Ana Sayfa Blog Sayfa 238

Times: “Sur, hızla Suriye’nin kopyasına dönüşüyor”

Sokağa çıkma yasağının bir ayı geçtiği Sur’dan izlenimlerini aktaran muhabir, Diyarbakır’ın merkezi Sur’u ‘savaş bölgesi’ olarak tanımlıyor.

Haberde, Türkiye’nin birçok yerinde yeni yıla hava fişeklerle girilirken Sur’un ise yeni yıla çatışmalarla başladığına dikkat çekiliyor ve Sur’u terk edenlerden 67 yaşındaki Hamdi Zengin’in şu sözleri aktarılıyor:

“İstanbul başka bir ülke. Buradan farklı bir dünyada yaşıyorlar. Onlar normal yaşıyor. Bizim burada polis evlerimizi basıyor, çatılarda keskin nişancılar ve her yerde barikatlar var.”

‘Alışmış görünüyorlar’

Muhabirin izlenimlerinin şöyle:

“Her gün alacakaranlıkta ezan seslerine tüfek sesleri eşlik ediyor. Sur’ın kalbinde sokağa çıkma yasağı var ve etrafındaki sokaklar kontrol noktaları, kum torbalarıyla çevrili. Çatışma bölgesindeki çoğu dükkân sahibi bırakmış, taksi şoförleri bölgenin yakınına gitmeyi reddediyor.”

“Burada yaşayanlar bu yeni duruma rahatsız edici şekilde alışmış görünüyorlar. Sokakta ilerleyen yaşlı kadınlar, hemen yan sokakta çatışma başlayınca duraklamadan ilerlemeye devam ediyor. Hiç kimse göz yaşartıcı gazın keskin, bayıltıcı kokusu hakkında konuşmuyor.”

“Sur hızla, Suriye’nin çatışmaların başladığı ilk günlerindeki rahatsız edici bir kopyası gibi, ölüm yeri haline geliyor. Fakat burada PKKli militanları destekleyenler arasında çok az sayıda kişi sınırın hemen diğer tarafında harap olan Halep’e odaklanıyor, onun yerine Suriye’deki Kürtlerin oluşturduğu yarı-devlet Rojava’yı görüyorlar.”

“Yerel Kürt partisinin binasında yaşlı bir adam ‘Biz bunu savaş olarak görüyoruz’ diyor. ‘Hepimiz IŞİD’e karşı savaşıyoruz, bunu da tüm dünya için yapıyoruz’ diyor.”

Türkan Elçi: Barışa yakın, şiddetten

uzak dursunlar

Times gazetesi Diyarbakır’daki çatışma ortamının ‘Türkiye’deki Kürt hareketinde en saygın ve en ılımlı ses’ olarak tanımladığı Tahir Elçi’nin ölümünden sonra alevlendiğine dikkat çekiyor ve tırmanan şiddet ortamında barışçıl gösteri girişimleri ve diplomasinin giderek kaybolduğunu yazıyor.

Times gazetesine konuşan Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi de şunları söylüyor: “Onun kadar tarafsız şekilde barış isteyen başka hiç kimseyi görmüyorum. Onu hangi gücün öldürdüğünü bilmiyorum ama eğer insanlar ona saygı duyuyorsa, barışa yakın, şiddetten uzak durmalılar.”

Times muhabiri Hannah Lucinda Smith ise, “HDP ile AKP arasındaki diyalogun kapanması ve yerini saldırı, misillemeler bırakmasıyla umudun nafile olduğu” yorumu yaparak Türkiye devletinin operasyonlarının bölge halkında PKK’ye desteği arttırdığı izlenimlerini paylaşıyor.

BBC

Rivayet odur ki, cennet ve cehennem bu dünyadadır

 

Buradan birkaç ara sonuç çıkarmak isteyen olabilir elbette; mesela bir, sol omuzunuzda duran ve görevi günahları yazmak olan meleği çok yormak tehlikelidir. Mesela iki, cennette her erkeğe 4 huri vadedildiğini kim söylemiş ise yanlış söylemiştir, zira bu, Adem’in koltuğunun altından da yaratılmış olsa, 4 kadın ve 1 erkek eşleşmesini çağırır ki, bu durumda yüce yaratının Adem’in koltuğunun altından bir değil, 4 kadın yaratacağı varsayılabilirdi. Öte yandan, bu 4 hurinin, eşitlik ve adalet üzerine kurulu cennetin kurallarına itiraz etme ihtimalleri vardır, zira onlar da tıpkı, cennete gelmeyi hak eden Ademoğulları kadar, cennete girmeyi hak eden Havva kızlarıdır. Cennete giden Havva kızlarının, benzer bir ödüle layık olarak görülme ihtimali ise işi tümden karıştırır. Ve nihayetinde, herkese bir karşı cinsten eş düşer hâle gelir. Mesela üçüncü bir ara sonuç şu olabilir, hem cennette, hem de cehennemde ne olduğunu, ancak bildiklerimiz ile açıklayabiliyoruz, yani hayallerimizle sınırlıdır bunlar ve maalesef hayallerimiz, bizi, toplumumuzu çevreleyen maddi yaşamla (maddi yaşama tarih ve coğrafya kadar, insanın ihtiyaçlarını gidermek üzere gerçekleştirdiği tüm üretimi ve sonuçlarını, bu arada gelişen tüm kültür ve sosyal yaşamı koyarak düşünün) sınırlıdır. Yani ne cennette bilmediğimiz “iyi” ve “güzel” var, ne de cehennemde bilmediğimiz “kötülük” var. Bugünkü bilgilerimiz bunu doğruluyor, gösteriyor.

Elbette bu ara sonuçları çıkarmak isteyenlere bir şey diyecek değiliz. Zira bu tartışmayı başka bir noktaya taşır ki, bizim böyle bir niyetimiz yok.

İnsanoğlunun “bu dünya”daki macerası, yaradanın izni ile, ama aynı zamanda Adem ile Havva’nın, cennetten, “öbür dünya”daki ideal yerden kovulması ile başlar. Bu kovulmanın detayları herkes tarafından biliniyor. Öyle anlaşılıyor ki, bu konuda din adamları arasında da bir tartışma yok. Yani bu durumu, başka başka yorumlarla ele alan kimse yok.

Sonuçta cennetten, ideal yerden, nimetlerin yatağından, bal ve süt diyarından, adalet eşitlik diyarından, sonsuz isteklerin gerçekleştiği yerden, dünya denilen, maddi yaşam alanına kovulmak, bir açıdan, bir ceza olarak görülebilir ise de, biz bunu bir ceza olarak ele almayalım, daha çok, “haydi, buyur bakalım söz dinlememek neymiş, al ayaklarının üzerine dur, buyur kendi kaderini kendin yaz” sınavı olarak ele alalım.

İşte çiğ süt emmiş insanoğlu, kovulduğu cennetten, bu “kötülük” dünyasına gelince, pişman olup “ben yaptım sen yapma” demek yerine, ayakları üzerine durmaya, kendi kaderini kendisi yazmaya yönelmiştir. Böyle olunca, cennette ne varsa, bunları, bu dünyada var etmeye niyetlenmiş olmalıdır.

Bu elbette, kendi içinde büyük çelişkileri olan bir süreçtir. Çünkü, cennette ne varsa onu buraya taşımak, evet birileri için bu maddi dünyayı cennet hâline getirmek, ne yazık ki, büyük bir çoğunluk için bir cehennem kurmaya neden olmaktadır. Cennet fikri o kadar kutsal, o kadar insanî, o kadar mukaddestir ki, ne yapalım ki, bir kişinin cennet hayatı yaşaması, milyon kişinin cehennem hayatı yaşaması demek olmuştur. Olsun, zira, cennet varsa, cehennem de var olacaktır.

Demek ki, bu dünyada bir cennet kurma isteği, çiğ süt emmiş insanoğlunun aklını başından almış ve milyonları cehenneme gönderme adına, bir cennet kurma başarısını gösterebilmişlerdir.

Bu durumda, okuyucunun ne ara sonuç çıkaracağını bir yana bırakırsak, biz, izninizle bir ara sonuç, hem de önemlisinden bir ara sonuç yazabiliriz: Cennet ve cehennem vardır, bu dünyadadır, bu ölümlü dünyadadır ve ölenler nereye giderler sorusunu bir an için bir kenera bırakırsak, bu dünyadaki cennet ve cehennemde kimlerin var olacağı, adeta bir yazgı gibi belli ve kaderdir. Belki de “fıtrat” denilen şeyin böylece idrakına varabiliriz.

Bu ara sonuçu, sadece aklınızda bulunsun diye not ettik, yoksa, bitirmeye niyetimiz yok, tam tersine, sizin de katkınızla, bu cennet ve cehennemi tasvir etmeye çalışacağız, Öyle hayalden değil, bizzat bildiklerimizden. Hem sonra, hayallerimiz, zaten maddi yaşamımızca sınırlandırılmış değil midir? Mesela yemek dediğimiz zaman, neden hiç görmediğimiz, tatmadığımız, duymadığımız, okumadığımız bir yemeği hayal edemediğimizin gayet de bilincindeyiz.

Nasıl yaşıyorsan, öyle düşünürsün ve nasıl düşünüyorsan, en çok o kadarını yapabilirsin.

Bu çiğ süt emmiş insanoğlunun, nedense bir bölümü, milyonda biri kadar azı, cennet denilen bir dünya kurdular ve aynı havayı soluduğumuz hâlde kalan milyonlarca insan, tam bir cehennem hayatı yaşamaktadır ki, cehennemi anlatan, bugüne kadar bu denli kötüsünü hayal edememişlerdir.

İkinci ara sonuç: Bu da bizim ara sonucumuzdur, okuyucunun bunda bir katkısı yoktur ve bu açıdan ne düşündüğü de önemli değildir: Bu dünyada cenneti kuranların, milyonlar için yarattıkları cehennem, cehennemi anlatan hiçbir kutsal kitabın anlatmadığı kadar kötü, anlatmadığı kadar ağır bir cehennem hayatıdır. Yani yaratan, bu denli bir kötülüğü, ne kadar kötü bir insan olursa olsun, onu ne denli cezalandırmak isterse istesin, onun için bir araya getirmez. Değil mi ki yaratan odur. Elbette onun kudretinden sual olunmaz, ama bu dünyada kurulu cehennem, hiçbir ilahi gücün kendi yarattığı kullarına reva göreceği cinsten değildir.

Öyle bir cennet kurdular ki, anlatmakla bitmez.

Önce güç meselesini çözdüler. Sonuçta kuldurlar ve ilahi bir güçleri olmadığı için, kudretlerinden sual edilebilirdirler. Böyle olduğu için, kudretlerinden sual edilemez hâle gelmek istediler. Bu gücün kaynağını, ilahi bir yerde bulmaları mümkün değil idi. Bu nedenle de bunu, kendileri gibi yaradanın kulu olanlarda, insanlarda buldular. Onları itaat ettirecek bir yol bulmaları gerekiyordu ve bu “güç” bulundu. Bu insanlarda, yaratanın eseri olan sıradan insanlarda, yaratanın sureti olan sıradan insanlarda vardı.

İnsanoğlu, cennetten kovulanların ardından, geçimlerini sağlamak, hayatlarını sağlamak için, iki şey yapmak zorundaydı, biri üremek ve kendi nesillerini çoğaltmak ya da korumak, ikincisi ise kendi geçimini sağlayacak maddi malları üretmek. Öyle ya, yaratan insanoğluna hayal ile doyma gücünü vermedi. İnsanoğlu, yaşamını idame edecek maddi malları üretmek zorundaydı.

Bu maddi malları üretme işi, cenneti bu dünyaya taşıma hayalini kuran gaddar, kurnaz ve zeki insanoğulları ve kızlarına, önemli bir bilgi verdi. Baktılar ki, insanlar çalıştıkça, tükettiklerinden çok üretebiliyorlar. Öyle ise, onların üretecekleri fazlayı sahiplenmek, cenneti kurmak için önemli bir kaynak olacaktı.

Ama bunu doğrudan söylemek de olmazdı. Değil mi ki, kurt denilen canlı da, bizzat Allah’ın yarattığı bir varlık idi. Sadece yiyeceği kadarını almak yerine, sürüye dalıp, gelecek on günün yemeğini de boğazlamak onun “fıtrat”ında yok muydu? Elbette ki vardı. Öyle ise, bu kurdu yaratan, insanoğluna zekânı kullan demek istemedi mi? Hem sonra kurtların yediği kuzuların, yaratanın kendisi için kurban edilmesini istemediğini kim ispat edebilirdi?

Böylece, insanları, fıtratı gereği farklı farklı yaratan, acaba ne demek istemişti? Bu soru, çalıştığının fazlasını üreten ve bunu komüne gönüllüce veren, insanlarla paylaşan insanoğullarının aklına gelmiyordu. Bunda şaşıracak bir şey yok, gelmiyordu, çünkü onların fıtratı böyle idi. Oysa, bazılarının aklına geliyordu ve biraz gaddarlık, biraz kurnazlık bunlara nasip edilmiş ise, bu onların doğrudan seçilmiş oldukları dışında neye yorulabilirdi ki?

Öyle ise, bu insanlara, bu dünyada cenneti kurmak fikrini vermek, aslında cenneti imkânsız hâle getirecekti. Öyle ise, onlara, cennete gitmenin, öbür dünyada cenneti kazanmanın yolunu göstermek yeterli idi. Böylece, kimisi maddi mallara, kimisi hayallere sahip olacaktı. Tıpkı, İngilizler Afrika’ya gittiklerince, İncil’i köylülerin eline verip topraklarını alması gibi. Ama kuşku yok ki, bu yaratanın İngilizleri özel olarak seçmiş olması ile ilgilidir ve “fıtrat” bu değil midir?

Böylece, üretilmiş toplumsal fazlaya el koymak, büyük bir güç elde etmek demek oldu. Bu sayede, bir bölüm “fıtratı” kötü, mafya tarzı, çakal tarzı adamları, karın tokluğunu bu geniş kitleleri bastırmak hizmeti için kiralamanın yolu da açılmış olacaktı. Değil mi ki, yaratan, onlara bu gücü nasip etmişti. Onlar da bunu, cenneti kurmak için kullanmalı idiler.

Hayır hayır, tarih dersine girip, tüm insanlık tarihini yazacak değiliz. Ama bu tarih bilgisi ile, şimdi, doğrudan para gücünden söz edince, tüm mülkiyet ilişkilerini anlatmış olacağımız artık açıktır. Yoksa cennetten kovulanların elinde para yoktu. Orada para olduğuna dair hiçbir duyum yoktur. Zaten, her şeyin o kadar bol olması, satılmasını da zorlaştırır değil mi? Bu bolluk, cenneti, insanların adaleti ile aydınlatmak yerine, yaratanın adaleti ile aydınlatmak anlamına gelmektedir. O kadar boldur ki, adalet terazisine gerek yoktur, tartacak bir şey yoktur. Zaten, özgürlükler de sınırsızdır. Her ne kadar 4 huri bir sınırlama ise de, bunun anlaşılmaz bir yönü yoktur, bir şeyi tarif etmek bir anlamda, ona sınır koymaktır.

Para ve iktidar, cennet denilen şeyin kendisidir.

Öyle bir cennet kurdular ki, haşa ama kudretlerinden sual olunmaz görünmektedirler.

Cennetlerinde, herkes için değil ama bir azınlık için, süt ve bal sınırsızdır. Çeşmelerinden süt, çeşmelerinden şarap akan musluklar gerçekten de vardır. Üstelik, şarabın kaç yıllık olduğu, nerenin üzümü olduğunu bilen “uzmanlarca” servis edilmek üzere, servis elemanlarına verilmektedir. Öyle 4 huri halt etmiş. Zaten, madem orada dört huri vardır, burada neden olmasın düşüncesi ile, dört eş kuralı devrededir. Ama bu sadece, cenneti yönetenlere iman eden, bu arada da birkaç şeyden yararlanan çakallar içindir. Oysa kurtlar için, bizzat cennette olanlar için, bunda da bir sınır yoktur. Üstelik zina da yoktur. Uluorta yerde canları çekiyorsa muta nikâhı devreye girmektedir, böylece toplumun gözünde itibar ve otorite sarsılmamaktadır, ama yok toplumun önünde değil ise, “ey kulum, sana biz sınır koymadık ki sen kendine sınır koyasın” düsturu devreye girmektedir. Kuşlar kadar özgür olduklarından, sabah kahvaltılarını dünyanın bir ucunda, öğlen yemeklerini de öbür noktasına yemektedirler ve bu arada verilen nimetlerden tatmanın, yaradanı da memnun edeceğini bilmektedirler. Banyolarında süt dolu küvetler, ellerinde gençlik aşıları, parmaklarının ucunda kendilerini emirlerini uygulayan “düzen sağlayıcıları” yönetenlere ulaşan teknoloji, öbür dünyadaki cennete taş çıkarmaktadırlar. Hani, mülk Allah’ındır, diyenlere, “eee, sonunda öyledir, ama bu dünyada bekçisi, seçilmişlerdir, Allah, zenginliği istediğine verir, ilimi ise bizzat isteyene. Sen bu soruları sorabiliyorsan, demek bilimi istiyorsun, haydi seni göreyim. Bilimi bizzat isteyen ise, mecburen paranın kutsal kollarına yatmak zorundadır” diye yanıt verirler.

Yani anlayacağınız iş öyle şişirme değildir. Diyorsanız ki, adamlar minareyi çalmış kılıfını da hazırlamış, yanıtımız, olabilir, ama minareyi çalmayı iyi organize etmişler. O kadar ki, onlara hırsız dersen, sen hırsız konumuna düşebilirsin.

Para, sahip olmak, mülkiyet, bu dünyada cenneti kurma işinin anahtarıdır. Öyle olmalı ki, para, onlar için hadsiz hesapsız önemdedir. Öyle olmalı ki, mesela bizdeki Muktedir, para elde ederek cennete katılmaya çalışıyor. Ve bu denli paragöz olmalarını eleştiren olursa yanıtları da açık, “olur mu hiç, biz sadece cennete gidebilmek için parayı araç olarak kullanıyoruz, hayır işlerinde harcıyoruz. Hem sonra Allah Müslümanların fakir olmasını istemiş olabilir mi, tabii ki olamaz. Öyle ise neden bu para miktarına sınır koyalım, neden bu parayı nasıl kazandığımız önemli olsun, Allah yolunda kullanılıyorsa para, ister esrar işinden gelsin, ister IŞİD petrollerinden ne fark eder?” Elbette bu yabana atılır bir yanıt değil!

Para, cennetin öylesine anahtarı oldu ki, bu konuya şaşıp kalan ve öbür dünyadaki cennete ulaşmak isteyen bazı “saf”lar, Kayserili dolandırıcılardan para karşılığı cennetten arsa bile aldılar.

Para, biz fani kulların bilmediği kadar da önemlidir. Paranın nelere kadir olduğunu, bizim gibi fakir fukara bilemez. Paranın ne demek olduğunu, ne işe yaradığını anlamak, aynı zamanda bir “aydınlanma” meselesidir de. Öyle eline geçinecek kadar para geçen fanilerin dediği gibi para “elinin kiri” falan değildir. Zaten, eline ancak ekmek parası geçen, ancak ve ancak tüm hayatını vererek bir daire alabilen insanların, paranın hikmetine varmaları pek de mümkün olamazdı.

Paranın bu derin önemini ve gücünü anlayanlar, işte ancak onlar, bu dünyada cenneti kurabilirler. Siz bakmayın onların işlerini gören “para muhafızları”nın paraları ayakkabı kutularına, kasalara koymasına. Onlar “saklayıcı”lardır. Oysa parayı gerçek anlamda kullanan, onunla ekmek satın almaz, daha çok güç, daha çok iktidar, hani dolandırmadan söyleyeceksek insan satın alır, gelecek satın alır. Para ona hayal satma gücünü verir. Ve o kadar kutsallaşmıştır ki para, haşa, sümme haşa, tanrı değil ise bile, ondan da aşağı kalır değildir. Yaratan, elbette bazılarına parayı yoldan çıkacak kadar verir, ama bazılarına para, öylesine nasip olur ki, dünyada iktidar edenlerin arasına giriverir. Ve dünya iktidarı, cennetten kovulan insan soyu için en kıymetli iktidardır.

Biraz da cehennemden söz etsek. Ortaya çıkmıştır ki, cennet ile cehennem, bu cennetten kovulan insanoğlunun pratiğine göre, tamamen aynı yerdedir. Yani, sırat köprüsünden sonra yollar ikiye ayrılmıyor, hayır, herkes aynı yere gidiyor, öyle ki, orası birisi için cennet, diğeri için cehennem. Ve cennette hep ama hep, cehennemdekinin milyonda biri oluyor. Buyurun size bir ara sonuç daha.

Buradaki, bu dünyadaki cehennem, anlatması zor kötülüklerle dolu. Öyle ki, kudretinden sual olunmaz olmaya hevesli olanların işi gibidir. O kadar ilerdedir.

Mesela Boko Haram denilen bir örgüt, yaratanın emirlerini uyguluyoruz diye, çocuk yaştaki kızları, mesela 9 yaşındakileri dahi, göğüslerini elleyerek, “uygun”luklarına karar verip, kaçırmakta, alıkoymaktadır. Bu kızlar, 4 huri ile yetinmeyen ve cenneti bu dünyaya taşıyanlara, taze cinsel et olarak sunulmaktadır. O kadar korkunçtur ki bu durum, bu çocuk kadınlar, göğüsleri çıkmasın diye, taşları ateşte kızartıp göğüslerine bastırmakta, bu dayanılmaz işkenceyi bizzat kendileri kendilerine uygulamaktadır. Oysa öbür dünyadaki cehennemde buna benzer bir cezalandırma hiç duyulmuş mudur? Kudretinden sual olunmaz yaradan, bu yaştaki çocuk ve çocuk olduğu için allah bilir ama büyük ölçüde günahsız kullarını, böylesi bir işkenceye neden tabi tutsun? Ama cennetten bir kere kovulan insanoğlunun çiğ süt emmiş olması nedeni ile, böyle değerleri yoktur. Bir kere cenneti bu dünyaya getirmeye karar vermişlerdir ve bunu yaptıkları da ispatlıdır.

Bu dünyada cennet var. Cehennemle birlikte, aynı yerde. Rivayetler doğrudur.

Buradan bir ara sonuç daha çıkıyor: Cehennem ne kadar korkunç ise, cennet o kadar güzeldir. Öbür dünyadakini bilemiyorsak da, bu dünyadakinde durum tam da budur. Bu nedenle cehennemin kötülüklerini anlatmak, cenneti resmetmenin bir başka yoludur.

Cizre diye bir yer var. Bizim ülkemizdedir. Sur ilçesine, Ankara kadar da uzak değildir. Ve burada muktedirler, cennetin sahipleri, insanları canlı varlıklar olarak avlamaktadır. Çocukları pencereden bakınca vuranlara ödül vermekte, yaşlı hastaların ellerinde beyaz bayraklarla sokağa çıkıp hastahaneye giderek, bu fani dünyada bir gün ömürlerini uzatmalarına müsade etme hakkını kendilerinde görmektedirler. Ve Cizre bir tane değildir. Bu sadece bizim ülkemizde de geçerli değildir.

Cennete gitmek için camiler inşa edenler, bir yandan da, gösterişli hayatlarını sürdürmek için, daha çok paranın, seçilmiş Müslümanlar olarak kendilerine tanrının bir lütfu olduğunu bilmektedirler. Bu nedenle olacak, Suriyeli çocukların Avrupa’ya taşınmasından gelir elde etmekte ve bunun için denize açılan botlardan düşen çocuk cesetleri, normalde güneşlenmek için insanların gittiği sahillere vurmaktadır.

Yaratana yürekten inandığını iddia edenler, cenneti elinde tutanlar tarafından, Suriye’de bir açık hava kesimhanesi yaratıp, burada insanları boğazlamakta, bunu yaparken de, yaratana hizmet ettiklerini düşünmektedirler. Yaratanın, onların hizmetlerine ihtiyaç duymayacağını bile düşünemeden, ellerinde uyuşturucu haplarla, çocuk ve kadınların başlarını kesmektedirler. Ve bu arada, petrol satarak, esrar satarak, para kazanmaktadırlar. Bu kanlı talan ve yağma, cenneti kuranların, halkları hizaya getirmesine hizmet etsin diye, bu denli korkunç işler yapan bir “örgüt” eli ile yürütülmektedir. Böylece korku, cehennemi sürekli kılabilmek için, önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Öyle bir cehennemdir ki bu, Allah korkusu, cehennem korkusu yanında çocukça kalmaktadır. IŞİD’in saldığı korku, ne de olsa, cenneti bu dünyaya getirmiş olanların kılıçlarının korkusu sayılmalıdır, bu ordu, onlar adına savaşmaktadır, vücutlarına bombaları sarıp patlatanlar, öbür dünyadaki cennete ulaşmak için uğraşırken, gerçekte onlara bu emri verenler, bu dünyada cenneti kuranların silâhlı emir erleridir.

Öbür dünyadaki cehennemde, her gün kızgın ateşler yayanların, acaba yalan propaganda ile, mesela TV kanalları ile, aslında “yanmadıklarına” inandırılmaları tarzında bir uygulama var mıdır? Hiçbir kutsal kitapta buna dair bir şey okumuş olan yoktur. Ama ya bu dünyadaki cehenneme bakarsak, tam tersini görürüz. Bu dünyayı, milyonlara cehennem olarak yaşatan, cenneti bu dünyada kendileri için kuranlar, belki güçlerinin ilahi bir kaynaktan gelmediğini bildiklerinden olacak, cehennemdekileri sistematik ve her gün, her an yalanlarla uyutmaya çalışıyorlar. Bunun için her türlü olanağı kullanıyorlar. Karayı ak olarak sunabiliyorlar. Cehennemdekilerin dayanılmaz hayatlarına “yeter” demelerini önlemek için, uzmanlarca hazırlanan, uzmanlarca uygulanan propaganda teknikleri devreye sokmaktadırlar. Cehennem, ateş nedeni ile biraz olsun aydınlık olan bir yer olmalıdır. Oysa bu dünyada cenneti kuranlar, cehennemi de kuranlar oldukları açık, cehennemi sürekli karanlıkta tutuyorlar. Onca ateşe rağmen, öyle teknikler devreye sokuyorlar ki, kudretinden sual olunmaz yaratanın, bunu kendine bir meydan okuma olarak almaması mümkün değildir.

Öbür dünyadaki cehennemde, cezaların çekilmesinin bir adil yönü vardır. Açık ve nettir. Oysa bu dünyada cenneti kuranlar, insan olduklarından ve insan çiğ süt emmiş olduğundan olsa gerek, cehennemde yaşayanlara, akıl almaz işkenceler yaptıkları biliniyor. Guantanamo üssü, CIA’nın yaptıkları, Hitler, ülkemizde 12 Eylül’de yapılanlar, Kürt devrimcilerinin yıllardır maruz kaldığı işkenceler ve diğerleri. Saymakla bitmez çeşitlilikte işkenceler, çiğ süt de emmiş olsa insanoğlunun aklının işi midir, yoksa doğrudan bir şeytanî gücün, dünyayı yaratanın kontrolünden almış olmasının ürünü müdür? Hele bu işkence için kullandıkları, icat ettikleri makinalar, şeytanın bile “aman allahım” diyerek yaratanı yardıma çağırdığı türden değil midir? Şeytan ki bunları söylüyor ve ağzına Allah’ın adını alıyor, bu dünyadaki cehennemin ne demek olduğunu gelin siz anlayın. Normalde şeytanın, cennetten kovulan Adem ve Havva’ya ve onlardan türeyen insanoğluna daha yakın olması gerekir. Hem onu kandırdıkça, tuzağa düşürdükçe, aklını mala mülke çektikçe, günahlar işlettikçe Allah’a karşı savaşını yürütebilmektedir. Ama bu dünyada insanoğlunun kurduğu cennet ve cehennem, şeytan için bile o kadar uzaktır ki, şeytanın, gerçek şeytanın kendisi mi, yoksa bu cenneti kuranlar mı olduğu konusunda aklının karışık olduğu bilinmektedir. Şeytana göre, bu tanrının bir oyunudur; insanoğlunun bu denli akıl almaz cehennem uygulamaları sahneye koyması, ona göre, Tanrı’nın kendisine “senin şeytanlığın da ne ki” mesajıdır. Özellikle modern kapitalist çağda, Şeytanın kendisini, çok saf ve çocuk hissettiği söylentileri oldukça yaygındır.

Tüm bunlar ise, rivayet olunduğu gibi, cennet ve cehennemin bu dünyaya ait olduğunun kanıtlarıdır. Bu cennette zalimler yaşamaktadır, hırsızlar, yağmacılar vb. Bu dünyadaki cehennemde ise, halklar, milyonlar, işçi emekçiler, kendi emeği ile geçinenler yaşamaktadır. Yani dürüst, namuslu insanlar cehennemdedir. Bu nedenle bu dünyadaki cehennem dayanılır, yaşanır bir yer değildir. Doğrusu bu dünyadaki cehennemin gönüllü misafirleri de yoktur. Halklar bu cehennemden çıkmak istemektedir.

Halklar, milyonlar, bu cehennemde yaşamayı reddederse eğer, yeter derler ve ayaklarının üzerine doğrulurlarsa, yeter der ve eğer bu yalan perdesi yırtılıp atılırsa, bu dünyada zenginlerin, para sahiplerinin kurdukları iktidar da bitecektir.

İşte o zaman, gerçek anlamı ile insanın tarihi başlayacaktır.

İşte o zaman, bir dünya cennetinin, herkes için, temelleri atılmış olacaktır. o

 

 

 

 

 

DBP Diyarbakır il binasına polis baskını

Bir üniversite öğrencisi ‘asker kaçağı’ olduğu gerekçesiyle polisler tarafından gözaltına alındı. İl binasında tüm odalar tek tek aranıyor. Baskın gerekçesi olarak tutuklama kararı olan 2 erkeğin olduğu belirtilirken, tüm kadınların da kimlikleri alındı.

Yüksek’ten polis baskına tepki: Türkiye tehlikeli bir yolda

Yapılan baskın sonrası partilerinin Diyarbakır İl Örgütü binası önünde açıklama yapan DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek, Anayasa göre kurulmuş bir partinin bir ihbarlarla basılıp kapısında silah sıkılamayacağını belirterek, partilerini Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin hedef gösterdiğini söyledi. Silopi’de de HDP ve DBP’li yöneticilerin askerler tarafından hedef alınarak üzerlerine ateş açıldığını paylaşan Yüksek, «Türkiye tehlikeli bir yolda» dedi.

Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Diyarbakır İl Örgütü’ne bugün öğlen saatlerinde ihbar olduğu gerekçesiyle baskın düzenleyen polisler, içeride yapılan aramaların ardından Fırat Üniversitesi öğrencisi Zeynep Altunkaya ile asker kaçağı olduğu gerekçesiyle Mehmet Şakir Karataş isimli iki kişiyi gözaltına alarak parti binasından ayrıldı. Baskının yapıldığı ilk anlardan itibaren binanın önünde toplanan partililer ise attıkları «Baskılar bizi yıldıramaz», «Bijî berxwadana Sure» sloganları ve alkışlarla baskını protesto etti.

Gözaltına alınan 2 genç, polis araçlarına bindirilerek avukatlar eşliğinde Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü TEM Şubesi’ne götürüldü. Gençlerin götürülmesi sırasında bina önünde toplanan çocukların polis araçlarına kartopu atması üzerine polisler havaya ateş açtı.

Yapılan baskının ardından HDP’li vekillerle birlikte bina önüne çıkan DBP Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek, baskına tepki gösterdi.

Siyasi bir partinin böyle uyduruk gerekçelerle basılamayacağını belirterek, Türkiye’de artık hak ve hukukun kalmadığını söyleyen Yüksek, «Artık AKP cuntası var. AKP ülkede darbe yapmış, halkımıza savaş açmıştır. Bununla birlikte il binamız basılmıştır» dedi. Yüksek, polislerin sıktığı kurşunlardan birine ait boş kovanı da eliyle gösterdi.

‘Milyonlarca halkın şikayetçi olduğu AKP’yi buyurun gidin basın’

Anayasa’ya göre kurulmuş bir partinin basılıp kapısında silah sıkıldığını vurgulayan Yüksek, «Mahallerimize tanklara girdiler. Bu şekilde bizi yıldıramazsınız, kazanan demokrasi ve halk olacaktır. Milyonlarca halkımız, AKP’den şikâyetçidir ve ihbar ediyor. Buyurun beş yüz metre yakınınızdaki AKP il binasını basın» diye konuştu.

‘Türkiye tehlikeli bir yolda’

Yüksek, parti binalarının basılmasının yanı sıra Silopi’de de HDP ve DBP’li yöneticilerin askerler tarafından hedef alınarak üzerlerine ateş açıldığını ifade etti.

Silopi’de parti yöneticilerinin hedef alındığını dile getiren Yüksek, sözlerinin devamında şunlar söyledi: «Mesele buraya kadar gelmiş durumda. Partimizi hedef haline getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’dir. Siyasal mücadelemiz topyekün bir saldırı altında. Hükümet demokrasi zeminini bitirmiştir. Belediyelerimize yönelik kayyum ataması yapmak istiyorlar. Türkiye tehlikeli bir yolda.»

JİNHA-DİHA

‘O benim kameramanım’

Polis, “Barışa Yürüyorum” grubuyla ve bireysel olarak Batı illerinden gelenler de dahil çok sayıda kişiyi ya gözaltına aldı ya da almaya çalıştı.

Gözaltılar sırasında Kürtsat News kameramanı da polis tarafından gözaltına alındı. Polis, kameraman Baran Ok’u zırhlı araca bindirdi.

Kürtsat News muhabiri ise polisin arkadaşını gözaltına almasını “O benim kameramanım” diyerek engellemeye çalıştı. Ancak gazeteci, polise engel olamadı ve bunun üzerine zırhlı aracın önüne geçti.

Polis ise zırhlı aracı, önündeki muhabirin üzerine sürdü. Muhabir son anda kenara çekilerek ezilmekten kurtuldu.

‘İnfaz edecekler diye kaygılandım’

Mehmetoğlu “Kameramanımın o gün zırhlı araca bindirildiğini gördüğümde endişelendim. İnfaz ederler diye kaygılandım. Bu coğrafyada olmayan şeyler değil. Gözaltına alanlar kendilerini ‘Esedullah’ diye tarif eden kar maskeliler gibiydi çünkü” dedi. Mehmetoğlu, bir polisin kendisinin karnına da uzun namlulu silah dayayıp, ‘sıkarım’ dediğini söyledi.

‘Göz gözü görmüyordu’

Mehmetoğlu olanları şöyle anlattı, “Daha önce de bunun gibi saldırılar görmüştüm ama bu Diyarbakır’da yediğim en kötü gazdı. Göz gözü görmüyordu. İlk defa bu kadar gaz bulutu gördüm. Diyarbakır’da şimdiye kadar en yoğun gaz kullanılan müdahalelerden bir tanesiydi. Bir birçok kişi hiç bir şey görmüyor ve boğulurcasına bağırarak, çırpınarak, birbirine tutunarak ilerlemeye çalışıyordu. Göz gözü görmüyordu. Herkes boğulma tehlikesi geçirerek ilerlemeye çalıştı. Çok korkunç bir saldırıydı. Bir şekilde o ortamda bir yere sığınmamız lazımdı. Galeria AVM en yakın yerdi ve o yüzden oraya girdik. Dışarı çıkma imkanı yoktu. Zaten bir süre burada bekledik. Daha sonra özel hareket polisleri yüzü kar maskeli ellerinde keleşlerle ve ağır silahlarla buraya girdiler. Zaten görünüşleri ürkütücüydü. Herkes bir yerlere sığınmaya çalıştı. Burada herkesi darp ederek gözaltına almaya çalıştılar.”

‘Poli̇s keleşi̇ karnıma dayayip, ‘sıkarım’ dedi̇’

Elinde mikrofon olmasına rağmen polisin kendisine ‘çık lan oradan dışarı’ diye sinkaflı küfür ve hakaret ettiğini söyleyen Mehmetoğlu, “O gün eyleme yaşlı amcalar, teyzeler ağırlıkla katılmıştı. Yaş filan dinlemediler. Çok sayıda yaşlı insan yaralanmıştı. İnanılmaz üslup ve tavırlar sergileniyordu. Daha sonra yanıma geldiler, karnıma uzun namlulu keleşi (kalaşnikof) dayadılar, ‘buradan çıkmazsan sıkarım’ tehdidinde bulundular. Bu sırada sayıları bayağı artmıştı. Beni de zorla dışarı çıkarttılar” şeklinde konuştu.

‘Esedullah ti̇mi̇ olabi̇li̇rler’

Arkadaşlarının kendisini uyararak, ‘Ferat bunlar çok ciddi ne yaptıkları belli değil zaten istersen çık vuracaklar yoksa seni’ dediklerini ve kendisinin de çıktığını söyleyen Mehmetoğlu, “Açıkçası korktum. Esedullah Timi olabilir. Kimseyi infaz etmiyorlar diyemeyiz, örnekleri var çünkü. O yüzden tedirgin oldum. Kameramanımın da gözaltına alındığını, zırhlı araca bindirildiğini öğrenince iyice kaygılandım hemen koştum ve hepinizin izlediği o görüntü çıktı ortaya. Oradaki o halim aslında bundan kaynaklıydı” dedi.

Emni̇yet müdüründen skandal sözler

Yaşananların ardından Diyarbakır Terörle Mücadele’ye gittiğini ve emniyet nizamiyesi önünde saatlerce beklediğini anlatan Mehmetoğlu, “Saldırı sırasında TOMA baştan aşağı ıslatmıştım. O halde titreyerek kapıda bekledim. Daha sonra Emniyet içerisine aldılar. Sonra öğrendim ki Emniyet Müdürü iyi yıllar dilemek üzere ziyarette bulunacakmış. Bir süre orada bekledim. Daha sonra Emniyet Müdürü geldi ve herkesin yeni yılını kutladı. Benim de kutladı. Ben ‘yeni yılı sayenizde burada geçiriyoruz’ diyerek sitem ettim. ‘Hangi kanal’ diye sordu. ‘Kurdsat News’ dedim ve aynen şu cümleyi kullandı; ‘Kürt kanallarında çalışanları ‘terör propagandası’ yaptıkları gerekçesiyle gözaltına almışlığımız oluyor. Senin kanalında da terör propagandası yapılıyorsa kameramanını alırız tabi ki’ dedi. Sonra ‘iyi yıllar’ deyip gitti. Sonra ardından polisler yanıma gelip, ‘bakışlarından rahatsız olduk’ çık dışarı dediler. Sonra çıkarttılar beni dışarı” şeklinde konuştu.

Yaşananlardan sonra adalet duygusunu yitirdiğini belirten Mehmetoğlu, kamuoyuna ve gazeteci örgütlerine dayanışma çağrısında bulundu.

Direnişteyiz-İMC-Evrensel

Sağlıkçılardan, Davutoğlu’na: “Ölüm listesi var mı?”

Devlet Hastanesi’nde görevli sağlık emekçisi Hemşire Eyüp Ergen, 27 Ağustos’ta hastanedeki nöbetinden evine dönerken kafasına isabet eden kurşuna bağlı olarak hayatını kaybetti. 25 Eylül’de Beytüşşebap’ta Kaymakam’ın talimatıyla yaralı almaya giden ambülans şoförü Şeyhmus Dursun, polis noktasına yakın bir mesafedeyken açılan ateşle yaşamını yitirdi. Ve yine Cizre İlçesi’nde ayağından vurulup yaralanan yaşlı bir kadına yardım ettiği sırada ensesinden vurulan sağlık emekçisi Aziz Yural, 30 Aralık’ta hastaneye kaldırılırken hayatını kaybetti. Dikkat çeken sağlık emekçilerinin bu üç ölümü üzerine HDP milletvekili Faysal Sarıyıldız çarpıcı bir iddia ortaya attı. Sarıyıldız, Başbakan Ahmet Davutoğlu’na, Kürt sağlık emekçilerinin isim listesinin devlet tarafından hazırlandığı yönündeki iddia doğru mudur? “ sorusunu sordu.

Başbakan Davutoğlu’na yanıtlaması istemiyle soru önergesi veren Sarıyıldız, soru önergesinde şunları belirtti: Söz konusu otopside yer almayan ancak otopsi raporunu inceleyen, haricen fikir talep ettiğimiz bir adli tıp uzmanı Yural’ın vurulmasına ilişkin şu değerlendirmede bulunmaktadır: “Kinetik enerjisi yüksek bir silah ile kafa tabanın parçalandığını, yukarıdan aşağıya seyir izleyen kurşun hedef alınarak atış yapıldığını göstermektedir”. Adli tıp uzmanının bu yorumu Yural’ın hedef gözetilerek vurulduğunu açıkça ortaya koymaktadır.”

Davutoğlu’ndan yanıt bekleyen sorular:

1-Kürt sağlık emekçilerinin isimlerinin devlet tarafından hazırlandığı yönündeki iddia doğru mudur? Böyle bir fişleme var ise sağlık emekçilerinin isimleri bu listede bulunmakta mıydı? Aziz Yural söz konusu listede olduğu için mi kafasından tek kurşunla keskin nişancılar tarafından katledildi.

2-İki yıl önce muhalif kimliğinden ötürü sürgün edilen Aziz Yural’ın daha önce Cizre’de görev yapan kolluk güçleri tarafından tehdit edildiği yönündeki iddia doğru mudur?

3- Aziz Yural’ın otopsi raporunu inceleyen adli tıp uzmanı, yukarıdan aşağıya seyir halinde kurşun hedef alınarak atış yapıldığını göstermektedir tespitinde bulunmaktadır. Bu durumu nasıl açıklamaktasınız?

BirGün’e konuşan Faysal Sarıyıldız, “Devlet birimlerinin kriminalize etmek ve liste hazırlama konusunda sicili ortada” diyerek, Tansu Çillerin iş adamları listesini hatırlattı. Son 6 ay içerisinde Şırnak ilçelerinde 3 sağlık emekçisinin katledildiğini söyleyen Sarıyıldız, “İkisi başından tek kurşunla öldürüldü. Ambülans şoförü ise aracın taranması sonucu yaşamını yitirdi. Bu üç olay da bize sağlık emekçilerinin hedef gözetilerek vurulduğunu gösteriyor. Şu anda elimizde böylesi bir listenin var olduğuna ilişkin herhangi bir belge yok. Ancak sağlık emekçileriyle yaptığımız görüşmelerde, hedef seçilme endişesi taşıdıklarını dile getiriyorlar. Kuşkuları var” diye konuştu.

Direnişteyiz

‘Özel’ belgeli savaş suçu katliamının tablosu

Kürdistan’da halkın öz yönetim iradesini ortaya koymasının ardından öz yönetim direnişlerini geliştiren kentlerde sıkıyönetim uygulaması ile birlikte başlayan saldırılarda devlet güçlerince pervasızca işlenen cinayetlerin hangi talimatla gerçekleştiği dün ajansımız tarafından haber yapılan, askere Kara Kuvvetleri Komutanlığı imzalı «Hizmete Özel» ibareli ve «Savcının karşısına çıkmaktan korkmayın, öldürün» talimatını veren belge ile ortaya çıktı. Devlet güçlerinin halkın öz yönetim direnişini kıramayınca katliama özel bu talimatla Şırnak, Cizre, Silopi, Nusaybin ve Dargeçit’te abluka ve sıkıyönetim süresi boyunca yaptıkları saldırılarda ortaya çıkan tablo ise Kürtlere soykırım uygulanmaya çalışıldığının kanıtı. 5 kentte halka saldırın devlet güçleri sıkıyönetim boyunca aralarında 3 aylık Miray bebeğin, anne karnındaki 7 aylık bebeğin de bulunduğu 77 sivili katletti.

Cizre’de 5 yasak: anne karnında bebekte dahil 30 sivil katledildi

Daha önce 5 kez sokağa çıkma yasağı ilan edilen Cizre’de 14 Aralık’ta ilan edilen son yasak bugün 23’üncü gününde. 10 bin asker binlerce özel harekat polisi, tanklar ve zırhlı araçlarla Cizre’ye çıkartma yapmaya çalışan fakat her saldırıları halkın öz yönetim direnişine çarpan devlet güçleri tarafından 23 gündür devam eden saldırılarda aralarında 3 aylık Miray bebeğin, anne karnındaki 7 aylık iki bebeğin de bulunduğu 30 sivil, ya evinin önünde ya ihtiyaçlarını gidermek için komşusuna gittiği sırada ya da evinin içindeyken hedef gözeterek katledildi.

Silopi’de 3 yasak: 19 sivil katledildi

Daha önce 3 kez sokağa çıkma yasağı ilan edilen ve son yasağın 14 Aralık’ta başladığı Silopi’de de, «öldürün» talimatını veren resmi belgeyi arkasına alan devlet güçleri halka dönük katliama girişti. Kentte 23 gün içerisinde aralarında 3 çocuğun da bulunduğu 19 kişi devlet güçlerinin saldırılarında katledildi. 3 çocuğun da aralarında bulunduğu 6 yurttaşın cenazesi, yasak ve saldırılardan dolayı defnedilemediği için hala ev ve camilerde bekletiliyor. Mehmet Mete (10), Axîn Kanat (16), Reşit Eren (17), Şiyar Özbek (25), Hasan Sanır (75) ve Seyfettin Sidar’ın (30) cenazelerinin bozulmaya başladığı belirtildi. Uygun olmayan ısı ortamında bekletilen cenazeler buz ve soğuk suyla korunmaya çalışılıyor. Devlet güçlerinin nasıl pervasızca saldırılarında son olarak Karşıyaka Mahallesi’ndeki evinde namaz kıldığı sırada evinin camından hedef alınarak özel harekat polislerinin açtığı ateş sonucu 70 yaşındaki Ömer Maslu ve Bararos Mahallesi’ndeki evinden beyaz bayrakla çıktığı sırada taranan Yufus Yağcı katledildi.

Şırnak’da 2 kişi infaz edildi

Günlerdir Cizre ve Silopi’de devam eden direnişle dayanışmak için ayakta olan Şırnak kent merkezinde dün gece devlet güçleri direniş mahallelerinden birisi olan Dicle Mahallesi’ne saldırdı. Saldırıda iki kişi polis tarafından katledildi. Katledilen yurttaşları cenazeleri hala vuruldukları yerden alınamadı.

Nusaybin’de 7 yasak 23 sivil katledildi

7 kez sokağa çıkma yasağı ilan edilen Nusay­bin’de son yasak 24 Arlık 2015’te kaldırıldı. 11 gün süren sıkıyönetim saldırılarında 1’i kadın 3 kişi dev­let güçlerinin saldırılarında yaşamını yitirdi. 7 kez ilan edilen sıkıyönetim saldırılarında ise toplam 23 yurttaş devlet güçlerinin saldırılarında katledildi.

Dargeçit’te 2 yasak 3 yurttaş katledildi

Daha önce 2 kez sokağa çıkma yasağı ilan edilen Dargeçit’te son yasak 29 Aralık 2015’te kaldırıldı. 19 gün devam eden sıkıyönetim saldırılarında 3 yurttaş devlet güçlerinin saldırılarında hayatını kaybetti.

Kendisini vurduğu iddia edilen asker yaşamını yitirdi. Temizlediği silahının ateş alması üzerine yaralandığı iddia edilen uzman çavuş T.E. yaşamını yitirdi.

Bitlis’in Tatvan ilçesinde İlçe Jandarma Komutanlığı’nda görev yapan uzman çavuş T.E.’nin (33) dün temizlediği silahının kaza ile ateş alması sonucu karnından ağır yaralandığı iddia edilmişti. Tatvan Devlet Hastanesi’ndeki ilk müdahalesinin ardından Van’a sevk edilen T.E.’nin yaşamını yitirdiği öğrenildi.

JINHA-DİHA

Taybet İnan’ın cenazesi 7 gün sonra alınabildi

Sokağa çıkma yasağı ve saldırıların 12 gündür sürdüğü Silopi’de polis saldırısında yaşamını yitiren 57 yaşındaki 11 çocuk annesi Taybet İnan’ın, saldırılar sebebiyle ulaşılamayan cenazesi ancak 7 gün sonra alınabildi.

Cenazenin alınması için günlerdir HDP milletvekilleri günlerdir yetkililerle görüşüyordu. HDP Şırnak Milletvekili Aycan İrmez de konu hakkında soru önergesi vermişti.

Cansız Bedeni 1 Hafta Sokakta Kalan Taybet İnan’ın Oğlu: Her Saniyesi Bizim İçin Ölümdü

Sokağa çıkma yasağı ve operasyonların sürdüğü Şırnak’ın Silopi ilçesinde 20 Aralık tarihinde vurulan ve cansız bedeni bir hafta boyunca sokaktan alınamayan 11 çocuk annesi 55 yaşındaki Taybet İnan’ın oğlu Mehmet İnan, “Bir evlada dünyada verilebilecek en büyük ceza bu olmalı. Her saniyesi bizim için ölümdü” dedi.

İnan, annesinin komşudan eve dönerken vurulduğunu anlatırken, “Amcam annemin yardımına koşarken evimizin avlusunda vuruldu. 20 saat boyunca ambulansın gelmesini bekledi ve kan kaybından yaşamını yitirdi. Babam Halit İnan da annemi almaya çalışırken yaralandı. Allahtan onun yarası ağır değil”ifadelerini kullandı.

Güvenlik güçlerinin cenazeyi almalarına izin vermediğini dile getiren İnan, “Savcı ve 155 ile görüştük. Bize beyaz bayrakla çıkıp cenazenizi alabilirsiniz dediler ama o halde bile üzerimize ateş açıldı. Yedinci günde dayım ‘Ölsem de gidip cenazeyi alacağım’dedi. Dün onu alabildik. Cenazesi şimdi Şırnak Devlet Hastanesi’nde” diye konuştu.

Bunu nasıl unuturuz?

En küçüğü 16 yaşında olan kardeşelri için annelerini o halde görmenin her saniyesinin ölüm olduğunu vurgulayan İnan, şöyle devam etti: “Sokağın ortasında kanlar içinde yatan annemizi görmek ve yedi gün boyunca cesedini izlemek zorunda bırakıldık. Bir evlada dünyada verilebilecek en büyük ceza bu olmalı. Her saniyesi bizim için ölümdü. Kahrolduk. Aklımızı oynatacaktık. Hepimizin psikolojisi bozuldu. Söyler misiniz, bu vahşet hangi insanlığa, hangi dine, hangi kitaba sığar? Hayatımız boyunca bunu nasıl unuturuz?”

Her Yerde Aynı Senaryo

Aziz Güler ismi hafızalarda tazeliğini korurken Taybet İnan’ın cenazesine el koyan Devlet güçleri; cenazelere uyguladığı işkenceyi bir özel harp yöntemi olarak kullanıyor.

“Şırnak’ta Dicle Mahallesi’nde katledilen 2 kişinin cenazesinin alınmasına polisler izin vermiyor. Halk ise cenazeleri almak için direnişini sürdürüyor. Cenazeleri almak için beyaz tülbentleriyle yürüyen kadınlara ateş açıldı. Cenazelerin bulunduğu alan aralıksız bir şekilde taranıyor. Cenazeleri almak için halk sabahtan bu yana sokakta direniyor. Cenazeleri almak için yürüyüşe geçen kitleye polisin saldırması sonrası öğlen saatlerinde halk yine toplanarak cenazelerin olduğu alana yürümek istedi. Ancak zıhlı araçlardan halka ateş açılarak cenazelerin alınmasına izin verilmedi.”-5 ocak

DİHA-Direnisteyiz2.org-BBC Türkçe-JINHA

Kara Kuvvetleri’nden askere, ‘Silah kullanmaktan çekinen bedel öder’ tehdidi

Kürt illerinde devlet güçlerince halka yönelik saldırılarda bugüne kadar yüzlerce sivilin nasıl ka­tledildiğini ortaya koyan resmi bir belgeye ulaşıldı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı imzalı “Hizmete Özel” ibareli belgede, askerlere açık açık silaha sarılmaları talimatı verilip, “Savcının karşısına çıkmaktan kork­mayın” denildi.

Daha sonra yenilenen genel seçimlerin yapıldığı 7 Haziran tarihinden buna yana alınan sokağa çıkma yasakları kararları ile birlikte, devlet güçlerince si­vil halka yönelik girişilen saldırılarda bugüne kadar yüzlerce insanın nasıl katledildiğini, ulaşılan bir belge ortaya koydu. “Kara Kuvvetleri Komutanlığı 172. Zırhlı Tugay Komutan Yardımcılığı 3. Tank Ta­bur Komutanlığı Cizre/Şırnak” tarafından hazırlanan “Hizmete Özel” ibareli belgede açık açık silah kul­lanılması talimatı veriliyor.

6 madde şeklinde düzenlenen belge, “Askerin silah kullanma yetkileri ekte gönderilmiştir” ibare­siyle başlıyor.

‘Savcıdan korkmayın vurun’

Askeri personeli silah kullanmaya teşvik eden belgenin 4’ncü maddesinde ise şu talimat yer alıyor: “Savcının karşısına çıkmak korkusuyla silahını kullanmaktan çekinen personelin yapmış olduğu davranışın sonucunun çok ağır olabileceği, bu se­beple şehit verebileceğimizi, silahını kullanmayarak devletin milletin bekasını tehlikeye düşüreceği, vatan hainlerinin, teröristlerin ve devlet düşmanlarının ken­dilerinde daha fazla güç bulacaklarını tüm personeller akıllarından bir an bile çıkarmayacaktır.”

‘Mutlaka ateşle karşılık verilecek’

“Birlik komutanları, tüm personeline askerin silah kullanma yetkilerini tekrar tebliğ edecek ve öğreteceklerdir” denilen belgede, “Her türlü baskın, sabotaj, taciz ve saldırıda mutlaka ateşle karşılık ve­rileceği tüm personele tebliğ edilecek ve öğretilecek­tir” ifadelerine yer veriliyor.

Belgede ayrıca “Hain bir saldırı sonucu tabuta girmek yerine savcının karşısına çıkmanın tercih edileceği tüm personel tarafından benimsenecektir” denilerek personelin infazlara ilişkin ikna edilmesi isteniyor.

‘Devlet zor durumda’

Yine “devletin zor durumda olduğunun sürekli akılda tutulması” telkininde bulunulan belgede tüm askeri personelden buna göre davranılması isteniyor. Bölgede yürütülen savaşta polis ve özel harekat timlerinin yanı sıra kullanılan paramiliter yapılarla birlikte görev verilen askerlere yönelik talimat şu şekilde:

“1-Askerin silah kullanma yetkileri EK bu gön­derilmiştir.

2- Birlik komutanları tüm personeline askerin silah kullanma yetkilerini tekrar tebliğ edecek ve öğretilecektir.

3- Her türlü baskın, sabotaj, taciz ve saldırılara mutlaka ateşle karşılık verileceği tüm personele te­bliğ edilecek ve öğretilecektir.

4- Savcının karşısına çıkma korkusu ile silahını kullanmaktan çekinen personelin yapmış olduğu davranışın sonuçlarının çok ağır olabileceği, bu se­beple şehit verebileceğimiz, silahını kullanmayarak devletin milletin bekasını tehlikeye düşüreceği, vatan hainlerinin, teröristlerin ve devlet düşmanlarının kendilerinde daha fazla güç bulacaklarını tüm perso­neller akıllarından bir an bile çıkarmayacaktır.

5- Hain bir saldırı sonucu tabuta girmek yerine savcının karşısına çıkmanın tercih edileceği tüm personel tarafından benimsenecektir.

6- Emir tüm personele tebliğ edilerek devletimi­zin zor bir dönemden geçtiği hatırdan çıkarılmaya­cak veya müteyakkızda bulunulacaktır.”

DİHA

DTK Sonuç Bildirgesi

Kürdistan ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu son derece tarihsel ve önemli bir süreçten geçmektedir. Günümüzde küresel kapitalizm derin bir kaos yaşamaktadır. Yaşanan bu kaostan etkilenen bölgelerin başında da Ortadoğu, Anadolu ve Mezopotamya gelmektedir. Dolayısıyla Dünya’nın belli başlı tüm güç odakları bölge üzerinde ciddi hesaplar yapmaktadır.

Kaos dönemlerinde yaşanan ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi ve askeri gelişmelerin sonucu olarak yaşadığımız yüzyılda ulusal kimlik, özgürlük ve demokrasi sorunları çözülememiştir. Bu nedenle eskiyi ifade eden yapılanmalar bir bir çözülürken yeni alternatif demokratik modeller ortaya çıkmıştır.

Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’unda bütün Türkiye ve dünya toplumlarına sunduğu tarihi açıklaması ve çağrısı böylesi tarihi bir zamanda yapılmıştı. Kuşkusuz ülkemizin sorunlarının çözümü derinlikli ve güvene dayalı bir müzakere temelinde Türkiye Büyük Millet Meclisi onayı ile gerçekleştirilmelidir. Nitekim Sayın Öcalan 2013 Newrozunda yayınladığı deklarasyon sonrasında gerçekleşen diyaloglarda bunu hedeflemişti. Artık silahlar susacak, fikirler konuşacaktı. Yeni mücadele yöntemi fikir ve demokratik siyaset olacaktı. Ancak bu gerçekçi ve doğru çözüm yolu AKP Hükümeti tarafından oyalama ve tasfiye politikasına dönüştürülmüştür. 28 Şubat’ta hükümet yetkililerinin de hazır bulunduğu Dolmabahçe Sarayında kamuoyuna sunulan mutabakat belgesi Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmiştir. Bunun ardından, makul yaklaşımlarıyla çözümleyici olduğu tüm kesimler tarafından kabul edilen Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan ağır tecrit ve sürecin buzdolabına kaldırıldığı açıklaması, AKP’nin Kürt sorununda bir çözüm politikasının olmadığının, baskı ve savaşla Kürt halkının Özgürlük Mücadelesini tasfiye etmeyi amaçladığının açık kanıtı olmuştur.

7 Haziran 2015 genel seçimlerinde ortaya çıkan halk iradesi, başta Kürt sorunu olmak üzere, halklarımızın barış ve demokratikleşme sürecine verdiği güçlü bir yanıttı. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözümüne dair çok güçlü bir halk iradesinin sandıkta tecelli etmesiydi. Maalesef Türkiye’yi sorunlar çıkmazından çıkaracak bu seçim sonuçları ve halk iradesi tanınmayıp, saygı duyulmayarak tarihi bir fırsat kaçırılmıştır. Tayyip Erdoğan ve ekibiyle, AKP üst yönetimi, bir siyasi darbe yaparak parlamentoyu çalıştırmayıp, devlete ve bürokrasiye de el koyarak kapsamlı bir savaş politikasına örtü yapacağı bir seçim süreci başlatarak 7 Haziran seçim sonuçlarını ortadan kaldırmışlardır.

İmralı’da yürütülen görüşmelerin sonlandırılarak varılan mutabakatın yok sayılması, savaş kararı alınarak gerilla alanlarına yönelik hava ve kara operasyonlarının başlatılması, halklarımızın en meşru ve demokratik taleplerinin şiddet yöntemleriyle bastırılmaya çalışılması sonucunda, bazı il ve ilçelerde halk meclisleri özyönetim kararı almıştır. Özyönetim ilan edilen yerlerde bir yıldır sakız gibi çiğnenen “kamu güvenliği” adı altında seçilmişlere, sivil halka, siyasetçilere ve gençlere yönelik tutuklama ve infazlara yönelinmesi, özyönetim alanlarını hendekler ve barikatlarla savunma durumunu ortaya çıkarmıştır. Bugün, sorunu hendeklere sıkıştıran ve bunun üzerinden geliştirilen devlet terörünü meşrulaştıran politikalara karşı halkımızın geliştirdiği meşru direniş, özünde kendi kendini yerelden yönetme, yerel demokrasiyi inşa etme talebi ve mücadelesidir. Kürt halkının hukuki, siyasi ve statü talebi kabul edilmediği için Kürt halkı da kendi öz gücüne dayanan bir mücadele sürecine girmiştir.

Bu mücadele toplumsal sorun üreten iktidarcı, merkeziyetçi ve erkek egemen yönetim anlayışlarına alternatif olarak demokratik siyaset anlayışını, yönetim modelini ve sistemini benimseyen, toplumsallığı ve birlikte yaşamı, Kürt sorununun siyasi statü temelinde demokratik çözümünü esas almaktadır. Bu da, sorunun esas olarak bir demokrasi ve özgürlük sorunu olduğunu ortaya koymaktadır. Demokrasi ve özgürlük talepleri özünde siyasi statü talepleridir. Çözümü de siyasi müzakere zemininde olmalıdır. Bu nedenle, yaşadığımız bütün sorunların aşılabilmesi için diyalog ve müzakere kanallarının yeniden devreye girmesi önemlidir. Bunun için de, Kürt Halk önderi Sayın Öcalan’ın özgürlüğünün sağlanmasını, sürecin sağlıklı ve istikrarlı yönetilebilmesi için zorunlu görmekteyiz.

Bu açıdan daha önce DTK’nın kamuoyuna sunduğu, HDK, DBP ve HDP’nin de programlarına aldığı demokratik özerkliğin içeriğini doldurarak kamuoyuna deklare etmek istiyoruz. Böylece özyönetim ilan eden halkımızın amacı ne, ne istiyor soruları daha iyi anlaşılacaktır.

Bugün dünyada hakim olması gereken yönetim anlayışı tartışmasız demokrasidir. Yerel demokrasi ve farklılıkların özgünlüğünü tanımak günümüz demokrasilerinin temel karakterini oluşturmaktadır. Demokrasilerde yönetimlerin meşruiyeti, artık her sokağı, her mahalleyi, her ili ve ilçeyi merkezden yönetmekle değil, yerellerden özyönetimleri tanıyarak sağlanmaktadır. Dünyada farklı toplulukların özerkliğini tanımayan tek bir demokrasi kalmamıştır. Çünkü bu özerklikleri tanımadan demokrasiyi geliştirmek mümkün değildir.

Türkiye’nin tarihsel geçmişine, çok kültürlü ve çoğulcu toplum yapısına, kalabalık nüfus ve büyük coğrafya gerçekliğine en uygun yönetim modelinin demokratik özerklik olduğunu rasyonel düşünen herkes kabul etmektedir. Bu yönetim modeli aynı zamanda Kürt sorununun demokratik temelde ve birlikte yaşama çerçevesinde çözümünü de sağlayacaktır.

Aylardır özellikle halkın özyönetim ilan ettiği yerlere tank, top, binlerce asker ve polis ile ağır saldırılar yürütülmektedir. Katliam ve halkı sindirme amaçlı gerçekleştirilen bu saldırılar sonucu hem ölümler, yaralanmalar yaşanmakta, hem de kentlerde tarihi-kültürel miraslarımız, ibadet yerlerimiz yakılmakta ve yıkılmaktadır. Kürt halkı da hem özyönetimin ilan edildiği yerlerde, hem de bulunduğu her alanda direnişini giderek büyütmektedir. Haklı ve meşru temele dayanan bu direniş mutlaka kazanacaktır. Bu haklı ve meşru direnişe saldıranlar hem demokratik Türkiye’de, hem de tarih ve insanlık karşısında yargılanacaklardır.

DTK olarak halk meclislerinin ilan ettiği özyönetim ilanlarını ve halkımızın her alanda yürüttüğü bu haklı ve meşru direnişi sahipleniyor; Kürt halkının ve tüm Türkiye halklarının bu direnişlere katılmasını ve destek vermesini demokrasi ve özgürlük mücadelesi gereği olarak görüyoruz. Şu anda yaşananlar AKP hükümetinin gösterdiği gibi hendek ve barikat sorunu değildir; demokrasi sorunudur. AKP’nin saldırgan politikası ise halkın iradesini ve yerel demokrasiyi tanımayarak halkın özgür ve demokratik yaşam iradesini kırmaya yöneliktir. Demokratik siyasal yollardan çözülmesi gereken bir sorunun çözümsüz bırakılmasının yarattığı sorunlar yaşanmaktadır. Var olan gerilim ve çatışmalar ancak demokratikleşme zihniyeti ve çözüm yaklaşımıyla ortadan kaldırılabilir. Kürt sorunu gibi temel bir sorunun çözülmemesinin, direnişin derinleşerek büyümesine yol açacağı aşikardır.

DTK Genişletilmiş Olağanüstü Genel Kurulu, yaptığı kapsamlı tartışma ve değerlendirmeler neticesinde, özyönetimin içeriğinin doldurularak sahiplenilmesini, savaş ve şiddet politikalarına karşı bireyin ve toplumun kendi özsavunmasını almasının meşruluğunu, toplumsal inşa sürecinin de eşzamanlı ele alınarak hayata geçirilmesinin elzem olduğunu karara bağlamıştır.

Kürt sorununun demokratik özerklik çözümü Türkiye’nin demokratikleşmesinden ayrı ele alınamaz. Türkiye gerçeğinde demokratik özerkliğe dayalı bir siyasi ve toplumsal sistem yaratmadan Türkiye’nin demokratikleşmesi mümkün değildir. Bu açıdan özyönetim ilanları kesinlikle Türkiye’yi de demokratikleştirme adımlarıdır; Yerinden yönetimi sağlayan yasal demokratik adımların atılmasını da tüm Türkiye halkları açısından gerekli ve doğru bir adım olarak görüyoruz. Kuşkusuz yerel demokrasi her alanın, bölgenin ve toplumun ihtiyaçları ve koşullarına göre farklı uygulama biçimlerine kavuşacaktır. Demokratikleşme, yerel demokrasinin ve farklı kimliklerin özerkliğinin gerçekleşmesi açısından yasal imkan sağlayacağından her alanın demokrasiyi kendi koşullarına uyarlaması zor olmayacaktır.

Demokratik özerklik, özyönetimler ve yerel demokrasi açısından spekülatif tartışmaların son bulması için Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik şartındaki çekincelerin kaldırılması yanında, aşağıda belirteceğimiz demokratik özerklik sorumluluk alanlarının tespiti çerçevesinde sadece Kürt sorununun değil; siyasi, toplumsal ve idari birçok sorunun çözümüne kapı aralayacağına inanıyoruz.

Bu çerçevede,

Ülke genelinde kültürel, ekonomik, coğrafi yakınlıkları dikkate alınarak bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde demokratik özerk bölgelerin oluşturulması,

Tüm bu özerk bölgelerin ve kentlerin demokratik esaslarla seçilmiş meclisler ve meclisler içinden seçilmiş özyönetim organları tarafından Türkiye’nin yeni demokratik Anayasasının temel prensipleri çerçevesinde yönetilmesi. Özerk Bölgelerin halk iradesinin ayrıca TBMM ve merkezi yönetimde de demokratik esaslar temelinde temsil edilmesi.

Demokratik özerk bölgeler ve diğer idari birimlerde merkezi yönetimin seçilmişler üzerindeki her türlü vesayetine son verilmesi, seçilmişleri görevden alma yetkisinin kaldırılması. Merkezi yönetim organlarının, yeni demokratik anayasa ilkelerine uyulması doğrultusundaki denetimleri dışında bölgesel ve yerel yönetimler üzerindeki her türlü vesayetinin son bulması,

Özerk bölge ve kentlerde şehir, mahalle, köy, kadın ve gençlik meclislerinin, farklı halklar ve inanç toplulukları meclislerinin, sivil toplum örgütlerinin karar alma ve denetleme süreçlerine doğrudan katılımının sağlanması,

Demokrasinin derinleşmesi, kapsamlılaşması, özgür ve demokratik yaşamın sağlanması açısından kadınların meclislerde, tüm karar mekanizmaları ve özyönetim kademelerinde eşit temsilinin tanınması. Kadınların ihtiyaçları doğrultusunda meclis, komün ve toplumsal kurumlar kurabilmesi; kadın kurumları ve kadınlarla ilgili kararların tamamen kadın meclislerinin onayından geçmesi. Kadının her alanda özgür ve özerk örgütlenmesinin tanınması.

Gençliğin karar mekanizmaları ve özyönetim organlarında yer alması. Bu açıdan gençliğin her alanda özgün örgütlenmesi ve karar mekanizmalarına özgün kimliğiyle katılmasının sağlanması,

Her kademede eğitimin özyönetimlere bırakılması. Türkçenin yanı sıra bütün anadillerin de eğitim ve öğretim dili olması. Eğitim müfredatında genel müfredat dışında yeni demokratik anayasa, evrensel değerler ve insan hakları çerçevesinde yerelin tarihi, kültürel ve toplumsal özgünlükleri ve ihtiyaçları temelinde müfredata eklemeler yapılması. Türkçe’nin yanında yerel dillerin de resmi dil olarak kabul edilmesi.

Dil, tarih ve kültür alanında her türlü çalışma yapabilmek. Aynı zamanda inanç ve ibadet hizmetleri sunan kurumların özerk kurumlar olarak örgütlendirilmesinin sağlanması.

Bütün düzeylerdeki sağlık ve tedavi hizmetlerinin özerk yönetimlerce sunulabilmesi.

Yargı sistemi ve adalet hizmetlerinin özerk bölge modeline göre yeniden düzenlenmesi.

Toprak, su ve enerji kaynaklarının ekolojik çerçevede toplum yararına işletilmesi, denetlenmesi ve üretimden pay alma yetkisinin özerk bölge yönetimine verilmesi. Özyönetimin tarım, hayvancılık, sanayi ve ticaret dahil her alanda genel demokratik anayasa ilkelerine ters düşmeden her türlü üretim ve işletme birimleri oluşturma, bu tür toplumsal ve bireysel girişimleri destekleme, teşvik etme, hibe desteği sunma yetkisine sahip olması.

Özerk bölgenin yönetim alanında ve kent içinde, her türlü kara, hava, deniz ulaşım hizmetlerini sunması ve denetimini sağlaması. Trafik hizmetlerinin merkezi trafik kurumları ile uyumlu halde yerel yönetim organları denetimindeki birimlerce yürütülmesi.

Yukarıda belirtilen hizmetlerin sunulabilmesi için yerelde bütçelemenin özerk bölge yönetimine devredilmesi ve kadın odaklı bütçelemenin esas alınması; merkezle ve diğer yerellerle varılacak anlaşmalara ve hakkaniyet ilkelerine bağlı olarak bazı vergilerin özyönetim birimleri tarafından toplanması. Merkezin yerelden topladığı bütün vergi gelirlerinden yerele pay verilmesi. Merkezin bölgelerin gelişmişlik farkını giderecek şekilde gerekli tedbirleri alması.

Özerk bölge yönetiminin denetiminde, yereldeki asayişin tümünü sağlayacak resmi yerel güvenlik birimlerinin kurulması, bu birimlerin anayasal kurallar çerçevesinde ihtiyaçlara bağlı olarak kurulmuş merkezi Savunma ve güvenlik birimleriyle koordineli olarak çalışması.

Sonuç olarak;

Demokratik özyönetimlerin Türkiye’nin demokratik birliği ve halkların ortak geleceği temelinde gerçekleşmesini ve bu nitelikte demokrasiyi ve özgürlükleri güvence altına alacak demokratik bir anayasa yapılması zorunludur. Böyle bir anayasa tüm toplumsal kesimler, farklı etnisiteler ve inanç toplulukların özgür ve demokratik yaşama kavuşması açısından da vazgeçilemez önemdedir. Yalnızca bir halkın, bir kesimin, bir topluluğun özgür ve demokratik yaşamını sağlayan ama diğerlerine hak tanımayan bir anayasa, siyasal ve toplumsal bir sistem düşünülemez. Demokratik özerklik mücadelemiz Kürtler için olduğu kadar, Türkler ve tüm diğer etnisiteler, inanç toplulukları, dışlananlar, ezilenler, ihmal edilenler için de bir demokrasi ve özgürlük mücadelesidir.

Özyönetimlere dayalı demokratik özerklik modelimizin aynı zamanda Ortadoğu’nun içinde bulunduğu bu karmaşa ve kaos ortamından çıkışa dönük önemli bir örnek oluşturacağı inancındayız. Bu model bin yıldır kader ortaklığı yapmış halklarımızın ülke ve bölge meselelerinin barışçıl ve demokratik çözümüne öncülük edecektir.

Bu deklarasyon dinamik bir tartışma ve uzlaşma arayışıdır. Öneri ve eleştirilere açıktır.

Bu çerçevede çatışmalara son verilerek, Türkiye’nin demokratikleşmesi, siyasi çözüm yolunun açılması için, Türkiye’nin bütün demokratik ve toplumsal özgürlük güçlerini, siyasi partileri, şahsiyetleri, kanaat önderlerini, inanç toplulukları ve kurumlarını Kürt halkının yürüttüğü meşru ve haklı mücadeleye ve taleplerine destek vermeye davet ediyoruz. Kürdistan’daki bütün toplumsal kesimleri ve siyasi partileri ulusal birlik ruhuyla halkımızın yürüttüğü direnişe sahip çıkmaya; dünya halklarını ve kurumlarını halkımızın meşru özgürlük talepleriyle dayanışmaya çağırıyoruz.

26-27 Aralık 2015

DTK’den 14 maddelik özyönetim kararı

Diyarbakır Kayapınar Spor Kompleksinde gerçekleştirilen kongreye 500 kurum temsilcisi ve 501 delege katılmıştı. İki gün süren kongrenin sonuç deklarasyonu ve alınan kararlar açıklandı. Deklarasyonu DTK Eş Başkanı Selma Irmak Kürtçe olarak okudu.

“Özyönetimlerle ilgili siyasi çözüm deklarasyonu” başlıklı sonuç bildirgesi DTK Eşbaşkanları Selma Irmak ve Hatip Dicle tarafından Kürtçe ve Türkçe okundu.

Bildirgede sorunların çözümü için “demokratik özerk bölgeler”in oluşturulması önerildi.

Kongreye DTK Eş başkanları Hatip Dicle ve Selma Irmak, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel başkanları Emine Ayna ve Kamuran Yüksek, HDP Eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, HDK Eş sözcüleri Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel’in yanı sıra tüm HDK bileşeni siyasi parti ve örgüt temsilcileri de katıldı.

Bildirgede 14 madde yer aldı.

14 maddelik deklarasyon

  1. Ülke genelinde kültürel, ekonomik, coğrafi yakınlıkları dikkate alınarak bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde demokratik özerk bölgelerin oluşturulması,
  2. Tüm bu özerk bölgelerin ve kentlerin demokratik esaslarla seçilmiş meclisler ve meclisler içinden seçilmiş öz yönetim organları tarafından Türkiye’nin yeni demokratik Anayasasının temel prensipleri çerçevesinde yönetilmesi. Özerk bölgelerin halk iradesinin ayrıca TBMM ve merkezi yönetimde de demokratik esaslar temelinde temsil edilmesi,

Merkezi yönetimin vesayetine son

  1. Demokratik özerk bölgeler ve diğer idari birimlerde merkezi yönetimin seçilmişler üzerindeki her türlü vesayetine son verilmesi, seçilmişleri görevden alma yetkisinin kaldırılması.Merkezi yönetim organlarının, yeni demokratik Anayasa ilkelerine uyulması doğrultusundaki denetimleri dışında bölgesel ve yerel yönetimler üzerindeki her türlü vesayetinin son bulması,
  2. Özerk bölge ve kentlerde şehir, mahalle, köy, kadın ve gençlik meclislerinin, farklı halklar ve inanç toplulukları meclislerinin, sivil toplum örgütlerinin karar alma ve denetleme süreçlerine doğrudan katılımının sağlanması,

Kadınlara eşit temsil hakkı

  1. Demokrasinin derinleşmesi, kapsamlılaşması, özgür ve demokratik yaşamın sağlanması açısından kadınların meclislerde, tüm karar mekanizmaları ve öz yönetim kademelerinde eşit temsilinin tanınması. Kadınların ihtiyaçları doğrultusunda meclis, komün ve toplumsal kurumlar kurabilmesi; kadın kurumları ve kadınlarla ilgili kararların tamamen kadın meclislerinin onayından geçmesi. Kadının her alanda özgür ve özerk örgütlenmesinin tanınması,
  2. Gençliğin karar mekanizmaları ve öz yönetim organlarında yer alması. Bu açıdan gençliğin her alanda özgün örgütlenmesi ve karar mekanizmalarına özgün kimliğiyle katılmasının sağlanması,

Anadilde eğitim

  1. Her kademede eğitimin öz yönetimlere bırakılması. Türkçenin yanı sıra bütün anadillerin de eğitim ve öğretim dili olması. Eğitim müfredatında genel müfredat dışında yeni demokratik Anayasa, evrensel değerler ve insan hakları çerçevesinde yerelin tarihi, kültürel ve toplumsal özgünlükleri ve ihtiyaçları temelinde müfredata eklemeler yapılması. Türkçe’nin yanında yerel dillerin de resmi dil olarak kabul edilmesi,
  2. Dil, tarih ve kültür alanında her türlü çalışma yapabilmek. Aynı zamanda inanç ve ibadet hizmetleri sunan kurumların özerk kurumlar olarak örgütlendirilmesinin sağlanması,

Sağlık, yargı ve adalet hizmetleri

  1. Bütün düzeylerdeki sağlık ve tedavi hizmetlerinin özerk yönetimlerce sunulabilmesi,
  2. Yargı sistemi ve adalet hizmetlerinin özerk bölge modeline göre yeniden düzenlenmesi,
  3. Toprak, su ve enerji kaynaklarının ekolojik çerçevede toplum yararına işletilmesi,denetlenmesi ve üretimden pay alma yetkisinin özerk bölge yönetimine verilmesi. Öz yönetimin tarım, hayvancılık, sanayi ve ticaret dahil her alanda genel demokratik Anayasa ilkelerine ters düşmeden her türlü üretim ve işletme birimleri oluşturma,bu tür toplumsal ve bireysel girişimleri destekleme, teşvik etme, hibe desteği sunma yetkisine sahip olması,
  4. Özerk bölgenin yönetim alanında ve kent içinde, her türlü kara, hava, deniz ulaşım hizmetlerini sunması ve denetimini sağlaması. Trafik hizmetlerinin merkezi trafik kurumları ile uyumlu halde yerel yönetim organları denetimindeki birimlerce yürütülmesi,

Yerel güvenlik

  1. Yukarıda belirtilen hizmetlerin sunulabilmesi için yerelde bütçelemenin özerk bölge yönetimine devredilmesi ve kadın odaklı bütçelemenin esas alınması; merkezle ve diğer yerellerle varılacak anlaşmalara ve hakkaniyet ilkelerine bağlı olarak bazı vergilerin öz yönetim birimleri tarafından toplanması. Merkezin yerelden topladığı bütün vergi gelirlerinden yerele pay verilmesi. Merkezin bölgelerin gelişmişlik farkını giderecek şekilde gerekli tedbirleri alması,
  2. Özerk bölge yönetiminin denetiminde, yereldeki asayişin tümünü sağlayacak resmi yerel güvenlik birimlerinin kurulması, bu birimlerin Anayasal kurallar çerçevesinde ihtiyaçlara bağlı olarak kurulmuş merkezi savunma ve güvenlik birimleriyle koordineli olarak çalışması.

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...