Ana Sayfa Blog Sayfa 236

Dilan Kortak ölümsüzdür!

HDP İzmir İl Eş Başkanı Dilek Aykan, Kortak’ın infaz edilmesinden sonra ana akım medyada yapılan haberlere tepki göstererek, “Kortak’ın yalnız olmadı­ğını ve çatışmada öldüğü söylediler. Onların yansıttı­ğı gibi değil. Kortak yalnız bir şekilde katledildi. Onu büyüdüğü mahalle olan Çamlık’tan uğurluyoruz. Mücadelesini yaşatacağız” dedi.

HDP İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü ise Kortak’ın Karabağlar’da HDP çalışması yürüttüğünü dile getirerek, “Siyasi nedenlerden ötürü okuldan çı­karıldı. Siyasal mücadele verdi. Kortak genç kadınlar için bir örnektir. Kortak, çatışma sonucunda değil, infaz edilerek öldürüldü. Bu infaz aydınlatılmadıkça partimiz ve halkımız bu olayın peşini bırakmayacak” diye konuştu.

Kortak’ın babası İbrahim Kortak da, “Dilan Kürt ve Türk halkının şehididir. Başkan Apo’nun ve gerillanın şehididir. Uğurlar olsun. Özgürlük müca­delesi yürüttü ve bu yolda yaşamını yitirdi” ifadesin­de bulundu.

Törenin ardından cenaze Buca mezarlığına götürülerek defnedildi.

5 Aralık 2015

Maraş’tan bugüne katliamlar devam ediyor

Yapılan basın açıklamasında devletin gerçekleştirdiği başka katliamlara da değini­lerek ve bugünde katliamların sürdürüldüğü belirti­lerek bu katliamların unutulmayacağı ve hesabının sorulacağı dile getirildi. Yapılan basın açıklamasının ardından KESK Dönem Sözcüsü ve aynı zamanda Barış Bloku Eş Sözcüsü olan Bahri Akkan ve HDP İzmir Eş Başkanı Cavit Uğur konuşmalar gerçekleş­tirdi. Eylemde ‘’Maraş’ı unutma unutturma’’, ‘’Katil devlet hesap verecek’’ , ‘’ Saray savaş, halklar barış istiyor’’, ‘’ Cizre halkı yalnız değildir’’ sloganları atıldı.

“Bir adım daha gitmem” – Bir halk efsanesi

1 – Colette’in Hikayesi

Colette’in en sevdiği gün Cumartesiydi. Sonbaharın o yağmursuz, serin rüzgarlı, üçüncü cumartesi gününde, en sevdiği günde aniden durdu ve “Bir adım daha gitmem” dedi Colette Azura. Arkasında kaba tavırlarıyla Colette’in ilerlemesini bekleyen adamlar anlayamadılar ne dediğini. Çakılıp kalmıştı olduğu yerde. “Bir adım daha gitmem çünkü insanlığın sınırına geldik”.  O an aklına yedinci sınıfta ilk kez aşık olduğu Cezayirli Çingene çocuk Eugene geldi, bir de elinde otomatik tüfeğiyle yerde yatarken televizyonda gördüğü, alt yazılı açıklamasında “liberres kurde” yazan siyah saçlı o kadın. Gülümsedi. Gözleri yarım saniye kapandı ve on üç yıl öncesini anımsadı.

13 yıl, bir gün önce…

Cezayirli, okula gelişinin daha ikinci haftasında bir perşembe günü kavga etmişti aksanıyla dalga geçen safkan Fransızlarla. Haklılığın bir önemi yoktu, vatansız çocuk vatan sahibi safkanlara bulaşmıştı bir kere. Bir de okul müdürü dövdü herkesin içinde. Çok güzel ağlıyordu Colette’in ilk aşkı. Colette onun çingene olduğunu daha sonra okuduğu kitaplardan öğrendi. Ara sıra mırıldandığı, sözlerinden hiçbir şey anlaşılmayan o şarkılar da çingenelerindi demek.

Ne kadar güzel ağlasa da bu yüzden ağlamamalıydı Eugen. Eve gittiğinde içi içine sığmıyordu, huzursuzdu. Ailesiyle birlikte akşam yemeğini yerken haberlerde gördüğü bir haber için kaldırdı gözlerini masadan. Doğudan ama çok doğudan bir haberdi. Bazı yerleri blurlanmış bir televizyon akışının küçük bir kısmında, yüzüne toprak bulaşmış siyah saçlı kadının yüzündeki güçlü bakışlar ve üzerindeki o yazı: “liberres kurde” zihnine kazındı, Colette’in. Çok etkilenmiş ama ne hissettiğini anlamamıştı. Aklına hemen Eugene geldi. Zaten aklındaydı ama bir kez daha geldi. Uzun uzun baktı kadının yüzüne. Bu, Colette’in on iki yıllık yaşamında ilgiyle izlediği ilk haber olduğu için babası televizyonun sesini biraz daha açtı. Kızını biraz daha arkadaş olmanın bir fırsatı olarak ona en kaba hatlarıyla devletleri, orduları, savaşı, terörü anlatmaya çalıştı ve kızının soracağı soruları beklemeye koyuldu. Colette soru sormadı. Annesi durumun öylesi bir merakla ilgili olmadığını en başından anlamış ve tebessümle izlemişti genç babanın çabasını. Colette hiçbir şey demedi. Teşekkür etti ve yemeğini yedi. Babası da dinlenilmediğini anlamıştı ama kızının büyüdüğünü düşünerek avundu, o da yemeğini yedi. Diğer haberleri izlemedi Colette. O akşam özel duygularını açmamak kaydıyla gidip çingeneyle konuşması gerektiğine karar verdi.

Cuma sabahının ilk dersiydi. İngilizce öğretmenleri fransızca anlatıyordu Eugen’in neden artık bir daha bu okula gel(e)meyeceğini. Öğretmenin bugüne dek anlattığı en tutarsız en saçma şeylerdi. Sonra herkese boş birer kağıt dağıtıp büyüdüklerinde ne olmak istediklerini ingilizce yazmalarını istedi. Colette kağıtları dağıtmaya başlayan öğretmenin az önce Eugen’le ilgili bir şeyler anlatırken durduğu yere doğru bakmaya devam etti ve kirpiklerinde biriken gözyaşlarını tutmaya çalıştı bir süre. Yüreğini acıtan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. İki acı birbiriyle yarışıyordu sanki. Hangisi olduğunu anlamak zorundaydı yoksa baş edemeyecekti. Hangisiydi? Bir insana veda edemeden ayrılmanın verdiği acı mı, yoksa ona onun tarafında olduğunu söyleyemeden onu bir daha göremeyecek olmak mı?  Acaba Colette yapamamış olsa da bir gün birileri çıkar da bunları Eugen’e söyler miydi? Birileri Eugen’e yanında olduğunu, aksanının aslında çok sevimli olduğunu söyleyip, onu hiç kandırmadan bir an da olsa Eugen’in kendisini mutlu hissetmesini sağlar mıydı?  O an  yaşamı boyunca bunu bilmeyi, bundan emin olmayı istediği kadar başka hiçbir şey istemediğini fark etti. Bir de  artık; büyüdüğünde “kurde” olmayı istediğini. Boş kağıda bunu yazmadı, nasıl olsa anlamayacaklardı. Saçlarını siyaha boyadı biraz daha büyüyünce. Biraz daha büyüyünce eski rengine döndü. Hem kendisine  Eugen’le konuşma cesaretini veren siyah saçlı kadına hem ilk aşkı Eugen’e karşı güçlü bir sevgi ve özlem duydu içinde. 12 yaşına kadar yaşadığı en sarsıcı duyguydu bu.

13 yıl, bir gün, yarım saniye sonra…

Colette’in ne dediğini, kasklarında ve tüfeklerinde küçük fenerleri olan, sağ bacak, bel ve göğüs askılarında birer tabanca taşıyan, hepsi birbirine benzeyen teçhizatlılar da anlamadı, onlara komuta eden Renseignements Generaux’un operasyon şeflerinden olan ve o an silahının namlusunu Colette’in ensesinde gezdiren adam da. Şef namluyla vurdu Colette’in başının arkasına. Colette sendeleyip ileri gider gibi oldu ama bir adım daha atmadı. Tekrar etti. “Bir adım daha gitmem, insanlığın sınırına geldik” Devam etti. “Bundan sonrası insanlık değil. Ve söyleyeyim ben kendimi öldürmem, siz öldürün” Daha sonra bu başarısıyla terfi alacak olan RG şefi bastı tetiğe.

Colette Azura… Bir Fransız olarak doğdu. Bir çingene olarak âşık oldu. Bir kürt olarak öldü.

Colette o an öleceğini ve on üç yıl önceki o cuma günü içini acıtan duygunun hangi duygu olduğunu aynı anda anlamıştı.

 

2 – Karışık Hisler

Bu  hikâye ansız ölenlerin ve ölüme  az kalsın ölecek kadar yaklaşanların hikayesidir. Colette o gün ölmeseydi yeniden anlayacaktı ki; o anlarda veda, son bir seda gelir akla. Oysa Colette Fransız Özel Harekât şefinin o iğrenç terfi eylemine kadar bu mu o mu diye merak ettiği acılardan diğerini hep daha fazla yaşamıştı aslında. Eugen’e “yanındayım” diyememenin acısı.

Toplum tarafından onaylanmış bir aşkın varsa onunla manzaralı bir ev hayali kurarsın, toplum tarafından onaylanmamış bir aşkın varsa bir yolculuk hayal edersin gözden uzaklarda. Toplum tarafından onaylanmış bir hayaliniz varsa takdir, tebrik, saygınlık ve para kazanırsınız. Toplum tarafından onaylanmamış bir hayaliniz varsa hayatınız tehlikededir. “Demek ki toplum önemli bi mefhum”a bağlanmayacak bu kısım ama aklımızın bir köşesinde bulunsun.

 

Kim kime ne demeli, ne anlatmalı, neyi nasıl yaşamalı, hangi duyguyu kime yöneltmeli -ki bu sonuncu soru en önemlilerinden- biraz karıştı bu aralar. Sosyal medya paylaşımlarıyla sosyal sorumluluğunu ifa edip yerinde oturanlara ya da gezi de sokağa çıkıp şimdileri toplum tarafından onaylanmış hayallerine dalanlara, direnmekle uyum sağlamak arasındaki gizlenemez gidiş gelişlere ya da gördüğünüz gibi tırnak içinde “yahu hiç bir şey yapmıyorlar”a ve görevini “gereği gibi” ifa edemeyen solculara kızacak ve böylece yükü omuzlardan atacak kadar aciz değiliz elbet. Bir çıkış, bir yarılış lazım bize. Bir şey ki; hemen yarın sabah onunla çözülsün herşey, onu yapalım ve bir daha 25 yaşında hiçbir kadın sabaha karşı bir ev baskınında vurulmasın annesinin gözleri önünde.

İnsan öfkeleniyor tabi böyle bir yarılışın hemen olamadığını görünce, insan öfkeleniyor kendisi bir şeyi hissederken birinin ve hatta yanı başındaki birinin daha az hissetmesine. Ya da insan öfkeleniyor tabi; Brecht’in“doğal karşılanmasın hiç birşey ki normalleşmesin bu zulüm” diyerek ısrarla uyardığı noktada vahşetleriyle her şeyi yapabileceklerini ispat eden egemenlerin karşısında “normal” ölümlere duyulan acının azalmasına. Ya da insan öfkeleniyor tabi doğru bildiğini gerçeğe çevirecek gücünün ya da sokakların hala bizi anlatacak kadar kalabalık olmamasına. Çığlıkların boşlukta kayboluşu hissi insanı yoruyor.

Gezi, Rojava, Kobane, Seçim Zaferleri gibi en özgürlük kokan coşkunlukları da; diyarbakır, suruç, ankara, dilek, lokman, aziz ve yüzlerce yürek dağılışını da aynı iki buçuk yıl içinde yaşayan bir halkın çocukları olarak yorulduk elbette. Ama “ah” demeye hakkımız yok.

 

3 – Kısa bir özetle “Bize Böyle Ne Oldu?”: 

Sosyalizmin sovyetler birliği nezdinde tüm dünyadaki yenilgisinin ardından emperyalistler boş ovada at koşturur gibi yeryüzünü paylaşma yarışına giriştiler. Burada toprak ve çimen bizler oluyoruz. Kafkaslar, balkanlar derken paylaşım sırası Ortadoğu’ya geldi. Ortadoğuysa kaynayan bir kazan. Ortadoğu, demokrasi taşıyıcıların işgalleri ile zulmün zulünü yaşarken Emperyalist işgalciler de ummadıkları yenilgilerle savaşın yeni yeni biçimlerini devreye soktular. Gelinen son noktada çeteleşme yolu ile kendi hukuk sınırlarını da aşarak alçaklığa yepyeni boyutlar kazandırdılar. Ortadoğu’yla ilgili televizyon haberleri ya çok önce yaşanmış ya bu dünyada yaşanmıyormuş gibi bilimkurgu ve belgesel türündeymişcesine izlendi dünyanın geri kalan kısmınca. Sivasın batısındaki Anadolu da dahil. Evet, insan olmak dünyanın neresinde atılırsa atılsın bir tokadın acısını hissedebilmekti belki ama tokadın sesi uzaktan ancak şiirlerle geliyordu… ve maalesef insanlar her gün şiir okumuyor. Bu haberler de “vay arkadaş” seslerinin yükselmesi için ölüm sayısının bir seferde 50 yi 100 ü aşması gerekiyordu. Ama kapitalizm bu durur mu; iki sınıf arasındaki çatışmayı düzen içerinde tutmak göreviyle devlet dahi bir gelişkin örgüt olarak cevap veremedi Burjuvazinin hırsına, kar ve rant ihtiyacına. Akışa uygun olarak; o da değişti, evrildi. Toprak ve çimen 21. yüzyılın bu vahşetine karşılık da verdi elbet. Mısır, Yunanistan, Latin Amerika ve bizim buralarda Gezi, Rojava, Kobane tokat gibi patladı egemenlerin suratında. Bir coğrafyada direnenlerin bir adım sonrasını getirebilecek bir öznelliği yoktu, bir coğrafya da nesnelliğin sınırına gelindi. Bu tokatla da yıkılmayan egemenlerin intikamındaki vahşet ise egemenliklerini kaybetme korkusu ve eksiklerini giderme telaşıyla neredeyse ikiye katlandı. Egemenlerin vahşetinin derecesini ise bir önceki vahşetle bir sonraki vahşet arasında geçen zamanda vahşete verilen tepkiler belirledi.

 

4- Neden ve Nasıl Olmalı?

Mevcut durumda iktidar en azından şimdilik geri adım atma lüksünün olmadığı bir süreçte toprağı ve çimeni yeniden ürün veremeyecek, yeşermeyecek şekilde ezmek zorunluluğundayken bizler de bu ablukayı dağıtma zorunluluğundayız. Aslına bakılırsa -normal demeyeceğiz tabi ki ama- her şey bilimsel olarak yerli yerinde. Yapmamız gereken direnmek. Daha fazla. Nasıl?

Özellikle Gezi’den sonra nasıl? Soma’nın hesabını soramamışken, Gezi’de yitirdiklerimizin katilleri göstermelik cezalarla ortalıkta dolaşırken ya da hiç ceza almamışken, halkı dolandırdıkları gün gibi ortada olan bürokratlar, siyasetçiler ve yamyam akrabaları hala sırıtabilirken, milli güvenliğin gerekleri sıkıyönetimleri koşullayıp yüzlerce binlerce insan evlerinde bombalanırken, egemenler sokaktaki her eylemi hatta eylem potansiyelini ölümlerle cezalandırırken ve iç güvenlik yasası özgürlük diyen herkesin başında kılıç gibi sallanırken, 7 ayda cumhurbaşkanına hakaretten yürütülen soruşturma sayısı yeryüzünde kalan florida pumalarının sayısının 3 katıyken, herhangi biri, her hangi bir eyleme katıldığı gerekçesiyle okulunda, özel ya da kamu işyerlerinde her yöntemle tehdit edilip yaptırımlara uğrarken… Büyük bir direnişin örgütlenmesi fazla mı zor ya da fazla mı imkansız gözüküyor?

Zor olan yapılır, imkânsız biraz zaman alır!

Ya da

Bugün gerçek olan herşey bir süre önce birilerinin hayaliydi.

Ya da

Fıratın Batısı…

Ya da

Doğru devrimci çizgiye sahip bir azınlık artık azınlık değildir.

Peki, yaşama ihtimali “şimdilik” doğululara göre daha fazla olan batılılar… Her insan için yaşadığı şeyler hayatın en önemli şeyleri gibi gelebilir kendisine, tamam bu böyle kalsın diyelim, belki öyledir de, şimdi en azından en önemli ikinci şeyimizi ortaklaştıralım. Dünya.

Nazım’ın şiirleri gibi değil de, Nazım’ın şiir okuması gibi buruk bir dünyamız var.

Unutmayın ki; sokakta günlerce yatan ve yanına varılamayan ölüler, sahile vuran bebekler, akrebin arkasına bağlanan bedenler, evlerine girilip infaz edilen kadınlar, gelirin yüzde sekseni toplumun yüzde yirmisi tarafından paylaşılırken altı milyondan fazla aç gezen işsiz, yoksulluk sınırının dörtte biri kadar asgari ücret ve hemen herkesin yoksul olması gibi insanlığa yaraşmayan envayi çeşit durumla karşı karşıyayız. Ve sanmayın ki; bir tek sizi rahatsız ediyor bunlar.

Unutmayın ki; bu topraklar çok kısa süre önce üç beş ağaçla başlayıp hayata dair her zırvaya karşı büyüyen ve 7 milyon insanın katıldığı bir isyana çok yakın zaman önce tanıklık etti. Bu dünya; Kobane’de Işid’e karşı savaşta hayatını kaybeden bir Kanadalının kendi memleketinde bir kahraman olarak karşılanmasına tanıklık etti. “Ama bunlar bitti artık, geride kaldı.” diyenin niyetini sorgularım. Hayallerinizin hala size ait hayaller olarak kalmasını istiyorsanız sırf bir parça huzur adına onları sistemle uyumlu hale getirmeye çalışmayın. Ahmet bize giderken “büyük adam olamadık ama hayallerimizi de satmadık.” demişti. Neden yapmadık? Çünkü onların “büyük adam”ı olduğunuzda artık siz, siz olmazsınız.

Mesele bir şeye öfkelenmek, bir şeye vicdanlanmak, bir şeyi acıyla hissetmek meselesi değil. İnsan bir haksızlığın karşısında ancak ona karşı durabildiği, değiştirebildiği kadar vardır. Öfke, vicdan, acı; insani duygular olarak başlangıç kategorileridir. Eğer maddi yaşamda bu duygular kaynağına yönelen eylemleri yaratmıyorlarsa hiçbir işe yaramazlar ve iki tür sonuç doğururlar.  1- Bu hislerle baş edilemez ve akli denge sıkıntıya girer. Bunalım, pesimizm ve bohem yaşam biçimine dönüşür. 2- Bu duyguları tekrar yaşamamak adına duygunun kaynağından, konudan uzaklaşılır. İnsan böylece kendisinden ve insanlıktan uzaklaşır.

O halde hem insan kalmak hem de bu durumu ortadan kaldırmak için tek yol; savaşımdır.

Demek ki;

1- İnsanlığın sınırındayız ve bir adım daha gidilmemeli.

2- Geriye gitmeme inadı, tek başına ileri götürmez. Duyarlılık kalıtsal değildir, emekle kazanılır. İnsan hissetmekten de yorulabilir, hisler diri tutulmalı.

3- Asla yalnızlık duymamalı, çoğunluk olduğumuz fakat dağınık bir çoğunluk olduğumuz bilinmeli.

4- Toparlı azınlıklar ısrarlarında daha da ısrarcı olmalı.

5- Umutsuzluk ve rehavet ayıplanmamalı, anlaşılmalı ama saldırganca savaşılmalı.

6- Yaşamın her alanında, her kesiminde, her düzeyinde hareket etme olanakları açığa çıkartılmalı, tüm bu damarlar aynı denizde birleştirmeli.

7- Kitlesel eylemlere tanıklık edildi diye şımarılmamalı ve az sayıyla yapılan eylemler sayının azlığına bakılmadan süreklileştirilmeli. Biraradalıklar, platformlar, bloklar vs. zorlanmalı fakat beklenmemeli.

8- Bu eylemler yukarıda bahsedilen sokağa çıkmayı, “hayır” demeyi bilen fakat “hayır” diye bağırmak için kendine bir yer bulamayan ve alışkanlık yapan sosyal medya silahı ile bir şeyler yapmaya çalışan milyonlarca insanın buluştuğu ortak mücadele alanları olarak düşünülmeli ve buna uygun olarak yaratılmalı.

9- Bu hedefle her yerelde haftalık, koşula uygun, sabit eylemler oluşturmalı, bu eylemler her hafta daha da büyütülmeli.

10- Kadınlar, şairler, müzisyenler, sinemacılar, akademisyenler, grevdeki işçiler vd. bu alanlara çağrılmalı, sorunlar, talepler, çözümler ortak mecrada buluşturulmalı.

11- Bu maddeler değerlendirilmeli, tartışılmalı, çoğaltılmalı, eksiltilmeli, derinleştirilmeli ve zenginleştirilmelidir. o

Yaşasın 2016!

Mehmet Ferit Aka

Pekiyi ya isyancı Kazım’dan sonra biz?!*

“Birbirimizi anlamamız için, aynı dili konuşmamıza gerek yok, ezildikten sonra, hepimiz aynı şarabız…”

“Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi en azından çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem…”

“Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii; ama anlarlar. Orada birisi farklı yürüyordur…”

“Beni radyasyon değil, Türkiye’deki sistem kanser etti…”

“Sizin için ucuz olan nükleer enerji değil, insan hayatıdır…”

“O çayı içen biri geri zekâlıdır… Ben kendi zekâmla ve felsefemle ölümü, hayatı uzatabilirim, kısaltabilirim, her şeyi yapabilirim. Peki benim köyümdekiler, anasının kuzusu çocuklar, 16 yaşındaki kız o neyi düşünsün, hangi felsefeyi düşünsün? Onun annesi hangi felsefeyle acısını yumuşatsın? Sen kimsin, o acıları onlara tattırabiliyorsun? Bu ülkenin politikacılara, yalancılara ihtiyacı yok. Kendi onuruna sahip çıkmış, kendi kişiliğine sahip çıkmış hâline ihtiyacı var…”

“Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlamak için savaşmak zorunda değiliz…”

“Kürdüm dedim hadi lan bölücü dediler!

Laz’ım dedim hadi lan devşirme Rum dediler!

Çerkez’im dedim hain Ethem’in torunları dediler!

Alevîyim dedim dinsiz Kızılbaş dediler!

Êzîdîyim dedim Yezidin pis soyu dediler!

Arabım dedim pir yobazlar dediler!

Ben dedikçe onlar da bir şey dediler; İnsanım diyecektim ama insanlığa ait her şeyi yok ettiler…”

“Bir şey ürettim ben, üç beş kişilik değil, sevgi denen şey herhâlde. Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır, tüm topraklar da memleketimizdir. Şimdiye kadar verdiğim bütün mücadele ve rahatsızlık için kimseden özür dilemiyorum ve yaptığım her şeyden de gurur duyuyorum. Bundan sonra da hayatım ve sağlığım nereye giderse gitsin daha da gıcık, illet, muhalif, deli bir herif olmaya devam edeceğim,” derdi…

O Kazım Koyuncu’ydu…

* * * * *

Karadeniz’in isyancı çocuğu Kazım Koyuncu’yu kaybetmemizin üzerinden 10 yıl geçti.

Hakikati savunmanın ve onun sanatını yapmanın coşkusuyla yaşayan Kazım, “Şarkılar sistemden daha güçlüdür. Hayatın sonuna kadar kalabilirler” demişti.

Derelerin dili, isyanın sesi Kazım’ın inançları, özlemleri ve güzellikler yaratan şarkıları da hâlen yaşıyor.

Dünyanın ilk Lazca rock grubunun kurucularından Koyuncu, halkın sorunlarını şarkılarında dile getirmenin yanısıra, halkların dostluğuna olan inancı ile de Karadeniz’in bildik müzisyenlerinden çok farklı, örnek bir sanatçıydı.

İlk konserini Amed’de verecek kadar halkların eşitliğine ve kardeşliğine inanan bir devrimciydi. Kendisini, Karadeniz halklarının çok geç anladığını çeşitli röportajlarda dile getiren Koyuncu’nun kişiliği ve eserleri, çoğu sanatçının başına geldiği gibi, öldükten sonra anlaşılmaya başlandı.

O, Karadeniz’in ezber bozan çocuğu olarak da biliniyordu. Babası Cavit Koyuncu da yakınlarının çağırdığı adıyla Dina Kaki Kazım’ı anlatırken en çok bu yönüne dikkat çekip ekliyordu: “Kimseyi üzmemek şiarı edinmişti sanki… Küçüklüğünden beri karakteri ile herkese örnek oluyordu. Kimseye asla bir yanlışı olmazdı. Çocukken de öyleydi, gençken de öyleydi. Kimseye asla ters bir davranışı olmazdı. Biz hayret ediyorduk ona… Oğlum, sistemi hep sorgulardı, haklılık payı vardı söylediklerinde. Oğlumla hep gurur duydum, birçok kez haklı buldum…”

Hemen her röportajında Çernobil faciasına dikkat çeken, Karadeniz’de artan kanser vakalarının araştırılması gerektiğinin altını çizen Koyuncu’nun ve Karadeniz halklarının bu talebi, hâlen gerçekleşmiş değil.

Baba Koyuncu da, kanser vakalarının artışına ilişkin açıklama yapılmamasının nedenlerinden en önemlisinin yetkililerin gerçeklerin su üzerine çıkmasını istememesine bağlıyor; ve “Gerçekler öğrenilsin istemiyorlar… Oğlum yaşasaydı, gerçeklerin ortaya çıkması için, Karadeniz için mücadelesine devam ederdi. Oğlum gerçekleri söylüyordu,” diyor.

* * * * *

Artvin’in Hopa ilçesine bağlı Pançol (Sugören) köyünde 7 Kasım 1971’de doğan Karadeniz’in asi çocuğu müziğe ortaokul birinci sınıfta mandolin çalarak başladı. İstanbul’a üniversite eğitimi için geldikten sonra müzikle yoğun olarak uğraşmaya başlayan Kazım Koyuncu, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden siyasi gerekçelerle ayrıldı.

Profesyonel müzik hayatına 1992 yılında henüz 20 yaşında iken Ali Elver ile ‘Dinmeyen’ müzik grubuyla başlayıp, 1993’te Mehmedali Barış Beşli ile birlikte ‘Zuğaşi Berepe/ Denizin Çocukları’ rock müzik grubunu kurdu. Bu grupla 1995’te ‘Va Mişkunan/ Bilmiyoruz’, 1998’de de ‘İgsaz/ Gidiyor’ isimli albümleri yaptı.

1999 yılında grubun dağılması ile birlikte müzikal yaşantısını tek başına sürdürdü. 2001 yılında ilk solo albümü ‘Viya’yı; Nisan 2004’te de ikinci solo albümü ‘Hayde’yi çıkardı.

26 Nisan 1986’da Ukrayna’nın Kiev yakınlarında bulunan Çernobil kasabasındaki nükleer santralde meydana gelen patlamanın ortaya çıkardığı radyoaktif etkiler nedeniyle kanser hastalığına yakalanan Kazım Koyuncu 25 Haziran 2005 tarihinde hayatını kaybetti.

33 yaşında yaşama veda eden Kazım Koyuncu şarkıların önemine ilişkin, “Şarkılar politikadan, kurumlardan, sistemden daha güçlüdür. Hayatın sonuna kadar kalabilirler, temizdirler ve birçok güzel şeye sebep olabilirler,” demişti…

“Bir şey ürettim ben, üç beş kişilik değil, sevgi denen şey herhâlde. Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır, tüm topraklar da memleketimizdir,” diyen O; coğrafyamızdaki her etnisitenin, her mezhebin, her dilin derdini dert edinmişti; hem müziği, hem de mücadelesi ile…

Kazım Koyuncu’nun ölümü ile, Karadeniz’de yaşayan birçok insanın da ölümüne sebep olan Çernobil nükleer faciası ile son yıllarda Karadeniz Bölgesi’nde belirgin oranda artış gösteren kanser hastalığı arasındaki ilişki yeniden gündeme taşındı.

ANAP’ın kurucularından olan ve Çernobil faciası sonrası çaydaki radyasyonun tehlikeli olmadığını kanıtlamak için kameralar önünde çay içen eski bakan Cahit Aral gibi AKP iktidarı da, bu tehlikeyi hayata geçirmek konusunda hâlâ ısrarcı.

Kazım Koyuncu, herkesin yakalanabileceği basit bir hastalıktan hayatını kaybetmedi. Koyuncu, dünyada ve Türkiye’de kâr hırsıyla, her türlü tehlikeli uygulamaları hayat geçirmek konusunda ısrar eden güç ve kazanç sarhoşluğuyla insanları öldürmekten geri durmayan muktedirler tarafından öldürüldü. Mevcut iktidar da, ne tür facialara yol açabileceğini dünyada birçok örnekle gördüğümüz ve bildiğimiz nükleer santrallerin faydalarından bahsetmeye ve projelerini hayata geçirmeye devam ediyor.

Kazım, bazıları için çok iyi bir müzisyen, bazıları için iyi bir insan, bazıları için mücadeleci bir hemşeri, bazıları için ise isyanın sesiydi.

Ve “Karadeniz’in göğsünde kopan fırtınanın içinde yelkenine sarılmış rüzgârıyla Kazım Koyuncu, çok sevdiği topraklarının celladı Çernobil’e yenik düştü… Yaşamı boyunca memleketine yapılanlara sessiz kalmamış, hatta siyasi sivriliği yüzünden fakülteye devam edememiş Koyuncu’nun şarkıları, türküleri, isyanı ve mücadelesi, bugün katledilen topraklarında hâlâ yankılanıyor”ken;[2] “Şarkılar orada, onlar kendini anlatır zaten” diyen O; “Mütevazı ve samimiydi: İçinden geleni yapıyordu. Eklektik değildi, hissediyordu…”[3]

* * * * *

Pekiyi ya Ondan sonra biz? Biz ne yapıyoruz şimdi nükleer çılgınlığın orta yerindeki yerkürede ve Akkuyu’lu, Sinop’lu coğrafyamızda?…

Siz bakmayın sahibinin sesi Rasim Ozan Kütahyalı “Nükleer santraller kurmak zorundayız,” derken; Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce’nin, Akkuyu Nükleer Santrali’nin yapımı konusunda, “Dış güçler Türkiye’nin nükleer santral yapmasını engellemeye çalışıyor,” diye eklemesine!

Pelin Cengiz’in, “Nükleer santral çözüm değil ölüm getiriyor”; Doğu Ergil’in, “Nükleer enerji bir zorunluluk değildir,” notunu düştükleri koordinatlarda AB Komisyonu’nun enerjiden sorumlu üyesi Günther Öttinger, nükleerin kontrolden çıktığı vurgusuyla, “Kıyametten söz ediliyor… Bu sözcüğün doğru seçildiğini düşünüyorum,”[4] diye betimlediği tabloda; “Nükleer enerji yeterince tartışıldı mı?… Nükleer enerji konusu sadece siyasal tercih konusu değildir. Toplumun tüm kesimlerini yakından ilgilendiriyor. Gelecek tasarımı konusunda hâlâ ‘Kervan yolda düzülür’ felsefesine sahip olduğumuz için gelişmenin de ardından koşuyoruz.”[5]

Bu müthiş bir tehdittir! Örneğin AKP’ce halktan saklanan Akkuyu’da nükleer “sır” gibi bir çok veçhesi vardır…

Mersin’de 1. İdare Mahkemesi, Enerji Bakanlığı’ndan Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA), Akkuyu’daki nükleer santral projesi için Türk Hükümeti’ne Şubat 2014’te teslim ettiği misyon raporunu isterken; bakanlık şimdiye kadar halktan gizlediği raporu mahkemeye vermeyi de reddetti. Projeyle ilgili eleştirilerin sıralandığı rapor, Türkiye’nin nükleer sırrına dönüştü!

AKP hükümetinin “devletin güvenliği”ni gerekçe gösterip mahkemeden bile gizlediği Akkuyu nükleer santraline ilişkin UAEA’nın hazırladığı rapora göre, Enerji Bakanlığı’na, 2014’ün Şubat ayında teslim edilen ‘Entegre Nükleer Altyapı Gözden Geçirme’ (INIR) misyon raporundaki tavsiye ve önerilerin neredeyse hiçbirinin gerçekleşmediği ortaya çıktı!

Evet Akkuyu nükleer santralı için hazırlanan tartışmalı Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunda, radyoaktif salım envanterindeki verilerin yanlış olduğu ortaya çıktı. Raporda santralın çalışması sırasında çevreye yayılan 23 radyoaktif izotopa yer verilirken bunların toplam miktarının 2 katına denk gelen çok tehlikeli “karbon 14” ve “trityum” bulunmuyor. Yani ÇED raporunun radyoaktif salınım envanterindeki veriler yanlış. Envantere alınmayan bu iki radyoaktif maddeden biri olan trityum insan vücuduna girdiğinde bütün organları doğrudan etkiliyor.[6]

Bu bir felakettir! Çünkü Türk Tabipleri Birliği, onaylanan nükleer ÇED raporunda 1980’li yılların verilerin kullanıldığını, radyasyonun kanser etkileri göz ardı edildiğini, iş güvenliği tedbiri alınmadığını, tarım ve ekosistemler üzerindeki etkiler değerlendirilmediğinin altını çizerken; 2009’da Rus Devlet Atom Enerjisi Kurumu Rosatom’un, Belarus’a yapmayı planladığı nükleer santrala karşı çıktığı için “toplum düzenini bozmak”la suçlanıp tutuklanarak, yedi gün içeride kalan nükleer enerji mühendisi Andrey Ozharovskiy, “Türkiye deneme tahtası olacak,” diyor. Dikkat: Ozharovskiy’nin karşı çıktığı, hiç denenmemiş VVER-1200 tipi reaktörlü santralın aynının Akkuyu’ya yapılması planlanıyor![7]

Denilebilir ki yeni bir Çernobil (ya da Fukuşima) eşikte!

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kayıhan Pala tarafından -Kazım Koyuncu’nun kanserden ölümünün ardından- 1-30 Eylül 2005 tarihleri arasında Hopa’da gerçekleştirilen ‘Çernobil Kazası Sonrası Türkiye’de Kanser’ başlıklı araştırmaya göre, Hopa’da yıllık kanser görülme sıklığı erkeklerde yüzbinde 149.5, kadınlarda yüz binde 117.5 olarak ortaya çıktı![8]

26 Nisan 1986’daki Çernobil bu ve daha da fazlası…

‘Nükleer Savaşın Önlenmesi için Uluslararası Hekimler Birliği’nin (IPPNW) hazırladığı Çernobil felaketinin insan sağlığına etkileri raporuna göre, nükleer serpinti tüm çevre ülkelere yayıldı, Rusya, Belarus ve Ukrayna’ya indi. Bunun yüzde 53’ü diğer Avrupa ülkelerine, yüzde 8’i başta Anadolu olmak üzere Asya’ya ulaştı. Çernobil felaketinden Belarus, Ukrayna ve Rusya’da 9 milyon kişi doğrudan etkilendi. 135 bin kişi tahliye edildi, 400 bin kişi evsiz yurtsuz kaldı.

İnsanlar radyoaktif ışımaya, erken dönem olduğu için de iyot 131’e maruz kaldı. Çocuklarda normalde 1 milyonda bir olan tiroid kanseri görülme oranı iyot 131’in etkisiyle çok yükseldi. Faciadan 10 yıl sonra çocuklarda tiroid kanserinin 58 kat arttığı tespit edildi.

Çernobil nedeniyle 5000 bebek doğrudan öldü. UNSCEAR rakamlarına göre, dünya çapında 30 bin ila 207 bin arasında Çernobil ile bağlantılı genetik hasarlı çocuk var. Toplamda beklenen hasarın sadece yüzde 10’u ilk nesilde görülüyor. IPPNW raporunun ortaya koyduğu en acı gerçek şu ki, çok geniş bir alanı etkileyen Çernobil felaketinin neden olduğu genetik bozukluklar nesiller boyu sürecek!

Ukrayna’da 18 bin kilometrekare tarım toprağı radyoaktif kirlenmeye maruz kaldı. Ülke ormanlarının yüzde 40’ı, yani 35 bin kilometrekarelik alan kirlendi. Kazanın Ukrayna’ya maliyeti 2000 yılı itibariyle 148 milyar dolardı. Belarus, 2016’da Çernobil’in ekonomisine etkisinin 235 milyar dolar olacağını tahmin ediyor. Üzerinden 29 yıl geçti ama Ukrayna ve Belarus yıllık bütçelerinin yüzde 5-9’luk kısmını Çernobil’in sonuçları ile mücadeleye ayırıyor.

Belarus’ta yüzde 30, Ukrayna’da yüzde 7 ve Rusya’da yüzde 1.6 oranında kontamine alan mevcut. Çernobil’den etkilenen ülkeler raporda İsveç, Finlandiya, Avusturya, Norveç, Bulgaristan, İsviçre, Yunanistan, Slovenya, İtalya ve Moldova olarak belirtilmiş.

Çernobil’in etkilerini gizleyen sadece Ruslar değil. Türkiye’den doktorlar, bugüne kadar felaketin etkileriyle ilgili bir rapor hazırlayamadığı için araştırmada Türkiye yok. Çünkü, Türkiye kazanın etkilerini gizlemek için kanser istatistiği tutmadı. Yetkililer, “Çernobil’in Türkiye’ye etkisi yoktur,” demeyi adeta görev edindi, çaylar içildi, fındıklar yendi.[9]

Alın size Çernobil!

Bir şey daha: 1986’daki nükleer facianın etkileri ortaya çıkıyor. O dönem çocuk olan Karadenizli erkekler babalık özlemi çekiyor. Operatör Dr. Hakan Özörnek, Çernobil olayına tanıklık eden kişilerin kısırlık sorunu yaşadığını açıkladı. Olaydan en çok erkeklerin etkilendiğine dikkat çeken Özörnek, Karadenizli erkeklerin birçoğunun bu nedenden dolayı normal yollarla baba olamadığını vurguladı![10]

* * * * *

Onlar soyumuzu ve çevremizi tüketiyorlar!

Tam da burada Rollo May’ın, “Birey olarak kimlik bilincini yitiren insanların doğaya aitlik bilincini yitirme eğilimleri de vardır,”[11] sözünü anımsatarak aktaralım: Dünyada yaşamın devamlılığını sağlayan 9 ana etken olduğunu ve insanlığın modern yaşamla bunların 4’ünde sınırı aştığına dikkat çeken Profesör Johan Rockstrom, ekosisteme yüklenen aşırı nitrojen seviyesi, ormanlık alanlardaki büyük kayıp, hızlı iklim değişimleri ve nesli tükenen hayvanlar nedeniyle, “dünyanın artık insanlığa dost değil düşman” bir yer olduğunu belirtti![12]

Ahmet Cemal’in, “Uygarlık düşmanı ‘gelişme’,” vurgusuyla ifade ettiği sürdürülemez kapitalist yıkımla birlikte gezegenin gittikçe kirlendiği, ısındığı ve yakında yaşanmaz hâle geleceği biliniyor. Ekolojik yapının gördüğü zarar; Sanayi Devrimi’nden bu yana enerji üretimi, tarım, ulaşım, ormanların tahribi gibi tekno-endüstriyel bir bütünün temsil ettiği ve belirlediği yaşam/ üretim biçiminin sonucudur.

İş bu merkezdeyken dünyanın sürdürülemez kapitalizm tarafından ne hâle getirdiğini de şöyle özetliyor Ömer Madra: “Gezegen kozmik bir şantiyeye dönmüş durumda. İnsanlık, medeniyet inşaatını dev iş makineleriyle sürdürüyor. Tüm akarsular bentleniyor, nehirler, göller barajlanıyor, dağlar kazılıyor, kayalar çatlatılıyor, denizler taranıyor, deniz canlıları radarlarla tüketiliyor, deniz diplerine, ovalara, dağlara, yaylalara su kuyuları açılıyor, taşocakları, kum ocakları, kömür ocakları çalıştırılıyor, boksit, altın, bakır, koltan madenleri, nadir metaller çıkarılıyor, petrol boruları, katran kumu boruları, doğalgaz boruları döşeniyor, demiryolları, karayolları, köprüler, havalimanları yapılıyor, arklar açılıyor, kanallar kazılıyor, yaylalar düzleniyor, yağmur ormanları kesiliyor, orman tabanları ateşe veriliyor, küller ve molozlar denizlere, derelere, çaylara boca ediliyor, geniş topraklarda dev makineler tek kültür tarımı yapıyor, mahsulü ekiyor, biçiyor, ürünü topluyor, ambalajlıyor, gemilere, kamyonlara, trenlere dolduruyor, satıyor ve aldığı paralarla yeni kazılar, yeni inşaatlar, yeni yollar ve köprüler yapıyor…”

“Nasıl” mı?

Melis Alphan’ın, “Türkiye’nin çevre karnesi baştan aşağı sıfır”; Serdar Kızık’ın, “Çevreyi korumakla ilgili bakanlık, adeta çevre düşmanı”; Pelin Cengiz’in, “Mesele inşaatsa Türkiye’de ÇED teferruattır,” notunu düştükleri coğrafyamıza ilişkin iki hatırlatma yeter de artar bile:

İlki: ÇED raporlarından muaf tutulacak projelerin başında Akkuyu nükleer santralı, İstanbul’a yapımı planlanan 3. köprü ve Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı geliyor![13]

İkincisi: İstanbul’da yapımı devam eden 3. havalimanı ile ilgili davada bilirkişi tayin edilen üç kişiye itiraz geldi. Mahkemelik olan itirazın gerekçesi: Üyelerden biri eski İstanbul Büyükşehir Belediyesi Daire Başkanı, biri “Siyanüre evet” dedi, biri ailesi için jeotermal su ruhsatı başvurusunda bulundu![14]

Bunlar böyleyken şu haberler de coğrafyamız için sürpriz olmuyor:

  1. i) Bodrum’da 1.derece SİT alanı olan ve M.Ö. 5. yüzyıla dayanan Bargylia antik kenti emlakçı aracılığıyla 22 milyon TL’ye satışa çıkarıldı. Satış ilanında antik kent için “full deniz ve göl manzaralı” denildi…[15]
  2. ii) Ordu’nun Fatsa’ya bağlı Engiz tepesinde siyanürle altın çıkarmak isteyen Altıntepe Madencilik hakkında açılan -üç ayda bitirilmesi gereken- davada mahkeme hâlâ yürütmeyi durdurma kararı vermedi. Uzmanlar mahkeme ve valiliğin Fatsa’da siyanürlü madenciliği savunduğunu belirtiyor…[16]

iii) Dicle Nehri, üzerindeki HES ve baraj projeleri yüzünden debisi düştüğü için dere statüsüne alındı. Değişiklik ile nehrin kıyı kenar çizgisine 50 metre mesafeye kadar yapı inşa edilebilecek…[17]

  1. iv) Üçüncü Havalimanı için hazırlanan alan 76 milyon 500 bin metrekare olup bu alanın 61 milyon 720 bin metrekaresi orman alanıdır… 3. Köprü, 3. Havalimanı ve Kanal İstanbul’un İstanbul’a etkileriyle: İstanbul ormanlarının yüzde 3.65’i kesilecek, kentin su havzaları yok olacak, yaban hayat ve korunması gereken türler tehlike altına girecek…[18]
  2. v) Ataköy sahil şeridindeki tüm parseller inşaat ile doldurulunca sıra denize geldi. Gemilerle taşınan hafriyat kamyonları ile deniz 140 bin metrekare (140 dönüm) doldurularak yeni inşaat alanı ortaya çıkarılıyor. Bu yeni alana konferans, kongre merkezleri ile restoran ve gazinolar inşa edilecek. Kısacası deniz 10 futbol sahası büyüklüğünde yeni bir kara oluşturacak. Yeni doldurulan alanla birlikte denizin 600 metre daha uzaklaşacağı görülüyorken denizde yaşam tükeniyor…[19]
  3. vi) Marmara Denizi can çekişiyor…[20]

vii) Nihayet AKP’li Küçükçekmece eski Belediye Başkanı Aziz Yeniay’ın dahi, “Kentsel dönüşüm şehri yoksullaştırıyor,” itirafıyla betimlenen; Jan Ammundsen’in, “Kentsel dönüşüm, tarih ve yeni arasında dengesi bulunması çok zor olan sorunlar ortaya çıkarır,” notunu düştüğü kentsel dönüşüm yıkımı…

Bu yıkım tablosunu sürdürülemez kapitalizm yaratıyor!

* * * * *

Sadece yıkım mı? Hayır! Çevreyi tahrip edip, kirletiyor bir de!

Hızla sıralayalım!

‘Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) raporuna göre, Türkiye’nin 6 kentinde hava kirliliği için belirlenen eşik değerler 4-5 kat aşılmış durumda. Iğdır, Batman, Afyon, Osmaniye, Gaziantep, Siirt zehir soluyor. Hava kirliliği akciğer kanserinden kalp ve damar hastalıklarına kadar birçok ciddi sağlık sorununa yol açıyor. Türkiye’de her sene hava kirliğine bağlı olarak 20-24 bin insan yaşamını yitiriyor. Diğer bir ifadeyle ise Türkiye’deki her 10 ölümden biri hava kirliliğine bağlı gerçekleşiyor.[21]

Örneğin TÜİK verilerine göre Kocaeli’de vatandaşların yüzde 25.6’sı, yani her 4 vatandaştan 1’i kanser nedeniyle hayatını kaybetti. Kentin yüksek ölüm oranları ile anılması Kocaeli Üniversitesi (KOÜ) Öğretim Üyesi Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun hazırladığı raporu akıllara getiriyor…[22]

Sanayi kuruluşları ile konut alanlarının içiçe girdiği Dilovası’nda, Çerkesli Köyü yakınlarında İmes ile Kimyacılar Organize Sanayi Bölgelerine giden ve yapımı 4 yıl önce tamamlanan asfalt yolun kenarındaki dolgu toprak geçtiğimiz günlerde yağışlar sonucu kaydı. Toprak kayınca, yolun altına hafriyat sırasında içinde siyah renkli toz bulunan yaklaşık 100’er kiloluk onlarca çuvalın yolun altına gömülü olduğu ortaya çıktı. Bölgedeki vatandaşlar, 4 yıl önce bu yol yapılırken hafriyat sırasında kimyasal maddelerin ortaya çıktığını söylerlerken; sanayi kuruluşları ve organize sanayi bölgelerinin yerleşim birimleriyle içiçe girmesi nedeniyle hava ve çevre kirliliğinin alarm seviyelerine ulaştığı Kocaeli’nin Dilovası ilçesindeki dereler de simsiyah akıyor![23]

* * * * *

Tüm bunlarla birlikte yerküreyi de, coğrafyamızı da bekleyen topyekûn bir felaket eşiği var ki, o da, küresel ısınma/ iklim değişikliği krizi…

Bu noktada Sarah Van Gelder’in, “Mahvedici bir iklim krizinden kaçınmamız hâlâ mümkün. Ama İkinci Dünya Savaşı düzeyinde bir seferberliğe ihtiyaç var. Ve ‘Kirli Enerji’ye karşı koymaya,”[24] veya Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nden Prof. Dr., M. Levent Kurnaz’ın, “Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin yeni raporundan çıkan sonuç iklim biliminin çıkarımlarını yansıttığından, olası kötü sonuçları engelleyebilmek için harekete geçmek ahlâki bir sorumluluk hâlini alıyor,” türünden palyatif beklentileriyle bir şey yapılması mümkün değildir!

Çünkü ‘Stockholm Resilience Center’ın verilerine göre, insanlık dünyanın kendisine verebileceği kaynaklardan daha fazlasını tüketiyor ve buna göre de, insanlık en az 4 alanda kritik bir döneme girmiş durumda. İnsanlık için sorunlu olarak addedilen 4 alan ise iklimsel değişiklikler, doğal kaynaklarda çeşitlilik, toprakların kullanımı ve azot ile fosfor döngüleri olarak belirtiliyor![25]

‘British Columbia Üniversitesi’ tarafından yapılan araştırmaya göre, sadece Batı Kanada’daki buzulların yüzde 90’ı bu yüzyılın sonuna kadar eriyecek ve bölgede yaşayan tüm canlı türleri ya başka bölgelere göç etmek zorunda kalacak ya da nesilleri tükenecek![26]

Ve 2011’deki NASA araştırması buzulların hızla erimekte olduğunu ortaya koyarken;[27] 2012 Temmuz’undaki NASA gözlemleri de Grönland’ın buzlarının da daha önce görülmeyen oranlarda eridiğini saptadılar…[28]

Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) araştırmaları Batı Antarktika’daki ‘Larsen B’ buz sahanlığından kalan son bölümün 2020’ye kadar yok olacağını ortaya koydu. Buz sahanlığı, buz tabakasının okyanusa açılan karaya bağlı uzantısı anlamına geliyor. Araştırmanın sonuçları bir zamanların en sağlam buz sahanlığının, içinde bulunduğumuz 10 yıl sona ermeden yok olacağına işaret ediyor. Buz sahanlıklarının eriyerek yok olması, deniz seviyesinde meydana gelecek hızlı yükselmeyle birlikte buzulların su altında kalması manasını taşıyor…[29]

Bilim insanları dünyadaki ısınmanın 2°C’nin altında kaldığı sürece deniz seviyesinin yükselmesi gibi felaketlerin önüne geçilebileceğini düşünüyorlardı. Fakat son bulgular, 2°C’lik artışa ulaşmadan da dünyanın hızlı bir iklim değişikliği dönemine girebileceğini gösteriyor. Bütün bunların altında üç temel geri besleme mekanizması yatıyor: i) Eriyen buzul sularının denizlerdeki akıntıları değiştirmesi; ii) Eriyen permafrosttan atmosfere salınan metan ve karbondioksit; iii) Dünyadaki buzulların yok olması![30]

Evet dünya giderek eriyor! Isınmayla birlikte denizlerin genleşmesi ve buzulların erimesiyle 1880’den 2000 yılına kadar deniz seviyesi 21 cm yükseldi…

Araştırmalar 1850’den beri dünyadaki ortalama sıcaklıkların 1 derece arttığını gösteriyor. Bunun nedeni havaya karbondioksit, metan ve nitroksit gazlarının salınımının artması. Ortalama artış 1 derece olsa da her bölge farklı özellik gösterip farklı bir artış yaşıyor. Örneğin Kuzey Kutup bölgesi diğer bölgelere göre daha çok ısınıyor. Kuzey Kutbu’ndaki buz kütlelerini araştırarak geçmiş süreçte havanın geçirdiği değişimleri anlayabiliyoruz. Verilere göre eğer bu şekilde dünyanın ısı dengesi bozulmaya devam ederse sıcaklıklar 4 derece daha artmış olacak…

Küçük bir değer gibi görünen 1 derecenin, dünya üzerinde oldukça büyük etkileri var. 1941-2004 yılları arasında Alaska’da büyük bir hızla çokça buz eridiği gözlemlendi. Hızla erimenin sonucu olarak birçok yer, sular altında kalabilir. Sadece Alaska’da değil, tüm dünyada bu sıcaklık artışının etkileri görülüyor ve sıcak hava dalgaları, su baskınları ve kasırgalar gibi olağanüstü durumlar oluşuyor. 1880’den beri deniz seviyesinde 21 cm yükselme gözlendi. Bunun iki sebebi bulunuyor. Birinci nedeni artan sıcaklıkla denizlerin genleşmesi, ikincisi ise buzulların erimesi…

Bu yükselme 1920-2000 yılları arasında yılda 0.8 mm, 2010-2010 yılları arasında 1.6 mm iken şu ana 2.8 mm’yi buldu. Şu anda donuk hâlde bulunan kutuplar erirse su seviyesi 58 cm daha yükselecek. PIK’in verilerine göre şimdi sera gazları salınımını durdurursak sıcaklık ve erime değerleri tekrar normale dönebilir fakat 100-200 yıl sonra bu, istesek bile imkânsız olacak!

Ulaşılan koordinatlarda 2014’ün Kasım’ında Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) sekiz yüzü aşkın bilim insanının 13 ay süren çalışmaları sonucunda, bugüne dek hazırlanan raporların biraraya getirilmesiyle oluşturulan V. Değerlendirme Raporu’nda iklimin nasıl değiştiğiyle ilgili durum değerlendirilmesi yapılıp; değişikliğe neden olan unsurlara, değişikliğin gezegenin ve insanların üzerinde yaratacağı etkilerle birlikte şunlara dikkat çekiliyor:[31]

 

İKLİMDEKİ DEĞİŞİKLİKLER NEDENLERİ ETKİLERİ
• Havaküre giderek ısınıyor.

• Okyanuslar giderek ısınıyor ve asit düzeyi her geçen gün daha da artıyor.

• CO2 satımları kürsel ısınma ve okyanuslardaki asitlenmenin en önde gelen nedenlerinden biri ve salımlar giderek artıyor.

• Metan gazı satımları ısınmaya yol açan ve miktarı giderek artan en önemli ikinci unsur.

• 1950’den bu yana sıcaklıklarda meydana gelen artışın hemen hemen tümü insan kaynaklı.

• Sıcaklık artışına yol açan hemen hiçbir doğal kuvvet yok.

• CO2 salımlarına yol açan en önemli insan kaynaklı unsurlar arasında fosil yakıt tüketimi, çimento üretimi ve petrol üretimi kapsamında gazların yakılması (“tutuşturma”) yer alıyor.

• Deniz düzeyleri giderek artan bir hızla yükseliyor.

• Buzullar eriyor, buz örtüleri giderek inceliyor ve Kuzey denizindeki buzlar yok oluyor.

• Kutuplardaki donmuş kara parçaları (permafrost) çözülüyor.

• Kuzey Amerika’da kar yığını azalıyor.

• Soğuk gündüz ve gecelerin sayısı giderek azalıyor.

• Sıcak gündüz ve gece sayısı giderek artıyor.

• Sıcak dalgalarının giderek artması ve daha uzun süreli olması bekleniyor. Sağanak ve kar fırtınalarının daha sıklıkla ve daha yoğun yaşanması bekleniyor.

•Yağışların genelde kutuplara yakın bölgelerde ve Pasifik’in ekvator bölgesinde artması, orta enlemlerde kurak bölgelerin daha kurak ve sulak bölgelerin de daha sulak olması bekleniyor.

• Canlı türleri giderek artan bir hızla yok oluyor.

• Bitkilerin, küçük memelilerin ve okyanus canlılarının büyük bir bölümü değişikliklere yeterince hızlı bir biçimde ayak uyduramıyor.

• Küresel sıcaklık artışının 2 santigrad dereceyi aşması durumunda besin kaynaklarında dünya çapında bir kıtlığın baş göstermesi bekleniyor.

• İnsanlarda sağlık koşullarının her geçen gün daha da kötüye gitmesi bekleniyor.

• Tüm ülkelerde yoksul kesimin bu çekincelerden daha da çok etkilenecekleri belirtiliyor.

• Doğal sistemlerin ve insanların ciddi biçimde zarar görmesini önlemek için tüm dünyanın el ele vererek küresel ısınmayı sanayi öncesi düzeylerinin 2 dereceden az üzerinde tutması gerekiyor.

• Uygulanan hafifletici önlemlerde herhangi bir artış olmaması durumunda, 2100 yılına dek küresel ısınma düzeyinde 4 derecelik bir artış meydana gelmesi daha yüksek bir olasılık.

 

İşte bulardan ötürü artık dört mevsimimiz yok. İklim değiştirildi, bize sadece bahar ve yaz mevsimi kaldı. Yaşadığımız bahar ve yazlar da, eski bahar ve yazlardan farklı!

İstanbul Teknik Üniversitesi Meteoroloji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Şen, Türkiye’de mevsimlerin yarı kurak ve tropik iklim özelliklerine doğru gittiğini belirterek, “Küresel ısınmaya bağlı 2 derecelik bir sıcaklık artışı var, yani dünyanın sıcaklık ortalaması 15 derece iken 17 derece oldu. Bu artışı 2040-2050’de bekliyorduk ancak günümüzde yaşadık,” diyorken; “Bu seferki küresel ısınma çok daha hızlı,” notunu düşüyor Sinan Ülgen…

Nihayet küresel ısınma kesindir ve 1950’li yıllardan beri iklimde gözlenen değişikliklerin çoğu on yıllardan bin yıllık bir zaman dilimine kadar daha önce hiç görülmemiş düzeydedir. Bu dönemde, atmosfer ve okyanuslar ısınmış, kar ve buz tutarları azalmış, ortalama deniz düzeyi yükselmiş ve sera gazlarının atmosferdeki birikimleri artmıştır.

2012 Aralık’ın da Katar’da düzenlenen ‘BM İklim Zirvesi’nde açıklanan bir araştırmaya göre, sera gazları emisyonları bu hızla artarsa dünya 5 derece ısınacakken; uzmanlar, “Radikal kararlar alınmalı, yoksa geri dönüş imkânsız,” diyor!

* * * * *

Yusuf Gürsucu’nun ifadesiyle, “kapitalist üretim süreçlerinde onbinlerce canlıya soykırım uygulandığı ve soyunun tüketildiği bir gerçek. Tüm canlıları (insan, hayvan, ağaç, bitki) ve bu canlılığı var eden toprak, su ve havayı da köleleştirerek varlığını sürdürmeye çalışan kapitalizm artık yolun sonuna geldi. Ya bu yok ediciden kurtulacağız ve yaşamın devamını sağlayacağız ya da hep birlikte yok olup gideceğiz,” ikilemiyle yüzyüzeyken ve “finis terrae/ Dünyanın sonu” tehdidi eşikteyken tamamlıyorum: “Natura est libra/ Doğa dengedir”; “Natura non faciunt frusta/ Doğa gereksiz iş yapmaz”; “Sufficit ad id natura, quod poscit/ Bizim ihtiyacımız olan her şeye doğa yeter”…

Kimsenin bun(lar)dan şüphesi olmasın!

Ve yeter ki John Bellamy Foster’ın, “İnsan doğanın bir parçasıdır”;[32] Ernest Callenbach’in, “Her şey birbiriyle bağlantılıdır. Her şey bir yere gider. Hiçbir şey sonsuz değildir. Son sözü doğa söyler,”[33] uyarıları “es” geçilmesin!

Elbette Murray Bookchin’in, “Ekoloji hareketi, radikal bir biçimde kapsamlı bir devrim fikrine olan ihtiyacı göz önüne almaksızın, sadece kirlenme ve korunma ile ilgili reformlarda, yani sadece çevrecilikte takılıp kaldığı takdirde mevcut doğa ve insan sömürüsüne dayalı sistemin emniyet subapı olmaktan öteye gitmeyecektir,”[34] saptaması eşliğinde…

Tekrar sorup, tamamlıyorum diyeceklerimi: Pekiyi ya “Dünyanın bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır. Tüm topraklar da memleketimizdir,” gerçeğinin altını yaşamıyla çizen Kazım Koyuncu’dan sonra biz?!

Biz ne yapıyoruz şimdi ekolojik felaket eşiğindeki ve nükleer çılgınlığın orta yerindeki yerkürede, coğrafyamızda?!

 

18 Haziran 2015 11:34:21, Ankara.

 

N O T L A R

[*] 27 Haziran 2015’de Kazım Koyuncu’nun ölümünün 10. yılında, ‘Fırtına İnisiyatifi’nin Ankara Yüksel Caddesi’nde düzenlediği “Sokağa Şarkı Söylüyoruz!” etkinliğinde yapılan konuşma…

[1] Ernest Callenbach, Ekoloji Cep Rehberi, Çev: Egemen Özkan, Sürdürülebilir Yaşam Kitapları, 2. Baskı, 2011, s.31.

[2] Didem Çelik, “Kimse Almasun Karadeniz’i”, Evrensel, 25 Haziran 2014, s.12.

[3] Murat Meriç, “Ben özledum Kâzım’i Ağlasam Ayip midur?”, Birgün, 26 Haziran 2014, s.18.

[4] Günther Öttinger, The Guardian, 16 Mart 2011.

[5] Uğur Gürses, “Nükleer Enerji Yeterince Tartışıldı mı?”, Radikal, 14 Ocak 2013, s.20.

[6] Özlem Güvemli, “Akkuyu’da İzotoplar Sıfırlandı”, Cumhuriyet, 14 Ocak 2015, s.6.

[7] Ömür Şahin Keyif, “Nükleer Mühendis Ozharovskiy: Türkiye Deneme Tahtası Olacak”, Karşı, Birgün, 25 Nisan 2015… http://www.karsigazete.com.tr/gundem/nukleer-muhendis-ozharovskiy-turkiye-deneme-tahtasi-olacak-h37488.html

[8] “Çernobil Kanser ve Ölüm Kustu”, Cumhuriyet, 18 Mart 2011, s.12.

[9] Pelin Cengiz, “Neden Nükleer Enerjiye Karşıyız: Cevabı Çernobil’de”, Taraf, 26 Nisan 2015… http://www.taraf.com.tr/yazarlar/neden-nukleer-enerjiye-karsiyiz-cevabi-cernobilde/

[10] İklim Öngel, “Çernobil Spermleri Vurdu”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2015, s.14.

[11] Rollo May, Kendini Arayan İnsan, Çev: Kerem Işık, 2013, s.67.

[12] “Dünyanın Yarısını Yedik”, Cumhuriyet, 21 Mart 2015, s.24.

[13] Özlem Güvemli, “… ‘Nükleer’ ÇED’den Muaf”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2011, s.6.

[14] Serkan Ocak, “Üçüncü Havalimanı Bilirkişisine İtiraz: Onlar Taraf…”, Radikal, 6 Haziran 2015… http://www.radikal.com.tr/turkiye/ucuncu_havalimani_bilirkisisine_itiraz_onlar_taraf-1373983

[15] Olgu Kundakçı, “Sahibinden Satılık Deniz Manzaralı Antik Kent!”, Birgün, 13 Ocak 2015, s.3.

[16] Seçil Türkan, “Fatsa’da Valilik ve Mahkeme Siyanürü Savunuyor”, Birgün, 3 Mart 2015, s. 16.

[17] “Dicle Nehri ‘Dere’ Statüsüne Alındı, Kıyı İmara Açılıyor”, Birgün, 19 Şubat 2015, s.16.

[18] Olgu Kundakçı, “İstanbul’u Felaket Bekliyor”, Birgün, 26 Mart 2014, s.16.

[19] Ömer Erbil, “Ataköy’e Yarımada!”, Hürriyet, 2 Haziran 2015, s.9.

[20] Mert İnan, “Marmara İşte Böyle Ölüyor”, Milliyet, 20 Mayıs 2015, s.12.

[21] “Her 10 Ölümden Birinin Sebebi Hava Kirliliği”, Birgün, 30 Aralık 2014, s.2.

[22] Hasret Gültekin Kozan, “Kocaeli’de Her 4 Kişiden 1’i Kanserden Ölüyor”, Evrensel, 9 Mart 2015, s.4.

[23] “Dilovası’nda Dereler Simsiyah Akıyor”, Evrensel, 14 Mart 2015, s.2.

[24] Sarah Van Gelder, “Acil İklim Eylem Planı”, Yes! Magazine, 25 Temmuz 2012.

[25] “Geriye Dönüşsüz Bir Noktaya Doğru…”, Gündem, 17 Ocak 2015, s.16.

[26] “Kutuplardaki Buzullar Tükeniyor”, Gündem, 11 Nisan 2015, s.16.

[27] www.nasa.gov/topics/earth/features/thick-melt.html

[28] The Forbes, 5 Temmuz 2012.

[29] “NASA: 10 Bin Yıllık Buz Tabakası 2020’ye Kadar Yok Olabilir”, Hürriyet, 18 Mayıs 2015… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/29029102.asp

[30] Scientific American, Kasım 2012.

[31] “İklim Değişikliğim Gözler Önüne Seren 29 Madde”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1448, 19 Aralık 2014, s.15.

[32] John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi, çev: Ercüment Özkaya, Epos Yay., 2002, s.117.

[33] Ernest Callenbach, Ekoloji Cep Rehberi, Çev: Egemen Özkan, Sürdürülebilir Yaşam Kitapları, 2. Baskı, 2011.

[34] Murray Bookchin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ekolojik Bir Topluma Doğru, çev:  Abdullah Yılmaz, Sümer Yay., 2014.

 

İzmir’de basın açıklamasına polis müdahalesi

İzmir Emek ve Demokrasi Güçlerinin de, bugün İstanbul’da katledilen ESP’li kadın yoldaşlarımız için düzenlediği basın açıklaması hemen ardımızdan gerçekleştirecekken polis, hiçbir uyarı yapmaksızın ESP’li yoldaşlarımızı hedef göstererek saldırdı. Elle­rindeki dövizleri almaya çalışan polise karşı direnen herkesi gözaltına alan polisler, bizlerin ellerindeki tüm bayraklar ve dövizleri aldıktan sonra çemberi dağıttı.

Polis bugün öldürülen kadın yoldaşlarımızın fotoğraflarına saldırarak, devletin korkusunun hangi noktaya geldiğini açıkça gösterdi. Yaklaşık 30 kişiyi gözaltına alan polisler, Suruç’ta yaralanan SGDF’li dostlarımızı özellikle darp etti. Gözaltına almak istediği herkesi çemberin dışına alarak darp eden ve içeriden çıkmaya çalışan herkese şiddet uygulayan polisler, gözaltı aracının içinde de bu işkenceyi sürdürdü.

Bir devrimcinin fotoğrafından korkanlara en iyi yanıtı direnişimizi zafere taşıyarak vereceğiz!

Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz!

Kaldıraç İzmir Temsilciliği

22 Aralık 2015

Alsancak’ta gözaltına alınan yoldaşlarımız gece 03.00 civarında serbest bırakıldı. 1 okurumuzun da içinde olduğu 7 kişi ise tutuklama talebiyle savcılığa sevk edildi. Savcılıkta alınan ifadelerin ardından Adli Kontrol talebiyle mahkemeye gönderilen yoldaşları­mız 24 saatlik gözaltından sonra serbest bırakıldı.

19-22 Aralık hapishaneler katliamı eylemlerle protesto edildi

18 Aralık 2015

Sincan Hapishanesine yüründü.

Saat 11.30 F1 Hapishanesi önünde bir araya ge­len kurumlar hapishanenin kapısına yürüdü. Slogan ve ajitasyonlarla yürüyen kitle hapishane önünde açıklama yaptı. Hapishanedeki yoldaşlar selamlandı. Devletin katliam geleneği devam ettiği içeride binle­ce hasta tutsak katledilerek katliam devam ettiriliyor.

Saat 17’de Güvenpark’ta açıklama yapmak isteyen kitleye polis engel oldu.

Oturma eylemiyle karşılık veren kitle ardından basın açıklaması gerçekleştirdi. Eylem katliamda yaralı olarak kurtulan kolunu kaybeden Veli Saçılık konuşmasıyla devam etti. Eylem sloganlarla sonlan­dırıldı.

19 Aralık 2015

İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi, Buca Cezaevi önünde 19 Aralık Hapishaneler Katliamı­nın yıldönümünde katliamı protesto etmek için basın açıklaması yaptı. Yapılan basın açıklamasının ardından Buca Cezaevine kızıl karanfiller bırakılarak eylem sonlandırıldı.

20 Aralık 2015

Kadınlar savaşa karşı yürüdü

Kadınlar boyunlarına astıkları fotoğraflar ve dövizlerle el ele barış zinciri oluşturarak yürüdü.

Yüksel caddesinde yapılan açıklamada ‘’Devlet son üç ayda 58 politik kadını evlerinde, sokak ortasında katletti. Son 1 ayda 5 kadın polis kurşunlarıyla öldürüldü. Erkek egemen sisteme itiraz eden, devletin baskıcı politikalarına karşı direnen kadınları öldürmeyi kendine adeta amaç haline getirmiş AKP Hükümeti’ne açık çağrımızdır, buradayız, öldürmekle bitmeyiz. Biz kadınlar yaşamın her alanında eşitlik, özgürlük ve barış için mücadelemizi sürdüreceğiz.

Bir an evvel sokağa çıkma yasaklarını kaldırın, çatışmaları durdurun, müzakere masasına oturun. Hepimizin barışa ihtiyacı var, barış için biz kadınlar mücadelemizi ve sesimizi yükseltiyoruz. Ve hatırlatıyoruz, biz kadınlar için bir direniştir yaşamak, hayatı savunuyoruz, barış istiyoruz.’’ denildi.

Aborjin çocuklarından Kürt çocuklarına…*

Önce SMS’lerle öğretmenleri Cizre ve Silopi’den çeken, böylelikle hemen ardından başlatılan askeri kuşatma ve tanklı-toplu saldırının ilk haberini veren devlet, bu kez orada engellediği eğitimi, soykırım politikasının devamına dayanak olarak kullanmaya hazırlanıyor.

Bazı öğretmenlerin bölgeyi MEB talimatıyla terketmesinin hemen ardından okullar özel harekat timleri ve askerler için karargaha dönüştürüldü.

Geçtiğimiz gün Başbakan Davutoğlu yaptığı açıklama ile “o çocuklar” diyerek kastettiği bölgede kuşatılmaya çalışılan Kürt halkının çocukları için aynen şu ifadeleri kullandı: “bu öğrencilere sahip çıkılacak. İddialı bir şey söylüyorum; alır onları ülkenin en iyi okullarında yatılı eğitim ile kayıpları telafi ederiz. İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in en iyi okullarında yazın veya sömestr tatilinde alıp eğitimlerini yaptırırız. Gerekirse hepsine özel eğitim aldırırız.”

Bu sözler, iktidarın soykırım deneyimlerinin hafızalarında ne kadar taze olduğunu da ortaya koydu.

Bir halkı topyekün hedef almak, onu “terörist” olarak damgalamak, yaşadıkları mahalleleri tanklarla helikopterlerle bombalamak, yani imha politikaları, tarihsel deneyimlerini aşan boyutlarda araçlarla bugün sürdürülüyor. İmha politikaları bugüne kadar dünyanın ve bu toprakların iktidarlarının pratiğinden bildiğimiz üzere “asimilasyon hayali” ile birlikte yürütülüyor.

Bu asimilasyon ise göçe zorlama, ancak kimliğini kültürünü gizleyerek yaşayabilmenin dayatılması ile desteklenirken, çocuklar üzerinde de büyük bir plan kurar.

Halklar tarihi bunun örnekleriyle dolu

Sünnileştirme ve Türkleştirme için katliamın ardından yatılı okullar, evlatlık verme ve yetimhaneler devreye sokulmuştur. Anadolu halklar tarihi bu örneklerle doludur.

Dünyadaki soykırımlar katledilen çocuklar kadar kimliksizleştirilen çocukların gerçek hikayeleri ile hafızalara kazınmıştır.

Ermeni Soykırımı’nın ardından da çocuklar böylesi büyük bir soykırımın ardından asimilasyon politikalarının birincil aracı haline getirilirler. Sayıları yüz binlerle ifade edilen Ermeni yetimler soykırım ve asimilasyon politikalarının ilk uygulamalarından birine kurban edilmişlerdir. Aileleri katledilen, yaşadıkları yerden koparılan çocuklardan hayatta kalanlar ya Müslüman ailelere evlatlık verilmiş ya yetimhanelerde asimile edilmeye çalışılmıştır. Bu çocukların bir kısmı bizzat Kazım Karabekir tarafından seçilerek Askeri eğitime dahil edilmiştir. Yetimhanelerde isimleri değiştirilmiş, Ermenice konuşmaları yasaklanmış, kabul etmeyenlere türlü işkenceler yapılmıştır. [i]

Hepsini katledemediği halkın çocuklarını, örneğin Dersim’de, Subaylara evlatlık verir. Katliam sonrası açılan Elazığ Kız Enstitüsü sürgüne gönderilmemiş Dersim’de yaşayan ailelerin kız çocuklarının jandarma zoru ile toplanarak götürüldüğü bir okuldur. Burada yatılı olarak “eğitilen” çocukların köylerinde de birer misyoner gibi işlev görmesi devlet tarafından hesaplanmıştır. Dersim’in Kayıp Kızları sözlü tarih çalışmasını yapan Nezahat ve Kazım Gündoğan çifti, “Dersim’in kayıp kızları da kendi kültüründen tamamen koparılarak bir ulus devlet projesine dahil edilen kızlardır.” diye özetliyor. [ii]

Aborjin çocuklarından Kürt çocuklarına…

Dünyada bunun en çarpıcı örneğini Aborjinler yaşamıştır. Yüzbinden fazla çocuk ailelerinden kaçırılarak işgalci “beyaz”lara evlatlık verilmiştir. [iii]

İşte böyle bir dönemde “eğitim”in işlevi ulus devlet için iki kat önemli hale gelir.

“Eğitim”in temel hedeflerinden biri olan asimilasyon, karşısında halk iradesi ve direnişini ve örgütlülükle gelişen hafızayı bulduğu sürece asla egemenlerin hedeflediği oranda gerçekleşmez.

Asimilasyonun “başarı”ya ulaşamadığı durumlarda ise kimlikleri, kültürleri baskılamak ve halkı kimliksizleştirmek, tarihsizleştirerek iradesini teslim alma mücadelesi daha gelişmiş aygıtlarla devam eder.

Eğitim ve medyanın eşgüdümlü “faaliyeti” bu çerçevede ele alınmalıdır.

Diyarbakır’da Kurşunlu Camii’nin özel harekat polislerince yakılması ile devlet deneyimlerini bugünkü araçları ile nasıl geliştirdiğine çarpıcı bir örnektir.

Tarihleri yalan, manipülasyon ve katliam dolu

  1. yıldönümünde olduğumuz Maraş Katliamı’nda “camileri yakıyorlar” söylentisi ile katliamın fitilini ateşleyenler bugün bir camiyi ateşe verip tamamen teslim alınmış bir “medya” ile “PKK cami yaktı” şekilde manipülasyon yaparak “kirli savaş”a yeni boyutlar katmaktadır.

IŞİD’in camileri, mezarlıkları, arkeolojik ve tarihi kalıntıları, kültürel hafızaya ait ne varsa onları yakıp yıkmasını akıllara getiren bu yöntemler öte taraftan yalan propagandaya da dayanak olmaktadır.

Burada son yaşananlar devlet politikasının imha ve inkarı seçen savaş konseptiyle birlikte, çocukların ailelerinden alınması tehdidine kadar ileri taşınan bir boyut sergilenmektedir.

Hafızalarda tazedir. “Taş atan çocuklar” olarak daha 8’inde hapishanelere tıkılan çocuklar ile ilgili yasalar çıkartıp bu çocukların ailelerinden alınmasına yönelik yasal hazırlıklar yapılmıştır.

İHD İstanbul Şubesi Cezaevi komisyonu 3 bin 493 çocuğun cezaevinde olduğunu açıklamıştı. Bu çocuklardan 1/3’ü siyasi nedenlerle tutuluyor. Çocukların bir çoğu henüz hüküm almadığı halde tutuklu yargılanıyor.

Bu çocuklar ailelerinin ziyaretlerine bile gelemeyeceği yaşadıkları yerlere çok uzak hapishanelerde tutulmakta, tutukluluk ile en temel hakları gaspedilen çocuklara katmerli ve hukuksuz bir “ceza” verilmektedir.

Eğitim değil asimilasyon

Cizre’de, Silopi’de ve yarın başka yerlerde Kürt halkının çocuklarının, “kendi” olamayacakları yerlere sürgün edilerek “eğitim” adı altında asimile edilmesi mi planlanıyor? Devletin başarısızlığa uğrayan planlarına böyle bir planın da dahil edilmiş olduğunun sinyali veriliyor. Ancak egemenlerin hayata geçirilmeye teşebbüs ettiklerinde, yine halkın direnişi ve iradesi ile boşa çıkartılması mümkün bir hayal olarak kalacaktır.

Kürt halkına yönelmiş tankların hedefinde olanın sadece Kürt halkı değil, halklar ve onların özgürlükleri olduğunu da bilince çıkarmak için, soykırımın ne olduğunu, imha ve asimilasyonun onu sistematik bir biçimde hayata geçiren kadar, ona karşı kör/sağır/dilsiz olmayı seçenler açısından tarihsel utanç olacağını akıldan çıkartmamak gerekiyor.

Yani Davutoğlu’nun söylediği o İzmir’de, İstanbul’da, Ankara’da “en iyi eğitim veren” (bir başka değişle ‘düzene uygun kafalar* yetiştiren’) okullardaki öğrenciler, öğretmenler, o öğrencilerin velilerine bunu anlatmanın bir yolunu bulmak durumundayız.

“Eşitsizlik” Yaklaşımı Gerçek Tabloyu Gizliyor

Davutoğlu’nun bu “çıkış”ını sadece bir eğitim eşitsizliğinin bir göstergesi olarak ele almak, Batı’dakinin “avantajlı” konumunun hatırlatmanın ve sessizce sıra kendine gelesiye kadar beklemesinin salık verilmesinin de bir yoludur.

Elbette eğitimde de, sağlıkta da, en temel hangi haklar varsa her birinde eşitsizlik var. Sınıfsal ve bölgesel eşitsizlikler de bu sistemin temelinde, bu devletin tarihsel köklerinde var.

Tek yol direniş

Burada salt vurguyu “eşitsizliğe” yapmak bu nedenle eksiktir. Bu sistemin temeli ve bu devletin tarihsel kökenlerini kavramadan ne bugün devletin kendi sınırları içinde yerleşim yerlerini onbinlerce askerle işgal girişimini ne de çocukların ailelerinden alınma tehdidini anlayabiliriz.

Bugün DTK, DBP, HDP, HDK başta olmak üzere siyasi temsilcilerin ve Kürt Özgürlük Hareketi adına söz söyleyenlerin vurguladığı “tarihsellik” hem devletin saldırılarını anlamak hem de onun karşısında direnişin tek yol ve yöntem olduğunun bilince çıkarılması için anahtardır.

HAFIZA:

Ermeni Soykırımında Çocuklar…

Önce 1894-1896 Hamidiye Alaylarının katliamları, ardından 1909 Adana Katliamı, son olarak 1915’te Ermenilerin yaşadığı coğrafyaya istisnasız yayılan sistematik ve organize soykırım neticesinde çok sayıda Ermeni çocuk katledilmiş bir çoğu da yetim kalmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun İçişleri bakanı Talat’ın emirlerinden birinde “Beş yaştan beri tam Osmanlı Ermeniler şehirlerden dışarıya götürülmelidirler ve öldürülmelidirler” yazılıdır.

Onar onar, yüzer yüzer, biner biner diri diri yakılan, zehirlenen, boğulan çocukların vahşetle sona eren yaşamı, hayatta kalan çocukların ise sürgünde açlık ve hastalıklarla ölümleri söz ile tarifi mümkün olmayan bir yaranın yalnız bir yarısıdır. Diğer yarısı ise sayıları yüzbinlerle ifade edilen yetim kalan çocuklardır.

Bunların bir kısmı Müslüman ailelere dağıtılmış, genç kadın ve kızların bir kısmı Müslümanlarla “evlendirilmiş”, bir çoğu zorla Müslümanlarla evlendirilerek Ermeni kimliklerini unutmaya çalışılmıştır.

Yetim çocuklar bazı yerlerde açılan yetimhanelerde toplandığı, bazılarının evlatlık verildiği belgelerde yer almaktadır. Bazı yetimhanelerde çocuklar asimile edilerek Türkleştirme ve İslamlaştırma politikası izlenmiştir ve bunun örneklerinden biri Antura yetimhanesi olarak gösterilir. Lübnan’da Beyrut’un 18 km kuzeyinde yer alan Antura Yetimhanesi’nde Dördüncü Ordu bölgesinde yetimhane ve okulların genel müfettişi olarak Cemal Paşa tarafından görevlendirilen Halide Edip, İttihatçıların politikalarının uygulanmasından sorumluydu.

Ermeni yetimlere Türkçe adlar verilmiş ve Ermenice konuşmaları yasaklanmıştır.

Tarihçi yazar Ayşe Hür, Kazım Karabekir’in Erzurum civarında yetim kalan binlerce çocuğu toplayarak ‘Gürbüzler Ordusu’ (ya da Erzurum Çocuklar Ordusu) kurduğunu, ve Karabekir’in bu çocuklara “Türklük bilinci” vermekle övündüğünü yazar. Bu çocuklara ordu için kaput ve potin diktirilmiş ve askeri eğitim verilmiştir. Aralarında Ermeni yetimhanelerinden de Karabekir tarafından seçilen çocuklar Türk ailelerin yetimleri gibi gösterilerek Bursa’da açılan Işıklar Askeri Lisesi’ne (Bursa Askeri İdadisi) ve Sarıkamış Askeri İdadisi’ne gönderilmişti.

Yine Hür, yetim çocukların bir kısmının da boğaz tokluğuna sanayi ve tarım işletmelerinde işçi, evlerde hizmetçi olarak çalıştırıldığını anlatır. Hür belge isteyenlere de Başbakanlık Arşivinin adresini gösteriyor:

“Başbakanlık Arşivi ise kız ve erkek çocukların ailelerinden alınmaları, Ermenilerin bulunmadığı Müslüman köylerine dağıtılmaları ve Müslümanlarla evlendirilmeleri veya yetimhanelere konulmaları ve özellikle Müslüman âdetlerine göre yetiştirilmeleri konusunda onlarca belge ile dolu.”

HAFIZA: Dersim’in Kayıp Kızları

1938 Dersim katliamında ailelerinden kopartılarak evlatlık verilen ve yıllarca birbirlerini arayanların yaşam öykülerini araştırarak sözlü tarih çalışması yapan Nezahat Gündoğan, Kazım Gündoğan çifti yaptıkları söyleşide soykırım politikalarının çocuklar üzerinde nasıl işletildiğine de ışık tutuyor.

Nezahat Gündoğan, Kazım Gündoğan çiftinin yaptığı Dersim’in Kayıp Kızları adlı sözlü tarih çalışması ve İki Tutam Saç adlı belgeseli bulunuyor.

Nezahat ve Kazım Gündoğan Hevjin dergisine şöyle anlatıyor:

“Katliamdan kurtulan sağlıklı ve güzel kız çocukları Türkleştirme ve Sünnileştirme politikası gereği talimatla subaylara dağıtıldı.

O dönem ayrım yapılmadan kadın, çoluk çocuk herkes öldürülüyor. Bahsettiğimiz sağ kalanlar. Erkek çocuklarının anne babaları ya öldürülüyor, ya ailesiyle beraber sürgüne ya da öksüzler yurduna gönderiliyor.

Kız çocuklarının annesi babası ölenler de var, yaşayanlar da var. Filme konu olan Sakine ile Şemsi’nin öyküsü gibi… Anne babaları 80’lere kadar yaşıyorlar. Arama mücadeleleri hep devam ediyor. Şöyle bir yanılgı ortaya çıkmasın: Anneleri babaları olmayan çocuklar değildi bunlar, kız çocukları için söylüyorum, anne babaları yaşayanlar ama anne babalarından zorla alınanlar var. Sürgün sürecinde katliamdan hemen önce anne babalarının kucağından alınanlar… Özellikle “sağlıklı ve güzel” kızlar alınıyor. Bu kız çocukları askerlere pay ediliyor.

Bunları bir araya toplayınca anladık ki çocuk ve kadınlar üzerine uygulanan politika çok özel bir politika. Bu politika anlaşılmazsa Dersim harekatının mantığı da anlaşılmaz. Çünkü o bütünün çok önemli bir parçası. Belki anlamak istemeyenlerin de daha rahat anlamasını sağlayacak bir şey..

O dönemin eğitim politikalarının parçası olan Elazığ Kız Enstitüsü’nü, özellikle yatılı bölümünü, yeniden incelemeye başladık. Bu bölüm katliamdan sonra açılır. Sürgüne gönderilmemiş Dersim’de yaşayan ailelerin kız çocuklarını özellikle de 10-11 yaş kız çocuklarını önce jandarma zoruyla toplarlar köylerden. Getirip yatılı bölüme yerleştirirler. Sonra tekrar yazın köylerine gönderirler, o zaman eğitim sureci üç yıldır… Burada Türkçe, dikiş nakış vs öğrenecekler. Köylerine ise birer küçük misyoner olarak gönderilecekler. Köylerinde de burada öğrendiklerini oradaki insanlara öğretecekler. Böyle bir mantıkla hareket edilir.

O dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Bey söyle ifade eder: “Ulus birliğini yaratmak aileden geçer, ailede de kadın çok önemlidir, kadını dönüştürdüğün, Türk kültürüne dahil ettiğiniz sürece yeni kuşakları da dahil ederek ulus birliğimizi yaratırız.”

Dersim’in kayıp kızları da kendi kültüründen tamamen koparılarak bir ulus devlet projesine dahil edilen kızlardır.

Neden asker ailelerine evlatlık verilmişler?

Çünkü onların evleri bir eğitim kurumu olarak, ıslah etmenin medenileştirmenin bir yolu olarak görülür. Çünkü onlar ve aileleri sonuna kadar devlet politikasına bağlı kişilerdir. Bunlar ıslah edilince Türk kültürüne dahil edilecekler. Böylece kendi köklerinden koparma en iyi orada gerçekleşecek.

Sonradan görüştüğümüz bir çok insan bu süre içerisinde ailesini görmeyince Sünnileşip, Türkleşiyor. Tarikat üyesi olanlar var, muhafazakar milliyetçi olanlar var. Kimlik olarak bu kız çocuklarının Nasıl köksüzleştirildiğini, hiçleştirildiğini görüyoruz. Kız çocuklarının seçilmesi bilinçli bir tercih.”

HAFIZA: Aborjinler: Yeryüzünün Kayıp Çocukları

Avustralya, Tasmanya ve bölgedeki diğer adalarda yaşayan yerel halk Aborjinler işgalci Avrupalıların soykırım ve asimilasyona maruz kalmıştır. Aborjinlere yönelik asimilasyonda kapsamında yüz binin üzerinde çocuk ailesinden koparılmıştır. Bu nedenle Aborjinler “Yeryüzünün Kayıp Çocukları” olarak adlandırılmaktadır.

Aborjinler zorla topraklarından edilip, hastalıklara binlerce kurban verip, köleliğe zorlanınca istilacılara karşı isyan etmeye başladılar. Tarih boyunca kendi aralarında savaştıklarına dair bir kalıntı bulunmayan Aborjinlerin, silahlı bir saldırıya karşı savunma yapmaları pek mümkün değildir. Ellerinde mızrak ve bumeranglarından başka savunma silahı olmayan Aborjinler, isyanlarına karşı barutlu silahlarla karşılık veren Avrupalıların elinde yok olmanın eşiğine gelmişlerdir. Avrupalıların “Cezalandırma” adını verdikleri bu soykırımlar sonucunda Tasmanya adasındaki tüm Aborjinler katledilmiştir.

1910 ve 1970 yılları arasında uygulanan devlet politikasıyla, yerli çocukların 3’te 1’i ailelerinden zorla alınmasını yasalarla düzenlerken “Beyaz ırkın değerlerine” göre yetiştirmek hedefi tanımlanmış.

Çocuklardan ten renkleri beyaz olanlar, beyaz ailelerin yanına evlatlık verilmiş, tenleri siyah olanlar ise yetimhanelere toplanmıştır.

1997 yılında Avustralya İnsan Hakları Komisyonu tarafından yürütülen ulusal bir soruşturma kapsamında, yerli çocukların ailelerinden zorla ayrılıp asimile edilerek, ayrı bir ırk olan Aborijinleri yok etmenin amaçlandığı ve soykırım uygulandığı sonucuna varılan bir rapor yayınlandı.

Her yıl Avustralya’da 26 Mayıs’ta resmi özelliği olmayan Ulusal Özür Günü ve Uzlaşma Haftası olarak Aborjinlere yönelik soykırım anılıyor. Avusturalya Devleti ise resmi özür dileyeceğini açıklamıştı. o

 

* Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?, E. A. Rauter, Kaldıraç Yayınevi

 

İLKNUR K.

Kaynaklar:

http://www.genocide-museum.am/trk/online_exhibition_3.php

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/1915ten-2007ye-ermeni-yetimleri-1117692/

Güniz Öz, Feride Gün “Dersim’in Kayıp Kızları: Bir Hiçleştirme Öyküsü”, Hevin Dergisi, 20.11.2010)

Binler, iki kadın devrimciyi sonsuzluğa uğurladı

Erbay ve Şirin’in cenazeleri akşam Gazi Cemevi’ne getirilmiş, ailesi ve yoldaşları sabaha kadar nöbet tutmuştu.

Cenaze töreni nedeniyle İsmetpaşa Caddesi boyunca kızıl bayraklar asıldı. Devrimci örgüt ve partiler de, komünist kadınların polise karşı direnişini selamlayan pankartlar astı.

Cemevinin bahçesine Erbay ve Öter’in fotoğrafları konuldu, önlerine karanfiller bırakıldı.

ESP Genel Başkan Yardımcıları Fethiye Ok ve Çiçek Otlu ile SKM sözcüsü Fadime Çelebi de cemevinde.

Suruç şehitlerinin aileleri ile Rojava şehitlerinin aileleri ile HDP milletvekili Garo Paylan, HDP ve HDK yöneticileri, Kaldıraç, EHP, SYKP, Partizan ve Devrimci Parti temsilci ve üyeleri de törene katıldı.

HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ ile ESP Genel Başkanı Sultan Ulusoy da öğle saatlerinde cemevine geldi. HDK Eş Sözcüsü Sebahat Tuncel, KJA’dan Ceylan Bağrıyanık, EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan da kadın devrimcileri uğurladı.

Cemevine gelen Şirin Öter’in annesi Kürtçe ağıtlar yaktı.

HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, Erbay ve Öter’in halkların barış mücadelesini ve Saray’ın zulmüne karşı öfkesini kuşanarak mücadeleyi Kürdistan’dan Batı’ya taşıdıklarını belirtti, “Onların izinden direne direne, birleşe birleşe kazanacağız” diye konuştu.

Ankara’da da Şirin Öter Yeliz Erbay Yüksel caddesinde anıldı. ESP’nin çağrısını yaptığı eyleme HDP, Pir sultan, Kaldıraç’ da katıldı. Anma ile başlayan eylem açıklamayla devam etti. Eylem sloganlarla sonlandırıldı.

etha – direnisteyiz2.org

Ankara katliamının 2. ayında: “Ölüm politikalarına karşı barış mücadelesini sürdüreceğiz”

Ankara Katliamı’nın üzerinden iki ay geçti. Katliamın ikinci ayında İstanbul, Ankara, İzmir, Ko­caeli, Antalya, Samsun ve Mersin’de sokağa çıkan binlerce kişi katliamda yitirilenleri andı, katillerden hesap sordu. Katliamı ve yitirilen 100 arkadaşlarını unutmayacaklarını ilan eden binlerce kişi her ay sokağa çıkmaya devam edeceklerini ilan etti.

İSTANBUL

Ankara katliamının ikinci ayı nedeniyle yaşamı­nı yitirenler İstanbul Kadıköy’de anıldı.

İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu tarafından Ankara katliamının 2. ayında Kadıköy’de düzenlenen yürüyüşte Boğa heykeli önünde biraraya gelen kitle, buradan Süreyya Operası’na yürüdü. “Ankara katliamını unutmadık, unutturmayacağız. Katili tanıyoruz. Katliamların hesabını soracağız” pankartının açıldığı yürüyüşte, Aziz Güler’in fotoğ­rafı, siyah bayraklar ve “Hırsız katil AKP”, “Nu­saybin”, “Bijî biratiya gelan” yazılı dövizler taşındı. Yürüyüş boyunca “Hırsız katil Erdoğan”, “Saray savaş halklar barış istiyor” ve “Katil IŞİD işbirlikçi AKP” sloganları atan kitle, yürüyüşün ardından yaşamını kaybedenler anısına bir dakikalık saygı duruşunda bulundu.

“Canlarıyla Bedel Ödeyen Barış Şehitlerinin Mücadelesi Sürdürülecek”

Saygı duruşunun ardından konuşma yapan HDP İstanbul Milletvekili Hüda Kaya, Ankara’da insanlık ve barış mücadelesi verenlerin katledildiğini belirterek, “Elimizde barış için tarihi bir fırsat vardı. Kerbela gibi Ankara’nın yollarını tuttuk. Ama katlet­tiler. Unutmayacağız, unutturmayacağız” dedi. Kaya, canlarıyla bedel ödeyen barış şehitlerinin mücade­lelerinin sürdürüleceğini ifade ederek, Dolmabahçe Mutabakatı’nın tekrar hayata geçirilmesi gerektiğini vurguladı. Kaya ayrıca, “Bizleri öldüremeyeceksi­niz ey saray erkanları! Dolmabahçe Mutabakatı’na çok daha eşit ve onurlu bir şekilde oturmak zorunda kalacaksınız” diye konuştu.

“Katliamlar AKP – IŞİD Ortaklığı Sonucu Yaşanmıştır”

Kaya’nın konuşmasının ardından İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu adına basın açıklama­sını okuyan Ekim Çiftçi, Ankara Katliamı’nın faille­rinin aynı zamanda Roboski, Suruç ve Diyarbakır’ın da failleri olduğunu belirterek katliamların AKP – IŞİD ortaklığı sonucu yaşandığının altını çizdi.

Katliamların Ankara’da son bulmadığını belir­terek Kürdistan’da yaşanan savaşa da dikkat çeken Çiftçi şöyle devam etti:

“Katliamlar Ankara’da son bulmadı. Aylardır, Kürdistan’da birçok kentte sokağa çıkma yasağı var. İktidar Kürt halkının en meşru demokratik haklarını ve öz yönetime dair taleplerine katliamlarla cevap veriyor. Lice, Silvan, Yüksekova, Sur, Nusaybin, Derik ve daha birçok yerde katliamlar derinleştirildi, derinleştirilmeye devam ediyor”

AKP’nin Türkiye’deki demokratik muhalefeti sindirmeye çalıştığını kaydeden Çifti son olarak, ölüm politikalarına karşı barış için mücadelenin sürdürüleceğini ifade etti.

MERSİN

Mersin Emek ve Demokrasi Platformu’nun çağrısıyla Forum AVM Havuzbaşı’nda bir araya gelenler “Savaşa inat barış hemen şimdi” dedi. Emek ve demokrasi güçleri adına basın açıklamasını okuyan Kenan Hazar, “Katledilenler hep, emekten, eşitlikten, adaletten, barıştan yana olanlar… Faşizm, hükümranlığını korku, yıldırma, sindirme ve baskılar üzerinde inşa eder. Bizler dün olduğu gibi bugün de saflarımızı sıklaştırarak asla ve asla faşizme geçit vermeyeceğiz. Korkmayacağız, yılmayacağız, unut­mayacağız ve asla affetmeyeceğiz” dedi.

İZMİR

İzmir’de emek ve demokrasi güçlerinin çağrı­sıyla Alsancak Garı önünde yapılan anmaya binlerce kişi katıldı. “Katillerden hesap sormak için sokakta­yız” diyenler katliamda yaşamını yitirenlerin anısına Yenikapı Tiyatrosu bir oyun gerçekleştirdi.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...