Ana Sayfa Blog Sayfa 237

Alternatif bir dünya mümkündür 1- Nasıl bir sağlık sistemi?

Başkaları da var.

Kapitalist sistem, insanî açıdan, eğitim sorununu da çözemez.

Kapitalizm, sağlık sorununu çözemez.

Kapitalizm, ulaşım sorununu çözemez.

Kapitalizm, kentleşme meselesini çözemez.

Bu, aslında üzerinde konuşulmayacak kadar nettir, açıktır ve bilinmektedir. İnsanlar tüm bu toplumsal yaşam alanlarında, mevcut sorunları tüm çıplaklığı ile yaşarlar. Bilinmedik bir şey yoktur burada. Ama, pek çok konuda, birbirinden bağımsız bilgi yığını, bilinç demek olmuyor. Bunca bilgiye rağmen, bunca kanıta rağmen, insanlar, bu sorunlar ile, sistem, kapitalizm arasında bağ kurmazlar ve hatta, sanırlar ki, tüm dünyada bu sorunlar vardır.

Bir örnek olsun, tüm ambargoya rağmen, tüm ABD baskısına ve hukuk dışı saldırılara, engellemelere rağmen, Küba, sağlık sorununu büyük ölçüde çözmüştür. Kaynak yetersizliğine rağmen, ambargolara rağmen bunu başarmış durumdadırlar.

Birçok sağlık emekçisi, bu konuda bilgilere sahiptir. Ve biz, burada bu konuyu ele alırken, muhtemelen birçok konuyu eksik ele almış olacağız ve bu vesile ile herkese çağrımızdır, sağlık meselesini, detayları ile ele alalım, mevcut durumu ortaya koyalım ve mümkünse çözüm önerilerimizi de detaylandıralım.

Sorunumuz aslında şudur: Kapitalist sistemin çözemediği belli başlı sorunlardan biri olarak sağlık alanında durum nedir ve bu ülke sosyalist ve özgür bir ülke olsa, bu sorunu nasıl çözebiliriz?

Öncelikle bugünkü durumu biraz tarif etmeye çalışalım. Bunu ne kadar detaylı tarif edebilirsek, ne kadar doğru ortaya koyabilirsek, önerilerimizin de anlaşılma olanakları o ölçüde artacaktır.

Bugün, sağlık “sektörü”, mülkiyet yapısı açısından ikiye ayrılmaktadır. Birincisi, kamu hastahaneleri vardır, ikincisi ise özel hastahaneler vardır. Özel şirketlere ait özel hastahaneler, esas olarak, 12 Eylül sonrasında başlayan “devletçiliğe karşı savaş” süreci ile gelişmiş, 1990’ların başlarında gelişmeye başlamış, son yıllarda da artan hızla büyümüşlerdir.

Kuşku yok ki, hastahaneler, kendi içinde de teknik olarak farklı tarzda sınıflandırılabilir. Üniversite hastahaneleri, araştırma hastahaneleri ya da bazı uzmanlık alanlarındakiler gibi.

Ama işin en önemli noktası, kamu ve özel hastahaneler ayrımıdır.

Özel hastahane, bir özel şirkettir elbette ve böyle olduğu için, kâr amaçlıdır. Kârı artırabilme teknikleri bir yana, işin en başından, “hasta”ya, müşteri olarak bakma durumunu geliştirir. Bu hasta-doktor ilişkisi denilen şeyi, nitelik olarak en başından değiştirir.

Müşterisi olmayan bir ayakkabı satıcısı, müşteri toplamak için çeşitli yollar dener, mesela vitrinini düzenler, mesela indirim yapar, mesela bir ayakkabı alana bir bedava kampanyası yapar vb. Aynı işi bir manav, belki sokağın başında bağırarak yapar ya da daha başka teknikler uygular. Konu sağlık olunca, müşteri çekmek ve müşteri bulmak denilen iş büyük ölçüde değişiklik göstermektedir.

Konu o kadar çetrefildir ki, anlatmaya nereden başlamalı sorusu çok yerindedir.

Özel şirketlerin sağlık sektörüne, hastahane açarak girmeleri, bir açıdan eskiye dayanır.

Devlet hastahanelerinde muayene işi, hastahanelerin, doktorların, sağlık personelinin, binaların, alt yapının eksik oluşu, devletin sağlık politikasının olmayışı nedeni ile, uzun kuyruklarda beklemek anlamına gelmeye başlar. İşin ilk aşaması budur.

Sorun, “çözüm” yaratır. İlke şudur, kapitalist sistemde sorun demek, para kazanılacak, yeni bir rant alanı demektir. Öyle ise, “sorun”u çözmek için yeni bir para kapısı açılır, bu üretken bir alandan çok, ranta dayalı bir alandır.

Uzun kuyruklar, sağlık sisteminin düzgün işlememesi, öyle bir hâle geldi ki, “özel muayenehane”ler ortaya çıktı. Özel hastahaneler bu işin zirvesi ise, ilk tohumları SSK hastahanelerinin kuyruklarında uzun beklemelerin sonucunda ortaya çıkan “özel muayenehaneler”dir.

Bu aslında “doktor”u, işveren, kendi ofisinin, kendi muayenehanesinin sahibi hâline getirdi. “Doktor bey, acaba bize nasıl yardımcı olursunuz”, gümrükten mal çekmek için karşısına çıkan zorluk çözülsün diye gümrük memuruna soru soran “tüccar”, ailesinden birisi hastalanınca, işin kolayı nedir diye araştırmaya başlar. Ve doktor, bu soru karşısında, “benim muayenehaneme buyurun” der. Özel muayenehane, elbette özel fiyatlara sahiptir. Burada SSK, Bağkur, Emekli Sandığı vb. geçmemektedir. Hatta işin başında, makbuza, faturaya vb. de gerek yoktur.

Böylece kapitalist sistem, borsa mantığı ile örgütlenmiş olan üniversite giriş sınavında, doktor olmak için tıbbı ilk sırada yazan öğrencilerin doktorluktan iyi para kazacaklarını erken uyarı ile algılamış olur. Sistem, bir yeni sorunu, yeni bir rant alanına dönüştürmüştür.

Doktor deyip geçemezsiniz, canınız eline emanettir ve doğrusu Hipokrat yemini ile, elde edilecek paranın neler almayı sağlayacağı arasındaki sıkışmışlık, olsa olsa, çok küçük bir kesim için bir sorun olmaktadır. Çoğunluk için, paranın alım gücü fethedicidir. Bu duruma ayak uydurmak, kapitalist sistemin yapısı açısından son derece kolaydır. Sistem, hırsızı, eğer büyük hırsız ise efendi, eğer küçük hırsız ise suçlu olarak ilan edebilecek “akla” sahiptir.

Birçoklarının piyasa dediği bu “akıl”, aslında, insanî açıdan bir değersizleşme, insansızlaşma iken, piyasa adına hayatın her alanının metalaşması demektir. Kapitalist sistem, sadece yeni pazarları, yeni ülkeler keşfederek bulmaz. Tersine, sistem, var olduğu pazarda da derinleşir, en küçük ilişkilerin içine, en sıradan yaşam alanlarına girer ve oralardaki ilişkileri metalaştırır. Bu ne kadar yaygınlaşırsa, sahiplenmek, değer avcılığı, para sahibi olmak, her şeyi para ile ölçmek, meta fetişizmi de o denli yaygınlaşır. O kadar ki, hazır tıp alanında konuşuyoruz, doktorlar bize affetsinler, sosyolojiden bağımsız olarak örgütlenen psikolojinin bulduğu her hasta, büyük ölçüde bu meta fetişizmi dediğimiz sürece bağlıdır.

İnsan toplumsal bir varlıktır. Eğer, toplumsal hayat zehirli ise, eğer tüm insanî değerler para karşısında erimiş ise, eğer her şey alınıp satılıyorsa, eğer vicdanların (hiçbir değeri olmadığı hâlde) fiyatları oluşmaya başlamış ise, eğer en güzel duygular paralarla ifadelendiriliyorsa, eğer hastalanan bir insan “müşteri” ise, eğer 6 yaşına gelen her çocuk, özel okul için müşteri ise, bu toplumda nasıl olur da insanlaşabiliriz, insan olarak kalabiliriz?

Kuyruklar, doktora ulaşmak için geçen zaman ve zahmet, sonuçta, büyük bir ranta kaynaklık yarattı ve “özel doktor” kesimi gelişmeye başladı.

Bu eskiye aittir.

Ve sonra, bu özel muayenehanelerin yerine, sermaye konularak kurulan özel hastahaneler devreye girdi. Özel hastahane, kendi alanında isim yapmış doktorları, özel paralarla belli zamanlarda kendi bünyesine alırken, devlette çalışan etkili doktorları ise, önce bir miktar fazla ücretle, ardından prim sistemi ile ve giderek ücretleri de kontrol altına alarak, kendilerine çalışır hâle getirdiler.

Böylece, özel hastahaneler gelişmeye başladı. Özel hastahaneler, birçok açıdan, tam donanımlı devlet hastahanelerinden oldukça geri düzeyde teçhizata sahip olmalarına rağmen, kuyruk ve bekleme meselesini ortadan kaldırdı. Kimin için? Elbette parası olanlar için. Eğer paranız yoksa, durum değişmiyor.

Özel hastahaneler, ardından, özel sağlık sigortası uygulamaları ile birleşti. Böylece, özel hastahanelere gelecek müşteri sayısı artırılmaya çalışıldı. Bu konuda da yol alındı.

Özel hastahane sistemi, özel sağlık sigortası sistemi, gerçekte, sağlık politikalarının, devletin sağlık sisteminin tam anlamı ile iflas ettiğinin göstergesidir.

Sorun, bir yeni rant kapısı doğurmuştur.

Bu yeni rant kapısında, sağlık sistemi daha da fazla dejenere olmaya başladı.

Şimdi, özel sağlık kurumlarına gitmek demek, anlamsız pek çok işleme tabi tutulmak, gereksiz filmler çektirmek, anlamsız analizler yaptırmak, kısacası, “özel sağlık sigortası”nın elverdiği olanaklar içinde büyük kârlara kaynaklık etmek demektir.

Özel sağlık kurumlarına giden hasta, 5 yıldızlı bir otel hizmeti alır gibidir ama bu kurumlar sağlık açısından, sıradan bir sağlık ocağının vereceği desteği veremez durumdadır. Bu büyük çaplı yozlaşmadır.

Ne kadar para, o kadar sağlık hizmeti anlayışı, tüm sistemi paraya ve kâra endekslemiştir. Buna da sağlık reformu demektedirler.

Öte yandan, dün SSK hastahanelerinde, üniversite hastahanelerinde kuyruklarda beklemenin yerini, şimdi, internet üzerinden randevu alma sistemi almış, bunun beraberinde getirdiği bir “hoş”luk ortaya çıkmıştır. Devlet, bugün, bu durumu kullanarak, aslında sağlık sisteminde iyileşme sağlandığını söylemektedir. Oysa durum hiç de böyle değildir. Pek yakın dönemde, bu tablonun aslında daha büyük bir çöküşü, bir dejenerasyonu gizlediği ortaya çıkacaktır. Ne zaman ki özel hastahaneler daha da kârlı yatırımlar yapacak hâle gelirlerse, işte o zaman bu sorunlar kabul edilecek ve yeni rant için kaynaklık edecektir.

Konuyu biraz daha farklı bir perspektiften görmemiz gerekir.

Diyelim ki, bir adadayız ve 20 kişilik 5 aile olalım. Dünya da bundan ibaret olsun. Yani sadece 5 aileden oluşan bir dünya var olsun ve bu dünyanın yüzeyi bir ada olsun. Bu durumda, aramızda hastalanan birisi olursa, mesela birinci aileden bir çocuk hastalanırsa, bunu iyileştirme kapasitesi olan bir Hipokrat’ımız varsa, Hipokrat’ımızın, seni iyileştirmem için, önce bana para öde demesini ahlâken kabul edebilir miyiz? Kesinlikle hayır. Çünkü, burada kişi hasta olmuş ve sonuçta ona yardım edebilecek birisi vardır. Elindeki tüm araç ve olanaklarla bu kişiyi iyileştirmek için uğraşmalıyız.

Elbette biz bir adada sadece 5 aileden oluşmuyoruz. Ama burada görmüş olduğunuz gibi, hastalanmış birisini, bu kadar para verirsen seni iyileştiririm diye karşılamak, aslında onu tehdit etmektir.

Tekrar adaya dönelim, diyelim ki, bizim Hipokrat’ımız, geliştirdiği ilaçlar ile işe yaramaya başladı. Bize ilk yapacağı şey, tedavi konusunda öneriler geliştirmek olacaktır. Demek ki, bir teşhis koymuştur ve bir tedavi önerecektir.

Tedavi, sadece hastalığın bir kişide yenilmesini kapsamaz. Giderek öğreneceğiz ki, aslında bir kişideki hastalığı yenmek, aynı zamanda hastalığı ortaya çıkartan ortama müdahale etmek de demek olacaktır.

Günümüzde tıp dünyası, sağlık politikasını, sadece tedavi ve teşhis ile ele almaz. Bir başka ve çok önemli yön olarak, önleyici hekimlik diye anılan bir alan da karşımıza çıkar.

Mesela adamızda, bir hastalık eğer çevre pisliğinden kaynaklanıyorsa, buna önlem almamız gerekir. Yoksa biri iyileşir, diğeri hasta olur. Mesela bir hastalık, beslenmeden kaynaklanmaktadır ve buna nasıl önlem alacağımızı bilmeye başlamış olabiliriz.

Önleyici hekimlik, gerçekte, toplumun elindeki kaynakların, çevre, sağlık, eğitim vb. için kullanılmasını gerektirir. Yani bizim adamızda, biz, sağlıklı yaşamak için, toplumumuzu, çevremizi, vücudumuzu tanıyıp gerekli önlemleri alacak bir bütçe oluşturmak zorundayız. Demek oluyor ki, ortak kaynaklarımızın bir bölümünü bunun için kullanacağız.

Görüldüğü gibi, bu, tamamen toplumsal bir alandır. Kişilerin kendi kendilerine çözeceği bir alan değildir, ki sağlık, eğer yaşamın tümüne ilişkin ise, bunun toplumsal bir sorun olduğu kendiliğinden açığa çıkar.

Kapitalizmin, her toplumsal soruna ilişkin yaklaşımı neredeyse otomatiktir ve şöyledir: Sorun yarat, onu büyüt ki rant alanına dönüşsün.

Demek oluyor ki, sağlık sorunundan konuştuğumuz zaman, bir yandan hasta olmamaktan, bir yandan hastalara ve hastalıklara teşhis koymaktan ve nihayet tedavi etmekten söz ediyoruz demektir. Demek ki, bir toplumsal sağlık politikası gereklidir (isterseniz siz bunu, devletin var olduğu toplumlar için, devletin, daha genel olarak ise kamunun bir sağlık politikası olması gerekir şeklinde ifade edin). Bu sağlık politikası, günümüz tıp dünyasının deyimi ile, önleyici hekimlik, teşhis ve tedavi alanlarını kapsar.

Hasta olmamak ya da sağlıklı yaşamak ve elbette bunu bir “birey” olarak değil, tüm toplum olarak yapmak, toplum olarak sağlıklı yaşamak, işin başıdır. Daha az hasta olmayı başarmak bu demektir. Bu ise, anlaşılacağı üzere, yaşamın her alanını kapsar. Öyle ise, en genel anlamı ile, insanca bir yaşam demektir. Ve bu “insanca yaşam”, sadece belli kesimlere verilen bir olanak olarak ele alınamaz, çünkü, toplumun bir kesiminin bu insanca yaşam olarak ele alınacak koşulların altında yaşaması demek, tüm toplumun sağlığının tehdit edilmesi de demektir. Demek oluyor ki, yiyecekten, içecekten, yani beslenmekten, barınmaktan, giyinmekten, akıl sağlığından vb. söz ediyoruz.

Bu kendi neslini üretme ve kendi yaşamı için gerekli maddi malları üretme sürecinin dışında bir “sağlıklı” yaşam olmaz.

Bu açıdan birkaç rakam konuyu anlaşılır kılabilir.

Ülkemizde her bin çocuktan 13,1’i (2011 OECD Indivators) bebek iken ölmektedir. İşte bu bebek ölümleri, sağlıklı yaşam ya da önleyici hekimlik olarak ele alınmalıdır. Örneğin Yunanistan’da, bu oran, her bin kişide 3,1’dir, İngiltere’de 4,6’dır, ABD’de 6,5’tir, İsveç’te 2,5’tir.

Yine bu konu kapsamında, doktor ve hemşire sayısı, sadece sayı olarak olmasa da, ama sayısı, ele alınabilir. Her bin kişiye düşen doktor sayısı, 2011 yılı rakamları ile, 1,6’dır. Yani her bin kişiye, 2’den az doktor düşmektedir. Yunanistan’da bu sayı 6,1, İngiltere’de 2,7, İsveç’te 3,7’dir.

Sağlık personeli denilince sadece doktor anlaşılmaz, aynı zamanda hemşire sayısı da önemli bir göstergedir. Türkiye’de her bin kişiye 1,5 hemşire düşmektedir ve bu doktor sayısından da az bir rakamdır. 2011 rakamlarına göre, Türkiye’de 114.772 hemşire, 123.447 doktor istihdam edilmektedir.

Bu konuda aynı zamanda, üniversitelerin ve yüksek okulların, ne kadar doktor, ne kadar dış hekimi, ne kadar eczacı, ne kadar hemşire mezunu verdikleri de dikkate alınabilir. Bu konudaki istatistikler de bilgi vericidir. Mesela 2011 yılında, her 100.000 kişiye düşen yeni mezun hemşire sayısı 6’dır.

Tüm bu rakamlar, gerçekte, bize önleyici hekimlik denilen, özetle hasta olmama mücadelesinin, Türkiye’de ne kadar geri olduğunu göstermektedir. Doğrusu, bu ilaç şirketleri, özel hastahaneler, hastalıkları önlemek istemezler. Bu kâr analizine, maksimum kâr hedefine terstir. Özel sektörü ve liberal ekonomiyi, hele hele neo-liberal politikaları savunan birisi için, önleyici hekimlik kabul edilemez. Öyle ya, bu ilaç satışını azaltır, pazarı küçültür. Pazar ekonomisi denilen yerde, pazarı küçülten her şey kötüdür. Tersine, eğer hastalıklar çok artar ve pazar büyürse, bu iyidir.

Demek oluyor ki, önleyici hekimlik, aslında sağlık politikalarına liberal yaklaşımların sonudur.

Demek ki, bir kere daha, kapitalist sistem, önce sorun üretiyor, sonra bunu yeni ve daha büyük bir rant alanı yaratarak “çözüyor”.

Şimdi, özel hastahanelere kapı açılmıştır.

2000 yılında, 1990’larda gelişen özel hastahane sayısı, 261‘e ulaşmıştı. 2010 yılında ise, bu rakam 489’a çıkmıştır.

 

Hastahane Sayısı ve Yatak Sayısı

 

Aslında özel hastahane sayısı ve “özel sektör”ün sağlık alanında gelişimi, 1990’lı yıllarda başladı. 1990’lı yıllardan başlayarak özel muayenehane denilen şey azalmaya, onun yerini sermaye yatırılmış özel hastahaneler almaya başlamıştır. Özel hastahane sayısında hızlı bir artış göze çarpmaktadır. Ama bu aynı artış, özel hastahanelerdeki yatak sayısında görülmüyor. Mesele kârlılıktır.

Neo-liberal politikalar ya da sağlığın “özel”leştirilmesi, aslında sadece hastahanelerle gerçekleşmiyor.

Hastahane varsa, önemli sorunlardan biri, bu hastahanelerin, müşteri çekmesi ve daha çok müşteri çekmesidir. Bunun için, bir yandan, eğitimli ve isim yapmış doktorların, sağlık kadrosunun alınması gerekir. Bu ilk aşamanın ardından ise, diğer yandan, bu isim yapmış sağlık kadrosunun ücretlerinin baskılanması gereklidir. Ve her ikisi de peş peşe yaşanmıştır.

Özel hastahanelerin daha çok hasta çekmesi, daha çok para kazanması için, devletin sağlık sistemine ilişkin değişiklikler yapması gerekirdi. Mesela şu hastalıkların, özel hastahanelerde, şu kadar ücret ile karşılanması vb. gibi. Böylece, devlet, özel hastahanelere, “müşteri” göndermeye başlar.

Şimdi soru şudur; zaten sosyal güvenlik primi ödeyen çalışanlar, emekliler vb. şimdi neden bir kere daha ek ücret ya da katılım ücreti ya da başka adlarla bir ücret ödemektedir? Çünkü, özel sağlık sistemi bunu gerektirmektedir.

Ve tam bu noktada sürece sigorta firmaları girmektedir ve özel sağlık sigortası için yeni kâr alanları açılmaktadır.

Böylece, sosyal güvenlik sisteminin açıklarından, yani sorundan, yeni bir rant alanı daha yaratılmış olmaktadır.

Türkiye Sigorta ve Reasürans Şirketleri Birliği’nin verilerine göre, 2006 yılında, toplam 283 bin sağlık poliçesi imzalanmıştır. Bu rakam 2010’da ise 553 bine çıkmıştır. İnsanlar, giderek artan sağlık riski ve büyüyen harcamaları karşılamak için, sosyal güvenlik kapsamı dışındaki alanlarda başlarına gelebilecek durumlar için sigortalanmaktadır. Bu pazar, bugün, yani 2015 yılında 2 milyar ABD dolarına dayanmaktadır. Bu, küçümsenmez bir pazar demektir.

Elbette, işin bir de ilaç şirketleri boyutu vardır. Aslında, bu alanı da ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi, tıbbî cihazlar pazarıdır ve ikincisi ise, doğrudan ilaç sektörüdür. Bu her iki alanda da dev firmalar devrededir.

Tıbbî cihazlar pazarı, elbette pazardaki kârlılığa göre şekillenmektedir. En çok kârlı alanlarda cihazlar geliştirilmektedir. Dünya çapında 2010 yılı itibari ile tıbbî cihazlar pazarı 250 milyar dolardır. Pazarın, nasıl ihtiyaçlara göre değil de, taleplere göre şekillendiğini anlatmak için, diyaliz cihazlarını incelemek çok yerinde olur.

Diyaliz cihazları, böbreklerin işlevini göremediği durumlarda, tıbbî olarak kullanılmaktadır. Hasta belli aralıklarla diyalize bağlanarak, böbreklerin göremediği işlevi cihaz görmektedir. Duruma göre haftada 3-5 kereye kadar bu tedavi devreye sokulmaktadır.

İhtiyaç hâlinde bu bir tıbbî müdahale aracı iken, gerçekte, diyaliz aynı zamanda böbreğin giderek tembelleşmesini de beraberinde getirmektedir. Aslında, tıbben, diyalize bağlanma kararı hekim için son derece titizlikle verilecek bir karardır.

1996 yılından 2010 yılına kadar, cihaz sayısı 80 kat artmıştır.

Her yıl kronik böbrek yetmezliği hastaları, son 10 yılın verilerine göre ortalama %14 büyümektedir. 2010 yılı verilerine göre, 390 özel diyaliz merkezi yılda yaklaşık 35 bin hastaya bakmaktadır. Bu toplam hasta sayısının %70’i olarak düşünülmektedir.

Peki, acaba, bir ülkede, böbrek yetmezliği, nasıl olur da bu denli hızla artar? Acaba, hekimler, kronik böbrek yetmezliği teşhisi ve diyalize bağlanma tedavisi konusunda yeterince titiz olmuyor olabilir mi?

Ülkemizde tıbbî cihaz pazar büyüklüğü, bugün 2,7 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. 2010 yılında bu pazar 1,9 milyar dolar idi.

Şimdi, hepimizin bildiği bir yakınmayı düşünelim, diyelim ki bir özel hastahaneye gittiniz, sizin midenizde bir sorun olduğunu, akşam yemekten sonra fenalaştığınızı söylemiş olasınız. Buna benzer bir örnek, bizzat yaşayan birisinin ağzından şöyledir: Eşini, akşam yemekten sonra fenalaştığı için, ülkenin en büyük özel sağlık kuruluşuna götürür, özel sağlık sigortası vardır. Hastahane, hemen özel sigorta var mı diye sorar. Var olduğu öğrenildikten sonra, 3 saat, çeşitli filmler, röntgenler, MR dahil çekilir ve sonra hiçbir teşhis konmadan 6500 TL ödeyerek hastahaneden çıkılır. İstanbul’da yaşayan çift, Ankara’da yaşayan doktor arkadaşını arar ve durumu anlatır. Ankara’daki doktor, hemen bir hastahaneye gidin ve “yemekten zehirlendim, midemi yıkatacağım” deyin der. Ve sonuçta gerçekten de bir yemek zehirlenmesidir ve mide yıkanması ile tedavi başarılı olur. Peki bu durumda, bu en büyük özel hastahanenin aldığı 6500 TL nedir? İşte size, özel hastahanelerde bir cihaz alındığında, o cihazın maliyetinin çıkarılıp, işletmenin kâr etmesinin sağlanması için uygulanan, pazarlama ve satış tekniklerinden biri. Kanımca, servise giden bir otomobile, hastahaneye giden bir hastadan daha büyük bir saygı ile davranılmaktadır.

İlaç pazarı daha da ilgi çekicidir. Pek çok özel hastahanede doktorlar, ilaç şirketlerinden rüşvet alarak ilaç yazmaktadır. Diyelim ki doktor, her ay benzin faturasını ödeyen firmanın ilaçlarını, duruma uysun uymasın yazmaktadır. Elbette burada bazı küçük hassaslıklar da vardır. Ama bu çarkın işlediği bilinmektedir.

2011 yılında ilaç pazarı, Türkiye’de 13,3 milyar dolardır. Dünya pazarında, son derece büyük oyuncular vardır. YASED’in 2012 yılında hazırlattığı, “Türkiye Sağlık Sektörü Raporu” 54. sayfasında, ilaç pazarının ülkelere göre büyüklüğü konusunda 2011 yılına ait veriler vermektedir. ABD’da pazar büyüklüğü 397 milyar dolardır. Aynı raporda, dünyanın en büyük 10 ilaç firmasının ciroları şöyle verilmektedir (s. 55).

Ciro büyüklüğüne göre dünyadaki ilk

10 ilaç firması

Sıralama                               Firma                                     Ciro

 

1                             Pfizer                                      58,5

2                             Novartis                                 42

3                             Sanofi-Aventis                     40,3

4                             MSD                                       39,8

5                             Roche                                    39,1

6                             Glaxosmithkline                  36,2

7                             Astrazeneca                          33,3

8                             Jonson & Janson                 22,4

9                             Eli Lilly                                  21,1

10                          Abbott                                   19,9

 

Bu ilaç firmaları, acaba hastalıklar da üretmekte midir?

Türkiye’de, ilaç sektörünün en büyükleri ise, aynı raporun, 70. sayfasında yer alıyor.

 

Türkiye İlaç Pazarında En Çok Ciroya Sahip Firmalar (milyon TL)

Firma                                     2010                       2006

Abdi İbrahim                        1120                       657

Novartis                                 950                         663

Bilim İlaç                              752                         448

Pfizer                                      717                         560

Glaxosmithkline                  625                         441

EastPharma                          588                         495

Sanofi-Aventis                     577                         619

Bayer                                     503                         356

Astrazeneca                          475                         356

Sanovel                                 463                         312

 

Bu 10 firma, toplam ilaç pazarının %50’sinden fazlasını elinde tutmaktadır. Bu 10 firmanın uluslararası pazarın büyük firmaları ile ilişkisi de açık olsa gerek. Ülkemizde ilaç sanayiinin üretimi de bunun içindedir. 2011 rakamları ile 13,4 milyar ABD doları olan pazarın, %75’i ülke içinde üretilmektedir.

Pazar, 2006’da toplam olarak 7,9 milyar ABD dolarından, 2011 yılında 13,4 ABD dolarına çıkmıştır.

Peki bu büyüme nasıl gerçekleşiyor?

Ülkemizde, her kişi başına yılda toplam 42 doz antibiyotik kullanılmaktadır. Bunu “bilinçsiz” ilaç kullanımı ile açıklamak yaygın bir eğilimdir. Doğrudur da. Ama bu acaba neye dayanmaktadır? Birçok özel doktor, ilaç firmalarının “tasviyesi” ile ilaç yazarsa, hastanın da kafasına göre antibiyotik kullanma hakkının ortaya çıkması anlaşılmaz değildir.

Önemli bir veri de üretilen ilaç adedidir. Ülkemizde, 11.500 çeşit ilan kullanılmakta ya da tedavüldedir. Oysa bu rakamlar, mesela Almanya’da 4 bin adet civarında, mesela Rusya’da daha da azdır. Ülkemizde, birçok ilaç, etken maddesi azaltılarak, SSK tarafından rahatlıkla verilebilsin diye, ucuzlatılmaktadır. Bu, özellikle, artık tarih olması gereken verem gibi hastalıkların hiç bitmemesi, sürekli antibiyotiklere karşı direnç kazanmasına neden olmaktadır.

Kuşkusuz burada verilen örnekler, sağlık çalışanlarını suçlamak için vb. değildir. Burada sistemin nasıl dejenere olduğunu göstermeye çalışıyoruz.

Acaba bu ilaç şirketleri, bazı hastalıkları “icat” etmekte midirler? Bu sorunun kimseyi şaşırtmadığını biliyoruz. Peki neden?

Acaba sağlık alanına ilişkin kararları kim veriyor, ilaç şirketleri mi? İlaç şirketlerinin bu kararları verdiği bir yerde, nasıl sağlık sistemi iyileştirilebilir?

Aslında, buraya kadar sorunu, birçok açıdan ele alıp, durumu özetlemeye çalıştık. Tekrar olması pahasına, inancımız odur ki, birçok sağlık çalışanı, bu çizilen resmi daha da genişletecek, netleştirecek pek çok bilgiye sahiptir ve bunları ortaya koymak, açıklamak önemlidir.

Şimdi, biraz da, nasıl bir sağlık sistemi kurmalıyız, nasıl bir sağlık politikamız olmalı, yani alternatifimiz nedir sorusunu tartışmalıyız.

Aslında tüm çözüm, sorunu ele alırken içeride saklıdır.

Öncelikle, özel sağlık kurumu, özel hastahane, özel klinik vb. gibi şeyler, gerçekte, sistemin işlememesi nedeni ile vardır. Burada ücretsiz, eşit, kolay elde edilebilir bir sağlık hizmeti, tüm halka sunulmak zorundadır.

İşin iki boyutu vardır, ilki, mahallelerde örgütlenmiş sağlık ocaklarıdır. Bu sağlık kurumları, sık rastlanan sağlık sorunlarının, ayaküstü tedavi edilebilecek olanların, daha ciddi sağlık sorunlarından ayrılarak tedavi edildiği, takip edildiği kurumlardır. Elbette ücretsizdir. Bu kurumlar, aynı zamanda önleyici hekimlik denilen şeyin dayanaklarından da biridir. Yani, sürekli olarak halkın bilinçlendirilmesini sağlayacak olanaklara da sahiptir.

Bu konu ele alındığında hemen, hekim ve hemşire sayısı, sağlık çalışanlarının niceliği ve niteliği meselesi devreye girmektedir. Bu, aynı zamanda üniversite eğitiminin, daha özel olarak tıp eğitiminin de ele alınması demektir. Bu sağlık ocakları ya da kurumları ile tıp eğitimi veren kurumların arasında doğrudan bağlar kurulmalıdır. Belki de bu konu “halk sağlığı” başlığı altında da ele alınabilir. Sağlık ocağı denilen şeyin, bugün bir hekimle hizmet veren, alet ve edevatsız kurumlardan köklü olarak farklı olduğunu anlamak gerekir. Burada, ayakta müdahale edilebilecek hastalıklardan sağlık eğitimine, gebelikten ilaç kullanımına vb. kadar pek çok alanda görevler yerine getirilecektir. Demek ki, bu, tek personelli sağlık ocağı demek değildir.

İkincisi ise, hastahanelerdir. Bu hastahaneler, elbette kamuya ait olacaktır. Elbette kendi içlerinde uzmanlaşan hastahaneler de olacaktır. Bu son derece açık, aslında bilinen bir konudur. Dünyada da son derece güzel örnekleri vardır.

Hastahaneler, sağlık hizmetinin üretilebilmesi için, hastaya beş dakika tanınan kurumlar olamazlar, bundan da çıkarılmaları gerekir. Sağlık sorununun paraya endeksli olarak çözülmeyeceği, bugün çok açıktır. Parayı sağlık alanından tamamen çıkartacak bir sistem gereklidir.

Kuşku yok ki, hastahanelerde kuyruk, bekleme vb. gibi sorunların çözülmesi, son derece kolaydır. Para ve rant alanları ortadan kalkınca, işler daha da kolay çözülecektir.

Elbette ilaç üretimi, devlet denetiminde, devlet tarafından ve gerçek anlamı ile ilaç olacak tarzda düzenlenecektir. Kuşku yok ki, halkın yıllardır birikimi olan uygulamaların, bilimin ışığında ele alınması da, ancak, bu işi örgütleyecek olan sağlık personelinin işi olacaktır. o

“Cellatların döktükleri kan”*

Bugün 13 Aralık.

Bugün Bekir Kilerci’nin Ankara’da işkenceyle katledilişinin yıldönümü.

Ama aynı zamanda, Erdal Eren’in 12 Eylül cuntası tarafından yaşı büyütülerek idam edilmesinin de yıldönümü.

Birkaç gün sonra, devrimci bir üniversite öğrencisinin, Serkan Eroğlu’nun, polisle işbirliği yapmayı reddettikten hemen sonra, üniversite tuvaletinde bulunmasının yıldönümü olacak.

Daha iki ay önce tam burada, garın önünde yüzü aşkın yoldaşımız katledildi.

Birkaç gün önce de, bir polis kurşunuyla herkesin gözü önünde bir “faili meçhul”e kurban giden, ezilenlerin, Kürt yoksullarının avukatı Tahir Elçi’yi toprağa verdik. Cenazesinde, eşinin yanı başında, birkaç yıl önce derin bir devlet kumpasıyla öldürülen Hrant’ın eşi, Rakel Dink duruyordu…

Ve bugün Kürdistan’ın çeşitli illerinde,”terörle mücadele” kisvesi altında hergün kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar katlediliyor.

Geçen gün bir cümle okumuştum bir yerde.

Güzel değil, ama çarpıcı bir cümle. Bizi en iyi anlatan.

“Ölüler arasında yaşıyoruz,” diyordu. “Anımızı ve geçmişimizi sadece ölüler oluşturuyor.”

* * *

Gerçekten de…

Çok gerilere gidip Mustafa Suphi’lerden, Sabahattin Ali’lerden dem vurmayacağım.

Deniz’lerden, Mahir’lerden, Aynur’lardan Suruç’a, Dilek Doğan’a…

Çoğunun yaşı oyuza değmemiş gencecik ölülerle dolu belleklerimiz.

Yanlış anlaşılmasın, onlar İslâmcı fanatikler gibi “şehadet şerbeti içip cennete kavuşma”nın meraklısı değillerdi.

Tersine, onu daha güzel, daha adil, daha özgür kılabilmek adına ölümü göze alabilecek kertede sevdalıydılar hayata…

* * *

Evet, öldürüyorlar.

Polis öldürüyor, asker öldürüyor, “güvenlik güçlerine yardımcı” esnaf öldürüyor, faşist öldürüyor, şimdi de IŞİD’ci öldürüyor.

Yani kısacası, devlet öldürüyor.

Özgürlüğe, eşitliğe, adalete aşık, gencecik insanları katletmek bu devlet için öylesine ısrarlı bir icraat ki, bir zamanlar Nazım’dan, Ahmet Kaya’dan dizeler okuyarak kürsüden timsah gözyaşları döken AKP’li muktedirler de seleflerinden daha az yavuz olmadıklarını kanıtlıyorlar nicedir.

* * *

Peki bu kadar ölüm karşısında bizler ne yapacağız?

Önümüzde iki seçenek var.

Ya yılgınlığa, umutsuzluğa, korkuya teslim olup sinecek, susacağız.

Sürüye katılmayı kabul edeceğiz.

Zaten istedikleri tam da bu.

Boyun eğmemizi, susmamızı, başkaldırmamamızı istiyorlar bizden.

Bizler susalım ki onlar talan, yağma, sömürü düzenlerini rahatlıkla sürdürsünler.

Bizler susalım ki emekçiler her geçen gün biraz daha yoksullaşsın.

Bizler susalım ki Türkiye ve Kürdistan kaynakları üzerindeki yağma devam etsin.

Bizler susalım ki efendiler ülkeyi felaketlere, kana, gözyaşına boğacak savaşlara sürüklesinler.

Evet, tam da bunu istiyorlar.

Ama dostlar, bunu yaparsak, teslim olursak nasıl bakarız ölülerimizin yüzüne?

Ya da…

Ya da “Hayır” demeyi, itiraz etmeyi sürdüreceğiz.

Başkaldıracağız. Haziran’da yaptığımız gibi; işgal altındaki Kürtlerin yaptığı gibi!

Ölülerimizin acısını yüreğimize gömüp sürdüreceğiz mücadelemizi.

Özgürlük talebimizi, eşitlik talebimizi, adalet talebimizi haykırmaya devam edeceğiz.

Kendimizi en çaresiz hissettiğimiz yerde, çarenin biz olduğunu bileceğiz.

Şunu hiç aklımızdan çıkarmayalım.

Devrimciler, sosyalistler her zaman kazanmaz.

Ama kazandıklarında, büyük kazanırlar.

Özgürlüğü, eşitliği, adaleti, gerçek anlamda kardeşliği kazanırlar.

Yani Marx’ın dediği gibi, dünyayı kazanırlar.

Şimdi kaldıralım başlarımızı.

Ve yeryüzündeki tüm devrimci sosyalistleri tek bir yürekte birleştiren marşımızın, Enternasyonal’in son dizelerini terennüm edelim:

“Cellatların döktükleri kan

Bir gün kendilerini boğacak

Bu kan denizinin ufkundan

Kızıl bir güneş doğacak!”

 

N O T L A R

[1] 13 Aralık 2015 günü, Kaldıraç’ın Ankara Garı önünde düzenlediği Bekir Kilerci ve Serkan Eroğlu şahsında devrim şehitlerini anma etkinliğinde yapılan konuşma metni.

[2] Cemal Süreya.

 

Aramızdalar… Şimdi ve daima…

Bundan 18 yıl önce katledilen Kaldıraç dergisi yazarı Burhanettin Akdoğdu (Bekir Kilerci) ve Ege Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğrencisi Kaldıraç okuru Ali Serkan Eroğlu, eylemlerle anılıyor. Ankara ve İstanbul’da eylemler yapılırken, Bekir Kilerci Bandırma’daki mezarı başında da anma düzenlendi.

Ankara, İzmir, İstanbul, Antakya, Mersin, Edirne’de Aralık ayı başından itibaren afişler, bildiriler, yazılamalar ve üniversitelerde ve meydanlarda açılan standlar ile Bekir Kilerci ve Serkan Eroğlu’nun devrimci kişilikleri ve mücadelelerinin anlatıldığı etkinlikler dizisi bugün yapılan yürüyüş ve eylemlerle devam etti.

İSTANBUL

Kadıköy’de Etkinlik ve Yürüyüş Düzenlendi

12 Aralık 2015 Kadıköy AKA-DER’de düzenlenen anma etkinliğinde AKA-DER adına Ekim Çiftçi ve Kaldıraç adına Hakan Dilmeç konuşma yaparak, insanlık tarihinin zulme karşı direniş tarihi olduğunu, devrimci mücadelenin uzun soluklu olduğunun altını çizerek, işçilerin, halkların mahkum edildiği karanlığı parçalamanın yolunun örgütlü mücadeleden geçtiğini vurguladılar.

Hazırlanan sinevizyon gösteriminde dünya devrimci mücadele tarihinden, Anadolu’ya önderler ve direnişler yer aldı. Anadolu tarihinin katliamlar ve direnişler tarihi olduğu vurgusu yapılan filmde Deniz Gezmiş’lerden, Mahir Çayan’a, İbrahim Kaypakkaya’dan Mazlum Doğan’a, Erdal Eren’den, Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu’na, Kobanê direnişinde ölümsüzleşenlere kadar mücadeleye ışık tutanlar anılarak, halkların ortak mücadelesinin kapitalizm karşısında zafere ulaşacağı vurgulandı.

13 Aralık pazar günü Kadıköy’de Kaldıraç, AKA-DER, İşçi Gazetesi ve Özgür Lise çağrısı ile toplanılarak sloganlarla Kadıköy sokaklarında hem katledilen devrimcileri andı, hem de mücadele, direniş ve örgütlenme çağrısı yapıldı.

Yürüyüşte devrimci önderlerin yanı sıra, 13 Aralık 1980’de idam edilen Erdal Eren’in, Ankara ve Suruç’ta katledilenlerin fotoğrafları taşındı. “Amed, Suruç, Ankara Bu kan denizinin ufkunda kızıl bir güneş doğacak” pankartıyla yapılan yürüyüşte sık sık “Komutan Bekir Yaşıyor Anadolu Savaşıyor”, “Ali Serkan Eroğlu Kavgamızda Yaşıyor”, “Katil devlet hesap verecek”, “Adalet halkların elleriyle gelecek”, Kahramanlar ölmez mutlak hesap sorulacak” sloganları atıldı.

Yürüyüş boyunca konuşmalar yapılırken, Gezi Direnişi’nde ölümsüzleşenler de isimleri okunarak anıldı.

Khalkedon meydanında sona eren yürüyüşün ardından saygı duruşu gerçekleştirildi. Ardından yapılan konuşmada “Reyhanlı’dan, Amed’e, Amed’den Suruç’a, Suruç’tan Ankara’ya, Ankara’dan Beyrut’a, Beyrut’tan Paris’e, Bağdat’a, Lazkiye’ye… Günler ölüm haberleri ile geliyor. Cizre’de Nusaybin’de, Silvan’da, Yüksekova’da, Derik’te… bir halk katil sürülerinin kuşatması altında direniyor. Hrant Dink gibi, Tahir Elçi gibi, halkların acılarına, direnişlerine yüreklerini açmış, vicdanlarını kendilerine dayanak yapmış yürekli insanlar sokak ortasında infaz ediliyor.” denildi.

Açıklamada, emperyalist paylaşım savaşında insanların katledildiği, çocukların cansız bedenlerinin sahile vurduğu hatırlatıldı.

İşçilerin alın terinin sömürüldüğü, işçi cinayetlerinde katledildikleri, doğanın kentlerin rant uğruna yağmalandığı, kadınların, LGBTİ bireylerin katledildiği kapitalist-emperyalist sistemin fazladan ömür sürdüğü vurgulanarak şunlar söylendi:

“Tüm bu karanlığın içinde hala sınıfsız ve sınırsız bir dünya hayalini örgütlemeye çalışanlar da var.

Bugün tarih bize tekrar gösteriyor; bu kan denizinin ufkunda kızıl bir güneş doğacak. İnsanlık nefes alacaksa eğer bu sosyalizmle olacak”.

Spartaküsten, Bedreddinden, Börklüce’den Paris Komüncülerinden bilindiği üzere insanın en onurlu eyleminin isyan olduğu hatırlatılan açıklama şöyle devam etti:

“Komutan Bekir, rüzgarın karşıdan estiği, devrimciliğin ahmaklık olarak pompalandığı, sosyalizmden dönmenin göklere çıkarıldığı bir dönemde atıldı kavgaya. Ali Serkan tertemiz yüreği ile bu kavgaya omuz verdi.

Tıpkı kendi geleceği emekçi halkların geleceğine bağlayıp toprağa düşen binlerce devrimci gibi. Tıpkı Suruç’ta, Ankara’da öldürülen yoldaşlarımız gibi. Hrant Dink gibi, Tahir Elçi Gibi. Mahir gibi, Deniz gibi, İbo gibi. Tıpkı Che gibi.

Tarihimizden, bugünümüzden öğrenerek örgütlenerek yürüyeceğiz.

Ya sosyalizm ya ölüm diyerek söz veriyoruz. Yoldaşlarımızın hayallerini gerçeğe çevireceğiz.

Emperyalist paylaşım savaşında, insanlar katliama uğruyor, yerinden yurdundan ediliyor, kadınlar köle pazarlarında satılıyor, ölülerimiz buzdolaplarında saklanıyor. Bebeklerin cansız bedenleri sahile vuruyor.

İşçilerin alın terinin sömürülmesi yetmiyor, madenlerde, inşaatlarda, tersanelerde, fabrikalarda, yollarda onar onar, yüzer yüzer al kanları içiliyor

Araştırmacı Yazar Temel Demirer de eylemde mücadele tarihinin bugüne ışık tuttuğunu anlatan coşkulu bir konuşma yaptı.

Bekir Kilerci’nin şiirlerinin okunduğu eylem, marşlar ile sona erdi.

AKA-DER Sarıgazi Şube anma etkinliği

12 Aralık Cumartesi akşamı, Sarıgazi AKA-DER şubede 18 yıl önce güneşe uğurladığımız ortaklarımız Bekir ve Ali Serkan ortaklarımızın anmasını gerçekleştirdik.

Açılış konuşması ve ortaklar nezdinde devrim şehitleri anısına saygı duruşuyla başlayan etkinliğimiz, ortakların şiirleri ve sinevizyonla devam etti.

Şubeden bir ortağın konuşması ve en son Temel Demirer hocanın konuşmasıyla anma etkinliğimiz sona erdi.

AKA-DER Sarıyer Şube anma etkinliği

“Bundan 18 yıl önce devlet tarafından katledilen Ortaklarımız Bekir Kilerci, Ali Serkan Eroğlu, Erdal Eren ve onların nezdinde tüm devrim şehitlerini anmak için bir araya geldik.

Etkinliğimiz AKA-DER adına yapılan konuşma ile başladı. Konuşmada ‘Geleceği görenlerin ve geleceği yaratanların kararlılığıyla mücadele eden Bekir’den çok şey öğrendik. Ali Serkan’ı hep insan olmanın çığlığı, insan kirlenmesine verilen yanıt olarak anlatırız. Bize düşen onların bıraktığı yerden, kararlılıkla mücadeleyi yürütmektir.’ denildi ve saygı duruşunda bulunuldu.

Saygı duruşunun ardından yoldaşlarımız için hazırlanan sinevizyonu izledik ve bir arkadaşımız Bekir Kilerci’nin ‘Kimlik Kartı’ şiirini okudu.

 

Etkinliğimiz söyleşiyle devam etti. Söyleşide Bekir Kilerci’nin ve Ali Serkan Eroğlu’nun hayatlarına değinildi ve onların bugün bizim için ne anlama geldiği konuşuldu. Bekir’in yaşamıyla, mücadeleyi büyütmek için ortaya koyduğu inatçı ruhuyla bize örnek olduğu, Ali Serkan’ın sanata olan tutkusu vurgulandı ve bugün onların yaşamlarına bakarak kendimizi, devrimci yaşamı sorgulamamız gerektiği, direnişi büyütmek için daha fazla sorumluluk almamız gerektiği vurgulandı.

Etkinliğimiz Bekir Kilerci’nin ‘Ortak’ şiirinin okunmasıyla sonlandı.”

ANKARA

Ankara’da 10 Ekim’de bombaların patladığı Gar önünde toplanılarak, Bekir Kilerci, Serkan Eroğlu, Erdal Eren nezdinde katledilenler ve devrim şehitleri anması gerçekleştirildi.

Ankara’da 13 Aralık 1997 yılında TEM Şubesinde işkencede katledilen Kaldıraç Dergisi yazarı Bekir Kilerci ve polisin muhbirlik teklifini kabul etmediği için 24 Aralık 1997’de Ege Üniversitesi’nin tuvaletinde, işkenceci polisler tarafından asılarak katledilen Ali Serkan Eroğlu şahsında tüm Devrim Şehitleri için Ankara’da anma etkinliği düzenlendi.

 

Kaldıraç tarafından düzenlenen etkinlik, devrim yolunda şehit düşen tüm yoldaşlar adına saygı duruşuyla başladı. Saygı duruşunun ardından Aka-Der Sanat Atölyesinin hazırlamış olduğu “Dün, Bugün, Yarın” başlıklı Sinevizyon gösterimi yapıldı.

Anma, Ali Serkan Eroğlu’nun etkinliğe katılamayan ablası Aylin Eroğlu’nun gönderdiği mektubun okunmasının ardından “Tek Başına Mırıldanma, Birlikte Söyleyelim” şiarı ile yola çıkan Rosa Kadın korosunun devrim şehitleri için söylediği şarkı ve marşlarla devam etti. Halkın yanında halkla sanat yapmak amacıyla bir araya gelmiş Ortak Sahne Bekir Kilerci’nin “toplantı ya da Küçük Bir Zafer” adlı öyküsünden uyarladığı “Bir gün Yine İşyerindeyiz” adlı oyununu oynadı. Ortak Sahnenin ardından kapanışı “Zafere Dek En Güzel Şarkımız isyandır” diyen Liberte Müzik Grubu yaptı.

“Devrim Şehitleri Ölmez”, Kahramanlar Ölmez Mutlak Hesap Sorulacak” sloganlarının atıldığı salonda program, “13 Aralık’ta 101 Barış Şehidi verdiğimiz Ankara Gar önünde Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu nezdinde tüm yoldaşlarımız anısıyla tarihimizi bir kez daha hatırlayıp hatırlatacağız” denilerek, 13 Aralık Ankara Garı önüne yapılan çağrıyla sona erdi.

Serkan’ı Anmak…*

Serkan’ı anmak için bugün sizlerle olmak isterdim. Onun yerine size sözlerimi gönderiyo­rum. Anmak için toplandınız, onun ve kendim adına teşekkür ediyorum. Aslın onu anmak için böyle toplanmaya bile gerek yok. Bir kitap okumak, bir gözlerini kapatıp kendini dinlemek, bir çocuğun gözlerine sevgiyle bakmak, hayattan keyif alarak, çevremize iyilik saçmak yeterli. Çünkü o öyle biriydi. Hayat boyunca dokunduğu her şeyi güzelleştirdi, konuştuğu herkesi iyiliğe ve sevgiye davet etti. Baktığı yerlerde çiçekler açtı. Ölümü bunu değiştiremez, şimdi sizler bak­tığınız, bastığınız yerlere sevgi ve iyilik tohumla­rı ekin.

Eğer bir yerlerde o’na dair ufacık bir bilinç kırıntısı mevcutsa, bu onu çok mutlu edecektir.

Sevgiyle ve mutlulukla kalın

Keyifle ve bilinçle yaşayın

Aylin Eroğlu Şimşek

(* 4 Aralık 2015 Cuma günü Ankara Yeni Sahne’de yapılan Anma etkinliğinde okunan mesaj)

4 Aralık 2015, Ankara, Yeni Sahne

Ankara’da 10 Ekim’de bombaların patladığı Gar önünde toplanılarak, Bekir Kilerci, Serkan Eroğlu, Erdal Eren nezdinde devrim şehitleri anması gerçekleştirildi. Saygı duruşuyla başlayan anma etkinliği konuşmalarla devam etti. Sibel Özbudun’un konuşmasını “Katlediliyoruz bu yolda çok şehit verdik bugünde 17 yaşında astırı­larak katledilen Erdal Eren, Burhanettin Akdoğdu için toplandık Enternasyonal’in son dizelerinde dediği gibi Bu kan denizinin ufkunda kızıl bir güneş doğacak” diyerek bitirdi. Etkinlik Kaldıraç Konuşmasıyla devam etti. Etkinlik ortakların şiirlerinin okunmasıyla devam eden etkinlik slo­ganlarla son buldu. Sonrasında Sakarya Meyda­nında da bir anma etkinliği gerçekleştirildi. Saygı duruşuyla başlayan anma Ajitasyonlarla devam eden anma şiirlerle ve sloganlarla bitirildi.

13 Aralık Ankara Garı Önü

Ali Serkan Eroğlu ve Bekir Kilerci yoldaşı­mızın katledilişinin 18. yıldönümünde Tuzluçayır Mahallesinde yapılan anma yürüyüşünde Ciz­re, Sur, Kobane direnişleri, devrimci mücadele tarihimiz, halklara karşı yapılan baskı ve zulüm üzerinde duruldu. Devletin bugünlerde göstermiş olduğu şiddete karşı örgütlenmek gerektiği vur­gulandı. Anma yürüyüşünde “Katil Devet Hesap Verecek”, “Adalet Halkların Elleriyle Gelecek”, “Kahramanlar Ölmez Mutlak Hesap Sorulacak” sloganları atıldı. Bekir Kilerci’nin ve Ali Serkan Eroğlu’nun şiirlerinin okudugu eylem sloganlarla sona erdi.

24 Aralık 2015, Mamak

AKA-DER Sanat Faaliyeti devlet tarafından katledilen Ali Serkan Eroğlu anmak üzere “24 Aralık Ege Üniversitesinde Asılarak katledilen yoldaşımız Ali Serkan Eroğlunu unutmayacağız.” diyerek Yüksel caddesine pankart astı.

 

İZMİR

İzmir’de Bekir Kilerci ve Serkan Eroğlu Nezdinde, Katledilenler Anıldı

Balçova’da stickerlarımızla anmamıza çağrı yaptık.18 Aralık’ta ise bu çalışmamızı Karşıyaka İzban’a taşıdık.

18 Aralık-Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu şahsında devrim kahramanlarını anma etkinlikleri kapsamında, Çanakkale yolunda işçi servislerinin güzergahına yoldaşlarımızın resminin bulunduğu “Kahrolsun Tekelci Polis Devleti” yazılı pankartı astık.

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu nezdinde devrim şehitleri İzmir’de anıldı.

18 Aralık Cuma günü Alsancak Kıbrıs şehit­lerinde gerçekleştirilen anma programı yapılan Bekir Kilerci’nin Kondu Savaşçısı şiiri okunarak başladı. Okunan şiirden sonra Anadolu ve Kürdis­tan’da mücadele edip ölümsüzleşen tüm yoldaşla­rımız adına 1 dakikalık saygı duruşunda duruldu.

Anma etkinliğimizde yenikapı tiyatrosu “BA­RIŞ” adlı oyununu oynadı.

Ali Serkan Eroğlu’nunda kurucuları arasında yer aldığı Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu yönet­meni ve Ali Serkan Eroğlu’nun arkadaşı Vedat Kuşku bizlere Serkan’ın mücadelesini ve kişiliğini anlattı.

Praksis Müzik grubu ve Duvara karşı tiyatro topluluğunun hazırladığı meçhur öğrenci anıtını dinledik.

Anma etkinliği boyunca yoldaşlarımızın şiirleri okundu. Anma etkinliği boyunca bu mü­cadelede yitirdiğimiz yoldaşlarımızın fotoğrafları taşınırken, dayanışmayı da gösterdiğimiz kızıl fla­malarımız siper yoldaşlarımız tarafından taşındı.

Anma etkinliğimiz dayanışma sloganları ile son buldu.

Yapılan anma etkinliğine Devrimci Gençlik Birliği, Birleşik Devrimci Parti, Öğrenci Kolek­tifleri, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu ve Yenikapı tiyatrosundan dostlarımız destek verdi.

(18 Aralık 2015)

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu şahsında devrim kahramanlarını bugün Ulukent’te andık.

Ulukent Alevi Yol Şubesi’nde yapılan anma etkinliği Anadolu ve Kürdistan’da mücadele edip ölümsüzleşen tüm yoldaşlarımız adına yapılan saygı duruşu ile başladı.

Saygı duruşunun ardından bir ortağımız Bekir Kilerci’nin “Kenardakilere” adlı şiirini okurken şiirden sonra sinevizyon gösterimi yapıldı.

Kaldıraç adına yapılan konuşmada yoldaşla­rımızın yaşamı anlatılırken “Bugün bir kaç saat sonra burada Maraş Katliamı anması yapacağız, aslında sırf bu bile ne denli katliamlar tarihi için­den geldiğimizin kanıtıdır. Bizler Bekir Kilerci ve Ali Serkan’ın yoldaşları onları anmanın her gün mücadele etmek olduğunun bilinciyle kavgaya devam edeceğiz” dendi.

Konuşmanın ardından “Alevi Yol Gençlik Hareketi” Bağlama Ekibi ezgileriyle anmamıza katkıda bulundular.

Etkinlik biterken düşüncelerini aktaran Alevi Yol Kültür Dernekleri Ulukent Şubesi Gençlik Kolları’ndan Fırat Sutmak “Bugün biz Aleviler de biliyoruz ki Örgütsüz toplum hiç bir şey yapamaz, daha fazla örgütlenmeli, daha fazla mücadele etmeliyiz” dedi.

(19 Aralık 2015)

Menemen’de Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu şahsında devrim kahramanlarını anma etkinliği yapıldı.

HDP Menemen İlçe Bürosunda yapılan etkin­lik Özgür Anadolu ve Kürdistan mücadelesinde ölümsüzleşenlere saygı duruşuyla başladı.

Saygı duruşunun arkasından Ali Serkan Eroğ­lu ve Bekir Kilerci’nin şiirleri okundu.

Hazırlanan sinevizyonun gösteriminin ar­dından Kaldıraç adına yapılan konuşmada Bekir Kilerci’nin bu mahallede izlerinin olduğu hep birlikte bu izleri daha da belirginleştirmek gerek­tiği vurgulanırken “Bugün bu salonu hazırlarken katliamlar tarihi sergisi yaptık, duvarlara sığma­yacak kadar çok katledildiğimizi bir kez daha gördük. Ama bizim de arkamızda Deniz’lerin, Mahir’lerin, İbo’ların, Mazlum’ların, Bekir’lerin, Ali Serkan’ların mücadele tarihi var, Veysel’in gülüşüyle biz kazanacağız” dendi.

Konuşmanın ardından Alevi Yol Kültür Dernekleri Ulukent Bağlama Topluluğu Aralık ayında yaşanan tüm katliamlara ilişkin ezgilerini seslendirdi.

Müzik dinletisinin ardından etkinliğe katılan bir dostumuz Kürtçe “Helbest” adlı şiiri okurken etkinlik “Bekir ve Serkan’ın düşlerini gerçekleştir­mek için mücadeleyi daha da yükseltme” çağrısıy­la bitirildi. (20 Aralık 2015)

Bugün Ege Üniversitesi’nde ortağımız Ali Serkan Eroğlu için anma etkinliği gerçekleştirdik. Merkez kütüphane önünde gerçekleştirilecek olan anma öncesinde oturulmaması için çimleri sulayan okul yönetimi, polisler ve ögb ile birlikte bizleri ablukaya aldı.

Saygı duruşunun ardından Serkan’ın şiirlerini okuduğumuz esnada ÖGB şefi gelip “Bu şekilde oturamazsınız” diyerek saldıracaklarını söyledi fakat anma etkinliğimizi sürdürdük.

Ali Serkan ortağımızın yaşamının anlatıldığı, mücadelesinin bugünkü öneminin vurgulandığı anma konuşmaların ardından sona erdi. Fakat ögb ve polis okuldan çıkana dek tacizini sürdürdü.

(23 Aralık 2015)

Ali Serkan Eroğlu’nun ölüm yıldönümünde Tire’deki mezarı başında anma etkinliğimizi gerçekleştirdik.

1997’de devlet tarafından katledilen ortağı­mız Ali Serkan Eroğlu için Tire’deki mezarlığa vardığımızda 4 araçla gelen jandarmalar ve sivil polislerle karşılaştık. Jandarma komutanı, hiçbir propaganda malzemesi kullanmayacağımızı söy­ledi,bizlerse planladığımız anmayı gerçekleştir­mek üzere ortağımızın mezarının bulunduğu yere gittik.

Ali Serkan Eroğlu nezdinde tüm devrim şehitleri için saygı duruşuyla başladığımız anma programımızda Kaldıraç adına konuşma yapıldı. Konuşmada, insan olmanın ve insan kalmanın bu­günkü önemine değinilerek “Bugün Kürdistan’da zırhlı araçlarla karşımıza çıkan, her gün başka bir yerde infaz edilen devrimciler olarak gördüğümüz ve Ortadoğu’da IŞİD adı altında beslenen ve bizi çevreleyen bu barbarlığa karşı Serkan’ın ‘insan olma çığlığı’nı yükseltmeliyiz” denildi.

(24 Aralık 2015)

ADANA

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu Ada­na’da anıldı.

İnönü Parkı’nda gerçekleştirilen anma eylemi Bekir’in ve Ali’nin nezdinde tüm devrim şehitlerinin anısına saygı duruşu Şafak Yıldız’ın şiiriyle başladı. ‘Kahrolsun Tekelci Polis Devleti’, ‘Komutan Bekir Yaşıyor, Anadolu Savaşıyor’ , ‘Ali Serkan Eroğlu Ölümsüzdür’ , ‘Bekir Kilerci Ölümsüzdür’ , ‘Erdal Eren Ölümsüzdür’ , ‘Katil Devlet Hesap Verecek’ , ‘Bu Maya Tutacak, Bu Gemi Zafere Ulaşacak’ sloganlarıyla devam eden ve basın açıklamasının okunmasının akabinde Bekir Kilerci’nin ‘Ortak’ şiirinin okunmasıyla sona erdi.

(13 Aralık 2015)

 

Ferfecir Sanatevi’nde salon anması gerçekleştirildi.

Saygı duruşuyla başlayan ve Sinevizyon gösterimi ile devam eden etkinlikte, Bekir’in ve Ali Serkan’ın hayat hikayelerinden parçalar, de­neyimler konuşulduktan sonra Onların şiirleri ve yazdıkları öyküler okundu. Mukavemet grubunun devrim şehitleri anısına hazırladıkları türkülerle ve marşlarla devam eden etkinlik, dinletinin akabinde sona erdirildi. (13 Aralık 2015)

EDİRNE

Edirne’de bekir kilerci ve ali serkan eroğlu nezdinde devrim şehitlerini andık.

Anma kapsamında Trakya Üniversitesi du­varlarına ve şehrin sokaklarına yazılamalar yaptık. Yazılamalarda ortaklarımıza ve tüm devrim şe­hitlerine değinirken, katliam geleneğini sürdüren devletin Kürdistan’daki ablukalarına, katliamları­na ve oradaki direnişe de yer verdik.

Bundan tam 18 yıl önce yıldızlara uğurla­dığımız yoldaşlarımız, ortaklarımız için anma etkinliği gerçekleştirdik. Saygı duruşuyla başlayıp sinevizyon gösterimiyle devam eden etkinlikte ‘’yoldaşlarımızın mücadelelerine, serüvenlerine onların yazdıkları ve onlara yazılanlarla tanık­lık edebiliriz’’ diyerek şiirler, öyküler okuyarak sürdürdük. Etkinliğin sonunda gerçekleştirdiğimiz şiir atölyesiyle birlikte ortaklarımızı yeni tanıyan dostlarla şiirleri kağıtlara yazarak; başka insanlara, bulunduğumuz noktalara dağıtıp şiirlerini daha çok duyurma, tartışma kararı alarak etkinliğimizi sonlandırdık.

Anıları mücadelemizde yaşayacak!

Devrim şehitleri ölümsüzdür!

İstanbul Üniversitesi

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu ortakla­rımızı anmak için afişleme çalışmaları yapıldı, masa açıldı. Saat 13’te merkez kampüs havuzlu bahçede gerçekleşecek olan anmadan önce fa­külteye özel güvenlik, sivil polis ve çevik kuvvet konuşlandı. Kitlenin toplanması ile anma başladı. Polis kitleyi ablukaya aldı ve darp edilerek 14 kişi gözaltına alındı.

Aynı esnada kendisini Özgür-Der olarak ifade eden bir grup, öğrenci kolektiflerinin afişlerini indirmeye cüret etti.

Üniversitenin gözaltına alınmayan öğrencileri amfileri dolaşarak üniversiteye yönelik düzenli polis saldırısını teşhir etti.

Ayrıca öğrenci kolektiflerinin afişleri de toplu bir biçimde tekrar asıldı.

(24 Aralık 2015)

Çukurova Üniversitesi

Bekir Kilerci ve Ali Serkan Eroğlu anması için yapılan çalışmalar.

Ali İsmail Korkmaz Alanı’na, fakültelere ve yemekhaneye ‘Yolunuz Yolumuzdur’ şiarlı afişler asıldı. Fakülte duvarlarına, dersliklere, Ali İsmail Korkmaz alanına Bekir Kilerci şiirleri yazıldı.

(3 Aralık 2015)

Yemekhane duvarlarına renkli kağıtlara yazılan Ali Serkan Eroğlu ve Bekir Kilerci şiirleri asıldı.

(10 Aralık 2015)

Üniversitede yapılmak istenen anma etkinliği Cuma namazından çıkan grubun Ali İsmail Kork­maz Alanı’na saldırmasıyla, eylem, fiili çatışma haline evrildi ve yapılmak istenen anma etkinliği çatışmalardan dolayı gerçekleştirilemedi.

(11 Aralık 2015)

Ankara Üniversitesi

24 Aralık Perşembe günü katledilişinin 18. yılında Ali Serkan Eroğlu, Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsünde, Cebeci öğrencisi tarafından kendi bölümü olan İletişim Fakültesi önünde anıl­dı. Anma 16.00 da sloganlarla başladı. Saygı du­ruşu, şiirler ve basın açıklamasının ardından anma yine sloganlarla sonlandırıldı. Anma sırasında “Ali Serkan Eroğlu İnsan Olmanın Çığlığıdır! Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!” yazılı ozalit açıldı.

Yaşatmak için barışa ses ver!

Ortadoğu’da on yılı aşkın süredir halklar için tam bir yıkıma dönüşen emperyalist savaş yaşanmakta; AKP/Saray iktidarı, bu savaşta işlenen suçlara gönüllü olarak ortaklık yapmaktadır.

Sürdürülen mezhepçi politikalarla, Ortadoğu’da halklar arasında düşmanlık körüklenmektedir. AKP’nin de desteklediği cihatçı çeteler eliyle yüzbinlerce insan öldürülmüş; milyonlarca insan yerinden yurdundan edilmiş; kadınlar köle pazarlarında satılır; çocukların cansız bedenleri kıyılara vurur hale gelmiştir.

Dışarıda boğazına kadar kirli savaş batağına saplanmış olan Saray ve AKP Hükümeti içerde saldırılara, yasaklara karşı mücadele eden güçlere savaş açmıştır.

Özellikle 7 Haziran seçimleri öncesi başlayan saldırılar, Suruç katliamı ile bir topyekûn savaşa dönüşmüştür. Anayasa rafa kalkmış, yasaların yerini savaş uçağı, tank, top ve silahlar almıştır. Temmuz ayından bu yana, Silvan’dan Nusaybin’e, Cizre, Silopi, Yüksekova, Derik, Sur’dan Kerboran’a sokağa çıkma yasakları ile beraber Kürt halkına karşı planlı katliamlar gerçekleştirilmektedir.

Kürt halkının demokratik bir Türkiye’de bütün halklarla eşit ve özgür koşullarda yaşama talebi, bu yönde elde ettiği kazanımlar sokak sokak, ev ev ezilmeye çalışılıyor. Kendi kendini yönetme hakkının bir ifadesi olan özyönetim direnişi kırılmaya çalışılıyor. Sokak aralarında tanklar geziyor, evleri, camileri, kiliseleri, okulları, mezarlıkları yıkıyor, yakıyorlar. Sokağa çıkmak zorunda kalan insanlar keskin nişancılar tarafından vuruluyor. Cenazeler polis araçlarının arkasında sürükleniyor; cansız bedenler günlerce yol ortasında kalıyor; anne-babalar çocuklarının gözü önünde ölüyor; annelerin kucaklarına düşen çocuklarının cansız bedenleri buzdolaplarında saklanıyor.

Batıda, bu savaşa dur demek, insanca, barış içinde yaşama isteğini haykırmak için sokağa çıkan insanlar, 10 Ekim’de Ankara’da devletin patlattığı bombalarla katlediliyor. En ufak bir eyleme dahi izin vermeyen devlet insanları evlerinde infaz ediyor. Bütün dünyanın bildiği savaş suçlarını ifşa eden, yaşanan gerçekleri yazan gazeteciler tutuklanıyor, kaçırılıp tehdit ediliyor. Kitaplar toplatılıyor, insanlar sosyal medya paylaşımları nedeniyle cezaevine atılıyor.

Ne var ki, tüm bu vahşet, Kürt halkının direnişini daha kararlı hale getirmek dışında, direnişin yayılması dışında bir sonuç vermiyor, vermeyecek.Türkiye’nin işçileri, emekçileri, demokrasi güçleri Kürt halkının bu direnişi yanında saf tutacak, Saray ve Hükümeti’nin faşist saldırılarına karşı birlikte göğüs gerecektir.

Emek örgütleri DİSK, KESK ve TMMOB, Savaşa Karşı Barış için 29 Aralık 2015 salı günü hizmet üretmeyi bırakacağını ilan etmiş bulunuyor. İstanbul Emek ve Demokrasi Koordinasyonu olarak “Barışın Tarafındayız” diyerek bileşenlerimiz DİSK, KESK ve TMMOB’un iş bırakma eylemini destekliyoruz. İstanbul halkını da savaşa, baskıya ve yasaklara karşı omuz omuza mücadele etmeye çağırıyoruz.

İSTANBUL EMEK VE DEMOKRASİ KOORDİNASYONU

Suriye’de değişen stratejik dengeler

Savaşın yoğunlaşmış haliyle diplomatik-politik arayışlarındaki yoğunluğun eş zamanlı ve birbirine paralel gelişmesi de güç ilişkilerinin zorunlu ve kaçınılmaz bir sonucu olarak görmek mümkündür.

Suriye’de gelişmelerin her aşama politik-stratejileri etkilemekte ve her aşamada yeni hamlelerin yapılmasına yol açmaktadır. Ancak Rusya uçağının düşürülmesi, Suriye’deki askeri ve politik dengeleri geçmişten farklı olarak bütünüyle değiştirdi. Bu sürecin kaybedenleri ve kazananları çok daha belirgin olarak ortaya çıktı. Bir bakıma ‘uçağın düşürülmesi öncesi ve sonrası’ olarak tanımlayabileceğimiz yeni süreç önümüzdeki birkaç ay içerisinde askeri ve politik dengelerin bütünüyle netleşeceğini ortaya koyuyor.

Rusya’nın Suriye’de başlattığı çok kapsamlı askeri operasyonlar hem küresel ve bölgesel güçlerin stratejilerini hem de Suriye’deki iç politik dengeleri de çok yönlü değiştirdi.

Rusya’nın ve Esad askeri güçlerinin IŞİD ve El Nusra merkezli Fetih ordusuna karşı başlattığı askeri operasyonlar, başta ABD olmak üzere bölgede aktif olmaya çalışan bütün güçlerin pozisyonlarını zorunlu ve kaçınılmaz olarak yeniden belirledi. Özellikle Türkiye’nin Suriye stratejisini önemli ölçüde işlevsizleştirdiği, tersine Esad’ın hâkimiyet alanlarının çok hızla genişlediği hemen herkesin gördüğü bir realitedir. Peki, Türkiye başarısızlıktan sorumlu gördüğü Rusya’ya karşı bir hamle yapma gereği mi duydu yoksa bir biçimiyle yönlendirildi mi? Bu sorunun yanıtını peşinen vermek zor. Ancak uçağın düşürülmesi Türkiye’nin bölgesel inisiyatifini çok ciddi oranda bitirdi.

Rusya’nın uçağın düşülmesinden sonra Suriye’de panikleyeceğini düşünenler ve özellikle Türk devletini yönetenler yanıldı. Rusya stratejik S300 ve S400 füze sistemlerini Suriye’ye yerleştirmekle kalmadı, Suriye hava sahasını kontrol altına aldı. Böylelikle ABD uçakları dahi operasyonlar için Rusya’da izin almak zorunda kaldıklarını açıkladılar. Ayrıca Rusya’nın gelişmiş stratejik bombardıman uçaklarını Suriye’ye yerleştirdiler. Ak Denize önemli bir askeri güç yığan Rusya, savaş gemileriyle operasyona aktif destek vermeye başladı. Tank, top gibi zırhlı araçları da kullanarak kara savaşına da katılmaya başladı. Putin’in uluslararası gazetecilere yaptığı değerlendirmede şu açıklaması Moskova’nın bakış açısını ortaya koyuyor: “Türkiye eskiden Suriye’nin hava sahasını sürekli olarak ihlal ediyordu. İsterse, buyursun şimdi de etsin.”

Rusya, Suriye’deki savaşın seyrini tek başına değiştirdi ve Esad bağlı askeri güçler, son iki ayda çok önemli mevziler elde ettiler. Suriye ordusu önümüzdeki birkaç ay içerisinde Humus, Hama, İdlib, Halep bölgelerini bütünüyle kontrol altına alarak müzakere masasında tahmin edilenden daha güçlü oturmayı ve politik dengeleri kendi lehine dönüştürmeyi planlıyor. Rusya’ya ait olan bu planın öncelikli adımlarından biri İslamcı örgütlerin denetiminde olan havaalanlarının kontrol altına alınmasıdır. Plan başarılı bir şekilde işliyor Rusya, hem Suriye’nin askeri fabrikalarını işlerli hale getiriyor hem de kendisine ait tank, top gibi kara araçları Esad ordusunun hizmetine sunuyor. Kara harekâtı ile hava operasyonları eş zamanlı birbirini tamamlar düzeyde ilerlemesiyle Radikal İslami güçlere önemli darbeler vuruluyor. Uluslararası alanda çok ciddi olarak sıkışmış olan Türkiye’nin askeri destek verememesi nedeniyle güç kaybeden El Nusra merkezli Fethi Ordusu ele geçirdikleri bölgeleri terk etmek zorunda kalmaya başladı.

Rusya’nın stratejisi Türkiye’yi çok yönlü kuşatmaya almaktır. Ekonomik yaptırımlarla başlayan, politik ve diplomatik adımlarla ilerleyen sürecin iki önemli noktası bulunuyor. Türkiye’nin uluslararası ilişkiler de ve bölgesel ilişkilerde Türkiye’nin etkisizleştirilmesidir. Moskova bu planı çok kapsamlı ve kararlı bir şekilde uyguluyor. Öncelikli olarak Suriye merkezli ilişkilerde Türkiye’nin etkisinin bütünüyle kırılmasını sağlamaktır. Buna ilişkin veriler ortaya çıkmaya başladı. Rusya’nın Suriye’de artarak gelişen operasyonlarının önemli bir nedeni de Türkiye’nin askeri olarak kuşatılmasıdır. Öyle ki Türkiye’nin Suriye’ye yönelik ne bir uçağı kalkıyor, ne de kara da bir adım atabiliyor. Bu şansı kalmadı denebilir. Türkiye’nin Suriye’ye yönelik en küçük bir askeri hamlesi Rusya tarafından çok ağır bir şekilde yanıtlanacaktır. Rusya karşısında etkisizleşen Türkiye için iki çarpıcı örnek var: Rusya’ya ait bir askeri geminin boğazlarda geçerken, bir askerin omzunda 4,2 km menzile sahip bir roketle gövde gösterisi yapması oldu. Türk devlet yöneticilerinin bunun bir meydan okuma olarak algıladılar. Erdoğan’ın ‘bu davranış çocukluktur’ cümleleriyle sıradanlaştırmaya çalışması aslında Rusya karşısındaki çöküş pozisyonunu gösteriyor. Diğeri ise Rusya tarafından ilk kez denen askeri bilgi toplama/casus uçağının Türkiye hava sahasından 1500 km derinliğinde gözlem yaprak Türkiye’ye ait askeri bölgelerin bir haritasının çıkartma faaliyetini yapması ve Türkiye’nin buna sessiz kalması, ‘gerilim istemiyoruz’ değil, güç dengeleri bakımından çok belirgin bir teslimiyeti ifade ediyor.

Doğrudan Türkiye’yi ilgilendiren son derece önemli bir konuda Washington ve Moskova arasında önemli uzlaşı sağlandı. Rusya’nın iddiası Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin gündemine getirmesini kararlaştırdı: ‘Türkiye’nin IŞİD petrolünü alıp pazarladığı’ meselesinde somut bazı adımların atılması benimsendi. Obama ile Putin’in ortak iradesiyle; “BM Antiterör Komitesi’nin IŞİD’e sınırı olan ülkelere giden petrol ticaretini engellemeye yönelik faaliyetlerini denetlemesi” kararının merkezinde Türkiye’nin bulunmasıdır. Aynı şekilde Rusya ve ABD tarafından hazırlanıp Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen yasa tasarısı “IŞİD-El Kaide gibi örgütlere ait finansal varlıkların gecikmeden dondurulması, seyahatlerinin engellenmesi, silah, mühimmat ve askeri malzeme almaları, askeri danışma, teknik destek edinmelerine izin verilmemesi” kararını içeriyor. Özellikle Rusya’nın baskısı sonucu hazırlanan karar tasarısında esasen. Türkiye’nin ‘BM Anti-Terör Komitesi’ tarafından denetlenmesinin politik sonuçları tahmin edilenden çok daha ağır ve etkili olacaktır. Türkiye’nin Suriye merkezli Radikal İslamcı örgütlerle olan ilişkilerinin daha ileri düzeyde mercek altına alınarak deşifre sürecine girilmesi sadece petrol akışıyla sınırlı olmayacağı ve uluslararası bir boyut alacağı çok açıktır.

Rusya uçağının düşürülmesinden sonra Moskova’nın Suriye politikasında çok daha karalı bir tutum alarak, Suriye’deki bütün askeri dengeleri değiştirecek adımlar atması, ABD’nin politikalarını doğrudan etkiledi. Türkiye’nin NATO’da beklenen desteği görememesinin çok ötesinde ABD, Rusya ile hızlı bir uzlaşı içerisinde sorunun çözümünde önemli adımlar atmaya karar verdi. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’in Rus Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ve Putin ile yaptığı görüşmede bu çok daha belirginleşti. Kerry, “ABD’nin temel amacının Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın görevden ayrılması olmadığını”na dikkat çekti ve “ABD ve partnerlerimiz Suriye’de rejim değişimi arayışında değil” değerlendirmesiyle Moskova ile açık bir uzlaşı içerisinde olduklarını bir kez daha teyit etti. Suriye’deki sorunun çözüm çerçevesini esas olarak Rusya tarafından çiziliyor. ABD-Rusya yakınlaşması Türkiye’nin sürecin dışında tutulması konusunda da ortak bir irade birliğinin oluştuğunu gösteriyor. Başta Almanya olmak üzere Batılı ülkeler aşamalı olarak yönünü Şam’a döndürecekler bundan kimsenin şüphesi olmasın. Yalnızlık psikolojisine kapılan Ankara, önümüzdeki birkaç ay içinde Şam ile görüşmek için mesaj göndermesi kimseye sürpriz gelmemelidir.

Türkiye’nin Kürdistan Bölge Yönetimiyle ilişkilerini stratejik ilişkiler kurmayan devletin Barzani’ye ilk kez devlet protokolüyle karşılamış olması, özellikle Bağdat hükümetiyle yaşanan ciddi sorunların bir sonucu olarak görmek yanlış olmayacaktır. Bağdat’ın Musul’da bulunan Türk askerlerinin derhal çektirilmesi için verdiği ültimatomdan sonra bölgede yalnızlaşan Türkiye’nin yeni ilişki ağları kurmasının bir sorunu olarak Barzani ile yakın bir temas kurma zorunluluğu hissetti. Bir siyasi lider olarak Barzani’nin de öncelik olarak MİT’e götürülmesi, meseleye politik-stratejik değil, anlık-güvenlik merkezli bakış açısının terk edilmediğini gösteriyor. Türkiye’nin Güney Kürdistan ile ilişkilerine çok daha fazla sarılmaya başlaması, Rus uçağının düşürülmesinden hemen sonra başlaması da bir zorunluluktan kaynaklandığını gösteriyor. Bu bakımdan Güney Kürdistan yönetimi Türkiye’nin Suriye, Irak ve PKK gibi zayıf halkalarını görüyor. Bu süreci bölgesel çıkarları bakımından değerlendirmeye özellikle Türk devletiyle PKK arasındaki ilişkilerde ikili bir politik denge oluşturmaya çalışıyor. Küresel güçler, Kürdistan Yönetimi ile Türkiye arasındaki ilişkilerin belli bir sınırda tutmaya özen gösteriyorlar ve belirlenen sınırın aşılmasına izin vermeyecekleri de çok açıktır. Rusya ait uçağın düşürülmesinden sonra Türkiye’nin Suriye’deki etkisi ciddi oranda azalırken tersine PKK-YPD politik-askeri gücünün artması Güney Kürdistan bakımından da hesaba katılması gereken bir durumdur.

Rusya ile oluşan kriz, AKP iktidarının ABD ve AB ülkeleri karşısındaki konumunu önemli oranda zayıflattı. Rusya karşısında çok belirgin bir tedirginliğe giren AKP, geçmişte İncirlik üssü üzerine büyük pazarlıklar yaparken, bu kez üssü İngiltere, Fransa ve Almanya’ya koşulsuz açtı. Mülteci meselesinde AB’ne yaptığı 3 milyar şantajlıkta önemli oranda etkisiz kaldı denebilir. Ayrıca Suriye politikasında ABD baskılarına direnen Türkiye, bu kez tersten itaat politikasına yöneldi. NATO bayraklı savaş gemilerinin Türkiye’ye koşullandırmasında ısrar eden AKP iktidarı, NATO’nun bütün dayatmalarını -Çin’de alınması düşünülen füze sistemlerinden vazgeçilmesi- koşulsuz kabul etti. Rusya karşısında NATO’nun Türkiye’nin yanında olduğu imajını vermeye özel bir önem veriyor. Ancak meselenin hiçte öyle olmadığı NATO’nun Türkiye’ye matik teamüller dışında aktif bir destek vermediği görüldü. NATO, Türkiye’nin Suriye politikasına karşıdır ve özellikle Radikal İslamcı Hareketlerin desteklenmesine karşı açık bir tutum aldı. Obama’nın 98 km bir alanı kontrol edin talimatı, çok açık bir mesajdır. Bu bakımdan NATO, Türkiye’nin Rusya ile karşı karşı kaldığı krizden memnun görünüyor.

Rusya’nın geliştirdiği çok yönlü kuşatma ve hamleler karşısında şaşıran ve özür kelimesi dışında her tavizi veren Türkiye askeri-politik bir bunalım içerisinde debeleniyor. Öyle ki, İsrail’e kafa tutan ve diplomatik ilişkiyi kesen, bunu yıllarca seçimlerin önemli bir argümanı haline iktidar, İsrail ile büyükelçilikler düzeyinde diplomatik ilişkilere yeniden başlama kararı aldı. İsrail ile sadece politik değil aynı zamanda askeri ve enerji konularında yeni anlaşmalara yöneleceğinin işareti verildi.

Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın dâhil olduğu Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) Rusya öncülüğünde oluşan Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nü (KGAÖ) kurarak ortak bir askeri strateji belirme kararı aldılar. Bölge ülkeleri, Rusya’ya ait Su-24 uçağının düşürülmesi nedeniyle ‘Rusya’nın yanında olduklarını ve Türkiye’nin özür dilemesi gerektiğini’ çok açık olarak ifade etmiş olmaları, Rusya’nın AKP’yi bütünüyle yalnızlaştırmasının politikasının kesintisizce uygulandığını gösteriyor. Ayrıca Türkiye’nin Azerbaycan üzerinden Orta-Asya ülkelerine yönelik açılım politikası daha ilk adımda sıfırlandı denebilir,

Arap Birliği ülkelerinin Dış İşleri Bakanlarının Kahire’deki toplantısında ‘Türkiye’nin Musul’da asker bulundurulmasını işgal olarak görüp oy birliğiyle ‘kınama’ kararı almış olmaları ve askerlerin ‘koşulsuz’ çekilmesi gerektiğine vurgu yapmış olmaları, Türkiye’nin Arap dünyası karşısındaki konumunu gösteriyor. AKP ile yakın ilişki içerisinde olan S. Arabistan, Katar gibi ülkelerin ‘kınamaya onay vermiş olmaları, AKP merkezli politikaların çöküşünün bir başka yansıması olarak değerlendirmek gerekir.

Devletin askeri, askeri, politik ve diplomatik tarihinde çok yönlü dönüşüm artık Rusya uçağının düşürülmesi öncesi ve sonrası olarak tarihe geçecektir. Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerde sadece ekonomik, diplomatik ve askeri olarak kaybetmedi. Esasen uluslararası ve bölgesel ilişkilerde önemli darbeler yemeye başladı..Özellikle Ortadoğu siyasetinde Türkiye’nin eski varlığını gösterme şansı bulunmuyor. Rusya’nın bloke ettiği hiçbir ülke, Irak ve Suriye merkezli siyasette eskisi gibi rol oynayamaz. Bugünkü dengeler içerisinde Rusya’nın bloke edeceği tek ülke Türkiye olacağı, Putin’in 1400 gazeteciyle yapmış olduğu yıllık röportajında çok daha net görüldü.

Türkiye, Rusya konusunda çok belirgin düzeyde politikasız bir sürecine içine girmiş bulunuyor. Ne yapacağına karar veremiyor. NATO’dan, ABD ve AB’den beklenen desteği göremediği için dikleşmesinin pek şansının olmadığını görüyor. Başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, koru halinde ‘Rusya stratejik dostumuzdur, bir olay yüzünden Rusya’dan vazgeçmeyiz, bu sorunları konuşarak çözeriz, Rusya’yı önemsiyoruz. Uçağın Rusya’ya ait olduğunu bilseydik farklı davranırdık, keşke olmasaydı’ gibi pişmanlık söylemlerinin karşılığında Putin’in yanıtı net: ‘Türkiye, bize düşmanca davrandı’ yani Türkiye’nin ‘düşman’ kategorisinde görüldüğünü ifade etti.

Bölgesel hegemonya mücadelesinde tek başına bir güç olmak için kendi politikalarını dayatmaya başlayan Türkiye, artık kaybedenler grubunda bulunuyor. Güç dengeleri içerisinde önemli oranda izole olmasının temel nedeni, ısrarla uygulamaya devam ettiği başarısız stratejinin sonucudur. ‘Strateji Derinlik’ adına Başbakanlığa atanan Davutoğlu’nun belirlediği yüzeysel-çöküş politikası aynı zamanda Türkiye’nin politik konum kaybına yol açtı. Bunun bir başka anlamı, bölgesel ilişkiler yeniden şekillendirilirken Türkiye’ye biçilen rol önemli oranda zayıfladı ve stratejik dengelerin dışına düşmeye başladı.

Bu sürecin kaybedenleri: süreci aktörü olmak isteyen ancak konum kaybına uğrayan Türkiye öncelikli olarak ön plana çıkıyor. Dolaylı olarak kaybeden diğer bir devlet S. Arabistan ve bunların aktif olarak desteklediği IŞİD ve El Nusra merkezli Radikal İslamcı Hareketler olarak sıralamak mümkündür. Kazanan tarafı İran, Esad, Hizbullah ve PYD olarak tanımlamak mümkün. Bu sürecin aktörleri Rusya ve ABD, bölgesel rekabet içerisinde ‘uzlaşarak’ ilerlemeye devam ederek, dengeleri birlikte belirleyeceklerdir. o

‘Sivil Savunma Birlikleri’ ilan edildi

Şimdiye kadar farklı gençlik örgütleri öncülüğünde direnen savunma güçleri, artık ‘Yekîneyên Parastina Sivîlan’ (Sivil Savunma birlikleri) şeklinde örgütleniyor.

Cizre’den sonra Amed’de YPS ilanı yapıldı. Yazılı bir açıklama ile Amed halkına çağrıda bulunan YPS Amed komutanlığı, ‘’Amed’de direnen tüm örgütlü halk güçleri olarak YEKÎNEYÊN PARASTINA SIVÎL-AMED (AMED SİVİL SAVUNMA BİRLİKLERİ) adı altında birleşme kararı aldığımızı yurtsever Amed halkına ve demokratik kamuoyuna ilan ediyoruz’’ dedi.

YPS Amed Komutanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamada, Kürdistan’da yürütülen devlet terörü ve halk direnişine dikkat çekildi. Açıklamada, ‘’Kürdistan ve Ortadoğu coğrafyasında 20.yüzyılın başında oluşturulan sömürgeci düzen geldiğimiz aşamada halkımızın, Önder Apo öncülüğünde geliştirdiği 40 yıllık mücadele ve uluslararası yeni gelişmelerden dolayı artık iflas etmiş durumdadır. Bu gelişmeyi değerlendiren Önderliğimiz ve Özgürlük Hareketi, başta Kuzey Kürdistan ve Türkiye olmak üzere dört parça Kürdistan’da ve buna dayanarak Ortadoğu’da halkımızı için eşit, demokratik ve özgür yaşamı esas alan bir sistem oluşturdu’’ denildi.

“Kürt gençli̇ği̇ di̇reni̇yor”

AKP’nin yönetimindeki TC devletinin son yıllarda Bakur ve Rojava’daki saldırılarına dikkat çekilen açıklamada şöyle denildi;

“Bütün bu saldırılara karşı, başta bilinç kazanmış ve örgütlenmiş Kürt gençliği olmak üzere, tüm halkımız bu hukuksuz ve düşmanca saldırılara karşı YDG-H öncülüğünde kendi yaşam alanları olan sokaklarını, mahallelerini ve şehirlerini savunmak zorunda kaldı. En meşru hak olan kendini savunma hakkına ise Tayyip Erdoğan’ın faşist çeteleri en sert şekilde saldırdılar. “Taş atan çocuklar” adıyla kategoriler oluşturup Kürt çocuklarını fişlediler. Yetmedi, çıkardıkları yasalarla Kürt gençlerinin infazlarını meşrulaştırmaya çalıştılar. En son Kürdistan şehirlerinde kendi kendilerini yönetme kararını açıklayan halk meclislerinin özyönetim taleplerine karşı geliştirilen saldırıları önlemek için açılan hendek ve barikatları bahane yaparak tank ve toplarla şehirleri kuşattılar, aylarca süren sıkıyönetim uygulamalarıyla, topyekun imha operasyonlarıyla bizi yok edeceklerini ilan edip saldırıya geçtiler.”

“Di̇rendi̇k, di̇reneceği̇z”

“Hiç şüphe yok ki özgür Kürtler olarak başta Cizre’de, Nusaybin’de, Farqin’de, Sur’da, Gever’de, Kerboran’da, Derik’te olmak üzere örgütlü olduğumuz her yerde direndik, direneceğiz. Taşlarımızla direneceğiz, molotoflarımızla direneceğiz, silahlarımızla direneceğiz. Barikatlarla, hendeklerle, onbinlerle sokaklaraa dökülerek direneceğiz. Onlar ‘yok edeceğiz’ diyerek bir halka soykırım dayattıkça, biz varlığımızı savunacağız. Çünkü bu Kürt halkının demokrasi ve özgürlük arayışçılarının varlık ve yokluk mücadelesidir. Sadece direnmekle sınırla kalmayacak, yaşadığımız her yerde demokratik özgür yaşamı inşa edeceğiz.”

Savaş ve iç savaş

Derinliği kendinden menkul strateji uzmanı sentetik Başbakanımız, bazı açıklamalarında itiraflarda bulunuyor. Mesela, Ankara’da canlı bomba olan IŞİD üyelerini takip ettiklerini, ama eylem yapmadan onları tutuklayamadıklarını, çünkü bizde demokrasi olduğunu söyledi. Yalanın böylesi az bulunur. Ama iyice düşünürseniz, aslında bu kadar pervasız yalan söylemek demek, halkı “aptal” yerine koymak demektir. Bunu da çok sık yapıyorlar. Bugünlerde sentetik Başbakan, bir itirafta daha bulundu. Bir yandan, hendekler ve barikatlar olduğu için biz bu savaşı yapıyoruz diyen Başbakan, diğer yandan Kasım 2013’te, bu 12 ilçeyi belirlediklerini söyledi. İşte size itiraf. O zamanlar hendekler, barikatlar ortada yoktu. Tersine, barış masası duruyordu ve dönemin başbakanı Erdoğan, Kürt sorununu çözeceklerini söylüyordu. İşte ta o zaman, bir yandan görüşmeler sürerken, Davutoğlu’nun dediğine göre, devlet, bu saldırıları planlıyordu.

Doğrudur.

Bugün yaşanan savaş, devlet güçlerinin, ordunun, polisin kentleri kuşatması, abluka siyaseti, tank, top vb. ile saldırılar, aslında 2013’te planlanmış.

Barış süreci ise, büyük ölçüde bir oyalamaca idi. Görüşmeler sürerken, arka ceplerinde katliam planlarını saklıyorlardı.

İtiraftır ve dosta düşmana duyurulmalıdır.

Savaş ya da iç savaş, son derece şiddetlidir. Manzarayı, iyice ortaya koymak gerekir. Sentetik stratejik derinlikli başbakanımız, 12 Kürt kentini, hedef seçtiklerini söylüyor. Bugün, yani onun verdiği tarihten yaklaşık iki yıl sonra bugün, bu kentler, onbinlerce asker, onbinlerce polis tarafından sarıldı. Kentlerin sokaklarında TOMA’lar, akrepler, plakasız Ranger’lar dolaşmakla kalmıyor. Bu durumu, biraz olsun, İstanbul’dan, İzmir’den, Ankara’dan, Eskişehir’den biliyoruz. Dahası var. Tanklar, toplar sokaklardadır. Sokağa çıkma yasakları konuyor, toplarla evler bombalanıyor, obüs mermileri ile halka saldırılıyor, sokaklarda polis ve kontr-gerilla güçlerince yazılamalar yapılıyor. Çatılarda, yüksek rakımlı tepelerde, resmî binaların görüşe açık noktalarında keskin nişancılar, pencereden bakan, kapıyı aralayan çocukları avlıyorlar.

Diyarbakır sokaklarında devlet güçleri, her yere ateş açıyor. Sur ilçesinde tarih katlediliyor ve buna karşı duran Baro Başkanı öldürülüyor. Artık, devletin saldırıları açıktır, apaçıktır.

Bu manzaraya, suskun basın, bizim vurgumuzla karartma siyaseti eşlik ediyor. Doğan medyasının, Ertuğrul Özkök deyimi ile “fabrika ayarlarına dönmesi”, Ahmet Hakan’ın, savaş yanlısı ve milliyetçi kesilmesi boşuna değildir. Bu sadece Aydın Doğan ailesinin korkusu ile açıklanamaz. Tersine. Fox TV, nasıl bir anda rota değiştirdi, yoksa onlar da mı korktu?

Hayır, bu sadece korku meselesi değil.

Bu, aynı zamanda, dünya gericiliğinin ittifakıdır. Aydın Doğan, en büyük Erdoğan’cıdır, istese de istemese de. Fox TV en büyük Erdoğan destekçisidir.

İşte seçim sonuçları da böyle ortaya çıkmıştır.

Seçimlerin hileli olduğu açıktır ve bu konuda tüm kanallar kullanılarak gerçekler açıklanmalıdır. Seçimler artık geçti demek doğru değildir.

Seçim sonuçları, doğrudan ABD desteğinin ifadesidir. Ertuğrul Özkök’ün fabrika ayarlarını ABD’ye sormak gerekir. Ahmet Hakan’ın savaşçı kesilmesinin hikmeti, Erdoğan’a gelen, son anda gelen Amerikan desteğindendir.

ABD, bu desteğin karşılığında, daha şimdiden üç sonuç almıştır. Bizim görebildiğimiz, bize yansıyan üç sonuç, ilki Çin’le yapılan füze anlaşmasının iptal edilmesidir, ikincisi Rus uçağının düşürülerek Rusya’nın düşman ilan edilmesi, NATO’nun ve Batı’nın eski ayarlarına tam olarak dönülmesidir ve üçüncüsü İsrail ile “sorunların” çözülmesidir.

İşte size sentetik Başbakanımızın “stratejik derinliği”.

Dünya gericiliği, bugün, bir bütün olarak hareket etmektedir ve bu ittifak, 1 Kasım seçimlerinde kendini göstermiştir.

Bu gericilik, Suriye savaşında bir cephedir.

Ve bu gericilik, Kürtlere karşı yürütülen iç savaş ve katliam politikalarında da hep birlikte ittifak halindedir. Yoksa AB, Diyarbakır saldırılarından, 12 ilçede olup bitenden haberdar değil midir? Hani AB’nin insan hakları çıtası? Suriye’de PYD’ye yakınlaşmaya çalışıp PYD’yi kendi saflarında göstermeye çalışan ABD, Türkiye Kürdistanı’nda olup biteni, neden görmezlikten geliyor? Kürtlerin ilçelerinde ortaya çıkan abluka, TC devletinin, Erdoğan ve AK Parti’nin, dünya gericiliğini de arkalarına alarak, ortaklaşa yürüttükleri operasyondur.

Bu savaş, bir yandan, TC devletinin, Suriye ve Ortadoğu’da organize ettiği savaşın, bir koyup beş alma planlarının çökmesinin sonucu olarak, içeride Kürtleri sindirme isteğinin sonucudur, diğer yandan ise, bölgede süren savaşın bir devamıdır.

Her savaş, bir iç savaştır.

Ama burada, hem savaşın içe yansıması söz konusudur, hem de iç savaşın dışarıya yansıması söz konudur. TC devleti ve arkasındaki ABD, PKK’yi ve Kürt devrimini bastırmakta ortaktırlar, bunu başarabilirlerse, PYD yalnız kalacak düşüncesindedirler. Bu nedenle Barzani gelip gitmektedir. Öte yandan, Suriye’de TC devletinin tüm planlarının suya düşmesi, ABD’nin güç kaybetmesi nedeni ile, savaş, ülkemiz içine yansımaktadır ve bu açıdan daha yolun başında olduğumuz söylenebilir.

TC devleti, Suriye’de sıkıştıkça, konum kaybettikçe, Musul’a asker göndermek gibi “açılımlar” yapıyor ama ne yazık, bölge dengeleri buna izin vermiyor ve sahip, efendi, “bas geri” diye emir veriyor. Devlet adamlarımız ise, “biz birisi dedi diye çekilmiyoruz, yeniden tanzim ediyoruz” diyorlar. Bu sözler sentetik Başbakanımızın ağzından çıkınca, daha da komik oluyor.

Ve Suriye savaşında kaybedilen konumu düzeltmek için, Karabağ’da savaşı körüklüyor, birkaç kıvılcım çakıp Azerbaycan ve Ermenistan arasında var olan sorunu kaşımaya çalışıyor.

Bu da yetmezse, alın size Ukrayna. Devlet yetkililerimiz, hemen Ukrayna sorununu kaşıyor ve Rusya’yı bu yolla sıkıştırmaya çalışıyor.

Böylece, ABD açısından bulunmaz bir nimettir.

17-25 Aralık dosyaları ile feleği şaşmış bir yiyiciler çetesi, kendi geleceğini kurtarmak için her türlü çılgınlığı yapabilecek kapasitede bir grup, bölgeyi karıştırmak için ABD’nin elinde büyük bir karıştırıcı, büyük bir tetikçi görevini görebilmektedir. Evet bazan ABD, yani efendi, bu tetikçiye, hafif azarla “geri gel” demek zorunda kalmaktadır, ama bu kadar da oluyor işte.

Ve bu arada devlet, tüm gücünü kullanarak, bu kargaşa içinde, “kurt puslu havayı sever” sözüne uygun olarak, fırsattan istifade, Kürtlere büyük bir ders vermek istemektedir. Efkan Âlâ, “orada bir karma yaptılar” diyor. Ordu ve polis mi demek istiyor? Yoksa daha farklı bir “karma” mıdır? Kontr-gerilla, yeni İslamî eklentileri ile birlikte eski Ergenekoncuları da “karma” yaparak, içine biraz IŞİD koyarak, biraz polis, biraz jandarma, biraz özel harekât vb. koyarak, Kürtlere karşı bir abluka, bir yıkım savaşı yürütüyorlar. Hazır AB ve ABD, bir gerici ittifakın içinde kendilerini desteklemektedir ve Kürtlere karşı savaşa göz yumacaklardır. Değil mi ki bu AB ve ABD, bu özgür ve hür dünya, IŞİD’e kimyasal silâh verilmesine de göz yummakta beis görmemiştir.

İşte Kürt illerinde süren bu savaş, gerçekte, dünya gericiliğinin yürüttüğü, daha büyük bir savaşın parçasıdır. Onun için hem savaştır, hem iç savaştır.

Bu savaşın amacı, özelde Kürt devrimini bastırmaktır, ama bununla sınırlı değildir. Gezi Direnişi’nde ifadesini bulan, halkların uyanışını da bastırmak istemektedirler. Eskiye, Gezi öncesine dönüp, zehirli bir milliyetçilik ile, Kürt devrimine karşı yürütülen bu savaş karşısında ülke genelinde bir kabullenme sessizliğinin egemen olmasını sağlamaya çalışıyorlar. Bunu milliyetçiliğin zehiri ile hızla yapamıyorlar, çünkü o milliyetçilik duvarı, o milliyetçilik karanlığı Gezi Direnişi ile delinmiştir. Bunun tamiri zaman alacaktır. Bu nedenle, tüm basını susturmaya, denetim altına almaya, farklı seslerin çıkmasını önlemeye çalışıyorlar. Bu nedenle, Rusya’ya karşı bir savaş propagandası yürütmeye, böylece toplumu arkalarına almaya çalışıyorlar. Bu nedenle Rus uçağının düşürülmesi, ABD için Türkiye’yi NATO çizgisine oturtmak için ne kadar elzem ise, Erdoğan için de içeride her türlü muhalefeti bastırabilmek için o kadar elzemdir.

Daha bir yıl önce, ABD, AB ve bazı tekeller, Erdoğan’a verdikleri destekten dolayı özürler dilerlerken, bugün, tüm güçleri ile Erdoğan’ın politikalarının arkasına geçtiler ve Erdoğan’ı, her türlü karışıklık yaratmak için, savaş kundakçılığı için kullanmak istiyorlar.

Kuşku yok ki, bu savaş, birkaç günde, birkaç haftada bitecek bir savaş değildir. Bu savaş, büyük çaplı olarak sahneye konmaktadır ve kısa vadeli düşünülmüş değildir.

Bugün, bu savaşa karşı, her düzeyde, her açıdan tepkiyi geliştirmek gerekir. Bu savaşa karşı, halkların ortak direnişini, her yol ve araçla örmek gerekir. Bu hayatın her alanında direnişi örgütlemek ile eş anlamlıdır. Bu savaş, hayatın her alanında bir direnişle püskürtülebilir. Bu savaş halkların ortak direnişi ile geri püskürtülebilir.

Ve Kürdistan dışında süren büyük sessizliğe rağmen, bu mümkündür. Kuşku yok ki, Gezi günlerindeki gibi bir anda milyonlarca insanı protestolarda yanımızda bulamayacağız. Ama bu o kadar da uzak bir ihtimal değildir. Biz devrimciler, ısrarla, mücadele ve direnişimizi sürdürmek durumundayız. Her okulda, her mahallede, her fabrikada, direnişimizi örgütlemeliyiz. Telâş ile hızlanamayız, sakin, kararlı ve inançlı bir biçimde direnişi sürekli kılmalı, örgütlemeliyiz. o

 

Gülten Kışanak: “Birileri Sur için plan projeler hazırlayabilir ama planlarınız Sur’dan geri döner”

Kışanak, “Sur’u değiştirmeyi amaçlayan hiçbir planın tutma şansı yoktur. Birileri Sur için plan, projeler hazırlayabilir ama bu planlar Sur’dan geri döner” diye konuştu.

Sur’da ağır silahlar ve zırhlı araçlarla büyük bir yıkımın yaşandığını söyleyen Kışanak, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Tartışmalar etik olarak sorunlu”

‘Sur’da yıkım yaptık yerine yenilerini, daha güzellerini yapacağız’ diye konuşmak yerine öncelikle bu yıkımın durdurulması lazım. Binlerce yıllık insanlık tarihinin, kültürel mirasının simgeleyen Sur ilçemizin yıkılıp, tahrip edilmesi kabul edilir bir durum değildir. Sur’u kentsel dönüşüm alanları ilan edeceğiz, yeniden dönüştüreceğiz tartışmaları etik olarak sorunlu buluyoruz. Öncelikle bu yıkımın durdurulması, bugüne kadar özgünlüğü bozulmayan bu tarihin korunması lazımdır.

“Planlar Sur’dan geri döner”

“Hiç kimsenin kâğıt üzerinden, kapalı kapılar ardından plan yapıp gelip binlerce yıllık tarihi geçmişi olan kültürel bir miras üzerinde uygulayabileceğini düşünmesin.

“Suriçi tarihi günümüze taşıyan ve geleceğe taşıyan büyük bir insanlık köprüsüdür. Böyle kâğıt üzerinden, orayı insansızlaştırmak, orayı sadece ticari merkez haline getirme Sur’u değiştirmeyi amaçlayan hiçbir planın tutma şansı yoktur. Birileri Sur için plan, projeler hazırlayabilir ama Sur’dan geri döner.

‘Bu Çevre Bakanı’nın işi değil’

“UNESCO’ya ve tüm dünyaya söz verdik. Buradaki dokuyu bozulmadan gelecek nesillere aktıracağız. Sur boş bir arsa değil, bu Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın işi değil. 8 bin yıllık insanlık tarihinin mekânından bahsediyoruz. Bunun gerçekleşme imkânı yoktur. Sur’da yaşayan hiçbir insan yerini yurdunu terk etmeyecek.”

Direnişteyiz

Kürtlerin isteği özyönetim, peki devlet ne istiyor?

Biz, kuşku yok ki, devlet denilen mekanizmanın tümüne karşıyız ve bir gün yeryüzünden bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aracı olan devlet ortadan kalktığında, işte o günden başlayarak, bu “insan öncesi” tarihten, gerçek anlamı ile insanlık tarihinin başlangıcına geçmiş olacağız.

Ama yine de, TC devletinin son dönemde attığı adımları, kendi devlet ve egemenlik çıkarları açısından bile izaha muhtaç açıklamalar olarak nitelemek, sanırız aşırı olmaz.

Mesela Suriye politikasını alalım, neredeyse 4 yıldır uygulanan politikanın, TC devletine ya da bu topraklardaki burjuva egemenliğe ne kazandırdığı soru işaretidir. Bu politikanın mesela ABD’ye neler kazandırdığını açıklamak bir ölçüde mümkündür, ama ABD tetikçisi olarak davranan, Kürecik’te, İncirlik’te, Diyarbakır’da ABD’ye üsler sunan TC devletinin kazancı nedir acaba?

Yine aynı şekilde soracak olsak, Kasım ayında, TC devleti, bir Rus uçağını, hava sahasını ihlal ettiği için vurduğunu açıkladı. Ne açıklama ise, hemen ardından, mesela Rusya aranmadı ama Sultan Başkan, Muktedir, hemen NATO’ya koştu. Muhtemelen NATO yetkililerine ya da ABD’lilere, “efendim, uçağı düşürdünüz, suçu üstlendik ama şimdi ne yapacağız” diye sormuştur. Bilemiyoruz. Ama, TC devletinin bu uçak olayından kazancının ne olduğunu merak etmemek elde değil. ABD’nin çıkarı belli oluyor, Çin’e füze ihalesinin iptal edilmesinin ardından, uçak düşürme ile Türkiye, Şangay Beşlisi vb. gibi arayışlarına son verip, NATO’ya bağlılığını bir kere daha ifade ederek gerçekleştirmiştir. İsrail ile ilişkiler, zaten bozulmamış ilişkiler, hemen tazelenmiştir vb. ABD’nin, İsrail’in, Avrupa’nın kazancını şöyle ya da böyle anlayabiliyoruz, ama ya TC devletinin kazancı nedir?

Bunları, gerçekten de, durumun “mantıksızlığı”nı göstermek için soruyoruz. Yoksa ne Rus uçağının düşürülmesini, ne de ABD emrinde tetikçi olarak tutulan yeri onaylamıyoruz, tersine, son derece onursuz buluyoruz. Ama tüm bunlara rağmen, acaba, bizim göremediğimiz bir çıkarları var mı, diye merak ediyoruz.

Suriye’de “Bayır-Bucak” Türkmenleri meselesi vardı, rafa kalktı. Suriye’de IŞİD desteklendi ve destekleniyor, ama giderek politikalar açısından tam bir iflas yaşanıyor. Burada ortaya çıkan kaybı telafi etmek için, öyle anlaşılıyor, Fidan-Âlâ ikilisi, hemen Beşika’ya harekât başlatıyor ve “biz Osmanlı soyuyuz” nutukları altında Irak’ın açıklamalarına meydan okunuyor. Sonra da, hiç istif bozulmadan, yine yüksek perdeden “bize kimse emredemez, biz de emredildi de geri çekildik değiliz, tersine biz ABD de olsa kimseden emir almayız, ama güçlerin yeniden dizaynı gereklidir” dediler.

Bugüne kadar, hep Erdoğan’a, bu birikimsiz ve vizyonsuz danışmanları olduğu için, kahve köşesinde konuşsa kimsenin dinlemeyeceği gazeteciler tarafından savunulduğu için, kendisine acırdık. Bu gazeteci ve danışmanların insanlığından şüphe ederdik ve kolay para kazandıklarına inanırdık. Ama artık, son yıllarda, bu danışmanlara, onun her saat değişen açıklamalarına göre anında yeni savunma metinleri hazırlayan gazeteci ve danışmanlara acıyoruz. Şimdi, yine insan olmadıklarına inanıyoruz ama hiç de kolay para kazanmadıklarını artık görüyoruz. En büyük danışmanları, en ileri savunucusu kalemşörler, en büyük tehdit altındadırlar. İşleri zordur.

Az rastlanır bir örnektir: Beşika’ya gidilirken, büyük bir heyecanla, büyük bir övgü ile savunma yapanlar, oradan çıkmayız, biz Osmanlı torunlarıyız, siz kimsiniz diyenler, ABD başkan yardımcısı Biden’den derhal geri çekilin açıklaması gelince, sanki, daha önceden bu sözleri söyleyenler kendileri değilmiş gibi, büyük bir aymazlıkla, bir an bile teklemeden, büyük bir coşku ile, “oradan çekilmek vatanseverliktir” nutukları atabilmektedirler. Bu bir marifettir.

Ne kazandırdığını bilemeyiz. Ama bir marifet olduğundan şüphe duyulmamalıdır.

İşte, aynı şeyi, Kürdistan’da süren savaş, şehirlerin ablukaya alınması, her türlü saldırganlığın devreye sokulması süreci için de söyleyebiliriz. TC devleti, PKK’yi bu yolla sileceğine kendisi de inanmamaktadır. Ama yine de bu politikayı sürdürmektedir.

Bu savaştan, elbette, Muktedir bir takım sonuçlar elde etmektedir. Elbette Fidan-Âlâ ikilisi, Suriye’de baltayı taşa vurmanın örtülmesi için, akla zarar operasyonlara imza atmaktan çekinmeyeceklerdir. Belki bu bir “kazanç”tır. Ama bunu saymıyorlarsa, uzun vadede ne kazanacakları tartışmalıdır.

Savaş, öyle bir boyutta sürmektedir ki, öylesine vahşice bir saldırı devrededir ki, eğer PKK olmamış olsa, 1915 katliamının bir devamı devreye sokulacaktır.

Efkan Âlâ’nın savaş sözcüsü olsa gerek, yaptığı açıklamaya göre, “karma bir şey” yapmışlar, içinde biraz polis, biraz asker, biraz özel tim ve biraz belki de IŞİD, hepsi bir arada bir “karma” yapmışlar. Ve halka karşı büyük çaplı bir savaş yürütülüyor.

Suriye’de ortaya çıkan kayıp, Rojava ve Kobanê süreçleri, TC devletini tamamen kontrolden çıkarmıştır ve büyük çaplı bir saldırı devreye sokmuştur. Yakın döneme kadar görüşmeler yapılan Kürt hareketi, birdenbire büyük düşman olarak ilan ediliyor ve her türlü insan hak ve hukuku ayaklar altına alınarak bir savaş ortaya konuluyor.

Ve Kürt hareketinin tüm bileşenleri, Diyarbakır’da, toplanma kararı alıyor. Bu savaş ortamı içinde bu toplantı, savaş makinasının bir parçası olan medya tarafından, “ayrılık kongresi” diye öne çıkarılıyor. Medyaya bakanlar, ne ölçüde bilgi sahibi olursa olsun, toplantıdan ayrılma kararı çıkacağını sanırlar. Oysa toplantı, “özyönetim” kararı ve deklarasyonu ile son buldu.

Böylece sanki yeni imiş gibi, Kürtlerin ayrılmayı değil, özyönetim istediği anlaşıldı. Savaş basını, aslında bu durumdan önce yaptığı yayınlara bakarsanız, özyönetim ilanına seviniyor olmaları gerekirdi. Oysa buna daha da fazla kızdılar.

Özyönetim, ülkenin bölünmesidir dediler.

Anayasaya aykırıdır dediler.

Fiili durum yaratılamaz dediler.

Peki, Cumhurbaşkanı, artık ortada fiili başkanlık sistemi var, buna uygun yasa yapmak lazım dediğinde, anayasaya aykırı değil midir?

Kürtlerin bir özyönetim istedikleri açık. Bu özyönetimin ne olduğunu, detaylı bir deklarasyonla ortaya koydular. İçinde ayrılık talebi de yok. Üstüne üstlük, bu süreci, Türkiye’nin topluca “demokratikleşmesi” olarak da ele aldıklarını açıkladılar.

Peki, Kürtler bunu istiyor, ya devlet ne istiyor? Belli midir?

Mesela devlet, tüm Cizre’nin el pençe divan durup, Tayyip Erdoğan’dan aman dilenmesini mi istiyorlar? Acaba aman dileseler, yine de tatmin olurlar mı?

Acaba, PKK’nin silâh bırakmasını mı istiyorlar? Peki, diyelim ki PKK silâh bırakttı ve tüm kadrosu ile ülkeye giriş yaptı, kabul edecekler mi? Yoksa, size nasıl güvenelim, şimdi sizi güven testine tabi tutacağız, mesela her gün size hakaret edeceğiz, her gün “Türküm doğruyum çalışkanım” diyeceksiniz, her gün bize güvenilir olduğunuzu ispat edeceksiniz mi diyecekler?

Acaba, TC devleti ne istiyor?

Kürtler, özyönetim istiyor ve üstelik tüm ülke için bunu istiyorlar. Suç değildir. Başkanlık sistemi isteğinden daha tuhaf, daha anlaşılmaz, daha garip, daha uzak bir talep değildir. Tersine, demokratiktir. Peki TC devleti ne istiyor?

Mesela tüm Kürtlerin bir gün uyanıldığında tümden yok olmuş olmasını mı istiyor? Yani, en iyi Kürt ölü Kürt’tür, politikasının gereklerini mi istiyorlar? Öyle ya, bebekleri öldürmek, “karma bir şey” yaparak bir savaş yürütmek, şehirleri günlerce ablukaya almak, tank ve top ile saldırmak, kendi ifadeleri ile sokak savaşı yürütmek ne anlama gelir? Bir katliam, bir soykırım için fırsat aramak bu değil ise nedir?

Acaba, bu savaşı kundaklayanların, bu savaşı yönetenlerin, işin sonunda oluşacak resme ilişkin bir fikirleri var mıdır?

Bugün, ülkede, artık parlamento yoktur. Parlamento devre dışıdır. Parlamentosu olmayan bir demokrasiden söz ediyoruz.

Kürtlere karşı savaş, gerçekte, bu ülkenin tüm halklarına, tüm yoksullarına, işçi ve emekçilerine karşı yürütülen bir savaştır. Bu savaş, ülkenin her alanında, her kentinde vardır.

Bu savaş, bölgemizde, dünya gericiliğinin sürdüğü yağma ve talan savaşının, üçüncü paylaşım savaşının bir parçası olarak, içeride halklara, devrime karşı bir savaştır.

Ve bu savaşta, TC devleti, artık sürekli tırmanan bir saldırganlık ortaya koymaktadır.

Halkların ortak direnişi dışında hiçbir yol, bu savaşı durduramaz. Ve elbette halkların direnişi, işçi ve emekçilerin direnişi, bu saldırganlığa verilen en doğru yanıttır. o

 

Kibirli, saldırgan harami iktidarı ve halkın “esaret”i

Böyle olunca, kapitalist sistem kendi içinde çürüyor, dejenere oluyor. Ve biçimsiz bu yaratık, karşımızda, devlet çarkı olarak, faşizmin dişlilerini daha geliştirdiği, bunun yanı sıra ise, mafya ve medya ile güçlü ilişkiler kurduğu bir devlet çarkı çıkarıyor. Biz, Amerika’daki devletin de böyle olduğunu, Almanya’dakinin de, İngiltere’dekinin de böyle olduğunu söylüyoruz. Hitler’in faşist devleti, bu açıdan “eskimiş”tir ve neredeyse bu modern burjuva devlet karşısında “çocuk” kalmıştır. Modern burjuva devlet, tekelci polis devleti, toplumun, en küçük hücresine kadar denetlenmesi üzerine kuruludur.

Ama elbette ki, bu her biri birbirinden katil devletler arasında farklılıklar da vardır. Bu farklılıklar, aynı zamanda, tarihsel gelişim içinde, sınıf mücadelesinin seyrine göre oluşmaktadır. Örnek olsun, TC devleti, en başından beri halkların imhası ve inkârı üzerine kuruludur ve en başından beri, Ekim Devrimi’ne karşı kurulmuş bir ortaklaşa sömürge olduğundan, anti-komünizm ile yoğrulmuştur. Bir başka devlet, bu denli katliamlar devreye sokmamış olabilir ya da tarih içinde nispeten farklı gelenekleri olabilir.

Bugün, IŞİD nedir?

Kendine bir devlet demektedir, bizce sakıncası yoktur, arkasında bulunan 6 devletin de niteliğine birebir uymaktadır. Putin, 40 devletin IŞİD’i desteklediğini açıklamıştır, yer G20 toplantısı ve Antalya’dır. Bu 40 devletin içinde, G20 üyelerinin de olduğunu söylemiştir. Ama IŞİD’i kuranlar, ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar altılısıdır. Bu altı devletin IŞİD ile bağları daha farklıdır. Bunun kanıtlarını, bölgeden bilgi veren, nispeten tarafsız her gazetecinin haberlerinde bulabilirsiniz. Şimdi, bu 6 devletin, IŞİD denilen bir “devlet” çetesini organize etmesi, aslında, bu ülkelerinde birer “çete-devlet” tarafından yönetilmesi ile yakından bağlantılıdır. Evet, kabul, buradaki “çete-devlet” nitelikleri arasında fark var. ABD, İngiltere, IŞİD eli ile, akıl almaz zalimlikteki operasyonları devreye sokmaktadır. Örnek mi, Fransa-Paris patlamaları. Öyle anlaşılıyor, Fransa, Suriye’de Rus çözümüne yakınlaşınca, bu patlamalar devreye sokulmuştur.

Bu patlamalarda IŞİD kullanılmıştır.

Burada bir kıyaslama gereklidir; Suruç ve Ankara bombalamaları ile, Paris bombalaması arasında farklar nerededir?

Paris’te, siyasal kimliği belirsiz, gündelik şehir yaşamını sürdüren, daha çok eğlence sektörünün yoğun olduğu bölgede bir saldırı gerçekleştirilmiştir. Öyle anlaşılıyor, buraya saldıran IŞİD’li, kendisini “İslam dışı ve yoz bir hayata saldırarak sevap kazanmak” ile motive etmiştir. Oysa, Suruç ve Ankara’ya bombalar, IŞİD eli ile, adrese teslim, solcu, devrimci, anti-kapitalist, ülkede siyasal iktidara karşı olan ve Kürt halkının mücadelesine sıcak bakan insanları hedef almıştır. Paris’te yaşam tarzına, Ankara’da mücadele tarzına; Paris’te toplumun tümüne, Ankara’da devrimci-demokrat kamuoyuna, Paris’te mesaj siyasal iktidaradır ve ABD çizgisinden çıkma, denmektedir, oysa Ankara’da, mesajı veren siyasal iktidardır ve Kürt halkı ve Türkiye işçi ve emekçilerinin sokaklarda geliştirdiği tüm hak arama, en sıradan insanî eylemlerini durdurmayı hedef almaktadır.

ABD, IŞİD’i, Suriye ve Irak’ta katliam ve “dümdüz etme” siyaseti için kullanmaktadır. TC devleti ise, IŞİD’i, kendi topraklarında, Suruç ve Ankara’da, siyasal iktidarın sevmediği kişileri öldürmek için kullanmaktadır.

Bunlar, aradaki temel farklardır.

Ankara’daki patlamadan sonra, hiç sıkılmadan yalan söyleyebilen Başbakan Davutoğlu, bizde demokrasi var, IŞİD’li bu iki ismi, eylem yapmadan tutuklayamazdık, tutuklarsak insan haklarına aykırı olur, gibi şeyler söylemişti. Kendisi, IŞİD’i daha önceleri de “öfkeli gençler” diye savunacak kadar pervasızdır. Ve bu ülkede, üniversite öğrencileri YÖK’ü protesto ederken coplanmakta, sokaklarda insanlar kurşunlanma, yollarda makul şüpheli diye tutuklanmakta, arama emri olmaksızın evler basılmakta vb.dir. Ama daha da ilginci gerçekleşti, Ankara bombalamasını yapan, MİT tarafından izlenen ama eylem yapana kadar yasal olarak “dokunulmaz” olan IŞİD’cilerin eylemlerinin ardından iki ay geçmeden, ABD Konsolosluğu’na karşı eylem yapacakları düşünülen IŞİD militanları, elbette eylemi yapmadan, gözaltına alınmış ve tutuklanmışlardır. Demek ki, IŞİD, solculara, direniş gösteren kitlelere, Kürt halkına ve ona destek verenlere, sosyalizm ve özgürlük diyenlere saldırabilir ve ‘bizim’ Başbakanımız bunun için önlem alınmamış olmasını normal karşılar.

Başka hiçbir şeye ihtiyaç olmadan, devletin, Ankara patlamasının nasıl arkasında olduğunu açık olarak görmek mümkündür.

Dünyanın her yerinde devlet, burjuva iktidarı korumak için, halka kurşun sıkmakta, baskı ve şiddeti devreye sokmaktadır. Ama, Türkiye’deki boyutu daha farklıdır. Ankara’daki patlamayı, bu açıdan ayırt edici bir örnek olarak ele almak gerekir. Bir devlet, kendi başkentinde, IŞİD’in eylemine yataklık yapmakta, onu yönlendirmektedir. IŞİD, bu eylem ile ilgili açıklamalarında, örneğin Fransa’daki eylemleri gibi bir açıklama da yapmamıştır, neyi ve neden hedef aldığını bile vurgulamamıştır.

Ve Ankara eylemi bir tane değildir. Sivas katliamını hatırlayın, 1 Mayıs 1977’yi hatırlayın, Dersim’i hatırlayın, 1915’i hatırlayın, 6-7 Eylül’ü hatırlayın, Diyarbakır Mitingi’ni hatırlayın ve hele hele, son 7 Haziran seçimlerinden bu yana, Kürdistan’da yaşanan ablukayı, şehir merkezlerinin topa tutulmasını, çocukların kurşunlanmasını hatırlayın. Bu, tarihten bugüne gelen bir eğilimdir. Çok eskidir ve çok derindir. Devlet adına katliamlar yapmak, kendini “vatansever” diğerlerini ise “vatan haini” ilan etmek, kendini “dindar” diğerlerini ise “dinsiz” ilan etmek, kendini “milliyetçi”, diğerlerini ise “kansız” ilan etmek, ne kadar çağdışı, ne kadar ilkel, ne kadar yüz karartıcı olursa olsun, bu toprakların bir geleneği hâline getirilmiştir.

TC devleti, bugün, bir harami iktidarı olarak hüküm sürmektedir. Soygunlar, yağmalar, yolsuzluklar çukuruna batmış, çapı ve ufku para ile satın alınacak olanlarla sınırlı bir kadronun ellerinde, devlet, halklara karşı açık savaş ilan etmiştir.

Bu kibirli, bu soyguncu, siyasal kadrolar, ABD başta olmak üzere dünya gericiliğinin emrinde, taşeronlar olarak çalışıp, tetikçilik yapıp, kendilerine “gelecek” aramaktadırlar. Bu arada ceplerini doldurmaktadırlar. AK Parti siyasal kadroları, tabanlarında var olan samimi olarak bir inanç uğruna davrananları tutabilmek için, İslam’ın tüm değerlerini fütursuzca kullanmaktadırlar. Ceplerini doldurma durumlarını, yolsuzlukları, ayakkabı kutularını, “İslamî amaçlar için bunları kullanacağız” diyerek açıklamaktadırlar. O kadar kibirlidirler ki, halkın, kendilerini dinleyen herkesin, tüm bu yalanları her gün yutacaklarını düşünmektedirler.

Kibir gözlerini kör etmiştir, kendilerini sultan, dünya lideri, başbakan hoca vb. sanmaktadırlar. O kadar kibirlidirler ki, bakacakları ayna kalmamıştır. O kadar kibirlidirler ki, kendilerine yalandan yağ yakılmasını, her türlü yalakalığı iltifat olarak görüyorlar.

Nerede belkemiği olmayan, nerede kıblesi olmayan, nerede bir değer sistemi olmayan ama kahve ağzı ile küfürler savurabilen, alacağı dolarlara göre satamayacağı değeri olmayan kadınları, erkekleri, danışmanlar hâline getirmişler. Eskiden sarayın eğlenceleri için soytarıları olurdu, şimdi yeni adları “danışman”dır. Ve en büyük marifetleri, kahve ağzı ile küfür etmektir.

Bugün, bulundukları yükseklikten emirler veriyorlar. Cizre’yi sarın, Silopi’yi ablukaya alın, Sur’u yakın yıkın, zaten saraydan başka “Sur” olacak alan istemeyiz. Cami falan dinlemeyin, yakın, yıkın, süpürün, kurşunlayın. Cizre’ye 10 bin asker, Sur’a beş bin, yetmez, tüm halkı aç bırakın, susuz bırakın. Sokaklara küfürler yazın. Çocuk kadın demeden, camdan başını uzatanı vurun.

İşte yüksek tepelerde yer tutanlar, işte kendilerini insanoğlunun tırmanabileceği en zirvede zannedenler, bu emirleri vererek kazanmak, yükselmek istiyorlar. Sokaklarda çoğalan çocuk cesetlerinin üzerine kendi geleceklerini kurmak istiyorlar. Ne kadar çok ceset olursa, başları o kadar hızla göğe değecek. İşte size kibir.

Kibirli, saldırgan harami iktidarı budur.

Yakacağız diyorlar, yok edeceğiz diyorlar.

Kendilerinden önce de böyle nutuklar atanlar oldu, tek bir gerilla kalmayıncaya kadar diye bağıranlar çok oldu. Ama bunlar diyorlar ki, “biz başkayız.”

Evet, biraz da başkalar. Onun için 90’lara dönmeyi hedeflemiyorlar, tersine 90’ları aşmayı hedefliyorlar. Ne kadar Kürt ölürse, ne kadar devrimci ölürse, ne kadar çocuk ölürse, o kadar yükseğe çıkacaklarını sanıyorlar. Zirveye varmak için, binlerce insanı öldürmekten, kan akıtmaktan çekinmiyorlar.

Kibirlidirler, saldırgandırlar.

Bu nedenle, harami iktidarı sözü yerindedir. Haramidirler, her şeyi talan etmek istiyorlar ve bunun için iş tutamayacakları katil, iş tutamayacakları kötülük yoktur, şeytanla iş tutmaktan geri durmazlar, ne de olsa şeytan da allahın yarattığı bir varlık değil midir, öyle ise yaratılanı severiz yaratandan ötürü sözünü buraya uygulayın yeter. IŞİD’le işbirliği yaparlar, petrol şeyhleri ile, eroin baronları ile, dünyadaki tiranlarla, dünya gericiliği ile işbirliği yapmaktan kaçınmazlar. O kadar geniş meşrepleri vardır ki, para varsa, her şeyi makul görebilirler.

Harami iktidarı yerindedir.

Cizre’ye yapılan saldırı, dünya gericiliğini, Batı gericiliğini arkasına almış bu harami iktidarının kibir dolu saldırısıdır.

Sur’daki saldırılar, sadece ordunun, silâhlı kuvvetlerin kullanıldığı saldırılar olmakla kalmıyor, bir ucu IŞİD’e ulaşan ve Saray’ın örgütlediği yeni kontr-gerillanın, yeni Gladio’nun saldırılarıdır da. TC devleti, bugün, IŞİD kadrolarını, dünyanın her yerinde paralı asker olarak çalışmış katil çeteleri bir araya getirerek, içte ve dışta kullanma hevesindedir. Tüm Kürdistan’da ortaya konan şehir ablukaları, bu kadroların kullanıldığı savaş uygulamalarıdır.

Ve bunu başarabilmeleri sadece baskıya bağlı değildir.

TC devleti, Erdoğan medyası başta olmak üzere, tüm medyayı savaş senaryolarına uygun örgütlemiştir. Doğan Medya Grubu da içindedir. Ahmet Hakan, “Erdoğan’a karşı olmak uğruna Putin’i eleştirmeyecek miyiz” diye ağlamaklı soruyor. Oysa Ertuğrul Özkök, açıkça, 2 Kasım’da yazdı, “ben de fabrika ayarlarıma dönüyorum” diye. Ahmet Hakan, sen de öyle yaz, biraz daha mert ol! Erdoğan’a karşı olmak adına, herhangi bir kişiyi eleştirmekten sakın kaçınma, ama bir tek gün olsun, kalk ve Cizre haberi yap, kalk ve Sur haberi yap, kalk ve haramilerden söz et, kalk ve ölen çocukların cenazeleri üst üste yığılınca göğe erer mi diye sor, kalk ve parlamento hakkında düzgün haber yap, halk ve mahkeme dosyalarına girmiş olayları, bari bunları haber yap. Bu kadar korkup, sonra çark edeceksen, Özkök’ü örnek al, fabrika ayarlarıma dönüyorum de. Ama Putin’i eleştirmek adına zehirli milliyetçiliği pompalama.

Tüm medya, topyekûn, savaş yanlısı hâline gelmiştir.

Erdoğan, TC devleti, 1 Kasım seçimleri ardından, tüm hak arayışlarını, tüm halk direnişlerini boğmak için, Kürt devrimini boğmak için, Kobanê’de IŞİD’i başarılı kılmak için, Suriye’den pay almak için vb. Gezi Direnişi’nin yarattığı havayı boğmak için, bir savaşı devreye sokmuştur. Bu savaşı başarılı kılabilmek için, tüm toplumu yalanları ile uyutabilmek için, medyayı tam anlamı ile ablukaya almışlardır.

Cizre ablukası neyse, medya ablukası da odur. Sadece birincisinde 10 bin asker gerekiyor, ikincisinde, sadece ve sadece biraz korku, biraz vergi cezası vb.

Medya devletin bu zalim saldırganlığına, bu kibrine karşı bir tek gerçek yazamaz durumdadır. Medya, tamamen özel savaşın denetimi altındadır. Yakında, medya organlarının o yekpare camdan binalarına IŞİD korumlarının görev yapmaya başlaması bize şaşırtmaz.

Ülkemizde şehirler nasıl ablukaya alınıyorsa, nasıl sokaklarda en küçük bir hak arama eylemine TOMA’larla saldırılmakta ise, aynı şekilde basın, büyük bir bölümü para ile, az bir bölümü korkutma ve sindirme ile ablukaya alınmıştır.

İşte bu medya da kullanılarak, bir başka sonuç elde edilmeye çalışılmaktadır. Halk esir alınmıştır. Ülkemiz halkları, işçileri, emekçileri, tüm insanları, esir alınmaya çalışılmaktadır ve büyük ölçüde de esir alınmıştır.

Halklar esaret altındadır. Kürdistan dışındaki coğrafyada, halklar rehin alınmıştır, esir tutulmaktadır. Basın da bu konuda büyük bir rol oynamaktadır.

Halkın sessizliği bundandır.

Elbette bu, halkı haklı çıkarma adına söylenmiyor. Ama gerçek budur.

Kredi kartları borçları ile, kredi borçları ile ve daha birçok kanalla borçlandırmalarla, halk esir alınmıştır.

İşsizlik korkusu ile esir alınmıştır.

İşimi kaybedersem, ya tutuklanır da işimi kaybedersem, ya işsiz kalırsam borçlarımı kim ödeyecek, ya bunca para ödediği dairemi kredi borcum yüzünden bankaya kaptırırsam, ya kredi kartımın borcunu ödeyemezsem vb. İşte bu korkularla halk, esir alınmıştır. Ancak, büyük bir güç görebilirse, ancak onbinlerce, yüzbinlerce insanı sokaklarda görebilirse hareket etmektedir.

Gezi öncesinde, birçok gerçeği bu netlikte göremiyordu. Bugün, medyanın bu yalan ve karartma politikasına rağmen, olup biteni anlamaktan çok da uzak değildir. Ama harekete geçmekten çok uzaktır. Sessizlik, bu suskunluk, esaret koşullarının sonucudur.

Halk, büyük ölçüde esirdir.

Bu esaret sadece ekonomik nedenlerle oluşmuş da değildir. Suruç ve Ankara bombalaması, bu esirlik koşullarının oluşumunda önemli bir katkıdır.

Baskı ve tehdit, saldırılar, IŞİD unsurlarının doğrudan veya dolaylı olarak halkın üzerine sürülmesi, tüm bunlar korkuyu yaratıyor ve suskunluğu büyütüyor.

2 Kasım’da seçim sonuçları ortaya çıktığında, halk, seçimlerin adil olduğuna asla inanmadı. Ama şöyle düşünmeye başladı, ne olursa olsun, adam sandığı kabul etmiyor ve gücümüz bu adamları alaşağı etmeye yetmiyor. Bu iş seçimle olmuyor. Ve elbette böyle düşünüldüğü zaman, büyük bir sessizlik beraberinde gelecektir, öyle olmuştur.

Bu son hâli ile sessizliğin sadece esaret demek olmadığı da açık, sessizlik aynı zamanda bir yol arayışı, bir mücadele yolu bulma girişimidir de. Bu açıdan sessizlik, bir tarz sessizlik olmaktan çıkar ve anlayana bir konuşmadır da.

Bu sessizlik, bu esaret koşulları, kibirli, saldırgan harami iktidarına, TC devletinin yönetenlerine, yeniden “milliyetçiliği” pompalama şansı vermektedir. Şimdi, gece gündüz bunun üzerinde çalışıyorlar. Kürtlere karşı yürütülen bu vahşi savaş, ancak, milliyetçilik ile gözler kör edilirse, Batı’da kabul görebilir.

Ve nasıl ki, bundan böyle ne yaparlarsa yapsınlar, Kürt halkının direnişini kıramazlar, aynı biçimde ne yaparlarsa yapsınlar, artık, Gezi öncesi tarzda bir milliyetçi körlük yaratamazlar.

Hırsızlık, yolsuzluk, katliam ve ölümler üzerine kurulu bir saltanat artık mümkün değildir. Bunu görememelerinin nedeni kibirleridir, yoksa şanslarının kalmadığını kendileri de biliyorlar. o

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...