Ana Sayfa Blog Sayfa 243

Filistin ve öğrenci hareketi Lina Hattab ile röportaj*

*    6 ay boyunca İsrail zindanlarında suçlama olmaksızın tutuklu kalan ve konferansa konuşmacı olarak katılan üniversite öğrencisi.

Lina Khattab, Filistin’de Birzeit Üniversitesi’nde 1. sınıf öğrencisiyken katıldığı bir eylemde gözaltına alınmasıyla beraber, hayatının altı ayını Siyonist İsrail devletinin zindanlarında işkence koşullarında direnerek geçiriyor. Sonrasında tekrar üniversitesine ve mücadelesine geri dönen Lina’ya Filistin’deki öğrenci hareketi ve kendi mücadelesi hakkında sorular sorduk.

Lina Hattab: Hapisten önce hayatım her Filistinlinin hayatı gibiydi. Tahmin edebiliyorsunuzdur; işgal altında yaşamak, herkes gibi işgal güçlerinin yaptıklarına karşı direnmek. Bir yandan Birzeit üniversitesinde medya üzerine okuyordum, bir yandan Filistin halk danslarına ilgim vardı. Elbette bunlarla birlikte pek çok umudum ve hayalim ile uğraşıyordum. Bu hayalleri İsrail işgaline karşı olan mücadelemden hiç ayırmadım.

Birisi hapis edildiğinde, tüm özgürlüğünü ve haklarını kaybetmişcesine davranılıyor. Bu beni psikolojik olarak etkiledi tabii. Çünkü birgün hapse girebileceğime hiç ihtimal vermemiştim. Ama bunlara karşı bir irade ve bilinçle direnmeyi başarabildim; bu bir işgal ve onunla yüzleşmeliyim dedim, benim acım halkımın acısıdır, tek bir kişinin acısı değildir diye düşünüp direndim. Kadın tutsaklar olarak birbirimize oldukça destek verdik. Hapiste, mahkumların kendilerini ve birbirlerini koruyabilecekleri tek silahları iradeleri oluyor.

Çıktığımda da normal hayatıma dönmem zor oldu. İnsanlar arasında bulunmak, yemek yemek bile zor geliyordu. Sonrasında tekrar halk danslarına, üniversiteme adım adım geri döndüm. Tabi ki Filistin halkının çektiği acılara karşı mücadelesine de…

Kaldıraç: Hapse girmeden önce örgütlü bir mücadele içinde miydiniz?

Lina Hattab: Hayır, sadece okul içerisindeki Öğrenci Meclisi’ndeydim.

Kaldıraç: Öğrenci Meclisi nasıl işliyor, neler yapıyorsunuz?

Lina Hattab: Meclisin gidişatını genel olarak mecliste seçilen temsilciler belirliyor. Temsilciler genelde gruptaki farklı düşünceden örgütlerin ilişkilerini de düzenliyor (Hamas, El-Fetih ve Marksist örgütler arası örneğin…) ve yakın gündemle ilgili çeşitli eylem kararları alıyor.

Kaldıraç: Ne gibi eylemler mesela örnekleyebilir misiniz?

Lina Hattab: Mesela, hapisteki mahkûmlara destek için eylemler düzenlemiştik veya Kudüs’te Mescid-i Aksa ile alakalı gündemde de çeşitli eylemler düzenledik. Bazı eylemleri işgale karşı bilinç düzeyini arttırmak için yapıyoruz ya da dış dünyaya belirli konuları duyurmak için. Tabii işgal güçleri ile direkt karşılaşmaları da es geçmiyoruz.

Kaldıraç: Öğrenci hareketinin bu konuda ne kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

Lina Hattab: Aslında epey etkili ve önemli olduğunu düşünüyorum ve sürekli bunu söylüyoruz. Öğrenciler ikinci ve üçüncü “İntifada” sürecinde çok büyük bir rol oynadı. Sürekli tüm Filistin için bildiriler çıkarıyorduk, sadece öğrenciler için değil. Bunun dışında yerel anlamda da üniversitenin ve devletin yaptıklarına karşı bir sürü eylem de düzenliyoruz. Üniversitenin İsrail ile yaptığı anlaşmalarda bir çok kez geri adım attırabildik.

Kaldıraç: Bahsettiğiniz çoğu eylem çeşidi Filistin’deki genel savaş üzerine, ama üniversite içinde hayat nasıl işliyor, neler yapıyorsunuz? Öğrenciler üniveristenin yönetiminde söz sahibi diyebilir miyiz? Üniversitelerde öğrenciler olarak gücümüz ne durumda? Üniversitedeki insanlar genelde politikler mi?

Lina Hattab: Mesela benim üniversitem aynı zamanda “Şehitlerin Üniversitesi” ismiyle ünlü. Birçok politik lider buradan mezun olmuş. Mesela biri Yahya Ayyaş belki tanıyorsunuzdur (Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el Kassam Tugayları komutanlarından. 5 Ocak 1996’da, İsrail tarafından, işbirlikçiler eliyle kendisine verilen cep telefonunun patlatılması sonucu, suikastle öldürüldü). Ama birçok üniversitede durum böyle, mesela Abu Dis’teki üniversite’ye bakın aynısını göreceksiniz. Bunu devlette biliyor ve bu yüzden herhangi bir durumda okula İsrail askerlerinin girmesi gibi şeylerle oldukça fazla karşılaşıyorsunuz. Çünkü öğrencilerin onlara karşı ne kadar büyük bir etkileri olduğunu biliyorlar.
Tabii bazı insanlar sadece okumak ve iş bulmak için üniversiteye geliyorlar ve gidiyorlar ama bu küçük bir kısım. Böyle gelseler bile çoğunluk, işgale karşı mücadeleye katılıyor.
Günlük hayatta ise, meclis ve çoğunlukla sol örgütler, eğitim konusunda, demokratik bir eğitim için dersler organize ediyorlar. Sonuçta üniversite bir devlet üniversitesi ve üniversiteyi devletin kontrolünden çıkarmak için herşeyi yapmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda bir ulusal vizyon ve misyon belirleniyor üniversite için Öğrenci Meclislerinde. Biz de sonrasında buna yönelik kültürel aktiviteler yapıyoruz.

Kaldıraç: Öğrenci Meclislerinin üniversitenin yönetim kurumlarıyla, dekan, rektör gibi, bir bağı yok değil mi?

Lina Hattab: Hayır biz sadece işgale karşı, sol taraftan öğrencileriz. Örneğin okulun kafeteryası boykota aykırı ürünler sattığında onu kapatmak için kendi kafeteryamızı istediğimiz ürünler ile kuruyoruz. Böylelikle bu yerleri direkt olarak İsrail’in elinden almış oluyoruz.

Kaldıraç: Son olarak, Anadolu’daki öğrencilere ve devrimcilere söylemek istediğiniz birşey var mı?

Lina Hattab: Ben gerçekten sizlerin Filistin’deki durumla alakalı bir bilinç oluşturmanızı ve bu bilinci bir eyleme dökmenizi isterim.

Kaldıraç: Teşekkür ederiz… m

Hayal kur, eyleme geç, değiştir ya da öğrenci hareketinin eylemi

Sürekli değinilen, fakat kısacık bulunduğumuz koşullara bakarsak, bu dönem bu hareketin daha hızlı ve daha nitelikli örgütlenmesini anlayabiliriz. Bugün bölgemizde 3. Paylaşım savaşı hızla ilerlemekte ve bölgede içinden “çıkılmaz” krizler yaratmakta. Ayrıca bölgemizde insanlığın bıraktığı bölgenin kültürünü, direnişini, dilini saklayan tarihin silinme operasyonu hızla sürdürülüyor. Bir yandan ise ülkede bir süredir ilan edilmiş bir savaş bulunmakta, belki burası size bir şeyi tarif etmek için kullandığımızı düşündüğünüz “savaş” kelimesi aslında tam manasıyla bir savaş bulunmakta. Yaklaşık olarak 4-5 ayda 1592 kişinin öldüğü bir savaş bulunmakta. Ülkede siperler kazılarak direnişler örülmekte. Tabi savaşlarda çok temel bir konu vardır. Yayılmadıkça yada herkesin kafasına bombalar düşmedikçe fark edilmez. Suriye’de yürütülen savaşın nasıl farkında değilsek. Çünkü bombalar, Haleb’e, Kobanê’ye düşüyor. Şimdi de Cizre’ye, Nusaybin’e, Silvan’a, Suruç’a, Ankara’ya düşen bombaları anlandırmakta zorlanıyoruz. Tabi insan istemediği gerçeklerle yüzleşmekte zorlanır. Fakat bugün bu bir gerçek mahalle mahalle, sokak sokak, anfi anfi yağmasa da bu bombalar yağıyor ve insanlar ölüyor. Ve size matematiğin, rakamların ölmesinden değil, insanın ölmesinden bahsettiğimizi unutmamalıyız. Tabi ki bunların yanında ekonomik ve siyasi krizlerin de olduğunu unutmamalıyız.

Bir bu tarafıyken diğer tarafta ise Gezi Direnişi’yle beraber yükselmiş Kobanê’yle umut kazanmış bir kitle hareketi bulunmakta. Bu hareketin morali düşebilir, çıkabilir bu tamamıyla örgütlülüğü ve günlük politikayı algılayışıyla alakalı olacaktır. Oysa devrimci hareketin morali ise böyle olamaz, kafası berrak, örgütlenme ve direniş temelinde imkânlarını değerlendirecek şekilde konumlandırmalıdır. Bugün bu tutumu çok daha fazla geliştirmeye ihtiyacı da konumlandırmalıdır. Bugün bu tutumu çok daha fazla getirmeye ihtiyacı da bulunmakta. Bunun için bu topraklarda ciddi bir deyim bulunmaktadır.

Kısaca özetleyip konumuza dönersek; bu süreçte öğrenci hareketi bizim için çok önemli bir konumda durmaktadır. Ve bu öğrenci hareketi ve onun öznelerine de bir sorumluluk yüklemektedir. Belki bunları tartışmadan hemen önce tamamen belli örneklere bakmak anlamak, kavramak için önemli olacaktır.

Politeknik direnişi, Yunanistan’da Albaylar Cuntası adıyla bilinen askeri darbenin ardından 1973’de öğrenciler, Politeknik Üniversitesi’ni işgal eder ve herkesi ayaklanmaya davet eder. Bu tarih Yunanistan için artık başka bir tarih olmuştur. En önemlisi korkunun sofrasında diz çözülmemiştir. Ve bir çok merkezde halk da sokağa çıkmıştır. Bugün bile Yunanistan’da bu direnişle kendini adlandıran devrimci kurumlar vardır.

68’ Sorbone direnişi ve dünyada 68 kuşağı diye adlandırılan tarih. Küba Devrimi, Vietnam savaşının etkilerinin çok yoğun olduğu bu direniş, Fransa’da başlayıp, dünyanın neredeyse her yerine yayılmış sokaklarda özgürlük için milyonlarca kişi çıkmıştır. Onunla beraber bir sürü slogan, afiş, tartışma ve kuşak yaratmıştır. Toplumsal harekete her ülkede yol açıcı olmuştur. Ve mutlaka bugün de detaylıca okunması, incelenmesi gereken bir dönemdir.

Dediğimiz gibi bu kuşağın her yerde etkileri olmuştur. Tabii ki bu Anadolu’yu da etkilemiştir. Mahir, İbo, Deniz, Hüseyin, Sinan, Haki bu kuşağın çocukları, önderleridir. Bu kuşağın önderleri olmaktan öte bugünün önderleri ve bizim direnişi bugün taşımamızı sağlayan ufuklardandır. Ayni şekilde, FKF, Dev-Genç bu sürecin ürünü ve 1970-1980 arasında örgütlenmenin sağlanmasında toplumsal hareketin büyümesinde ki en ciddi örgütlülüklerdendir. Tabi ki bununla beraber o dönemin, işgalleri, direnişleri bir çok şeyde bunlarla örgütlenmiştir. Hala İstanbul Üniversitesi’nde, Ankara Siyasal’da, ODTÜ’de Dev-Genç’in, Mahir’in, İbo’nun, Deniz’in izleri, kokuları, direnişleri vardır. Hala bunların öğrenci hareketinde etkin olmalarının sebebi yaratılan tarihtendir.
Başka bakar isek Küba Devrimi’nin doğduğu yerin Havana Üniversitesi olduğunu.

Nikaragua’da kitle hareketinin önünü açan ve FSLN kadrolarını Devrimci Öğrenci Cephesi’nden doğru olduğu unutmamalıyız.

Ya da Filistin direnişine gitmiş dünyanın her yerinden binlerce genç öğrenci olduğunu unutmamalıyız. Ya da Almanya’da 68 öğrenci hareketinin sonucunda RAF’ın doğuşu.

Bunlar ve daha fazlası öğrenci hareketi tarihi içinde bulunmakta biz bunları daha sıkı öğrenmeliyiz. Tabii ki her coğrafyada değil lakin daha az örgütlü coğrafyalarda, öğrenci hareketi yarı-aydın karakterini ortaya koyar.

Tabii bu rasgele oluşmuyor. Nâzım’ın dediği gibi

Delikanlım
Senin kafanın içi
Yıldızlı karanlıklar kadar
güzel korkunç, kudretli ve iyidir.

Biz yaşadığımız bu dünyada çok kısa bir dönemde hayal kurup bu hayaller için savaşıyoruz. Kapitalizm bunu köreltmiş durumda aslında bizim de daha az üstünde durduğumuz bir konu olmuştur. Öyle köreltilmiş ki kendimize mutlak tanrılar yaratmak da işlevli hâle gelmiş. Bu dünyanın değişmeyeceğinden tutun, devletsiz toplum olmayacağına, ABD’nin uçan kuştan sıçan kuşa her şeyi kontrol ediyor olduğuna ve daha birçok mutlak doğruyu yaratmışız. Ve kendi tarihimize yabancılaşmışız. SSCB’yi, Şeyh Bedreddin’leri, Spartaküs’leri, ODTÜ’de yanan Vietnam kasabının arabasını, Vietnam’da yenilen ABD’yi unutmuş gibi davranıyoruz bazen.

Tam da bundan öğrenci iken hayal kurmak, kalbinin hızının artması, hareketin daha fazla olduğu bir dönemdir. Ama örgütlemek istediğimiz. Ellisinde bile aklına geleni insanın örgütlemesidir.
Tekrar dönersek konumuza bugün de tarihsel bir dönemden geçiyoruz. İçinde olduğumuz için bunu fark etmiyor olabiliriz. Ama bugün de dünya çalkalanıyor. Bugün de devrimler oluyor. Bugün de halk isyanları birçok dünya merkezini sallıyor. Bugün de Madrid’de direnenler gibi Kobane’de, Donbask’ta, Haseke’de direnenler var. Bugün dünya tarihinin tekrar yazılmaya başlandığı bir dönem. Ayni şekilde Anadolu’da da böyle ve önümüzdeki görev bu tarihi kendi zaferimizle süsleme olmalı.

Bunun için öğrenci hareketi misyonunu örgütleyip, hayata geçirmelidir.

1. Her okulda birleşik hareket zorlanmalıdır. Eylemlerin böyle yapılması bugün kitle katılımını etkileyecektir.

2. Eylemler bir süreklilik içinde ve hayatı örecek şekilde örgütlenmelidir. Bugün eylemsiz kalmak tarihsel bir hatadır.

3. Her okulda o alanda kitle faaliyetini canlandıracak işler planlanmalı ve hızlıca hayata sokulmalıdır. Bunların canlılıkla ve bizim için bir gereklilik olduğu unutulmamalıdır.

4. Yerellerde birleşik hareketin sürekliliğini sağlayacak ve toplumsal harekete olan etkisini arttırmak için bir imza ya da bir yapıya bürünmelidir. Ayrıca bu yapı üniversitelerde özgür alanlar oluşturmalı, kendi tarzı, kendi ahlakı, kendi dersliği olacak, fiziki alanlar. Bu belki bir alanda ODTÜ direniş komiteleri, bir başka yerde, Ankara Üniversitesi devrimci öğrencileri ya da öğrenci dernekleri gibi. Buradaki ana konu neyin ön açacağı konusudur.

5. Hareketin kesinlikle faşist vs. gündemlerle sıkışıp kalmasına izin vermemeliyiz. Biz kendi gündemimizi örgütlemeyi başarmalıyız.

6. Mutlaka öğrenci hareketi tarihi, misyonu üzerine okumalı, üniversitelerde eğitimler yapmalıyız.

7. Hareketimiz, ofis masayla sınırlı kalamaz, biz hayatın içine girip örgütlenmeliyiz, anfi anfi, koridor koridor, fakülte fakülte ve buna uygun mekanizmalar kurmalıyız.

8. Rekabet böler eylem birleştirir. Ve tüm devrimci değerlerden taviz vermemeliyiz.

9. Her alanda zaman kaybetmeden hızlı adımlar atmalıyız. Bugün bu kararsız ve günlük morali hızla değişen arkadaşlarımızı hızlıca örgütlemeliyiz. Onları kolektif bir mücadelenin parçası haline getirmeliyiz.

Tabii ki bunlar arttırılabilinir. Biz de bunu istiyoruz. Hayal kurup, eyleme geçip, değiştirmek. Bu konuda cesur ve tarihimizden aldığımız hızla ilerlemeliyiz. Bu dönemi zafere çevirmek için bugünün, Mahir’leri, İbo’ları, Deniz’leri, Sinan’ları olmalıyız. Ve bu tarihsel süreç bunları yaratacaktır. o

Nehir Demir

Kalbim(iz) Cizre’dedir

Sivas’ta yakılan Behçet Aysan’ın, “Yok başka cehennem/ yaşıyorsunuz işte,” diye betimlediği coğrafya(mız)da gerçeklerden söz etmek, insana ister istemez F. Nietzsche’nin, “Ben bu kulaklara göre bir ağız değilim,” sözünü anımsatır.

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

 

O hâlde turnusollerle dolu tarih(imiz)in güncel yarası Cizre meselesini irdelerken; Nietzsche’nin uyarısını bir an dahi “es” geçmeden; Oruç Aruoba’nın, “İnsanca özlemler dünyaya uymuyorsa, bozuk olan dünyadır; insanca özlemler, değil”;[2] Yaşar Kemal’in, “İnsan, evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar”; Can Yücel’in, “O çocuklar, o yapraklar,/ o şarabi eşkiyalar/ onlar da olmasalar/ benim gayrı kimim var?” saptamalarını da aktarmamazlık etmeyelim…

Kuşku yok: İnsanların ekmek almak için dahi sokağa çıkamadığı, elinde beyaz bayrakla evden dışarı çıkan kadınlara ateş açıldığı, küçücük çocukların keskin nişancılar tarafından babasının kucağında vurulduğu Cizre bir turnusol oldu.

Buna ihtiyaç da yoktu gerçi! Ama bir kez daha milliyetçi, İslâmcı tayfanın nasıl da ortalığa kan ve irin bulaştırdığını bir kez daha görmüş olduk. Cizre yanıp yıkılırken -kıvırta kıvırta- bir şeyler geveliyorlardı.

“Ama”sız bir tek cümle kuramamaları, ne olduklarını yeterince net sergiliyordu! Kolay mı, onlar yakmaktan yıkmaktan, kan dökmekten başka bir şey bilmeyen yaratıklar, medyada ve heryerdeki tetikçilerdi…

“Cizre için söylenmedik bir şey; haykırılmadık gerçek kalmasın!” içtenliğiyle kaleme alacaklarımızı bu konuda “Ama”sız tek cümle kuramayanlardan “Oh olsun” diyenlere uzanan yelpazedeki “insan(cık)”lar beğenmeyecek beğenmesine de; bu umurumuzda değil; hiç de olmadı!

Ve nihayet egemenlerin yine ve yeniden kaybettiği, kaybedeceği bir savaş olarak Cizre bizim, yani bu satırları kaleme alan -komünist geleneğin takipçilerinden- iki sıradan insan için, Naziler karşısında direnen Varşova Yahudi gettosu, Stalingrad veya Frankistler karşısında Madrid’i savunanlar ya da Filistin’in Gazze’siyle aynıdır; bu hâliyle de hepimize, tüm insanlığa insan olmak ve kalmak gerçeğini bir kez daha hatırlatmaktadır!

 

CİZRE NERESİDİR, NEDİR?

 

Bugün Mağduristan’ın başkentidir -bir zamanlar alimler ocağı olan- Cizre…

Doğusunda Nusaybin, batısında Silopi, kuzeyinde Şırnak’la çevrili Cizre çok sıcak bir yeridir. Şırnak’ın en büyük ve bir o kadar gelişmiş ilçesi olup, nüfusu Şırnak’tan büyüktür. Dicle Nehri bu ilçeyi ikiye ayırır.

Vakti zamanında saldırılara karşı, Dicle Nehri’nin suyu şehrin çevresindeki hendeklere akıtılarak savunma yapıldığından, kent bir ada hâline gelirdi. Bu nedenledir ki kente, “ada” anlamına gelen “cezire” denmiş; Cizre adı, cezire sözcüğünün bugün aldığı biçimdir…

Tarih boyunca herkesin ele geçirmek için uğraştığı, Babil, Arap, Asur, Med, Pers, Selevkos, Sasani, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular gibi çeşitli emir ve şeyhlikler ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından yönetilmiş Cizre, bir yanda Gabar, öte yanda Cudi’ye bakar.

İnanışa göre tufanın ardından, Nuh Peygamber’in sular çekildikten sonra karaya ayağını basıp, ikinci evini yaptığı yerdir. Mezopotamya’nın en eski yerleşim birimlerinden olan Cizre Ehmede Xane’nin, İsmail Ebulis’in, Bedirxanlıların kentidir.

Tor Kapısı mevkisinde yer alan “kesikbaş hazretleri türbesi” ve şifa hikâyesiyle de anılan Cizre’de Mem-u Zin türbesinin yanında, Nuh Peygamber’e mal edilen bir sandukanın olduğu türbe bulunmaktadır; ilk robotu yaptığı kabul edilen El Cezerî’nin türbesi de buradadır. Bunun hemen yanında, Cizre beyliği döneminden kalan kırmızı medrese bulunmaktadır.

Çok eskilere dayanan tarihiyle, dünyanın en eski kalelerinden birine sahiptir. Her yeri tarihtir. Guti imparatorluğunun eski başkentidir.

Tarihte ‘Bazibda’, ‘Bakarda’, ‘Bakarda Karday’, ‘Cezire’, ‘Ceziret-ül İbni Ömer’ ve yöre halkı tarafından ‘Cizir’ olarak anılagelmiştir; Doğu Roma döneminde ‘Dazebda’ adını taşıyan Cizre, burayı fetheden Hz. Ömer tarafından “Ceziretül İbni Ömer” olarak adlandırılmıştır; bugünkü adı bundan türemiştir.

Bütün tarihî ve kültürel zenginliğiyle, yani dünyada robotun ilk icat edildiği, aşk destanlarıyla ünlü, tasavvuf ve medeniyetin merkezi ve simgesiyken Cizre XXI. yüzyılın başında Kenan Evren’e rahmet okutturacak uygulamalarla hukukun rafa kaldırıldığı; insanların salt kentte yaşayan bir vatandaş oldukları için devletin saldırısına uğradıkları ve bunun meşru görüldüğü; “düzeni sağlamak” adına yasaların çiğnendiği; Penguen medyasının görmezden gelip, “terörist” ilan edilen bebeklerin ölüme terk edildiği bir kent olup çıkmıştır!

Devlet katliamının olağanlaştığı ve halkın devlet teröründen bıktığı kentte, akrepler, TOMA’lar, sivil polisler -eylem olsun olmasın!- her gün çarşıda, mahallelerde tur atar. Akrepler çocukların attığı çakıl taşlarını bahane ederek bütün mahalleyi gaza boğar. Polis evlere gaz bombası atıp Mehmet Uytun’ları öldürür. Çoğunluğun, neredeyse her ailenin bir yakını ya faili meçhul kurbanıdır; ya dağda ölmüştür ya da zindandadır. Ancak, baskılarla boyun eğecek bir halk değildir Cizreliler…

Murathan Mungan’ın, “Çoğunuz bildiği gibi bu topraklarda her inkârın ardında yakın ya da uzak tarihli toplu mezarlar yatar,” sözüyle betimlenmesi mümkün olan Cizre, delik deşiktir; yakılmış yıkılmıştır. (Polis araçlarının plakasız dolaştığı kentteki emniyet müdürü Hrant Dink cinayeti soruşturmasında “şüpheli” olarak ifade veren Ercan Demir’di…)

Hemen herkese Dersim (“Tunceli”) miydi? dedirten Cizre; bir yanıyla Gazze, bir yanıyla Kerbela, bir yanıyla Srebrenitsa’dır (kim bilir Kosova mı desek oraya?); ve de Belfast’tır…

Bizim neslin Dersim’i olarak anılması mümkün olan Cizre devlet güçlerince koca bir hapishaneye dönüştürülmüştür; erzaksız, susuz, hastalarını hastaneye götüremeyen, ölülerini evde saklamak zorunda kalan!

Bu özellikleriyle bir vicdan turnusolüdür; vicdan(lar)ın sınavıdır Cizre…

Ya da günümüz dünyasında insanlığın öldüğü sayısız yerden birisidir! Kolay mı? Zulüm altındaydı Cizre: Ambargo, abluka, keskin nişancılar, havan saldırıları, kan ve ateş…

Veya üzerinde devletin kent savaşı tatbikatı yaptığı direniş mekânıdır; özsavunmadır; siyasal ve sosyolojik gerçekler içeren “ulusal” bir çığlıktır!

Yapılanların, söylenenlerin, yazılanların asla unutulmayacağı; öldürülen çocukların, katillerin kâbusu olacağı hakikâtin ta kendisidir!

 

OLANLARLA CİZRE’NİN HÂLİ

 

Cizre, egemen şiddettin, linç saldırılarının cinnet boyutuna vardığı; sokağa çıkma yasağı, saldırganlığı ve ablukasıyla bir yangın yeriydi; kelimenin tam anlamıyla bir insanlık dramı yaşanmıştı; Cizre’ye düşen mermiler, top obüslerinin hedefinde en çok, siviller vardı; ve de çocuklar…

Cizre’deki uygulama askeri mantık olarak İsrail’in Gazze’de yaptıklarına benziyor; itirazı olan var mı? Ama öyle görünüyor ki Cizre son değil; Michel Foucault’nun, “İktidar, öncelikle boyun eğdirilmiş bedenler yaratmayı amaçlar,” diye tanımladığı devletin, Cizre sonrasında önünde engel gördükleri başkaları var. Toplumsal muhalefet var. Alevîler, solcular liberaller, ateistler, sosyalistler var.

Coğrafyamızın içine girdiği savaş sarmalını halka karşı devlet terörünü artırarak ve faşist çeteleri devreye sokarak çözmeye çalışmak, AKP’nin gücünün değil, çaresizliğinin ilanıdır. İktidarın bu çabaları yalnızca halka karşı işlediği suçların çoğalmasına, dolayısıyla verecekleri hesabın kabarmasına neden olur. Cizre’de AKP bir bataklığa saplanmıştır ve bu bataklığı kanla kurutmak yalnızca miadını doldurmuş diktatörlerin projesi olabilir.

Kolay mı? Cizre’ye saldıran zihniyet, yoga merkezlerinde misyonerlik yapılmasın diye, Buda heykeli ve müziğini bile yasakladı!

Birbirlerine ve ölülerine sarılarak hayata tutunan Cizre’de, savaş hâlinde bile başvurulmaması gereken ağır hak ihlâlleri yaşanmıştır. Su, ekmek ve elektrik yoktu Cizre’de…

Çocukların katlinin meşrulaştırıldığı coğrafya; AKP devletinin yok etmeye çalıştığı ilçeydi.

Olağanüstü hâl veya sıkıyönetim hâlinde uygulanan sokağa çıkma yasağı sıradan bir uygulamaymış gibi sergilendi!

Siyasal iktidar olağanüstü hâl rejimini olağan bir rejimmiş gibi sunup, kendi hukukunu ihlâl etti; gözlerimizin içine baka baka!

Ve nihayet verili durum Türkiye’deki siyasal iktidarın totaliterleşmenin hangi boyuta ulaştığını göstermektedir!

Ahmet Ümit’in ifadesiyle, “Irkçı, dinci, cinsiyetçi olması fark etmez, faşizm, nefretin örgütlenmiş hâlidir”; ve “Kürt halkı, Cizre’de yaşananları unutmaz,”[3] notuyla eklemektedir Ergun Babahan, “6-7 Eylül olaylarının Kürt versiyonu devrede… 6-7 Eylül olayları hakkında yıllar sonra gazeteci Fatih Güllapoğlu’na konuşan emekli general Sabri Yirmibeşoğlu, ‘6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı’ demişti. Bugün benzer saldırıların Kürt yurttaşlara karşı gerçekleştiğini görüyoruz”![4]

Bu kadarla sınırlı değil; Cizre ilçesi, 100 yıl önce de, 1915’in benzer büyük acılarına sahne olmuştu. Raymond Kevorkian’ın ‘Ermeni Soykırımı’ yapıtında[5] işaret ettiği gibi, 1915 Ermeni Soykırımı süreci başladığında en ağır darbeyi alan yerlerden biri Diyarbakır Vilayeti’ne bağlı, Mardin Sancağı içinde yer alan Cizre’ydi. Patrikhane’nin yaptığı nüfus sayımına göre 12 yerleşimde 4 bin 281 Ermeni yaşadığı Cizre, Mardin sancağının en yoğun Ermeni nüfusuna sahipti. 2.716 Ermeni’nin yanı sıra Hıristiyan olmakla birlikte Kürtleşmiş 1565 göçebe Ermeni de bölgede bulunuyordu.

İttihat ve Terakki mebusu olan Pirinççizade Feyzi’nin Kürt aşiretlerine “dini vecibe”lerini hatırlatarak köylüleri kışkırttığı görgü tanıkları tarafından ifade edilirken, bölgede yükselen bir slogan da anımsanıyordu: “Ey Allah’ım çocukları yetim kalsın, karıları dul kalsın ve malları Müslümanlara kalsın!”[6]

Acıları çok eski olan Cizre’nin bugününde, 12 Eylül mevcut sistem ile sürüyor ve yakılan/ yıkılan evler, anadilini konuştuğu için öldürülenler, Mustafa Kemal büstü öptürülenlerle somutlanıyordu…

Kim ne derse desin: Cizre’de olup da bitmeyeni kötülüğün sıradanlığı ile açıklayabiliriz! (“Delilik, aynı şeyi defalarca yapıp farklı sonuç beklemektir,” diye boşuna dememişler…)

Burada bir parantez açalım: Teorik olarak “devlet vatandaşına zulmetmez”(miş), “devlet sivilleri öldürmez”(miş), “devlet suç işlemez”(miş), “devlet bireyin işlediği suçları suçluların ailelerine, çoluk çocuklarına mal etmez”(miş), “devlet şahısların malına mülküne göz dikmez”(miş), “devlet savaşta bile hukuksuzluk yapmaz”(mış) yalanlarının yerle yeksan olduğu ve Levent Gök’ün dahi, “Cizre’de neler olup bittiğini bilemiyoruz. Öğrenmek istiyoruz, öğrenemiyoruz. Çünkü Cizre’de elektrik yok, internet bağlantısı yok, haberleşme yok,”[7] dediği Cizre’de uygulanan, kitlesel ev hapsidir. Sokağa çıkma yasağı dediğin, darbe döneminde dahi günün belirli saatlerinde uygulanırdı. Ama bunun beteri görüldü/ yaşandı Cizre’de…

Bu kadar da değil; artısı da var: Coğrafyamız nice darbeler, OHAL koşulları gördü ama bir şehrin devlet tarafından günlerce ablukaya alınışına, doğu/ güneydoğudaki (yani Kürt illerindeki) bir şehrin otobüs firmalarının ülkenin batısına bir gün boyunca seyahat edememesine tanık olmadı.

Günlerce ateş altındaki Cizre’de silah sesleri hiç kesilmedi, ana caddeler zırhlı araçlarca işgal edildi. Yaralıların tedavisine, ölülerin de gömülmesine izin verilmedi. Sokağa çıkma yasağına hazırlıksız yakalanan vatandaşın evindeki erzak bitmesine rağmen, ekmek dahi alamadı. Yurttaşlar kendi evinde dahi güvende değildi; zira her hayat belirtisine kurşun sıkılarak karşılık veriliyordu. Hastaneler abluka altındaydı, erişim yoktu, hastalar ölüme terk edilmişti. GSM şirketleri daha önce Kürt illerindeki operasyonlarda olduğu üzere yine hizmet kısıtlamasına gitti.

Çok sayıda tank, panzer, top ve zırhlı araçla binlerce polis, asker ve özel harekât timlerinin sevk edilip, konuşlandıkları ve kelimenin tam anlamıyla düşman hukuku uygulanan Cizre’de feci olaylar yaşandı.

İsrail’in Filistin’lilere uyguladığı ambargoya benzer baskı, tehdit ve saldırılar söz konusuydu. Oysa savaşın bile kuralları vardı/ olmalıydı; ölüler gömülür, kadınlara, çocuklara saldırılmazdı.

Cizre, kaç-AK saray ve AKP’nin özel olarak görevlendirdiği kolluk güçlerince abluka altına alınarak, hakikâtin taammüden katledildiği icraatıyla “düşman hukuku” uygulamasının ucube bir örneğini teşkil etti.

Evet, Başbakan Davutoğlu “Cizre’de ölen sivil yoktur” dese de çocukların serçe gibi avlandığı ilçede günler süren bir vahşet yaşandı; ancak Kürt halkı AKP despotizmi, faşist uygulamaları karşısında diz çökmedi. Direniş yeni evresiyle karşımıza dikildi.

Ve kimsenin inkâr edemeyeceği üzere, Dante’nin tasvirindeki, “Cehennemin en dibi”ni andıran Cizre’deki ölümlerden devlet sorumluydu, asli suç devlete ve ona hâkim olan iktidara ve ona güdümlü pasif iktidara (muhalefete) aitti.

Boyun eğmemek, teslim olmamaktı Cizre ve bu hâliyle de Malcolm X’in, “Zulüm kısmak istediği sesi nâra yapar. Ve bazı ölüler, yaşayanlardan daha yüksek sesle konuşur,” saptamasını doğruluyordu.

 

ONLARIN MEDYASI VE DÖRT CİZRE HABERİ

 

Cizre yolunda polisin, devletin bakanına geçit vermediği ve “olağanüstü savaş hâli”nin yaşandığı kentte olanlar ana akım medyada sansürlenirken; Gezi/ Haziran’da “hiçbir şey televizyonda anlatıldığı gibi değil” diye haykıran(lar); iş Cizre olunca, “İsyan edersen devletin sopasını yersin,” diyorlar; bu iki yüzlülük karşısında ağzımız açık kalıyor gerçekten!

Bu zulüm de, onların medyasının ikiyüzlülüğü de tarihe geçecek; insanlıktan çıkanların tarihine bir utanç notu daha düşülecek; aşağıdaki asla unutulmayacak haberlerle!

Birinci haber!

“Cudi mahallesi aşkın sokakta yaşayan 8 çocuk annesi Maşallah Edin, resmi nikahı olmayan gelini Zeynep Taşkın ve 11 aylık torunu Berxwedan ile beraber, Habur sınır kapısında bekletilen eşi ile konuşabilmek için sabit telefonun bulunduğu komşularının evine gitti. Gece saat 22.00 sıralarında telefonla konuştuktan sonra evlerine dönmek üzere sokağa çıkan aile keskin nişancıların hedefi oldu.

Vücuduna isabet eden kurşunla yaşamını yitiren Zeynep Taşkın, kucağındaki bebeği ile yere yığıldı. Katledilen gelinini ve seken kurşun şarapnellerinin ayağına isabet ettiği torununu komşusunun bahçesine çekmeye çalışan kayınvalidesi Maşallah Edin de keskin nişancılarca vurularak katledildi.

Can veren kayınvalide ve gelini ile yaralanan bebeği sokaktan kurtarmaya çalışan Ayşe Edin ile Ekrem Dayan isimli yakınları da keskin nişancılarca vurularak yaralandı.

Sait Nayıcı isimli 16 yaşındaki çocuk ise, kasaphane civarında yine keskin nişancıların hedefi olarak, can verdi.

Yine Nur mahallesinde, İdil caddesi’ne yakın bir sokakta bulunan Eşref Edin, zırhlı araçtan sıkılan kurşunla yaşamını yitirdi.”[8]

İkinci haber!

“Şırnak’ın Cizre ilçesinde 8. gününe giren sokağa çıkma yasağında 12 Eylül 2015 gecesi keskin nişancılar tarafından vurulan 14 yaşındaki Bünyamin İzci hastahaneye götürülemediği için hayatını kaybetti.

12 Eylül 2015 gecesi Selman Ağar adındaki 10 yaşında bir çocuk keskin nişancılar tarafından vurulmuş ve güçlükle hastaneye götürülen Ağar’ın hastanede hayatını kaybettiği belirtilmişti.”[9]

Üçüncü haber!

Cizreli olan Şırnak Tabip Odası Başkanı Azad Karagöz, 9 Eylül 2015 gecesi 2 çocuğu ve hamile eşiyle birlikte Cizre’den gizlice kaçtıklarını söyledi. Olaylardan önce buğday hasadı yapıldığını ve insanların buğdayları kaynatıp yediğini söyleyen Karagöz, “İçecek ve su yok. Olan az miktardaki su da bebeklere içiriliyor. İnsanlar susuzluktan kırılmak üzere. Evler arasında dayanışma da sağlanamıyor. Çünkü kimse kimsenin yanına gidip gelemiyor,” dedi.

“Bir çatışma değil, toplar atılıyor, hiçbir şey televizyonlarda anlatıldığı gibi değil, sesimizi duyurun” diye isyan eden Karagöz, 20’nin üzerinde sivil ölümün olduğunu kaydetti. Sokağa değil, balkon ve pencereye çıkmanın yasak olduğunu söyleyen Karagöz, “Ben Cizre’de 90’ları yaşadım. Böyle bir eziyet görmedim. Böyle devam ederse onarılamaz şeyler olacak” diye konuştu.[10]

Dördüncü haber!

Cizre’de ekmek almaya giderken vurulan ve sokağı çıkma yasağı nedeniyle cesedi sabaha kadar sokakta kalan 74 yaşındaki Mehmet Erdoğan’ın geçimin sağlamak için çöpten hurda toplayıp 10 liraya sattığı ortaya çıktı. Mehmet Erdoğan, Cizre’de yasak sürerken “Ben yaşlıyım, bana kimse bir şey yapmaz” diyerek evden çıkmıştı.[11]

Bu kadarı bile Cizre’deki terörist devlet gerçeğinin deşifresine yetip artsa bile, devam edelim…

 

CİZRE’DE TERÖRİST DEVLET GERÇEĞİ

 

Karl Marx’ın, “Siyasal iktidar denen şey, bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek amacıyla örgütlenmiş gücünden başka bir şey değildir”; Max Stirner’in, “Devlet, kendi şiddetine hukuk; bireyinki ne ise suç adını verir”; Selçuk Kozağaçlı’nın, “Hukukun adaletle ilgisi yoktur; hukuk bir yönetme aracıdır,” sözleriyle betimlenen kapitalist devlet; Başbakan Davutoğlu’nun, “Cizre’de tek bir sivil kayıp yok,”[12] dediği zorba manipülasyondur; Beyaz bayraklarla Cizre’ye yürümeye çalışanlara, polis tarafından gaz bombası atılmasıdır!

Evet egemenler kabul etmese de tarih boyunca en büyük terörist(ler) devlet(ler)dir. Ve T.C. bir istisna değildir!

“Nasıl” mı? Sadece bir haber bile yeter de artar!

“4 Eylül 2015’de sokağa çıkma yasağı ilan ederek Cizre’ye saldırı başlatan Şırnak Valisi Ali İhsan Su’nun İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği 2 sayfalık yazıda, ‘kent genelinde artan terör ve toplumsal olaylara daha etkili müdahale ve olaylarla daha etkin mücadele edebilmek için emniyetin personel ve araç bakımından takviye edilmesine ihtiyaç duyulduğunu belirtti’. Valinin istekleri, ‘42 Kobra, 20 silahlı Ejder, 170 Shortlan, 50 TOMA, 20 silahlı/zırhlı kepçe, 1 helikopter, 3 İHA, 60 zırhlı Ford Ranger, 2 bin polis daha gönderin,’ oldu”![13] Bunların hepsi, 140 bin nüfuslu bir ilçe için!

Vali ve “demokratik” denilen devletinin, bunlarla Cizre’de ne yaptığı sağır sultanın bile bilgisi dahilinde!

Bu noktada V. İ. Lenin’in, ‘Devlet ve Devrim’de “Demokrasi yalnızca biçimsel eşitlik demektir,”[14] saptamasını asla “es” geçmeden; iki şeyin daha altını çizmeliyiz:

Birincisi Slavoj Zizek’den: “Kapitalizm, artık kendi demokratik kurallarıyla dahi işleyebilecek durumda değildir.”[15]

İkincisi de Samir Amin’den: “Kapitalizm dünyamızı artık savaş konjonktürü olmadan yönetemez durumdadır.”

Sürdürülmez kapitalizmle malûl coğrafyamızda herkes her an terörist ilan edilebilir; bu gerçeği gözümüzle gördük. Vatandaş Ali İsmail’in tekmelenerek öldürülmesini de, vatandaş Ethem Sarısülük’ün gündüz vakti vurulmasını da sahiplendi bu devlet. Hrant Dink’in katilleri de nasıl korunuyor hep beraber tanık olduk.

Ve onların medyası, İstanbul Kabataş’ta güpegündüz başörtülü bir kadın ile bebeğinin tartaklanıp üzerlerine işendiği yalanını aylarca enjekte etti ve hâlâ bu medyanın haberlerine inanmamız bekleniyor!

İnsanlıktan çıkmış özel harekâtçıların faşist fantezilerine kurban edilen Cizre, bir Eylül öncesi için laboratuvar seçilmişti; “yeni” Kenan Evren’imiz devreye girip, başkanlığıyla her yeri Cizre’ye çevirme provası yapıyordu; Cizre’nin başına Tansu Çiller’li günlerde gelenler tarihin kayıtlayken…

Nihayet ‘CNN Türk’de Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin, “Darbesinde, OHAL döneminde bile böyle bir sokağa çıkma yasağı olmadı,” dediği Cizre’de bir kez daha gördüğümüz şey, 6-7 Eylül’lerin, Madımak’ların, 1992 Cizre Newroz’unda yaşananların tarih değil, güncel olmaya devam ettiğiydi…

Cizre’de yaşananlar, devletin halkla ilişkilerinde her şeyin eski tas eski hamam olduğunu gösterdi bir yanıyla da…

Geçen onlarca yılda hiçbir yapısal ilerlemenin yaşanmadığını…

Hatta yüzlerce yılda: Devletin Yavuz Sultan Selim’in zihniyetiyle yönetilmeye devam ettiğini ve kendi dayatmalarına boyun eğmeyenleri süründürmekte tereddüt etmediği…

Adeta küçük bir Saraybosna, bir Gazze örneğiydi Cizre’de yaşananlar…

O hâlde kesif devlet terörüne maruz bırakılan coğrafyada Belediye Başkanı Leyla İmret’in, “Biz buradan Türkiye’ye karşı bir iç savaş sürdürüyoruz,” saptaması neden bu kadar abartılıyordu ki?

Hem devlet terörü, “Qui non est nobiscum, adversus nos est/ Bizimle olmayan, aleyhimizde demektir,” biçiminde tanımlama, Cizre’de uygulan da bu değil miydi?

AKP milletvekili ve kalemşörü Orhan Miroğlu’nun bile, “Meselenin insani boyutunu, olmuşsa eğer hak ihlâllerini elbette konuşabilir ve sorgulayabiliriz,”[16] itirafını dillendirmek zorunda kaldığı; Ergun Babahan’ın, “En korkunç terör devlet terörüdür… Cizre’de sadece devletin gücü gösterilmiyor, nankörlük yaptığı düşünülen bir halka bedel ödetiliyor”;[17] Levent Köker’in, “Devletin temel görevinin suçların fâillerini yakalayıp yargı önüne çıkarmak olduğunu, bunu yaparken de hukuka bağlı kalması gerektiğini şiddetli bir vurgu ile, üstüne basa basa hatırlatma ihtiyâcı duyuyorum,”[18] notlarını düştüğü Cizre için tek cümle yetiyor: Ortada devlet terör var! On yaşında kız çocuğunun öldürülmesinin bir açıklaması olamaz/ olamaz! İster hendek kazılsın, ister başka bir şey yapılsın, on yaşında bir kızın öldürülmesi kabul edilemez!

Cizre’de bir gün sokağa çıkma yasağı uygulanıp, hastane devlet tarafından kapatılıyorsa, “kamu düzenini koruyoruz” denilemez!

Düşünün ki hafta boyunca evden adımınızı atamıyorsunuz, balkona çıkanlara bile keskin nişancılar ateş ediyor. Ekmek yok, şu yok. Hayat yok. Nerede kamu düzeni?

Bunun açıklanabilir hiçbir tarafı yok! (İstanbul’da bunu yapabilir misiniz?)

Bu bir cinnet hâlidir. Bu cinnet hâlini savunan herkes tedaviliktir.

Bir halkı böyle dışla, işyerlerine saldır, ölen çocuklarına “iyi olmuş” diye kostaklan… IMC’ye canlı bağlanan Sibel Yiğitalp’in aktardığı üzere, polislerin sürekli “Bu gece sizin son geceniz” anonsunu geçtiği Cizre’de; devlet, kendi yasalarını da çiğneyip, aleni olarak -fütursuzca- suç işlemiştir…

“Naptı lan size bu devlet?” mi dediniz?!

Cizre! deriz… Ardında da Dersim, Çorum, Maraş, Sivas, Roboskî, Reyhanlı vd’leri diye ekleriz!

 

CİZRE’YE DAİR TEPKİ(SİZLİK)LER VE TAVIR(IMIZ)

 

Jorge Luis Borges’in, “Diktatörlük rejimleri, baskı, biat ve gaddarlık doğurur. Ama en kötüsü, aptallığı yaygınlaştırmasıdır,” saptamasına; Wilhelm Reich’ın, “Kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar,” sözünü eklediğinizde Cizre (ile ulusal mesele) konusundaki tepki(sizlik)leri yerli yerine oturtabilirsiniz.

Kolay mı? “… ‘Hepiniz Ermenisiniz’ çığlıklarıyla Cizre halkına karşı saldırıya geçen polisler ırkçı zihniyetlerini ortalığa saçtılar. Kuşkusuz, memleketin cumhurbaşkanının ‘Afedersiniz Ermeni’ ifadesini sarfettiği bir yerde aşağıdakilerin bu ifadeyi tercüme ederek, durumdan vazife çıkarmaları da doğal oluyor. Aslında sarfedilen bu sözler, Cizre’de neler olup bittiğinin de özünü su yüzüne çıkarıyor.

Türk ırkçı şovenistinin ve onun etrafında dolaşabilenlerin zihnindeki düşman Ermeni’dir, muktedire karşı direnen kim varsa o da Ermeni’dir. Bir ırkçının ilk işi direnişçinin sünnetli olup olmadığına bakmak olur. Çok meraklıdır bu konuda. Ermeni halkını 1915 soykırımıyla Anadolu’dan yok edip, malını mülkünü gaspetmek yeterince tatmin etmemiş olacak ki düşmanı Ermenilikle özdeşleştirir.”[19]

Ayrıca, “Kürtler kardeşimizdir. PKK Ermeni’dir, bu Ermeni döllerinin peşinden gitmeyin. Artık uyanın,” diyorlar. Kürt’ün insan olduğunu kabul etmeye başlayanların(?), Ermeni’nin de insan olduğunu öğrenmesi uzun sürecek gibi görünüyor. Tabii daha bunun Yahudi’si, Rum’u falan da varken!

Bu sefer de “pek vatansever”(!) ama askerden kaçmak için elinden geleni ardına koymayan tiplerin alkışları eşliğinde katliam yapılan Cizrelilerin evi, mahallesi, kenti yıkıldı. Çocukluğu, başını yastığa koyup uyuduğu, karnını doyurduğu mekândı orası!

İstanbul, Ankara, İzmir’deki… Karadeniz, Ege, İçanadolu veya Akdeniz’dekiler; gün boyunca aç, susuz, evladının cesediyle camdan bile dışarı bakamadan yaşadın mı hiç?

Trafik sıkıştığında saniyede korna çalan; elektrik kesildiğinde buzluktakiler ya bozulursa diyen; kredi aldık bizim oğlan bedelli yapacak diye sevinen; Almanya’daki teyzeme gideceğim vize alamıyorum diye ağlayan; Cizre yapılanlar için ne diyorsunuz?

Bu katliamları alkışlayanlar her zaman ezilmeye mahkûm yaşayacak; “Devletim çok yaşa” diye çığıracak; başkasının kendisiyle eşit haklar istemesine karşı çıkacak; kölelikleri sürecek…

Nihayet unutmayın: Devletin sınırsız ve denetlenemeyen gücüne güzellemeler yapanlar; Cizre sizin eserinizdir…

Cizre yanarken suskun kalan yarın konuşsa da hiçbir bir kıymeti olmayacaktır; susmak cinayete ortaklıktır; kimileri Cizre için küfretmeden konuşmakta (yazışmakta) zorlanıyorlar ki, bunlar da faşistlerdir. Malum, onlar gerçekle yüzleşince hep küfrederler…

Çoğunluğun nefret ettiğini “iddia” ettiği İsrail’in ağzı ve pratiğiyle konuştuğu coğrafyamızda, Cizre, toptan havaya uçurulsa alkışlayacaklar varken; aynı olaylar Filistin’de olsa ağlayacak olan Rabiacı sizler, ölülere kimlik sormayı ne zaman bırakacaksınız da tekrar insan olduğumuz günlere döneceğiz? Bugün olmasa ne zaman bu kadarı da artık fazla diyebileceksiniz?

Evet, her zaman bir bahane bulunur, bahane bulmak dünyanın en kolay şeyidir. Ama çözüm değildir!

Her şeyden vazgeçtik. Ya katledilen bebeler? “Ailesi dikkat etseydi… Sokağa çıkmasalardı… Polise taş atmasalardı… Elinde silah vardı” diyerek bu ayıbı ortadan kaldırabileceğinizi mi zannediyorsunuz?

İrlandalılar karşısında tuzu kuru İngiliz, Filistinli karşısında tuzu kuru İsrailli, siyahlara karşı güney Afrikalı apartheid yanlısı bir beyaz ne söylüyorsa ve yazıyorsa; hangi “terör edebiyatı”na sarılıyorsa aynısı yapanlar! Bu kadar mı körsünüz? Benzerini Gezi’de, Haziran günlerinde yaşamadık mı? Polis olmadığında gayet barışçıl geçen eylemler, polisin müdahalesiyle savaşa dönmedi mi? 

Sen orayı ablukaya alır, operasyon düzenler, müdahalede bulunursan karşındaki de karşılık verir. İnsanlar evlerinde ölümü bekleyemezler, nasıl ki Gezi’dekiler de polise karşı tepkisiz kalıp gaz fişeklerinin kendilerini vurmasını beklemedilerse. Tabi Gezi’de tankla, topla, tüfekle saldırılmadığı için sonuçları böyle olmadı.

Cizre, Türk(iye’nin) akıl tutulmasının zirvesiyken; insanların ne kadar ikiyüzlü ve duyarsız olduklarını bize gösterdi; canımız yandı. Biliriz sömürgeci için sömürge insanının -canının- bir kıymeti yoktur. Öldürülen her sömürge insanı mutlaka suçlu ve bunun aksini iddia etmek de “vatan hainliği”dir; “Bir çıplağı bin zırhlı soyamaz,” diyen Bulgar atasözünü doğrulayan 140 bin nüfuslu Cizre’nin onbinlerce çocuğu ya da hepsi yarınlarda nasıl olabilir?

2015 Eylül’ünde bir halka bunları reva görebilmek, 1527’lerde, 1915’lerde, 1938’lerde, 1990’larda yapılanları benimsemek ve sürdürmektir.

Kolay mı?

Elektriği suyu kesilse de; ekmeksiz de kalsa; kafasını kapıdan çıkaran vurulsa da; yaralılar düştükleri yerde kalsa da; sokaklarında “güvenlik” güçlerinin “Sizleri öldüreceğiz” anonsları yankılansa da; günlük hayatın donakalsa da; XXI. yüzyılda Kerbela hissi uyandıran; insanların susuzluktan kavrulduğu; hamile, hasta, çoluk çocuk demeden topyekûn devletin tasallutuna maruz kalan; mütedeyyinlerin “hoşgörü dini” olduğu iddia edilen İslâm kardeşliğine metelik vermediği, suyun Batı tarafında yaşayanların büyük bölümünün şom bir “Oh olsun” sevinciyle ellerini ovuşturduğu Cizre, direnmeye devam edecek; bu uğurda yok olması gerekse dahi, direnecek…

Çünkü tarihe not düşüyor Türkiye’nin Filistin’i, ölümle yaşamı ayıran çizgiyle…

“Yakın, yıkın, bitirin, öldürün, gebertin! Ne mutlu Türk’üm diyene kadar vurun! vs…

Sallamak kolay! Vatan-millet-Sakarya muhabbeti de! Siz askere gitmemek için bedelli yolunu gözleyenler…

Gezi/ Haziran günlerinde polis vahşetini görüp/ yaşadıktan sonra ‘Polis ölürse üzülmem,’ deyip, ardından da şimdi ‘Askerimiz polisimiz’ diye yırtınan ikiyüzlüler!

Zulme uğrayan, katledilen Kürtler olduğunda başını öte tarafa çevirenler, kafalarını kuma gömenler… Araçlarını, pencerelerini bayraklarla donatanlar…

Hiç bir şeyin artık eskisi gibi ol(a)mayacağını gösteren Cizre bu günleri de atlatır. Ama sizin bu barbarlığınız, ikiyüzlülüğünüz baki kalır, unutulmaz.

Sırf Cizre’ye bakarak bile, sırtını yasladığı çoğunluktan farklı olanlara, yani Ermenilere, Alevîlere, ve kendisine muhalefet edenlere ne yaptığı görülebilir bu devletin.

Bu bir milattır; dayanmanın/ direnmenin doruğudur; ipleri koparacak noktadır ve zalim devlete karşı direnen halkın yaşadığı “Cizre önce Cizrelilerindir”.

Kobanê’nin kardeşi Cizre halkı susmaz, Kürt halkı da direnmeye devam ederken; Cizre’ye, reva görülenleri, hiçbir vicdan sahibinin kabullenmesi mümkün değil.

Ancak bugün güçlü silahları ellerinde tutanlar, iktidar sarhoşluğuyla istediği kadar hakikâti gizlemeye çalışsın, gerçek er ya da geç ortaya çıkacaktır.

Biz “Türk” olarak Cizre’deki devlet terörünü alkışlayan “Türkleri” anlamıyoruz; anlamak da istemiyoruz. Bu kin ve öfkeye “akıl sır” erdiremiyoruz.

Başka insanların geleceğini tayin etme, ona ilişkin tasarruflarda bulunma hakkını kimden alıyorlar?

Hümanist geçinenlerin, “Ama Kürtler/ama terör…” diye başlayan cümlelerini duymak istemiyoruz.

Cizre’de de alnımıza çalınan bu kara lekeyi kabullenemiyoruz.

12 Eylül’ün lanetinden kurtulmak için çabalarken, Cizre’yi “kahramanlık destanı” olarak sunanları affedemiyoruz.

Hiçbir hafıza Cizre kâbusunu unutturamayacak; bu zulmü meşrulaştıramayacak!

İnsan(lığım)ızı çürüten nefretten; kalb(imiz)i kurutan öfkeden; habis ırkçılık ayıbından (ki bu söz çok hafif kalır) nasıl kurtulacağız?

Cizre utancı hepimizin ruhuna işledi.

Bunun hesabı verilmeli.

Birileri/ veya bir şeyler coğrafyamıza utanmayı öğretmeli. Utanç/ utanmak zorunlu ders hâline getirilmeli. Bu utancı kimse unutamaz. Kan hepimizin eline bulaştı.

Bu koordinatlarda; “Clausewitz demişti yanlış anımsamıyorsam: ‘Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir.’ Bu soğuk analiz çıldırtıyor beni, hem zamanın ötesinden Clausewitz’e, hem başımıza bu belayı saranlara, hem de televizyonlarda savaş çığırtkanlığı yapanlara haykırmak istiyorum: ‘Savaş örgütlü cinayettir. Nokta.’ Savaştan önce çocuklar ölmez, savaşla birlikte çocuklar ölmeye başlar. Nokta. Politika yapacaksanız yapın, bunu başka araçlarla devam ettirmeyin, yeter artık!”[20] türünden soyut hümanizm(ler)e; “Şunu kafanıza sokun: Şiddet daha dün başlamış bir şey olsaydı, baskı ve sömürü yeryüzünde hiç var olmamış olsaydı, belki de sergilediğiniz şiddetsizlik çatışmayı yatıştırabilirdi. Ama tüm rejim, hatta sizin şiddet karşıtı görüşleriniz bile bin yıllık bir ezme ilişkisi ile yönetiliyorsa, pasifliğiniz, sizi ezenlerin safına katılmaktan başka bir amaca hizmet etmez,” yanıtını veren Jean-Paul Sartre’ın tutumunu unutmadan vurgulayalım: Cizre’de yaşanan/yaşatılanlarla Kürtlerin hafızası tazelenmiştir!

Cizre’deki insanların yaşadıkları travmayı düşünebiliyor musunuz?

Bu travmayı ömür boyu unutmayacak onlar; “merak etme, “onlar alışık” denilse de böyle bu!

Gönüllü işitme/ görme/ engelliler ve düşünme özürlüler haricinde herkes bunu farkında…

Tam da bu noktada siz aldırmayın, “gizli istihbarat”lar, “gizli gündem”ler, “emperyalist güçler” yaygaralarına sarılan komplo teorisyenlerine!

Cizre’deki çocuğun bomba sesiyle titremesini anlamaya çalışın!

Bu bağlamda Ethem’i, Berkin’ vuran; Ali İsmail’i linç edenlerle Cizre’de olanlar arasında bir bağıntı kurmamak mümkün mü?

Polisin Gezi/ Haziran günlerinde “destan” yazdığı şişirmesine kulak asmayanların, Cizre’de destan yazıldığına inanması ne kadar korkunç değil mi?

Bu kötülüğü, bu yoksul insanlara niçin yapıyorsunuz? Bu nasıl bir insanlıktır? Nedir Kürtlerden istediğiniz?

Hiç kusura bakmayacaksınız! “Potansiyel terörist” diyerek çocukların öldürülmesini normalleştirecek kadar alçalabiliyorsanız; ucundan kıyısından da olsa insan falan değilsiniz!

Ziyadesiyle yüreksizsiniz. Kalpsizsiniz.

Birçoğunuz da eminiz ki, mesela, Filistin’de yaşananlara falan çok üzülüyorsunuz! Ve hatta Gezi/ Haziran’a katılanlar, orada polis zulmüne uğrayanlar, yine orada içinde bulunduğu kalabalığın verdiği güven ve rahatlıkla polise “ülkeyi terkedin” diye haykıranlar var aranızda… Ya da daha neler neler?

Ama ikiyüzlüsünüz; tutarsızsınız! Mevzu Kürt illerine geldiği an hepiniz aniden en azılı devlet seviciler oluveriyorsunuz. Ve öyle olmayan herkese gözünüzü kırpmadan ölüm temenni ediyorsunuz.

Irkçısınız; şövenistsiniz; kafatasçısınız; dibine kadar faşistsiniz. Midemizi bulandırıyorsunuz.

Şu gerçek, sakın ola “es” geçilmesin: Aklının/ yüreğinin bir köşesi sürekli Cizre’de olmayan insan(lar) ya coğrafyamızda yaşamıyordur ya da ırkçıdır…

Cizre bize, hepimize, herkes “demokrasi/ demokratikleşme”, “uzlaşma/ diyalog”, “barış/ süreç” gibi laf-ı güzaf üzerine bir gelecek inşa edilemeyeğini gösterirken; Bertolt Brecht’in, “Bir doğa yasası değildir savaş./ Barışsa bir armağan olarak verilmez insana,/ savaşa karşı barış için katillerin önüne dikilmek gerek,/ ‘hayır, biz yaşayacağız!’ demek gerek”; Ahmet Telli’nin, “Yaşamak bir inat oldu artık/ Yaşamak bir direnme oldu zulme”; Ahmet Erhan’ın, “Ayağa kalk!/ Yurdumsun her rüzgârda/ eğilen bir yaprak değilsin,” dizelerindeki kararlılığı anımsatır…

Evet Cizre, sadece postmodern bir Kerbela değil; aynı zamanda bir Madrid, bir Stalingrad’dır. Ama bunların ötesinde bir kilometre taşıdır; yol gösteren çoban ateşi; işaret fişeğidir; “Acının bağrından/ mavi bir çelik gibi fışkıran öfke/ dünyayı değiştirecektir mutlaka/ yeni hayat kendini yeniden yaratacaktır/ ona sahip çıkan ellerde/ ve bu yüzden öfke/ sevda gibidir kimilerinde,” Ahmet Telli’nin, ‘Sevdalar Duman Olmayacak’ dizelerindeki üzere!

 

CİZRE “ULUSAL MESELE”DİR

 

Cizre’yi bu kadar önemli kılan onun sadece Cizre değil; bir Kürt ulusal meselesi olmasıdır…

Bu noktada Friedrich Engels’in, “Başka bir ulusu ezen bir ulus kendi tutsaklık zincirini kendi hazırlar”!

  1. İ. Lenin’in, “Bir ülkede ezen ve ezilen ulus problemi varsa ezen ulusun işçileri sürekli kendi zincirleri için demir döver.” “Ulusların kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz desteklemeyen sosyalistlere sosyal-şoven diyebiliriz.” “Her ulus kendi kaderini belirleme hakkına sahiptir”!

George Politzer’in, “Bir halkı özgürlüğünden alıkoyan bir halk kendisi de özgür olamaz”!

İbrahim Kaypakkaya’nın, “Önce tam hak eşitliği, ondan sonra halkların kardeşliği,” uyarıları eşliğinde Cizre için Orhan Kemal Cengiz’in, “Kürt sorunu nedir? Anlayamıyoruz diyorlar… Kürt sorunu işte tam da bugün Cizre’de olanlardır!”;[21] Ergun Babahan’ın, “Türk ile Kürt kardeş midir!”[22]; Tarık Ziya Ekinci’nin, “Kardeşlik söylemi köleleştirici; Kürtler kardeş olmak değil, eşit haklı vatandaşlık istiyor,”[23] saptamalarının altını çizelim…

Ne yazıktır ki hâlâ Kürt ve Türk’ün farklı olduğunu idrak edemeyenler var! Farklı olmak kötü bir şey değil. Farklıyız ve kardeş olmak zorunda değiliz; yeter ki eşit olalım.

Bu durumda Kürtler nasıl istiyorlarsa öyle yaşayabilmeliler. Bu insanlar, “Türk değiliz ve ‘Türk’üm doğruyum çalışkanım,’ demek zorunda olmamalıyız” diyorlarsa; buna ve daha da fazlasına hakları olmalı. Birisinin size zorla “İngilizim,” dedirttiğini düşünün. “Bütün dünya İngiliz çünkü dünyada en yaygın dil bizim dilimiz,” dedirttiğini düşünün. Ne kadar korkunç olurdu…

 

CİZRE DERS(LER)İ VE HATIRLATTIKLARI

 

Cizre bize, herkese; Karl Marx’ın, “Önemli olan eleştiri silahı değil, silahlı eleştiridir”!

Emma Goldman’ın, “En dipteki bireysel şiddeti yaratan, en tepedeki örgütlü şiddettir”!

Spartacus’ün, “Onlara nefes alan herkesin eşit olduğunu göstereceğiz”!

Pericles’in, “Özgürlük, onu savunma cesaretini taşıyanların hakkıdır”!

Hüseyin İnan’ın, “Bizler yarınlara ümitle bakıyoruz. Çünkü tarih çok büyük saltanatları yerle bir etmiştir. Buna inancım tamdır”!

Cihan Alptekin’in, “Biz ne çılgınız ne de maceraperestiz. Baskı ve zulüm altındaki bir kurtuluş davasının öncüleriyiz”!

Sinan Cemgil’in, “Bir kısmımız ölebiliriz ama öyle bir ateş yakacağız ki bu ateş bir daha hiç sönmeyecek, söndürülemeyecek”!

Nasuh Mitap’ın, “Devrimci olmak, gerektiğinde arkana bile bakmadan tüm dünyaya meydan okuyabilmektir tek başına”!

Cafer Cangöz’ün, “Zafere mahkûm olanlar, bedel ödemekten çekinmezler. O bedeli niçin ödediklerinin bilincindedirler”!

Sibel Yalçın’ın, “Biz Şeyh Bedrettinlerin, Kaygusuz Abdalların soyundan geliyoruz, Onlar gibi olmalıyız”!

Hrant Dink’in, “Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık”!

Hüseyin Cevahir’in, “Teslim olmak yok başlar dik, namlular kızgın olsun yoldaşlar”!

Mahir Çayan’ın, “Varsın bütün oklar üstümüze yağsın. Biz, doğru gördüğümüz bu yolda sonuna kadar yürüyeceğiz.” “Asıl siz teslim olun!” haykırışlarını anımsatırken; bu yaşananlardan sonra hâlâ “çözüm süreci” mi? Bunun barışla alâkâsı yok. “Çözüm süreci”, her daim kocaman bir hiçti. Kocaman bir hiçle halkı kandırdılar, ezdiler.

“Barış umudu”yla kandırıldı insanlar; emin olabilirsiniz.

Suruç’ta bombalar patlamasaydı hâlâ aynı şeyleri ısıta ısıta konuşuyor olacaktık.

“Çözüm süreci”, egemenlerin bir oyalama taktiğiydi; er ya da geç Cizre’de yaşa(tıl)anların, Suruç’un kanıtladığı gibi…

Soru(n) sadece Kürtlerin meselesi değil, devlet sorunudur; devletin resmi ideolojik yapısıdır. Çünkü bu yapı varlığını sürdürmek için kendine ve zulmüne meşruiyet kazandıracak bir kurban/ düşman bulur her zaman!

Berkin yerine Baran’ı öldürür her hâlukârda.

Unutmayın: Berkin Elvan’ın kaderi, Uğur Kaymaz Mardin Kızıltepe’de öldürüldüğünde belirlendi.

Özetin özeti Cizre’de olup bitenle eş zamanlı yükselen ve “toplumsal tepkiler” adı verilen şiddet olayları, iç savaş psikolojisine girildiğini gösteriyor. Hiçbir öfke kusan şiddet olayı, “toplumsal tepki” diye adlandırılamaz… Öldürülen hiçbir asker, hiçbir polis, silahsız sivillerin, hamile kadınların, ihtiyarların, çocukların katledilmesini, bir ilçenin günlerce aç-susuz bırakılmasını, evlerin kurşun yağmuruna tutulmasını haklı gösteremez çünkü… Cizre, Kürt halkının yüreğinde yeni ve derin bir yara açmıştır; böyle devam ederse acı meyvelerini yakın bir gelecekte tadacağımız bir yara…

“Sri Lanka mı model mi alınmak isteniyor?” sorusu ortadayken; Cizre’de “De te fabula narratur/ Anlatılan senin hikâyendir”!

Cizre saldırısının manası, coğrafyamızda cehenneme gidiş biletiyken; parçalanmış bir toplum ile nefret kokan bir ortam karşımızdayken; çözüm uzun ve sancılı bir sürece gebe; kolay falan da değil! Dine, mezhebe, ırka dayalı siyaset gütmemek, sınıf eksenli arayışlara yönelmek kalıcı barış için tek yoldur hâlâ…

 

18 Eylül 2015 14:42:29, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] “Burada barış yazıyor!”

[2] Oruç Aruoba, İle, Metis Yay., 10. Basım, 2014, s.70.

[3] Ergun Babahan, “Kürt halkı, Cizre’de Yaşananları Unutmaz”, 11 Eylül 2015… http://www.millet.com.tr/kurt-halki-cizrede-yasananlari-unutmaz-yazisi-1273845

[4] Ergun Babahan, “6-7 Eylül Olaylarının Kürt Versiyonu Devrede”, 10 Eylül 2015… http://www.millet.com.tr/6-7-eylul-olaylarinin-kurt-versiyonu-devrede-yazisi-1273805

[5] Raymond Kevorkian, Ermeni Soykırımı, çev: Ayşen Ekmekçi, İletişim Yay., 2015.

[6] Serdar Korucu, “100 Yıllık Hikâye: 1915’te Cizre’de Ne Yaşandı?”, Radikal, 13 Eylül 2015… http://www.radikal.com.tr/turkiye/100_yillik_Hikâye_1915te_cizrede_ne_yasandi-1433105

[7] http://www.milliyet.com.tr/chp-den-Cizre-konusunda-hdp-ye-destek-ankara-yerelhaber-965346/

[8] http://yarinhaber.net/news/22181

[9] “Kızıltepe’de Yaralanan Çocuk Yaşamını Yitirdi”, 13 Eylül 2015… http://hayattv.net/site/kiziltepede-yaralanan-cocuk-yasamini-yitirdi/

[10] “Cizre’den Kaçan Doktor İsyan Etti”, 11 Eylül 2015… http://ilerihaber.org/cizreden-kacan-doktor-isyan-etti/21751/

[11] İdris Emen, “Cizre’de Vurulan Mehmet Erdoğan, Günlük 10 Lira Kazanıyordu”, Hürriyet, 15 Eylül 2015… http:// www.hurriyet.com.tr/gundem/30075191

[12] http://www.diken.com.tr/

[13] “Şırnak Valisi’nin Cizre Ordusu”, 16 Eylül 2015… http://direnisteyiz.net/haber/sirnak-valisinin-Cizre-ordusu/

[14] V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Çev: Ferit Budak Aydar, Agora Yay., 2009.

[15] Evrim Altuğ, “Slavoj Zizek: Bir Kapitalizm Ürünü: IŞİD”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2015, s.6.

[16] Orhan Miroğlu, “Cizre ve Özerklik”, Star, 14 Eylül 2015… http://haber.star.com.tr/yazar/cizre-ve-ozerklik/yazi-1056434

[17] Ergun Babahan, “En Korkunç Terör Devlet Terörüdür!”, 12 Eylül 2015… http://www.millet.com.tr/en-korkunc-teror-devlet-terorudur-yazisi-1273923

[18] Levent Köker, “Devlet Hukuka Bağlı Kalmak Zorundadır”, Zaman, 17 Eylül 2015… http://www.zaman.com.tr/yorum_devlet-hukuka-bagli-kalmak-zorundadir_2316839.html

[19] Ferhan Umruk, “Cizre Özsavunması”… https://yalansz.wordpress.com/2015/09/13/cizre-ozsavunmasi/

[20] Ayşe Emel Mesci, “İstisnalar Kaideyi Bozsun Artık!”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2015, s.17.

[21] Orhan Kemal Cengiz, “Kürt Sorunu Nedir?”, Bugün, 12 Eylül 2015… http://www.bugun.com.tr/kurt-sorunu-nedir-yazisi-1828831

[22] Ergun Babahan, “Türk ile Kürt Kardeş midir!”, 15 Eylül 2015… http://www.millet.com.tr/turk-ile-kurt-kardes-midir-yazisi-1274068

[23] Tarık Ziya Ekinci, “Kardeşlik Söylemi Köleleştirici; Kürtler Kardeş Olmak Değil, Eşit Haklı Vatandaşlık İstiyor!”, 17 Eylül 2015… http://kuyerel.org/yazarlarimizYaziGoster.aspx?id=2380&yazarId=45

 

“Saray”ın casus avcılığı

Böylece, memlekette, ileri demokrasi var olmuş oluyor.

Böylece memlekette özgür basın var olmuş oluyor.

Saray, Muktedir, uzun dönemdir, başkanlık sistemi hayallerini kuruyor. Burhan Kuzu’ya bakarsak, bu hayallere çok da yaklaşmıştır. Halk, yaptığı yanlıştan dönmüştür ve Burhan Kuzu’nun yol göstericiliğinde saltanatın yolunu açmıştır. Belki Kuzu, biraz acele ediyor ama, başkasını söylemesi mümkün değil, yoksa kuzu olduğunu gerçekten hatırlatırlar.

2015 yılı, ülkenin kan gölüne çevrildiği, katliamların sahnelendiği, mitinglere saldırılar yapıldığı, ilçelerin, mahallelerin günlerce ablukaya alınıp, olağanüstü hâl uygulamalarının yenilerinin devreye konduğu, halklara karşı ırkçı saldırıların sahnelendiği, Muktedir’e dönük en küçük bir eleştirinin Muktedir’in işareti ile hemen davalara, tutuklanmalara dönüştüğü bir yıl olmuştur. Kaç çocuk öldürülmüştür, kaç genç katledilmiştir, acaba binleri çoktan aşmış mıdır?

İşte size ileri demokrasi.

Elbette, böyle başa böyle tıraş derler. Bu ileri demokrasiye uygun, “özgür” basın da devrededir. Hepsi, bir havuzdan beslenen bir yapıdır ve dışında kalanlar, bir an önce havuzdan pay almaya baktıkları için, hiçbir onurlu davranış sergileyemezler. İşte Türkiye’de burjuva basın, burjuva medya budur.

Ve bu koşullar altında, Muktedir, yerli ve milli bir söylem devreye soktu. Mevcut iktidarı eleştiren, Muktedir’i eleştiren, Saray hakkında soru soran, mevcut politikalara eleştirel yaklaşan herkes, gayrı milli ve elbette yerli olmayandır.

Tam itaat gereklidir.

Tam bir boyun eğme, mutlak bir sessizlik gereklidir.

Ama ne yazık ki, Muktedir’in, Saray isteklerinin sonu yoktur. Tam bazı isteklere adapte olmuş iken gazeteciler, birdenbire yeni isteklerle karşılaşıyorlar ve adapte olana kadar bir bölümü eleniyor. Böylece, Saray’a sadık olmak, başlı başına bir yetenek gerektiriyor.

Bir de elbette, söz dinlemeyenler var. Tutturmuşlar “gerçeği” yazacağız diye. İşte bazı gazeteciler, bunu yapıyor. Akıllı olup, Muktedir’e itaat edip, büyük paralar kazanacaklarına, gidip, MİT tırları ile ilgileniyorlar ve bunu haber yapıyorlar.

Bunlara haddini bildireceksin. Alacaksın hapse atacaksın, o zaman belki uslanırlar! İşte Muktedir böyle düşünüyor.

Can Dündar ve Erdem Gül, Cumhuriyet gazetesinde, MİT tırları diye adı konulan olayın, mahkeme tutanaklarında bulunan bazı belgeleri açıkladılar. Ve elbette bu yerli değildir, bu elbette milli hiç değildir, öyle ise tam bir casusluktur.

Casus, aslında, eğer bu bir devlet sırrı ise, bilinmiyorsa, gizli bir operasyonsa, bunu açığa çıkarmış olan kişilere dönük bir suçlama olabilirdi.

Dündar ve Gül, gazetecidirler ve kendilerine ulaşan ya da ellerine geçirdikleri bir dosyayı, belgeleri ile haber yapmışlardır. Nasıl casus olmuş oluyorlar? Evet Erdoğan’ın, Saray’ın isteklerine boyun eğmemiş, belki de ondan korkmamışlardır. Bu nedenle, ibret olsun diye cezalandırılmaları gerekir. Bunu anlayabiliyoruz, zaten demokrasi de budur. Peki, acaba neden casusluk?

Mayıs 2015’te bu dosya açıklandı. Casus olduklarını düşünenler, neden 7 Haziran seçimlerini, ardından 1 Kasım seçimlerini beklemişlerdir de ondan sonra devreye girmişlerdir? Oysa casusluk suçunu işleyenler, hemen tutuklanmalıdır. Öyle değil mi?

Bir de, bu adamlar, acaba hangi ülkenin, kimin casusudur?

Acaba, bu casuslar, tüm dünyanın aylar öncesinden zaten haber yaptığı, belgelerini yayınladığı bir haberi yayınlayarak, neden kendilerini riske ettiler? Sadece Türkiye halklarının bilmediği bir şeyi yayınladılar. Yoksa, tüm dünyanın, hemen her ülkenin zaten bildiği bir şeyi, üstelik gerçek de ise, haber yapmanın nesi yanlıştır?

Saray, bir casusluk operasyonu çekmiştir. Dündar ve Gül, acaba, kimin casusu olduklarını sormuşlar mıdır? Belki de sormamışlardır. Ama aslında dava dosyasında bu yazılı olmalıdır, çünkü havaya casusluk yapılmaz. Belki de “kamu yararına casusluk” diye bir tür vardır. Bu da bir yeni tür olsa gerek.

Demek Saray, halkı düşmanı olarak görüyor.

Halka bilgi vereni, halka gerçeği ya da gerçeğin bir kısmını açıklayanı, casus olarak açıklamaları, gerçekte, halkı düşman olarak görmelerinin kanıtıdır.

Dündar ve Gül, açık ve net olarak, yerli ve milli de olamazlar. Buna ne şüphe!

Ve nasıl halk, Saray için bir düşman ise, tebaa takımına eş olunmaz ise, aynı biçimde, “gerçek” de düşmandır. Gerçekle de eş olunmaz. Hem sonra kimin gerçeğidir bu? Mesela Kabataş yalanını kabul etmeyen bir kişi için gerçek ile Muktedir için gerçek aynı mıdır? Mesela dolar ile kalem oynatan birisi için gerçek, her yazıdan sonra, her haberden sonra eline geçen dolarlar ve onların alım gücüdür. Oysa, ille de haber yapacağım, ille de beni gerçeğin kendisi ilgilendirir diyen bir gazeteci, makul ve mantıklı olamaz. Öyle ise, mutlaka şüphelidir.

İşte Saray, büyük bir çaba ile, kimsenin göremediğini görerek, kül yutmaz beynini kullanarak, yerli ve milli olmayanın kokusunu alan burnu ile, casusları yakalamıştır. İki casus, TC devletinin sırlarını, her ne kadar dünyanın her ülkesinde bilinse de, mahkeme dosyasından alarak yayınlamıştır. Oysa mahkeme dosyasında yayın yasağı vardı. Demek ki, bu yasağı, ancak ve ancak, casusluk yaparak delmişlerdir.

Saray, casusu yakalamıştır.

Bu casusların, öyle Silivri’ye ya da normal bir hapishaneye konulması doğru değildir. Bizce, Muktedir, bu casusları, Saray’ın altında mahzenlere kilitlemelidir ve Muktedir, her akşam, bu yakınında duran casusları, her fırsatta tokatlamalıdır.

Belki bu yolla, tüm medya anlar ve dize gelir, biat eder.

Ama ya halkın biat etmesi meselesi!

İşte zurna burada zort diyor.

Bu nedenle, tüm basını, basında direnen herkesi, tüm toplumu, direnişin her türünü, tümden bastırabilmek için pervasızca bir saldırı, bir karşı-devrim saldırısı, bir çete savaşı yürütmektedirler.

Can Dündar ve Erdem Gül davası, bu nedenle önemlidir. Yoksa bu ucuz bir saray komedisinden öte bir anlam ifade etmez. Ama maalesef bugün ediyor. Çünkü yıldırma, susturma kampanyasının bir parçasıdır.

Bu nedenle, tüm bu saldırılara karşı, gerçeği, özgürlüğü, yaşamı savunmak için, emeğimize sahip çıkabilmek için, direnişi yükseltmemiz gereklidir, dayanışmayı yükseltmemiz gereklidir. o

Savaş ve katliam siyaseti

Bir tiyatro oyunu gibi organize edilmiş gelişmeler içinde, önce ihbar edilen bir taksi, alışılagelmemiş, hiç görülmemiş biçimde, polislerin silâhlarını çekmeden, belli bir mesafeden dur demeden, duruyor ve iki polis, aracın sağ ve sol kapılarını açmaya çalışıyor. Sanki, bir sevdiklerine hürmet eder gibi kapılar açılırken, iki polis de vuruluyor.

Bir başka sahnede, iki genç, ellerinde silâhlar ama ateş etmeden, basın açıklamasının olduğu yere, daracık bir sokaktan koşuyor ve iki polis, kendilerine ateş açıyor. Belki her biri 14 mermi atıyor ve iki kişiye bu mermiler isabet etmiyor. Acemi bir insanın elinde bu tabancalardan çıkan kurşunların, kendilerine doğru koşan bu kişilere isabet etmeme ihtimali, oldukça düşük olmalıdır. Ve koşanlardan birisi, namlusundan tuttuğu anlaşılan silâhı, Tahir Elçi’nin cesedinin yanına atıyor Ve nasıl oluyorsa Elçi, eğilmiş vaziyette iken, ensesinden vuruluyor.

Enseye tek kurşun; Ergenekon’un, kontr-gerillanın, 1990’lardaki faili meçhul cinayetlerinin uygulamalarından biridir.

Aylardır, Kürt şehirleri, ilçe ilçe, mahalle mahalle sokağa çıkma yasakları, abluka uygulamaları, keskin nişancıların insan avlamaları, obüs mermileri ile evlere ateş edilmesi vb. uygulamaları ile cehennemi yaşamaya mahkûm ediliyor. Aylardır, abluka altında, sokağa çıkma uygulamaları ile, insanlar aç, susuz bırakılıyor, göçe zorlanıyor. Aylardır, bu kentlerin sokaklarının duvarlarına, ırkçı, faşist sloganlar, küfürler yazılıyor.

Bu küfürler, bu ırkçı saldırılar aslında, savaş ve katliam siyasetinin bir parçasıdır. Sloganları yazanlar, devlet güçleridir. Devlet güçleri, birer çete organizasyonu içinde davranmaktadır. İstanbul’da sokak göstericilerini tutuklayan polislere müdahale eden halka, “evet ben IŞİD’im var mı?” diye bağıran polisler, bu aynı çete örgütlenmesinin parçasıdır. Bunlar, ilk örneklerini, ilk derken yeniden anlamında ilk, Gezi Direnişi’nde gördüğümüz, palalı, sopalı saldırganların bir başka parçasıdır.

Bu kadar değil.

Suruç ve Ankara katliamını yapanlar, bu çetelerin bir başka boyutudur. Evet IŞİD’çi çeteler, bu çete uygulamalarının sadece bir parçasıdır. Farklı karakterlerde ama aynı öze uygun, ırkçı-faşist saldırılar organize eden çeteler. Bunların tümü, devlete bağlıdır.

Bu, pervasız bir saldırıdır.

Ve saldırının ardından, hemen bir karartma uygulanmaktadır.

Suikast PKK’ye yıkılmak istenmekte, ama aynı zamanda deliller ortadan kaldırılmak istenmekte, olay yeri incelemesi bile yapılmamaktadır. Sokağa çıkma yasakları ile bir kenti toptan hapseden devlet, olay yeri incelemesi yapamadık diyebilmektedir.

Ve Başbakan, eline bulaşan kana bakmadan, faili meçhul cinayetler bizim dönemimizde yoktur demektedir. Roboski kimin dönemindedir, Ali İsmail’in faili kimdir ve kimin dönemindedir? Gezi Direnişi’nde öldürülen gençlerin failleri kimdir? Suruç’un faili yakalanmıştır diyen Başbakan, acaba ciddiye alınabilir mi? Ankara katliamının failleri kimlerdir? Saymakla bitmez, elleri kanlıdır ve elbette faili meçhul yoktur diyeceklerdir.

Hrant’ın katilleri kimlerdir?

Tüm bunlar ortada iken, utanmadan, pervasızca, basının önüne çıkıp, bizim dönemimizde faili meçhul yoktur demek nedir?

Bu ciddiyetsizlik hali midir?

Hayır, bu aslında, savaşta, katliamda, ırkçı ve faşist saldırılarda devam etme iradesinde, tam bir ciddiyet hâlidir.

Devlet, tüm güçleri ile, gerici bir saldırıyı devreye sokmuştur.

Tüm saldırı eylemleri, solu, Kürt hareketini, barıştan yana tutum alanları hedef almaktadır. Nisan 2015’ten bu yana, adım adım ortaya konan bu saldırganlık, her zaman Kürt devrimcilerini, barış savunucularını, Türkiye solunu, işçi ve emekçileri hedef almaktadır. Nedense, amaçları Türkiye’yi karıştırmak olan bombacılar, barış mitinglerinde kendini patlatmaktadır. Nedense, iktidar yanlısı bir mitinge vb. saldırı yapmamaktadırlar.

Tahir Elçi cinayeti bu saldırganlığın devamıdır.

Suruç ve Ankara bombalamalarından sonra, suikastler dönemini açmışlardır. Bunu, öyle bir tarzda ortaya koymaktadırlar ki, bir basın açıklamasına saldırmaktadırlar. Karanlık sokaklarda saldırılar yerine, şehirleri doğrudan kuşatmaktadırlar.

Sadece Tahir Elçi gibi öne çıkmış insanları hedef almıyorlar. Keskin nişancılar, çocukları hedef alarak, evlerin içinde kadınları hedef alarak suikastler gerçekleştirmektedir, adeta avlanmaktadırlar.

Açık bir saldırı sahnelenmektedir.

Barış katledilmektedir.

Bir iç savaş, açık bir biçimde yürütülmektedir.

Bölgemizde süren paylaşım savaşımı, halkları imha etme savaşımı, her türlü direnişi kırma savaşımı, ülkemiz içinde de yansımalarını bulmakta, çeteler eli ile devlet, yeni bir kontr-saldırı devreye sokmuştur, sokmaktadır.

Ve hemen bu saldırılara, basın aracılığı ile bir ideolojik saldırı, bir karartma saldırısı devreye sokulmaktadır. Basın, büyük bir organizasyon ile, şiddeti yüksek bir yalan propaganda ile devreye sokulmaktadır. Adeta halklar nefesiz bırakılmaktadır.

Bu bir boğma siyasetidir. Yoğun bir çete saldırısıdır. Devletin gücünü gösterme ve herkese haddini bildirme saldırısıdır. Bir sindirme saldırısıdır. Kürt devrimini ve Gezi Direnişi ile gelişen Anadolu devrimini boğma saldırısıdır. Bir karşı-devrim saldırısıdır.

Tahir Elçi’nin öldürülmesi, bu saldırıda bir sayfadır.

TC devleti, bu konuda tescillidir. Her türlü karanlık saldırıyı organize etmede tescillidir. Tarihimiz bunun pek çok örneği ile doludur.
Bu katliam siyaseti ile, bu pervasız saldırılarla, boyun eğmiş, teslim olmuş bir toplum yaratmak istiyorlar.

Ama derler ki, yel eken fırtına biçer.

Tarihte bu sözü doğrulayacak binlerce örnek vardır. o

Melankoli mi öfke mi?*

Virginia Woolf, “Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanı başından geçen daracık bir yol gibi,” sorusunu dillendirirken; Jack London’ın, “Biz kaçınılmaz olanız. Biz sizin endüstriyel ve sosyal hatalarınızın sonucuyuz. Biz sizin yarattığınız toplumdan çıktık. Biz devrin başarılı başarısızlıklarıyız, bu rezil medeniyetin belalarıyız. Bizler, ahlâksız sosyal seçilimin yaratıklarıyız. Biz güçlüler ile karşılaştık. Sadece güçlü olanlarımız dayanabildi.

Biz, uygun olanların hayata devam edeceklerine inanıyoruz. Siz, maaşlı kölelerinizi kirliliğin içinde ezerek hayatınızı devam ettirdiniz. Sizin hâkimiyetinizdeki savaşın kaptanları, kanlı büyük vurgunlarını işçilerinizi köpekler gibi vurarak yaptılar. Böylelikle ayakta kalabildiniz. Sonuçtan şikâyet etmiyoruz, doğruluğunu kabul ediyoruz ve biz de aynı doğa kanunu içindeyiz. Ama şimdi bir soru ortaya çıkıyor; varolan sosyal çevrede hangimiz hayata devam etmeliyiz?” diye bugüne dair verdiği yanıt sürdürülemez kapitalizm koşullarında yaşatılanları veya ötesi ve berisiyle mevcut hâl(imiz)i gayet iyi betimler…

Bir edilgenliğin elem ve kederiyle nitelenen melankolide somutlanan; dik durmayan, aktif/ faal olmaktan uzak, kızıp öfkelenemeyen ya da Stéphane Hessel’e kulaklarını tıkayan bu hâle dair Nilgün Cerrahoğlu’nun satırları verilinin izahıdır sanki:

“Yüreğinizde yitirdiğiniz şeylerin dindiremediğiniz sızısı varsa… Ve gözyaşlarınızı içinize akıtmak istiyorsanız… Tam şu günlerde kendinizi ’boşlukta, ucunu kimin tuttuğu bilinmeyen bir balon gibi’ hissediyorsanız… ‘Eski adıyla melankoli, yeni adıyla depresyon’un katman katman ayırdına varın ve katmanları soyun… Ülkedeki altüst oluşla, kendi altüst oluşlarımız böyle çakıştığında, hüzün, keder, efkâr… Bir ’melankoli’ dağı olup çıkıyor”![3]

Ne denli güzellenirse güzellensin bu hâl, Suruç’tan Ankara Garı’na uzanan kesitte öfkenin yerine melankoliyi ikameye kalkışan tehlikeli, uzak durulması gereken bir hâldir!

 

ÖTESİ VE BERİSİYLE MEVCUT HÂL

 

Chuck Palahniuk’in, “Hiçbir şey durağan değil. Her şey eskiyip dağılıyor,” saptamasıyla nitelenmemesi mümkün olan mevcut hâl(imiz)in, yaşa(tıl)dığımız tarihten muaf olmadığı/ olamadığı bir “sır” değildir.

Veya kimilerinin “90’lara mı dönüyoruz?” sorusunun yanıtı “Öncesi sanki farklı mıydı, hep 90’ları yaşadık bu coğrafyada”dır!

Kabaca sıralarsak: 1915 Ermeni (Soykırımı), 1938 Dersim, 1 Mayıs 1977, Maraş 1978, Çorum 1980, Madımak 1993, Gazi 1995, Roboskî 2011, Reyhanlı 2013, Gezi 2013, Soma 2014, Diyarbakır 2015, Suruç 2015 ve Ankara Garı 2015 katliamları! (Dikkat kabaca dedim, kuşbakışı sıraladıklarımın fazlası var, eksiği yoktur!)

Ve tabutlarda dizilmişiz! Ankara’da 102’yiz! Suruç’ta 33’üz! Roboskî’de 34’üz! Soma’da 301’iz! Ermenek’te 18’iz! Madımak’ta 35’iz! Diyarbakır’da 4’üz! Reyhalı’da 54’üz! Çorum’daki 57’yiz! Maraş’taki 105’iz! 1 Mayıs’taki 35’iz! 2015’in 9 ayda iş cinayetlerinde ölen 1317 işçiyiz…

Bu katliam listesine dikkat edin; yarısı, 2002-2015 aralığında yoğunlaşmaktadır. Bir başka deyişle, AKP iktidarı 13 yıllık iktidarına, neredeyse yüz yıllık vukuat kadar katliam sığdırmıştır!

10 Ekim 2015 Ankara Katliamı Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasi cinayeti en alçakça katliamı olarak tarihe geçti… Miting ve yürüyüşleri engellemek için on binlerce polisi seferber eden hükümet bu kez polisi adeta geri çekmişti. Katliamın ardından hükümetten “bu saldırı devletimize ve milletimizin tümüne yapılmıştır,” türünden artık kanıksadığımız sade suya tirit açıklamalar geldi.

Soralım o hâlde! Bu saldırı ve katliamlar neden milletin sadece bir kesimine yöneliyor? Neden Türkiye’de sadece muhaliflerin, solun, sendikaların eylemlerinde ve yürüyüşlerinde silahlar, bombalar patlıyor. Neden hep muhalefetin gösterileri saldırıya uğruyor? Gelin Türkiye tarihinin kana bulanan miting ve yürüyüşlerine bakalım, sadece yürüyüş ve mitinglere yapılan saldırılara. Bu saldırılar kime karşı yapılmış?

Henüz bombalı ve silahlı saldırıların yaygınlaşmadığı 1950’lerde muhalefet bindirilmiş kıtalara linç ettirilirdi. 6-7 Eylül malum. Bir başka linçten ise İnönü zor kurtulacaktı. Dönemin muhalefet lideri İsmet İnönü’nün konvoyu 4 Mayıs 1959’da İstanbul Topkapı’da DP’li bir güruhun saldırısına uğramış, polis yeterli önlemi almadığı için İnönü linç edilmekten zor bela kurtulmuştu.

Demokrat Parti’nin son dönemlerinde muhalefet üzerinde baskı yoğunlaşmıştı. 28 Nisan 1960’da DP’nin baskıcı uygulamalarına karşı protesto yürüyüşü düzenleyen üniversitelilere ateş açılması sonucu iki genç, Turan Emeksiz ve Nedim Özpolat öldürüldü.

16 Şubat 1969’da ABD 6. Filosu’nu protesto etmek için anti-emperyalist gençlik dernekleri tarafından valilikten izin alınarak düzenlenen yürüyüşe Taksim’de ellerinde taş ve sopalarla bekleyen ve önceden organize olan sağcılar saldırdı. Polis saldıranları engellemedi ve ABD karşıtı gösteri sağcılar tarafından kana bulandı. Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı iki genç yaşamını yitirdi. Ölen gençlerden biri bıçaklanırken bir toplum polisinin olayı seyrettiği haberi gazetelerde yer aldı. Bu saldırı tarihe Kanlı Pazar olarak geçti.

23 Haziran 1975’te Bülent Ecevit CHP’nin Gerede mitinginde konuşurken taş ve sopalı saldırılar yanında kalabalığın üzerine ateş açıldı. Ecevit olaylardan yara almadan kurutulurken iki kişi yaşamını yitirdi.

1 Mayıs 1977 ile birlikte muhalefetin ve solun düzenlediği yürüyüş ve mitinglere yönelik saldırılar yeni bir evreye sıçradı. İşçi bayramını kutlamak için Taksim’de toplanan on binlerce insanın üzerine ateş açılması ve çıkan panik sonucu 36 kişi öldü. 1 Mayıs 77 katliamı aydınlatılmadı ve hiç kimse ceza almadı. 1 Mayıs 77 Türkiye tarihinin en büyük katliamı olarak tarihe geçmişti. Ne yazık ki öyle kalmadı!

1 Mayıs 1989’da 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen göstericilere polis saldırdı ve 18 yaşındaki işçi Mehmet Akif Dalcı öldürüldü.

2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal şenlikleri sırasında Sivas’ta Madımak Oteli’ni kuşatan gözü dönmüş kitle tarafından otelin ateşe verilmesi sonucu 33 muhalif ve solcu yazar ve aydın diri diri yakıldı. Polis ve asker bu göz göre göre işlenen cinayete engel olmadı.

1 Mayıs 1996’da Kadıköy’de 1 Mayıs’ı kutlamak için toplanan kitleye polis tarafından müdahale edildi. Üçü polis tarafından açılan ateş sonucu, biri gösteri sonrasında işkencede olmak üzere dört gösterici öldürüldü: Dursun Odabaş, Hasan Albayrak, Yalçın Levent ve Akın Rençber.

Yakın tarih ise malum: 5 Haziran 2015 HDP Diyarbakır mitingine yapılan canlı bomba saldırısında iki kişi yaşamını yitirdi. 20 Temmuz 2015’te Suruç Katliamı: Bir toplantı sırasında yapılan canlı bomba saldırısıyla 34 sosyalist genç yaşamını yitirdi. (Dikkat edin, bu listede Kirli Savaş boyunca Kürdistan’da gerçekleştirilen kıyımlar yer almıyor!)

Bütün bunlar tesadüf mü? Neden hep muhaliflerin, solun, sosyalistlerin eylemlerinde, yürüyüşlerinde patlıyor bombalar ve silahlar?

Eğer bu saldırılar milletin tamamını hedef alıyorsa, neden sadece muhaliflerin mitingleri, yürüyüşleri, toplantıları kana bulanıyor? Neden milletin bir bölümü mitinglerde ölüyor? Neden bu katliamlar ve saldırılar sırasında devletin kolluk kuvvetleri asıl işlerini hep ihmal ediyor?

Bu cinayetleri, katliamları önle(ye)meyen, yurttaşlarını koru(ya)mayan ve katilleri bul(a)mayan devlet-hükümet sorumludur, dahası zan altındadır.[4] Katliamların sorumlusudur, katildir!

Söz konusu katliamların birçoğunu bizler yaşadık, gördük. Bir bölümünün tanığı olduk. Katliamların acılarını iliklerimize kadar duyumsadık.

Ancak bu kadarla sınırlı değil: Katliamlarla coğrafyamızda travmalı bir toplum gerçeği devreye girerken; Özdemir Asaf’ın, “Öyle bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları/ Öyle bir son yaz ol ki tut yaprakları,//Sararıp dökülürken güz rüzgârlarında/ Ardında savrulsunlar, unut yaprakları.// Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar/ Seninle yeşerdiler, seninle soldular// Olsunlar senden sonra da umut yaprakları,” dizelerindeki uyarıyı “es” geçenler için melankolide bunun getirisi olup çıktı.

 

MELANKOLİ FASLI

 

Samuel Beckett’in, “Ertelenmiş umutlardır perişan eden insanı,”[5] diye tarif ettiği düzlemde öfkenin yerini ikame edilen ruh hâli ya da yaşam sevincinin, mücadele ruhunun yitirilmesi veya sürekli sıkılma hâli, acılara alışmak; gereksizlik ve işlevsizlik hissine kapılmadır melankoli.

Depresyon hırkasına bürünerek içinden çıkılmaz olan şeylerin acı verdiği ruh hâli olarak melankoli: Yaşama isteğinin azaldığı, üzüntülerin çoğaldığı zamanlarda içine düşülen durumdur; modern insan(lık)ın kronik hastalığıdır. Mesela sürekli karamsarlık hâli, hüzün, can sıkıntısı vb’leri gibi.

Bir hâl olarak melankoli; duygu durum bozukluğudur; rahatsız, diken üstünde, huzursuzluk kâbusudur; psikolojik bir travmadır; sürekli üzgün olmak diye tanımlanan ruhsal durumdur.

Nefes almak dahil, her şeyin anlamını kaybetmesi veya depresyonun sürdürülebilir hâli ya da en karanlık ve kritik son kademesi olan melankoli insanı gerçeklerden uzaklaştırır.

Melankoliyle yüzleşmeyi ertelersiniz. Daha ileri versiyonda ağlayıp rahatlarsınız da hatta, ama yüzleşmediğiniz gerçek orada öylece duruyordur. Sizi köşeye sıkıştırdığında yine kendinizi melankolinin kollarına atarsınız. Gayet tehlikelidir bu açıdan düşünüldüğünde.

Victor Hugo’nun, “Melankoli, hüzünlü olma mutluluğudur,” biçiminde tanımladığı hüzünkolizmdir; karalara bağlanmaktır; kafada karamsarca bir şeyler kurup, söz konusu kuruntularla beslenmektir.

Melankolik insan “sakin bir hayat sürebilmek” için yalnızlığı seçer. Ancak yalnız olduğunda da hayatla ve insanlarla olan ilişkilerini sorgulaması ve sürekli düşünmesi, kendini suçlaması varoluşunun nedenini araması vb’i sebeplerden ötürü, bir türlü dinginliğe ulaşamaz. Sıkıntıları ve bunalımları sona ermez.

Yunanca’da “tatlı acı” anlamına gelir melankoli insan(lık)ı yiyip bitirirken; Emil Michel Cioran’a göre, “Egoizmin düş hâli”dir; hüznün uç noktasıdır; tıp ise “depresyonun ilerlemiş hâli” teşhisi koyar…

İlk defa MÖ V. yüzyılda Hipokrat tarafından telaffuz edilen melankoli, insanı müthiş yorar, bıktırır, soluksuz bırakır.

Melankolinin anahtar kelimeleri: Yalnızlık, ayrılık, anlamsızlık, keşkeler ve tarifsiz edilgen keder ile hüzündür, mutsuzluktur, umutsuzluktur.

Hüznün baş tacı edilmesi; labirentteki çıkışsızlık olarak türlü çıkılamayan çözümsüzlük hâlidir; melankoli çaresizliğin parçasıdır, enstrümanıdır…

Yunanca “kara safra” manasına gelen; melan: kara; kholia: safra sözcüklerinden oluşan melankoli kelimesi her şeyi karanlık tarafından görmektir.

İnsan ruhunu etkisi altına alan bir melankoli nostaljiden beslenir. Ayrıca paramparça bir hayatın, çıldırtan yalnızlıkları, tekil ve edilgen bünyenin içsel yolculuğu; varoluşsal bir buhran ve çözümsüzlük olarak melankoli yoğun depresyon hâli; umutsuz olma durumudur da.

Özetle melankoli, derin bir keder içinde hüzünlü, acı çeken, yalnız, umutsuz bir insanın içinde bulunduğu durumdur. Yaşam biçimi hâline geldiğinde, insan(lar)ı, çevresinden uzaklaştırır..

Bu nedenle Nâzım Hikmet Ran’ın, “Biz ne limonuz, ne mum, ne çınar/ Biz, insanız, çok şükür/ Biliriz, umudumuzu ilacımıza katmasını/ Yaşamak gerek!/ diyerek ayak direyip dayatmasını,” dizelerindeki gibi yaşayan devrimcilerin, melankoliye sarılması, melankolikliğe prim vermesi mümkün değildir.

Tıpkı 19 Kasım 1915 tarihinde Amerika’da Salt Lake City’de tutulduğu cezaevinde kurşuna dizilerek infaz edilen işçi önderi Joe Hill, infazdan bir kaç gün önce bir arkadaşına yazdığı mektupta “Yas tutmayın, örgütlenin” diye haykıran kararlılığındaki üzere![6]

 

ELEMİN, KEDERİN EDİLGENLİĞİ

 

Adalet Ağaoğlu’nun “İnsan için ‘bugünün gerçeği parçalanmış bir gerçek’tir artık,”[7] saptamasındaki yabancılaşma tablosunda melankoli, Lukretius’un “Nil fit ad nihilum/ Hiçbir şey, hiçbir şeye dönüşmez.” “Nil de nihilo fit/ Hiçten hiçbir şey çıkmaz,” diye tanımladığı bir pasifliktir. Altta kalan, hareketsiz, edilgen ezikliktir. Keder, acı, dert, elem üzüntüdür; insana acı veren, mutsuz edici olaylar bütünüdür.

Rıfat Ilgaz’ın, “Çare yok,/ Tüm acılara direneceksin önce/ Daha çok,/ Acınmalara direneceksin, iki,/ Yokluğa, yoksunluğa… Üüüç!/ Güler yüz göstermeyeceksin/ Yüzüne gülenlere, dört!/ En önemlisi/ Ezenlere karşı direneceksin, beş!” dizelerindeki varoluş hâline bütünüyle yabancılaş(tırıl)mış pasiflikle, “Hayır” diyemeyen; hayatı brüt yaşayan melankoli; resesif yani çekinik, baskılanan, baskı altında kalan, kendini belli etmeyen, etkiden yoksun, zayıf, silikliktir.

Melankoli, boğucu, insanı girdaba sokan, sıkıntılı bir duygudur; sessiz, sedasız, sakin bir üzüntüdür; sukûneti çaresizliğindendir. Hayal kırıklığının açtığı yaralarla, hoşlanılmayan bir durum karşısında yaşanan his ve bunaltıcı bir hâlin depresifliğidir.

Melankoli fena hâlde bulaşıcıdır. Dermansızlık hissi uyandıran, yoksunluktur. İsyanını dillendirememektir.

Sema Kaygusuz’un, “Kederliler fenalık karşısında acı çekerler,”[8] notunu düştüğü insani bitiren, tüketen bir hisler toplamı yani acı, üzüntü, dert, sıkıntı, ıstırap, tasa vb’leri melankoli büyüdükçe çoğalan, çoğaldıkça rakıya meze olan umutsuzluktur!

Ece Temelkuran’ın, “Pek kederli bir sözcüktür umut. Çünkü bütün sözcüklerden daha hızlı çağırır umutsuzluğu. Hele ‘umut var mı?’ diye sormuşsa aramızdan biri, bilin ki çoktan düşmüştür omuzlar,” diye tariflediği hâle “Hayır” diyememektir!

 

DİK DURMAK İÇİN

 

Bunlar elbette insanî hâllerdir. Ancak dünyayı değiştirmek isteyenlerin hikâyesinde insanlar olduğu gibi değil, hep -dik durarak!- olması gerektiği gibi olmuşlardır.

  1. Bakunin’in, “Başkaldırı, hayatın doğal eğilimidir. Bir karınca bile, üstüne basan ayağa kafa tutar,” cümlesinde formüle ettiği dik durmak insan(lık) için başı eğik olmamak, umutların tükenmesine müsaade etmemektir; insanî bir duruş olarak maymundan insana geçişin (homo erectus) en önemli adımıdır…

Kaldı ki homo-insan, erectus-dik duran demektir. Dik duran primattır. Yani en büyük eksikliğin giderilmesidir; insanlaşma edimidir.

Dik durmak, esnek olmayı tavsiye edenlerin kavrayamadığıdır; insanı insanlaştıran bir duruştur. Kendine güvenle de alâkâlı bir hâldir. Herkesin harcı değildir. Boyun eğmemek, itaat etmemektir. Bedeli ağırdır; örneğin, “Bir gün gelecek,/ bir balıkçı türküsünü dinler gibi yumacağız gözlerimizi./ Ödediğimiz diyet;/ yüzümüz hep dingin, duru ve temiz kalsın diyedir./ O yüzden biz böyleyiz./ O yüzden ‘biz hiç adam olmayacağız’,”[9] dizelerindeki üzere bir uçurumun kıyısında ağaç gibi, yalnız, tek başına dimdik, eğilip bükülmeden varolabilmektir…

Bunun için eylemli, iş yapan, üretken… Çalışkan, canlı, etkin… Hareketli, dinamik, heyecanlı olmak; yani pasif olmadan işler hâlde, çalışır durumda olmak gerekir.

Hem de “Ey, biz ki her gün ıstırap çekenler, her gün aşağılananlar. Biz, bir araya geldiğimizde mahşer gibiyiz ve hiç kimsenin gücü bize yetmeyecektir. Biz, diğer her şeyi içine alıp eritebilecek o dev okyanusuz,”[10] diyen cüretkârlıkla…

Aristo’nun, “Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak, işte bu kolay değildir,” uyarısı “es” geçilmeden; umutlanmak fiilinin yerine geçebilen eylem olarak sözünü ettiğim cüret, insanî bir kızgınlıktır; sinirlenmek, öfkelenmektir!

 

ÖFKE(LENİN)!

 

Umudun iki güzel kızı vardır: Öfke ve cesaret! Öfke, olanlara dayanabilmek, cesaretse değiştirebilmek içinken; Ulrike Meinhof’un, “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim,” haykırışını asla unutmayın!

Çünkü, “Öfke, ilk (en başta gelen) politik duygudur,” Jean-Luc Nancy’in de belirttiği gibi…

Cüret ile beslenen öfke bilinçli, bir insan tepkisidir; keskin ve vazgeçilemez ruh hâlidir.

Sessizce büyür; insanı güçlü kılar; korkunun panzehiridir Murathan Mungan’ın dizelerindeki üzere:

“öfkeni tutma öfkeni yaşa/ bu kadar çok şey olurken/ hiçbir şey olmuyormuş gibi yapma/ bunca kızgınken/ bunca kızdırılmışken/ tavanlara bakıp duygularını bastırma/ bırak ortaya çıksın/ öfke de duygumuz bizim/ aşk gibi, sevgi gibi, şefkat gibi/ üstelik hepsinden daha haklı/ bu pisliğin ortasında/ öfkeni tutma, öfkeni yaşa/ bu kadar çok şey olurken/ hiçbir şey olmuyormuş gibi yapma

öfkenin şiirini/ kalbin şiddetini/ teslim etme/ yapmacık kurallara/ zaaflarına fırsat tanı/ pişmanlık, acizlikten/ daha soylu, daha derin/ sana dayatılan başkasının hayatı/ bu sen değilsin/ ne de bütün bunlar senin seçimin/ alkışların itaat olduğu yerde/ yuh çekmeyi öğrenmelisin/ öfkesi olmayanın inanma sevgisine de/ her öğüde yarım kulak ver/ bu şarkı da dahil olmak üzere/ öfkeni tutma, öfkeni yaşa

hiç olmazsa öfke dolu bir şarkı söyle/ bu kadar çok şey olurken…/ hiç olmazsa öfke dolu bu şarkı söyle/ hiçbir şey olmuyormuş gibi yapma…/ kendin ol ve öfkeni tanımla.”

Evet, evet dik durmamızı sağlayan anlamlı öfke iyidir, duyumunu arttırır insanın…

Özgürlüğe giden yolun önemli adımıdır; birikendir; onuruna düşkünlüktür.

Yaşamak, yaratmak için güç verendir; doğurgandır; dölleyicidir; dürüsttür; doğruyu söyletir.

Hoşnut olunmayan durumlara karşı verilen temel duygulardan biridir; vazgeçmemek içindir öfke; varoluşa dair güçlü bir imgedir; dinamiktir; enerji verir.

İnsan(lık)ı ayık tutan bir duygu olarak örgütlenmiş ve en güzel hâli isyandır.

Buda, “Ruhun kiri” olarak tanımlasa da; Horatius, “Öfke, kısa süren bir deliliktir”; Ovidius, “Öfke, kırılgan buz gibi, geçer gider zamanla,” dese de insanın sosyal bir varlık olması sebebiyle, toplumda dalga dalga yayılabilecek bir duygu ve tepki olarak, patlama yeteneğini haizdir öfke.

Dünyayı değiştirenlerdendir; bitiren ve başlatandır; içerisinde kırmızıdan başka bir renk barındırmayandır.

Engellenmeye, saldırıya uğramaya, tehdit edilmeye, yoksun bırakılmaya, kısıtlanmaya verilen yanıttır.

Acı “Yıkıl” derken; öfke “Ayağa kalk, yık” der; unutmayın: Acı, hissedilir; öfke, hissettirir.

Kolay mı? Edip Cansever’in, “bir aşk gibi yaşamak gerek öfkeyi,” notunu düştüğü imkân olarak tutuşturulmuş bir ateş gibidir; göndere çekilmiş isyan bayrağıdır öfke…

Öfkeyi besleyen etmen sayısı öfkenin süresini ve şiddetini doğrudan etkilerken; onu, polis şiddeti yok edemez. Zorbalık bastıramaz. Yalancı özürler dindiremez. Öfke, seçim sonuçlarında görünmez. Televizyonlar vermez. Kara propaganda öfkeyi gizleyemez. Öfke var ya öfke, öfke bir gün muhatabını bulur. Bulduğunda ise kaçacak delik ararsınız.

Ne yazıktır ki “Sine ira et studio/ Öfkesiz ve hevessiz” “insan(cık)lar”ın çoğaldığı bugünde milyonlarca insan öfkelenmiyor, ağlamıyor, hiçbir şey yapmayıp; sadece zamanın geçmesini bekliyorlarken; Turgut Uyar’ın, ‘Hızla Gelişecek Kalbimiz’indeki “hızla gelişecek kalbimiz/ kalbimiz hızla.// ve yeni uyanışların ve yeni doğmuşların/ ve herkesin ve herkesin/ sesleriyle birlikte/ bir haziran uygulayacak/ kimse bölemeyecek ve kalbimiz/ hızla gelişecek.

yıkıntılara karışan eski bir bahar/ büyük olmaya elverişli bir bahar/ eskiden yaşanılmış ve her şeye rağmen/ insanlara göre bir bahar/ suların kana kestiği yahut/ suların kana kestiği bir bahar./ hızla gelişecek kalbimiz// birden gerçekliğini algılayarak/ saat çalınca ve görünce güneşi/ birden vazgeçilmezliğini algılayarak/ önemli ve gerekli buluşunu kendini/ birden hatırlayarak/ geleceğe hazırlayınca olanca göğüslerini/ ve her şeye ve ölüme kalbimiz/ hızla gelişecek/ çağımıza pek uygun bir hızla/ gelişecek kalbimiz/

kalbimiz/ yerin ve göğün alt edilmez bir dirilikte olduğu/ tutkumuz, direnmemiz, ellerimiz, kalbimiz. / kalbimiz/ kalbimiz hızla gelişecek,” dizelerini daha yüksek sesle haykırarak; 91 yaşında ‘Indignez-Vous!/ Öfkelenin!’diyebilen Stéphane Hessel’e kulak vermeliyiz’!

 

HESSEL’İN ÇIĞLIĞI

 

‘Öfkelenin’in yazarı Stéphane Hessel, İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Fransız direniş hareketlerine katılmış, faşizme karşı mücadele etmiş, işkenceye uğramış, toplama kamplarında kalmış, savaş sonrası Birleşmiş Milletler’de İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin yazılmasına katkıda bulunmuş ve hayatı boyunca ezilenlerin yanında yer almış bir eylemci, düşünür.

Hessel, kendi yaşamından verdiği ve tarihsel arka planını dünyamızın egemenleri tarafından şekillendirildiği yılların sonucunda öfkelenmesi için birçok neden olduğundan bahseder. Totaliter rejimlerin insanlığa uyguladıkları acımasızlıklar, savaşların yarattığı yoksulluk ve kıyım, kapitalizmin yarattığı sosyal eşitsizlik gibi daha nice neden kuşkusuz Hessel’in öfkelenmesi için yeterli olmuştu.

Siz bakmayın malum Engin Ardıç’ın, “Hessel, bir ‘sahte feylesof’tur… Ortaya koyduğu matah bir fikir yoktur. Yaptığı, ekonomi sarpa sarınca bozuk çalmaktan ibarettir. Kriz geçsin, unutulur gider,”[11] demesine!

Fransız entelektüel Regis Debray’in, “İnsanlık onurunu kurtaran adam”[12] diye betimlediği Stéphane Hessel 1917 Berlin doğumlu bir Rönesans adamı. Bu sıfatı hak etmesini sağlayan pilotluk, diplomatlık, arabuluculuk, danışmanlık, eğitimcilik, filozofluk ve sosyalistlik gibi birçok meziyeti var.

Hessel’in babası Franz Hessel bir yazar ve çevirmen. Annesi Helen Grund ise ressam, müzisyen ve yazar. Almanya’da giderek artan Yahudi düşmanlığından (anti-semitizm) da etkilenerek olsa gerek, aile 1924’te Paris’e yerleşmiş ve Avrupa’nın bu köklü ve avangard şehrinde yetişen Stéphane Hessel, küçük yaşlardan başlayarak Avrupa’nın önde gelen sanatçı ve entelektüelleriyle tanışma ve kendini birçok alanda yetiştirme şansı yakalamış. Hessel 1937’de Fransız vatandaşlığına geçmiş ve 1939’da Öğretmen Okulu’na girmiş ancak İkinci Dünya Savaşı nedeniyle eğitimine ara vermek zorunda kalmış.

Mayıs 1941’de General Charles de Gaulle’ün Londra’daki Özgür Fransa toplantısına katılmış, karşı casusluk, bilgi toplama ve eylem bürosunda (BCRA) çalışmış, fakat daha sonra 1944’te Fransa’da Nazilere esir düşerek uzun süre işkence görmüş ve asılmaktan son anda kurtulmuştur. İki kez Nazi kampından kaçan ama yeniden yakalanan Hessel, savaş sonrasında karısı ve üç çocuğuna kavuşur, daha sonra da Dış İşleri Bakanlığı giriş sınavını kazanarak diplomat olur. Henüz ilk görevinde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni hazırlayan komisyona katılır. Daha sonraları diplomatik görevlerle uzun yıllar New York’ta bulunur.

Cezayir savaşı sırasında Cezayir’e destek verir ve Fransız Sosyalist Partisi’ne (PS) katılır. Emekli olduktan sonra insan hakları meselelerinde aktif mücadeleye devam eder ve anılarını ve gördüklerini yazmaya -‘Danse Avec Le Siecle (1997), ‘O Ma Mémoire’ (2006)- ve yeni nesillere aktarmaya gayret eder. 2000’lerde ise özellikle İsrail’in giderek artan şiddeti nedeniyle kamuoyunun ve entelektüellerin dikkatini Filistin sorununa çekmeye çalışır. Hessel’in yeni nesiller ve geniş kitlelerce tanınması ise 2010 yılında yazdığı ‘Indignez-Vous/ Öfkelenin!’ başlıklı kitabın milyonların okuduğu bir kült eser hâline gelmesi ve 2011 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesiyle olur.

Nihayet, 2013 yılında 95 yaşında şu uyarıları ardında bırakarak hayata gözlerini yumar!

“Direniş, öfkeden doğar… İşlere karışın, kızın öfkelenin!…”

“Yaratmak direnmektir. Direnmek yaratmaktır…”

“Direnmek, bir anlamda insan topluluklarının kendini sürekli yeniden yaratması demektir… İnsanlık tarihin akışını değiştirmeye kadirdir. Tarih sorumlu yurttaşların eseridir…”

“Doğrudur, öfkelenme nedenleri bugün o kadar açık seçik olmayabilir ya da dünya çok karmaşıktır. Kim emir veriyor? Bizi yöneten akımlar arasında bir ayrım yapmak her zaman kolay değildir. Faaliyetlerini açık seçik biçimde anladığımız küçük bir seçkin topluluk yok artık karşımızda. Büyük bir dünyada yaşıyoruz ve böyle bir dünyada ve her şeyin birbirine bağımlı olduğunu hissediyoruz. Bugüne dek görülmemiş bir karşılıklı bağımlılık içinde yaşıyoruz. Ama bu dünyada katlanılması mümkün olmayan şeyler var. Bunları görmek için iyi bakmak, aramak gerekir. Gençlere sesleniyorum: Biraz arayın, bulacaksınız. En kötü tavır kayıtsızlık, ilgisizliktir, ‘Bir şey yapamam, elimden bir şey gelmez, ben kendi işime bakarım’ demektir. Böyle davrandığınızda insanlığı oluşturan temel değerlerden birini yitirirsiniz. Bunun için gerekli olan değerlerden birini, öfkelenme yeteneğini ve bunun sonucu olan siyasal ve toplumsal bir davaya hizmet etme çabasını yitirirsiniz…”

“Gençlere şöyle diyorum: Çevrenize bakın, öfkenizi haklı çıkaracak konular bulursunuz: Göçmenlere bakın, kaçak işçilere, Çingenelere yapılan muameleler gibi. Sizi güçlü bir yurttaş hareketine götürecek olan somut durumları bulursunuz. Arayın, bulacaksınız!”

“Ya hep birlikte, ya da hep birlikte çıkacağız bu açmazdan. Bir koşulla! Direnişin ilk aşaması öfkelenmek, yaşanan haysiyetsizliklere kayıtsız kalmamak, infial duymaksa ikinci ve belirleyici aşaması eyleme geçmektir!”[13]

 

“SONUÇ YERİNE” NOTLAR

 

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “Elbet bir bildiği var bu çocukların, kolay değil öyle genç ölmek,” dizelerindeki gibi karşı durmak, itiraz etmek, devrimci bir muhalif olabilmek işte tam da böylesine mümkündür!

Ezber bozup, iktidarın kabullere karşı çıkan; egemen(lik)le aynı görüşte olmayan; karşıt, yani aleyhtar olan böylesi bir duruş, olması gereken biçimiyle yaşamın “olmazsa olmazı”dır.

Kolay mı? Karşıt olmak, uyum göstermemek, aykırı davranmak, pürüz çıkartmak, ak koyunlar arasında göze batan kara koyun olmak, baş kaldırmakken; devrimci muhalif, “Nihil habenti nihil dest/ Hiçbir şeyi olmayanın, kaybedecek bir şeyi yok demektir,” gerçeğine yaslanan mülkiyet duygusu gelişmemiş insandır; iktidara karşı ve –her türlü iktidarı yok etmek üzere- iktidar olmaya namzet olandır.

İnsan, resmi ideoloji karşısında muhalif olduğu zaman insanken; karşı durma, karşı koyma anlamına gelen devrimci muhalefet, alternatifiyle var olur, vardır.

Bunlar böyleyken; Louise Michel’in, “Özgürlük ve iktidarın birlikte olması imkânsızdır”; V. İ. Lenin’in, “Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır,” uyarılarının altını ısrarla çizerek; “Son insan ölene kadar özgürlük asla yok olmayacaktır,” sözlerini anımsatacağım Charlie Chaplin’in, sizlere…

Ha bir şey daha: Özgür irade olmadan da devrimci ahlâk olmaz. Özgür irade, devrimci ahlâkın önkoşuludur. Özgür irade olmadan eylem ve seçimden söz edilemez. Özgür iradenin olmadığı yerde, eylem ve seçim değil, sadece davranış söz konusudur. Sadece davranışın olduğu yerde insan Pavlov’un köpeğine dönüşür. Yani insan, belli bir etki sonucunda belli bir tepki veren ve kendi yolunu çizemeyen bir canlıya dönüşür…[14]

İşte bunun için kilit önemdedir eşitlikçi özgürlük…

Nevzat Çelik’in ‘İtirazın İki Şartı’ndaki dizelerle tamamlıyorum: “çok olmadığımız kesin/ çok olan tarafta değiliz/ çok olan tarafta olmayacağız/ türkiye’de kürt olacağız/ kürtlerde ermeni/ ermenilerde Süryanî/ gidip almanya’da türk olacağız/ hollanda’da surinamlı/ fransa’da cezayirli/ iran’da azeri/ amerika’da zifiri zenci olacağız/ çoğalan zencide mutlaka kızılderili/ israil’de filistinli/ köpeğin karşısında kedi/ kedinin karşısında kuş olacağız/ kuşun karşısında börtü böcek/ hakemler hep karşı takımı tutacak/ ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı/ çiçeklerden kamelya olacağız/ az kolumuzun tarafında/ solda olacağız/ bu itirazın ilk şartı

solda da az olacağız/ devrimi çoğaltırken çünkü/ bir başka devrime hızla azalacağız/ bu da itirazın ikinci şartı.”

Ve Edip Cansever’in, “Duyuyor musun?/ İnsanın insandan aldığı bütün yaraların merhemi/ insandadır diyorum sana,” dizeleriyle de noktalıyorum diyeceklerimi…

 

10 Kasım 2015 14:07:25, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 14 Kasım 2015 tarihinde İzmir AKA-DER’in örgütlediği etkinlikte yapılan konuşma…

[2] Fyodor Dostoyevski.

[3] Nilgün Cerrahoğlu, “Melankolinin Zaferi…”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2015, s.12.

[4] Aziz Çelik, “Ölüm Neden Hep Bu Yana Düşer?”, Birgün, 15 Ekim 2015, s.4.

[5] Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Çev: Tarık Günersel-Uğur Ün, Kabalcı Yayınevi, 4. Baskı, 2012.

[6] Murat Kuseyri, “İşçi önderi Joe Hill: Yas Tutmayın Örgütlenin”, Evrensel, 18 Ekim 2015… http://www.evrensel.net/haber/263018/isci-onderi-joe-hill-yas-tutmayin-orgutlenin

[7] Adalet Ağaoğlu, Hayır – Dar Zamanlar 3, İş Bankası Kültür Yay., 2007.

[8] Sema Kaygusuz, Karaduygun, Doğan Kitap, 2012, s.72.

[9] İbrahim Karaca, https://www.facebook.com/permalink.php?id=152172068261776&story_fbid=350870958391885

[10] P. A. Kropotkin, Ekmeğin Fethi, Çev: Mazlum Beyhan, Öteki Yayınevi., 2000.

[11] Engin Ardıç, “Hesselizm”, Sabah, 25 Temmuz 2013… http://www. sabah. com. tr/yazarlar/ardic013/075/hesselizm

[12] Arzu Çakır Morin, “Dünyayı Öfkelendiren Âkil Adam”, Hürriyet, 7 Ekim 2011… http://www. hurriyet. com. tr/dunyayi-ofkelendiren-akil-adam-19003916

[13] Stéphane Hessel, Öfkelenin!, Çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Kitap, 2011.

[14] Örsan K. Öymen, “Özgür İrade ve Ahlâk Üzerine”, Birgün Pazar, Yıl:12, No:449, 18 Ekim 2015, s.18.

 

“Harami” tarzı seçim ve yeni AK Parti iktidarı; dünya gericiliğinin ittifakı

7 Haziran’a giderken, tüm ülke savaş alanına çevrildi. Barış görüşmeleri ortadan kaldırıldı, saldırı politikaları devreye sokuldu, tutuklamalar, bombalamalar devreye sokuldu. Tüm buna rağmen, 7 Haziran seçimlerinden Muktedir, istediği sonucu alamadı. Ve elbette, bu sonucu elde edince, Muktedir, bu olmadı, yeniden seçimi deneyelim, tekrar edelim, dedi.
Tekrar olacağı için, hemen koşulları değiştirmeye karar verdi.

Birinci nokta burasıdır; seçime gidiş şartları, seçim ve sayım süreci. Bu noktadan seçimlere bakarsak, tam bir harami iktidarı için, her türlü hile ve baskının kullanıldığı bir seçim gerçekleşmiştir. Seçimin kendisi, AK Parti için bir “zafer” ise, bu bağlamda “zafer” asla gerçek bir zaferi ifade etmez. Hile dolu, baskı ve devlet terörü ile elde edilmiş bir sonuçtur.
İki alana aynı anda saldırı organize edildi, hem Kürt devrimine, hem de Gezi Direnişi ile başlayan sürece. Ama sadece sürecin örgütlerine saldırı organize edilmedi. Aynı zamanda halklara karşı bir saldırı devreye konuldu. Kürt kasabaları, şehirleri ablukaya alındı. Obüs topları ile keskin nişancılar, birbiri ile yarışır vaziyette sokakları kana buladı. Yüzlerce insan, çocuklar da dahil, öldürüldü. Diyarbakır mitingini bombalayanlar, aynı sahneyi daha etkili olacak şekilde, Suruç katliamını organize ettiler. Ve en son, 10 Ekim’de Ankara’da 104 kişinin ölümü gibi saldırılarla, seçime gidilen ortamı “değiştirdiler”.

Şaibeli bir seçim sürecidir bu.

Haramiler, seçimleri, tam bir harami tarzında organize ettiler.

Üstüne, TV kanallarını, basını kontrol güçlerini eklediler.

HDP’ye, ya seçimi boykot et ya da tüm bu bomba, saldırılar altında, bu koşullarda seçime gitmeyi kabul et seçenekleri kaldı. Gerçekte, seçimlerin bu ağır şartlar altında gerçekleşeceği açık idi. Ama aynı biçimde, tüm bölgedeki gelişmeler, seçimleri önemli kılmaktaydı. Bu nedenle boykot doğru olmazdı, bugünden bakınca da doğru görünmüyor.

Ve tüm bunlar yetmedi, sayımı da kendileri yaptılar. Hile, harami tarzına uygundur ve başkası da düşünülemez. Sadece HDP’yi baraj altında bırakmayı ya da MHP’yi baraj altında bırakmayı, uluslararası gericilik, çok inandırıcı bulmadı ve sınırlar buna göre şekillendi.

Acaba, seçimlerde kaç sandık vardı?

Sandık sayısını, değil seçmen sayısı, sandık sayısını bilen yok. Her medya kanalı, farklı bir sandık sayısı veriyor. Sandık sayısını 174 bin ile 186 bin arasında gösterenler var. YSK’nin seçim öncesi ve seçim sonrası yaptığı açıklamalar birbirini tutmuyor. Sandık sayısının bile belli olmadığı bir seçim, “demokratik” seçim olarak sunulabiliyor. Ama kabul edilemezdir.
Önemli olan seçimlerin yapılıyor olması değildir, önemli olan sayımı kimin yaptığıdır ve doğrusu bu konuda ne kadar önlem alınırsa alınsın, dünya gericiliğinin ittifakı devreye girdi mi, halkların aldığı önlemler, siyasal otoritenin önlemlerini aşamıyor.

Sandık başlarında, sandık kurulu, sandık görevlileri değil, doğrudan askerler, ellerinde silâhlarla durdular. Bunun gerçekleştiği yerler bir ya da iki yer de değildir. HDP’ye, silâh zoru ile oy aldı diyenler, sandık başlarında çekilen asker ve polis görüntülerini, basının marifeti ile gizlemeye çalışmaktadırlar.

Seçim süreci, ne 7 Haziran’da, ne de 1 Kasım’da demokratik değildir. Tehditler, fiili saldırılar, bombalamalar, ölümler, katliamlar birbiri ile yarışır durumdadır. Askeri, polisi, ordusu, valisi, yeni kontr-gerillaları, IŞİD’çileri, Osmanlı Ocakları, mafyası, çeteleri, hepsi ama hepsi, bir karanlık proje etrafında, korku üretmek için her yola başvurmuşlardır.

Seçimin kendisine hile karışmış mıdır, sorusu bile gereksizdir. Son derece ciddi hileler olduğu, sandık sayısının bile belli olmamasından bellidir. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a 1 milyon 800 bin yeni seçmenin eklenmesi mümkün değildir, eklenmiştir. 7 Haziran’da oy kullanma yaşında olmayıp da, 1 Kasım’da olabilecek olan toplam kişi, eğer hepsi hâlâ yaşıyorsa 200 bindir. İstanbul’a Suriyeliler kamyonlarla taşınmıştır.

Bu, elbette şaibeli bir seçim sürecidir ve hile dizboyudur.

İkinci nokta AK Parti’nin zaferine ilişkindir. Bu bir harami iktidarı için, her tür hilenin, kan ve katliam politikalarının üzerine yükselen bir “zafer” dir. Bu “zafer” AK Parti’ye, yeni bir 4 yıllık iktidar süreci açmıştır. Ama bu iktidar süreci, “katil-hırsız Erdoğan” sloganları arasında açılan bir iktidar sürecidir. Ve bu sürecin, 317 milletvekiline rağmen kolay bir iktidar süreci olmayacağı bizzat Muktedir tarafından çok iyi bilinmektedir.

Kan ve katliam politikalarını devreye koyanlar, şimdi, hemen üç kanaldan hamle yapacaklardır. Bunlardan ilki, AK Parti’nin tam ve net kontrolünün sağlanmasıdır. Muktedir, bunu çok iyi anlamaktadır ve AK Parti’nin sorunsuz kontrolü için, yeni bir cendere hazırlayacaktır. Öyle anlaşılıyor MİT, bu konuda yardımcı olmak üzere, her türlü dosyayı sağlayacak ve AK Parti içinden çatlak seslerin çıkmasını önlemeye çalışacaktır. Hazır “paralel yapı” diye bir bahaneleri de varken. Birçok “uzman”, Davutoğlu’nun Erdoğan olmadan kazandığı bir zafer olduğunu dilegetirmektedir. İstedikleri bu olabilir ama, yanlış bir temel üzerine kurulu bir istemdir. Davutoğlu’nun bir zaferi yoktur. Hatta AK Parti’nin “zafer”i, mutlaka ve mutlaka tırnak içinde olmalıdır. Buna “zafer” diyecek olanlar, bunun kan ve katliam politikalarına dayalı olduğunu unutmamalıdır. Ankara katliamının sonrasında Davutoğlu ve Erdoğan’ın tutum ve davranışlarına bakın, birisi olaydan ne kadar haberdar idi ise, diğeri o kadar bihaber idi. AK Parti içinden çatlak sesler çıkacaksa, bunun olası nedeni, Davutoğlu’na bağlanacak zafer değil, biraz aşağıda ele alacağımız nedenler olabilir.

Erdoğan’ın yükleneceği ikinci kanal, baskı ve şiddet politikalarının devam ettirilmesidir. Erdoğan baskı ve şiddet politikaları ile yıldırma ve korkutma durumunu, tam bir esir almaya çevirmek istiyor. Bunu başarmak için daha fazla şiddeti devreye sokacaktır. Bu daha fazla şiddet, aynı zamanda, HDP’yi başkanlık pazarlığına zorlamak için de kullanılacaktır. Elbette HDP bu tuzağa düşmeyecektir, elbette Kürt halkının temsilcileri, devrimciler gözü dönmüş şiddet politikalarının uygulayıcılarına istediği yolu açmayacaktır. Biz bunu, burada bir endişemiz olduğu için vurgulamıyoruz. Hayır, sadece bu seçim sonuçları ile dahi, Erdoğan’ın kendini güvende görebilecek pozisyonda olmadığını belirtmek istiyoruz. İşte bu nedenle bu katliam ve şiddet, bu savaş politikaları kesilmeden devam edecektir. Sadece Kürt devrimine karşı değil, Anadolu devrimine, Batı’da yükselen uyanışa karşı da bu baskı ve şiddet sürecektir. Seçimden önce de vurguladığımız gibi, bu topyekûn bir savaştır.

Böyle bakılırsa, seçime birkaç gün kala neden Bugün ve KanalTürk gibi kanallara el koydukları anlaşılır. Bu davranışın oy kaybettireceği düşünülebilirdi. Ama seçimlerin sonuçları önceden belli ise, bu hamle seçim sonrasına bir yatırımdır ve öyle yaptılar.

Burası da üçüncü hamle alanıdır. Erdoğan, Ergenekon’da ifadesini bulan kadrolarla, yaklaşık iki yıldır anlaşmaya çalışmaktadır. Zaman zaman Doğan Grubu ile olan çatışmaları, seçim sonuçlarının hemen ardından, Doğan’ın biat deklarasyonu, Ertuğrul Özkök’ün “ben de fabrika ayarlarına dönüyorum” açıklaması ve üstüne AK Parti cephesinden, o medya grubunu da artık biz yöneteceğiz, denmesi, anlaşmayı göstermektedir. Bu anlaşma zeminini genişletirken Erdoğan her türlü baskıyı kullanacaktır. Eski egemenler ile, yeni elitler iç içe geçecek ve “kardeşlik” dedikleri şeyi ortaya koyacaklardır. Elbette bu kardeşliğin ölçüsü, pastadan 10 bana, haydi bir de sana şeklinde olacaktır. “Bizi görmezlikten gelemezsiniz” söylemi budur.

Bu hamleler, yeni harami iktidarının vizyonunu ortaya koymuş olacaktır.

“Zafer” dedikleri şeye güveniyor olsalardı, buna yönelmezlerdi. Bu seçim “zafer”i sadece bir kere daha nefes alabilme olanağı demektir. Kendileri buna başka anlam yüklemezken, buradan başka anlamlar çıkarmaya çalışmak, eski elitlerin hüsnüniyetleri olabilir, hepsi budur, fazlası yoktur.

Elbette Erdoğan’dan, Kürt devrimine karşı, Batı’da yükselen uyanışa karşı, daha geniş kesimleri rahatlatacak bazı adımlar atması sürpriz olmaz.

Üçüncü nokta şöyle ifade edilebilir; bu “zafer” dünya gericiliğinin ortak ittifakının bir sonucudur. Bölgemizde epeyce zamandır süren yağma savaşı, Suriye’yi yerle bir etme, bölgede halklara karşı açık katliamlar yürütme, çağdışı tüm uygulamaları devreye sokma politikası, sınırlarına yaklaşmıştır. Savaşı kundaklayan ve IŞİD’in yaratıcısı olan ABD-İngiltere-İsrail-Türkiye-S. Arabistan ve Katar, kaybetme sürecine girmişlerdir. Bunca saldırıya, çete organizasyonlarına rağmen, Kobanê direnişinde görüldüğü gibi, bir direnişin gelişmekte olduğunu gördüler. Ve sonunda, Suriye-İran cephesinde Rusya ve Çin’in açıktan devreye girmesi, zaten iflas etmiş olan ABD politikalarını daha da zora sokmuştur. Türkiye, kendi politikaları ile de, ABD emireri olarak uyguladığı politikalar ile de, oldukça sıkışmıştır. Ve şimdi, Rusya’nın sahaya inmesi, Çin’in devreye girmesi, Kobanê direnişi vb. ardından, tüm dünya gericiliği bir kere daha ittifaka yönelmiştir. AK Parti’nin kendi kadrolarının dahi inanmadığı seçim “zafer”i, Obama’sından Merkel’ine kadar yeni bir ittifakın “hediye”sidir. İşte 7 Haziran seçimleri ile 1 Kasım seçimleri arasındaki fark da budur. İkisinde de hile vardır. Ama 1 Kasım’da, SEÇSİS sistemini kontrol edenler, ancak daha küçük oranda hileye olanak vermişlerdir. Sandık başlarında yapılan hilelerden söz etmiyoruz. Program ile elde edilen hileli sonuçlardan söz ediyoruz ve programın kontrolü, bu büyük gerciliğin elindedir. 7 Haziran ile 1 Kasım arasında değişen budur. Dünya gericiliğinin bir hediyesidir bu. Bu çapta hileler ABD’den bağımsız olmaz. Ve karşılığında sadece İncirlik üssü yeterli olmayacaktır. Karşılığında “mülteci krizinin” çözülmesi yeterli olmayacaktır.

ABD sözcülerinin, bundan böyle PYD’ye silâh desteği sağlanmayacak, demeleri boşuna değildir. Kuşku yok ki, ABD ve Batılı müttefiklerinin Erdoğan’a bir kere daha destek vermesi, belli şartlara bağlanmış olabilir. İşte o nedenle, bazı “uzman”lar, Davutoğlu’nun Erdoğan’sız zaferinden söz ediyor ve Erdoğan’ı dengelemekten, kontrol etmekten söz ediyorlar. Gerçekte, AK Parti’de birçok kanat vardır. Bunlar, ancak efendilerinin emirleri ile isyan bayrağı açabilirler. Bu ise bizlerin ilgi noktası değildir. Kuşku yok ki, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkeler AK Parti içinde kendi güçlerini gizlemektedir. Bu aynı şey Fethullah grubunun içinde de vardır. Ama bu güçlerin ne için ve nasıl hareket edecekleri ile bağlantılı olarak bir gelecek kurma planları, yerleşik egemenlere bile “uzak” görünmektedir. Doğan Medya Grubu’nun bu yeni biat açıklaması, böyle okunmalıdır. Onlara göre, başkanlık sistemi talepleri olmasın, Erdoğan sınırlarına çekilsin, öyle yürünsün. Ama Erdoğan’ın bunu yapacağı tartışma götürür. Yoksa, zaten 7 Haziran’da, AK Parti-CHP koalisyonu da benzer sonuçları verirdi.

Dünya gericiliği, TC devletine, Suriye-Irak ve Ortadoğu politikalarında ihtiyaç duymaktadır. Bahçeli’nin, CHP’nin tutumunu da şekillendiren budur.

Yeni kardeşlik projesi, ülkemizdeki tüm gericilerin birleşmesi, harami iktidarını desteklemesi ve arkada dünya gericiliği ile daha yoğun bir işbirliği geliştirilmesi anlamına gelmektedir.
Tüm bu planların bir kere daha suya düşmeyeceğinin ise garantisi yoktur. O nedenle Ertuğrul Özkök, usulca fabrika ayarlarına dönmektedir. Garantisini görebilse, daha ileri gider ve Muktedir ayarlarını hemen yakalardı.

Dördüncü nokta, HDP’nin durumu ile ilgilidir. HDP, tüm bu koşullarda, seçimden başarılı çıkmıştır. Dünya gericiliği hile ile de olsa, baraj altında bırakmayı göze alamamıştır. HDP, ilçe ilçe seçim sonuçlarını tek tek ele almak zorundadır. Bu, tüm devrimci hareketin ortak görevidir. Halkların, işçi ve emekçilerin örgütlenmesi açısından acildir, zorunludur.

Ankara katliamından sonra, büyük, daha büyük bir kitlesel direniş gerekli idi, bugün hâlâ gereklidir. Tüm medyayı, neredeyse tümünü, karanlığa itmeyi başaran, kontrolleri altına alan egemenlerin isteği, tek özgürlük aracı olan sokak eylemlerini, kitlesel hak arama eylemlerini durdurmaktır. Buna karşı, halkların, işçi ve emekçilerin direnişini daha da ileri düzeyde örgütlemek, çıkışın, özgürlüğün tek yoludur.

Bu noktada bazı vurguları ele almak gerekir: İlki şudur, eğer PKK eylemler yapmasa idi, direnmese idi, HDP daha fazla oy alırdı. Bu tamamen yanlış bir görüştür. Sonuçlara bakıp, ona göre bir analiz yapmaktır. Oysa sonuçlar, gerçeğin kendisi değildir, yalanı, hilesi çok olan sonuçlardır. HDP’yi daha planlı, daha aktif, daha militanca bir mücadele yürütemediği için eleştirmek (biz de içinde olmak üzere devrimcileri bu açıdan eleştirmek) mümkündür. Biz, elbette ki daha neler yapabilirizi, mesela Ankara katliamına nasıl daha büyük bir kitlesel eylemle yanıt verebilirdik sorusunu ele alacağız, başkaları bir yana, kendimizi eleştireceğiz. Ama PKK’nin ve daha geniş olarak halkların saldırılara karşı direnişinin oy kaybettirdiğini söylemek, gerçekle örtüşmez. Tersine bu direniş olmamış olsa idi, PKK var olmamış olsa idi, katliamların boyutları çok ama çok daha büyük olacaktı. Gerçek budur. Ankara’daki Barış Mitingi’ni kana bulayanları eleştirebilme cesaretini gösteremeyenler, bu olayın aydınlatılması için bir şey yapmayanlar, işçi ve emekçilere, devrimcilere, “direnmeyin” demeyi bırakmalıdır.

Seçim sonucunda HDP’nin barajı aşmış olması, bir başarıdır. AK Parti’nin tek başına iktidar olmasını önleyememek bir eksiklik olabilir, ki bu “zafer” aslında dünya gericiliğinin bir ittifakı sonucudur.

Zalimin zaferi sonsuza dek sürmez. Bu da beşinci noktadır. Seçim sonuçlarına bir zafer diyenler, iyice bir baksınlar, bu zafer neye dayanmaktadır; kana, katliamlara, IŞİD çetelerinin devreye sokulmasına, mafyanın devreye girmesine, yeni kontr-gerillanın Saray ile bağlantılı saldırılarına, hırsızlığa, oy çalmaya, hileye. Savaş alanına çevrilmiş şehirlere, çocukların keskin nişancılarca öldürülmesine, sıkıyönetim uygulamalarına, sandıklarda silâhlı askerlerin görev yapmasına, beyaz bayrak kaldırarak hastahaneye gitmeye çalışan insan manzaralarına, panzerlerin ardına takılan cesetlere, mezarlıkların yıkılmasına, evlere obüs topları ile saldırılara, öğrencilerin tutuklanmasına, işçilerin eylemlerinin bombalanmasına.
Bu zalimliğe dayanan bir zafer, ancak haramilerin iktidarına yarayabilir.

Tüm dünya gericiliğinin birleşerek elde ettiği bu zafer, halkların direnişine dayanabilecek midir? Buradan bir “üstünlük” elde ettikleri açıktır. Ama bu üstünlük, gerçekte, tüm halkları düşman gören bir anlayışla ne kadar sürdürülebilir?

Seçimin hemen ardından ABD, İncirlik üssüne yeni silâhlar, yeni uçaklar sevk etmiştir. ABD-Türkiye ile yeni ittifak süreçlerine girdiğini ilan etmektedir. PYD’ye silâh yardımı yapmayacaklarını ilan etmektedir. Tüm bunlar, savaşın daha da sertleşeceğini, bölgemizde yeni oyunların sahneye konacağını göstermektedir.

Buna paralel olarak, ülkemiz içinde, halkın tamamen esir alınması planlanmaktadır. Ekonomik, siyasal ve askerî şiddet birlikte devreye sokulmaktadır. Borç içinde yüzen esnaf, ekonomik şiddet ile sisteme entegre edilmeye çalışılırken, işçi ve emekçiler askerî şiddetle, polis baskıları ile yıldırılmaya çalışılmaktadır. Şiddet o denli tırmanmaktadır ki, ölümler sıradanlaşmaktadır. 2015 yılı içinde devlet güçlerince öldürülen insan sayısı bine yaklaşmaktadır.

Ve tüm bu gerici saldırıya, karşı-devrim saldırısına karşı, halkların örgütlülüğü tek çıkış yoludur.

Bizlerin bu süreçten çıkardığımız ders, örgütlenmeye, direnişe, mücadeleye daha büyük bir irade ile devam etmektir. Eksikliklerimiz buradadır. o

“Cesur” tetikçilik, ucuz kahramanlık Suriye savaşı ve TC devleti

Rusya, “teröre destek veren ülke tarafından sırtımızdan vurulduk” açıklaması ile işin pek de ucuz bir eylem olmadığını ilan etmiş oldu. Tam da, Rusya Dışişleri Bakanı Türkiye’yi ziyaret edecekti. Tam aynı gün bu uçak düşürme olayı yaşandı.
ABD, iki arada bir derede açıklamalar yaptı. Hem Türkiye’nin sınırlarını koruma hakkından söz etmesini anlaşılır bulurken, hem de Erdoğan’ın tansiyonu yükseltmek istemediğini duyurdu. Özetle, aslında ABD, hem bir Rus uçağının düşmesinden memnun, hem de Türkiye’nin kulağını kendilerinin çektiğini ifade eder gibi bir açıklama yaptı.
Öyle anlaşılıyor ki, tüm Suriye savaşı boyunca, tetikçilik yapmış olan Türkiye’nin, ABD’nin desteği ve itmesi ile, Rusya’nın Suriye savaşına doğrudan müdahil olmasının ardından, sahada güç kaybeden ABD adına, Rusya’ya bir mesaj vermek için, Rusya’nın tepkilerini ölçmek için, “cesur” bir tetikçiliği devreye girmiştir. Yani, bu, tetikçilikte bir ileri aşamadır.
IŞİD’i organize eden ve Suriye-Irak sahasına süren ABD, İngiltere, İsrail, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan, tüm bölgeyi içine alan, bununla da yetinmeyip, uluslararası alana da yayılan bir savaşı kundaklamaktadırlar. Suriye’ye “demokrasi” getirmek için 4 yıldır süren bu kanlı savaş, IŞİD gibi güçler ortaya çıktığı hâlde, bu güçlerce pervasızca sürdürülmektedir.
Dünya, Libya’da, Irak’ta, Afganistan’da “demokrasi” taşıma projelerini, çok ama çok yakından gördü, sonuçlarını da tüm açıklığı ile biliyor. Bugün, aynı dünya, Suriye’ye demokrasi götürmekten söz ediyor. Dün Libya’ya müdahale ederken, demokrasi taşıma iddiasında olanlar, bugün, Libya’nın artık bir ülke olarak var olup olmadığını tartışmaktadır, durumun, Kaddafi döneminden fersah fersah kötü olduğunu dilegetirmektedirler. Oysa şimdi, aynı süreci, hiç utanmadan, “demokrasi” yalanı adı altında Suriye’de devreye sokmaya çalışmaktadırlar.
İşte bu proje tutmadı.
Davutoğlu ve Erdoğan’ın, akıl almaz ihtiraslarının sonucu, Türkiye, ABD adına her türlü tetikçiliği yapmıştır. Bunları yaparken, günler içinde, aylar içinde Esad’ın düşeceğinden dem vurdular. Şam’da camide namaz kılmaktan söz ettiler, ama ellerinden geldiğince, şehirlerin tümünü yok etmeye çalıştılar. IŞİD’in, kadın, erkek, çocuk, tarih ve coğrafya üzerinde denediği katliamlarına coşkuyla destek verdiler. IŞİD adına militanlar yetiştirdiler, yetmedi, silâh verdiler, kimyasal silâh tedarik ettiler, yetmedi, doğrudan adam gönderdiler, 500 kişilik bir gücü içeri soktukları ve Suriye’de TC güçlerinin doğrudan savaşta olduğu dünyanın her yerinde bilinen bir “sır” olarak duruyor. Eğit-donat projeleri devreye sokuldu. Kürtlerin üzerine IŞİD’i açıktan saldırttılar ya da saldırılarına destek verdiler. Kobanê düştü düşecek hayallerini gördüler.
TC devleti, “ABD ne dedi ise onu yaptı”. Yakında, Erdoğan, “ne dediniz de yapmadık” diye ABD güçlerine seslenecektir. Şaşırtıcı olmaz.
Gerçekten de, ne dedilerse yaptılar.
Bu arada, Davutoğlu’nun, dişişleri bakanlığı boyunca, karıştırılması gereken neresi varsa, orayı ziyaret ederek attığı adımlarda olduğu gibi, bir proje ile, Osmanlıcılık hayallerini devreye soktuğu biliniyor. Osmanlıcılık, “sıfır sorunlu uluslararası ilişkilerden, sıfır komşulu ilişkilere” dönmek anlamına geliyordu ve bunu yaptılar.
Osmanlıcılık, Türkiye’nin hiçbir komşu ile dostça ilişkisinin kalmaması anlamına gelmiştir. ABD adına yapılan tetikçiliğe ilaveten, bu komik Osmanlıcılık, her türlü küçük oyunları da devreye sokmuştur. Osmanlı’nın dağıldığı ve sömürgeleştiği dönemde, Enver’in denemeleri trajik sonuçlar vermişti. Sadece Sarıkamış’ı hatırlamak yeterlidir. Bugün ise, Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, ortaya koydukları yeni Osmanlıcılık ile, tam bir komedi sahnelemektedirler. Bir yandan Osmanlıcılıktan söz ediyorlar, diğer yandan El Nusra’ya, IŞİD’e gönderdikleri TIR’lar dolusu silâh için Katar ve Suudi Arabistan’dan paralar almaya can atıyorlar. IŞİD petrolünü pazarlamak için devredeler. Ve tüm bunları, Osmanlıcılık, Bayır-Bucak Türkmenleri vb. adına yapıyorlar. Kendi “gizli” konuşmalarının gizliliğini sağlayamazken, Suriye’ye 4 adam gönderip 8 füze atarak savaşa girmekten söz etmektedirler.
TC devleti, bu yolla Suriye sürecine dahil oldukça, Suriye’yi de ülkemize taşımış oldu. Göçmenlerden söz etmiyoruz, ilişkilerden, karanlık ve kirli savaştan söz ediyoruz. Suruç ve Ankara bombalamalarından söz ediyoruz.
Çetelerle yatan, mafyalarla koyun koyuna çalışan bir siyasal iktidar, sonuçta, onlara benzemektedir. TC devleti, “ulusalcıların” sandığının tam aksine, tüm ciddiyetini kaybetmiştir.
İşte, Rus uçağının düşürülmesi, tam da bu nedenle, tetikçilikte bir yeni aşamadır. “Cesur” tetikçilik diyebiliriz. Elbette, ucuz kahramanlığa denk düşer.
Şimdi, ABD’nin Erdoğan’dan, seçim zaferine karşılık neler istediği daha fazla açığa çıkmaktadır. Acaba, ABD, Erdoğan’ı da es geçerek, by-pass ederek, doğrudan Davutoğlu ile mi iş tutmaktadır? Çünkü Rus uçağının düşürülmesinde durum Ankara bombalamasından farklı görünmektedir. Ankara bombalamasında Erdoğan, her şeyden haberdar gibi davranıyorken, Davutoğlu hiçbir şeyden haberdar değil gibi idi. Oysa Rus uçağının düşürülmesinde, durum tam tersi gibidir, Davutoğlu haberdar, Erdoğan sonradan haberdar gibidir. Elbette, bunu tam bilemeyiz. Bildiğimiz ve açık olan, ABD’nin cesaretlendirmesi ile TC devleti, tetikçilikte “cesur” bir adım atmıştır. Bu elbette ucuz bir kahramanlıktır. Uçağı düşür ve ardından biz bir NATO üyesiyiz diye harekete geç. Peki, ey kahramanlar, NATO, sizi her noktada, her biçimi ile destekleyecek mi? Varlığının nedeni bile kalmamış NATO’yu sizler mi kurtaracaksınız ve bu hangi açıdan çıkarınıza uygundur?
Uçak düşürme, ancak ve ancak, Rusya ile Türkiye’nin daha da uzaklaşmasına ve Türkiye’nin daha çok ABD denetimine girmesine olanak sağlar. Başka bir şey değil. Eylemin amacı da budur.
Erdoğan, seçim galibiyeti karşılığında neler vermiştir sorununun yanıtı, seçimin üzerinden bir ay geçmeden ortaya çıkmıştır: Çin ile yapılan füze anlaşması iptal edilmiştir, Rus uçağı düşürülmüş ve Rusya ile ilişkiler ancak ve ancak ABD’nin hoşuna gidecek noktaya çekilmiştir.
Rus uçağına dönük bu saldırı ile, ABD, Rusya’nın Suriye hamlesine yanıt vermiştir. Rusya, Suriye’de ABD isteklerini önleyecekse, ABD’de de Rusya’nın Türkiye ile ilişkilerini bitirecek mesajıdır bu. Bu nedenle ucuz kahramanlıktır.
Ama hakkını vermek gerekir, başka hiçbir NATO üyesi, Rusya’ya karşı böylesi bir tetikçilik eylemi devreye koymazdı.
Rusya’nın verdiği tepkilere bakılırsa, bu süreç çok farklı gelişmelere gebedir. Rusya, askerî bir yanıt verilmeyecek, Türkiye halkı ile bir sorunumuz yok gibi açıklamalar ile, aslında, bu beklemediği saldırı ile ilgili, bir kapsamlı yanıt oluşturma peşinde gibi görünmektedir. Neler olacağını kestirmemiz mümkün değil. Sadece Suriye’ye dönük daha kapsamlı bir varlık gösterecekleri açıktır. Saldırının hemen ardından, Suriye’de hava korunması sistemi kurmaları bunu göstermektedir. Aynı şekilde, hem petrol sevkiyatına, tankerlere, hem de Türkiye sınırına daha yoğun yüklenecekleri anlaşılmaktadır. Öyle anlaşılıyor, Rusya, elindeki istihbaratları artık açığa vuracaktır. Erdoğan ailesinin IŞİD petrolleri ile bağını dilegetirmeleri bunun işaretidir.
Kuşku yok ki, ABD, bu fırsattan istifade, Çin füze ihalesini iptal ettirmiş, Rusya ile Türkiye ilişkilerini zayıflatmış olmanın verdiği avantajla, kendi işine bakacaktır. ABD, bu uçak düşürme olayından kayıpla çıkmaz, tersine Türkiye kayıpla çıkar ve bu da ABD’nin çok da umrunda değildir.
TC devletinin Suriye savaşına bu denli dalmış olması, ABD gibi hemen manevra yapma yeteneğinin olmaması, durumu daha da kötü hâle getirmiştir. ABD, bizzat sahaya sürdüğü IŞİD’e karşı operasyonlar yapmaktan ya da yapıyor gözükmekten çekinmez. Bu manevrayı yapabilecek alanı vardır. İsrail’in, İngiltere’nin de bu manevra alanları vardır. İsrail, IŞİD’i açıktan desteklemek yerine, daha gizli yollarla desteklemiş ve tüm gücü ile savaşın içine dalmaktansa, daha çok boşlukları değerlendirmeyi seçmiştir. Bugün bunlar, IŞİD saldırılarına maruz kalmayan ülkelerdir. Ne ABD’de, ne de İsrail’de bir saldırı gerçekleşmemiştir. Aslında Türkiye de doğrudan bu saldırılara, Reyhanlı’da maruz kalmıştır. Hem Suruç, hem Ankara, siyasal iktidarın, kendisine karşı gelişen toplumsal muhalefeti bastırmak için, barış isteklerini yok etmek için IŞİD’i devreye sokmasıdır. İşte bu nedenle TC devleti, bölgede desteklediği IŞİD ve benzeri gruplara, bu uçak düşürme ile bir mesaj verme peşindedir. Onlara göre eylemin amacı bu. Erdoğan, bunu yaptığını sanıyor olabilir mi? Mümkündür. Ama eylemin amacı bu değildir. Çünkü uçak düştükten sonra, Rusya’nın IŞİD’e karşı saldırılarının azalması, Türkiye sınırındaki El Nusra vb. güçlere daha az saldırması mümkün değildir. O zaman eylemin amacını, Rusya’nın daha fazla ve daha etkin Suriye savaşına dahil olmasını sağlamak olarak açıklamak gerekirdi. Bu nedenle, eylemin amacı açıktır: Rusya’yı test etmek, nereye kadar gideceğini görmek, NATO ile ilişkilerini test etmek, bu birincisidir. İkincisi ve daha önemlisi Rusya-Türkiye ilişkilerini geri dönülmez biçimde bozmaktır. İşte bu iki sonuç elde edilmiştir. Bu nedenle, eylemi ABD tasarlamış görünmektedir. Türkiye buna tetikçilik etmiştir.
Bu süreç bize, savaşın büyüme eğilimlerini de göstermiştir.
Fidan’ın 4 adam gönderip 8 füze atarak Suriyeye savaş ilan etme projesi, aslında bunun İran’a karşı da uygulanabileceğini akla getirmelidir. Rus uçağına dönük akılsızca saldırı, TC devletinin, hiçbir iler tutar yanının kalmadığını, her türlü deliliğe açık olduğunu göstermiştir. TC devletinin sınırdaki çetelere sahip çıkması, aslında hem uçağın düşürülmesinden, hem de pilotun öldürülmesinden sorumlu hâle gelmesi demektir. Anlaşılan, ya Türkiye, bayır-bucak Türkmenleri diye yutturduğu bu güçleri denetleyemez hâldedir, düşürülen pilotu sağ salim bize verin diyememiştir ya da bu, saldırı emrini verenlerin aklına hiç gelmemiştir.
Bugün, Suriye savaşı, birçok ülkeyi, içine Türkiye de dahil, cehenneme çevirmektedir. Ve bu cehennemin hem daha fazla yayılması, hem de daha da derinleşmesi mümkündür. Bunu bu uçak saldırısı ile gördük. Türkiye, akıl ile davranma yeteneğinden yoksun, savaşa kendini tutku ile kaptırmış durumdadır. Bu “tutku”nun, Osmanlı hayallerinden çok, birkaç aileden oluşan çetelerin parasal kazançlarına dayalı olduğu anlaşılıyor. IŞİD petrollerinin pazarlanması, TIR’larla silâh sevkiyatı ve daha başkaları, savaşı bir kazanç kapısına çevirmiş güçlerin varlığını göstermektedir. İşte bu savaş “tutku”sunun nedeni de budur.
Bu “tutku” Rusya ile tansiyonun tırmanmasına neden olmuştur. Rus uçağını düşürmek, bu açıdan “ciddi” bir eylemdir. Ve hemen, tüm ülkede, Rus düşmanlığına dayalı propaganda devreye girmiştir. ABD uçakları Suriye üzerinde uçtuğunda, IŞİD’e bombalar attığında bir ABD karşıtlığı devreye girmiyor, ama Rusya Suriye’de harekete geçtiğinde hemen Rus düşmanlığı devreye giriyor.
Bu uçak düşürmenin, TIR’lara veya petrol sevkiyatına verilen zararı durduracağını sanmıyoruz. TC yönetenlerinin “tutku”larını sürdürmelerine de yardımcı olacağını sanmıyoruz. Ama elbette ABD’nin isteklerine hizmet edecektir ve yine elbette, iki ülkenin halklarına zarar vereceği de açıktır.
Tüm bu akıldan yoksun, “cesur” tetikçilik eylemleri, savaşı daha da yakınlaştırmaktadır. Tüm bölgeyi sarmaya başlamış olan savaş, dünya savaşına evrilmektedir. Bölgede, İsrail, savaşın bir tarafıdır. Yemen, Suudi Arabistan’ın başını çektiği koalisyon ile savaştadır, Irak ve Suriye savaş sahasıdır, Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan, Türkiye ile birlikte savaşın içindedir. İran, savaşın içindedir. Demek ki, Afganistan’dan Türkiye’ye, İran’dan Mısır’a bölge savaş hâlindedir. Ve elbette bu savaş, emperyalist güçlerin bölgeyi yeniden paylaşma savaşımıdır. ABD, elinde bulundurduğu askerî üstünlüğü kullanarak, AB ve İngiltere’ye fırsat vermeden, bölgeyi denetim altında alma peşindedir. Diğer tarafta ise, Rusya, Çin ve Hindistan’ın savaşa dahil olmama istekleri, artık sonuna gelmiştir ve işe de yaramamaktadır.
Sonuçta, savaş, bizim üzerinde yaşadığımız topraklarda gerçekleşmektedir. Savaş, mesela Amerika’da gerçekleşmiyor. Bu nedenle, kazananı kim olursa olsun, bölge halkları bu savaştan kazançlı çıkamazlar. Onların payına, katliam, kan, gözyaşı, bombalarla sakat kalan çocuklar, yurtlarını terk etmiş insanlar, yağmalanmış bir tarih vb. düşmektedir. Bunu, zaten bugün, Suriye savaşında görüyoruz.
Bu savaşta halkların çıkarı; savaşa karşı, tüm bölgeden emperyalist güçleri kovmak için anti-emperyalist mücadele bayrağı altında toplanmaktadır. o

Ali Türkmani: “Suriye devleti Türkmenleri koruyor”

Suriye’de ticaret meslek örgütlerinde yöneticilik yapan Ali Türkmani, Suriye ordusunun Rusya’nın hava desteğiyle Bayır Bucak bölgesinde yürüttüğü operasyonlarda sivillerin zarar gördüğü iddialarının gerçeği yansıtmadığını söyledi. El Kaide’nin Suriye kolu olan El Nusra’nın vurulduğunu kaydeden Türkmani, Türkmenler de Suriye vatandaşı ve devlet onları korumak zorunda” dedi.Suriye Türkmenlerinden olan Ali Türkmani, Bayır Bucak’taki operasyonlarda terör örgütlerinin hedef alındığını, bölgede ağırlıklı olarak El Nusra’nın bulunduğunu kaydetti. Bayır Bucak bölgesindeki terör örgütleri militanlarının yurt dışından geldiğini söyleyen Türkmani “İçlerinde Türkmenler de olabilir ancak bu terör örgütlerini çoğunlukla dünyanın çeşitli yerlerinden gelen kişiler oluşturuyor. Operasyonda terör örgütleri hedef alınıyor. Nusra ve diğer terör örgütleri vuruldu” dedi.

‘Siviller hedef alınmadı’

Türkmani, Bayır Bucak operasyonunda zarar gören siviller olduğu iddiasına karşılık olarak “Siviller kesinlikle hedef alınmıyor. Bu yönde duyum da almadım. Yanlış medya haberleri nedeniyle böyle aktarılıyor. Oradaki Türkmenlerin büyük çoğunluğu devletin yanında ve devlet onları koruyor” dedi.

Uçağın vurduğu yerin Nusra’ya ait olduğunu ileri süren Türkmani, “Türkmenler Suriye vatandaşı ve devlet onları korumak zorunda. Operasyonlar da onları korumak için yapılıyor. Türkmenler, Suriye ordusunun operasyonlarını destekliyor. Devlet istediği yere, tüm Suriye coğrafyasına ulaşabilir. Belki yaralanan birkaç kişi olmuş olabilir ama bu da normaldir. Her ülkeden gelmiş yabancıların katıldığı terör örgütleriyle savaşılıyor” diye belirtti.

El Nusra Bayır Bucak’ta

Suriye ordusu, Türkiye sınırına 5 kilometre mesafedeki, Lazkiye’nin kuzey kırsalının stratejik Kızıldağı noktasında kontrolü tekrar ele geçirdi. Ordu böylelikle, Türkiye sınırına 500 metre mesafeye kadar olan Suriye topraklarında atış üstünlüğü sağlamış oldu. Suriye ordusunun son operasyonunda mücadele ettiği grupların başında El Kaide’nin kolu olan El Nusra geliyor. Bölgede cihatçı gruplara yakınlığıyla bilinen haber kaynakları da El Nusra’nın bölgede olduğunu doğrulayan haber ve fotoğrafları servis etti. Ancak El Nusra, Bayır Bucak bölgesine, ordunun son operasyonlarını püskürtmek üzere yeni gelmiş değil. El Nusra militanları uzun bir süredir bu bölgede ve Kesab saldırısı ile Alevilerin katledildiği saldırılarda Türkmen cihatçı gruplarla birlikte hareket ettiler.

Türkmendağı ve Bayır Bucak neresi?

Türkmendağı Hatay Yayladağı’nın tam karşısına düşüyor. Bayır Bucak olarak anılan yerin Bayır bölgesi, Türkmendağı tepelerinin doğusunu oluşturuyor. Bucak bölgesi ise bu bölgenin batısını oluşturuyor ve Ermeni kasabası Kesab’ın da batısında kalıyor. Türkmen bölgesinin giriş kapısı olan Kesab, cihatçı grupların 21 Mart 2013’te başlattıkları ve ‘Enfal’ yani ‘Ganimetler’ adını verdikleri saldırıların hedefi olmuştu. Kasabaya saldıran gruplar arasında El Kaide’nin Suriye kolu olan El Nusra ve Bayır Bucak Türkmen Cephesi de bulunuyordu.

Saldırıların başlamasından iki gün sonra TSK, Suriye savaş uçağını vurdu ve uçak Kesab’a düştü. Niğde’deki IŞİD saldırısının dava dosyasına giren telefon görüşmelerine göre Bayır Bucak Türkmen Cephesi Komutanı, Kesab saldırısı sırasında vurulmasını istedikleri noktaları AKP delegesi aracılığıyla Ankara’ya bildirdi ve Türkiye buna göre top atışı yaptı.

Kafkas cihatçıların bölgesi

Bayır Bucak bölgesi özellikle Çeçen ve Kafkasya’dan Suriye’ye cihat için gelen yabancı militanların yoğun olarak bulunduğu bir bölge. Eski CHP Hatay Milletvekili Mehmet Ali Ediboğlu, bir süre önce verdiği bir röportajda, Rusya’dan gelen Çeçen ve Kafkas kökenli terör örgütü mensuplarının Bayır Bucak’ta bulunduklarını ve bu kişilerin sık sık Türkiye-Suriye sınırını geçtiklerini söylemişti.

Bu terör örgütleri ve IŞİD, Ağustos 2013’te ‘Ümmetin Annesi Ayşe’ adını verdikleri bir operasyon ile Lazkiye’deki Alevi köylerini bastılar. Katliamda, 200 kadar sivilin öldürüldüğü belirtiliyor. El Kaide bağlantılı Ahrar’uş Şam grubu da bu katliamda yer almıştı. Sahayı iyi bilen cihatçı Türkmen grupların diğer örgütlere rehberlik yaptığı da iddialar arasındaydı.

Bölgede adını Osmanlı padişahlarından alan, Türkmenlerin oluşturduğu cihatçı gruplar da bulunuyor. Sultan Selim Tugayları ve diğer Türkmen gruplar, Halep’i hedef alan ‘Kâfirleri Kesme Operasyonu’na da katıldılar.

Kaynak: direnisteyiz2.org

 

Venezuella’da seçimler yapıldı

19 milyon kayıtlı seçmenin bulunduğu Venezuela’da, seçimlere katılım oranının yüzde 75 civarı bir olduğu açıklandı.

Venezuela seçim sonuçlarına göre, sağ ittifak MUD Parlamentodaki 167 sandalyenin 107’sini garantiledi. Bunun yanı sıra seçilen üç yerli milletvekilinin de sağ ittifaka yakın olduğu biliniyor. Sosyalist Koalisyon, GPP, ise Parlamentoda 55 kişi ile temsil edilecek. Parlamentoda 5’te 3lük nitelikli çoğunluğu sağlayan MUD başkan yardımcısı ve bakanları da görevden uzaklaştırma gücüne sahip olabiliyor.

Son iki sandalyenin sahibi ise henüz netleşmedi. Bunların MUD lehine olması halinde, MUD 111 sınırını da geçerek Parlamentoda salt çoğunluğu elde edecek. Böyle bir durumda devlet başkanı Nicolas Maduro’nun görevini de referanduma taşıyabilecek, Yüce Divan’ı yeniden atayabilecek ve anayasayı değiştirmek için özel bir kurula yetki verebilecek.

Maduro: Mücadele şimdi başlıyor

Venezuela Devlet başkanı Nicolas Maduro, pazar günü yapılan seçimler ile ilgili yaptığı açıklamada “Seçimi muhalefet değil, karşı-devrim kazandı” dedi. Maduro, seçim sonuçlarını kabul ettiklerini belirterek, “Anayasa ve demokrasi galip gelmiştir, sonuçları tanıyoruz ve kabul ediyoruz” ifadelerini kullandı.

“Hiçbir sorun çıkmadan gerçekleştirilen oy verme sürecinin 16 yıllık dönüşümün, yeni bir şey yaratmanın ve devrimin bir eseri olduğu” ifade edilen açıklamada Maduro sonuçların açıklanmasından evvel zafer kutlamalarına başlayan sağ bloku Venezuela’ya karşı devam eden “ekonomik savaşı” sonlandırmaya ve kanunlara saygı göstermeye çağırdı.

Bolivarcı devrime ve PSUV’a destek verenleri bu yenilgiden ders çıkarmaya da davet eden Maduro, “Bugün bir savaşı kaybettik; ama yeni bir sosyalizm için mücadele şimdi başlıyor. Bunu eyleme geçmek üzere uyanmamız için bir tokat olarak görüyoruz. Şimdi yeniden doğuş zamanıdır.” dedi.

Raul Castro: Zaferler elde edeceğinden eminim

Seçimlerin ardından Küba Devlet başkanı Raul Castro Ruz, sonuçlarla ilgili olarak Nicolas Maduro’ya dayanışma mesajı iletti. Raul Castro’nun mesajı şu şekilde:

“Sevgili Maduro,

Gerçekleşen sıradışı savaşı dakika dakika takip ettim ve söylediklerini hayranlıkla dinledim. Bolivarcı devrimin ve Chavizmin senin rehberliğinde yeni zaferler elde edeceğinden eminim. Her zaman yanında olacağız. Sevgiyle kucaklıyorum”

Kaynak: Venezuela Dayanışma Komitesi

 

Perspektif

1 Mayıs 2025: Açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, savaşa ve katliamlara, devlet terörüne,...

2024 yılı 1 Mayıs’ından sonra, hemen herkes, “1 Mayıs alanı Taksim’dir,” dedi. Her 1 Mayıs’tan sonra bu söylenir. Kimisi, “nasılsa 1 Mayıs geçti ve...