Ana Sayfa Blog Sayfa 247

Tetikçilikte sınır yok!.. Savaş kışkırtıcılarına karşı mücadeleye

Emperyalist paylaşım savaşının son 5 yıldır yeni bir boyut kazandığı Suriye’de, TC devleti Rusya’ya ait bir savaş uçağını düşürerek, savaşın daha da derinleşeceği bir adım atmıştır.

Egemen olduğunu iddia ettiği toprakların her yerinde ABD emperyalizminin üsleri varken, Siyonist İsrail’i koruyacak füze kalkanını Malatya’ya kurdurmuşken, sınırlarının 17 saniyelik ihlaline tepki verdiğini söyleyen Erdoğan’lı, AK Partili devletin hiçbir inandırıcılığı yoktur.

Kaldı ki, sınır ihlaline dair kesin bir bilgi yoktur, olmadığına dair veriler daha güçlüdür. Burada konu, sınırın ihlal edilmesi değildir. ABD askerlerinin, TSK mensubu subayların kafalarına çuval geçirirken hatırlanmayan “gurur”un, Rusya’ya karşı ayağa kalkmış olmasını düşünmek için bir neden yoktur.

Gerçekleştirilen saldırının hemen sonrasında, NATO’yu acil toplantıya çağırmaları, efendilerine sığınmaları, onurlarına dair de bir fikir vermektedir. Emperyalist efendileri adına gerçekleştirdikleri saldırı sonrası; “dediğinizi yaptım, şimdi beni koruyun” diyen rezilce bir durumdur yaşanan.

Erdoğan’lı, AK Partili devlet, Irak işgalinden bu yana, bölgede emperyalistlerin taşeronluğunu, tetikçiliğini derinleştirmiştir. “Stratejik derinlik” dedikleri budur. Bunun için katliamcı ve tecavüzcü cihatçı çeteler örgütlemiş, Suriye’yi emperyalist efendileri ile birlikte kan gölüne çevirmişlerdir.

Libya’da Kaddafi’yi devirdikleri gibi, Suriye’de de Esad’ı devireceklerini hesap ederek başlattıkları savaş, Suriye’de ciddi bir dirençle karşılaşmış ve istedikleri sonucu alamamışlardır. Son olarak, Rusya’nın daha aktif olarak çetelere karşı savaşa dâhil olması ile hesapları tamamen alt üst olmuştur.

Rusya’ya ait uçağın düşürülmesinin nedeni budur. TC devleti, başta Kürtler olmak üzere, Türkmenler de dahil, Suriye’de yaşayan halkların boyun eğdirilmesi dışında, geleceği ile zerre kadar ilgili değildir. Katliamcı, tecavüzcü cihatçı çetelerin, daha önce Türkmenlere karşı giriştiği katliamlara hiç ses çıkarmamıştır.

Erdoğan-AK Parti-devlet ateşle oynamaktadır. 7 Haziran sonrası, içeride Kürt halkı başta olmak üzere, tüm toplumsal mücadele güçlerine karşı başlattıkları savaşın yanı sıra; bölgede de emperyalist efendileri adına yaptıkları tetikçilik, savaş kışkırtıcılığı, var olan savaşı daha da büyütme ihtimali taşımaktadır.

Milyonlarca insanın yurdunu terk ettiği; iki milyona yakın insanın hayatını kaybettiği; kadınların tecavüze uğradığı; çocukların cansız bedenlerinin kıyılara vurduğu, bombalarla paramparça olduğu bir savaşın daha da büyümesidir.

Bir avuç emperyalist tekelin ve onların uşakları dışında, tüm halklara yıkım getiren bu savaşı durdurmak bizlerin elindedir.

Emperyalist savaşa ve hem içeride hem dışarıda, Erdoğan-AK Parti-devletin savaş kışkırtıcısı politikalarına karşı halkların ortak mücadelesini büyütmek ertelenemez bir görevdir.

  • Emperyalistler, bölgemizden elini çekmelidir.
  • Yaşadığımız topraklardaki tüm emperyalist üsler kapatılmalıdır.
  • T.C devleti, savaş kışkırtıcısı politikalardan vazgeçmeli. Katliam ve tecavüz çeteleri ile ilişkilerini kesmelidir.
  • Bölgemizde, halkların eşit, özgür ve kardeşçe yaşama iradesine saygı gösterilmelidir.

KALDIRAÇ

26 Kasım 2015

 

KADINLAR, KAPİTALİZM, FAŞİZM VE AKP[*]

Bir yazıda, “faşizmi besleyen kitle ruhu”nun “iktisadî-siyasal-toplumsal altüstlüklere, geleneklere, herkesin payına ve kaderine razı olduğu, huzur dolu eski günlere geri dönüş arzusuyla, “kurulu düzen”ine yönelik tehditlere karşı, güvenliğini kendi sağlamak üzere harekete geçmeye hazır ve gönüllü reaksiyon”dan oluştuğunu ve bu “ruh”un, “dinci, milliyetçi, ırkçı, işçi düşmanı ve ‘sapına kadar’ eril” olduğundan söz etmiş, AKP iktidarının “derinliklerde bir yerde, zamanı geldiğinde uyandırılmayı bekleyen” bu kuytu “nass”ları uyarıp uyandırdığından söz etmiştim…[2]

Peki nasıl yapıyor AKP bunu?

Kadınlar sözkonusu olduğu kadarıyla kimse, (şimdilik) bütün kadınlara örtünme zorunluluğu getiren, kadınlarla erkeklerin kamusal alanda bir arada bulunmasını yasaklayan, yanında erkek bir refakatçı olmadan sokağa çıkmasını engelleyen, zina yapan kadınların recmedilmesini buyuran, ya da ne bileyim, kadınların yanlarında erkek bir refakatçi olsa da sokaklarda yüksek ökçeli ayakkabı ile dolaşmasını yasaklayan yasalar çıkarmaya kalkışmadığı için bu partiyi “modern”, “kadın haklarına saygılı”, “seküler” vb. bulmuyordur herhâlde…

Evet, AKP, İslâm şeriatı ile yönetildiğini Anayasal düzlemde beyan eden devletlerin kadınlara yönelik “beden politikaları”nı devreye sokmadı – şimdilik… Ancak, birazdan tartışacağım kadın politikalarının yanısıra, başka bir şey yaptı: devlet kadrolarını ve alternatif “sivil toplum”unu kadına, kadınlığa ilişkin tahayyülleri cami avlularında satılan ilmihâllerle biçimlenmiş kişilerden oluşturdu.

Örnek mi? Saymakla biter mi?

İldeki Gülen Cemaatine yakın kişilere düzenlenen operasyon sırasında örtülü kadınların kelepçelenerek gözaltına alınmasına “Toplumda çok olumlu bir imajla algılanan başörtülü bayanların böyle bir işleme tabi tutulmaları üzüntüyle karşılanmıştır,”[3] tepkisini veren Manisa Valisi; örneğin.

Ya da Van 100. Yıl Üniversitesi Zeve Kampüsü Kız Öğrenci Yurdu ile İlahiyat Fakültesi arasına, “kız öğrencilerin ahlâkı bozulmasın”[4] diye metrelerce duvar ören yurt yönetimi… Her fırsatta nasıl giyinecekleri, nerede, nasıl yürüyecekleri, nasıl davranacakları, nerede, ne kadar gülebilecekleri hususunda kadınlara ‘ayar’ veren “devlet büyükleri”… Daha iyisi: “börek yapmayı bilmeyen kadının yuvası dağılır” kerametini yumurtlayan bir aile ve sosyal politikalar bakanı… Veli şikâyeti üzerine ilköğretimde kız ve erkek öğrencilerin sınıflarını ayıran,[5] anaokul bebelerine besmele ve Kur’an sureleri öğretme talimatı veren[6] milli eğitim müdürleri… “7 yaşında bir kız çocuğu, 25 yaşındaki erkek çocuğu ile veya 7 yaşında bir erkek çocuğu 25 yaşında bir kız ile nikahlanabilir… Evlilik için bir yaş söz konusu değildir. 10 yaşında, 7 yaşında, 6 yaşında nikaha engel bir durum yoktur,” buyuran vakıf başkanları…[7] Kanal kanal dolaşıp “İslâm’a uygun” diye çokkarılılığı va’zeden magazin tesettürlüleri… Poşu taktı, halay çekti, slogan attı, facebook’tan eleştiri paylaştı diye gencecik insanlara “terör örgütü üyeliği”nden gözünü kırpmadan yıllarca ceza keserken, karşılarına çıkan kadın cellatlarına boyun kırıp el pençe divan durdular diye, ya da maktule kırmızı mont, beyaz pantolon giymişti, porno filmdeki oyuncuya benziyordu, adamcağız tahrik olmuştur diye,[8] tecavüz mağduru bağırmamış, psikolojisi de bozulmamış, o zaman mutlaka rızası vardır diye indirim yargıçlar…

Hele ki onlar…

Derin bir jinefobi’den malûl Sünnî-Müslüman-Türk-kasabalı-erkek bilincinin temel bileşenlerinden olan “erillik” kışkırtmacasında, tecavüz “suç” olarak değil, bir eril “fetih” olarak kodlanmıştır. Bir tür erkeklik ispatı, erillik dünyasına inisiyasyon ritüeli… Erkek çocuğun cinsiyet rolünü, cinsel kimliğini biçimlendirdiği sosyalizasyon dünyasında, (aslında bir ‘kişi’ dahi olmayan) kadının rızası gibi bir şey söz konusu değildir. Erkeğin erilliği, kadını “ram” etmeyi başaracaktır eninde sonunda. İşin korkunç yanı, yargıç ile sanığı birbirinden ayıran parmaklığın iki tarafındakiler, giderek daha fazla bu “suçortaklığı”nı paylaşmaktadır. “Erkekliğime laf etti, hâkim bey.” “Tabii evladım. Yaz kızım. Sanığın suçu sabit görülmüş olup, maktulenin erkekliğini tahkir etmesi sonucu, ağır tahrik altında işlediği tespit edildiğinden hakkında ceza indirimi uygulanmasına…”

Bir başka deyişle, muktedirler ve çevresinin sergilediği pespayelik şöleni, bu ülke insanının “kuytu”larını harekete geçirip, onlarla rezonansa girmesi için yeterli patlayıcı birikimi üzerinde gerçekleşmektedir… Muktedirler ve “ortalama erkek yurttaş”, T.C.’nin taraf olduğu/taahhüt ettiği, çok ince, dökülmeye yüz tutmuş bir “İnsan hakları, Kadın hakları, AB kriterleri, Kadınlara karşı ayırımcılığı önleme sözleşmesi, BM içtihatları vb.” cilası altında sırıtan aynı düsturlarla hareket etmekte, “beraber yürümektedirler o yollarda, beraber ıslanmaktadırlar yağan yağmurda…”

 

AKP’nin Savaşı

 

Ama durum bundan ibaret değil. Haberiniz oldu mu, bilmiyorum; Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 1 Eylül-28 Ekim 2015 tarihleri arasında işlenen kadın cinayetlerini raporlaştırarak kamuoyuyla paylaştı. Perspektif Strateji Araştırma ekibi ve Süleyman Demirci ile Prof. Dr. Semra Günay ve Talha Aksoy’un katkılarıyla hazırlanan raporda eylül-ekim ayları içerisinde 45 kadının öldüğü belirtildi.

Buraya kadarını kanıksamış olabiliriz. Bu ülkede günde her gün iki-üç kadının eril şiddete kurban gittiğini bilmeyen, duymayan yok. Ancak, raporda çok önemli olduğunu düşündüğüm bir başka tespit var. Şöyle deniliyor:

Meclis soluğu alır almaz 2 Eylül’de savaş tezkeresini gündem etti ve onayladı. Silopi, Cizre, Yüksekova, Dağlıca, Şemdinli, İdil, Varto, Lice, Silvan, Sur ve Nusaybin’de olağanüstü hâller ilan edilerek sokağa çıkma yasağı getirildi ve her yaştan birçok kardeşimiz evinin içerisinde otururken dahi yaralandı veya öldürüldü. Toplum olarak bebeklerin tabutlarının taşındığı cenazeleri, cansız insan bedeninin panzer arkasında sürüklendiğini, sağlık görevlilerinin ambulansla sokağa çıktığında öldürüldüğünü, cenazesi kaldırılamadığı için küçük bedenlerin buzdolabında bekletildiğine tanık olduk. Şiddetin meşrulaştırıldığı bu dönemde, kadın cinayetlerinde ateşli silah kullanma oranı oldukça artarak yüzde 46’dan yüzde 66.6’ya çıktı ve daha fazla kadın kardeşimiz öldürüldü.[9]

Bu saptama, yani kadın cinayetlerinin -ve toplumdaki genel şiddet eğiliminin, ya da kadına yönelik şiddet olaylarının- AKP iktidarının Türkiye Kürdistan’ında savaş stratejisini yürürlüğe soktuğu ve Suriye üzerindeki savaş tehditlerini tırmandırdığı bir dönemde yoğunlaştığı saptaması, hayatî bir önem taşıyor.

Durum böyleyse, yani AKP iktidarının “çözüm süreci”ni dondurduğunu açıklayıp Kürt hareketine yönelik şiddet sarmalını zincirinden boşalttığı, kan, gözyaşı ve dehşete dayalı bir seçim stratejisi izlediği 7 Haziran sonrası aynı zamanda kadınlara yönelik şiddette de niceliksel artış ve niteliksel bir dönüşüme yol açmış ise, bu durumda, bu ülkede “kadınlık durumu”nu bundan böyle iktidar ile halkın zihniyetleri arasında (önemli ölçüde İslâm’a dayalı) bir rezonansla açıklamak, (gerekli olsa da) yetersiz kalacaktır. Çünkü bu durum bundan böyle kadınların siyasal iktidarca desteklenen saldırgan bir erilliğin de muhatabı ve mağduru olması demektir.

 

“Kadın İşi / Erkek İşi”

 

Derler: savaş “erkek işidir”. En azından ortalama ve yaygın kanaat, budur. Modern dünyada bu neredeyse evrensel kanıyı tersine çevirmeye çabalayanlar, devrimciler, sosyalistler, komünistler olmuştur: haklı ve meşru savaşlarda, örneğin anayurdun savunulmasında kadınların silahlanarak fiilen savaşmasında olduğu gibi… İspanya iç savaşının kadın savaşçı birlikleri, Filistin’li, PKK’li kadın gerillalar, YPJ, hatta Haziran 13 ayaklanmasında barikatlarda çatışan kadınlar… sanırım Sovyet partizanlarından mirastır bizlere.

Ama bu istisnai örnekler dışında, savaşın “erkek işi” olduğu genel kaziyedir. Hele ki işgalci, fetihçi, saldırgan savaşlar… Öyle ki, IŞİD’lilerin en büyük korkusunun bir kadın gerillanın elinden ölmek olduğu aktarılır. Kadın elinden ölmek, cennet vizesinin iptali anlamına gelmektedir çünkü. Kadın savaşçı tarafından öldürülen İslâmcı militan, “şehit” bile sayılamayacaktır…[10]

Evet, egemen zihniyette, savaş eril bir “iş”tir. Savaşa sürülen genç erkeklerin “erkeklik”leri sürekli olarak kışkırtılır (Askerliğini yapmış hangi erkek “Komşu kızını zapteyle, bizim oğlan aşıktır” dan kaçınabilmiştir ki?) Cesur, sert, acımasız, saldırgan, kısacası “adam gibi adam” olmaları beklenir onlardan: “karı gibi” korkak değil… Savaş, askerlik öylesine eril bir iştir ki, “bedelli askerlik yapanlara pembe kimlik verilmesi”, Ekşi Sözlük’e “entry” olmuş bir konudur.[11]

Savaştan kadına payın ne düştüğü ise, iyi biliniyor: Erkeklikleri kışkırtılmış işgalci askerlerin “ödül”ü olmak;[12] hatta bir “etnik temizlik” stratejisi olarak sistemli tecavüze maruz kalmak;[13] kocasını, sevgilisini, oğlunu yitirmek;[14] tarumar olmuş, tüm altyapısı çökertilmiş, yakılıp yıkılmış bir yerleşimlerde, ağır sağlık koşulları altında sürdürmeye çalışmak yaşamını; ya da sığınmacı konumuna düşmek, mülteci kamplarında sefil bir yaşama mahkûm olmak, bizzat barışı tesisle görevli uluslararası barış gücüne bağlı askerlerin tacizlerinden, tecavüzünden kaçınamamak;[15] ve IŞİD’in “modern” savaş konseptine armağanı: cariye pazarlarında haraç-mezat satılmak…

Bir başka deyişle savaş, cinsiyetler ve cinsiyet rolleri arasındaki dikotominin en net, en ikircimsiz olarak serimlendiği alandır, denilebilir. Muzaffer savaşçı ile kurban ilişkisi…

Tabii tasavvurda. Yoksa savaşın gerçekliği, kadınlar için olduğu kadar erkekler için de acımasızdır: kazanan tarafta da olsa, yaşamını yitirmemişse eğer, kolunu, bacağını, gözünü kaybetmek, günlerce, haftalarca, aylarca, belki de yıllarca evinden uzak, bombardıman, yaylım ateşi, füze, kimyasal silah korkusuyla yaşamak, cephe arkadaşlarının parçalanmış cesetlerini araziden toplamak, bir yaşam boyu en derin uykulardan sıçrayarak uyanmasına yol açacak karabasanlara mahkûm olmak, savaş bitiminde işsiz kalmak düşer onun da payına. Madalyalı, işsiz, sakat ve travmalı…

Ama yine de yiğitliğe krem sürmemek gerekir. Savaş ağalarını, apoletlileri ilgilendiren, savaşın en sabit yakıtını, savaşacak genç erkekleri alabildiğine motive bir hâlde tutmaktır. Bu nedenledir ki savaş durumunda, erkeklik ile kadınlık arasındaki makas alabildiğine açılır; erkeklik ve ona özgü olduğu varsayılan tüm değerler: cesaret, saldırganlık, acımasızlık, kararlılık, risk alabilme… alabildiğine yüceltilir ve kışkırtılırken kadınlık iki rol, iki imge arasında sıkıştırılır: evde kocasını bekleyen sadık eş, ya da fethedilecek topraklarda kabarmış şehvetini söndürmek için bekleyen savaş ganimeti…

Bu durumda, savaşa hazırlanan egemenler, toplumun hâlet-i ruhiyesini de bu klişeler doğrultusunda yeniden kalıba dökmek yükümlülüğüyle karşı karşıyadır. Savaş tasavvuru olan bir hükümetin, icraatinde feminist politikalar gütmesi, mümkün değildir, örneğin.

 

Faşizm ve Kadınlar

 

Gelin bunun en iyi kaydedilmiş örneğini, İkinci Paylaşım Savaşı’nda Mihver devletlerinin saldırgan ideolojisi faşizmden izleyelim.[16]

  1. yüzyıl ortalarının Nazi/faşist önderleri ve kadrolarını tanımlayan temel özelliklerden biri de, kadın düşmanı söylem ve uygulamalarıdır.

“…kadın boyun eğmelidir… Bir analiz gücü varsa da sentez gücü yoktur onun. Hiç bir zaman bir mimari yapıt ortaya koymuş mudur? Bir tapınaktan söz etmiyorum, bir kulübe kurmasını isteyin, kadınlar üstesinden gelemiyecektir. Kadın, bütün sanatların sentezi olan mimariye yabancıdır ve kaderi de bu noktada düğümlenmektedir… Bazı kadınların günümüzde, bazı ekonomik zorlukların baskısıyla, evinin dışında bir çalışma ara duruma düştüğünü biliyorum. Ama modern toplumda kadının gerçek yeri, geçmişte olduğu gibi aile ocağıdır,” der örneğin, “Il Duçe” Mussolini.[17] Ya da:

Günümüzde, makina ve kadın, işsizliğin iki büyük nedenidir. Özel planda bakarsak, çalışan kadın, çoğunca bir aileyi, ya da kendini bir noktada kurtarmaktadır; ancak genel çerçeve içinde, onun çalışması bir siyasal, ahlâkî acılar kaynağıdır. Birkaç kişinin kurtarılışı bir kalabalığın kanına girmekle elde edilmektedir. Ölümsüz zafer olmaz. Kadınların çalışma ortamından sürülüşünün bir sürü aile üzerinde ekonomik yansımaları olacaktır elbet. Ama erkekler ordusu da aşağılanmış alınlarını yukarı kaldıracak, sayıca yüz kat daha fazla yeni aile de bir çırpıda ulusal yaşama girecektir. İnan getirmek gerekir ki, çalışma, kadında kadınlık niteliklerinin yitirilmesine yol açmakta, erkekte ise, çok güçlü bir fizik ve ahlâkî erkeklik gücü yaratmaktadır.” [Mussolini, “Makina ve Kadın” konulu yazısı (1943)].[18]

İtalyan faşist ideolog Loffredo ise, “Kadının tartışma götürmeyecek kadar aşağı düzeyde bulunan zekâsı… bulabileceği en büyük doyumun aile içinde olacağını, kocanın güvenirliğinde daha onurlu yaşayacağını kavramasına engel olmuştur,” buyurmaktadır:

Kadın, erkeğin (kocanın, babanın) egemenliği altına dönmelidir. Bağımlılığa, yani tinsel, kültürel ve ekonomik aşağılığa kavuşmalıdır. Bu ilkeyi yüceltmek gerekir; bunun için de onu her yere yaymak, kamuoyunu etkilemek, yetiştirme programlarında yapılacak değişiklikler gibi önlemlerle onu pekiştirmek, kadınların çalışmasını yasaklamak, kadınların spor yapmasını önlemek, iffete ve alçak gönüllülüğe karşı yapılan küstahlıklara şiddetli yaptıranlar uygulamak gerekir”. Bu siyasetin uygulanmasında “aileye çok kritik bir yer düşecektir; çünkü ailede tam hiyerarşi kurulduğunda, yani anneler ve çocuklar ataerkil otoriteye bağlandıklarında ve devlete karşı ailenin sorumluluğunu ataerkil aile reisi yüklendiğinde,” hiyerarşi prensibi aileyi aşacak, tüm topluma yayılacaktır. Bu bağlamda, “devletin güç ve kan hazinesini yaratanları öne geçirmek için, anne olan kadınlarla öbür kadınlar arasında bir hiyerarşi kurulmalıdır”. Böylece kadınlar devletin hizmetinde, çocuk, çok çocuk, daha. çok çocuk doğurmaya davet edilmektedirler. Mussolini, “sayı, güçtür” demişti.[19]

Hiç yabancı gelmiyor, değil mi?

Hitler de, İtalyan “kavga arkadaşları”ndan geri kalmamaktadır. ‘Mein Kampf’ında “Alman genç kızının da kuşkusuz milliyeti bellidir, ama o ancak evlendikten sonra yurttaş olacaktır” der ve 8 Eylül 1938’de yaptığı bir konuşmada, “kadınların eşitliği mesajı, sadece Yahudi düşüncesinin icad edebileceği bir mesajdı ve muhtevası bu düşüncenin izlerini taşır,” hükmünü verir. Nazi gençlik örgütü Führer’in bu teşhisini şöyle yorumlayacaktır; “Yahudi, cinsel demokrasi isteğiyle karımızı çaldı. Biz gençler, dünyanın en kutsal şeyini, hizmetkârımız ve kulumuz olarak kadını yeniden kazanabilmek için, bu canavarı öldürmeliyiz”. Nazi söyleminde kadınların toplumsal yaşamdan sürülmesi teması asıl, siyasetle ilgili olarak işlenecektir. Hitler; “Doğada ve tanrı vergisi olan harikulade şey, kadın ve erkek arasında, herbiri kendi doğasının ona verdiği fonksiyonu yerine getirdiği sürece çatışma olmamasıdır” (şu meşhur “fıtrat” meselesi!) der ve kadının doğası gereği, “saf, temiz ve rasyonellikten uzak” olduğu için siyasetten uzak durması gerektiğini savunur.

Bu söylemlerin uygulamadaki karşılığı ise, kadını toplumsal hayatın dışına sürmeye yönelik bir dizi politikanın hayata geçirilmesiydi:

Böylelikle, örneğin “İtalya’da, 20 Ocak 1927 kararnamesiyle faşist sendikalarca, kadın ücretleri eşdeğer erkek ücretlerinin yarışma indirilmiş; 30 Ocak 1927 kararnamesiyle kadınlara liselerde edebiyat ve felsefe okutulması yasaklanmış; 1928 kararnamesiyle öğretim kurumlarında kadınların müdürlük yapması yasaklanmış; 1928 kararnamesiyle, kız öğrencilere iki kat harç ödeme yükümlülüğü getirilmiş; 1 Eylül 1938 kararnamesiyle kamu görevlerinde kadınların kadro toplamının yüzde 10’unu doldurabileceği belirlenmiştir. 1942’de yürürlüğe giren Rocco yasası, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği ‘şeref suçu’ gibi bir madde ile ağırlaştırmış; 587. madde ile öfkeli babaya, kocaya ya da erkek kardeşe, şereflerini koruma durumunda kızı, karıyı ya da kız kardeşi öldürme ‘hakkı’ bahşedilmiştir. İtalya’da parlamenter demokrasi döneminde kadınların zaten sahip olmadıkları ‘oy hakkı’ ise, 1923’de 12 milyon seçmen yaşında kadından, okur-yazar, vergi veren veya ‘savaş dulu’ madalyası taşıyanlardan ‘iffetlerini korudukları’ bilinenlere olmak üzere 1 milyon kadına tanınmıştır.

Almanya’daysa “Naziler kadınları siyasetten dışlamak üzere ilk önlemi daha iktidara gelmeden 1921’de kadınları partinin liderlik kadrosundan çıkartmakla almış; iktidara gelince, kadınları siyasal haklarından yoksun bırakmış; yine iktidara gelişlerinin hemen ardından evli doktor ve devlet memuru kadınların işten çıkartılması; 1935’de orta öğretimde kadın öğretmenlerin sayılarının yüzde 15 azaltılması, üniversitede, kürsü profesörlüğüne kadm atanmasının önlenmesi, 1936’dan itibaren yargıçlık mesleğinin kadınlara yasaklanması; 1933’de üniversite öğreniminde Weimar döneminde oranları 1/5 olan kadınların 1/10’a indirilmesi kararlarını uygulamaya koymuşlardır. Ayrıca, kadınların toplumdaki yerini belirleyen ‘Kinder, Kirche, Küche’ (Çocuk, Kilise, Mutfak) sloganıyla uyumlu bir şekilde, kadınlara ilk ve orta öğrenimde verilecek eğitimin içeriği değiştirilmiş, programlara, ev ekonomisi, dikiş gibi dersler konulurken, kızlara matematik ve Latince okutulması yasaklanmış; 1934’den itibaren, kadınlar için, tarım kesimi ve çok çocuklu aileler arasında yerine getirilmek üzere zorunlu ‘sosyal hizmet yılı’ devreye konulmuş ve kadınların “en az 4, ortalama 6-7 çocuk” doğurmalarını teşvik etmek üzere, prim ve gamalı haç madalyası dağıtımı kampanyaları başlatılmıştır.

İtalyan ve Alman faşizmlerinden çok daiha kısa ömürlü (Fransa’daki) Petain rejiminin en dikkat çeken icraatı, 7 Mart 1942 de ‘çocuk düşürmeye karşı’ çıkartılan yasa olup, çocuk düşürenler ve bu ‘suça katılanların’ ölüm cezasına çarptırılmaları öngörülmesi olmuştu.”[20]

Türkiye’deki söylem ve politikalarla benzerlik çarpıcı, değil mi? Ama şaşırtıcı değil. Çünkü, Şirin Tekeli’nin deyişiyle “faşist ideoloji özünde, kriz şartlarına uyarlanmış bir ‘dinsel dayanaklı burjuva ideolojisinden’ başka bir şey” değildir…

Ve kriz koşullarında kendini köşeye sıkıştırılmış hisseden burjuva rejimi, kadın düşmanı söylemleri körükleyerek ve kadın karşıtı politikaları devreye sokarak bir taşla birkaç kuş birden vurmayı hedeflemektedir.

 

AKP’nin Kadınlara Karşı Savaşı

 

Evet, evet, şurası asla unutulmamalı, ihmal edilmemeli: AKP yalnızca “İslâmcı” bir parti değil, aynı zamanda “İslâmcı bir burjuva partisi”dir. Kuruluş motivasyonunu günümüzün neo-liberal kapitalizmi ile İslâm’ı bağdaştırmak, gövdesini oluşturan “Anadolu müteşebbisleri”ni küresel iktisadî-finansal “trend”lerle buluşturmak, oluşturur. Ancak bunu yaparken, “yeni (neo-liberal) söylemi”nde Fransız Devrimi’nden devraldığı temel özelliklerden (modernizm, sekülarizm, demokrasi vb.) soyunmuş, giderek bu değerleri kendi karikatürüne dönüştürmüş olan kapitalizme de “İslâm aşısı” yapmayı hedeflemektedir: kendini “Batılı” değerlerle kayıtlı saymayan bir “Ortadoğu-İslâm kapitalizmi” oluşturmak.

Bu girişimin bir yönü de, bir çeşit “neo-Osmanlıcılık” söylemiyle “ılımlı” Sünnî-İslâm ülkesi Türkiye’yi eski Osmanlı coğrafyası üzerinde lider kılan (ve olasıdır ki bu “liderliği” bir de “hilafet”le taçlandıran!) bir alt-emperyalizmi biçimlendirmektedir. Bunun için, Kemalist rejimin edilginleştirici “yurtta sulh, cihanda sulh” şiarı bir kenara atılacak ve Türkiye savaşı da göze alarak “lebensraum”una daha aktif bir biçimde müdahil olacaktır…

Bu “yeni” yönelişin olasılıklarından biri, bugün artık (AKP iktidarının biçimlenmesinde son derece aktif bir rol üstlendiği) Suriye sorunuyla birlikte kapımıza dayanan “savaş”tır. Ve kadınlar, savaş politikalarının en kolay gözden çıkartacağı kesimi oluşturmaktadır. Bir yandan gövdelerini namluya süreceği genç erkekleri motive etmek, toplumu savaş psikolojisine hazırlamak, militarize etmek için… (Kendini anti-şöven, ırkçılık karşıtı, barışçı, çevreci, özgürlükten, eşitlikten yana, feminist, farklı kimliklere saygılı vb. olarak tanımlayan bir gençliği savaşa ikna edemezsiniz… Bu durumda yapacağınız, bu değerleri “iç düşman” ilan edip toplumun etkileyebildiğiniz kesimlerine hedef göstererek gerilimi hem yüksek tutmak hem de kanalize etmektir – Ne diyordu Hitler?: “kadınların eşitliği mesajı, sadece Yahudi düşüncesinin icad edebileceği bir mesajdı ve muhtevası bu düşüncenin izlerini taşır…”) Bu amaçla “milli” bilincin derin yapılarını, bir toplumu harekete geçirecek en kaba asgari müştereklere, milliyetçiliğe, dinsel değerlere, geleneklere ve tümünün kutsadığı erilliğe çağrı çıkartırsınız. Bu, herbirinin “doğal” saydığı, kendisini içerisinde “evinde” hissettiği bir “kurulu düzen”e güzellemedir, aynı zamanda: hâkim ulus, hâkim din/mezhep, hâkim cinsiyet aidiyetleriyle tahkim olmak. Bu kurguda Kürde düşen devlete millete medyun, hâline şükreden uysal ve sadık unsura irca etmek, Alevîye düşen kimliğini unutup, ya da en kötü ihtimalle folklorik bir “renk” olarak özel yaşamına gömüp kamusala yansıtmamak, işçiye düşen rızkını veren patrona ve Tanrı’ya şükredip azla kanaat ederek çok çalışmak, kadına düşen ise evinde oturup kocaya hizmet etmek, olabildiğince çok çocuk doğurmaktır…

Ama kadınlar sözkonusu olduğunda bu “muhafazakâr senaryo”, teklemektedir. Basit bir nedenle: Kadınlara “evde oturun” demek, bir yandan sistemi ucuz ve uysal devasa bir işgücü deposundan yoksun bırakmak, bir yandan da erkek işçiye karısının ve çocuklarının açlıktan ölmeyeceği, sokakta kalmayacağı, soğukta donmayacağı ve temel ihtiyaçlarını asgarî de olsa karşılayabileceği bir ücreti güvence altına alabilmek demektir. Kapitalizm açısından imkânsız bir düş…

Zaten gerek Hitler, gerekse Mussolini rejimlerinin “kadınları çalışma hayatından sürme” projeleri ancak eğitimli, profesyonel orta sınıf kadınları için işlemiş, kadın öğretmenler, doktorlar, avukatlar, yığınsal olarak eve dönmek zorunda bırakılmış, böylelikle profesyonel yaşam kadın rekabetinden “temizlenmişti”. Ancak üretimi gerçekleştiren proleter kadın yığınları için durum farklıdır. Onlar ailelerini geçindirebilmek için sefalet ücretleriyle, bütün kazanımlarından feragat ederek, en kötü çalışma koşullarında çalışmayı sürdürmüşlerdir.

Ancak “Kinder Kusche, Kirsche” söylemi, onlar için farklı, ideolojik bir işleve sahip olmuş görünüyor: bu söylem emekçi kadınlara (ve de ailelerine) “kadının esas görevinin evi, eşi ve çocukları olduğunu” belleterek işgünü değersizleştirecek, talepkârlık düzeyini düşürecek yönde işlev göstermiştir. “Dışarıda çalışmak” zorunluluğu, böylelikle, “yuvasını ihmal etmek zorunda kalan” kadınlar için bir “hak” değil, bir “kusur”a, bir suçluluk duygusuna dönüşecektir. Ancak patronların gönüllerinden kopan en sefil ücretlere ve en kötü çalışma koşullarına katlanılarak telafi edilebilecek bir suçluluk duygusu…

AKP’nin kadın söylemleri ve kadın istihdamı politikaları da benzer bir niyeti açığa çıkartmıyor mu?

Hatırlayacaksınız, AKP, “kadının aile ve çalışma yaşamını bağdaştıracağı” iddiasıyla bir “kadın istihdam paketi” sunmuştu bir süre önce piyasaya. Bu pakette, doğum izninin uzatılması ve izni tamamlayan kadınların, istedikleri takdirde birkaç yıl (çocuklar 3 ya da 5 yaşına gelene dek) yarı-zamanlı çalışma opsiyonu tanınmakta bu süre içerisinde ücretin yarısının patron, yarısının ise İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanması öngörülmekteydi. Daha da vahimi, doğum izniyle işinden ayrılan kadınların yerine özel istihdam büroları eliyle geçici personel alınması, yani taşeronluğun kurumsallaşması yer almaktaydı.

Patronların daha hazırlık hâlindeyken itirazlarını yükselttiği ve “bu koşullarda kadın işçileri kapı dışarı etmek zorunda kalacaklarını” duyurdukları, Başbakan Davutoğlu’nun “birinci çocuğa bir çeyrek altın… İkinciye iki çeyrek.. üçüncüye üç çeyrek…” söylemleriyle desteklenen ve kadınlara iş sağlamaktansa, onları çocuk doğurmaya teşvik etmek için hazırlanan bu “istihdam paketi”nin mesajı, açıktır: Kadınlar olabildiğince çok çocuk doğurmalıdır. Öncelikleri, aile hayatıdır. İlla çalışması gerekiyorsa, evlenmeden, ya da çoluğa-çocuğa karışmadan çalışıp çeyizlerini düzsünler, sonra da çocuklarına bakmak üzere evlerine dönsünler. Bu, hem onları çalışma yaşamının taşıdığı “ahlâki düşkünlük” riskinden koruyacak, hem esas görevleri olan “karşılıksız yeniden üretim” görevini hakkıyla yerine getirmelerine olanak sağlayacak, hem de…

Hem de AKP’nin gövdesini oluşturan muhafazakâr-maneviyatçı Anadolu sermayesine, kıdem tazminatı, SSK primi, toplu sözleşme, kreş… vb. bir dizi yükümlülükten kurtularak tepe tepe kullanabileceği bol, ucuz genç kadın işgücü sağlayacaktır.

Çünkü cinsiyet rolünü “yuvayı yapan dişi kuş” olarak bellemiş kadın emekçi, kendini “emekçi” olarak değil, “ev kadını” olarak kodlayacak, bu nedenle de “emekçi” olmanın getirebileceği taleplerden feragat edecektir. O, istihdam piyasasına -zorunluluk nedeniyle- 3-5 yıllığına katılmış, üç-beş kuruşluk çıplak ücretinden başka bir hakkı olmayan geçici elemandır. “Beyaz atlı prens”ini beklerken eline geçen üç-beş kuruşla gelecekteki yuvasına hazırlayacaktır kendini. Kısmeti çıktığında, ya da ilk çocuğunu doğurduğundaysa gönüllü olarak istihdam alanından çekilip, yerini yeni, ucuza, uzun saatler boyu çalışmaya razı, uysal, genç “geçici kadın işçiler”e bırakacaktır…

* * *

Şu hâlde, bu ülkede kadınların, yükselişine tanık olduğumuz “faşizmin kitle ruhu”ndan paylarına düşen, birkaç işlevin birden yerine getirilmesidir. Bir yandan AKP İslâmcı ajandasını kadınların bedenlerinde somutlamakta, bir yandan din-millet-erkeklik nosyonlarına dayalı bir muhafazakârlık-maneviyatçılık karışımının toplumun kılcal damarlarına nüfuz ettirerek hegemonyasını pekiştirmekte, bir yandan da toplumun saldırgan dürtülerini yayılmacı siyasalarını destekleyecek tarzda kanalize etmekte, yani bir “savaş psikolojisi”ni hazır tutmakta…

Bir yandan da kadın emeğini değersizleştirerek İslâmî renkli “yerel” kapitalizmine, bol ve ucuz kadın işgücü sağlayarak küresel piyasadaki rekabetteki elini güçlendirmektedir…

Bu politikayı boşa düşürecek olan ise, kadınların emeklerine, bedenlerine, özgürlüklerine sahip çıkma kararlılıklarıdır…

 

14 Kasım 2015 09:17:51, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Antakya Aka-Der Kadın Faaliyeti’nin 21 Kasım 2015 tarihinde ‘Suç Kimde? Devletin Savaş ve Kadın Politikaları Üzerine’ başlığıyla düzenlediği panelde yapılan konuşma… Bornova Nâzım Hikmet Kültürevi’nin 28 Kasım 2015 tarihinde “AKP Dönemi Şiddet Politikaları ve Kadın” başlığıyla düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma…

[1] Tess Gerritsen.

[2] Sibel Özbudun, “Vurun ‘Öteki’ne!”, Newaya Jin, No:128, Kasım 2015, s.4.

[3] “Manisa Valisi Ayrımcılık Yaptı”, Cumhuriyet,13 Kasım 2015, s.7.

[4] “Üniversitede ‘Ahlâk’ Duvarı”, Özgür Gündem, 7 Ekim 2015.

[5] “Antalya’nın Döşemealtı ilçesindeki Karataş İlkokulunda öğrencilerin karma oturmaları nedeniyle bir veli, 7 yaşındaki kız çocuğunu okula göndermemeye başladı. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ise çözümü, veliyi ikna etmek yerine sınıfı bölmekte buldu.” (“Velinin Kızlı-Erkekli Oturmasınlar Şikâyeti Sınıf Böldürdü”, Evrensel, 3 Kasım 2015.)

[6] “19. Milli Eğitim Şûrası’nda alınan, ‘anaokullarında değerler eğitimi verilmesi’ yönündeki tavsiye kararı, Osmaniye Kadirli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından, ‘acil’ olarak hayata geçirildi. Buna göre, 3-6 yaş arası anaokulu öğrencileri, derse besmeleyle başlayacak, dua ve sureleri tecvit kurallarıyla öğrenecek. Çocuklara okulda Kur’an-ı Kerim dersi de verilecek. Buna göre öğrenciye Kur’an-ı Kerim’le ilgili genel bilgiler verilecek, Kur’an’dan bölümler okunacak, Kur’an alfabesinin ilk 5 harfi tekerlemelerle mahreçli olarak çalıştırılacak.” (“Anaokullarına ‘Acil’ Talimat: Dersler Besmele ile Başlayacak”, Cumhuriyet, 16 Aralık 2014.)

[7] “Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız: 6 Yaşındaki Çocukla Evlenilebilir”, http://www.mynet.com/haber/guncel/sosyal-doku-vakfi-baskani-nureddin-yildiz-6-yasindaki-cocukla-evlenilebilir-1652066-1.

[8] “Kırmızı Mont, Beyaz Pantolon Yargı İçin Tahrik Sebebi”, Cumhuriyet, 13 Kasım 2015, s.15.

[9] “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Kadın Cinayetlerini Raporladı”, http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2420/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-kadin-cinayetlerini-raporladi

[10] Bkz: “IŞİD’in En Büyük Kâbusu PKK’nin Kadın Savaşçıları”, Vivahiba, 4 Eylül 2014, http://vivahiba.com/article/show/isidin-en-buyuk-kabusu-pkknin-kadin-savascilari/

[11] Bkz. https://eksisozluk.com/bedelli-askerlik-yapanlara-pembe-kimlik-verilmesi–4605449?p=7

[12] “Savaş fahişeleri dahi işsiz bırakan bir hadisedir,” diyor Bertolt Brecht!

[13] “Bosna savaşında kadına yönelik cinsel şiddet ve sistematik tecavüzler bir ‘etnik temizlik’ aracı ve savaş silahı olarak kullanılmıştır. Tahminen 20 000 ile 60 000 arasında kadın ve genç kız Bosna’da sistematik ve toplu tecavüzlere uğramış, tecavüz kamplarında esir olarak tutulmuş, şiddete maruz kalmış ve toplama kamplarına gönderilmiştir. Bosna Hersek ve Hırvatistan’da çocuk ve genç yaştaki kızlar özellikle hedef olarak seçilmiş, gebe kalanlar düşük yapmalarını engellemek için esir alınmış ve ‘düşmanın çocuğunu doğurmaya’ zorlanmıştır.” (Nazlı Ece Duman, Savaş Suçu Olarak Tecavüz: Bosna’da Kadın Olmak, Ege Üniversitesi İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, İzmir, 2014. https://www.academia.edu/6255049/Sava%C5%9F_Su%C3%A7u_Olarak_Tecav%C3%BCz_Bosnada_Kad%C4%B1n_Olmak)

[14] “ABD 2003 yılında işgal ettiği Irak’tan dün askeri törenle çekildi. Ülkedeki son asker de 31 Aralık’ta evine dönmüş olacak… Irak’ı ise fakirlik ve mezhep çatışmalarıyla dolu günler bekliyor. Irak Savaşı’nda 9 yılda en az 150 bin sivil hayatını kaybetti. Yaklaşık 900 bin kadın dul kaldı. Nüfusun yüzde 24’ünün temiz suya ulaşımı yok…” (“ABD Savaşı Bitirdi, Enkaz Irak’ta Kaldı”, Milliyet, 16 Aralık 2011.)

[15] “Sivil toplum kuruluşu Uluslararası Af Örgütü (AI), Birleşmiş Milletler (BM) barış gücü askerlerinin dünyanın birçok ülkesinde tecavüz suçu işlediğini belirtti.” (Halkın Dostları, 21 Ağustos 2015, http://www.halkindostlari.com/Haber/1/4764/bm-baris-gucu-askerleri-bircok-ulkede-tecavuz-sucu-isliyor.aspx

[16] Umarım, bu ifadeden faşizmin belirli bir tarihsel kesit (II. Paylaşım Savaşı) ve bir siyasal coğrafyayla (Mihver devletleri) özgü olduğunu söylediğim sonucu çıkmaz. Faşizm kapitalist sistemin kriz ve sisteme yönelik tehdit koşullarında başvurmak üzere yedeğinde tuttuğu seçenektir; çeşitli biçim ve görünümlere bürünebilir. Ancak, savaşa hazırlanan saldırgan bir yönetim için elverişli bir aygıt olduğu, İkinci Paylaşım Savaşı öncesi ve süresince iyice açığa çıkmıştır.

[17] M. Macciocchi’den aktaran: Şirin Tekeli, “Faşizm ve Kadınlar”, İktisat Fakültesi Mecmuası, c. 38, sayı 3-4 (1984) s.417.

[18] Şirin Tekeli, a.y., s.418.

[19] Şirin Tekeli, a.y., s.419.

[20] Şirin Tekeli, a.y., ss.421-422.

 

Barış (İle Savaş) Gerçeği[*]

Barış (ile savaş) gerçeğine ilişkin genel/ beylik laflar etmek yerine; barışı (ve savaşı) hangi zeminde ve tabloda konuştuğumuzu belirlemek, meselenin özü açısından kilit önemdedir.

Emperyalist/ kapitalist bir dünyada ve coğrafyada yaşa(tıl)dığımız veriliyken ve de “Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal hâline getirir”ken[2] sistemin sürdürülemezliği hiç kimse için “sır” olmasa gerek.

Bu vurguyla aktaralım!

 

YOKSULLUK, EŞİTSİZLİK DÜNYASI

 

Devasa bir eşitsizlik ekonomi-politikası olarak sürdürülemez kapitalizmin yoksulluk, eşitsizlik tablosunda -Dünya Bankası açıklamalarına göre-, 2012’de yüzde 12.8 olan aşırı yoksulluk oranının 2015’de yüzde 9.6’ya indirilmesi öngörülüyor; aşırı yoksulluğu tanımlarken kullanılan günlük gelir miktarı 1.25 dolar iken![3]

Kapitalist egemenliğin yerküresinde her dokuz kişiden biri açken;[4] “Aşırı yoksul insan sayısı 3 milyar kişi,”[5] diye ekliyor Dünya Bankası…

Ayrıca dünya nüfusunun üçte biri gizli açlık çekiyorken; vücuttaki mikro besin maddeleri eksikliği olarak tarif edilen gizli açlık dünya nüfusunun büyük bir bölümünü etkiliyor ve gizli açlığın sonuçları tahmin edilemeyecek kadar ağır olabiliyor.[6]

Yine “Küresel gelir dağılımındaki uçurum büyüyor!” notunu düşen ‘Oxfam’a göre, 2016’da dünya nüfusunun yüzde 1’ini oluşturan en zenginlerin toplam mal varlığının kalan yüzde 99’un toplam gelirine eşit hâle gelmesi bekleniyor.

‘Oxfam’ın araştırmasına göre, 2009’da en varlıklılar dünya gelirinin yüzde 44’üne sahipken, 2014 yılında bu oran yüzde 48’e ulaştı.

Yine ‘Oxfam’a göre, küresel servetin kalan yüzde 52’sinin yüzde 46’lik kısmı ise dünya nüfusunun yüzde 20’sinin ellerinde. Kalan yaklaşık yüzde 5.5’lik kısım ise, toplam dünya nüfusunun yüzde 80’i arasında dağılıyor.

Öte yandan en zengin dilimin içinde yer alan her birey 2.3 milyon euroya ulaşan bir mal varlığına sahipken; bir başka veriye göre, dünyadaki en zengin 80 kişinin malvarlığı 2009 ile 2014 arasında iki katına çıktı. Bu rakam, dünya nüfusunun daha fakir olan diğer yarısının toplam gelirine denk geliyor![7]

Geçerken anımsatalım: ‘Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu’na göre, lüks tüketimi yıllık 250 milyar dolara yükselirken, BM verilerine göre 805 milyon aç insanın yıllık gıda masrafı ise 30 milyar dolar tutarındadır. Raporda, dünya üzerindeki lüks tüketicisi sayısının, 140 milyondan 350 milyona çıkabiliyor, buna karşılık her 4 saniyede bir kişi açlıktan ölüyor![8]

Görüldüğü üzere emperyalist/ kapitalist küreselleşmeyle oluşan ekonomik düzen, 2007 mali krizinde sürdürülebilirliğini kaybetti.

Örneğin ‘Credit Suisse’in servet raporu, küresel varlıkların toplam değeri 250 trilyon doları buluyorken; söz konusu servetin yüzde 50’sinin bireylerin yüzde 1’inin mülkiyetinde olduğunu gösteriyor.

Raporda yer alan servet dağılımı piramidi grafiği, en üst yüzde 8.1’lik kesimin toplam servetin yüzde 84.6’sına sahip olduğunu gösteriyor. Piramit, bu bireylerin yüzde 71’ini oluşturan 3.4 milyar insanın payına toplam servetin yalnızca yüzde 3’ünün düştüğünü ortaya koyuyor.

Piramidin en üst dilimdeki 34 milyon hane reisi bireyin içinde servetlerinin büyüklüğü 50 milyon doları aşan 123.800 kişi var (rapor üst sınırı belirtmiyor). Credit Suisse bunların gerçek bir mali aristokrasi oluşturduğuna işaret ediyor.

Rapordaki bir başka grafik, dolar milyonerlerinin ülkelere göre dağılımını sergiliyor. Dünya nüfusunun yüzde beşinden daha az bir kısmını kapsayan ABD’de dünya dolar milyonerlerinin yüzde 46’sı yaşıyor. Bu oran İngiltere’de yüzde 7, Almanya’da yüzde 5, Çin’de yüzde 4.

Yine rapora göre, 2008’de mali kriz başladığından bu yana gelir dağılımı bozulmaya devam etmiş. Rapor 2014-15 döneminde Hong Kong, Çin, ABD ve Suudi Arabistan’dakilerin serveti artarken geri kalan ülkelerdeki bireylerin servetinin gerilediğini ortaya koyuyor. Bu gerilemenin büyüklüğünü ülkelere, en azdan en çoğa göre sıraya koyan grafikte, Türkiye sondan beşinci sırada yer alıyor.

Söz konusu raporda, dünyanın çeşitli bölgelerinde medyan servetin yıllık gelişmesini sergileyen grafik, 2008’den bu yana ABD ve Çin dışında tüm bölgelerde bir gerilemeye işaret ediyor. Buna karşılık bir başka grafikte, en üst yüzde 1, yüzde 5, yüzde 10 dilimlerin mali varlıklar içindeki payının 2008’den bu yana arttığı, en hızlı artışın en üst yüzde 1’lik kesimin payında gerçekleştiği görülüyor.

Özetle Credit Suisse raporu, adeta inanılmaz, sürdürülemez bir gelir dağılımı bozukluğunu, bu bozukluğun 2008’den bu yana daha da ilerlediğini, en zengin kesimin mali varlıklar içinde payının, dolayısıyla, art-değer üretmek yerine üretileni paylaşan bir asalaklığın sürekli arttığını gösteriyor.

Bu noktadan kalkarak bu asalaklığı olanaklı kılan mali piyasalara, öncelikle de türev piyasalarına baktığımızda, yine karşımıza sürdürülemez, korkutucu bir görüntü çıkıyor.

OTC (borsada denetlenmeden gerçekleştirilen) türevlerin piyasaları 2014 yılında 691 trilyon dolar civarında, borsada gerçekleştirilen Futures (gelecek) ve Opsiyon piyasalarının değeri de 2015 ortasında 62 trilyon dolar civarında görünüyor. Böylece toplam türev piyasalarının büyüklüğünün 753 trilyon dolar olduğunu söyleyebiliriz. Bu piyasaları ayakta tutacak dayanaklara ilişkin iki göstergeden biri Credit Suisse raporunda belirtilen 250 trilyon dolar toplam servet. İkincisi ve daha önemlisiyse küresel ekonominin toplam çıktısı. Bu ise 2014 yılında 70-75 trilyon dolar civarında duruyor.

Öyleyse, bir tarafta, en üst yüzde 1’i taşımaya çalışan bir gelir piramidi. Onun karşısında 70 trilyonluk dünya ekonomisi ve 250 trilyonluk bireysel servetin üzerinde durmaya çalışan 753 trilyonluk bir spekülatif piyasa piramidi. 2015’in şubat ayında ‘The Financial Times’, dünya ekonomisindeki toplam borcun 57 trilyon dolar artarak 200 trilyona, dünya hasılasının neredeyse 2.5 katına ulaştığını aktarıyordu.[9]

Madalyonun öteki yüzünde gelince: ‘Pew Research Center’ın araştırmasının sonuçlarına göre, dünya genelinde 9 kişiden 7’si dar gelirli kategorisine giriyor. Refah düzeyi yüksek bireylerin 10’da 9’u hâlen Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşarken, Afrika ülkeleri ile Hindistan en yoksul bireylerin yaşadığı ülke oldu. Araştırmaya göre, Afrikalıların yüzde 39’u günlük 1.80 eurodan daha az gelirle yetiniyor![10]

Bitmedi: OECD, 2015 Mayıs ayında üye ülkeler arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğinin son 30 yılın zirvesinde olduğunu açıkladı. Daha önce açıklanan 2012 verilerine göre ortalama olarak üye ülkelerde nüfusun en zengin yüzde 10’u, nüfusun en fakir yüzde 10’undan 9.6 kat daha fazla kazanıyor. Bu oran 1980’lerde yüzde 7.1, 1990’larda yüzde 8.1, 2000’lerde ise yüzde 9.1’di.

Ayrıca Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkelerinde 2007’de yüzde 5.58, 2008’de yüzde 5.91 olan işsizlik oranı 2014’te yüzde 7.34’e çıktı.[11]

İşsizlik, ABD’de 2008’deki yüzde 5.78’den 2014’te 6.17’ye, AB’de yüzde 6.99’dan 10.21’e, Avro bölgesinde yüzde 7.49’dan 11.60’a yükseldi.

Dünya genelinde 2007’de yüzde 11.6 olan genç işsizliği de 2014’te yüzde 13.2’ye yükseldi.

OECD ülkelerinde 2007’de yüzde 12.03, 2008’de 12.73 olan genç işsizliği 2014’te yüzde 15.05’e ulaştı. AB’de 2008’de yüzde 15.36 olan oran 2014’te 21.72’ye çıktı.

ABD’de kriz öncesinde yüzde 10.54 olarak kaydedilen genç işsizlik oranı kriz yılı 2008’de yüzde 12.84 iken 2014’te yüzde 13.40’a ulaştı. G7 ülkelerinde 12.59’dan 14.01’e, Yunanistan’da yüzde 21.87’den yüzde 52.41’e, İtalya’da 21.20’den 42.68’e, İspanya’da 24.45’ten 53.20’ye çıktı.[12]

Bu dengesizlikler ya toplumsal krizlere ya da yeni, daha şiddetli bir mali krize yol açmadan daha ne kadar sürdürülebilir?

 

YERKÜRENİN -ZENGİN- EFENDİLERİ

 

Elbette sürdürülemez ve bu trajik tablonun aslî figürü yerkürenin -zengin- efendileridir!

Hızla aktarırsak…

‘The Forbes’in her yıl açıkladığı dünyanın en zenginleri listesinde 2015’de Microsoft’un kurucusu Bill Gates 16. kez ilk sırada yer alırken, Buffet servetini 5’e katladı!

Bill Gates 21 yılda 16 kez dünyanın en zengini unvanını elde etti. Meksikalı işadamı Carlos Slim Helu 77. 1 dolarlık servetiyle yine Bill Gates’i takip ederek ikinci oldu.

Amerikalı yatırımcı Warren Buffet da 72. 7 milyar dolarlık varlığıyla üçüncü sırada yer aldı. Buffet, listede servetini en fazla artıran isim. Amerikalı milyarder servetini 14. 5 milyar dolardan 72. 7 milyar dolara çıkardı. Üçüncülüğü Buffet’a kaptıran İspanyol Amancio Ortega ise dördüncü oldu.

Facebook kurucusu Mark Zuckerberg ise 33. 4 milyar dolarlık servetiyle 2014’e göre beş basamak yükselerek 16. sıraya çıktı. Zuckerberg, böylece ilk kez en zengin 20 milyarder arasına girdi.

Listede diğer bir dikkat çeken isim 1.5 milyar dolarlık servetiyle Snapchat’in kurucusu 24 yaşındaki Evan Spiegel.

Dünyanın en zengin kadını ise 41. 7 milyar dolar servetiyle listeye 8. sıradan giren Chirsty Walton oldu.

Listeden 2015 yılında modacı Michael Kors, Ukrayna Başbakanı Petro Poroshenko’nun da aralarında olduğu 138 kişi çıktı. Rusya’daki milyarder sayısı 111’den 88’e düştü.

Nijeryalı Aliko Dangote, serveti 2014’e göre 25 milyar dolardan 14. 7 milyar dolara gerilese de hâlâ Afrika’nın en zengini unvanını elinde bulunduruyor.[13]

 

DOLAR MİLYARDERLERİ[14]
ÜLKE KİŞİ SAYISI (BİN) 100.000 DOLARIN ÜSTÜ KİŞİ SAYISI (BİN) 1 MİLYON DOLARIN ÜSTÜ KİŞİ SAYISI (BİN) 1 MİLYAR DOLARIN ÜSTÜ
ABD 95.049 15.656 513
JAPONYA 50.799 2.126 14
İNGİLTERE 27.334 2.364 51
İTALYA 24.622 1.126 29
ALMANYA 24.459 1.525 62
ÇİN 24.378 1.333 218
FRANSA 24.225 1.791 34
KANADA 13.739 984 25
AVUSTRALYA 11.289 961 18
İSPANYA 9.434 360 20
TÜRKİYE 1.025 74 27

 

Sigorta ve finans şirketi Allianz’ın 2015’de altıncısını yayınladığı ‘Küresel Varlık Raporu’na göre, dünya genelinde toplam servet miktarı ise 136 trilyon euro seviyesine ulaştı. Özellikle Asya ülkelerinde servet büyük bir hızla arttı. 2014 yılında, bölgedeki finansal varlıklar yüzde 16 oranında çıktı.[15]

Mesela Şanghay merkezli iş, ekonomi ve araştırma dergisi ‘Hurun Report’un açıkladığı verilere göre, Çin’deki milyarder sayısı, 2014 yılından 2015’e 242 arttı. Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin, milyarder sayısı 537 olan ABD’yi geride bırakarak ilk kez zirveye oturdu.[16]

Ayrıca ‘Credit Suisse Küresel Servet Raporu’na göre, dünya genelinde 2000’den 2015’e küresel servet ikiye katlanırken; dünya nüfusunun en zengin yüzde 0.7’lik kesimi servetin yüzde 45.2’sine el koydu.[17]

 

KİŞİ BAŞINA EN FAZLA MİLYARDER DÜŞEN ÜLKELER[18]
1-) MONAO Ülkede 3 tane milyarder var. Nüfus 37 bin 800 kişi.
2-) ST KİTTS & NEVİS Sadece bir tane milyarder var. Nüfus 55 bin kişi.
3-) GUERNSEY Ülkede 1 tane milyarder var. Nüfus 65 bin kişi.
4-) HONG KONG Ülkede 55 milyarder var. Nüfus 7.264.100.
5-) KIBRIS Ülkede 5 milyarder var. Nüfus 858 bin kişi.
6-) İSVİÇRE Ülkede 29 milyarder var. Nüfus 8.256.000.
7-) SİNGAPUR Ülkede 19 milyarder var. Nüfus 5.469.700.
😎 İZLANDA Ülkede sadece bir milyarder var. Nüfus 329 bin 740.
9-) İSVEÇ Ülkede 23 milyarder var. Nüfus 9.784.445. Her 425 bin kişiye bir milyarder düşüyor.
10-) İSRAİL Ülkede 17 milyarder var. Nüfus 8.358.100. Her 491 bin kişiye bir milyarder düşüyor.
11-) NORVEÇ Ülkede 10 dolar milyarderi var. Nüfus 5.176.998. Her 517 bin 700 kişiye bir milyarder düşüyor.
12-) LÜBNAN Ülkede 7 milyarder var. Nüfus 4.104.000. Her 586 bin 286 kişiye bir milyarder düşüyor.
13-) ABD Ülkede 536 milyarder yaşanıyor. Ülkenin nüfusu 321 milyon 369 bin kişi. ABD’de 599 bin 569 kişiye bir milyarder düşüyor.
14-) KUVEYT 5 tane milyarder var. Ülkenin nüfusu 3 milyon 268 bin 431. Kuveyt’te 653 bin 686 kişiye bir milyarder düşüyor.
15-) TAYVAN Ülkede 33 tane dolar milyarderi bulunuyor. Nüfus 23 milyon 456 bin 545. Ülkede 701 bin 804 kişiye bir milyarder düşüyor.

 

Nihayet 2016 yılında en zengin yüzde 1’lik kesimin servetinin, nüfusun yüzde 99’unun servetini geçeceği öngörülürken;[19] herkesin malumu üzere “Afrika’da insanlık öldü”ğü[20] tabloda Amerika’nın dev şirketlerinin CEO’ları bol kazançlı bir 2014 yılı geçirdi.

‘The Wall Street Journal’ gazetesi, danışmanlık şirketi Hay Group ile birlikte ABD’deki en büyük 300 şirketin CEO’larının 2014’te kazandığı parayı, yönettikleri şirketin performansıyla karşılaştıran listenin ilk sırada yer alan Liberty Global’in CEO’su Michael Fries, 2013’e göre kazancını yüzde 139 artırarak 2014’te 112 milyon doları cebine koydu.

Microsoft’un CEO’su Satya Nadella göreve geldiği ilk yıl içinde 84.3 milyon dolar kazançla listeye ikinci sıradan girdi.

Listede 3. isim bir diğer teknoloji şirketi Oracle’ın CEO’su Lawrence Ellison 67.3 milyon dolar kazandı.

Coca – Cola CEO’su Muhtar Kent gelirini yüzde 23.8 artırarak 25.2 milyon dolar kazanarak 31’inci oldu.[21]

Ayrıca ‘Bain & Company’ tarafından açıklanan ‘Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar Raporu’na göre, 2014 yılını yüzde 3 büyüyerek 250 milyar dolar ile kapatan küresel lüks tüketim malları pazarının, 2015 yılında yüzde 2 ila 4 oranında büyümesi bekleniyorken;[22] lüks tüketim alanında faaliyet gösteren dünyanın en büyük 100 firması 2013 mali yılında kurlardaki dalgalanma ve teknolojideki karmaşaya rağmen 214.2 milyar dolarlık satış geliri elde etti. Bu şirketlerden her birinin ortalama satış rakamı ise 2.1 milyar dolar oldu![23]

 

SİLAHLANMA VE SAVAŞ GERÇEĞİ

 

Zenginlik ve yoksulluk dikotomisinin sürdürülemezlik güzergâhını betimleyen silahlanma ve savaş hakikâtinin “sonuçları”na ilişkin Papa Francesco’nun dahi, “Parçalı III. Dünya Savaşı” vurgusuyla, “Avrupa’da, Afrika’da, Orta Doğu’da, diğer ülkelerde savaş var. Ben böyle bir hayata, dünyayı yönetenlere güvenebilir miyim? Bir adaya oy vermeye gittiğimde, benim ülkemi savaşa sokmayacağına nasıl emin olabilirim? Sadece bu adamlara güvenirsen, kaybettin demektir! Hıristiyan olduğunu söyleyen insanlar, yöneticiler, yatırımcıların silah üretmesi beni düşündürüyor. Bu biraz güvensizliğe neden oluyor, öyle değil mi? Çıkarlar daha üstün geliyor tabii. Bu bir ikiyüzlülüktür,”[24] diyebildiği ve “Almanya’nın Önceliği Silah Satışı”[25] notu düşülen dünyayla yüz yüzeyiz!

Bunun “nedeni”/ “dinamiği” şu: Ekonomik kriz, uluslararası rekabeti yoğunlaştırıyor, ticarette korumacılık, yasaklama eğilimlerini güçlendiriyor. Korumacılığın, ithalat sınırlaması yoluyla bazı piyasalara, yasaklamanın da, stratejik öneme sahip buğday, pirinç gibi besin mallarına, elektronik, metal ve silah sanayinde kullanılan ender-değerli metallere erişimi engellemesi, devletlerarasında klasik emperyalist rekabet biçimlerinin, eski-yeni sömürgeci eğilimlerin öne çıkmasını hızlandırıyorken;[26] dünya ekonomisi ve zenginliklerinin dörtte birinden biraz fazlasını kontrol eden ABD, önümüzdeki on beş yıl içinde dünya ekonomisi ve zenginliklerinin üçte birinden biraz fazlasını kontrol edebilir hâle geliyor…[27]

Bu gelişme, giderek, diğer devletlere ve özellikle de bizim gibi bir bloğa dahil olmayan ülkelere, “her konuda ABD’nin sözünden çıkmama” politikasını dayatılıyor. ABD, önümüzdeki on beş yılda ciddi bir biçimde silahlanacak ve istediğinin yapılması adına, silah gücünü de gündeme getirecek. Temel yeniliklerin çoğunun ABD’de çıkması ve sermaye birikiminin bu ülkede yoğunlaşması nedeniyle; ABD’nin güçlü yapısı, gelecekte daha da sağlamlaşacak…

Türkçeye de çevrilen ‘Kapital’ kitabının yazarı Thomas Piketty ve yine Türkçeye de çevrilen ‘Paranın Yükselişi-Dünyanın Finansal Tarihi’ kitabının yazarı Niall Ferguson, bu gelişmelerin Birinci Dünya Savaşı öncesi ekonomik gelişmelere benzediğini söylüyor.

Piketty’e göre, yüzde 10’luk en üst gelir dilimi içindeki sermaye ve iş gücü arasındaki gelir eşitsizliği bile, 2010 yılı ABD’sinde, 1910 yılı Avrupa’sının bu konudaki gelir eşitsizliği olan yüzde 50 (Gini endeksi 0.49) oranına ulaştı. Bu gidişle, 2030 yılında, ABD’de bu konudaki eşitsizlik, tüm zamanlardaki eşitsizliği sollayarak, yüzde 60’a (Gini endeksi 0.58) ulaşacak.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Avrupa’da sermayenin yüzde 90’ı, nüfusun yüzde 10’una aitti. Hâlen, bu oran, Avrupa’da yüzde 60 ve ABD’de yüzde 70. 2030 yılından önce, ABD’de bu oranın yüzde 90’a (Gini endeksi 0.85) ulaşması ihtimal dahilinde. Kısacası, yalnız bu ayrışma değil, diğer ekonomik göstergeler de, Birinci Dünya Savaşı öncesi ekonomik kıyaslamalarla örtüşüyor.

Ferguson, kitabında açıkça, bir “üçüncü dünya savaşı” olasılığından bahsediyor. Ferguson’a göre, şu andaki küresel ekonomik gelişmeler, 1914’teki yangının başlaması sırasındaki gelişmeler kadar kötü.[28] ABD ve Çin arasındaki çatışma, patlamanın ilk kıvılcımını ortaya çıkarabilir. Aaron L.Friedberg de ‘The Future of US-China Relations’da[29] iki dev arasında bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu anlatıyor.[30]

Bu tabloda küreselleşme sürecinin bileşenlerine bakınca ilk anda üç etken dikkat çekiyor: Malların ve sermayenin dolaşımında yaygınlaşma ve hızlanma, bu yaygınlaşmayı hızlanmayı kolaylaştıran yeni teknolojiler.

Son yıllarda, özellikle mali krizden sonra ticarette ve sermaye hareketlerinde bir duraklama, hatta gerileme, teknolojinin etkilerinin de destekten olumsuza dönme görülüyor. Siyasetin, jeopolitik gelişmelerinin etkileri küreselleşmeyi tehdit etmeye başlıyor…

Credit Suisse’in araştırma bölümü 2015’in Eylül ayın sonunda, “Küreselleşme tükeniyor mu?” sorusuna eğilen bir araştırma yayımladı. Araştırma, iki olasılık üzerinde duruyor: 1) Küreselleşme, yerini çok kutuplu dünyaya bırakacak; 2) Küreselleşme 1900’lerin başında olduğu gibi çökecek.

CS araştırmacıları, birinci olasılığın daha yüksek olduğunu düşünüyorlar. Ancak 1980’lerden bu yana küreselleşen mekânın yeniden farklı kutuplara bölünme olasılığı, aynı zamanda, bir türlü aşılamayan bir kriz ortamında, hegemonya alanlarına bölünme anlamına geldiğinden ister istemez akla, “ama bu ikinci olasılığa açılmıyor mu?” sorusunu getiriyor. Kısacası iyimser senaryo bile teorik olarak kötümser bir senaryoya açılıyor. CS araştırması, 1. senaryonun çoktan hayata geçmeye başladığını düşündürüyor. İkinciye geçme olasılığına ilişkin ise şu riskleri sıralıyor: Serbest ticarete karşı korumacılıkta artış; piyasalarda parçalanma ve sermaye maliyetinde artış; döviz savaşları; düşük hızlı içe dönük büyüme; borç yükünden, jeopolitikten gelen şoklar; ülkelerin kendi çokuluslu şirketlerine ayrıcalık sunması; savaşlar; liberal demokrasiden uzaklaşma; sığınmacı sorununun baskıları; artan yoksulluk, küreselleşme karşıtı toplumsal hareketlerin güçlenmesi…

Bunlara bakarak, birinci senaryonun giderek ikinciye dönüşeceğini düşünmeden edemiyoruz.[31]

Kaldı ki ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey’in açıkladığı, ‘ABD’nin Ulusal Askeri Stratejisi-2015’ başlıklı raporda da, uluslararası ortam, 2011’den beri artmakta olan öngörülemezlik, karmaşıklık, hızlı değişim kavramlarıyla tanımlanıyor. Diğer bir deyişle uluslararası ekonomik, siyasi, hatta kültürel ilişkilerin düzeni, yerini “kaosa” bırakıyor.[32]

Yani rapor, karşımıza büyük güçler arası savaş olasılıklarının arttığı, isyancı, denetim altına alınamayan, şiddet kullanmaya eğilimi, aşırı ideolojileri benimsemiş grupların toplumları yakıp yıkmakta olduğu bir dünya resmi koyuyor.[33]

Gerçekten de ‘Barış ve Ekonomi Enstitüsü’nün (IEP) yayınladığı ‘Dünya Barış İndeksi/ Global Peace Index’ raporuna göre, 2014’de çatışmalar dünyada 14.3 trilyon dolar para harcanmasına neden oldu. Bu rakam dünyanın gayri safi milli hasılasının yüzde 13.4’üne denk düşüyorken; bu da Brezilya, Kanada, Fransa, Almanya, İspanya ve İngiltere’nin ekonomilerinin toplamına eşit oluyor.

Türkiye’nin barışçıl ülkeler sıralamasında 135’inci olarak sonlarda yer aldığı rapora göre, 2014’te çatışmalar nedeniyle 817 milyar dolar zarar meydana geldi. Askeri harcamalar 3 trilyon doları, iç güvenlik harcamaları 1.3 trilyonu buldu. Suç ve şiddet nedeniyle de 2 trilyon dolar kayıp yaşandı. 50 milyon mülteciye 128 milyar dolar harcanırken bu rakam 2008’e göre yüzde 267 oranında arttı.

En şiddetli bölge Ortadoğu ve Kuzey Afrika olurken 2014’te çatışmalar nedeniyle 180 bin kişi öldü, bu rakam 2010’da 49 bindi. Terör nedeniyle gerçekleşen ölümlerde yüzde 61 oranında artış yaşandı.[34]

Bu durumda dünyanın bir yılda savaşa harcadığı para ise 14.3 trilyon dolarken; BM’e bağlı ‘Gıda ve Tarım Örgütü’nün dünya gıda gününde açıkladığı rapora göre ise yeryüzünde 805 milyon insan açlık çekiyor. Yani her 9 insandan biri aç ve her 4 saniyede bir kişi açlıktan ölüyor. Raporun verilerine göre, dünya üzerindeki lüks tüketicisi sayısı ise 140 milyondan 350 milyona çıktı.[35]

2014 yılında silah ithalatı bir önceki 2013 yılına göre yüzde 67 artan ülkenin savunma ve güvenlik bütçesinin de 59 milyar lirayı aştığı ortaya çıktı.

Savunma sektörünü yakından takip eden IHS Group tarafından yayınlanan rakamlara göre 2013’te 921 milyon dolarlık ithalat yapan Türkiye’nin harcaması 2014’te yüzde 67 arttı. Ayrıca, İsveç’teki Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRI’nin verilerine göre de Türkiye en çok silah alan 10 ülke arasında yer alıyor.[36]

Ayrıca Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da, Ukrayna ve Suriye’de devam eden iç savaş, uluslararası silah tüccarlarının gelirini arttırdı. Rusya’nın silah ihracat şirketi Rosoboronexport’un Başkanı Anatoli İsaikin, uluslararası silah ticaretinin 15 yılda 28 milyar dolardan 85 milyar dolara tırmandığını açıklarken; Rusya’nın 2014 yılında 12-13 milyar dolarlık silah ihracatı gerçekleştirdiğini belirten İsaikin, “2015 henüz sonuçlanmadı. Yabancı şirketlerle yoğun çalışmalar açısından kalan 2 ay en yoğun olunan dönem. Önümüzdeki 3 yıl içinde silah arzı yeni portföyler olmasa da bu şekilde devam eder. Bu rakamlar Rusya’yı ABD’den sonra silah ticaretinde ikinci yapıyor. Bundan sonra gelişmeler nasıl olur tahmin etmek zor. Ancak silah satışına azalma beklenmiyor,” öngörüsünde bulunuyor![37]

Nihayet ‘BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) 21 Haziran 2015’de açıkladığı verilere göre:

Dünyada yer değiştirme rakamları bugüne kadar kaydedilen en üst seviyede. 2014’te 59.5 milyon kişi yerinden edildi. Bu sayı 2014’de 51.2 milyon idi; 10 sene önce ise sadece 37.5 milyondu…

Dünyada her 122 kişiden biri mülteci…

Dünyadaki mülteciler, sığınma arayanların rakamlarını topladığımızda dünyanın en büyük 24. nüfusuna sahip ülkesi hâline geliyor…[38]

Yine UNHCR’in Sudan Ofisi, Güney Sudan’da yaşanan şiddet olayları nedeniyle bir ayda yaklaşık 30 bin kişinin kuzeye sığındığını bildirdi. Günde 100 ila 150 arasında Güney Sudanlı’nın sınırdan geçtiği kaydedilen açıklamada, UNHCR Sudan Temsilcisi Muhammed Adar’ın, “Mülteciler hakkında aldığımız raporlar bizleri endişelendiriyor. Çünkü 3 bin 500’ü 5 yaş altı, 150’si ebeveynsiz olmak üzere aralarında 7 bin çocuk bulunuyor,” ifadelerine yer verildi…[39]

Yemen’deki savaştan dolayı kötü beslenmenin hızlı bir şekilde arttığı konusunda alarm verdi. BM’ye göre özellikle 850 bin çocuk ağır beslenme sorunu yaşıyor. BM’nin beslenme hakkına ilişkin raportörü, Hilal Elver, “Çocuklara ilişkin durum alarm verici. Raporlar 850 bin çocuğun ağır beslenme sorunu yaşadığını gösteriyor. Eğer mevcut çatışma devam ederse, bu rakamın gelecek haftalarda 1.2 milyona çıkması bekleniyor” dedi. Elver, mevcut durumda 12.9 milyonu aşkın kişinin temel besinlere uygun bir erişim sağlayamadan yaşadığına dikkat çekti…[40]

‘BM Çocuk Fonu’nun (UNICEF) ‘2015 Yılında Cepheler Arasındaki Çocukluk’ başlıklı rapora göre, dünyada her 10 çocuktan biri silahlı çatışmaların yaşandığı bir bölgede hayatını sürdürüyor. Bu rakam da 230 milyon çocuk anlamına geliyor…[41]

 

SAVAŞA DAİR

 

Evet, barış (ile savaş) gerçeğini böylesi bir tabloda konuşurken; Carl Sandburg’un, “Bir gün bir savaş açacaklar, ama kimse gitmeyecek” ya da George Orwell’n, “Bir savaşı sona erdirmenin en çabuk yolu o savaşı kaybetmektir,” fantezilerine müracaat nafile bir umutsuzluktur.

Savaş hakkında katılmadığım birçok saptama var; mesela Albert Camus’nün, “Amacı ne olursa olsun, hiçbir savaş ahlâki olma imkânına sahip değildir,” deyişi…

Thomas Hobbes için savaşın, “Beşeriyetin tabii hâlidir” ilanı gibi…

Veya Sigmund Freud’a göre, savaşın insan doğasının sonucu oluşu ya da Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in, “Ulusların yozlaşmasını sürekli barışın olmasına” bağlayışı gibi!

Kim ne derse desin; “Bir ekonomik gelişimin zorunlu sonudur savaş” Karl Marx’ın özlü tarifiyle…[42]

Kim inkâra kalkışabilir Bertolt Brecht’in, ‘Üç Kuruşluk Opera’sındaki “vatan millet hep palavra/ savaşlar da bahane/ bu düzende tek kural var/ artmalı hep sermaye…// kapıların arkasında/ bölüşürler pazarı/ çıkarları çatışınca/ başlatırlar savaşı,”[43] dizelerinin yansıttığı gerçeği!

Evet Charles Wright Mills açısından savaş, birisinin, kendi siyasi sisteminden ekonomik menfaatler ele geçirmenin bir yoluyken; B. Brecht’in ironi yüklü betimlemesiyle, “Fahişeleri bile işsiz bırakan hadisedir”!

Özetle savaşın, ekonomi-politiğin devreye soktuğu yıkım olduğu ve de “Savaşlarda faturayı halkların ödediği”[44] ortadayken, “Kapitalizm bir savaş ekonomisi”[45] olması hasebiyle “Sermayenin barışçıl olamayacağı”nı[46] asla unutmayın: Savaş, sınıflar, uluslar, devletler ya da siyasi guruplar arasında, yoğunlaşan çelişkilerin çözülmesi mücadelesinde başvurulan siyasetin, en yoğun hâlidir. İnsanlık ne zamanki sınıflara bölündü, savaşlar da insanlık tarihinin bu aşamasında insanların yaşamlarına girmiştir. Savaş siyasetin yoğunlaşmış hâlidir; yani savaş aynı zamanda ekonomi-politik bir eylemdir. İnsan(lık) tarihinde bütün savaşlar politiktir; temelinde ekonomik çıkar ilişkileri vardır.

Ve de kapitalizmin devamlılığını; kısır döngüsünü işleten eylemdir savaş. Malum üzere kapitalizm savaştan beslenir.

Kapitalizmin “olmazsa olmaz”ıdır, gereklerindendir savaş…

Savaşsız kapitalizm yoktur ve ol(a)maz..

Sermayenin yeniden yapılanması (krizi) nedeniyle yeniden yapılandırma amacı ile çıkartılır çoğunluk…

Kapitalizmin yaşaması için zorunlu yegâne vahşettir; hayatta kalmasını sağlayan en büyük damardır…

Sınıflı sömürücü vahşet, sömürgeciliktir; emperyalizmdir…

Dünyanın kaydedilmiş 3500 yıllık tarihinde sadece toplam 230 yıl savaşmadan “barış” içerisinde yaşanmışken; kolay mı?

Savaş, sınıflar, uluslar, devletler ya da politik gruplar arasındaki çelişkilerin antagonistik aşamaya ulaştığı zaman, bunların çözülmesi için devreye sokulan mücadele biçimidir ve özel mülkiyet ile sınıfların ortaya çıkmasından beri varolagelmiştir.

Sınıflı-sömürücü fetih, talan, yağma için yapılan savaşlar artık politik çıkarlar ve haksızlıklar üzerine kuruludur.

Carl Von Clausewitz’a göre, savaş, siyasetten bağımsız, kendisi olarak bir anlam ifade etmez; siyasal bir eylemdir, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir. (Johannes Friedrich Hans Von Seeckt, “Savaş siyasetin başka yollarla sürdürülmesi değildir. Savaş siyasetin iflasıdır,” dese de!)

  1. Shakespeare’in, “Elde ettiğimiz bir avuç toprak ölülerimizi bile gömmeye yetmeyecek”; Boris Vian’ın, “Savaş, çok önemli bir sosyal olgudur, çünkü katılanlar, saf ve mükemmel bir şekilde hedeflerine yönelerek ceset statüsüne ulaşırlar”; Susan Sontag’ın, “Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir”; Cesare Pavese’nin, “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız… Peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?”; Özdemir Asaf’ın, “bizler savaş ölüleriyiz/ bundan böyle karşı-karşıya değiliz/ bildiririz,” haklı saptamalarındaki savaş, barışın üvey kardeşidir; yoksulluktur, açlıktır, tecavüzdür, kardeşin kardeşi vurmasıdır, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıdır; ölümdür ve hatta ölümden de beter katil olmaktır; çirkinliğe dair her şeydir… Evet!

Anlayabilmek/ hissedebilmek için yaşanılmış/ şahit olunmuş olması gereken olgudur… Evet!

İnsanlığın delirdiği, kendinden geçtiği an, anlardır; akıl tutulmasıdır… Evet!

Bittiğinde ölenlerin istatistik olduğu vahşettir… Evet!

Acımasızlığın en eski ve resmileşmiş hâlidir… Evet!

Bir insanlık ayıbıdır… Evet!

Nihayet ‘Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok’ başlıklı romanına Erich Maria Remarque’a, “Bu kitap ne bir şikâyet ne de bir itiraftır. Sadece savaşla yok edilmiş bir nesilden söz etmek istemektedir… O insanlar bombalardan ve mermilerden kurtulmuş olsalar da!”[47] nitelemesi ile başlatan; George Orwell’e, “Savaş, kitlelerin rahatını ve sonuçta zekâsının artmasını sağlamak için kullanılabilecek malzemenin havaya uçurulması ya da denizlerin dibine yollanmasıdır,”[48] dedirten, yıkım gücü son derece yüksek eylemdir… Evet!

Ancak Bob Dylan’ın, “gelin savaş efendileri/ siz, silahları yapanlar/ siz, ölüm uçakları yapanlar/ siz, dev bombaları yapanlar/ siz, duvarların ardına gizlenenler/ bilmenizi isterim ki, maskelerinizin ardını görüyorum./ siz, asla bir şey üretmediniz/ yok etmek için üretmekten başka./ dünyamla oynarsanız/ küçük oyuncağınızmış gibi/ elime bir silah verirsiniz/ ve gözlerimden saklanırsınız/ ve kaçar gidersiniz uzaklara/ uçuşurken mermiler,” şarkısına da yansıyan bu nitelemelerin tümü ezenlerin haksız savaşları içindir!

Ve Spartaküs’ten beri bir de ezilenlerin (eşitlik ve özgürlük için verdikleri) haklı savaşlar/ isyanlar vardır…

Evet, Peter Alexander Ustinov’un, “Yoksulların savaşına terör, zenginlerin terörüne savaşına denir,” saptamasıyla karakterize olan haklı savaşlar/ isyanlar, ezilenlerin var olma yollarından, yöntemlerinden biridir.

Haklı savaşlar/ isyanlar, sadece nefretin eyleme dönüşmüş hâli değildir. Birçok defa savaşlar varoluş mücadelesi için verilmiştir tarihte.

Hayır; “kazananı yoktur”, “haklı savaş olmaz”, “kazanan silah satıcılarıdır” -yanlış ya da kasıtlı- tanımlamalara “Evet” diyemeyiz!

Binlerce haklı savaş vardır; Nazilerin saldırısına uğrayan Sovyetler’in ana vatan savunması ya da ezilenlerin ezenlere başkaldırısına…

Unutulmasın dünyanın en büyük silah tüccarları BM’nin merkezindeyken; zulme rıza da zulümdür.

Barış için savaşa karşı savaşmak “olmazsa olmaz”ken; savaşın ahlâkla ilgili kısmı onu yapan ve yaşayanlarla değil, sebep olanlarla alâkâlıyken; evet inkâr edecek değilim: Gücü paylaşmak için tiranların başlattığı mücadelede, sıradan insanların hayatlarını verdiği trajedidir savaş…

Ancak sosyal olarak tanınmış gruplar arasındaki şiddet içeren çatışma olarak tanımlanırken; savaşların ekonomi-politik sebeplerini -gayet iyi- kavramak da “olmazsa olmaz”dır!

Savaş zenginlerin terörü değil; bunu yanında -ne yazık ki hâlâ!- bir soru(n) çözme yaklaşımıdır!

Ve V. İ. Lenin’in işaret ettiği üzere, “Sosyal-demokrasi (yani sosyalizm-bn) savaşa hiçbir zaman duygusal bir görüş açısından bakmamıştır ve bakamaz. O, kesin olarak savaşı, insanların arasındaki anlaşmazlıkların ortadan kaldırılmasının oldukça zalim bir aracı olarak lanetler, ancak; savaşın, toplumlar sınıflara bölündüğü sürece, insanın insan tarafından sömürülmesi varolduğu sürece, kaçınılmaz olduğunu bilir. Bu sömürüye son vermek için, her zaman ve her yerde kendi sömürücü, egemen ve baskıcı sınıflarının başvurdukları savaştan vazgeçilemez. (…) Sınıf savaşını kabul eden kişi, sınıflı toplumda sınıf mücadelesinin doğal ve belli koşullar altında kaçınılmaz bir ilerleme, gelişme ve keskinleşme gösterdiği iç savaşları da kabul etmekten kendini alamaz. Bütün büyük devrimler bunu onaylar. İç savaşları inkâr etmek ya da unutmak, en büyük oportünizme düşmek ve sosyalist devrimden vazgeçmek anlamına gelir.”

Nihayet Jean Jacques Rousseau’nun, “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip burası benimdir diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara; sakın dinlemeyin bu sahtekârı meyveler herkesindir toprak hiç kimsenin değildir ve bunu unutursanız mahvolursunuz diye haykırsaydı işte o adam insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı,”[49] haykırışını -asla- unutmayın/ unutturmayın!

Evet Jean Paul Sartre’ın ifadesiyle, “Savaşı zenginler çıkarır, yoksullar ölür.”[50]

Sonra “Bütün savaşları dövüşemeyecek kadar korkak olan bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır,” diye ekler Emma Goldman!

Ayrıca François Fénelon’un, “Tüm savaşlar iç savaştır,” tespitiyle birlikte; “You cannot simultaneously prevent and prepare for war,” ya da Türkçesiyle, “Aynı anda hem savaşı önlemeye hem savaşa hazırlanamazsınız,” der Albert Einstein…

Bu hâlde, “En dezavantajlı barış en adil savaştan iyidir,” diyen Erasmus’u ciddiye almak mümkün mü?

 

BARIŞ DEYİNCE

 

Ve günümüzde barış…[51]

Onu; sosyolojik açıdan (ekonomi-politik ilişkilerini atlayarak![52]), “Şiddet sarmalından kurtulma arayışları” veya “Şiddete karşı medeni cesaret ve yapıcılık”[53] düzleminde ele almaya kalkışmak; ya da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu gibi, “Toplumsal barışa ihtiyacımız var. Silahla bu sorun çözülmez, adresi parlamentodur,”[54] biçiminde nitelemek gerçekten nafiledir!

Evet, “Johan Galtung, barış kavramını en basit şekliyle savaşsızlık hâli olarak tanımlamıştır. Ama süreli ya da süresiz olsun çatışmasızlık hâli hiçbir zaman barış kavramıyla bire bir örtüşmeyecek”ken;[55] savaşın sona erip, kalıcı barışın kazanılabilmesi için her şeyden önce savaşın nedenlerinin ortadan kaldırılması gerekir. Tarihsel olarak bakıldığında savaşların hemen tümünün ekonomik nedenlere dayandığı görülür. Egemen güçler, egemenlik alanlarını genişletmek ya da egemenliklerini kaybetmemek için savaşları bir araç hâline getirmiştir. Örneğin kapitalizm öncesinde savaşlar; değerli mallara el koymak, yeni topraklar elde etmek, vergi almak için yapılırdı. Kapitalizmde ise savaşlar sermaye birikiminin ve burjuvazinin egemenliğinin aracı olmuştur. Özellikle sanayi devrimi sonrasında, artan rekabet ortamında ulusal sermayelerine üstünlük kazandırmak isteyen devletler bir taraftan çevre ülkeleri sömürge hâline getirerek ucuz hammadde, ucuz enerji kaynakları ve ucuz emek gücüne sahip olmak ve yeni pazarlar elde etmek için savaşlar çıkartırken; öte taraftan da diğer sanayileşmiş ülkelerle paylaşım savaşlarına girişmişlerdir. Ayrıca kapitalizme özgü ulus devletlerin inşa süreçlerinde; ekonomik ve siyasi krizler nedeniyle hoşnutsuzluğun arttığı, sistemin sorgulandığı dönemlerde de yine savaş yoluna başvurulmuştur.

Ekonomik ve beraberinde de siyasi hegemonya alanını genişletmek ya da korumak için kullanılan savaşları çıkartan ve yönlendiren daima burjuvazi ve onun çıkarlarını temsil eden siyasi aktörler olmuştur. Savaş, sermaye ve onun çıkarlarının temsilcisi olan küçük bir kesime hizmet ederken, savaşın bedelini ödeyenler (Savaşan taraflardan hangisi kazanırsa kazansın) daima bunlar dışında kalan toplumun geniş kesimleridir. Kapitalizmin “barış” zamanında sömürdüğü, yoksullaştırdığı ve çoğunluğunu emekçi, küçük esnaf, zanaatkâr ve çiftçilerin oluşturduğu kesimler, savaş zamanında da gerek doğrudan cephede canlarını vererek, gerekse savaşın yarattığı yıkımın sonucunda daha da yoksullaşarak savaşın bedelini ödeyen taraf olmuştur.

Yani kapitalizmde savaşı, sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet eden ama bedelini yoksulların, emekçilerin ödediği ekonomik bir faaliyet olarak tanımlamak yanlış olmayacakken;[56] onurlu/ gerçek bir barış “dilek ve temenni” meselesi olamaz!

Devletin tarifini, Marksist olmayan birisi, Max Weber yüz yıl önce, “Şiddet tekeli” diye yapmış mıydı?

O hâlde azınlığın “Şiddet tekeli” çoğunluğun üzerinde baskı/ tahakküm/ sömürü iktidarını sürdürdüğü sürece barış mümkün müdür?

CHP’li Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç’in dahi, “Yaşamın içinde birileri mutsuzsa orada siz hiçbir şekilde barışı, huzuru temin edemezsiniz. Barış bir yaşam felsefesi, olmazsa olmaz bir unsurdur. Sadece barış söylemleri ile bu olmaz. O yönde barışı kurmak zorundasınız. Bir de samimi diyaloglar gerekir bunun için, barışın oluşması için. Çözümsüzlüklerle barışı kuramazsınız. Bazı şeyleri erteleyelim, şu günü kurtaralım demenin de faydası olmaz,”[57] diyebildiği tabloda; yazar Burhan Sönmez’in, “Sokakta dilenen insanlar gibi dilenmeli, önümüzden geçen herkese elimizi bir parça barış için uzatmalıyız,”[58] veya Barış Bloku sözcülerinden Prof. Gençay Gürsoy’ın, “Savaş iklimi eşitlik ve demokrasi için de engel,”[59] saptamaları ciddiye alınabilir mi? Bu mümkün mü?

Hayır; Hintli şair Sri Chinmoy Ghose’un, “Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde, dünya barışı tanıyacak”; Pierre Bayie’nin, “Demek, barışın kaynağı hoşgörü, kargaşa ve kavganın kaynağı ise hoşgörüsüzlüktür”; Benjamin Franklin’in, “Bugüne kadar savaşın iyisine, barışın kötüsüne rastlanmadı,” türünden genellemelerine itibar etmem; “Savaş varsa barış da mutlaka olacaktır,”[60] diyenlere de sorarım: “Ama nasıl?”

Tam da bu koordinatlarda Cicero’nun, “Barış’ın adı tatlıdır ve kendisi de huzur veren bir şeydir, ancak barış ile kölelik arasında çok fark vardır. Barış huzur dolu bir özgürlüktür, kölelik ise sadece savaşarak değil, gerektiğinde ölerek defedilmesi gereken tüm kötülüklerin en kötüsüdür”; Yılmaz Güney’in, “Mazlumların namluları, zalimlerin ensesinde olmadığı sürece barış gelmez”; Albert Einstein’ın, “İnsan savaş gibi inanmadığı bir şey için acı çekeceğine, barış gibi inandığı bir dava uğruna ölse daha iyi değil mi?” uyarılarına büyük değer veririm!

Bilirim: “Savaşın olmadığı hâl” derler barışa; sınıf(lar) savaşını unutanlar!

Ve duymak istemezler; “Barış savaşa tercih edilir. (…) Fakat nasıl bir barış? Eğer Hitler dünyayı fethetmiş olsaydı barış olurdu, ama bu bizim görmek istediğimiz türden bir barış olmazdı,” sözlerini Noam Chomsky’nin…

Sınıflı-sömürücü bir yerkürede “İki savaş arasındaki zaman” ve “Savaşa hazırlık süreci”dir barış…

Kapitalistlerin eşitsiz büyümeleri ve yeniden paylaşım yoluna gitmeleri sonucunda sürekli tehdit edilerek bozulan durumdur barış…

Sürdürülemez kapitalizm koşullarında savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar “sürekli barıştan” söz ederken; savaşın silahsız hâlidir barış…

Evet barış, “barışmak” mastarı, “birlikte gitmek”, “birlikte varmak” “(karşılıklı) temâsa geçmek”, “temasta bulunmak”, giderek “uyuşmak” anlamlarına gelmiştir. Bahis konusu mastarın isim hâliyse “barış”tır. Bunun esas anlamı “karşılıklı temas kurma”dır. anlam genişlemesiyle “barış”, “anlaşma”, “uzlaşma”, “uyuşma”; “savaşta ulaşılmak, varılmak istenilen nihâî gaye”, “son durak”; “savaşa, kavgaya ara verme” demek olmuştur. Yani barış, sözcük itibariyle savaşan taraflar arasında savaşı sona erdirme anlamına gelir.

Ancak savaşların nedeni ve karakteri tekelci kapitalizm dönemiyle birlikte köklü bir değişim geçirdiği için hiçbir barış, savaş öncesi duruma dönüşü sağlayamaz.

Emperyalizm çağının yeniden paylaşım hırsı, savaş tehdidi ve tehlikelerinin her an yeni bir savaşa dönüşme korkusunu canlı tutar. Bu nedenle savaşlar kaçınılmaz hâle gelir ve barış iki savaş arası mola dönemi ile sınırlı kalır.

Barış dönemlerini savaşa hazırlanarak geçiren emperyalist dünya karşısında barışın korunması, süresinin uzatılması ve belki kalıcı barış ütopyasının gerçekleşmesi ümidiyle barış taburlarının arayış ve çabaları da çeşitlilik arz eder, süreklilik kazanmış olur.

Böylece barış, sözcük anlamının ötesine geçer, kavramsallaşır ve bir tür toplumsal hareket biçimini alır. Haksız savaşlar emperyalist savaş gibi emperyalist barış olgu ve tanımları oluşur.

Kavram ayrışır ve karşı tarafta ilkeli ve tutarlı barış mücadelesi sınıf mücadelesinin bir biçimi olarak devrimci siyasete dahil olurken; “Özgürlükler ile birlikte el ele yürümediği sürece barış bir cinayet demektir,” der Karl Marx…

Neo-liberal küreselleşme vahşetinin karşımızda olduğu karanlıklarda bütün kelimelerin içeriği aynı hızla boşaltılıyorken; birincilik -elbette!- “barış”ındır!

Neo-liberal küreselleşme vahşeti için barış: “Eski düşmanların birleşip başka düşman bulana kadar geçirdikleri hazırlık dönemi, düşman arama süreci”; “İki savaş arasındaki ateşkesten hâllice durum”; “Savaş sonunda kazananın kurallarını koyduğu ateşkes”; “Genel bir savaşmama hâli, çatışmasızlık”; “Düşmanlar arasındaki uzlaşma”dır…

Ve kavranması gerektiği üzere tek taraflı barış olmaz.

İyi de neo-liberal küreselleşme vahşetinin köleleştirdiği ezilenlerin, lanetli efendilere isyan edemedikleri hâle “Barış” diyebilir misiniz?

Tekrarlayayım: Savaş nasıl siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi ise, barış da siyasal savaşımın bir parçasıdır…

Çok tarafsız, nötr bir kelime olmasına rağmen barış bir kavram olarak ancak “kazananı” ile birlikte vardır…

Bunun tersi bir tutum barışı depolitize ediyor. Oysa barış politiktir. Ve barış için apolitikçe “mış” gibi yapmak ise hiçbir şey ifade etmez, etmiyor da…[61]

Barışı doğuran/ yaratan savaş yanlılarına karşı mücadeledir; barışı savaşla kazanmaktır; bu nedenle de onurlu/ gerçek barış savaşın karesidir ve böylesi barış asla zavallı (bir dilenci) değildir!

Ve nihayet Baruch Spinoza’nın güzel tanımıyla: “Barış, savaşın olmaması değildir: Bir erdemdir; cömert, özgüvenli ve adil bir mizaçtır”!

 

SONUÇ MU?!

 

“Sonuç” mu dediniz?!

Cemal Süreya’nın, “Kötülüklerin/ Büsbütün egemen olduğu/ Namussuz bir çağ bu/ Biliyorsun!” diye betimlediği vahşeti aşmak için son söz söylenene dek barış (ile savaş) gerçeğine ilişkin yazıların/ yaşananların bir sonucu -ne yazıktır ki!- olmayacak!

  1. İ. Lenin’in, “Yalancılar ve ikiyüzlüler, beyinsizler ve körler, burjuvazi ve yandaşları, genellikle özgürlük, genellikle eşitlik ve demokrasi konusundaki boş sözleriyle halkı aldatmak isterler,” diye tarif ettiği iklimde olamayacaktır![62]

Her şey tam da böylesineyken; yine V. İ. Lenin’in, “Bir kimse köle doğduğu için suçlanamaz ama özgürlük uğruna savaşımdan kaçmakla kalmayıp köleliğini haklı bulan ve onu öven bir köle, haklı olarak öfke, tiksinti ve nefret duyguları uyandıran bir aşağılık parazit, bayağının bayağısı bir köledir,” uyarısını kulağımıza küpe ederek onurlu/ gerçek barış için terennüm edeceğiz Özge Topcu’nin dizelerini:

“Umut etmeyi en iyi biz biliriz./ Nâzım’dan bir mısra,/ Turgut’dan bir dize,/ Edip’den bir tutam mavidir servetimiz./

Varsın adımız dillerinizde şekilden şekile girsin./ Varsın yol uzun engebeli olsun,/ ya bugün, ya yarın,/ ya ertesi ve daha ertesi…/ Ama elbet birgün o DEVRİM bu ülkeye gelecek./

Sevdalınıza kulak verin,/ güzel günler göreceğiz çocuklar!/ ‘Göğe bakacağız’…”[63]

 

3 Kasım 2015 14:18:10, Ankara.

 

N O T L A R

[*] 15 Kasım 2015 tarihinde İzmir Gaziemir Belediyesi’nin düzenlediği Barış Festivali’nde yapılan konuşma…

[1] Pablo Neruda.

[2] Vladimir İlyiç Lenin, Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikatürü, Çev: Ferit Burak Aydar, Agora Kitaplığı, 2014.

[3] “Yoksulluk Azalıyor Ama…”, Birgün, 6 Ekim 2015, s.2.

[4] “Her Dokuz Kişiden Biri Aç”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2015, s.8.

[5] “Fakirliğin Sonu Yakınmış”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2015, s.10.

[6] “Dünyanın Üçte Biri Gizli Aç”, Evrensel, 5 Mart 2015, s.11.

[7] “Oxfam: Küresel Gelir Dağılımındaki Uçurum Büyüyor!”, Gündem, 20 Ocak 2015, s.16.

[8] “Bir Yanda Şatafat Öte Yanda Açlık”, Gündem, 30 Haziran 2015, s.16.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Düzen Sürdürülebilirliğini Kaybetti”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2015, s.10.

[10] “10 Kişiden 7’si Yoksul”, Gündem, 11 Ağustos 2015, s.16.

[11] Küresel gelir adaletsizliği derinleşirken OECD ülkelerinde sayıları 115 milyona ulaşan göçmenler, yerleşiklerden 1.5 kat daha fazla işsiz… (Pelin Ünker, “Hayata Tutunmak İçin Yola Çıktılar, İşsizlikle Sınanıyorlar”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2015, s.11.)

[12] “Eşitsizlik Son 30 Yılın Zirvesinde”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2015, s.10.

[13] Pelin Ünker, “Zenginler listesinde 32 Türk… Dünyada Gates, Türkiye’de Ülker”, Cumhuriyet, 3 Mart 2015, s. 22.

[14] “5 Bin Türk Milyoneri Dolara Kurban Oldu”, Vatan, 14 Ekim 2015,s.9.

[15] “Dünyanın Serveti 136 Trilyon Euro”, Gündem, 15 Ekim 2015, s.4.

[16] “Çin Milyarder Sayısıyla ABD’yi Geçti”, Gündem, 16 Ekim 2015, s.4.

[17] “Kişi Başına Servet 19 Bin Dolar”, Sabah, 14 Ekim 2015, s.8.

[18] “Kişi Başına En Fazla Milyarder Düşen Ülkeler”, Hürriyet, 25 Temmuz 2015… http://fotoanaliz.hurriyet.com.tr/galeridetay/97277/4369/1/29575013/ki-i-ba-na-en-fazla-milyarder-du-en-ulkeler

[19] “2016’da En Zengin Yüzde 1’lik Kesimin Serveti, Yüzde 99’un Servetini Geçecek”, Birgün, 17 Ocak 2015, s.5.

[20] “Afrika’da İnsanlık Ölüyor”, Gündem, 16 Şubat 2015, s.16

[21] “CEO’nun Cebi Doldu”, Milliyet, 26 Haziran 2015, s.10.

[22] “Bir Yanda Şatafat Öte Yanda Açlık”, Gündem, 30 Haziran 2015, s.16.

[23] “Lüks Liginde 214 Milyar Dolarlık Satış Yapıldı”, Milliyet, 8 Ağustos 2015, s.10.

[24] “Papa Bu Kez ‘Soykırım’ Yerine ‘Büyük Ermeni Trajedisi’ Dedi”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2015, s.14.

[25] “Almanya’nın Önceliği Silah Satışı”, Gündem, 6 Şubat 2015, s.7.

[26] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Resim – II”, Cumhuriyet, 30 Temmuz 2015, s.8.

[27] “Dünya’nın birçok ülkesi ABD’nin işgalci politikalarını ve uygulamalarını doğal karşılayan veya mecburen kabul eden ve bu işten nemalanan işbirlikçilerle yönetildiğinden, diğer ülkelerin emperyalist veya anti-emperyalist girişimleri yine aynı kişilerce, “işgalcilik”, “yayılmacılık” gibi sloganlarla karşılanıyor. ABD dediğiniz ülkenin dünya üzerindeki 63 ülkede askeri üssü var. 156 ülkede asker bulunduruyor. 250 binden fazla ABD askeri çeşitli dünya ülkelerinde güvenliği(?) sağlamak üzere konuşlandırılmış…” (Arif Nacaroğlu, “Fırlama Heyri”, Evrensel, 8 Ekim 2015, s.16.)

[28] Uluslararası ilişkiler konusunda çalışanlar, savaşın nedenini, serbest ticaretin ortadan kalmasına, doğal kaynaklarla ilgili mücadeleye ya da medeniyetler çatışmasına bağlayacaktır. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkma nedenini de böyle anlatıyorlar. Oysa gelir eşitsizliğinin gittikçe artması, ABD’nin giderek tek kutuplu dünya yaratması ve kendi çıkarı dışında çıkar tanımaması, gelişmekte olan ülkelerin, bırakın gelişmiş ülkelere yetişmesini, karşılaştırmalı olarak gittikçe gerilemeleri ve aşırı silahlanma Üçüncü Dünya Savaşı’nın nedeni olacak.

‘Paranın Yükselişi-Dünya Finansal Tarihi’nin yazarı Niall Ferguson’a göre, “Biz bunları yaşamıştık. Küreselleşmenin ilk çağında, birçok ekonomist, dünyanın finans merkezi Britanya ile kıta Avrupa’sının en dinamik sanayileşmiş ekonomisi Almanya arasında, birbirine ihtiyaç duyan (simbiyotik) bir ilişki olduğunu düşünüyordu. Bugün de acaba 1914’te olduğu gibi küreselleşmenin çatırdamasını tetikleyecek bir şey olabilir mi? Bu soruya verilecek yanıt, ticaret vs. yüzünden ABD ile Çin arasında siyasi ilişkilerin bozulmasıdır. Senaryo mantıksız gelebilir. Tarihçiler, önceden olduğu gibi, olayları anlayabilmek için mantıklı nedenler oluşturacaklardır. Savaşı savunanlar Çin’in zorlayıcı tavırlarını suçlarken, diğerleri, yorgun dev ABD’nin ihmal edilmişliğine ağıt yakacaklardır. Olaylarla tarihsel süreçlerin açıklanması yönünden bakıldığında, günümüzde büyük bir dünya yangınının başlama olasılığı, sinir bozucu olsa da, 1914’teki kadar yüksektir.”

“Tarihten alınacak önemli bir ders, ekonomik küreselleşmenin hayli ileri düzeyde olduğu veİngilizce konuşulan bir imparatorluğun baskın konumunun sağlam görüldüğü zamanlarda bile büyük savaşların patlak verebileceğidir. İkinci önemli ders ise dünyada uzun süredir büyük çatışma yaşanmamasının böyle bir çatışmayı düşünmeyi zorlaştırmasıdır (ya da belki böyle çatışmanın başlamasını kolaylaştırmasıdır). Ancak tarihçilerin bilebileceği, gerçekten büyük olan krizler o kadar ender yaşanır ki bugünün ekonomi yöneticilerinin böyle bir krizi yaşamış olma ihtimalleri yoktur. Üçüncü ve son ders de bir kriz patlak verdiğinde, keyfi yerinde olan yatırımcıların, savaş yarası taşıyanlardan daha fazla hasar gördüğüdür.”

Ekonomi tarihi öğretenler, “Altın Standardı”nın 1890 ile 1914 tarihleri arasında uygulandığını anlatırlar. Oysa devam etmiştir. Bu standart, ülke para birimlerinin altına bağlandığı, sabit bir döviz kuru sistemidir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, ABD dışındaki hiçbir ülkenin savaş harcamalarını sağlayacak kadar altınının olmaması, “Altın Standardı” uygulamasına bir süre ara verilmesi sonucunu doğurdu. Bu nedenle, 1914-1924 arası, “Altın Standardı”nın yerini “Altın-Dolar Standardı” aldı. 1925’te, İngiltere, Fransa ve Japonya, ABD ile birlikte hareket ederek, yeniden “Altın Standardı” uygulamaya başladılar.

Bugünlerde, “Altın Standardı”nın yerini, “kurların ABD Doları’na bağlanma uygulaması” aldı. 1944 Bretton Woods Anlaşması’nın temeli de buydu. 2000’de karşılaştığımız büyük krizimizin nedeni de kurları sabit tutma çabası olmuştur. Üçüncü Dünya Savaşı’nın da bu ısrar ve ABD’nin kendi çıkarı dışında çıkar tanımaması nedeniyle çıkacağı öngörülüyor. (Yaman Törüner, “Savaş Olasılığı”, Milliyet, 27 Ekim 2015, s.10.)

[29]https://translate.google.com/translate?hl=tr&sl=en&u=http://belfercenter.ksg.harvard.edu/publication/701/future_of_uschina_relations.html&prev=search

[30] Yaman Törüner, “Ekonomi Tarihi Savaş mı Diyor?”, Milliyet, 26 Ekim 2015, s.9.

[31] Ergin Yıldızoğlu, “Küreselleşmeden Sonra…”, Cumhuriyet, 8 Ekim 2015, s.8.

[32] Ergin Yıldızoğlu, “Amerika’dan Bakınca Dünya – I”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2015, s.9.

[33] Ergin Yıldızoğlu, “Amerika’dan Bakınca Dünya-II”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2015, s.14.

[34] “Çatışmaların Dünyaya Zararı 14 Trilyon Dolar”, Milliyet, 18 Haziran 2015, s.26.

[35] “Bir Yanda Şatafat Öte Yanda Açlık”, Gündem, 30 Haziran 2015, s.16.

[36] Olcay Büyüktaş, “Silaha Para Çok”, Cumhuriyet, 22 Mart 2015, s.9.

[37] “Dünya Silah Satıcılarının Hedefi Büyüyor”, Evrensel, 4 Kasım 2015, s.11.

[38] Burcu Ünal, “Dünyada En Fazla Mülteci Türkiye’de”, Milliyet, 21 Haziran 2015, s.20.

[39] “Sudan Krizi Büyüyor”, Gündem, 25 Haziran 2015, s.12.

[40] “Çocuk Cehennemi: Yemen”, Gündem, 14 Ağustos 2015, s.13.

[41] “230 Milyon Çocuk Çatışma Bölgelerinde Büyüyor”, Milliyet, 3 Temmuz 2015, s.20.

[42] Geçerken anımsatayım Bertolt Brecht’in dizelerini: “takvimde gün henüz işaretlenmemiş./ her ay, her gün/ açık durur hâlâ./ bu günlerden biri/ işaretlenecek bir çarpıyla.

işçiler haykırırlar ekmek diye./ tüccarlar bağırırlar pazar diye./ eskiden işsizler açtı,/ şimdi işi olanlar aç./ artık yeniden başladı çalışmaya/ kavuşmuş duran eller:/ yaptıkları gülle.

sofradan eti kaldıranlar/ öğretiyorlar kanaat etmeyi,/ hep bana, hep bana, diyenler/ bu kez istiyorlar özveri./ tıka basa yiyenler/ gelecek güzel günlerden/ söz ediyorlar açlara.

uçuruma götürenler ülkeyi/ diyorlar, yönetmek çok zor,/ sıradan insan yapamaz bu işi./ liderler söz edince barıştan/ anlar halk/ savaşın geldiğini.

liderler lanetlediğinde savaşı/ seferberlik emri yazılmıştır bile.

baştakiler der ki: barış ve savaş/ iki farklı şey./ oysa rüzgârla fırtına gibidir/ onların barışı ve savaşı.

savaş doğar onların barışından/ anasından doğan oğlan gibi,/ taşır oğlan anasının/ o korkunç yüz çizgilerini.

öldürür onların savaşları/ ne varsa barışlarından/ arta kalan.

gece,/ evli çiftler/ yatarlar yataklarında./ bizim tazecikler/ yetimler doğuracak.

baştakiler der ki: orduda/ yoldaşlık hüküm sürer./ bu işin doğrusu/ mutfakta görülür/ görülse görülse./ yüreklerindeki cesaret/ belki aynı./ ama tabaklarındaki yemek/ farklı.”

[43] Bertolt Brecht, Bütün Oyunları, Cilt:3, Üç Kuruşluk Opera/ Mahagonny/ Mahagonny Kentinin Yükselişi ve Düşüşü/ Lindberghlerin Uçuşu/ Anlaşma Üzerine Baden Öğreti Oyunu/ Evet Diyen/ Evet Diyen. Hayır Diyen/ Önlem (1930)/ Önlem (1931), çev: Yücel Erten-Aziz Çalışlar-Yılmaz Onay-Ayşe Selen, Mitos Boyut Yay., 1998.

[44] “Savaş ve Barış Üzerine”, Güney, No:74, Ekim-Kasım-Aralık/ 2015, s.11.

[45] Barış Yıldırım, “Savaş Neden Çıkmıştı?”, Mevsimlik, No:1, Bahar-2015, s.11.

[46] Şenol Karakaş, “Sermaye Barışçıl Olamaz”, Mevsimlik, No:1, Bahar-2015, s.35.

[47] Erich Maria Remarque, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Çev: Burhan Arpad, Everest Yay., 2012.

[48] George Orwell, 1984, çev: Celâl Üster, Can Yay., 2015.

[49] Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev: Şemsettin Yeltekin, Araf Yay., 2000.

[50] Yine anımsatmalıyım: “bu gelen savaş ilk değil./ çok savaş oldu bundan önce./ bittiği gün en son savaş/ bir yanda yenilenler vardı gene,/ bir yanda yenenler vardı./ yenilenlerin yanında/ kırılıyordu halk açlıktan./ yenenlerin yanında/ halk açlıktan kırılıyordu,” dizelerini Bertolt Brecht’in…

[51] “Uslu akıllı çiftçiler, dinleyin söyleyeceklerimi/ Anlamak istiyorsanız nasıl yitirdik barışı/ Perikles kendi yıkımını önlemek için tutuşturdu devleti/ Bir kıvılcım gibi attı ortaya Megara Fermanı’nı/ Öyle bir kasırga estirdi ki, dumandan/ Dost düşman Helenlerin gözleri karardı/ Köyler dayandı direndi uzun zaman/ Ama bağ kütükleri tutuşup testiler kırılınca/ Kimse söndüremez oldu yangını. Barış da uçtu gitti…// Filomuz öç almak için yedi bitirdi incirlerini/ Bir sürü suçsuz, habersiz köylünün/ Tarlalarını bırakıp burada toplanınca işçi milleti/ Anlamadı bir kez daha satılmış olduğunu/ Cibreleri yok, çok sevdikleri kuru incirleri yok diye/ Gözlerinin içine bakıyorlardı nutuk çekenlerin/ Onlarsa biliyordu açlıktan kıvrandığınızı/ Halk da aç, bitkin, miskin köpekler gibi/ Saldırıyordu her önüne atılan iftira lokmasına/ Yabancılar tehlikeyi görüyor/ Altınla tıkıyorlardı bazı gammazların ağzını./ Onları zengin edip sizin haberiniz olmadan/ Çöle çeviriyordu Yunanistan’ı/ Bunlar hep o deri tüccarının marifetleri!” diyen Aristophanes’in satırları günümüz iktidarlarının vahim tavırlarıyla acıklı bir şekilde örtüşmektedir! (Hande Demircioğlu, “Barış Oyunları”, Birgün, 11 Eylül 2015, s.14.)

[52] “İkinci Dünya Savaşı’ndan 2013 yılına dek savaşlarda ölen insan sayısı 25 milyon kişi iken, sadece 2013 yılında açlık ve susuzluk nedeniyle ölen insan sayısı ise 14 milyondur. Savaşları var eden sermaye ve onların devletleridir. Fakat insanlar sadece savaşlarda ölmüyor. Dayattıkları kapitalist ekonomi politikaları nedeniyle yaratılan açlık ve susuzluk, insanların ve çocuklarının ölümlerini her geçen gün inanılmaz sayılara ulaştırmakta.” (Yusuf Gürsucu, “Göçler, Savaş ve Kapitalizm!”, Gündem, 8 Eylül 2015, s.14.)

[53] Zehra İpşiroğlu, “Şiddet Sarmalından Kurtulma Arayışları”, Patika, No:91, Ekim-Kasım-Aralık/ 2015, s.10.

[54] “Kılıçdaroğlu: Seçim Güvenliğini Sağlayamıyorlarsa İstifa Etsinler”, Birgün, 4 Eylül 2015, s.9.

[55] Eda Demirkaya, “Çatışmasızlık Hâli ve Uzlaşmasız Barış Üzerine”, Mevsimlik, No:1, Bahar-2015, s.6.

[56] Özgür Müftüoğlu, “Her Şeyden Önce Savaşın Nedenleri Ortadan Kaldırılmalı”, Evrensel, 31 Ağustos 2015, s.7.

[57] Burcu Ünal, “Sarıyer Belediye Başkanı Şükrü Genç: Birileri Mutsuzken Orada Barış Olamaz”, Milliyet, 1 Eylül 2015, s.17.

[58] “90’lar Bu Ülkenin Kaderi Değildir”, Evrensel, 2 Eylül 2015, s.10.

[59] Serpil İlgün, “Gençay Gürsoy: Savaş İklimi Eşitlik ve Demokrasi İçin de Engel”, Evrensel, 13 Temmuz 2015, s.14.

[60] Ertuğrul Kürkçü, “Savaş Varsa Barış da Mutlaka Olacaktır”, Özgür Gençlik Dergisi, ‘Suruç’ Özel Sayısı, Ağustos-Eylül 2015 s.74.

[61] Cihat olarak İslâmın Kutsal Kitabı Kur’an vasıtasıyla ve yine İslâmi deyimle “Allah’ın emri”: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (inkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.” (Kaynak: Kur’an-ı Kerim, Enfal Suresi 39. Ayet, Diyanet Vakfı Meali.)

[62] Devamla ekler V. İ. Lenin: “Ya soy, ya soyul; ya başkaları için çalış, ya da başkalarını kendin için çalıştır; ya köle sahibi ol, ya da köle. Böyle bir toplumda yetiştirilmiş olan insanlar doğallıkla, denebilir ki annelerinin sütüyle birlikte, şu anlayışın ruh hâlini, alışkanlığını özümsüyor: Ya bir köle sahibisiniz, ya da köle, değilse, küçük mülk sahibi, küçük memur, küçük subay, ya da aydın: Sözün kısası; yalnızca kendisi için kaygılanan ve başka hiç kimseyi umursamayan bir insan”…

[63] Özge Topcu, “Umut Aşısı”… http://murattay.blogspot.com/2015/05/ozge-topcu-umut-ass.html

 

“Ya komünizm ya da bu iş karakolda biter…”*

Buna rağmen insanlığın ve uygarlığın geleceği riske atılmış bulunuyor. Kapitalist üretim tarzı “yaratıcı yıkıcılık” sayılsa da, şimdilerde çoktan yıkıcılığın yaratıcılığın önüne geçtiğini söylemekte bir sakınca yok. Artık her geçen gün yaptığından daha çoğunu yıkıyor, daha çoğunu yok ediyor, daha çok kirletiyor…

O halde neden böyle oldu, neden genel bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı, neden tüm işaret lambaları kırmızıya dönmekte? Neden her geçen gün sosyal kötülükler (işsizlik, açlık, yoksulluk sefalet, anlam kaybı…) çığ gibi büyüyor, ekolojik dengeler alt-üst oluyor? Bütün bunlar oluyor zira kapitalizm insanlığın ve uygarlığın normal hali değil, bir sapmaydı… Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine dayanıyor ve kapitalizm dahilinde üretim etkinliğinin birincil amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil kâr etmektir. Kullanım değeri değil değişim değeri üretmektir…

Başka türlü söylersek, bir ilişki tersliği söz konusu. Öküz, arabanın arkasına koşulmuş durumda… Her üretim çevrimi sonunda yaratılan değer, artık ürün, artı-değerin (kârın) her seferinde yeniden yatırılma zorunluluğu var, bir sonraki üretim çevrimine sokulması gerekiyor. Ve sonuç “üretim için üretim” biçimini alıyor. İkincisi, kapita- lizm kutuplaştırıcı bir temel eğilime ve dinamiğe dayanıyor. Bir kutupta zenginlik biriktirmek, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmekle mümkün oluyor. Aksi halde dünya nüfusunun %1’inin dünya zenginliğinin (servetinin) yarıdan fazlasına, %8.1’inin de dünya zenginliğinin %86,4’üne el koyması mümkün olmazdı… Üçüncüsü de kapitalist üretim tarzının geçerli olduğu yerde üretimin insanî -sosyal ve ekolojik sonuçları (zararları) dikkate alınmıyor. Netice itibariyle fatura topluma ve doğaya çıkıyor, Burjuva iktisatçıları buna “dışsal ekonomiler” diyerek işin içinden çıktıklarını sanıyorlar… Oysa dışarda kalan hiç bir şey yok…

Neoliberal küreselleşmenin dayatılmasıyla, yıkıcılık hızlandı, kapsayıcılığı daha da arttı. Kapitalizm dahilinde insan toplumlarının üretim, tüketim ve yaşam etkinliği şimdilerde jeolojik sorunlar da yaratır duruma gelmiş bulunuyor ki, buna antroposen çağ (anthrophocène) deniyor.  Artık kapitalizm dahilinde sorunların üstesinden gelmek mümkün değil. Dolayısıyla hem yeni bir uygarlığa giden yolun aralanması gerekiyor ve hem de bunun vakitlice yapılması gerekiyor. Zira sistemin yıkıcılığı bu ölçüde hızlanmış, kapsamı da bu ölçüde büyümüşken, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir…

Gerçek durum böyleyken ve genel bir sürdürülemezlik, sürdürülebilemezlik tablosu ortaya çıkmışken, küresel plütokrasinin, küresel oligarşinin sözcüleri, akıl hocaları, “eğer büyüme gerçekleşir, modern teknoloji (teknik bilim) de gelişmesini sürdürürse, sorunların çözüleceğini, işlerin yoluna gireceğini” söylüyorlar. Oysa, kapitalizm dahilinde, üstelik onun vahşi neoliberal versiyonunun geçerli olduğu durumda, bu ikisi sorunların çözümünün anahtarı olmak bir yana, bizzat kendileri birer sorun haline gelmiş bulunuyor. Yegane amacı kâr ve her seferinde daha çok kâr, daha çok sermaye biriktirmek olan, insana ve doğaya saygısız, her türlü etik değerden yoksun bir sistem dahilinde büyümenin hiç bir sorunu çözme şansı yoktur. Aynı şekilde, kâr etmenin ve yıkımın hizmetine sunulmuş teknolojik harikaların da sorunları çözmesi mümkün değil ama daha da azdırması kaçınılmaz…

Geride kalan son otuz beş-kırk yılda, neoliberal  küreselleşme çağında yeryüzünün egemenleri, küresel oligarşi ve küresel plütokrasi, ‘köpeksiz köyde değneksiz gezme’ imkânına kavuştular. Ezilen ve sömürülen sınıfları, bulundukları mevzilerin gerisine püskürtmeyi başardılar. Güç dengeleri yeniden ve kesin olarak sermaye sınıfının lehine döndü. Bunun asıl nedeni ütopya zaafıydı. Ezilen halklar ve sömürülen sınıflar ütopyasız kalmıştı. Bu ütopya zaafının ortaya çıkmasında  elbette “reel sosyalizm” deneylerinin başarısızlığının da başat bir rolü oldu.

İçinde bulunduğumuz dönemde yaratıcı ütopyanın vakitlice yaratılması gerekiyor. Zira yaratıcı ütopya yokluğunda doğayla uyumlu, öküzün arabanın arkasına koşulmadığı, insan haysiyetini ciddiye olan yeni bir uygarlığa giden yolu aralamak mümkün değildir. Eğer insanlığın bir geleceği olacaksa, bu, kelimenin jenerik anlamında, komünist bir toplumsal düzen (bölüşmeyi, paylaşmayı, karşılıklılığı, dayanışmayı, bizim dilimizdeki karşılığı olan müşterekleri esas alan, doğayla uyumlu “başka bir uygarlık”) olabilir… Artık yöneticileri, değil yönetimleri, yönetimleri değil sistemi, sistemi de değil uygarlığı değiştirme zamanı. Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir… o

* Bu yazı Red dergisinin 100”üncü sayısında yayınlanmıştır.

Volkswagen’in egzozu ya da parayı veren dumanı salar

Bu yazıda daha ziyade bu sahtekârlığın nasıl bir amaca hizmet ettiği ve bunun doğaya, çevreye, ekolojiye duyarlı insanlar için ne anlam ifade ettiğinden bahsedeceğim.

Bu sahtekârlık neden yapıldı?

İçinde yaşadığımız kapitalist sistemin üretiminde iki altın kural vardır; bunlardan ilki artı değer üretimidir ki bu bildiğimiz en geniş anlamda işçilerin emeğinin sömürüsü sonucu ortaya çıkan ve patronun gasp ettiği karşılığı ödenmemiş emektir. İkincisi ise pazarda rekabettir. Yani bu Volkswagen açısından şu demek oluyor, dünya çapında binlerce işçinin emeğini sömürerek ürettiği otomobilleri, başka işçileri sömüren rakiplerine göre daha fazla satmak, pastadan daha büyük bir dilim koparabilmek için rakipleriyle rekabet etmek zorunda. Kabul edilebilir emisyon değerlerini sağlamak, elbette hem araştırma alanında hem de üretim esnasında VW için üretilecek her araçta ekstra bir maliyet demek olacaktı. Söz konusu sahtekârlığın 11 milyon aracı kapsadığı söylendiğine göre bu devasa çapta üretimin tamamını düşündüğümüzde milyonlarca, hatta milyarlarca dolarlık bir ek maliyetten söz ediyoruz. Elbette maliyetteki böylesi bir artış, aracın pazardaki satış fiyatına da yansıyacak, VW’nin pazardaki rekabet gücünü olumsuz etkileyecekti. Aynı zamanda egzoz emisyonlarının düşük olduğu reklamını yaparak, “çevre dostu” insanlara da hitap ederek satışlarını arttırabilecekti. Özellikle 2008’deki krizden sonra hızlı bir büyüme göstererek rakiplerine fark atan VW’nin uyguladığı bu sahtekârlık bir yandan tekil bir durumu ifade etse de, otomotiv sektörünün genelinde böylesi vakaların yaşandığı bilinmekte. Yani aslında bu tip durumlar VW’nin sahtekârlığı ya da otomotiv sektörü ile sınırlı bir durum değil, mevcut üretim tarzının yansımaları.

Şikâyet öyle olmaz böyle olur(!)

Peki, bu skandal neden şimdi ortaya çıktı? Almanya’da faaliyet gösteren Alman Çevre Yardımı (Deutsche Umwelthilfe) isimli bir örgüt 2007 yılından bu yana Alman otomotiv tekellerinin emisyon kurallarına uymadığı yönünde hükümete başvuruda bulunmaktaydı. Ancak öyle gözüküyor ki Alman hükümeti bu konuda bir adım atmamayı tercih etmiş, kendi ekonomik büyümesine yüklü katkılarda bulunan VW ve diğer otomotiv tekellerini koruyup kollamayı tercih etmişti. Bu durum yıllarca devam etti. Ta ki Alman otomotiv devlerinin dünya pazarına açılmak üzere organize ettikleri 66. Uluslararası Otomotiv Fuarı Frankfurt’ta devam ederken EPA söz konusu skandalı gündeme getirene dek. Zamanlama tesadüf olamayacak kadar iyi gözüküyor değil mi? Bu skandalın uzun süredir rapor edilen bir durum olduğu halde böylesi bir zamanda ayyuka çıkması, dünya çapında süren ekonomik krizle ve kendi ekonomisindeki durgunlukla baş etmeye çalışan ABD’nin, kendi pazarına girmeye çalışan Alman tekellerine açık ve güçlü bir uyarısı gibi gözüküyor. Tekrar yazının başında bahsettiği kapitalizmin iki kanununu hatırlayalım. ABD’li ve Alman tekeller otomobilleri üreten işçileri sömürme konusunda ortaktırlar, ama iş rekabete gelince işte tam bu şekilde birbirlerinin gırtlağına sarılıverirler.

Devler savaşırken çimenler ezilir…

Peki, bu skandal, bizler yani o fabrikada çalışan işçiler, ya da içinde yaşadığı doğayı bunca yağma ve talanın içerisinde bir nebze daha fazla koruyabilmek için düşük emisyonlu otomobiller, A+ beyaz eşyalar satın almaya çalışan insanlar için ne ifade ediyor?

Birincisi milyarlarca dolar zarar eden ve hisseleri borsada önemli derecede değer kaybeden VW’nin her zaman olduğu gibi bu skandalda da işin faturasını işçilere ödeteceği kesin. Hatta bu durum başta Alman otomotiv firmaları olmak üzere tüm otomotiv sektörüne yansıyacaktır. Yaşanan zarar binlerce işçinin işten çıkarılması, haklarının gasp edilmesi, daha uzun saatler daha yoğun çalışma koşulları ve bu koşulların kabul edilmesi için oluşabilecek tüm tepkilerin şiddet de dâhil çeşitli yollarla bastırılması şeklinde olacaktır. Hatta üstüne bir de patronlar burada mağduru oynayacaktır. En az 301 işçinin öldürüldüğü Soma’daki katliamın ardından Soma Holding’in sahibinin oğlunun “En fazla biz mağdur olduk, biz tutuklanırsak hayatta kalan işçiler de işsiz kalır.” Diyerek mağduru oynaması, üstüne bir de işçileri ve ailelerini tehdit etmesi buna çok benzer bir durumdur.

İkincisi, kapitalizm iliklerine kadar çürümüş ve insanı ve insanlığa dair herşeyi çürüten bir sistemdir. VW’nin ya da herhangi bir otomotiv firmasının düşük emisyon değerlerine sahip araçları piyasaya sürmesi (böylesi bir sahtekarlık yapmamış olsalar dahi) çevreye, ekolojiye duydukları hassasiyetten değil, tam tersine insanların bu hassasiyetini kâra dönüştürme çabasındandır. Kapitalizmde “her şeyin bir fiyatı vardır.” cümlesi, bir yerden sonra “herkesin bir fiyatı vardır.” halini almaktadır. Tıpkı en temel insani ihtiyaçlardan biri olan eğitimin ya da sağlığın bir ticaret halini alıp bizlere satılıyor olması gibi. Yine bu skandalın ortaya çıkması ABD’nin çevreye dair büyük hassasiyetlerinden değil, tekeller arasındaki rekabetin bir sonucu olduğundan yukarıda bahsettik. Gerçekten böyle bir hassasiyetle yapılmış olsa, 2007’den beri sunulan raporların hasıraltı edilmesi nasıl açıklanabilir? İnsanların içinde yaşadıkları dünyaya karşı duydukları hassasiyet, doğayı koruma isteklerinin de kapitalizmde elbet bir fiyatı vardır. Son derece doğal ve insani olan bu istek piyasada belli bir fiyatı olan, satılabilir, pazarlanabilir bir metaa dönüşmüştür kapitalizmde. Bizler ise düşük emisyonlu otomobiller, enerji tüketimini düşüren A+ (buna daha da + eklenebilir) beyaz eşyalar alarak, kamu spotlarında bize nasihat edildiği üzere duşta suyu daha az kullanarak bu dev tekellerin bizlere allayıp pullayarak sunulan vicdan rahatlamasını satın alan potansiyel yolunacak kazlardan ibaretiz bu sistem için. Böylece her gün devasa miktarlarda zararlı gazın atmosfere salınmasından, derelerin siyanürle, HES’lerle talan edilmesinden, yani doğamızın bu denli alt üst oluşundan sorumlu şirketlerin suçu ise bu şekilde aklanmış, biz sıradan insanların üzerine yüklenmiş oluyor. Dünyamızı, yaşam alanlarımızı, doğamızı koruma refleksimiz böylece fiyatlandırılmış ve üzerinden kâr elde edilmiş, hem yaşanan ekonomik kayıpların, hem de doğaya verilen zararın faturası bizlere kesilmiş oluyor. Devasa firmalar savaşırken altta kalan çimenler dümdüz ediliyor.

Doğayı korumak, dünya ile uyum içerisinde ekolojik bir yaşam sürmek isteyen bir insan için bugün yapılması gereken en önemli şey tek başına kendi kapısının önünü temizlemek değil, dünyayı yaşanmaz haline getiren bu sistemi ortadan kaldırmaktır. Dünyamızı sürüklendiği bu sarmaldan kurtarmak için bundan başka da bir çare mevcut değildir. Fiyat biçtikleri insani değerlerimize sahip çıkmak, bu değerleri pazarlanabilir bir mal haline getirenlere karşı mücadele etmemiz gerekmektedir. Bundan daha geride kalan herşey kanserli bir vücuttaki ufak bir yaraya merhem sürmekten öteye geçemeyecektir. o

Ekin Erdem Evliya

Filistinli Mahmud Hasan ile röportaj

Kaldıraç: Öncelikle bizlere kendinizi tanıtabilir misiniz?

Mahmud Hasan: Ben Mahmud Hasan, Addameer’de (Addameer Esirleri Destekleme ve İnsan Hakları Kuruluşu) çalışıyorum. Amacım Filistinli tutsakları savunmak, bir insan hakları örgütü olarak insan haklarını savunmaya çalışıyorum. Özellikle İsrail hapishanelerinde tutulan esirlerin, haklarını, davalarını savunmaktayız. Kişisel olarak ve çalıştığım kurum olarak buna hizmet ediyorum.

Kaldıraç: Addameer’deki faaliyetlerinize ek olarak aynı zamanda Ahmet Saadat’ın da avukatlığını yapıyorsunuz. Yakın dönemde Ahmet Saadat ve diğer Filistinli tutsaklar için uluslararası bir kampanya yürütüldü, bununla eş zamanlı olarak hapishanelerde bir açlık grevi sürecine girildi. Bunun amacı tutsakların aileleriyle görüşmesiydi, görüşmeye izin verilmiyordu.. Bu konudaki gelişmeler neler?

Mahmud Hasan: Hem uluslararası hareket, hem de açlık grevleri etkili oldu, Saadat’ın sonucunda ailesini görmesine izin verdiler, esir tutlduğu ilk günden beri görüşmemişlerdi, uzun süre eşiyle görüşemiyordu, bu da sağlandı. Tecrit  de kalktı eylemlerin tecritin kaldırılmasında da etkisi oldu.

Kaldıraç: Tecrit kalktı mı?

Mahmud Hasan: Evet şu anda kalkmış durumda ama, bununla birlikte sürekli tehdit ediliyorlar. Yani herhangi bir demeç verilmesi veya etkili bir faaliyet yapılmasının ardından tecrit edilmekle tehdit ediliyorlar. Aba altından sopa gösteriyorlar, tecriti bir silah olarak kullanıyorlar.

Kaldıraç: Siyonist İsrail devleti, hapishane politikalarıyla ne amaçlıyor? Birçok baskı politikası, işkence uyguluyorlar. Konferansta pek çok şey anlatıldı. Nasıl yöntemler kullanıldığından ve ne amaçlandığından bahsedebilir misiniz?

Mahmud Hasan: İlk olarak işgal devleti, bir şekilde Filistin sorununun çözülmesini istemiyor ve bu tutsaklar olayını kullanarak Filistinliler üzerinde baskı kurmak amaçlanıyor. Hem geçmiş senelerdeki gösterdikleri saldırı ve kaba kuvvet, hem de dışarıda uyguladığı infazlar, sonuçta bunlar bir baskı oluşturmak, Filistin davasını çözümsüzlüğe götürmek için.

Kaldıraç: Filistin’de yaşananlara şu anda 3. İntifada diyenler var, buna bu ismi vermek sizce doğru mu? Bir de bunun sebebi İsrail’in savaşı tırmandırması ve baskıyı arttırması mı? Öyle ise tek sebebi bu mu, yoksa içeride de, iktidara yani Filistin içerisindeki yönetime karşı da bir isyan var mı? Muhalif bir çizgi var mı?

Mahmud Hasan: Güzel soru… İlk olarak, Filistine karşı açılan savaş hiç durmadı. Her zaman başka yöntemler kullandılar, sadece silahla değil topraklara el koydular, yerleşim bölgeleri kurdular, giriş çıkışları zorlaştırdırlar, bir sürü biçimde savaşı sürdürdüler. Filistin halkı büyük bir patlama için beklemedeydi, bu bir kıvılcımdı. Bunların birikimi hazırlıyordu böyle bir patlamayı. Filistin halkı siyasi liderleri böyle bir patlamaya hazır olma yönünde uyarıyorlardı. Bu isyan örgütlerin, siyasilerin dışında, yani önünde öncülüğünde olmayan bir halk hareketiydi. İşgal devletinin Kudüs’te günlük olarak yaşamı zorlaştırmak için ve farklı alanlarda yaptıkları baskıların sonucunda oldu. İsrail’in kendi siyasi liderleri de teorisyenleri tarafından bu konuda uyarılmaktaydı, böyle bir isyanı bekliyorlardı. Eylemlilik bazı noktalarda çatışma olarak değil, yaygın bir alanda; şehirlerde, köylerde, üniversitelerde günlük olarak devam ediyor.

Kaldıraç: Peki bu hareket içerisinde El Fetih’e ya da Hamas’a yönelik bir protesto da var mı? Bu ses siyonist İsrail’e karşı yükseliyor ama içeride de bir rahatsızlık var mı? “Beni temsil etmiyor” anlayışı var mı?

Mahmud Hasan: Evet, en etkili nedenlerden biri de bu. Filistin safında, birliğinde bulunan çatlak da gençlerin ya da aktivistlerin, devrimcilerin, protestolarının sebeplerinden biridir. Bu yaşanan aynı zamanda Gazze yönetimi, Batı Şeria’yı, Filistin birliğini böldükleri için halkın kendi kızgınlığını dile getirmesidir. Ne El fetih, ne de Hamas, bu eylemlere maddi bir destek sunuyor. Hamas’la El Fetih arasındaki ayrılık bu eylemlerin ortaya çıkmasında çok büyük bir etken oldu, bu sokağa çıkan gençler ne Fetih’ten emir alarak ne Hamas’tan emir alarak, tam tersi, bunlar İsrail’e karşı oldukları kadar, Fetih ve Hamas arasındaki anlaşmazlığı da protesto ediyorlar ve dile getiriyorlar.

Kaldıraç: Uluslararası çapta yürütülen bir BDS (Boycott, Divestment and Sanctions Against Israel) hareketi var, bu hareketin İsrail devleti üzerinde nasıl bir etkisi var? Filistin içerisinde bu hareketin etkileri nasıl görünüyor?

Mahmud Hasan: BDS hareketi İsrail’i çok etkiliyor. İsrail’in BDS’ye karşı tepkisinden bunu anlıyoruz. Uluslararası alanda da bu harekete karşı bir politika yürütmeye çalışıyor, bunun ne kadar etkili olduğunu gösteren de bir durum. İsrail yeni bir kanun çıkarttı; İsrail içerisindeki sivil örgütlerin, BDS’yle ilişkisi olan ya da İsrail’e boykota teşvik eden yapıların, mali durumlarını açık olarak göstermesi gerekiyor; bu da bir baskı olarak işliyor. Yeni bir kanun daha çıktı, İsrail’i boykota teşvik etmeyi bir suç olarak kabul eden bir kanun çıkarıldı. İsrail şimdi onu boykot eden kişilerin, kurumların, örgütlerin bir listesini çıkarmaktadır ve daha sonra bunların İsrail’e girişlerini yasaklamayı amaçlayan bir yasa daha çıkarıldı. Filistin toprakları içinde, özellikle Batı Şeria’dan gelen, Avrupadan gelen BDS’yle ilişki olanları İsrail bulup sınır dışı ediyor. İsrail toplumunun içinde bile böyle sesler, hükümete karşı sesler çıkmaya başladı; “nereye gidiyorsunuz, bu izlediğiniz politikalar yüzünden tecrit oluyoruz, Güney Afrikada olup bitenlerle aynı duruma düşebiliriz” dendi. Hatta siyasi arenada bile bir muhalefet var. Özellikle İşçi Partisnin eski lideri Peretz aynı şeyleri söylüyor hükümete; “kendinize gelin, kendinizi birşey sanıyorsunuz” diyor. “İsrail’in dışardaki görüntüsü içeride bize anlattığınız gibi değil” diyor. Toplumun içerisinde, korkuyla birlikte bir etki bırakmaya başladı bu BDS hareketi [Tercümanın kendi sözleri, araya giriyor: Bir keresinde bir demece denk geldim; “evet bizden hala bir et kopartamadı ama ısırmaya başladı BDS hareketi” şeklinde. Bu söz Netanyahu’ya aittir] İsrail özellikle akademisyenler arasında BDS yanlısı olanlardan çok rahatsız.

Kaldıraç: Ortadoğu’daki savaş, Suriye’de, Irak’ta, Tunus’ta, Mısır’daki gelişmeler, genel olarak değerlendirildiğinde, bölgedeki çeşitli direniş mücadeleleri ele alındığında, bunlar Filistin’deki halka nasıl yansıyor? Kendilerine nasıl bir etkisi var?

Mahmud Hasan: Bu son gelişmeler hakkında, genel olarak, kişisel fikrimi söylüyorum. Olup bitenlerin çoğu İsrail’in işine gelmektedir. En azından Netanyahu’nun bölgeye, halkına, dışarıya söylediği sözlere baktığımız zaman da; demokrasi, insan hakları savunan tek ülke gibi kendisini lanse etmektedir. Bu dönemde İsrail’in eline bir koz geçmiş ve bunu iyi kullanmaya çalışmaktadır.

Kaldıraç: Son olarak eklemek veya vurgulamak istediğiniz bir konu var mı?

Mahmud Hasan: Boykot hareketinin daha iyi bir hale gelmesini istiyoruz. Özellikle BDS’nin gerçekten çok önemli olduğunu düşünüyoruz. İsrail’le olan ilişkilerin ifşa edilmesi gerektiğini ve İsrail üzerinde baskı kurulması gerektiğini vurguluyoruz

Kaldıraç: Teşekkür ederiz… o

Filistin ve öğrenci hareketi Lina Hattab ile röportaj*

*    6 ay boyunca İsrail zindanlarında suçlama olmaksızın tutuklu kalan ve konferansa konuşmacı olarak katılan üniversite öğrencisi.

Lina Khattab, Filistin’de Birzeit Üniversitesi’nde 1. sınıf öğrencisiyken katıldığı bir eylemde gözaltına alınmasıyla beraber, hayatının altı ayını Siyonist İsrail devletinin zindanlarında işkence koşullarında direnerek geçiriyor. Sonrasında tekrar üniversitesine ve mücadelesine geri dönen Lina’ya Filistin’deki öğrenci hareketi ve kendi mücadelesi hakkında sorular sorduk.

Lina Hattab: Hapisten önce hayatım her Filistinlinin hayatı gibiydi. Tahmin edebiliyorsunuzdur; işgal altında yaşamak, herkes gibi işgal güçlerinin yaptıklarına karşı direnmek. Bir yandan Birzeit üniversitesinde medya üzerine okuyordum, bir yandan Filistin halk danslarına ilgim vardı. Elbette bunlarla birlikte pek çok umudum ve hayalim ile uğraşıyordum. Bu hayalleri İsrail işgaline karşı olan mücadelemden hiç ayırmadım.

Birisi hapis edildiğinde, tüm özgürlüğünü ve haklarını kaybetmişcesine davranılıyor. Bu beni psikolojik olarak etkiledi tabii. Çünkü birgün hapse girebileceğime hiç ihtimal vermemiştim. Ama bunlara karşı bir irade ve bilinçle direnmeyi başarabildim; bu bir işgal ve onunla yüzleşmeliyim dedim, benim acım halkımın acısıdır, tek bir kişinin acısı değildir diye düşünüp direndim. Kadın tutsaklar olarak birbirimize oldukça destek verdik. Hapiste, mahkumların kendilerini ve birbirlerini koruyabilecekleri tek silahları iradeleri oluyor.

Çıktığımda da normal hayatıma dönmem zor oldu. İnsanlar arasında bulunmak, yemek yemek bile zor geliyordu. Sonrasında tekrar halk danslarına, üniversiteme adım adım geri döndüm. Tabi ki Filistin halkının çektiği acılara karşı mücadelesine de…

Kaldıraç: Hapse girmeden önce örgütlü bir mücadele içinde miydiniz?

Lina Hattab: Hayır, sadece okul içerisindeki Öğrenci Meclisi’ndeydim.

Kaldıraç: Öğrenci Meclisi nasıl işliyor, neler yapıyorsunuz?

Lina Hattab: Meclisin gidişatını genel olarak mecliste seçilen temsilciler belirliyor. Temsilciler genelde gruptaki farklı düşünceden örgütlerin ilişkilerini de düzenliyor (Hamas, El-Fetih ve Marksist örgütler arası örneğin…) ve yakın gündemle ilgili çeşitli eylem kararları alıyor.

Kaldıraç: Ne gibi eylemler mesela örnekleyebilir misiniz?

Lina Hattab: Mesela, hapisteki mahkûmlara destek için eylemler düzenlemiştik veya Kudüs’te Mescid-i Aksa ile alakalı gündemde de çeşitli eylemler düzenledik. Bazı eylemleri işgale karşı bilinç düzeyini arttırmak için yapıyoruz ya da dış dünyaya belirli konuları duyurmak için. Tabii işgal güçleri ile direkt karşılaşmaları da es geçmiyoruz.

Kaldıraç: Öğrenci hareketinin bu konuda ne kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

Lina Hattab: Aslında epey etkili ve önemli olduğunu düşünüyorum ve sürekli bunu söylüyoruz. Öğrenciler ikinci ve üçüncü “İntifada” sürecinde çok büyük bir rol oynadı. Sürekli tüm Filistin için bildiriler çıkarıyorduk, sadece öğrenciler için değil. Bunun dışında yerel anlamda da üniversitenin ve devletin yaptıklarına karşı bir sürü eylem de düzenliyoruz. Üniversitenin İsrail ile yaptığı anlaşmalarda bir çok kez geri adım attırabildik.

Kaldıraç: Bahsettiğiniz çoğu eylem çeşidi Filistin’deki genel savaş üzerine, ama üniversite içinde hayat nasıl işliyor, neler yapıyorsunuz? Öğrenciler üniveristenin yönetiminde söz sahibi diyebilir miyiz? Üniversitelerde öğrenciler olarak gücümüz ne durumda? Üniversitedeki insanlar genelde politikler mi?

Lina Hattab: Mesela benim üniversitem aynı zamanda “Şehitlerin Üniversitesi” ismiyle ünlü. Birçok politik lider buradan mezun olmuş. Mesela biri Yahya Ayyaş belki tanıyorsunuzdur (Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el Kassam Tugayları komutanlarından. 5 Ocak 1996’da, İsrail tarafından, işbirlikçiler eliyle kendisine verilen cep telefonunun patlatılması sonucu, suikastle öldürüldü). Ama birçok üniversitede durum böyle, mesela Abu Dis’teki üniversite’ye bakın aynısını göreceksiniz. Bunu devlette biliyor ve bu yüzden herhangi bir durumda okula İsrail askerlerinin girmesi gibi şeylerle oldukça fazla karşılaşıyorsunuz. Çünkü öğrencilerin onlara karşı ne kadar büyük bir etkileri olduğunu biliyorlar.
Tabii bazı insanlar sadece okumak ve iş bulmak için üniversiteye geliyorlar ve gidiyorlar ama bu küçük bir kısım. Böyle gelseler bile çoğunluk, işgale karşı mücadeleye katılıyor.
Günlük hayatta ise, meclis ve çoğunlukla sol örgütler, eğitim konusunda, demokratik bir eğitim için dersler organize ediyorlar. Sonuçta üniversite bir devlet üniversitesi ve üniversiteyi devletin kontrolünden çıkarmak için herşeyi yapmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda bir ulusal vizyon ve misyon belirleniyor üniversite için Öğrenci Meclislerinde. Biz de sonrasında buna yönelik kültürel aktiviteler yapıyoruz.

Kaldıraç: Öğrenci Meclislerinin üniversitenin yönetim kurumlarıyla, dekan, rektör gibi, bir bağı yok değil mi?

Lina Hattab: Hayır biz sadece işgale karşı, sol taraftan öğrencileriz. Örneğin okulun kafeteryası boykota aykırı ürünler sattığında onu kapatmak için kendi kafeteryamızı istediğimiz ürünler ile kuruyoruz. Böylelikle bu yerleri direkt olarak İsrail’in elinden almış oluyoruz.

Kaldıraç: Son olarak, Anadolu’daki öğrencilere ve devrimcilere söylemek istediğiniz birşey var mı?

Lina Hattab: Ben gerçekten sizlerin Filistin’deki durumla alakalı bir bilinç oluşturmanızı ve bu bilinci bir eyleme dökmenizi isterim.

Kaldıraç: Teşekkür ederiz… m

Hayal kur, eyleme geç, değiştir ya da öğrenci hareketinin eylemi

Sürekli değinilen, fakat kısacık bulunduğumuz koşullara bakarsak, bu dönem bu hareketin daha hızlı ve daha nitelikli örgütlenmesini anlayabiliriz. Bugün bölgemizde 3. Paylaşım savaşı hızla ilerlemekte ve bölgede içinden “çıkılmaz” krizler yaratmakta. Ayrıca bölgemizde insanlığın bıraktığı bölgenin kültürünü, direnişini, dilini saklayan tarihin silinme operasyonu hızla sürdürülüyor. Bir yandan ise ülkede bir süredir ilan edilmiş bir savaş bulunmakta, belki burası size bir şeyi tarif etmek için kullandığımızı düşündüğünüz “savaş” kelimesi aslında tam manasıyla bir savaş bulunmakta. Yaklaşık olarak 4-5 ayda 1592 kişinin öldüğü bir savaş bulunmakta. Ülkede siperler kazılarak direnişler örülmekte. Tabi savaşlarda çok temel bir konu vardır. Yayılmadıkça yada herkesin kafasına bombalar düşmedikçe fark edilmez. Suriye’de yürütülen savaşın nasıl farkında değilsek. Çünkü bombalar, Haleb’e, Kobanê’ye düşüyor. Şimdi de Cizre’ye, Nusaybin’e, Silvan’a, Suruç’a, Ankara’ya düşen bombaları anlandırmakta zorlanıyoruz. Tabi insan istemediği gerçeklerle yüzleşmekte zorlanır. Fakat bugün bu bir gerçek mahalle mahalle, sokak sokak, anfi anfi yağmasa da bu bombalar yağıyor ve insanlar ölüyor. Ve size matematiğin, rakamların ölmesinden değil, insanın ölmesinden bahsettiğimizi unutmamalıyız. Tabi ki bunların yanında ekonomik ve siyasi krizlerin de olduğunu unutmamalıyız.

Bir bu tarafıyken diğer tarafta ise Gezi Direnişi’yle beraber yükselmiş Kobanê’yle umut kazanmış bir kitle hareketi bulunmakta. Bu hareketin morali düşebilir, çıkabilir bu tamamıyla örgütlülüğü ve günlük politikayı algılayışıyla alakalı olacaktır. Oysa devrimci hareketin morali ise böyle olamaz, kafası berrak, örgütlenme ve direniş temelinde imkânlarını değerlendirecek şekilde konumlandırmalıdır. Bugün bu tutumu çok daha fazla geliştirmeye ihtiyacı da konumlandırmalıdır. Bugün bu tutumu çok daha fazla getirmeye ihtiyacı da bulunmakta. Bunun için bu topraklarda ciddi bir deyim bulunmaktadır.

Kısaca özetleyip konumuza dönersek; bu süreçte öğrenci hareketi bizim için çok önemli bir konumda durmaktadır. Ve bu öğrenci hareketi ve onun öznelerine de bir sorumluluk yüklemektedir. Belki bunları tartışmadan hemen önce tamamen belli örneklere bakmak anlamak, kavramak için önemli olacaktır.

Politeknik direnişi, Yunanistan’da Albaylar Cuntası adıyla bilinen askeri darbenin ardından 1973’de öğrenciler, Politeknik Üniversitesi’ni işgal eder ve herkesi ayaklanmaya davet eder. Bu tarih Yunanistan için artık başka bir tarih olmuştur. En önemlisi korkunun sofrasında diz çözülmemiştir. Ve bir çok merkezde halk da sokağa çıkmıştır. Bugün bile Yunanistan’da bu direnişle kendini adlandıran devrimci kurumlar vardır.

68’ Sorbone direnişi ve dünyada 68 kuşağı diye adlandırılan tarih. Küba Devrimi, Vietnam savaşının etkilerinin çok yoğun olduğu bu direniş, Fransa’da başlayıp, dünyanın neredeyse her yerine yayılmış sokaklarda özgürlük için milyonlarca kişi çıkmıştır. Onunla beraber bir sürü slogan, afiş, tartışma ve kuşak yaratmıştır. Toplumsal harekete her ülkede yol açıcı olmuştur. Ve mutlaka bugün de detaylıca okunması, incelenmesi gereken bir dönemdir.

Dediğimiz gibi bu kuşağın her yerde etkileri olmuştur. Tabii ki bu Anadolu’yu da etkilemiştir. Mahir, İbo, Deniz, Hüseyin, Sinan, Haki bu kuşağın çocukları, önderleridir. Bu kuşağın önderleri olmaktan öte bugünün önderleri ve bizim direnişi bugün taşımamızı sağlayan ufuklardandır. Ayni şekilde, FKF, Dev-Genç bu sürecin ürünü ve 1970-1980 arasında örgütlenmenin sağlanmasında toplumsal hareketin büyümesinde ki en ciddi örgütlülüklerdendir. Tabi ki bununla beraber o dönemin, işgalleri, direnişleri bir çok şeyde bunlarla örgütlenmiştir. Hala İstanbul Üniversitesi’nde, Ankara Siyasal’da, ODTÜ’de Dev-Genç’in, Mahir’in, İbo’nun, Deniz’in izleri, kokuları, direnişleri vardır. Hala bunların öğrenci hareketinde etkin olmalarının sebebi yaratılan tarihtendir.
Başka bakar isek Küba Devrimi’nin doğduğu yerin Havana Üniversitesi olduğunu.

Nikaragua’da kitle hareketinin önünü açan ve FSLN kadrolarını Devrimci Öğrenci Cephesi’nden doğru olduğu unutmamalıyız.

Ya da Filistin direnişine gitmiş dünyanın her yerinden binlerce genç öğrenci olduğunu unutmamalıyız. Ya da Almanya’da 68 öğrenci hareketinin sonucunda RAF’ın doğuşu.

Bunlar ve daha fazlası öğrenci hareketi tarihi içinde bulunmakta biz bunları daha sıkı öğrenmeliyiz. Tabii ki her coğrafyada değil lakin daha az örgütlü coğrafyalarda, öğrenci hareketi yarı-aydın karakterini ortaya koyar.

Tabii bu rasgele oluşmuyor. Nâzım’ın dediği gibi

Delikanlım
Senin kafanın içi
Yıldızlı karanlıklar kadar
güzel korkunç, kudretli ve iyidir.

Biz yaşadığımız bu dünyada çok kısa bir dönemde hayal kurup bu hayaller için savaşıyoruz. Kapitalizm bunu köreltmiş durumda aslında bizim de daha az üstünde durduğumuz bir konu olmuştur. Öyle köreltilmiş ki kendimize mutlak tanrılar yaratmak da işlevli hâle gelmiş. Bu dünyanın değişmeyeceğinden tutun, devletsiz toplum olmayacağına, ABD’nin uçan kuştan sıçan kuşa her şeyi kontrol ediyor olduğuna ve daha birçok mutlak doğruyu yaratmışız. Ve kendi tarihimize yabancılaşmışız. SSCB’yi, Şeyh Bedreddin’leri, Spartaküs’leri, ODTÜ’de yanan Vietnam kasabının arabasını, Vietnam’da yenilen ABD’yi unutmuş gibi davranıyoruz bazen.

Tam da bundan öğrenci iken hayal kurmak, kalbinin hızının artması, hareketin daha fazla olduğu bir dönemdir. Ama örgütlemek istediğimiz. Ellisinde bile aklına geleni insanın örgütlemesidir.
Tekrar dönersek konumuza bugün de tarihsel bir dönemden geçiyoruz. İçinde olduğumuz için bunu fark etmiyor olabiliriz. Ama bugün de dünya çalkalanıyor. Bugün de devrimler oluyor. Bugün de halk isyanları birçok dünya merkezini sallıyor. Bugün de Madrid’de direnenler gibi Kobane’de, Donbask’ta, Haseke’de direnenler var. Bugün dünya tarihinin tekrar yazılmaya başlandığı bir dönem. Ayni şekilde Anadolu’da da böyle ve önümüzdeki görev bu tarihi kendi zaferimizle süsleme olmalı.

Bunun için öğrenci hareketi misyonunu örgütleyip, hayata geçirmelidir.

1. Her okulda birleşik hareket zorlanmalıdır. Eylemlerin böyle yapılması bugün kitle katılımını etkileyecektir.

2. Eylemler bir süreklilik içinde ve hayatı örecek şekilde örgütlenmelidir. Bugün eylemsiz kalmak tarihsel bir hatadır.

3. Her okulda o alanda kitle faaliyetini canlandıracak işler planlanmalı ve hızlıca hayata sokulmalıdır. Bunların canlılıkla ve bizim için bir gereklilik olduğu unutulmamalıdır.

4. Yerellerde birleşik hareketin sürekliliğini sağlayacak ve toplumsal harekete olan etkisini arttırmak için bir imza ya da bir yapıya bürünmelidir. Ayrıca bu yapı üniversitelerde özgür alanlar oluşturmalı, kendi tarzı, kendi ahlakı, kendi dersliği olacak, fiziki alanlar. Bu belki bir alanda ODTÜ direniş komiteleri, bir başka yerde, Ankara Üniversitesi devrimci öğrencileri ya da öğrenci dernekleri gibi. Buradaki ana konu neyin ön açacağı konusudur.

5. Hareketin kesinlikle faşist vs. gündemlerle sıkışıp kalmasına izin vermemeliyiz. Biz kendi gündemimizi örgütlemeyi başarmalıyız.

6. Mutlaka öğrenci hareketi tarihi, misyonu üzerine okumalı, üniversitelerde eğitimler yapmalıyız.

7. Hareketimiz, ofis masayla sınırlı kalamaz, biz hayatın içine girip örgütlenmeliyiz, anfi anfi, koridor koridor, fakülte fakülte ve buna uygun mekanizmalar kurmalıyız.

8. Rekabet böler eylem birleştirir. Ve tüm devrimci değerlerden taviz vermemeliyiz.

9. Her alanda zaman kaybetmeden hızlı adımlar atmalıyız. Bugün bu kararsız ve günlük morali hızla değişen arkadaşlarımızı hızlıca örgütlemeliyiz. Onları kolektif bir mücadelenin parçası haline getirmeliyiz.

Tabii ki bunlar arttırılabilinir. Biz de bunu istiyoruz. Hayal kurup, eyleme geçip, değiştirmek. Bu konuda cesur ve tarihimizden aldığımız hızla ilerlemeliyiz. Bu dönemi zafere çevirmek için bugünün, Mahir’leri, İbo’ları, Deniz’leri, Sinan’ları olmalıyız. Ve bu tarihsel süreç bunları yaratacaktır. o

Nehir Demir

Kalbim(iz) Cizre’dedir

Sivas’ta yakılan Behçet Aysan’ın, “Yok başka cehennem/ yaşıyorsunuz işte,” diye betimlediği coğrafya(mız)da gerçeklerden söz etmek, insana ister istemez F. Nietzsche’nin, “Ben bu kulaklara göre bir ağız değilim,” sözünü anımsatır.

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

 

O hâlde turnusollerle dolu tarih(imiz)in güncel yarası Cizre meselesini irdelerken; Nietzsche’nin uyarısını bir an dahi “es” geçmeden; Oruç Aruoba’nın, “İnsanca özlemler dünyaya uymuyorsa, bozuk olan dünyadır; insanca özlemler, değil”;[2] Yaşar Kemal’in, “İnsan, evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar”; Can Yücel’in, “O çocuklar, o yapraklar,/ o şarabi eşkiyalar/ onlar da olmasalar/ benim gayrı kimim var?” saptamalarını da aktarmamazlık etmeyelim…

Kuşku yok: İnsanların ekmek almak için dahi sokağa çıkamadığı, elinde beyaz bayrakla evden dışarı çıkan kadınlara ateş açıldığı, küçücük çocukların keskin nişancılar tarafından babasının kucağında vurulduğu Cizre bir turnusol oldu.

Buna ihtiyaç da yoktu gerçi! Ama bir kez daha milliyetçi, İslâmcı tayfanın nasıl da ortalığa kan ve irin bulaştırdığını bir kez daha görmüş olduk. Cizre yanıp yıkılırken -kıvırta kıvırta- bir şeyler geveliyorlardı.

“Ama”sız bir tek cümle kuramamaları, ne olduklarını yeterince net sergiliyordu! Kolay mı, onlar yakmaktan yıkmaktan, kan dökmekten başka bir şey bilmeyen yaratıklar, medyada ve heryerdeki tetikçilerdi…

“Cizre için söylenmedik bir şey; haykırılmadık gerçek kalmasın!” içtenliğiyle kaleme alacaklarımızı bu konuda “Ama”sız tek cümle kuramayanlardan “Oh olsun” diyenlere uzanan yelpazedeki “insan(cık)”lar beğenmeyecek beğenmesine de; bu umurumuzda değil; hiç de olmadı!

Ve nihayet egemenlerin yine ve yeniden kaybettiği, kaybedeceği bir savaş olarak Cizre bizim, yani bu satırları kaleme alan -komünist geleneğin takipçilerinden- iki sıradan insan için, Naziler karşısında direnen Varşova Yahudi gettosu, Stalingrad veya Frankistler karşısında Madrid’i savunanlar ya da Filistin’in Gazze’siyle aynıdır; bu hâliyle de hepimize, tüm insanlığa insan olmak ve kalmak gerçeğini bir kez daha hatırlatmaktadır!

 

CİZRE NERESİDİR, NEDİR?

 

Bugün Mağduristan’ın başkentidir -bir zamanlar alimler ocağı olan- Cizre…

Doğusunda Nusaybin, batısında Silopi, kuzeyinde Şırnak’la çevrili Cizre çok sıcak bir yeridir. Şırnak’ın en büyük ve bir o kadar gelişmiş ilçesi olup, nüfusu Şırnak’tan büyüktür. Dicle Nehri bu ilçeyi ikiye ayırır.

Vakti zamanında saldırılara karşı, Dicle Nehri’nin suyu şehrin çevresindeki hendeklere akıtılarak savunma yapıldığından, kent bir ada hâline gelirdi. Bu nedenledir ki kente, “ada” anlamına gelen “cezire” denmiş; Cizre adı, cezire sözcüğünün bugün aldığı biçimdir…

Tarih boyunca herkesin ele geçirmek için uğraştığı, Babil, Arap, Asur, Med, Pers, Selevkos, Sasani, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular gibi çeşitli emir ve şeyhlikler ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından yönetilmiş Cizre, bir yanda Gabar, öte yanda Cudi’ye bakar.

İnanışa göre tufanın ardından, Nuh Peygamber’in sular çekildikten sonra karaya ayağını basıp, ikinci evini yaptığı yerdir. Mezopotamya’nın en eski yerleşim birimlerinden olan Cizre Ehmede Xane’nin, İsmail Ebulis’in, Bedirxanlıların kentidir.

Tor Kapısı mevkisinde yer alan “kesikbaş hazretleri türbesi” ve şifa hikâyesiyle de anılan Cizre’de Mem-u Zin türbesinin yanında, Nuh Peygamber’e mal edilen bir sandukanın olduğu türbe bulunmaktadır; ilk robotu yaptığı kabul edilen El Cezerî’nin türbesi de buradadır. Bunun hemen yanında, Cizre beyliği döneminden kalan kırmızı medrese bulunmaktadır.

Çok eskilere dayanan tarihiyle, dünyanın en eski kalelerinden birine sahiptir. Her yeri tarihtir. Guti imparatorluğunun eski başkentidir.

Tarihte ‘Bazibda’, ‘Bakarda’, ‘Bakarda Karday’, ‘Cezire’, ‘Ceziret-ül İbni Ömer’ ve yöre halkı tarafından ‘Cizir’ olarak anılagelmiştir; Doğu Roma döneminde ‘Dazebda’ adını taşıyan Cizre, burayı fetheden Hz. Ömer tarafından “Ceziretül İbni Ömer” olarak adlandırılmıştır; bugünkü adı bundan türemiştir.

Bütün tarihî ve kültürel zenginliğiyle, yani dünyada robotun ilk icat edildiği, aşk destanlarıyla ünlü, tasavvuf ve medeniyetin merkezi ve simgesiyken Cizre XXI. yüzyılın başında Kenan Evren’e rahmet okutturacak uygulamalarla hukukun rafa kaldırıldığı; insanların salt kentte yaşayan bir vatandaş oldukları için devletin saldırısına uğradıkları ve bunun meşru görüldüğü; “düzeni sağlamak” adına yasaların çiğnendiği; Penguen medyasının görmezden gelip, “terörist” ilan edilen bebeklerin ölüme terk edildiği bir kent olup çıkmıştır!

Devlet katliamının olağanlaştığı ve halkın devlet teröründen bıktığı kentte, akrepler, TOMA’lar, sivil polisler -eylem olsun olmasın!- her gün çarşıda, mahallelerde tur atar. Akrepler çocukların attığı çakıl taşlarını bahane ederek bütün mahalleyi gaza boğar. Polis evlere gaz bombası atıp Mehmet Uytun’ları öldürür. Çoğunluğun, neredeyse her ailenin bir yakını ya faili meçhul kurbanıdır; ya dağda ölmüştür ya da zindandadır. Ancak, baskılarla boyun eğecek bir halk değildir Cizreliler…

Murathan Mungan’ın, “Çoğunuz bildiği gibi bu topraklarda her inkârın ardında yakın ya da uzak tarihli toplu mezarlar yatar,” sözüyle betimlenmesi mümkün olan Cizre, delik deşiktir; yakılmış yıkılmıştır. (Polis araçlarının plakasız dolaştığı kentteki emniyet müdürü Hrant Dink cinayeti soruşturmasında “şüpheli” olarak ifade veren Ercan Demir’di…)

Hemen herkese Dersim (“Tunceli”) miydi? dedirten Cizre; bir yanıyla Gazze, bir yanıyla Kerbela, bir yanıyla Srebrenitsa’dır (kim bilir Kosova mı desek oraya?); ve de Belfast’tır…

Bizim neslin Dersim’i olarak anılması mümkün olan Cizre devlet güçlerince koca bir hapishaneye dönüştürülmüştür; erzaksız, susuz, hastalarını hastaneye götüremeyen, ölülerini evde saklamak zorunda kalan!

Bu özellikleriyle bir vicdan turnusolüdür; vicdan(lar)ın sınavıdır Cizre…

Ya da günümüz dünyasında insanlığın öldüğü sayısız yerden birisidir! Kolay mı? Zulüm altındaydı Cizre: Ambargo, abluka, keskin nişancılar, havan saldırıları, kan ve ateş…

Veya üzerinde devletin kent savaşı tatbikatı yaptığı direniş mekânıdır; özsavunmadır; siyasal ve sosyolojik gerçekler içeren “ulusal” bir çığlıktır!

Yapılanların, söylenenlerin, yazılanların asla unutulmayacağı; öldürülen çocukların, katillerin kâbusu olacağı hakikâtin ta kendisidir!

 

OLANLARLA CİZRE’NİN HÂLİ

 

Cizre, egemen şiddettin, linç saldırılarının cinnet boyutuna vardığı; sokağa çıkma yasağı, saldırganlığı ve ablukasıyla bir yangın yeriydi; kelimenin tam anlamıyla bir insanlık dramı yaşanmıştı; Cizre’ye düşen mermiler, top obüslerinin hedefinde en çok, siviller vardı; ve de çocuklar…

Cizre’deki uygulama askeri mantık olarak İsrail’in Gazze’de yaptıklarına benziyor; itirazı olan var mı? Ama öyle görünüyor ki Cizre son değil; Michel Foucault’nun, “İktidar, öncelikle boyun eğdirilmiş bedenler yaratmayı amaçlar,” diye tanımladığı devletin, Cizre sonrasında önünde engel gördükleri başkaları var. Toplumsal muhalefet var. Alevîler, solcular liberaller, ateistler, sosyalistler var.

Coğrafyamızın içine girdiği savaş sarmalını halka karşı devlet terörünü artırarak ve faşist çeteleri devreye sokarak çözmeye çalışmak, AKP’nin gücünün değil, çaresizliğinin ilanıdır. İktidarın bu çabaları yalnızca halka karşı işlediği suçların çoğalmasına, dolayısıyla verecekleri hesabın kabarmasına neden olur. Cizre’de AKP bir bataklığa saplanmıştır ve bu bataklığı kanla kurutmak yalnızca miadını doldurmuş diktatörlerin projesi olabilir.

Kolay mı? Cizre’ye saldıran zihniyet, yoga merkezlerinde misyonerlik yapılmasın diye, Buda heykeli ve müziğini bile yasakladı!

Birbirlerine ve ölülerine sarılarak hayata tutunan Cizre’de, savaş hâlinde bile başvurulmaması gereken ağır hak ihlâlleri yaşanmıştır. Su, ekmek ve elektrik yoktu Cizre’de…

Çocukların katlinin meşrulaştırıldığı coğrafya; AKP devletinin yok etmeye çalıştığı ilçeydi.

Olağanüstü hâl veya sıkıyönetim hâlinde uygulanan sokağa çıkma yasağı sıradan bir uygulamaymış gibi sergilendi!

Siyasal iktidar olağanüstü hâl rejimini olağan bir rejimmiş gibi sunup, kendi hukukunu ihlâl etti; gözlerimizin içine baka baka!

Ve nihayet verili durum Türkiye’deki siyasal iktidarın totaliterleşmenin hangi boyuta ulaştığını göstermektedir!

Ahmet Ümit’in ifadesiyle, “Irkçı, dinci, cinsiyetçi olması fark etmez, faşizm, nefretin örgütlenmiş hâlidir”; ve “Kürt halkı, Cizre’de yaşananları unutmaz,”[3] notuyla eklemektedir Ergun Babahan, “6-7 Eylül olaylarının Kürt versiyonu devrede… 6-7 Eylül olayları hakkında yıllar sonra gazeteci Fatih Güllapoğlu’na konuşan emekli general Sabri Yirmibeşoğlu, ‘6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı’ demişti. Bugün benzer saldırıların Kürt yurttaşlara karşı gerçekleştiğini görüyoruz”![4]

Bu kadarla sınırlı değil; Cizre ilçesi, 100 yıl önce de, 1915’in benzer büyük acılarına sahne olmuştu. Raymond Kevorkian’ın ‘Ermeni Soykırımı’ yapıtında[5] işaret ettiği gibi, 1915 Ermeni Soykırımı süreci başladığında en ağır darbeyi alan yerlerden biri Diyarbakır Vilayeti’ne bağlı, Mardin Sancağı içinde yer alan Cizre’ydi. Patrikhane’nin yaptığı nüfus sayımına göre 12 yerleşimde 4 bin 281 Ermeni yaşadığı Cizre, Mardin sancağının en yoğun Ermeni nüfusuna sahipti. 2.716 Ermeni’nin yanı sıra Hıristiyan olmakla birlikte Kürtleşmiş 1565 göçebe Ermeni de bölgede bulunuyordu.

İttihat ve Terakki mebusu olan Pirinççizade Feyzi’nin Kürt aşiretlerine “dini vecibe”lerini hatırlatarak köylüleri kışkırttığı görgü tanıkları tarafından ifade edilirken, bölgede yükselen bir slogan da anımsanıyordu: “Ey Allah’ım çocukları yetim kalsın, karıları dul kalsın ve malları Müslümanlara kalsın!”[6]

Acıları çok eski olan Cizre’nin bugününde, 12 Eylül mevcut sistem ile sürüyor ve yakılan/ yıkılan evler, anadilini konuştuğu için öldürülenler, Mustafa Kemal büstü öptürülenlerle somutlanıyordu…

Kim ne derse desin: Cizre’de olup da bitmeyeni kötülüğün sıradanlığı ile açıklayabiliriz! (“Delilik, aynı şeyi defalarca yapıp farklı sonuç beklemektir,” diye boşuna dememişler…)

Burada bir parantez açalım: Teorik olarak “devlet vatandaşına zulmetmez”(miş), “devlet sivilleri öldürmez”(miş), “devlet suç işlemez”(miş), “devlet bireyin işlediği suçları suçluların ailelerine, çoluk çocuklarına mal etmez”(miş), “devlet şahısların malına mülküne göz dikmez”(miş), “devlet savaşta bile hukuksuzluk yapmaz”(mış) yalanlarının yerle yeksan olduğu ve Levent Gök’ün dahi, “Cizre’de neler olup bittiğini bilemiyoruz. Öğrenmek istiyoruz, öğrenemiyoruz. Çünkü Cizre’de elektrik yok, internet bağlantısı yok, haberleşme yok,”[7] dediği Cizre’de uygulanan, kitlesel ev hapsidir. Sokağa çıkma yasağı dediğin, darbe döneminde dahi günün belirli saatlerinde uygulanırdı. Ama bunun beteri görüldü/ yaşandı Cizre’de…

Bu kadar da değil; artısı da var: Coğrafyamız nice darbeler, OHAL koşulları gördü ama bir şehrin devlet tarafından günlerce ablukaya alınışına, doğu/ güneydoğudaki (yani Kürt illerindeki) bir şehrin otobüs firmalarının ülkenin batısına bir gün boyunca seyahat edememesine tanık olmadı.

Günlerce ateş altındaki Cizre’de silah sesleri hiç kesilmedi, ana caddeler zırhlı araçlarca işgal edildi. Yaralıların tedavisine, ölülerin de gömülmesine izin verilmedi. Sokağa çıkma yasağına hazırlıksız yakalanan vatandaşın evindeki erzak bitmesine rağmen, ekmek dahi alamadı. Yurttaşlar kendi evinde dahi güvende değildi; zira her hayat belirtisine kurşun sıkılarak karşılık veriliyordu. Hastaneler abluka altındaydı, erişim yoktu, hastalar ölüme terk edilmişti. GSM şirketleri daha önce Kürt illerindeki operasyonlarda olduğu üzere yine hizmet kısıtlamasına gitti.

Çok sayıda tank, panzer, top ve zırhlı araçla binlerce polis, asker ve özel harekât timlerinin sevk edilip, konuşlandıkları ve kelimenin tam anlamıyla düşman hukuku uygulanan Cizre’de feci olaylar yaşandı.

İsrail’in Filistin’lilere uyguladığı ambargoya benzer baskı, tehdit ve saldırılar söz konusuydu. Oysa savaşın bile kuralları vardı/ olmalıydı; ölüler gömülür, kadınlara, çocuklara saldırılmazdı.

Cizre, kaç-AK saray ve AKP’nin özel olarak görevlendirdiği kolluk güçlerince abluka altına alınarak, hakikâtin taammüden katledildiği icraatıyla “düşman hukuku” uygulamasının ucube bir örneğini teşkil etti.

Evet, Başbakan Davutoğlu “Cizre’de ölen sivil yoktur” dese de çocukların serçe gibi avlandığı ilçede günler süren bir vahşet yaşandı; ancak Kürt halkı AKP despotizmi, faşist uygulamaları karşısında diz çökmedi. Direniş yeni evresiyle karşımıza dikildi.

Ve kimsenin inkâr edemeyeceği üzere, Dante’nin tasvirindeki, “Cehennemin en dibi”ni andıran Cizre’deki ölümlerden devlet sorumluydu, asli suç devlete ve ona hâkim olan iktidara ve ona güdümlü pasif iktidara (muhalefete) aitti.

Boyun eğmemek, teslim olmamaktı Cizre ve bu hâliyle de Malcolm X’in, “Zulüm kısmak istediği sesi nâra yapar. Ve bazı ölüler, yaşayanlardan daha yüksek sesle konuşur,” saptamasını doğruluyordu.

 

ONLARIN MEDYASI VE DÖRT CİZRE HABERİ

 

Cizre yolunda polisin, devletin bakanına geçit vermediği ve “olağanüstü savaş hâli”nin yaşandığı kentte olanlar ana akım medyada sansürlenirken; Gezi/ Haziran’da “hiçbir şey televizyonda anlatıldığı gibi değil” diye haykıran(lar); iş Cizre olunca, “İsyan edersen devletin sopasını yersin,” diyorlar; bu iki yüzlülük karşısında ağzımız açık kalıyor gerçekten!

Bu zulüm de, onların medyasının ikiyüzlülüğü de tarihe geçecek; insanlıktan çıkanların tarihine bir utanç notu daha düşülecek; aşağıdaki asla unutulmayacak haberlerle!

Birinci haber!

“Cudi mahallesi aşkın sokakta yaşayan 8 çocuk annesi Maşallah Edin, resmi nikahı olmayan gelini Zeynep Taşkın ve 11 aylık torunu Berxwedan ile beraber, Habur sınır kapısında bekletilen eşi ile konuşabilmek için sabit telefonun bulunduğu komşularının evine gitti. Gece saat 22.00 sıralarında telefonla konuştuktan sonra evlerine dönmek üzere sokağa çıkan aile keskin nişancıların hedefi oldu.

Vücuduna isabet eden kurşunla yaşamını yitiren Zeynep Taşkın, kucağındaki bebeği ile yere yığıldı. Katledilen gelinini ve seken kurşun şarapnellerinin ayağına isabet ettiği torununu komşusunun bahçesine çekmeye çalışan kayınvalidesi Maşallah Edin de keskin nişancılarca vurularak katledildi.

Can veren kayınvalide ve gelini ile yaralanan bebeği sokaktan kurtarmaya çalışan Ayşe Edin ile Ekrem Dayan isimli yakınları da keskin nişancılarca vurularak yaralandı.

Sait Nayıcı isimli 16 yaşındaki çocuk ise, kasaphane civarında yine keskin nişancıların hedefi olarak, can verdi.

Yine Nur mahallesinde, İdil caddesi’ne yakın bir sokakta bulunan Eşref Edin, zırhlı araçtan sıkılan kurşunla yaşamını yitirdi.”[8]

İkinci haber!

“Şırnak’ın Cizre ilçesinde 8. gününe giren sokağa çıkma yasağında 12 Eylül 2015 gecesi keskin nişancılar tarafından vurulan 14 yaşındaki Bünyamin İzci hastahaneye götürülemediği için hayatını kaybetti.

12 Eylül 2015 gecesi Selman Ağar adındaki 10 yaşında bir çocuk keskin nişancılar tarafından vurulmuş ve güçlükle hastaneye götürülen Ağar’ın hastanede hayatını kaybettiği belirtilmişti.”[9]

Üçüncü haber!

Cizreli olan Şırnak Tabip Odası Başkanı Azad Karagöz, 9 Eylül 2015 gecesi 2 çocuğu ve hamile eşiyle birlikte Cizre’den gizlice kaçtıklarını söyledi. Olaylardan önce buğday hasadı yapıldığını ve insanların buğdayları kaynatıp yediğini söyleyen Karagöz, “İçecek ve su yok. Olan az miktardaki su da bebeklere içiriliyor. İnsanlar susuzluktan kırılmak üzere. Evler arasında dayanışma da sağlanamıyor. Çünkü kimse kimsenin yanına gidip gelemiyor,” dedi.

“Bir çatışma değil, toplar atılıyor, hiçbir şey televizyonlarda anlatıldığı gibi değil, sesimizi duyurun” diye isyan eden Karagöz, 20’nin üzerinde sivil ölümün olduğunu kaydetti. Sokağa değil, balkon ve pencereye çıkmanın yasak olduğunu söyleyen Karagöz, “Ben Cizre’de 90’ları yaşadım. Böyle bir eziyet görmedim. Böyle devam ederse onarılamaz şeyler olacak” diye konuştu.[10]

Dördüncü haber!

Cizre’de ekmek almaya giderken vurulan ve sokağı çıkma yasağı nedeniyle cesedi sabaha kadar sokakta kalan 74 yaşındaki Mehmet Erdoğan’ın geçimin sağlamak için çöpten hurda toplayıp 10 liraya sattığı ortaya çıktı. Mehmet Erdoğan, Cizre’de yasak sürerken “Ben yaşlıyım, bana kimse bir şey yapmaz” diyerek evden çıkmıştı.[11]

Bu kadarı bile Cizre’deki terörist devlet gerçeğinin deşifresine yetip artsa bile, devam edelim…

 

CİZRE’DE TERÖRİST DEVLET GERÇEĞİ

 

Karl Marx’ın, “Siyasal iktidar denen şey, bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek amacıyla örgütlenmiş gücünden başka bir şey değildir”; Max Stirner’in, “Devlet, kendi şiddetine hukuk; bireyinki ne ise suç adını verir”; Selçuk Kozağaçlı’nın, “Hukukun adaletle ilgisi yoktur; hukuk bir yönetme aracıdır,” sözleriyle betimlenen kapitalist devlet; Başbakan Davutoğlu’nun, “Cizre’de tek bir sivil kayıp yok,”[12] dediği zorba manipülasyondur; Beyaz bayraklarla Cizre’ye yürümeye çalışanlara, polis tarafından gaz bombası atılmasıdır!

Evet egemenler kabul etmese de tarih boyunca en büyük terörist(ler) devlet(ler)dir. Ve T.C. bir istisna değildir!

“Nasıl” mı? Sadece bir haber bile yeter de artar!

“4 Eylül 2015’de sokağa çıkma yasağı ilan ederek Cizre’ye saldırı başlatan Şırnak Valisi Ali İhsan Su’nun İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği 2 sayfalık yazıda, ‘kent genelinde artan terör ve toplumsal olaylara daha etkili müdahale ve olaylarla daha etkin mücadele edebilmek için emniyetin personel ve araç bakımından takviye edilmesine ihtiyaç duyulduğunu belirtti’. Valinin istekleri, ‘42 Kobra, 20 silahlı Ejder, 170 Shortlan, 50 TOMA, 20 silahlı/zırhlı kepçe, 1 helikopter, 3 İHA, 60 zırhlı Ford Ranger, 2 bin polis daha gönderin,’ oldu”![13] Bunların hepsi, 140 bin nüfuslu bir ilçe için!

Vali ve “demokratik” denilen devletinin, bunlarla Cizre’de ne yaptığı sağır sultanın bile bilgisi dahilinde!

Bu noktada V. İ. Lenin’in, ‘Devlet ve Devrim’de “Demokrasi yalnızca biçimsel eşitlik demektir,”[14] saptamasını asla “es” geçmeden; iki şeyin daha altını çizmeliyiz:

Birincisi Slavoj Zizek’den: “Kapitalizm, artık kendi demokratik kurallarıyla dahi işleyebilecek durumda değildir.”[15]

İkincisi de Samir Amin’den: “Kapitalizm dünyamızı artık savaş konjonktürü olmadan yönetemez durumdadır.”

Sürdürülmez kapitalizmle malûl coğrafyamızda herkes her an terörist ilan edilebilir; bu gerçeği gözümüzle gördük. Vatandaş Ali İsmail’in tekmelenerek öldürülmesini de, vatandaş Ethem Sarısülük’ün gündüz vakti vurulmasını da sahiplendi bu devlet. Hrant Dink’in katilleri de nasıl korunuyor hep beraber tanık olduk.

Ve onların medyası, İstanbul Kabataş’ta güpegündüz başörtülü bir kadın ile bebeğinin tartaklanıp üzerlerine işendiği yalanını aylarca enjekte etti ve hâlâ bu medyanın haberlerine inanmamız bekleniyor!

İnsanlıktan çıkmış özel harekâtçıların faşist fantezilerine kurban edilen Cizre, bir Eylül öncesi için laboratuvar seçilmişti; “yeni” Kenan Evren’imiz devreye girip, başkanlığıyla her yeri Cizre’ye çevirme provası yapıyordu; Cizre’nin başına Tansu Çiller’li günlerde gelenler tarihin kayıtlayken…

Nihayet ‘CNN Türk’de Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin, “Darbesinde, OHAL döneminde bile böyle bir sokağa çıkma yasağı olmadı,” dediği Cizre’de bir kez daha gördüğümüz şey, 6-7 Eylül’lerin, Madımak’ların, 1992 Cizre Newroz’unda yaşananların tarih değil, güncel olmaya devam ettiğiydi…

Cizre’de yaşananlar, devletin halkla ilişkilerinde her şeyin eski tas eski hamam olduğunu gösterdi bir yanıyla da…

Geçen onlarca yılda hiçbir yapısal ilerlemenin yaşanmadığını…

Hatta yüzlerce yılda: Devletin Yavuz Sultan Selim’in zihniyetiyle yönetilmeye devam ettiğini ve kendi dayatmalarına boyun eğmeyenleri süründürmekte tereddüt etmediği…

Adeta küçük bir Saraybosna, bir Gazze örneğiydi Cizre’de yaşananlar…

O hâlde kesif devlet terörüne maruz bırakılan coğrafyada Belediye Başkanı Leyla İmret’in, “Biz buradan Türkiye’ye karşı bir iç savaş sürdürüyoruz,” saptaması neden bu kadar abartılıyordu ki?

Hem devlet terörü, “Qui non est nobiscum, adversus nos est/ Bizimle olmayan, aleyhimizde demektir,” biçiminde tanımlama, Cizre’de uygulan da bu değil miydi?

AKP milletvekili ve kalemşörü Orhan Miroğlu’nun bile, “Meselenin insani boyutunu, olmuşsa eğer hak ihlâllerini elbette konuşabilir ve sorgulayabiliriz,”[16] itirafını dillendirmek zorunda kaldığı; Ergun Babahan’ın, “En korkunç terör devlet terörüdür… Cizre’de sadece devletin gücü gösterilmiyor, nankörlük yaptığı düşünülen bir halka bedel ödetiliyor”;[17] Levent Köker’in, “Devletin temel görevinin suçların fâillerini yakalayıp yargı önüne çıkarmak olduğunu, bunu yaparken de hukuka bağlı kalması gerektiğini şiddetli bir vurgu ile, üstüne basa basa hatırlatma ihtiyâcı duyuyorum,”[18] notlarını düştüğü Cizre için tek cümle yetiyor: Ortada devlet terör var! On yaşında kız çocuğunun öldürülmesinin bir açıklaması olamaz/ olamaz! İster hendek kazılsın, ister başka bir şey yapılsın, on yaşında bir kızın öldürülmesi kabul edilemez!

Cizre’de bir gün sokağa çıkma yasağı uygulanıp, hastane devlet tarafından kapatılıyorsa, “kamu düzenini koruyoruz” denilemez!

Düşünün ki hafta boyunca evden adımınızı atamıyorsunuz, balkona çıkanlara bile keskin nişancılar ateş ediyor. Ekmek yok, şu yok. Hayat yok. Nerede kamu düzeni?

Bunun açıklanabilir hiçbir tarafı yok! (İstanbul’da bunu yapabilir misiniz?)

Bu bir cinnet hâlidir. Bu cinnet hâlini savunan herkes tedaviliktir.

Bir halkı böyle dışla, işyerlerine saldır, ölen çocuklarına “iyi olmuş” diye kostaklan… IMC’ye canlı bağlanan Sibel Yiğitalp’in aktardığı üzere, polislerin sürekli “Bu gece sizin son geceniz” anonsunu geçtiği Cizre’de; devlet, kendi yasalarını da çiğneyip, aleni olarak -fütursuzca- suç işlemiştir…

“Naptı lan size bu devlet?” mi dediniz?!

Cizre! deriz… Ardında da Dersim, Çorum, Maraş, Sivas, Roboskî, Reyhanlı vd’leri diye ekleriz!

 

CİZRE’YE DAİR TEPKİ(SİZLİK)LER VE TAVIR(IMIZ)

 

Jorge Luis Borges’in, “Diktatörlük rejimleri, baskı, biat ve gaddarlık doğurur. Ama en kötüsü, aptallığı yaygınlaştırmasıdır,” saptamasına; Wilhelm Reich’ın, “Kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar,” sözünü eklediğinizde Cizre (ile ulusal mesele) konusundaki tepki(sizlik)leri yerli yerine oturtabilirsiniz.

Kolay mı? “… ‘Hepiniz Ermenisiniz’ çığlıklarıyla Cizre halkına karşı saldırıya geçen polisler ırkçı zihniyetlerini ortalığa saçtılar. Kuşkusuz, memleketin cumhurbaşkanının ‘Afedersiniz Ermeni’ ifadesini sarfettiği bir yerde aşağıdakilerin bu ifadeyi tercüme ederek, durumdan vazife çıkarmaları da doğal oluyor. Aslında sarfedilen bu sözler, Cizre’de neler olup bittiğinin de özünü su yüzüne çıkarıyor.

Türk ırkçı şovenistinin ve onun etrafında dolaşabilenlerin zihnindeki düşman Ermeni’dir, muktedire karşı direnen kim varsa o da Ermeni’dir. Bir ırkçının ilk işi direnişçinin sünnetli olup olmadığına bakmak olur. Çok meraklıdır bu konuda. Ermeni halkını 1915 soykırımıyla Anadolu’dan yok edip, malını mülkünü gaspetmek yeterince tatmin etmemiş olacak ki düşmanı Ermenilikle özdeşleştirir.”[19]

Ayrıca, “Kürtler kardeşimizdir. PKK Ermeni’dir, bu Ermeni döllerinin peşinden gitmeyin. Artık uyanın,” diyorlar. Kürt’ün insan olduğunu kabul etmeye başlayanların(?), Ermeni’nin de insan olduğunu öğrenmesi uzun sürecek gibi görünüyor. Tabii daha bunun Yahudi’si, Rum’u falan da varken!

Bu sefer de “pek vatansever”(!) ama askerden kaçmak için elinden geleni ardına koymayan tiplerin alkışları eşliğinde katliam yapılan Cizrelilerin evi, mahallesi, kenti yıkıldı. Çocukluğu, başını yastığa koyup uyuduğu, karnını doyurduğu mekândı orası!

İstanbul, Ankara, İzmir’deki… Karadeniz, Ege, İçanadolu veya Akdeniz’dekiler; gün boyunca aç, susuz, evladının cesediyle camdan bile dışarı bakamadan yaşadın mı hiç?

Trafik sıkıştığında saniyede korna çalan; elektrik kesildiğinde buzluktakiler ya bozulursa diyen; kredi aldık bizim oğlan bedelli yapacak diye sevinen; Almanya’daki teyzeme gideceğim vize alamıyorum diye ağlayan; Cizre yapılanlar için ne diyorsunuz?

Bu katliamları alkışlayanlar her zaman ezilmeye mahkûm yaşayacak; “Devletim çok yaşa” diye çığıracak; başkasının kendisiyle eşit haklar istemesine karşı çıkacak; kölelikleri sürecek…

Nihayet unutmayın: Devletin sınırsız ve denetlenemeyen gücüne güzellemeler yapanlar; Cizre sizin eserinizdir…

Cizre yanarken suskun kalan yarın konuşsa da hiçbir bir kıymeti olmayacaktır; susmak cinayete ortaklıktır; kimileri Cizre için küfretmeden konuşmakta (yazışmakta) zorlanıyorlar ki, bunlar da faşistlerdir. Malum, onlar gerçekle yüzleşince hep küfrederler…

Çoğunluğun nefret ettiğini “iddia” ettiği İsrail’in ağzı ve pratiğiyle konuştuğu coğrafyamızda, Cizre, toptan havaya uçurulsa alkışlayacaklar varken; aynı olaylar Filistin’de olsa ağlayacak olan Rabiacı sizler, ölülere kimlik sormayı ne zaman bırakacaksınız da tekrar insan olduğumuz günlere döneceğiz? Bugün olmasa ne zaman bu kadarı da artık fazla diyebileceksiniz?

Evet, her zaman bir bahane bulunur, bahane bulmak dünyanın en kolay şeyidir. Ama çözüm değildir!

Her şeyden vazgeçtik. Ya katledilen bebeler? “Ailesi dikkat etseydi… Sokağa çıkmasalardı… Polise taş atmasalardı… Elinde silah vardı” diyerek bu ayıbı ortadan kaldırabileceğinizi mi zannediyorsunuz?

İrlandalılar karşısında tuzu kuru İngiliz, Filistinli karşısında tuzu kuru İsrailli, siyahlara karşı güney Afrikalı apartheid yanlısı bir beyaz ne söylüyorsa ve yazıyorsa; hangi “terör edebiyatı”na sarılıyorsa aynısı yapanlar! Bu kadar mı körsünüz? Benzerini Gezi’de, Haziran günlerinde yaşamadık mı? Polis olmadığında gayet barışçıl geçen eylemler, polisin müdahalesiyle savaşa dönmedi mi? 

Sen orayı ablukaya alır, operasyon düzenler, müdahalede bulunursan karşındaki de karşılık verir. İnsanlar evlerinde ölümü bekleyemezler, nasıl ki Gezi’dekiler de polise karşı tepkisiz kalıp gaz fişeklerinin kendilerini vurmasını beklemedilerse. Tabi Gezi’de tankla, topla, tüfekle saldırılmadığı için sonuçları böyle olmadı.

Cizre, Türk(iye’nin) akıl tutulmasının zirvesiyken; insanların ne kadar ikiyüzlü ve duyarsız olduklarını bize gösterdi; canımız yandı. Biliriz sömürgeci için sömürge insanının -canının- bir kıymeti yoktur. Öldürülen her sömürge insanı mutlaka suçlu ve bunun aksini iddia etmek de “vatan hainliği”dir; “Bir çıplağı bin zırhlı soyamaz,” diyen Bulgar atasözünü doğrulayan 140 bin nüfuslu Cizre’nin onbinlerce çocuğu ya da hepsi yarınlarda nasıl olabilir?

2015 Eylül’ünde bir halka bunları reva görebilmek, 1527’lerde, 1915’lerde, 1938’lerde, 1990’larda yapılanları benimsemek ve sürdürmektir.

Kolay mı?

Elektriği suyu kesilse de; ekmeksiz de kalsa; kafasını kapıdan çıkaran vurulsa da; yaralılar düştükleri yerde kalsa da; sokaklarında “güvenlik” güçlerinin “Sizleri öldüreceğiz” anonsları yankılansa da; günlük hayatın donakalsa da; XXI. yüzyılda Kerbela hissi uyandıran; insanların susuzluktan kavrulduğu; hamile, hasta, çoluk çocuk demeden topyekûn devletin tasallutuna maruz kalan; mütedeyyinlerin “hoşgörü dini” olduğu iddia edilen İslâm kardeşliğine metelik vermediği, suyun Batı tarafında yaşayanların büyük bölümünün şom bir “Oh olsun” sevinciyle ellerini ovuşturduğu Cizre, direnmeye devam edecek; bu uğurda yok olması gerekse dahi, direnecek…

Çünkü tarihe not düşüyor Türkiye’nin Filistin’i, ölümle yaşamı ayıran çizgiyle…

“Yakın, yıkın, bitirin, öldürün, gebertin! Ne mutlu Türk’üm diyene kadar vurun! vs…

Sallamak kolay! Vatan-millet-Sakarya muhabbeti de! Siz askere gitmemek için bedelli yolunu gözleyenler…

Gezi/ Haziran günlerinde polis vahşetini görüp/ yaşadıktan sonra ‘Polis ölürse üzülmem,’ deyip, ardından da şimdi ‘Askerimiz polisimiz’ diye yırtınan ikiyüzlüler!

Zulme uğrayan, katledilen Kürtler olduğunda başını öte tarafa çevirenler, kafalarını kuma gömenler… Araçlarını, pencerelerini bayraklarla donatanlar…

Hiç bir şeyin artık eskisi gibi ol(a)mayacağını gösteren Cizre bu günleri de atlatır. Ama sizin bu barbarlığınız, ikiyüzlülüğünüz baki kalır, unutulmaz.

Sırf Cizre’ye bakarak bile, sırtını yasladığı çoğunluktan farklı olanlara, yani Ermenilere, Alevîlere, ve kendisine muhalefet edenlere ne yaptığı görülebilir bu devletin.

Bu bir milattır; dayanmanın/ direnmenin doruğudur; ipleri koparacak noktadır ve zalim devlete karşı direnen halkın yaşadığı “Cizre önce Cizrelilerindir”.

Kobanê’nin kardeşi Cizre halkı susmaz, Kürt halkı da direnmeye devam ederken; Cizre’ye, reva görülenleri, hiçbir vicdan sahibinin kabullenmesi mümkün değil.

Ancak bugün güçlü silahları ellerinde tutanlar, iktidar sarhoşluğuyla istediği kadar hakikâti gizlemeye çalışsın, gerçek er ya da geç ortaya çıkacaktır.

Biz “Türk” olarak Cizre’deki devlet terörünü alkışlayan “Türkleri” anlamıyoruz; anlamak da istemiyoruz. Bu kin ve öfkeye “akıl sır” erdiremiyoruz.

Başka insanların geleceğini tayin etme, ona ilişkin tasarruflarda bulunma hakkını kimden alıyorlar?

Hümanist geçinenlerin, “Ama Kürtler/ama terör…” diye başlayan cümlelerini duymak istemiyoruz.

Cizre’de de alnımıza çalınan bu kara lekeyi kabullenemiyoruz.

12 Eylül’ün lanetinden kurtulmak için çabalarken, Cizre’yi “kahramanlık destanı” olarak sunanları affedemiyoruz.

Hiçbir hafıza Cizre kâbusunu unutturamayacak; bu zulmü meşrulaştıramayacak!

İnsan(lığım)ızı çürüten nefretten; kalb(imiz)i kurutan öfkeden; habis ırkçılık ayıbından (ki bu söz çok hafif kalır) nasıl kurtulacağız?

Cizre utancı hepimizin ruhuna işledi.

Bunun hesabı verilmeli.

Birileri/ veya bir şeyler coğrafyamıza utanmayı öğretmeli. Utanç/ utanmak zorunlu ders hâline getirilmeli. Bu utancı kimse unutamaz. Kan hepimizin eline bulaştı.

Bu koordinatlarda; “Clausewitz demişti yanlış anımsamıyorsam: ‘Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir.’ Bu soğuk analiz çıldırtıyor beni, hem zamanın ötesinden Clausewitz’e, hem başımıza bu belayı saranlara, hem de televizyonlarda savaş çığırtkanlığı yapanlara haykırmak istiyorum: ‘Savaş örgütlü cinayettir. Nokta.’ Savaştan önce çocuklar ölmez, savaşla birlikte çocuklar ölmeye başlar. Nokta. Politika yapacaksanız yapın, bunu başka araçlarla devam ettirmeyin, yeter artık!”[20] türünden soyut hümanizm(ler)e; “Şunu kafanıza sokun: Şiddet daha dün başlamış bir şey olsaydı, baskı ve sömürü yeryüzünde hiç var olmamış olsaydı, belki de sergilediğiniz şiddetsizlik çatışmayı yatıştırabilirdi. Ama tüm rejim, hatta sizin şiddet karşıtı görüşleriniz bile bin yıllık bir ezme ilişkisi ile yönetiliyorsa, pasifliğiniz, sizi ezenlerin safına katılmaktan başka bir amaca hizmet etmez,” yanıtını veren Jean-Paul Sartre’ın tutumunu unutmadan vurgulayalım: Cizre’de yaşanan/yaşatılanlarla Kürtlerin hafızası tazelenmiştir!

Cizre’deki insanların yaşadıkları travmayı düşünebiliyor musunuz?

Bu travmayı ömür boyu unutmayacak onlar; “merak etme, “onlar alışık” denilse de böyle bu!

Gönüllü işitme/ görme/ engelliler ve düşünme özürlüler haricinde herkes bunu farkında…

Tam da bu noktada siz aldırmayın, “gizli istihbarat”lar, “gizli gündem”ler, “emperyalist güçler” yaygaralarına sarılan komplo teorisyenlerine!

Cizre’deki çocuğun bomba sesiyle titremesini anlamaya çalışın!

Bu bağlamda Ethem’i, Berkin’ vuran; Ali İsmail’i linç edenlerle Cizre’de olanlar arasında bir bağıntı kurmamak mümkün mü?

Polisin Gezi/ Haziran günlerinde “destan” yazdığı şişirmesine kulak asmayanların, Cizre’de destan yazıldığına inanması ne kadar korkunç değil mi?

Bu kötülüğü, bu yoksul insanlara niçin yapıyorsunuz? Bu nasıl bir insanlıktır? Nedir Kürtlerden istediğiniz?

Hiç kusura bakmayacaksınız! “Potansiyel terörist” diyerek çocukların öldürülmesini normalleştirecek kadar alçalabiliyorsanız; ucundan kıyısından da olsa insan falan değilsiniz!

Ziyadesiyle yüreksizsiniz. Kalpsizsiniz.

Birçoğunuz da eminiz ki, mesela, Filistin’de yaşananlara falan çok üzülüyorsunuz! Ve hatta Gezi/ Haziran’a katılanlar, orada polis zulmüne uğrayanlar, yine orada içinde bulunduğu kalabalığın verdiği güven ve rahatlıkla polise “ülkeyi terkedin” diye haykıranlar var aranızda… Ya da daha neler neler?

Ama ikiyüzlüsünüz; tutarsızsınız! Mevzu Kürt illerine geldiği an hepiniz aniden en azılı devlet seviciler oluveriyorsunuz. Ve öyle olmayan herkese gözünüzü kırpmadan ölüm temenni ediyorsunuz.

Irkçısınız; şövenistsiniz; kafatasçısınız; dibine kadar faşistsiniz. Midemizi bulandırıyorsunuz.

Şu gerçek, sakın ola “es” geçilmesin: Aklının/ yüreğinin bir köşesi sürekli Cizre’de olmayan insan(lar) ya coğrafyamızda yaşamıyordur ya da ırkçıdır…

Cizre bize, hepimize, herkes “demokrasi/ demokratikleşme”, “uzlaşma/ diyalog”, “barış/ süreç” gibi laf-ı güzaf üzerine bir gelecek inşa edilemeyeğini gösterirken; Bertolt Brecht’in, “Bir doğa yasası değildir savaş./ Barışsa bir armağan olarak verilmez insana,/ savaşa karşı barış için katillerin önüne dikilmek gerek,/ ‘hayır, biz yaşayacağız!’ demek gerek”; Ahmet Telli’nin, “Yaşamak bir inat oldu artık/ Yaşamak bir direnme oldu zulme”; Ahmet Erhan’ın, “Ayağa kalk!/ Yurdumsun her rüzgârda/ eğilen bir yaprak değilsin,” dizelerindeki kararlılığı anımsatır…

Evet Cizre, sadece postmodern bir Kerbela değil; aynı zamanda bir Madrid, bir Stalingrad’dır. Ama bunların ötesinde bir kilometre taşıdır; yol gösteren çoban ateşi; işaret fişeğidir; “Acının bağrından/ mavi bir çelik gibi fışkıran öfke/ dünyayı değiştirecektir mutlaka/ yeni hayat kendini yeniden yaratacaktır/ ona sahip çıkan ellerde/ ve bu yüzden öfke/ sevda gibidir kimilerinde,” Ahmet Telli’nin, ‘Sevdalar Duman Olmayacak’ dizelerindeki üzere!

 

CİZRE “ULUSAL MESELE”DİR

 

Cizre’yi bu kadar önemli kılan onun sadece Cizre değil; bir Kürt ulusal meselesi olmasıdır…

Bu noktada Friedrich Engels’in, “Başka bir ulusu ezen bir ulus kendi tutsaklık zincirini kendi hazırlar”!

  1. İ. Lenin’in, “Bir ülkede ezen ve ezilen ulus problemi varsa ezen ulusun işçileri sürekli kendi zincirleri için demir döver.” “Ulusların kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz desteklemeyen sosyalistlere sosyal-şoven diyebiliriz.” “Her ulus kendi kaderini belirleme hakkına sahiptir”!

George Politzer’in, “Bir halkı özgürlüğünden alıkoyan bir halk kendisi de özgür olamaz”!

İbrahim Kaypakkaya’nın, “Önce tam hak eşitliği, ondan sonra halkların kardeşliği,” uyarıları eşliğinde Cizre için Orhan Kemal Cengiz’in, “Kürt sorunu nedir? Anlayamıyoruz diyorlar… Kürt sorunu işte tam da bugün Cizre’de olanlardır!”;[21] Ergun Babahan’ın, “Türk ile Kürt kardeş midir!”[22]; Tarık Ziya Ekinci’nin, “Kardeşlik söylemi köleleştirici; Kürtler kardeş olmak değil, eşit haklı vatandaşlık istiyor,”[23] saptamalarının altını çizelim…

Ne yazıktır ki hâlâ Kürt ve Türk’ün farklı olduğunu idrak edemeyenler var! Farklı olmak kötü bir şey değil. Farklıyız ve kardeş olmak zorunda değiliz; yeter ki eşit olalım.

Bu durumda Kürtler nasıl istiyorlarsa öyle yaşayabilmeliler. Bu insanlar, “Türk değiliz ve ‘Türk’üm doğruyum çalışkanım,’ demek zorunda olmamalıyız” diyorlarsa; buna ve daha da fazlasına hakları olmalı. Birisinin size zorla “İngilizim,” dedirttiğini düşünün. “Bütün dünya İngiliz çünkü dünyada en yaygın dil bizim dilimiz,” dedirttiğini düşünün. Ne kadar korkunç olurdu…

 

CİZRE DERS(LER)İ VE HATIRLATTIKLARI

 

Cizre bize, herkese; Karl Marx’ın, “Önemli olan eleştiri silahı değil, silahlı eleştiridir”!

Emma Goldman’ın, “En dipteki bireysel şiddeti yaratan, en tepedeki örgütlü şiddettir”!

Spartacus’ün, “Onlara nefes alan herkesin eşit olduğunu göstereceğiz”!

Pericles’in, “Özgürlük, onu savunma cesaretini taşıyanların hakkıdır”!

Hüseyin İnan’ın, “Bizler yarınlara ümitle bakıyoruz. Çünkü tarih çok büyük saltanatları yerle bir etmiştir. Buna inancım tamdır”!

Cihan Alptekin’in, “Biz ne çılgınız ne de maceraperestiz. Baskı ve zulüm altındaki bir kurtuluş davasının öncüleriyiz”!

Sinan Cemgil’in, “Bir kısmımız ölebiliriz ama öyle bir ateş yakacağız ki bu ateş bir daha hiç sönmeyecek, söndürülemeyecek”!

Nasuh Mitap’ın, “Devrimci olmak, gerektiğinde arkana bile bakmadan tüm dünyaya meydan okuyabilmektir tek başına”!

Cafer Cangöz’ün, “Zafere mahkûm olanlar, bedel ödemekten çekinmezler. O bedeli niçin ödediklerinin bilincindedirler”!

Sibel Yalçın’ın, “Biz Şeyh Bedrettinlerin, Kaygusuz Abdalların soyundan geliyoruz, Onlar gibi olmalıyız”!

Hrant Dink’in, “Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık”!

Hüseyin Cevahir’in, “Teslim olmak yok başlar dik, namlular kızgın olsun yoldaşlar”!

Mahir Çayan’ın, “Varsın bütün oklar üstümüze yağsın. Biz, doğru gördüğümüz bu yolda sonuna kadar yürüyeceğiz.” “Asıl siz teslim olun!” haykırışlarını anımsatırken; bu yaşananlardan sonra hâlâ “çözüm süreci” mi? Bunun barışla alâkâsı yok. “Çözüm süreci”, her daim kocaman bir hiçti. Kocaman bir hiçle halkı kandırdılar, ezdiler.

“Barış umudu”yla kandırıldı insanlar; emin olabilirsiniz.

Suruç’ta bombalar patlamasaydı hâlâ aynı şeyleri ısıta ısıta konuşuyor olacaktık.

“Çözüm süreci”, egemenlerin bir oyalama taktiğiydi; er ya da geç Cizre’de yaşa(tıl)anların, Suruç’un kanıtladığı gibi…

Soru(n) sadece Kürtlerin meselesi değil, devlet sorunudur; devletin resmi ideolojik yapısıdır. Çünkü bu yapı varlığını sürdürmek için kendine ve zulmüne meşruiyet kazandıracak bir kurban/ düşman bulur her zaman!

Berkin yerine Baran’ı öldürür her hâlukârda.

Unutmayın: Berkin Elvan’ın kaderi, Uğur Kaymaz Mardin Kızıltepe’de öldürüldüğünde belirlendi.

Özetin özeti Cizre’de olup bitenle eş zamanlı yükselen ve “toplumsal tepkiler” adı verilen şiddet olayları, iç savaş psikolojisine girildiğini gösteriyor. Hiçbir öfke kusan şiddet olayı, “toplumsal tepki” diye adlandırılamaz… Öldürülen hiçbir asker, hiçbir polis, silahsız sivillerin, hamile kadınların, ihtiyarların, çocukların katledilmesini, bir ilçenin günlerce aç-susuz bırakılmasını, evlerin kurşun yağmuruna tutulmasını haklı gösteremez çünkü… Cizre, Kürt halkının yüreğinde yeni ve derin bir yara açmıştır; böyle devam ederse acı meyvelerini yakın bir gelecekte tadacağımız bir yara…

“Sri Lanka mı model mi alınmak isteniyor?” sorusu ortadayken; Cizre’de “De te fabula narratur/ Anlatılan senin hikâyendir”!

Cizre saldırısının manası, coğrafyamızda cehenneme gidiş biletiyken; parçalanmış bir toplum ile nefret kokan bir ortam karşımızdayken; çözüm uzun ve sancılı bir sürece gebe; kolay falan da değil! Dine, mezhebe, ırka dayalı siyaset gütmemek, sınıf eksenli arayışlara yönelmek kalıcı barış için tek yoldur hâlâ…

 

18 Eylül 2015 14:42:29, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] “Burada barış yazıyor!”

[2] Oruç Aruoba, İle, Metis Yay., 10. Basım, 2014, s.70.

[3] Ergun Babahan, “Kürt halkı, Cizre’de Yaşananları Unutmaz”, 11 Eylül 2015… http://www.millet.com.tr/kurt-halki-cizrede-yasananlari-unutmaz-yazisi-1273845

[4] Ergun Babahan, “6-7 Eylül Olaylarının Kürt Versiyonu Devrede”, 10 Eylül 2015… http://www.millet.com.tr/6-7-eylul-olaylarinin-kurt-versiyonu-devrede-yazisi-1273805

[5] Raymond Kevorkian, Ermeni Soykırımı, çev: Ayşen Ekmekçi, İletişim Yay., 2015.

[6] Serdar Korucu, “100 Yıllık Hikâye: 1915’te Cizre’de Ne Yaşandı?”, Radikal, 13 Eylül 2015… http://www.radikal.com.tr/turkiye/100_yillik_Hikâye_1915te_cizrede_ne_yasandi-1433105

[7] http://www.milliyet.com.tr/chp-den-Cizre-konusunda-hdp-ye-destek-ankara-yerelhaber-965346/

[8] http://yarinhaber.net/news/22181

[9] “Kızıltepe’de Yaralanan Çocuk Yaşamını Yitirdi”, 13 Eylül 2015… http://hayattv.net/site/kiziltepede-yaralanan-cocuk-yasamini-yitirdi/

[10] “Cizre’den Kaçan Doktor İsyan Etti”, 11 Eylül 2015… http://ilerihaber.org/cizreden-kacan-doktor-isyan-etti/21751/

[11] İdris Emen, “Cizre’de Vurulan Mehmet Erdoğan, Günlük 10 Lira Kazanıyordu”, Hürriyet, 15 Eylül 2015… http:// www.hurriyet.com.tr/gundem/30075191

[12] http://www.diken.com.tr/

[13] “Şırnak Valisi’nin Cizre Ordusu”, 16 Eylül 2015… http://direnisteyiz.net/haber/sirnak-valisinin-Cizre-ordusu/

[14] V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Çev: Ferit Budak Aydar, Agora Yay., 2009.

[15] Evrim Altuğ, “Slavoj Zizek: Bir Kapitalizm Ürünü: IŞİD”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2015, s.6.

[16] Orhan Miroğlu, “Cizre ve Özerklik”, Star, 14 Eylül 2015… http://haber.star.com.tr/yazar/cizre-ve-ozerklik/yazi-1056434

[17] Ergun Babahan, “En Korkunç Terör Devlet Terörüdür!”, 12 Eylül 2015… http://www.millet.com.tr/en-korkunc-teror-devlet-terorudur-yazisi-1273923

[18] Levent Köker, “Devlet Hukuka Bağlı Kalmak Zorundadır”, Zaman, 17 Eylül 2015… http://www.zaman.com.tr/yorum_devlet-hukuka-bagli-kalmak-zorundadir_2316839.html

[19] Ferhan Umruk, “Cizre Özsavunması”… https://yalansz.wordpress.com/2015/09/13/cizre-ozsavunmasi/

[20] Ayşe Emel Mesci, “İstisnalar Kaideyi Bozsun Artık!”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2015, s.17.

[21] Orhan Kemal Cengiz, “Kürt Sorunu Nedir?”, Bugün, 12 Eylül 2015… http://www.bugun.com.tr/kurt-sorunu-nedir-yazisi-1828831

[22] Ergun Babahan, “Türk ile Kürt Kardeş midir!”, 15 Eylül 2015… http://www.millet.com.tr/turk-ile-kurt-kardes-midir-yazisi-1274068

[23] Tarık Ziya Ekinci, “Kardeşlik Söylemi Köleleştirici; Kürtler Kardeş Olmak Değil, Eşit Haklı Vatandaşlık İstiyor!”, 17 Eylül 2015… http://kuyerel.org/yazarlarimizYaziGoster.aspx?id=2380&yazarId=45

 

“Saray”ın casus avcılığı

Böylece, memlekette, ileri demokrasi var olmuş oluyor.

Böylece memlekette özgür basın var olmuş oluyor.

Saray, Muktedir, uzun dönemdir, başkanlık sistemi hayallerini kuruyor. Burhan Kuzu’ya bakarsak, bu hayallere çok da yaklaşmıştır. Halk, yaptığı yanlıştan dönmüştür ve Burhan Kuzu’nun yol göstericiliğinde saltanatın yolunu açmıştır. Belki Kuzu, biraz acele ediyor ama, başkasını söylemesi mümkün değil, yoksa kuzu olduğunu gerçekten hatırlatırlar.

2015 yılı, ülkenin kan gölüne çevrildiği, katliamların sahnelendiği, mitinglere saldırılar yapıldığı, ilçelerin, mahallelerin günlerce ablukaya alınıp, olağanüstü hâl uygulamalarının yenilerinin devreye konduğu, halklara karşı ırkçı saldırıların sahnelendiği, Muktedir’e dönük en küçük bir eleştirinin Muktedir’in işareti ile hemen davalara, tutuklanmalara dönüştüğü bir yıl olmuştur. Kaç çocuk öldürülmüştür, kaç genç katledilmiştir, acaba binleri çoktan aşmış mıdır?

İşte size ileri demokrasi.

Elbette, böyle başa böyle tıraş derler. Bu ileri demokrasiye uygun, “özgür” basın da devrededir. Hepsi, bir havuzdan beslenen bir yapıdır ve dışında kalanlar, bir an önce havuzdan pay almaya baktıkları için, hiçbir onurlu davranış sergileyemezler. İşte Türkiye’de burjuva basın, burjuva medya budur.

Ve bu koşullar altında, Muktedir, yerli ve milli bir söylem devreye soktu. Mevcut iktidarı eleştiren, Muktedir’i eleştiren, Saray hakkında soru soran, mevcut politikalara eleştirel yaklaşan herkes, gayrı milli ve elbette yerli olmayandır.

Tam itaat gereklidir.

Tam bir boyun eğme, mutlak bir sessizlik gereklidir.

Ama ne yazık ki, Muktedir’in, Saray isteklerinin sonu yoktur. Tam bazı isteklere adapte olmuş iken gazeteciler, birdenbire yeni isteklerle karşılaşıyorlar ve adapte olana kadar bir bölümü eleniyor. Böylece, Saray’a sadık olmak, başlı başına bir yetenek gerektiriyor.

Bir de elbette, söz dinlemeyenler var. Tutturmuşlar “gerçeği” yazacağız diye. İşte bazı gazeteciler, bunu yapıyor. Akıllı olup, Muktedir’e itaat edip, büyük paralar kazanacaklarına, gidip, MİT tırları ile ilgileniyorlar ve bunu haber yapıyorlar.

Bunlara haddini bildireceksin. Alacaksın hapse atacaksın, o zaman belki uslanırlar! İşte Muktedir böyle düşünüyor.

Can Dündar ve Erdem Gül, Cumhuriyet gazetesinde, MİT tırları diye adı konulan olayın, mahkeme tutanaklarında bulunan bazı belgeleri açıkladılar. Ve elbette bu yerli değildir, bu elbette milli hiç değildir, öyle ise tam bir casusluktur.

Casus, aslında, eğer bu bir devlet sırrı ise, bilinmiyorsa, gizli bir operasyonsa, bunu açığa çıkarmış olan kişilere dönük bir suçlama olabilirdi.

Dündar ve Gül, gazetecidirler ve kendilerine ulaşan ya da ellerine geçirdikleri bir dosyayı, belgeleri ile haber yapmışlardır. Nasıl casus olmuş oluyorlar? Evet Erdoğan’ın, Saray’ın isteklerine boyun eğmemiş, belki de ondan korkmamışlardır. Bu nedenle, ibret olsun diye cezalandırılmaları gerekir. Bunu anlayabiliyoruz, zaten demokrasi de budur. Peki, acaba neden casusluk?

Mayıs 2015’te bu dosya açıklandı. Casus olduklarını düşünenler, neden 7 Haziran seçimlerini, ardından 1 Kasım seçimlerini beklemişlerdir de ondan sonra devreye girmişlerdir? Oysa casusluk suçunu işleyenler, hemen tutuklanmalıdır. Öyle değil mi?

Bir de, bu adamlar, acaba hangi ülkenin, kimin casusudur?

Acaba, bu casuslar, tüm dünyanın aylar öncesinden zaten haber yaptığı, belgelerini yayınladığı bir haberi yayınlayarak, neden kendilerini riske ettiler? Sadece Türkiye halklarının bilmediği bir şeyi yayınladılar. Yoksa, tüm dünyanın, hemen her ülkenin zaten bildiği bir şeyi, üstelik gerçek de ise, haber yapmanın nesi yanlıştır?

Saray, bir casusluk operasyonu çekmiştir. Dündar ve Gül, acaba, kimin casusu olduklarını sormuşlar mıdır? Belki de sormamışlardır. Ama aslında dava dosyasında bu yazılı olmalıdır, çünkü havaya casusluk yapılmaz. Belki de “kamu yararına casusluk” diye bir tür vardır. Bu da bir yeni tür olsa gerek.

Demek Saray, halkı düşmanı olarak görüyor.

Halka bilgi vereni, halka gerçeği ya da gerçeğin bir kısmını açıklayanı, casus olarak açıklamaları, gerçekte, halkı düşman olarak görmelerinin kanıtıdır.

Dündar ve Gül, açık ve net olarak, yerli ve milli de olamazlar. Buna ne şüphe!

Ve nasıl halk, Saray için bir düşman ise, tebaa takımına eş olunmaz ise, aynı biçimde, “gerçek” de düşmandır. Gerçekle de eş olunmaz. Hem sonra kimin gerçeğidir bu? Mesela Kabataş yalanını kabul etmeyen bir kişi için gerçek ile Muktedir için gerçek aynı mıdır? Mesela dolar ile kalem oynatan birisi için gerçek, her yazıdan sonra, her haberden sonra eline geçen dolarlar ve onların alım gücüdür. Oysa, ille de haber yapacağım, ille de beni gerçeğin kendisi ilgilendirir diyen bir gazeteci, makul ve mantıklı olamaz. Öyle ise, mutlaka şüphelidir.

İşte Saray, büyük bir çaba ile, kimsenin göremediğini görerek, kül yutmaz beynini kullanarak, yerli ve milli olmayanın kokusunu alan burnu ile, casusları yakalamıştır. İki casus, TC devletinin sırlarını, her ne kadar dünyanın her ülkesinde bilinse de, mahkeme dosyasından alarak yayınlamıştır. Oysa mahkeme dosyasında yayın yasağı vardı. Demek ki, bu yasağı, ancak ve ancak, casusluk yaparak delmişlerdir.

Saray, casusu yakalamıştır.

Bu casusların, öyle Silivri’ye ya da normal bir hapishaneye konulması doğru değildir. Bizce, Muktedir, bu casusları, Saray’ın altında mahzenlere kilitlemelidir ve Muktedir, her akşam, bu yakınında duran casusları, her fırsatta tokatlamalıdır.

Belki bu yolla, tüm medya anlar ve dize gelir, biat eder.

Ama ya halkın biat etmesi meselesi!

İşte zurna burada zort diyor.

Bu nedenle, tüm basını, basında direnen herkesi, tüm toplumu, direnişin her türünü, tümden bastırabilmek için pervasızca bir saldırı, bir karşı-devrim saldırısı, bir çete savaşı yürütmektedirler.

Can Dündar ve Erdem Gül davası, bu nedenle önemlidir. Yoksa bu ucuz bir saray komedisinden öte bir anlam ifade etmez. Ama maalesef bugün ediyor. Çünkü yıldırma, susturma kampanyasının bir parçasıdır.

Bu nedenle, tüm bu saldırılara karşı, gerçeği, özgürlüğü, yaşamı savunmak için, emeğimize sahip çıkabilmek için, direnişi yükseltmemiz gereklidir, dayanışmayı yükseltmemiz gereklidir. o