gibi, özgürleştirici de değildir.

Bu nedenle devrimci emeğe karşı yaklaşım, devrimciliğin şaşmaz kıstaslarından biridir. İşe yaklaşımın, göreve yaklaşımın da temeli budur. Devrimci kişi, zor ve kolay görev ayrımını, işleri daha sağlıklı yapmak dışında yapmaz. Emek kazandırıcıdır ve buna uygun yaşar. İşe de buna uygun yaklaşır. Bıkkınlık, tembellik, adamsendecilik, ertelemecilik yenilmesi gereken alışkanlıklardır. Ve bunların yenildiği ortamda, özgüven ve emeğe saygı gelişir. Kapitalizm, insanı insanın ve her ikisini de paranın kölesi yaptığı oranda, iş yapmayı da “marifet”, “yetenek”, “şans”, “kader” vb.nin sonucu hâline getirir. Aynı biçimde küçük ve büyük iş ayrımı, şanlı ve basit iş ayrımı, emeğe yabancılığa dayanır. Siz önemli işler yapacaksanız, bilin ki, önemsiz işleri yapanların sayesindedir. Burada kişi, içinde yer aldığı kolektifin emeğine, durumu ne olursa olsun, yeteneği ne olursa olsun yabancılaşmamalıdır.

Kısa sürede köşe dönme mantığı, “ünvan”ların toplumsal saygı vb. anlamına gelmesi, tıpkı etiket gibi araba vb. sahipliği gibi “iş ünvanı” geliştirilmesi, kişiyi emeğine yabancılaştırıcı süreçlerin devamıdır. Kişilik yerine, “sahip oldukları”nız geçer. Burada artık, “iyi” ve “kötü” iş ayrımı gelişir. İyi iş ise, çok kazandırandır. Para olduğu gibi avantaj ve statü kazandırandır. İşçi olmanın, emeği ile çalışmanın bu kadar yaygın ve bu kadar aşağılandığı başka bir toplum ve başka bir çağ olmamıştır. Böylece kişi emeğine saygı duymaz hâle de gelir. Bu, toplumsal mücadeleyi köreltici bir etki de yaratır. Kuşku yok ki, bunun toplumsal temeli, kişinin başkasının mülkiyetindeki araçlara hizmet etmesidir. Emeğinin ürünlerinin sahibi olamamasıdır. Onlar üzerinde hiçbir denetime sahip değildir. Böylece çalışmak, kurtulunması gereken bir şeydir. Çalışana “enayi” diye bakıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Bu ise insanın yeteneklerini, kendine güvenini tüketen bir süreçtir.

Devrimci kişi, bu yola gönüllü girmiştir, kimse kimseyi zorla böylesine bir mücadeleye sokamaz. Bu gönüllü seçim, kişinin mücadelesine yansır. Gönüllülük bir bilince, bilinçli bir seçime dayanır. Bilinç ise, kişinin toplumsal varlığının bilincine varması, kendini aşması demektir.

Emek vermek, emeğe saygı duymak, ezilen olmaktan iktidara yürümenin de garantisidir. Kişiyi dayanıklı, değerlerine bağlı hâle getirir. İnsana yaklaşımın temelinde de bu vardır, bu olmalıdır. Devrimci mücadelenin bir ucunda işçi ve emekçileri, çoğunluğu kazanmak vardır. Onların emeğine saygı duymadan, sabırla ve sebatla her adımı örmeden bu başarılamaz. Halk sevgisinin temelinde bu vardır. Yoksa halkın her yaptığının alkışlanması gibi dalkavukluk yoktur. Aynı biçimde içinde yer aldığı koşullardan dolayı, bilinçteki dağınıklık ve gerilikten dolayı insanları küçümsemek, kendini büyük görmek de emek hareketi olma ile, devrimci olma ile örtüşmez. Kişi, hikmeti kendinde aramamalıdır. Öncülük, bir toplumsal görev, bir misyondur. Ama bu hikmeti kendinde aramayı değil, kitleleri kazanmak doğrultusunda daha yoğun bir emek vermeyi gerektirir.

Emek, insanı olgunlaştıran, eğiten bir süreçtir. İnsanı hem fizikî, hem de ruhsal açıdan insan yapan emektir.

Gönüllülük ve emek, disiplin ve özverinin kaynağıdır. İnancı pekiştiren, başkalarına yol gösterendir. Dayanıklılığı da, bu emek sürecinin kazandırdığı değerler sağlar. Dayanıklılık, ki savaşımın en gerekli özelliklerindendir. Bir iki hamlede zafer beklemek, bir açıdan zafere susamışlık gibi ele alınabilirse de, bu doğru değildir. Emeksiz zafer, zor olandan kaçmak, göklerden zafer beklemektir. Güneşin altında ter akıtmadan, toprak istenileni vermez.

 

Tarihe yaklaşım

Devrimciliğin, devrimci kişiliğin mihenk taşlarından biri tarihe yaklaşımdadır. Tarih, bir yandan devrimci mücadelenin zaferi için, bir öğrenci, bir savaşçı olarak öğrenilmelidir. Bizim ülkemiz, tarih bilincinin eksikliğinin taktik alanda yarattığı zaafiyetler açısından pek çok örnekle doludur. Tarih bilinci eksik olunca, olayları, kişi ve kurumları, davranış ve eylemlerinden bağımsız olarak, soyut olarak, derinlikten yoksun olarak kuru bir tarzda ele almış oluruz. Böyle bir durum, ancak hayaletler için savaşıldığı zaman olabilir.

Demek ki, tarih bilinci zafer için şarttır. Yetmez, tarih bilinci yeninin kurulması için de şarttır. Yeninin kurucularının tarih bilincinden yoksun olması, onları tarih önünde soytarı hâline getirir. Demek ki, bu açıdan da tarih bilinci gerekiyor.

Ama tarihe karşı yaklaşım bu açıdan sınırlı bir konu değildir. Tarih bilinci eylem için ne kadar gerekli ise, aynı biçimde devrimin tarihinin kavranması da o kadar gereklidir. İnsan sosyal bir varlıktır ve tarihsiz olamaz. Çocukluğumuzdan beri edindiklerimiz, yaşadıklarımız, pek çok katı maddeyi aşan bir dayanıklılığa sahiptir. Bu nedenle tarihsiz insan, kukla insandır. Genel olarak kapitalizm, özel olarak da TC devleti, görülmemiş ölçüde bir tarih silme operasyonları ile yaşamaktadır. Bu tarihsizleştirme, ayın zamanda bir “değerlerden arındırma”, aynı anlama gelmek üzere robotlaştırma, yalnız ve korkak hâle getirme, insan olmaktan çıkarma sürecidir.

Öyle ise, tarihe ve özellikle kendi tarihine sahip çıkmak, dünya devrimci hareketinin tarihine sahip çıkmak, devrimciliğin mihenk taşlarından biridir. Devrim için güneşe gömülenler, hangi fraksiyondan olursa olsun, ortak davanın değerleri olarak yaşarlar, yaşatılırlar. Bir hareket, başka ülkelerdeki, başka halklardaki devrim şehitlerini küçümsemeye başladı mı, o hareket tarihten “değersizleşme yönünde” kopmaya başlamış demektir. Bu açıdan kritik tartışmalar yapılmaktadır. Mahir ve Deniz “öldü de ne oldu, onları bugün sadece anma günlerinde anıyoruz” demek, ölümün ne olduğunu bilmemektir. En iyi niyetle böyle el alınabilir. Öte yandan bu, bizim dünya ve değerlerimize bir saldırıdır ki, savunmak istenen şeye hizmet edeceği de çok tartışılır. Ne kadar zor durumda olunursa olsun, şehitlere dönük bu ucuz yaklaşım kabul edilemez. Bazen düşünüyorum da; ölmek mi yaşamaktır, yoksa yaşamak mı ölmektir…

Devrimci kişi, kendinden öncekileri acımasızca eleştirmeli, yanlışları çekinmeksizin ortaya koymalıdır. Ancak devrim için çarpışanlara saygı temeldir.

İnsan yalan söyleyen ile doğruyu söyleyen arasında bir seçim yapar. Bu bir değerdir. İnsan karşısında tutum, hatalar karşısında tutum, emek karşısında tutum, direniş karşısında tutum vb. insanın bedelleri ödenmiş deneylerinden süzülen ve insanı insan yapan değerlerdir.

Hele hele tarihe yaklaşımı, çok belirleyici olsa da kişiler üzerinden yürütmek, diyalektik metot yerine, suçlu ve kahraman arayan, ak-kara mantığına dayanan metodu koymamıza neden olur, ki kesinlikle yanlıştır. Kişiler belli tarihi süreçlerin, simgeleri, çizgilenmiş sesleridir. İnsan toplumunda her adımın tarihsel ve toplumsal boyutu vardır ve bu unutularak ne kişilerin ölümleri, ne yaşamları, ne de eylemleri üzerine konuşulabilir. Böyle yapmak belki bir anlamda kişiyi rahatlatabilir. Mesela Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün suçunu Stalin’e yıkmak, rahatlatıcı, zahmetsiz, ama bir o kadar da ucuzdur. Tarihe ucuz yaklaşım ise, devrimci tarihte, küfür demektir. Kapitalizmin tarihsizleştirme operasyonunun aynısını emek cephesi adına uygulamak kabul edilemez.

Bunun gibi, enternasyonalist dayanışmanın da bir ucu tarih bilincine dayanır. Proletaryanın her ülkedeki eylemi göstermiştir ki, işçi sınıfının davası uluslararası bir davadır ve zafere ulaşması, en başından enternasyonalist ruha sahip olmasına büyük oranda bağlıdır.

Tarih bize göstermiştir ki, her halkın özgürlük eylemi, koşulsuz desteği hak eder. Bunu destekleyip desteklememek sizin ciddiyetinizin göstergesi olur, yoksa haklı olup olmadığınızın değil.

Tüm bu alanlarda her devrimci adım, ister zafer ile, ister yenilgi ile sonuçlanmış olsun, öğrenilecek bir hazine değerindedir. Bunlara ciddi yaklaşmayan bir devrimci, kendi emeğine de ciddi yaklaşmaz. Öğrenmesini bilmeyen öğretemez de.

Devrimci her zaman iyi bir tarih öğrencisi olmalıdır ve bunu eylemleri ile ortaya koymalıdır. Devrimci, değerlerine sıkıca bağlı bir özgürlük savaşçısıdır. Değerleri olmayan bir kişi, devrimci de olamaz. Özgürlüğü savunmak için, özgürlüğün nasıl bir insanî değer olduğunun bilincinde olmak gerekir. Değerlere sahip çıkmak, geniş anlamda dünya devrimci hareketi, ezilen halkların mücadele tarihine sahip çıkmayı, dar anlamda ise kendi tarihinin yarattığı değerlere sahip çıkmayı gerektirir. Boş devrimci olmaz. Değerleri olan, değerlerine sahip çıkan devrimci, gerçek devrimcidir. Tarihe her açıdan eleştirel yaklaşırken, önce ona bir bütün olarak ve değerlerini içselleştirerek sahip çıkmak gerekir. Ters gibi gelebilir ama, eğer kişi bir tarihi sahiplenmiyorsa, onun o tarihe dönük eleştirileri de yüzeysel olur.

Dünya devrimci hareketinin tüm mücadeleleri, bizim tarihimizdir.

Bölgemiz halklarının, içinde TC sınırları içinde olanlar da dahil, mücadeleleri ortak değerimizdir.

Kürdistan devriminin tarihi, devrimci hareketimizin ortak enternasyonal tarihidir. Ve tabii ki, Anadolu solunun tarihi bir bütün olarak bizim tarihimizdir. Tüm bu tarih içinde eleştirdiklerimiz, yanlış bulduklarımız olacaktır. Ama onlar bir tarih sürecinin ortak noktalarıdır ve bu nedenle, onları ayıklamak geleceğe yürümek için önemlidir.

Gelecek, değersizleştirilmeye karşı yürüttüğümüz mücadelenin yaygınlığı ve köklülüğü oranında bizim olacaktır.

Devrimci mücadele, bugünden yeni insanın yaratılması, bunun en azından nüvelerinin yaratılmasının bugünden başarılması mücadelesidir de. Bunun için tarih bilinci ve tarihe karşı yaklaşım, emeğe karşı yaklaşım ve yaşama karşı yaklaşım devrimciliğin mihenk taşlarındandır. Tüm bunlar insana karşı yaklaşımın altını dolduran noktalardır. o

 

Tiyatronun Eski(meyen) Öğretenleri

Zaman sonsuza dek doymayacak kadar açgözlüdür; durmadan yer, yutar ve tüketirken; zaman bizim umutlarımızı gerçekleştirmekle meşgul olmaz; işini yapar…

Ancak ona karşı direnen, onun teslim alamadığı eski(meyen)ler de vardır ki, onlara “ölümsüz” ya da “klasik” deriz.

Ernest Renan’ın, “Ölümsüzlük, zamanı ebedi (kalıcı) bir eser üzerinde çalışarak geçirmektir,” diye tarif ettiği klasikler, tarihsel hafızada/ imgelemimize unutulmaz bir biçimde yerleşip, belleğimizin kıvrımlarında bireysel/ ortaklaşa bilincinde yaşayarak, kalıcı etkiler yaratan/ bırakandır.

Biz keşif duygusuyla tanıştırıp, öğreten onlar hepimize “Exemplis discimus/ Örnek öğreticidir” ve “Docendo discitur/ Öğreten öğrenir” gerçeğin anımsatır(lar); tiyatroda Anton Çehov, Bertolt Brecht, Muhsin Ertuğrul, Dikmen Gürün, Beklan Algan ve Erkan Yücel gibi…

* * * * *

“İnsan inandıklarıdır”…

“Aşılmasına imkân olmayan hiçbir duvar yoktur”…

“Hayata karşı ilk küskünlüğümüz; yanınızda sandığınız kişileri, karşınızda görmenizle başlar”…

“Birileri arkanızdan konuşuyorsa, onlardan öndesiniz demektir”…

“Sen sevdiğin için sakın utanma, bil ki utanması gereken; sevildiğini bildiği hâlde sevmesini bilmeyendir aslında”…

“Başkalarının günahlarıyla aziz olamazsınız”…

“Doğru zamanda gelen yanlış insana tanıdığın şansı, yanlış zamanda gelen doğru insana tanımadığın sürece üzülen hep sen olursun”…

“Eğer bir hastalığa bir sürü tedavi öneriliyorsa, o hastalığın tedavisi yok demektir,” diyen Antov Pavloviç Çehov (1860-1904) hakkında yeni ne söylenilebilir ki?

“Neredeyse bir asrı geçen zamandır okunan, sevilen, hakkında araştırmalar yapılan, herkesin bir şekilde adını duyduğu bir yazar o. Fakat şöhretinin altında ezilmemiş, bir tohum değeri taşıyan sembolik yazar kimliğiyle her kuşağın sevgilisi olmayı sürdürüyor. Bir tür yazıyla gelen mutluluk ikisiri. Ne Rus ne de belki de dünyanın gelmiş geçmiş en acıklı yazarı olmasının da bir önemi yok. İnsanı tam da en ironik yanından çekip çıkaran zekâsıyla Çehov aslında tam da bir insanlık yazarıdır. Bıkmadan usanmadan, döne dolana ısrarla anlattığı tipler en doğal hâlleriyle herkese dokunacak bir yolu mutlaka bulurlar. Abartılmamış bir yazardır Çehov.”[2]

Rus hikâye ve oyun yazarları arasında önemli bir yeri bulunan Çehov’un edebi kişiliği 1880’li yılların başında şekillenmeye başladı. Devrim öncesi Rusya’sının sınıfsal katmanlarını keskin bir gözle gözlemlemesini bilen Çehov, “Vişne Bahçesi”nde soyluluğun kaçınılmaz çöküşünü, burjuvazinin iktidarı ele geçirmesini, bununla birlikte anlam dolu başka yaşama kavuşma çabasını anlatmıştı.

Aralarında ‘Ayı’, ‘Teklif’, ‘İvanov’, ‘Martı’, ‘Vanya Dayı’, ‘Üç Kızkardeş’, ‘Vişne Bahçesi’ gibi unutulmazların yer aldığı “Çehov’un oyunları, her şeyin olup bittiği yerde başlar, kişilerin eşiği geçemediği yerde biter. Son durakta kendini açığa vuran, “Yaşamak, uzaklara gitmek, çalışmak çalışmak…” isteği asla bir kanala akamaz. Geçmiş günlere duyulan özlemin ardında kaybedilmiş zamana tanık oluruz.”[3]

* * * * *

Marksizm-Leninizm etkilenimiyle oluşturduğu ve seslendiği seyirci kitlesini de emekçi sınıf olarak belirleyen kuramı ve pratiği yani “Epik Tiyatro”suyla Bertolt Brecht’in asıl amacı; tiyatronun, toplumun elitlerine hitap etmekten kurtarılıp, sıradan insan(lar)ın, halkın sorunlarını mesele ediyor olabileceğini göstermektir.

Marksizmin felsefi, siyasal ve ekonomik tahlillerini tiyatro sahnesine yansıtan Brecht’in epik tiyatrosu, kapitalizm ve sınıflı toplum eleştirisi yapar; oyunlar bir devrimin gerekliliğini çoğu kez doğrudan işaret etmese dahi, varolan sistemin olumsuzlanması yoluyla, seyircisini başka alternatifler üzerine düşünmeye çağırır; ‘Adam Adamdır’, ‘Cesaret Ana ve Çocukları’, ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’, ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’, ‘Önlem’, ‘Puntila Ağa ve Uşağı Matti’, ‘Galilei’nin Yaşamı’, ‘Schweyk’, ‘Dilenci veya Ölü Köpek’, ‘Lukullus’un Sorgulanması’, ‘Ova’, ‘Şeytan Kovma’, ‘Karanlıkta Işık’, ‘Gecede Trampet Sesleri’, ‘Üç Kuruşluk Opera’, ‘Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü’ yapıtlarında yaptığı gibi…

Kolay mı “Gerçekten de karanlık bir dönemde yaşıyorum!/ İyimser sözlerin aptallık: kırışıksız bir alnın/ Duyarsızlık belirtisi olduğu,” derdi ‘Bizden Sonra Doğanlara’ da…

“Berbat bir zamanda yaşıyoruz/ Özgürlük ve güç peşinde koşuyoruz/ Her parça, ne kadar küçük olursa olsun/ Özgür ve kendisi ve özel olmak istiyor./ Bilgi ve akıl zafer kazanmıyor her yerde/ Bilakis kol ve güç ve beden muzaffer/ Şiirin ve mizahın durumu/ Her zamankinden kötü/ İnsanlar gülmek istiyor gerçi hep/ Ama zahmete girmiyorlar hiç mi hiç/ İstiyorlar ki her şey getirilsin önlerine/ Hatta ağızlarına konsun mümkünse,” diye eklerdi ‘Zamanımız Hakkında Dizeler’inde eleştirelliğiyle…

Nihayet “Tankınız ne güçlü generalim,/ Siler süpürür bir ormanı,/ Yüz insanı ezer geçer./ Ama bir kusurcuğu var;/ İster bir sürücü// “İnsan dediğin nice işler görür, generalim,/ Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin./ Ama bir kusurcuğu var;/ Bilir düşünmesini de,” diye uyarırdı insanlara ve geleceğe inancıyla Brecht…

* * * * *

Ve “Yarın kıyamet kopacağını bilsem yine tiyatro açardım,” diyen Muhsin Ertuğrul…

O, tiyatronun, sinemanın coğrafyamızdaki en önemli isimlerindendi. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın, Devlet Tiyatrosu’nun, Konservatuvar’ın kurulmasında öncü olmuş, ilk sesli filmi çekmiş, Türk filmlerinde ilk defa “Müslüman” kadınları oynatmış, ilk çocuk tiyatrosunu kurmuştu: Sanat yaşamındaki ilkler ve yenilikleri aynı zamanda Türkiye’nin ilkleri ve yenilikleriydi de…

Efdal Sevinçli’nin, “Bir militan olarak her yerde her şeyi tek başına yapmıştır. Kendi kendini yetiştirdi. Bir havari kimliğiyle çevresinde topladığı gençlere ilham oldu,” diye betimlediği Ertuğrul 1892’de İstanbul’da doğdu.

Çocukluk yıllarında tiyatro ile ilgilenmeye başlamış. 13 yaşındayken sahneye çıkmış. Tiyatrocu olmasına karşı çıkılınca ailesinden ayrılmış ve bir daha onlarla görüşmemiş. Beş parasız, yoksul günler geçirmesine rağmen tiyatrodan caymamış. 1911’de tiyatroyu yerinde öğrenmek için Paris’e gidince sanat anlayışı oluşmaya başlamış. 1912’de İstanbul’a döndüğünde Paris’te görüp öğrendiklerini sahnede uygulamaya başlamış. Çocukluk arkadaşı Galip Arcan’la kendi tiyatrosunu kurup Türkiye’de ilk kez Hamlet’i sahnelemişti.

Ertuğrul, ezberi, dramaturjiyi, yönetmenliği, sahne düzenini, makyajı yani tiyatronun temel gereklerini uygulamaya sokarak geleneksel anlayışı kırıyor. Darülbedayi’nin (Şehir Tiyatroları) kurulması ve orada hangi tiyatro anlayışı ile oyunlar sahneleneceği tartışmalarında Ertuğrul en önemli taraflardan biri oluyor. Birinci Dünya Savaşı’nın da etkisi ile Darülbedayi’nin bir tiyatro okulundan sıradan bir tiyatroya dönüşmesi üzerine 1916’a Berlin’e gidiyor.

Ertuğrul her yurtdışı çıkışını tiyatro bilgisini artırmak için fırsat olarak kullanıyor. Berlin gezisi onu sinema sanatıyla tanıştırıyor, filmlerde rol alıyor. Yurda dönüşünde tekrar Darülbedayi’de görev alacak, Berlin deneyimini tiyatro sahnesine aktaracaktır. 1917’de sahneye koyduğu Halit Fahir Ozansoy’un Baykuş’unda canlandırdığı ihtiyar köylü ile yıldızı parlıyor ama onun gönlü hep Avrupa’da. 1917’de askerlik görevini yaparken izin alıp tekrar Berlin’e gidiyor. Filmlerde rol alıyor. Darülbedayi bu seyahate karşıdır ve izin almadan gittiği gerekçesi ile kurumla ilişkisi kesilir.

1918’de İstanbul’a dönünce Berlin deneyimini sahneye aktarmak için kendi tiyatrosunu kuruyor Muhsi Ertuğrul. Darülbedayi’ye çağrılıyor ama onun çağdaş tiyatro anlayışı kurumun anlayışı ile bağdaşmıyor. Ertuğrul’un Darülbedayi ile gitgellerle dolu bir ilişkisi var. Darülbedayi onsuz da yapamıyor onunla da…

Afife Jale’nin ve onu izleyerek birçok Müslüman/Türk kadınının sahneye çıkışındaki Darülbedayi’nin ve geleneksel tiyatrocuların yaklaşımı bu çelişkiyi örneklemek açısından önemli.

1920’lerde Ertuğrul tiyatronun bitmeyen tartışmalarından kopup Türkiye’de çok yeni olan bir sanat dalına sinemaya yöneliyor. Berlin’de filmlerde rol almış, yapımcılık yapmıştır. Berlin deneyimi ile ilk Türk filmlerini çekiyor. 1923’te Halide Edip’in ‘Ateşten Gömlek’ini sinemaya uyarlıyor. Kurtuluş Savaşı henüz kazanılmışken bağımsızlık mücadelesinin ilk filmini çekmiş oluyor.

Kurtuluş Savaşı yaşanırken Ertuğrul İstanbul’dadır. Çektiği filmlerden bağımsızlık mücadelesine sempati duyup, destekliyor. 1925’te Moskova’ya gidişinde komünizmle tanışıyor. O zamanlarda her isteyenin Sovyetler Birliği’ne gitmesi mümkün değilken, Ertuğrul gibi sanat çevreleriyle sıkı ilişkiler kurabilmesi için de siyasi açıdan kabul edilmiş olması kaçınılmazdı.

Eklemeden geçmeyelim: “1925-1927 yılları arasında Sovyet Tiyatrosu’nu yöneten dünyaca ünlü sanat adamlarının uygulama çalışmalarını görmek amacıyla Moskova’ya gelen Ertuğrul Muhsin’in, en iyi koşullarda ağırlanması, özlediklerini elde etmesi için Nâzım büyük çaba harcamış, onu Lunaçarski ile tanıştırmış, filmler çekmesini sağlamış, çok değer verdiği bu sanat adamını hiç yalnız bırakmamıştı.”

Ayrıca 1930’larda komünistlik suçlamasıyla aranırken Nâzım Hikmet’e ‘Kafatası’nı yazdırıp, 1932’de, Nâzım’ın deyimiyle “antikomünist terör havası içinde” Darülbedayi’de sahneye koyuyor ve oyun beş kez sahnelendikten sonra komünist propagandası yaptığı gerekçesiyle kaldırılıyordu.[4]

Unutulmasın O; “Muhterem münevver arkadaşlar, aziz yarım münevverler, cahil olup da münevver gibi görünmek isteyenler, sevgisiz snoplar, züppeler, iyiler ve fenalar, büyükler ve küçükler, gençler ve ihtiyarlar, kadınlar ve erkekler, hanımlar ve beyler… Bütün millete lâyık muazzam bir tiyatro kurmak için hep elele verelim, hiç olmazsa bir defa olsun hepimiz bir kültür hareketinin etrafında omuz omuza, göğüs göğüse, elele birleşelim, itiraz yok, İstemek var ve istemek yapmanın başlangıcı, başlamak başarmanın yarısıdır,” derdi ve bu çığlık 1932 yılında yükseltmişken; bugün hâlâ geçerlidir!

Yine “Tiyatronun sahnesi sabun gibidir. Sabun nasıl kir tutmazsa, sahneye de öylece ahlâksızlık kondurulmaz,” dediğinde de 1940’lı yıllardı…

1972’deki bir röportajında da, “Her deniz teknesinin olduğu gibi, herkesin de bir pusulası vardır. Bu pusulanın ibreleri çeşitli yönleri gösterir. Kiminde banka hesabını, kiminde çıkar sağlamayı, kiminde koltuk hırsını, kiminde ün salmayı… Benim pusulamın ibresi hep tiyatro sevgisini gösterir,”[5] derdi…

Ne diyebiliriz bunlardan sonra Onun hakkında?

* * * * *

Sonra, “Ancak bir ‘sanat düşünürü’ diye nitelendirilebilirdi. Anlatılabilirdi. Yalnızca tiyatroyla sınırlandırılmaksızın. Hele oyunculuk ile örtüşüp örtüşmediğine hiç bakılmaksızın. Çünkü o, tiyatroyu her zaman sanatın bütünlüğü içerisinde kavradı ve o bütün içerisinde yeri doğru saptanmamış bir tiyatro kavramıyla hiç işi olmadı,”[6] diye anılan Beklan Algan…

* * * * *

Ve Ayşegül Yüksel’in, “Küçük Dev Adam” sıfatına layık gördüğü; hepimiz, herkes için çok önemli Erkan Yücel…

Kendini, hayatını, mücadelesini şöyle anlatırdı: “1944 Ankara doğumluyum. 18 yaşıma kadar Ankara’nın Hacıdoğan mahallesinde oturdum. Hayat şartlarımız vasatın altındaydı. Atatürk Lisesi’nde okudum. Lise döneminde gelişen tiyatro hevesi nedeniyle tahsilimi yarıda bırakarak tiyatrocu oldum.

Nerden geliyor bilmiyorum, daha küçük yaştayken sinema ve tiyatronun hastasıydım. On yaşlarımda falan mahallede çocuklara kukla ve tiyatro gösterileri yapardım. O zamanlar hiçbir düğünü kaçırmazdım. Geline atılan birer kuruşları toplayıp sinema parasını denkleştirirdim. Elli tane bir kuruşu gişecinin önüne koyduğumda, hep gülerdi bana gişeci. Gençlik Parkı, açık hava tiyatrosundaki oyunları hiç kaçırmazdım. Muammer Karaca, Naşit, Muzaffer Hepgüler, Toto Karaca’nın oyunlarını hiç kaçırmaz, her birini defalarca izlerdim. Bir kez gazetecilere tiyatronun serbest olduğunu duymuştum, gündüz satamadığım iade gazeteleri koltuğumun altına sıkıştırıp Küçük Tiyatro’ya gittim. Bilet sordukları zaman çok şaşırdım ve ‘gazeteciyim’ dedim. Güldüler ve durumu anladıktan sonra, balkonun arkasından oyunu seyrettirdiler. Okulda düzenlenen bir monolog yarışmasında Zeki Müren ve Sıkışan Kekeme taklitleri ile birincilik alınca iyice güvenmeye başladım kendime. Boş derslerde hep taklitler falan yapar, sınıfı eğlendirirdim. Sonra okulda tiyatro kolu kurduk.

‘Cimri’, ‘Vatan Yahut Silistre’, ‘Pusuda’ adlı oyunları sahneledik. Müdürümüz bana ‘seni konservatuara verelim’ dedi. İki kez konservatuar sınavına girdim, kazanamadım. 27 Mayıs sonrası Refik Koraltan’ın evi Halkevi olarak kullanılıyordu. O evin salonunu da tiyatro sahnesi yaptık. Burada iki yıl boyunca çok kapsamlı bir kurs düzenlendi, birçok oyunlar oynadık. Tiyatro Sevenler Gençlik Cemiyeti’ne üye oldum, oynadım.

Sonra Meydan Sahnesi’nde profesyonel oldum. Artık ekmeğimi tiyatrodan kazanıyordum. Asaf Çiğiltepe beni AST’a (Ankara Sanat Tiyatrosu) aldı ve önemli roller verdi. Oynadığım oyunlar ve bu yeni çevre dünya görüşümü belirlememe de yol açtı. Özellikle Anadolu turneleri nasıl bir sanat yapılması gerektiğini kavrattı bana. O zamandan bu yana toplumcu bir çizgi izliyorum…”

Bu hikâyedeki Erkan Yücel’in 1959 yılında Halkevlerinde başlayan tiyatro yaşamı, Deneme Sahnesi ve Meydan Sahnesi’nin ardından 1964-1971 arasında AST’da sürdü. AST’da reji asistanlığı, grup yöneticiliği gibi görevler de üstlendi. 12 Mart döneminde birçok sanatçı gibi Yücel de tutuklandı ve uzun bir hapislik dönemi yaşadı. O sırada AST’da hem yönetim anlayışı hem de ideolojik açıdan sorunlar ve ayrışma yaşanıyordu. Yücel AST’dan ayrılarak 15 Temmuz 1975’te Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’nu kurdu. Adı daha sonra Ankara Halk Tiyatrosu olacak topluluğuyla Anadolu’nun birçok şehrini, kasabasını, köyünü kapsayan uzun turnelerde onlarca oyun sergiledi.

AST’dan ayrıldıktan sonra kurduğu Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’nda (DAST) Vatandaş Hamdi, Halkın Gücü, Deprem ve Zulüm, Toprak, Güneyden Mektuplar oyunlarını sahneledi ve rol aldı. Daha sonra Ankara Halk Tiyatrosu’nu (AHT) kurarak sanat yaşamına burada sanat yönetmeni, yazar ve oyuncu olarak devam etti.

Erkan Yücel, tiyatro çalışmalarının yanı sıra sinemada ‘Endişe’, ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’, ‘Hakkâri’de Bir Mevsim’ filmlerinde, televizyonda da ‘Yorgun Savaşçı’, ‘Çekiç ve Titreşim’, filmlerinde rol aldı.

Yücel tiyatro ve sinemadaki çalışmaları ile pek çok ödül aldı: ‘Nafile Dünya’, ‘Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti’, ‘Linç’, ‘Sarı Pınar 1914’ ve ‘72. Koğuş’taki oyunları ile övgüye değer erkek oyuncu seçilen Erkan Yücel, ‘Tiyatro 72 Dergisi’ tarafından da yılın en iyi erkek oyuncusu ödülüne layık görüldü.

1974’te ‘Endişe’ filmindeki oyunuyla 1975 Antalya Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Altın Portakal Ödülü’nü kazandı. Aynı filmle 1977’de İtalya’da San Remo Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu seçildi. ‘Müfettişler Müfettişi’, ‘Düş ve Gerçek’ adlı oyunlardaki başarısı ile 1981’de Sanat Sevenler Derneği tarafından yılın sanatçısı seçildi…

Ardında müthiş bir kalıt bırakan Onun hakkında Şükran Yücel, “Bugün Erkan yaşasaydı, açlıktan ölse reklamlara çıkmazdı. Sanatsal çizgisinden ödün vermez, para kazanmak için inanmadığı projelerde yer almaz, düzeysiz filmlerde oynamazdı… Bugün Erkan yaşasaydı, Roboskî katliamını duyduğunda Roboskî’ye; Gezi olaylarını öğrendiğinde Gezi Parkı’na koşardı. Coşkuyla eyleme katılır, hemen doğaçlama bir oyun sergilerdi,”[7] derken oğlu Fırat Yücel de ekliyordu:

“Genelde bir mitten, efsaneden bahsettiğimizde, değişmez olduğunu varsayarız. Benim gözümdeki Yücel ise sürekli değişiyor. Bazen, postmodern görecelik öğretileriyle büyüyen benim ve arkadaşlarımın hiç taşıyamayacağını düşündüğüm bir kararlılığın, davaya bağlılığın figürü oluyor. Bizim yaşadığımız kafa karışıklığının (her şey muğlak ya, ne siyah ne beyaz, ikircikli) tam karşısında duruyor. Şu an çok gerekli gördüğüm, kendimde hep eksikliğini çektiğin net bir angaje olma/örgütlülük hâlini temsil ediyor. ‘Bağzı şeyler’ demek yerine, şu şu şu diyen, şu’ları teker teker sayabilen bir ses. Bazense, tıpkı Nasreddin Hoca fıkralarında olduğu gibi, kafa karışıklığı hâlinden bile müthiş bir memleket eleştirisi çıkarabilen bir sesi temsil ediyor. Hem kırılganlığını hissettiren hem de alaycı olabilen bir ses bu. Devrimci imajından çok daha farklı gibi görünse de eşit derecede devrimci bir ses…”[8]

Nihayet “Tiyatro Che’sinin oğlu olmak” vurgusuyla diğer oğlu Doğu Yücel de, “Hem sanatıyla, hem de politik duruşuyla saygınlık uyandıran, halkın pür dikkat kulak verdiği, her açıdan tutarlıydı,” diyordu babası için…

* * * * *

Bir de M. Sadık Aslankara’nın, “Eleştirinin ‘cefa’lı, ama ‘vefa’sız bir iş olduğu söylenir. Oysa eleştiri, sanatta var olma bilinci, kendini gerçekleştirme ülküsü taşıyan aday ya da sanatçı bu yola gönül koymuş kişinin ilkin kendisi için sağlam bir dayanak sayılmalıdır.

O, doktorasını bile tiyatro eleştirisi alanına özgüleyerek gerçekleştirmiş, ‘erbabı kalem’ olmanın ötesinde, eylemli bir aydın aynı zamanda. Bugüne dek yüzlerce yazısı içinden bir araya getirdikleriyle ortaya koyduğu seçkisi ‘Tiyatro Yazıları’[9] bunu ele vermeye yeter.

O, tiyatro sanatını ahlâksallıkla taçlandırır,” dediği Dikmen Gürün…

* * * * *

Onlar için diyeceklerim Dostoyevski’nin, “Başkaları için kendinizi unutursanız, o zaman sizi daima hatırlayacaklardır,” sözleriyle noktalıyorum…

 

25 Haziran 2015 19:59:34, Ankara.

 

N O T L A R

[1] “Kendin için yaşamak istersen, başkaları için yaşamalısın.”

[2] Ömer Erdem, “Abartılmamış Bir Yazar: Çehov”, Radikal Kitap, Yıl:10, No:547, 9 Eylül 2011, s.19.

[3] Ülkü Ayvaz, “Çehov Kimleri Yazdı?”, Cumhuriyet, 26 Mart 2012, s.2.

[4] Ayşegül Çelik, Ölmeyi Bilen Adam, Can Yay., 2013, s. 77 ve 111.

[5] Zeynep Oral, “İyi ki Doğdunuz Muhsin Ertuğrul!”, Cumhuriyet, 6 Mart 2015, s.17.

[6] Ahmet Cemal, “Bir Sanat Düşünürü: Beklan Algan”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2011, s.17.

[7] Şükran Yücel, “Umudu Korur, Ödün Vermezdi”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2013, s.15.

[8] Fırat Yücel, “Devrimci, Kırılgan ve Alaycı”, Cumhuriyet, 9 Eylül 2013, s.15.

[9] Dikmen Gürün, Tiyatro Yazıları, Mitos-Boyut, 2000.

 

Emperyalizme karşı mücadelede üniversiteler

Kaldıraç okuru öğrenciler tarafından düzenlenen etkinliğin İletişim Fakültesi Mahmut Tali Öngören sinema salonunda gerçekleştirilen ilk oturumunda Sıkıyönetim filmi gösterildi. Filmin ardından güncel duruma ilişkin bir değerlendirme konuşması yapıldı. Konuşmada emperyalizme karşı birleşik mücadelenin gerekliliği­ne, öğrencilerin okullarda bu kirli savaşı durdurmak adına yapabileceklerine vurgu yapıldı. Yaklaşık 50 kişilik bir katılıma ulaşan etkinlik, yeni etkinliklerde buluşmak üzere sonlandırıldı.

Salona “Emperyalist Savaşı Durduracak Güç Sensin, Örgütlen!” ve “Biz Bu Yeni Çağın Çocukları, Savaşmak ve Kazanmak İçin Kaldırdık Yumrukları­mızı Başlatmak İçin Özgürce Yaşamı” yazılı pankart­lar asıldı. Etkinlik sırasında salon önünde Kaldıraç dergisi ve kitapların bulunduğu stant açıldı.

ODTÜ’ye destek açıklamaları

İTÜ-DER’den ODTÜ’ye destek

Temelsiz itham ve maksatlı karalamalarla ODTÜ üzerinde baskı kurma, hareket edemez hale getirme çabalarını kınıyoruz. Ulusal ve uluslararası düzeyde başarısını kanıtlamış Orta Doğu Teknik Üniversitesi yönetiminin öğrencilerinin güvenliğini önceleyen, karşıt görüşlü öğrenciler arasında diyalog zeminini yaşatmaya çalışan yaklaşımlarını destekli­yoruz. Ülkemizin ve komşularımızın içinden geçtiği bu zor koşullarda, tüm karar vericiler sorunları daha da büyütmek yerine, karşıt görüşlü taraflar arasında karşılıklı anlayış ve diyalog zemini yaratmaya odak­lanmalıdır.

İTÜ-DER Yönetim Kurulu

Galatasaray Üniversitesi Eğitim-Sen: “ODTÜ, Cizre, Silopi Yalnız Değildir!”

ODTÜ, Cizre ve Silopi’ye yönelik gittikçe artan ve devlet-medya eliyle yürütülen yoğun saldırılara karşı bir açıklama yapan Eğitim-Sen Galatasaray Üniversitesi İşyeri Temsilciliği, “ODTÜ, Cizre, Silo­pi Yalnız Değildir!” dedi.

Açıklamanın tamamı şöyle:

”22 Aralık 2015 tarihinde ODTÜ’de yaşanan olayların, basın tarafından “ODTÜ’de namaz kılan­lara saldırıyorlar” başlıklı haberlere konu olduğu dikkati çekmektedir. Olayın içyüzünün basına yansı­tıldığı halinden farklı şekilde geliştiği görülmüş, bu olayda da konunun toplumda dini inanç üzerinden şekillenen kutuplaşmayı pekiştirmek için çarpıtıldığı anlaşılmıştır.

Bir milletvekilinin “Gerekirse Cizre’ye nasıl giriliyor, Silopi’ye nasıl giriliyor, ODTÜ’ye de giri­lir” açıklaması bu çarpıtmadan daha da kaygı verici­dir. Ne Cizre, ne Silopi, ne de ODTÜ, silah zoruyla girilecek yerler değil, bu ülkenin bir parçasıdır. Cizre ve Silopi’de sivillerin yaşam hakkına, ODTÜ’de ise üniversitenin özerkliğine ve bağımsızlığına saldırıl­maktadır.

Basından öğrendiğimiz kadarıyla YÖK, OD­TÜ’ye üniversite dışı unsurlarla müdahalenin yollarını aramakta, hal-i hazırdaki dini kutuplaşmaya “ODTÜ’de kaymak tabakanın çocukları okuyor” ifadesiyle yapay bir ayrıştırma daha eklenmektedir.

Biz Galatasaray Üniversitesi’nde eğitim hizmeti üreten Eğitim-Sen üyesi çalışanlar olarak ülkenin tamamına ve üniversitelere adım adım yayılan çatış­ma ortamında yaşananları ve siyasi irade tarafından ODTÜ’ye karşı sürdürülen baskıyı kabul edilemez buluyoruz. Geçmişte olduğu gibi bugün de yine ODTÜ ile dayanışma içinde olacağız. Bu vesileyle üniversitelerin öğrencilerin ve akademisyenlerin bilim üretme merkezi olduğunu, bu açıklamayı yap­mak zorunda kalmış olmaktan derin üzüntü duyarak bir kez daha hatırlatma gereği duyuyoruz. Kalıcı barış ve baskılardan kurtulmuş özgür üniversiteler için buradayız.

Ve bir kere daha tekrar ediyoruz:

Odtü yalnız değildir

Cizre yalnız değildir!

Silopi yalnız değildir!

Eğitim-Sen Galatasaray Üniversitesi

İşyeri Temsilciliği

Ferman devletin,

ODTÜ bizimdir!

25.12.2015 tarihinde saat 10.30’da ODTÜ yerleşkesi Rektörlük binası önünde, Eğitim Sen ODTÜ İşyeri Temsilciliği, Orta Doğu Öğretim Elemanları Derneği, ODTÜ Mezunları Derneği ve ODTÜ Öğrencileri tarafından yapılacak basın açıklamasının metnidir.

ODTÜ’de 22 Aralık 2015 tarihinde yaşanan ger­ginlik, kampus sınırlarını aşarak ülke gündeminin üst sıralarına oturdu. Bazı medya kuruluşları tarafından gerçeği yansıtmayan bir biçimde “ODTÜ’de namaz kılan öğrencilere saldırı” başlığıyla duyurulan olay, kısa süre içerisinde ODTÜ öğrencilerini ve yöne­timini hedef gösteren tehlikeli bir karalama ve linç kampanyasına dönüştürüldü. Kimi devlet bürokrat­ları ve hükümet yetkilileri de, yerleşkeye silahlı zor yoluyla girilmesine varan sorumsuz beyanlarıyla bir devlet üniversitesine yönelen bu kara propagandanın bizzat yürütücüsü oldular.

ODTÜ öğrencileri, emekçileri ve mezunları ola­rak, kamuoyunu sağlıklı bir biçimde bilgilendirmek istiyor ve ODTÜ’de yıllardır emek ve özveriyle yaşattığımız çoğulcu, demokratik ve barışçı birarada yaşama kültürünün bu saldırılarla yıpratılmasına izin vermeyeceğimizi duyuruyoruz.

ODTÜ’de şiddet, ırkçılık, cinsiyetçilik ve ayrımcılık içermeyen tüm görüş ve talepler özgürce ifade edilebilmektedir. İnanç ve ibadet özgürlüğü kapsamındaki görüş ve talepler bu açıdan bir istisna değildir.

Son günlerde sosyal medyada Üniversite­mizde bir mescit sorunu olduğu gibi bir kanaat oluşturulmaya çalışılmaktadır. Ancak bu, gerçeği yansıtmamaktadır. ODTÜ’de uzun yıllardır kulla­nılmakta olan yaklaşık 2 bin kişi kapasiteli bir cami ve yerleşkenin yurtlar bölgesi, kütüphane, hazırlık binası, yapı işleri gibi nüfusun yoğun olduğu çeşitli noktalarında mescitler bulunmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda öğrencilerin ve çalışanların talepleri doğ­rultusunda bunlara yenileri eklenmiştir. İbadetlerini yerine getirmek isteyen ODTÜ’lüler bugüne kadar herhangi bir baskıya maruz kalmadan, bu mekânlar­dan sorunsuzca faydalanagelmiştir. Din tacirlerinin provokasyonları nedeniyle, bu pratiğin zarar görme­sine izin verilemez.

Üniversitemizde birkaç gün önce yaşanan gerginliğin temelinde, mevcut ibadet mekânlarının yetersiz kalması ya da iddia edildiği gibi ibadetin engellenmesi değil; gündeme gelen yeni bir mes­cit talebinin, eğitim ve öğretime yönelik ihtiyaçlar dikkate alınarak nasıl çözülebileceğinin değerlen­dirildiği bir aşamada, IŞİDci zihniyetin devreye girerek sorunu çatışmacı bir siyasi zemine taşıyacak provokatif müdahaleler yapması bulunmaktadır. Son yıllarda ilkel şiddet gösterileriyle ülkemizi sarsan ve toplumsal barışı inanç ayrımcılığına dayalı çatışmacı bir anlayışla tehdit eden bu tektipleştirici zihniyet, bir süredir kendisine ODTÜ’yü hedef olarak seçmiş­tir. ODTÜ öğrencilerini IŞİDvari yöntemler kullan­makla -“kafanızı keseceğiz” diyerek- tehdit eden bu zihniyet, kendisini inançların ve ibadetin arkasına gizlemeye çalışmaktadır. Bu provokatörler, sadece muhalif öğrencileri değil, mescidi kullanan ve mescidin cihatçı örgüt­lenmeye paravan olarak kullanılmasına itiraz eden öğrenciler de hedef almıştır. 22 Aralık günü yaşanan gerginlik sırasında, namaz kılmak için mescitte bulu­nan bir araştırma görevlisi, bu kişiler tarafından darp edilmiş ve yaralanmıştır.

Bu zihniyetin üniversitemizde çatışma zemini yaratmaya çalışması kadar, kimi hükümet yetkilile­rinin bu zemini kendi siyasal niyetleri doğrultusunda kullanmak amacıyla sahiplenmeleri de oldukça va­himdir. “Gerekirse Cizre’ye nasıl giriliyor, Silopi’ye nasıl giriliyor, ODTÜ’ye de girilir,” sözlerini sarf eden AKP Ankara milletvekili Aydın Ünal, ODTÜ öğrencilerine yönelebilecek saldırıların sorumlulu­ğunu taşıyacaktır. Bu türden kabul edilemez tutum ve beyanlar, dün Hacettepe ve İstanbul Üniversite­lerinde çok sayıda öğrencinin yaralandığı korkunç saldırıların da önünü açmış, saldırganlara cesaret vermiştir.

Sosyal medya üzerinden manipülasyon yapmayı meslek edinmiş “troller” tarafından # ODTÜRektö­rüGörevdenAlınsın etiketiyle başlatılan kamuoyu oluşturma girişimi, karşı karşıya olduğumuz provo­kasyonun bir diğer niyetini açıkça beyan etmektedir. Üniversiteleri baskı altında tutmaya, sadece iktidarın ve piyasanın ihtiyaçlarını karşılayan kurumlar haline dönüştürmeye çalışanların bu çabalarının rektörlük seçimleri öncesine denk gelmesinin tesadüf olmadı­ğını düşünüyoruz. ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar’ın YÖK’e çağrılmasının ve YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın konuyla ilgili açıklamalarının bu mü­dahale girişiminin bir parçası olduğu kanaatindeyiz. Bu noktada belirtmek isteriz ki, üniversiteyi kimin yöneteceğine üniversite bileşenleri karar vermelidir.

ODTÜ öğrencileri, emekçileri ve mezunları ola­rak bu açıklamayı yaptığımız sırada, üniversitemiz yerleşkesinin A1 kapısında bir başka açıklama daha yapılıyor. Üniversitemizde tek bir üyesi dahi bulun­mayan hükümet yanlısı bir çalışma örgütü, mesnetsiz iddialarla ODTÜ öğrencilerini ve yönetimini hedef gösteriyor. Bu türden girişimlerin ODTÜ öğrenci­leri ve çalışanları ile çoğulcu kültürünü hedef alan saldırılara dönüşmemesi için tüm kişi ve kurumları sorumluluk ve ciddiyet içinde davranmaya davet ediyoruz.

Karşı karşıya kaldığımız bu örgütlü provokas­yona teslim olmayacağız. Üniversitemizde ve coğ­rafyamızda, halkları, inançları ve kimlikleri şiddet yoluyla bastırma ve susturma politikalarına karşı barışın, kardeşliğin ve özgürlüklerin sesini yükselt­meye devam edeceğiz.

Eğitim-Sen ODTÜ İşyeri Temsilciliği

ODTÜ Öğrencileri

Orta Doğu Öğretim Elemanları Derneği

ODTÜ Mezunları Derneği

ODTÜ Kaldıraç Okurları’ndan açıklama

Ferman devletin, ODTÜ bizimdir! Çetelere geçit vermeyeceğiz.

Ortadoğu’yu kana bulayan, halkları katleden, Kürt halkını abluka altına alıp örgütlü bir halkı bitirmeye çalışan devlet bugün de üniversitelere kanlı elini bulaştırıyor. Hacettepe Üniversitesi’n­de direnişin sembollerine, Berkin Elvan resmine, Soma anıtına saldırıyor. Ankara Üniversitesi’ne gece girerek yine anıtlarımıza saldırıyor. ODTÜ’ye ise katliamcı, cihatçı çeteleri yerleştirmeye çalışıyor. Üniversitelere bu denli saldırmalarının nedeni, isya­nıyla bilinen öğrenci gençliğin dinamiğini çalmaya çalışmak istemeleridir.

“Cizre’ye nasıl girildi, Silopi’ye nasıl girildi. ODTÜ’ye de öyle girilir, bu ahlaksızlara bu edep­sizlere bunun hesabı sorulur. .” diyen AKP Ankara Milletvekili açıkça göstermektedir ki Cizre’den nasıl korkuyorlarsa ODTÜ’den de öyle korkuyorlardır. 2012 Aralık ayında ODTÜ’ye nasıl geldiklerini hatırlayalım. 3000 Polisi arkalarına alıp gelmişlerdir, yol sürecinde ise onlarca kamyonu ve polisi alıp bir gece ormana girerek gelmişlerdir. Cizre’ye, Silo­pi’ye de aynı korkaklıkla aynı zayıflıkla girmeye çalışmaktadırlar. Soruyoruz, savaşın tetikçisi devlet, ODTÜ’ye yine böyle mi gelmeye çalışacak?

 

Erdoğan son açıklamasında YÖK’e ferma­nı vermiştir.’ Gerekeni yapın, takipçisi olacağız ‘ demiştir. Ferman yine ODTÜ için verildi. IŞİD’in en büyük destekçileri ODTÜ’nün tarihine saldıra­rak, IŞİD’i, El Nusra’yı, çetelerini üniversitemizde örgütlemeye çalışarak yine tarihimize saldırmaktadır. ODTÜ Ayakta’nın, Sinan Cemgil’in, rantın yoluna direnenlerin, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı direnen ODTÜ’nün intikamını almaya çalışmaktadır. Rektörü sosyal medya üzerinden sıkıştırarak, yakla­şan seçimlerde İstanbul Üniversitesi’nde yaptıkları gibi ODTÜ’ye istedikleri rektörü atamanın yollarını döşemektedirler. ODTÜ’ye yapılan bu saldırı dev­letin çetelerinin örgütlü bir operasyonudur. Devletin bizzat bakanıyla, cumhurbaşkanıyla, YÖK’üyle, medyasıyla örgütlediği bir süreçtir.

Biz öğrenciler söylüyoruz, onlar savaşı öğre­niyorsa bizde Cizre’den direnişi öğreniyoruz. Nasıl direndiyse çocuklar, nasıl terk etmedilerse öğret­menler şehri, bizde tarihimize saldıranlara karşı öyle direneceğiz.

ODTÜ emekçisine, topluluklarına, sendika­larına, mezunlarına, tüm öğrencilere sesleniyoruz. Üniversitemize getirilmeye çalışılan cihatçı çeteler devletin savaştaki tetikçiliğinin bir sonucudur. İbadet özgürlüğü adı altında propaganda yaparak ‘,namaz kılamadık’ iddialarını ortaya atarak, bizlere mescit içinde IŞİD örgütlenmesinin yapıldığını unutturmaya çalışıyor. Geçen yıl mescit içinde örgütlenme yapan bir öğrenci daha sonra IŞİD’e katılmıştır. Meselenin asıl kısmı unutturularak sosyal medyada bir algı ope­rasyonu yapılmaktadır. Ancak yine hatırlayalım ki ODTÜ’de yaşananlar Ankara Tren Garında yaşanan katliamdan bağımsız değildir. Bu savaş bize giderek daha da yaklaşmaktadır. Örgütlenmek hepimiz için ihtiyaçtır. Yaşam için, insanlık için ihtiyaçtır. Saldı­rılar karşısında ODTÜ’nün tüm eylemlerini birlikte örgütlemeye çağırıyoruz.

KALDIRAÇ ODTÜ

ODTÜ öğrencilerinden

açıklama

Kütüphane mescidi önünde yaşananlara dair: Yine mağduriyet yine aynı senaryo

Bugün ODTÜ’de yaşananlar, son zamanlarda coğrafyamızda ve ülkemiz üniversitelerinde ya­şananlardan bağımsız düşünülemez. Bugün üni­versiteler aynı tarzda örgütlenmeler ve oluşumlar ile gericilikle kuşatılmaya, AKP fiilen kendini var edemediği üniversitelerde bu tarz provokatif senar­yolarla üniversiteler kuşatmaya baskı altına almaya çalışılmaktadır.

Özellikle geçtiğimiz iki senedir kendilerini gün­dem etmeye ve dayatmaya çalışan islamcı grupların ODTÜ’deki varlığı, okul kamuoyuyla girdikleri tartışmalarda takındıkları tavırla birlikte herke­sin malumudur. Bugün yaşananlarla ilgili yapılan dezenformasyona ilişkin ise bilgilendirme gereği hissetmekteyiz.

Kim olduğu belli olmayan 70 kişinin imzası ba­hane edilerek Hazırlık binalarının yanına, hâlihazırda var olan 16 taneyi hiç göz önüne getirmeksizin, yeni mescit yaptırmaya çalıştıktan sonra, 400’den fazla hazırlık öğrencisinin talebiyle durdurulan inşaatı sindiremeyen bu insanlar, bugün öğlen saatlerinde de mağdur tiyatrosunu sahneye koydular. Birkaç seferdir mağdur görünebilmek için Hazırlıktaki basketbol sahasında namaz kılan provokatörler, yanlarına gidilip de mescidin hemen 10 metre ötede olduğu konusunda uyarıldıklarında tehditler savur­maya başlamış, hemen arkasından kamera kayıtla­rını başlatarak niyetlerinin provokasyon olduğunu ortaya koymuşlardır. Daha öncesinde yaşanan tehdit olaylarının sorumlusu olarak aralarından ayrılanları öne sürmüş, alakaları bulunmadığını söylemiş olsalar da, aralarında IŞİD sempatizanı olduğu herkes tarafından bilinen, selefi mezhebine mensup bireyleri dışlamayı kesinlikle reddetmişlerdir. Bugün bardağı taşıran damla olarak bir arkadaşımızın tehdit edilme­si üzerine, aralarındaki IŞİD sempatizanlarının okula bildirilmesi, teslim edilmesi talebiyle gittiğimizde; kameralar varken yere yatan, yokken tekbir getiren arkadaşlar, hâlâ mağduru oynamaya çalışmaktadırlar.

Yani Bugün ODTÜ’de yaşananlar yansıtıldığı gibi namaz kılan, mescidi kullanan Müslümanlara bir saldırı değildir. Kimsenin inancıyla, mezhebiyle, ibadetiyle bir ‘ilgili bir’ sıkıntı veya tartışma yoktur. AKP’nin mezhepçi politikalarını ODTÜ’de ve diğer tüm üniversitelerde gerçekleştirmeye çalışan bir grup provokatörün engellenmesidir. ODTÜ’de tehdit edilen öğrencilerin, kendini savunmasıdır!

1980 sonrası Anadolu’da toplumsal mücadele tarihi söyleşisi

Söyleşide, 1980- 2003 yılları arası Anadolu’daki hapishane direnişleri, açlık grevleri, işçi eylemleri, Zonguldak madenci yürüyüşü, öğrenci hareketleri gibi toplumsal mücadeleni öne çıkan dinamikleri tartışıldı. İkinci bölümü ise 7 Ocak’ta gerçekleştirilecek.

Sarıgazi’de Maraş anması

Yürüyüş boyunca “Maraş’ı Unutma Unuttur­ma”, “Kurtuluş Yok Tek Başına; Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz”, “Devletin Alevisi Olmayacağız”, “Katil Devlet Hesap Verecek”, “Gün Gelecek Devran Dönecek, Katiller Halka Hesap Verecek” sloganları atıldı.

Sarıgazi Cemevi’nin önünde yapılan basın açık­lamasıyla anma sonlandırıldı.

Gönen-Manyas Çerkes Sürgünü

Gönen-Manyas Çerkes Sürgünü 1912’den başlayarak halklara dönük izlenen imha, inkâr, sürgün-tehcir politikalarından biridir. Anadolu topraklarında ulusdevlet inşaası sü­recinde tek millet-tek dil adına inkâr edilen halklar­dan birisi olan Çerkesler TC tarihinin ilk iç sürgünü­nü 1922 Aralık ayında yaşamıştır. Bu sürgünde bir yandan Çerkesleri asimile eden, diğer yandan o böl­genin halklarına karşı Çerkesleri kullanan bir politi­ka izlenmesi hedeflenmiştir. Söyleşi ilk olarak Jineps Gazetesi Ankara temsilcisi Ahmet Cevat Benk’in Osmanlı döneminden 1922’ye kadar Çerkeslerin Anadolu’daki durumları hakkında bilgi vermesiyle başlamıştır. Çerkeslerin yaşadaıkları sürgünlerin günümüzdeki sürgünlerden çok farklı olmadığını söyleyen Ahmet Cevat Benk, Yezidi kadınların ve Aylan bebeğin yaşadıklarının zamanında Çerkesler tarafından da yaşandığına vurgu yapmıştır. Osmanlı dönemindeki göçlerden ve Çerkeslerin yaşadıkların­dan kronojik bir sıralamayla bahseden Ahmet Cevat Bek’in ardından Kuban Kural 1922’de yaşananlar ve sonrasında yaşananlar hakkında konuşmuştur. Kuban Kural Gönen-Manyas sürgünün resmi tarih tarafından gözardı edilmiş olduğunu söylerek bu dönemin hikâyesinin el yordamı ile bulunduğunu belirtmiştir. Bu sürgünün net bir sebebi olmadığını, o dönemde Anzavur ve Ethem figürlerinin çatıştığını ve bundan en çok zararı Çerkeslerin gördüğünü, halk olarak özne olamadıkları bir diasporada kendilerine yakın hissettikleri iktidara tutunduklarını, diasporik bir halk olmalarından dolayı iktidar savaşlarında saf tuttuklarını söylemiştir. Yaşadıkları acılardan dolayı Çerkeslerin tutumunun asimilasyonun ilk adımı olan susmak ve sinmek yönünde olduğunu vurgulayarak Çerkeslerin tarihi ve iktidar savaşlarında nerelerde yer aldıkları konusunda bilgilendirmiştir. Tarih yaşa­nan acıların okunması, anlanması ve iyi analiz edil­mesi günümüzde yaşananları anlayabilmek açısından önemlidir. 600 yıllık Osmanlı geleneğinin doldur-bo­şalt politikası, Osmanlı’nın Anadolu ve Balkanlarda her girdiği coğrafyada şiddetli bir imha sonrasında kendine bağlı güçler oluşturması, ardından ise boyun eğmemiş olan halklara dönük sürgün, zorunlu göç politikalarını TC devralmış ve devreye sokmuş­tur. Günümüzde hala TC devletinin imha, inkâr politikaları devam etmektedir. TC, Ortadoğu’da savaş kışkırtıcılığı ve tetikçiliği yürüterek halkları birbirine kırdırıp, katliamlar organize etmektedir. Suriye’de halklar katledilmekte, göçe zorlanmakta­dır. Ezidi kadınlar pazarlarda satılmakta, çocuklar sahile vurmakta, halklar topraklarından, köylerin­den sürgüne zorlanmaktadır. Aynı politikaları Kürt illerinde şiddet, baskı ve katliamlarla kürt halkının özgürlük istemini kırmakta, Batıdaki dayanışmayı, ortak yaşama, ortak mücadeleyi geliştirme iradesine saldırmaktadır. Devlet, şehirleri abluka altına alıp, çatılara keskin nişancılar yerleştirmektedir. Şehirleri, insanları, kültürleri yok etmektedir. Tarihleri katli­am, inkâr ve imha ile dolu bu düzene karşı halkların ortak mücadelesini büyütülmelidir.

AKA-DER Sarıyer Şube’den Maraş ve 19 Aralık katliamı söyleşisi

Temel Demirer konuşmasında; Alevilere dönük olarak yapılan saldırıların Dersim katliamı sürecinin bir devamında, devlet eliyle tezgahlanan Malatya, Maraş, Çorum ve Sivas Katliamları ile sürdüğünü ve diğer süreçlerde olduğu gibi Maraş Katliamı’nın faillerinin de cezasızlıkla ödüllendirildiğine değindi. Demirer; Aleviliğin Kemalizm kıskacında, ‘makul Alevi’ yaratma çabasının ve Aleviliği sadece inanç olarak ele alarak siyasi bağlamından uzaklaştıran, içini boşaltan fikrin kuşatması altında olduğunu vurguladı ve devletin etnik kökenli dayatmalarını sonlandırmadan, bir siyasi hesaplaşma sağlanmadan bu sorunun çözülemeyeceğini, devletin yaptığı tüm açılımların yalan olduğunu, bunun düzende köklü bir değişim meselesi olduğunu ekledi. ‘19 Aralık 2000’de F tipi hapishanelere karşı, devrimci tutsak­ların direnişine karşı, yine katliamla cevap veren devletin, bize öğrettiği tek şey, devletle görüşülerek bir yere varılamayacağıdır.’ diyen Demirer, büyük değişimlerin büyük bedeller ödeyerek oluştuğunu, bugün Kürt halkının, nasıl mücadele edileceğine dair büyük bir örnek olduğunu ve sürecin kazanımla sonuçlanmasının yolunun halkların yüzünü mücade­leye dönmesinden geçtiğini, söyledi.

“Tarihten bugüne Alevilik”

Yazar Temel Demirer ve AKA-DER Halklar Faaliyeti temsilcisi Mehmet Bilber’in katıldığı söyle­şi Maraş katliamını konu alan sinevizyonun ardından Maraş başta olmak üzere yitirdiğimiz tüm canlar için saygı duruşuyla başladı. Saygı duruşunun ardından söyleşi Temel Demirer’in konuşması ile devam etti. Tarihten bugüne kadar gerçekleştirilen katliamların Alevilere uygulanan inkâr, asimilasyon ve katliam­ların bizzat devlet tarafından planlandığı ve devletin kendi Alevisini yaratmak adına hayata geçirdiğine dikkat çeken Temel Demirer ”Biz Alevilerin ya da diğer halkları tanımlayamayız aleviler kendini nasıl tanımlar ifade ederse öyledir” dedi.

Temel Demirer’in ardından AKA-DER Halklar Faaliyeti Temsilcisi adına Mehmet Bilber konuşma­sını yaptı. Bilber Alevilerin yüzyıllardır katledildiği coğrafyada bugün Kürt halkının yaşadığı devlet katliamları, Alevilere dönük yapılan katliamlar­dan farklı olmadığına dikkat çeken Bilber ”Bugün Cizre’de, Sur’da, Silopi’de Kürtlerin yaşadığını en iyi Alevilerin anlaması gerekir. 37 yıl önce ki devlet bugün katletmek için bu şehirlere orduları ve tankları girmekte. Cizre’de sokağa çıkma yasağı yüzünden çocuğunun cesedini buzdolabında saklayan anayı en iyi aleviler anlamalı, Nusaybin’de Sokak ortasında öldürülen kadını en iyi aleviler anlamalı, her gün katliam tehdidiyle yaşayan Kürt halkını, yüz yıllardır bu tehditlerle yaşayan Aleviler anlamalıdır ” dedi. Bilber son olarak, Anadolu’nun tüm halkları ortak mücadele ederse bu katliam düzenine son verebiliriz. Biz ancak örgütlüysek güçlüyüz ve örgütlenmenin ekmek kadar, su kadar ihtiyaç olduğuna vurgu yaptı.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...